17 Aralık 2013 Salı

MEPHİSTO / DÜŞSEL METİNLER























OLBRZYMYZ
(09.01.14)

Kozmik romanın içlerinden geçerken, sonsuz karanlığın Iapetus’u karşımda duruyor, Pythagoras megawatt hesapları yapıyor, homoheidelbengensis plazmada yüzüyordu!.. 
Preeklampski zehirlenmesiyle kıvranıyor Hypatia, gangliyon duraklarını sorgulayarak, kan içici Sekhmet’i anlamak istiyorlar.  Ekvatoral çizgiler silindi, kurbağa prens gelmiyor, random mutasyon ağları ve cinbönler güneşte ısınırken, Hekate’yi onarıyor, sevişme makinesi. Escher, Escherler'in kardeşi!..  Haiyan tayfunu sırtında, mavi türbülans gerinirken, kapsülde savruluyordu. Leiden şişeleri düşük sayıda, partenogenez –eşeysiz doğum- erteleniyor, integraller doğuşurken, paumari dili yamaçta, Quadrantidler’in evinden çıkarak, Ison yıldızı, Hurri ve Luvileri uğurluyordu. Waldeyer halkası soluk borularından geçip, agoranın ortasına kadar geldi... Uzaklarda Doppler kaymasını gözlüyor, genom dizimleri ve Denisovan’ın sevgisine sarılıyordu Aldairliler!.. Feldspat çağları ve sima insanları konuk gelecek, lenfoma ve Fantoma anıtlarını süsleyin, Isfahanlı ve Derrida’yı çağırın. Druidleri salın Utarit’e, blokajlar ve Fordlandia plantasyonuna göz atsınlar. Gösterin, kim payanda oluyor bu yaşlı gezegene, kim?.. Amuriler ve osilatörler anılarımız bizim!.. Heptakometler ve hiperbolik ağlar ulu kanatlarımız.  Biliyor musunuz, Ebers papirüsü denizlerde yuvalandı, tarpon balığını geride bırakmış geçen gün, Lovejoy kuyruklusundan iyi koşuyor.  Berenice’le kol kola Nahl suresi!.. Ruh ikizim diye beni yanından ayırmıyor. Peteğin geometrisi, yüreğin aritmetiğini geçmek üzere ve Tetis denizi tümüyle sanal.  Kapaisin ve jüpon, fermiyon ve bozon gölgelere dönüştü...  Tripofobiden kaçan mizantroplar, Rinjani-İshak kuşuna yakalandılar.  Atalarımız siyah arılar, hınçla kutluyor yer insanlarını!.. Balıkçıllar kuyruklarını sallayarak darmaduman olmuşlar. Ufuklar ötüşerek, ateş sarısıyla tutuşuyor ve karanlık yavaşça bastırıyor. Yamaçlardan sessizce yitiyor yaşlı gezegenimiz, yükselen ayetlerle Gunnes doğuyor ve işte birden beliriyor Olbrzymyz!..




*




AT
                                                                   
                                                                            ‘Tüm Ölülere...’


At bozkırın ortasında duruyordu... Sırtında bir siyanür kuşağı vardı; önündeki akıntıdan Macar suyu içiyor, Helen hendeğinden geçiyor, Kronos’un (zamanın) içinde uçarak gidiyordu. Us tanrıçası Athena, termofiller ve öteki atlar vardı yanında. Devasa bir benzeri yukarıdan onlara ‘Seni ataların döller!’ diye bağırıyordu. Electric-horseman ona binmeye çalışıyor, güneşte pırıl pırıl parlayan, otların saf oku sağrısına değiyordu. Ufuktan doğru nitrat çubuğu geliyor, yüzey gerilimi artıyor, baryonik maddeler, sarı fermiyonlar, bozonlar durmaksızın ciğerini deşiyordu... Vaspurakan kralı I.Gagik yardım etmek istiyor, demirhindi suyu içerek güç toplarken, madenlerin kükreyişi göğü inletiyor, demir bulutların canhıraş bağırtısı sürüyordu...

At ise ağlıyor ve öleceğini biliyordu artık. Şu ovalar ve bu bozkır onun son eviydi, ölümcül bir çabayla; ‘Elveda deyip buralardan gidince ben / ey evime komşu erik ağacı / her bahar çiçek açmayı unutma’ diye haykırmayı başardı. Ve zamanın beyaz ipliği, akşamın beyaz filleri andıran küçük yamaçları, yontuların içinden gelenler, evlerine yorgunluk taşıyanlar ve demir korunaklı bulanık avlular, bir yarasa derisi gibi gerilirdi artık beyaz karanlıkta...
At düşünüyordu ki; ökaryot ve trilobit, ışık bakterileri, çalışan göz ve dünya, ufuklardaki hiçlik, sonsuz ölüm, çürüyen et ve soyut ottur yaşam. Ve belki de evren tüm bunların yalınkat, sıradan bir uzantısıdır...

Nedir ki ata bakıp; mavi denizlerin Sapho’su mutluluk saçıyor ve yapılan bir şeydir şiir diyordu!.. Elektronik dölütle yel, terleyen balıklar, etobur kuş ve tüm kürklü şeylerin içini ısıttığını biliyordu. Horozlar, börkler ve kepenekler, Hacer-ül Esved ve Kâbe, tırıs giden atlar ve haçlar ve bambaşka ovalarda, bambaşka drenajlar ve koşumlar içinde yüzen; bambaşka rahvan atlar, ateş gözler, yel ayaklar, Yıldırımlar ve Timurlenk, çengel tırnaklar ve kaplan, sfenksler ve mekanist evrende yüzen bataklık tavukları ve kırmızı turnalar atın sırtında gezinirken; geyiklerde üzüntü verecek kadar yakınından geçiyordu...

Ve işte uzakta Rus Amerika’sı görünüyordu!.. Gezegenin buzdan mantosu ağlıyor, ısı değiştirgeci ve nötron akıları yanı başında yüzerken, genç bir kız; ‘Aşklarda yaşam gibi sanal olmasin!’ diye hıçkırıyordu. Ordular, gölge evrenlerle yarışıyor, sarı bir eşek otların arasından sakin geçip giderken, tüm kozmos gülüyordu... 'Zaman geçer aşk kalır / ikonsu Derebey çağları / gizençli güzellikler / düşler ötesinde / bir yürek süveydası... / Soylu ruh / birlik yaratan yansı o’ diye garip şarkılar söylüyordu bir trubadur...

Pervasız bir homurtuydu gizemli bellek... Acayip tayflar, üç gözlü insan, yaprakları tüyden ağaçlar ve billur yumurta geride duruyordu. Gelecekten bir çiçekle geri dönen adam gülüyordu. Kuyruklu yıldızlardan paraşüt ve kırmızı nötronlar denizi vardı uzakta... Sedna parıldağı, çift ağızlı balta, kıskançlığı kışkırtan boşluk, camdan ağaçlar, balık yağmurlarıyla işbirliği yaparken, karıncamsı ejderha, kutup canavarları ve Arrabalılar, su otlarıyla karşı koymaya çalışıyor, güve biçimli yalvaçla, sarı pireler hengâmede ara bulmak isterken, Sicilyalı Archimedes askere; 'Noli turbane circulos meos' ‘Dairelerimi sakın bozma’ diyordu... İnsan çığlığından ölen balina, çöreklenmiş yılan, arı vızıltıları ve siyah sülfür yağmurları vardı ovada...

Sakat ve sıska bir at gibi duruyordu at!.. Simgesel tanrılar, metalimsi havlamalarla, Aperionları (sınırsız madde) üç kenarlı üçgene dönüştürürken, Yesribliler, bedenim gerçektir ama günah gerçek midir diyerek; hidrokarbonla-kurgul usu, düşünce kipleriyle-imgeler gölgesini çağırıyor, ‘Kelt diliyle yatan sonsuz cinsiyet’ metan buzulları ve şeytansı pengueni; güneş sürüleriyle yokuşa sürerken, Higgs bozonu, Cordoba halifesi, kuğu kanı içen Moğollar ve Kansu Gavri’yle birlikte; 'Evrende yalnız olduğumuz düşüncesi' atı sinirli yapıyordu...

Elektronik tapınaklar ağlıyor, elle tutulan otlar, ışık bakterileri, Hunnes ve Kunnes yıldızı gülüyor, metal-matris kompozitler, kaya korukları ve kadın parmağı biçemli üzümler kırıtıyor; Korece, ‘Nanın tahşinin sarahannida’ (Seni seviyorum) diyen ve diyakronik bir boyutta gezen kırmızı denizler, su akrepleri, burçak tarlaları ve ‘Şiir dokununca bozulan şeydir’ kıssasıyla avunan ermişlerle; ‘Penisinin tepesi papatya çiçeği olan sevgilim’ buz dağlarının içinde donmuş, öylece sırıtıyordu...

( Pantalassik Okyanusu’nda yüzen nilüferler, beyaz manolyalar ve bahçeler sevgilimdi benim... Pembe dudaklarında kedi tırnağı açan sümbüller ve serçeler vardı. Bir parsek ötedeki hamsterler, korkusuz dolambaçlar ve yatağanlarla sevişirdi. Dağlarda gezen garymantlar ve metan yığınları bizi korkutmaz!.. Sibirya denizi, Hint gırtlağıyla konuşanlar, Amsterdam faresi ve Memnon sarayı kardeşimizdi. Hüvel baki çekenler, kuş kabileleri, Nusiybin Akademisi ve Yunan glikonikleriyle konuşur, Ezra kantoları, ormancılar ve denizcileri dinler; theophanistler, selülöz tadındaki Magdelena, kuyruklu Meryem, tiranlar ve tren, çimenler ve çimento için gözyaşı dökerdik. Buhara geyikleri, kaplumbağa hızındaki dandyler, İtalya ya da Almanya gibi gözle görülemeyen nesneler ilgimizi çeker, panter avı limanından kaçırılan gülünç şeyler ve kendi yankısını arayan yed-i eminlerle eğlenir, kahkahalarla gülerdik. Ve gene de Portugallı Sufi’ye övgüler olsun ki, geceler boyu, boşlukta kavrulurmuş gibi astenik bakar ve tiksiniyorum böyle kişnemekten diye ölümserdi at...)

Kuru otların, akan ırmağın, kül rengi dağın ortasında kıpırdamaksızın duruyordu... Bronz bir yonut gibi, mermer gibi, tunç gibi... Hayvan gibi duran bir hayvan gibi!.. Ve uyuyordu. Ve gözlerini yavaş yavaş açtı. Gırtlağında güneş olan insanlar vardı!.. Dağlar, ovalar, kentler, surlar... Pazar yerleri, kurbağalar ve Ravennalı Dructfult’un yazgısıydı gördüğü... Bir tümel olan ve tutulamayan hayvan Eros ki, uzak çağlardaki atalarından biriydi ve bulutların arasından artık onu seçebiliyor ve kartlaşmış kulelerin arasında, binlerce yıl arkasında, arkaik bir hayvan, vahşi bir tanrı gibi yükseliyordu atası... Ve sanki bir ikizi ve sanki salt kendisiymiş gibi belirip yükseliyordu tepede!..

At başını salladı. Başına geçirilmiş saman torbasının içinde, tanrı taneciği arpalar görürüm umarıyla, torbasını havaya savuruyor, düşler görüyordu... Ağzına gerçekten altınsı, sarı güneş parçacığı, eliptik biçemde, minicil yumurtalar doldu. İri-beyaz, vahşi ve Germen dişlerin arasında, sürkozmik arpa taneleri yiyordu at... Bozkırın ortasinda yalnızdı. Bir ‘arpa tanesi’ düştü torbadan, at görküyle onun bir tanrı parçacığı olduğunu gördü, uçlara doğru incelen, eğri büğrü, altın sarısı, güneşten güneş; galaktik bir arpa taneciği... Aman tanrım! Bir tanrı mıydı yoksa at!.. İşte tanrımsı olan kendini gördü! Ve işte kendisini yiyordu ve her şeyin kendisini yiyip bitirdiğini biliyordu artik...

Görkünç bir heybetle, gözleri fal taşı gibi açılmış yavrular görüyordu şimdide... Taylarla dolu, karıncalar gibi kaynaşan ve birbirine dokunmadan, dokunamadan sonsuzca itişip tepişen, sonsuz arpa tarlalariyla dolu, her şeyin birbirini tükettiği; düşsel bir ova... At bunca zamandan sonra kendisini algılayabildiğini düşünüyordu artık...
...
At ve atası, uzakta, kızıl ufuklarda el ele yükselirken, küçüleceklerine giderek büyüyor ve devasa tek bir at oluyorlardı!.. Bir zaman sonra; gökada biçemine, bir galaksi donuna bürünüp iç içe geçerek ve sayfaların arasında yavaş yavaş eriyip tükenerek, yitip gittiler...

...

Karanlıkta bir çocuk paytak adımlarıyla ovanın ortasına doğru geldi ve alabildiğine tuhaf kemik yığınları gördü. Yığınlar at ölüsüne benziyordu. Çocuk kemiklere dokunmak için sonsuz bir istenç, dizginsiz bir arzuyla kıvranıyor ve artık kendisinin bir çocuk değil, bir tümevarım gibi; bir adam olduğunu görüyordu!.. Ve atın ölüsüne dokunur dokunmaz, manyetik bir vurgunun sırtında parladığını duyunca; ne oluyor demeye kalmadan, bir burgacın, bir hortumun içinde toz olup, kemiklerle birlikte yok olup gitti. Sislerin arasında tuhaf, belirsiz bir gölge dışında, ova boş, bomboştu.

...

“Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında / Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez / kendi bildiği Tanrı’yı, / Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır duyulan. / Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız, / Geçer giderler, bizim gibi...” (*)

(*) Fernando Pessoa



*




NASILSINIZ

Nasılsınız, dedim. 'İyiyim' dedi. Yalnız, 'İyiyim' derken, 'İ'yi oldukça uzattı, ses aralığını uzun tuttu diyebilirim. Bununda, buraya gelirken, oldukça sakinlikle yola çıktığını, diyelim eşikten adımını attığında, usunun dingin, tininin de dertsiz ve uğultusuz olduğunun bir göstergesi sayılması gerektiğini düşünebiliriz. Ama 'İyiyim'in son harfçiği 'm'yi üstüne basarak, içsellikle keskinleştirilmiş ve ama sonuçta gizlenmek istenen bir hışım ve kinle söylediğini de ileri sürebiliriz. Bu, yolda, diyesim taşıtta, olası can sıkıcı olaylarla karşılaştığını, buna karşın kendini tuttuğunu, küçük ama baş ağrıtan sorunlara bulaşmak istemediğinden, zorlasalar bile, beceriyle ıvır zıvır dertlere yol açabilecek bu durumdan sıyrılmayı başardığını gösteriyor...

Sonuç olarak, 'İ' ile 'm' arasındaki, eşlikli dört harfcikten doğuşmuş aralığınsa, epey titrek ve harflerin ses tellerinde denetsiz biçimde; soluk borusunda yuvarlayarak, çok az yırtımlı bir tınıyla yansıyıp, algılandığına bakacak olursak; sinirlerinin gerçekte, geçmişten gelen, uzunca bir zamandır bozuk olduğunu, bu durumun, zamana yayıldığı için sinirsel uçlarının törpülenip görünmezleştiğini ve dolayısıyla ustalıkla gizlenip, saklandığını ya da bu düşünseme içinde değerlendirilmek gerektiğini anlayabilmemiz gerekir.

Verili görüngüde, şu an sakin aralıklarla ve denetlenmiş gözüken bir ıra yapısıyla sözler edip, sandalyede yavaş eskivlerle, eğik açıda hareketlerini sürdürmekte olan bireyimiz, soyun öbür bireylerinden ayrılıkla, geçirmekte olduğu şu saatlerde kolaylıkla sinirlenmeyeceğini ve edimini uzun süre koruyabileceğini; ama uzun süreli baskın bir konuşma biçimiyle karşılaştığında (ya da dayatıldığında), tehlikeyle umursuzlaşıp, saldırganlaşabileceğini, kendisine karşı pasif tutumun sürdürülüp, sergilenmesi durumundaysa etkin ve egemen bir role kolaylıkla geçiş yapmayı önelleyip, (yeni durumu benimsemek) istemeyeceğini, üstelik tam da karşıtı, dozunda bir kibirle, kendi özgün tutumunda yol alacağını ve karşısındakini; diğer bir deyişle ötekini koruyup kollayacak bir imaya bile bürünebileceğini, büyük olasılıkla savlanan ve kuramsal sınırlara yaslı, bu vargı ve belirimlere koşut olarak, birlikte ılımlı saatler, yatay, edilgen bir anlar boyutu ve inişi çıkışı olmayan; ansınır deyimle kazasız belasız geçirilecek bir günün bizleri beklediğini, güvenilirlikle ve neredeyse tümel olarak söyleyebiliyor, düşünüyor ve umuyorum...



*



KASSANDRA

“Aşkın kitaplara girmesi tek umarımızdır,
yoksa başka bir yerde yaşayamayacaktı.”
Max Horkhaimer



(Kalkhedon yakasına günaydın dersen yeşil gözlü bir güneşin olacak, üç vakte kadar onu göreceksin, gül parmaklarıyla sana ışıyacak, ona de ki, Altın Post'a giden yolu geçeyim mi, yoksa burada, defnelerin altında mı beklesem...)
Mahpeyker bir sevgili gecede yürüyor, cansiper ve peri. Fatehpur Sîkri'nin zümrüdî mimarisi, susuz çöllerin Sürre alayı ve Hicaz gölgesi!.. Benim gecelerimi kimselerin görmediği bir ufuk aydınlatır, gündüzlerimde Emel Denizi'ne sürüklenişim bundandır diye, şarkı söylüyor biri. Şehinşahım, payidarım, gönül tacım diye iç çekiyor. Bilip bildiririm ki, o irem bağlarındaki elim, o ilim, o dilim, dünya ve ahret de bile sözü edilmeyecek melâlimdir. Ey anılar trenindeki Klezmer ezgileri, ey Kani Mesa'daki minik güneşler, ey gecede büyüttüğüm dolunay, ey pınarlar diye ekledi... Karanlıktı!.. Ey ölüm, bütün sevdiklerim öldü, yapayalnızım. Onlar orada ve bir aradalar, yalnızlığıma ağlıyorlar. Sana kızmıyorum, küsmüyorum, beni onlardan ayırdığın için ağlamıyorum. Çünkü beni onlara kavuşturacak olan yine sensin...
Kassandram, ey sularda yürüyen Ankam, ey sessizliğin sesi, yüreklerin süveydası, ey leylâm, ey süheylâm diyenler, gölgelere girdi, bir bir eridi. Barış, doğal ölüm. Aşk, tinsel karanlık!.. Ey denizlerin kelebeği, ey dışbükey biçimlerin sentetik grameri, nöron uykuları, ey yürekleri sömüren zaman, ey kader, keder ve ey laedri. Burada, salkımların kokusu, üzünçle gölgelenen çöle açılır, Sezar'ı göremeyiz, çünkü; geçmiş zamandır. Silyon feneri, And dağlarında üflemeli çalgı gibi öten kuş ve ey yok oluş.
Tanrı şiiri yaratmak uğruna seni yarattı diye haykıran kuzenim. Ey Flaman göğü, tinler ormanı, ey zincirli kölem, ey Prevezem, Navarinim. Puhum, pusum, sülünüm. Ey Uranus'un kollarında pare pare ölüşüm... Sümbülden biri çıktı güzeli arıyormuş, bir yaz günü, bir güz yaprağının altındadır o demişler, uçmuş, güz gelmiş, o kar tozanındadır demişler, kış gelmiş, o bir bahar çiçeğinin dalındadır demişler ve bahar gelince, o yaz başağının salınışındadır demişler. Irmak perisi ağlıyordu. Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum diyenler vardı. İncilim. Ey Emod yulfone'm. Ey göze inandırılmışım, kefenlenip, canlandırılmışım ey. Ey yittiğim gezegen, doğduğum vulva, İsagojiler yazan İsagoji, ey Meryem, ey "Doloris medicinam a philosophia peto" dediğim, ey zindan çiçeğim, ey çocuk Muhammed, ey Kaddaficik, ey Hasani Harakanim.
Ey Ihşidim, boynumda cennet anahtarıyla ölümlere geldiğim, ey nur yüzlü Sur, kanla çiftleşen, ey Selçuki bir ölü dirilten, altın ağızlı Yuhanna, kutupçul çiçeğim, ey Suriye'den güzelim, Pers çiçeğim ey, Mezopotamya gülüm, at nalı yengecim. Gönüller hırsızı Hermes'im. Kuyruklu yıldızın kuyruğundaki gemisin sen. Ey ruh ikizim. Ey İlyas'ın üzüm salkımları, mor Yakup, ey ayağın öpen. Kuş ortaçağda var mıydı. Ey solgun yeşil düşüncelerim. Ey sessizlik, su sümbülüm. Aslan körfezine bakan Kordofanlı zencim. Ey resullerin sözleriyle çoğalan. Mars ufuğu. "Bir, iki, üç, dört, beş / balık tuttum / altı, yedi, sekiz, dokuz, on / onu bıraktım."
Ey lezbiyen simülasyonlar, kuş yüzlü kadın. Ey yaban incirim, ey Himalaya sedirim, leylandim ey. Gelde evrenin derinlerindeki iç çekişimi, kanla doyurulmuş geçitlerden geçişimi, ilkçağ kuşları gibi pençelerimde eriyişini gör. Haykırdım mağaralara, uçurumlarda ki yağmurlara sordum, iç çekişlerim yıldızlara vardı. Gelmedin. Minik dişi ölümlerdin, göklerde kanat çırpan deniz, altın sağrak, demir rüzgâr ve arı konaklarına girdin. Bir kelebeği gezdirdin ve bağırdım sana; et ve kanım ben, sense tunç ve taş, yenilgi kaçınılmaz. Aşk ipekten bir ipte koşmaya benzer kanatları olan kazanır. Ey felekler sistematiğim, günahtan kurtulmak uğruna günahkâr oluruz dediğim. Ey Kolophonlu Homeros, Annales okulu, ey Tetis denizim, tanrıların vurulduğu çarmıhlarda; hazin gölgelerinden geçtiğim. Ey kısrak soluğunda gezen gnostiğim. Atların atası Hipparion, ey arısız bal veren kamışları bulan, ey tarihte özüne sayfa ayıran. Ey Amarna. Yer yuvarı nükleidinin periferisi mağmam... Okumak bilinmeyeni çoğaltmaktır Maria'm!..
Giyotin ki erguvandan güzeldir. Zebra bir tanrının altında kanla çiftleşir. Ben kendimi özlüyor ve minelerle kaplı kabuğumdan çıkmayı düşlüyorum. Kumsalı görüyorum, sayısız kum tanelerinin her birinde tanrının saklandığı, uçsuz bucaksız kumlar, içli, sızlatan bir müziğin eşliğinde, tozlar içinde, ışıltılı, helezonik yükseliyorum, yukarıya doğru kabarcıklar gibi; onlarla birlikte dans ederek, gülüp eğlenerek süzülüyor, kanatlı mırıltılarla şarkılar söyleyen, bir periyi özlüyorum. Buluttan buluta atlıyor, ince saydam kanatlarıyla solgun bir kelebeğin ipeksi yumuşaklığında; yine kelebeğe dönüşüyorum, tamtamlar çalıyor, dalgalar, danslarla alt üst olurken, bir peri olduğumu duyumsuyor, kumsala doğru yaklaşıyor, süzülüyorum. Ve müziğin sonsuzluğunda mırıltılı, ışıltılı ve ince bir kum halinde alçalıyor ve helezonilerle kabuğumun içine girerek, görüş ve dalgaların beni uzaklara savuruşunu, ufuklardan ufuklara uçarak, kabuğumun içinde salınışımı izliyorum.
Kan içinde kalıyorum, sonra Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp, çıkar bir yol bulamaz diyorum. Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. Ben tek düze duvarlarla örülü bu taşlı yolda, kinle, nefreti, özün kamburuyla, iğrenmeyi unuttum. Şu ki, kindarlık ve nefretle, tiksinç olan bu kara, iç sıkıcı duvarların, çınlayan dolambaçların kıvrımları yazgımdır benim. Yüzyılların sonunda, gizli taş büklümlerin, büküntülerin, dolantıların içindeki hangi bükeyler görkü ve şiddetin galerileridir. Bu çatlak, yarık duvarlar, zaman yargıcının tefecileridir. Dehşetle düşlüyor ve düşünüyorum ki, süprüntüler içinde üzünçle çöle bakan, tozlu, solgun işaretlerin ayrımındayım. Gecenin içbükey edası bana doğru kükreyen gümbürtülerin ve ıssız ulumaların yankısını, ölgün, solmuş yansımasını taşıyor. Ve benim ölümümü silip süpüren ve benim kanım için can atan hangi dokumacı, hangi örücülerdir ki usandırıcı yalnızlığımın dışındadır...
Kimin yazgısıdır ben orada biliyorum. Gölgelerin içinde her biri diğeridir, her biri bizi aramaktadır. Günlerin beklediği son; eğer yalnızca günlerin ve zamanın beklediği son. Son buysa!..
Ve çığlıkların karanlığında yine o şarkıyı dinliyorum...
"Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum."


*




YALAN

(Belirsizlik İlkesi)

Doğmadım. Doğurmadım... Köksüzüm ben. Yitirdiğim kanatlarım, sonsuzca dilim ve kozmik bir yüreğim var. Ölülerin gözüyüm. ‘Carpathia’ için seçeneğim şunlardır: a) Bu gemi su alsa da batmayacak. b) Batsa da insanlar hayatta kalacak. c) Kaptan bir felaket olacağı içgüdüsüyle rotasını değiştirecek. Bildiniz, yakarım üçüncüyedir. İnançsızım. İşimi tanrıya bırakmam. Morpheus’u beğenir, Mephisto’yu sever ve Faust gibi neşeli, fos ve Fussli’yimdir. Kalabalıklardaki fars, Bağdadi bilgidar, çağların ürküttüğü düşüm... Zamanı örten zaman, Maklub tepesinde görkemle duran, Hare Krişna, nirvan, Şakralar, Druidizm ve Hanbalıktan gelen noyanım. Silva zihin kontrolü, Alvaro Campos, evrenler arası big bang, ying ve yanga ilgi duyarım.

Tarlaları ve cennetlik eşekleriyle yeryüzünün günahını çoğaltan çiftçilerden iğrenir, eğilen kaşık değil, anlağımızdır derim. Sırların bilgisiyle aydınlanan bizler, birer mabut olabilirler. Tinin dölütleri olan düşünce, inilti biçemindeki dua, ‘Verbo volent, scripta manent’ ‘Söz uçar, yazı kalır’ değinisi ve eğer bizi tanrı yaratmışsa, varlık-yokluk, erkek-dişi kavramları dışında üçüncü bir cins daha olmak gerekir!
Bunu bilemediğimiz için, kavramsal boyutlarımızın dışında olmasından ötürü, diyebiliriz ki; öyleyse tanrı yoktur. Bürokratik silindirler, Proustyen gerçekler ve ölümcül devridaimler gelip geçse de düş kurmayı sürdürürüz... Kendimizi bilmek, kendimizden uzaklaştırır. Düş görürken ve çiftleşirken hayaletleri kucaklarız. Ve karşılaşım gerçekleştiğinde karşılaşım olmaktan çıkar... Madonna yarıçıplak şarkılar söylerken herkes ayağa fırlar, ama boynundaki haçta çırılçıplak bir İsa vardır. Paris ölümle nikahlı demekse, Samaritli kadınla, kuyu başında buluşan kim, saf liriklik ve analitik us ne, Irakeyn neresi, Sur Suriye midir, sarnıçlar neden zehirlidir.
Behlül, Harun Reşid’e niye öğüt vereyim, bunlar onların sarayları, şunlar onların kabirleri diyor! Aziz Michel’in horozu, soğuk karanlık madde, arkadaşını ayda bırakan hain ve kuantum dünyası görkünçtür ama; bu niçin ve neye benziyor!..

Ey aşkımın tahtına oturan, naz makamının efendisi, dünya insanının sana muhtaç anları, nisan sabahlarıydı, senin olmadığın iklimin yağmurları bulanık, kalpler rahmetten uzak, gönül yamaçlarında bahar bitmiyordu. Acuna gelişinle gözler cennet çayırlarının rengini aldı ve ab-ı hayat çeşmesinin ufukları katre katre, damla damla belirmeye başladı. Tenin benekli ceylanın yumuşaklığından, ötüşün piramitlerin yüreğindeki kuştandır. Onulmaz geleceklere vaat edilen sensin.Yüreğin kor, kaşı sürmelisin. Mermerlere can veren, ecelerin ecesi, Nefertiti’sin!
Ey ruh, ey karanlıkların güneşi, İbrahim’i yakan ateşin serinliğini duy, Pompei’yi anımsa, genetik postülalarınla doğaya beden ver, kara madde avcılarına, gül savaşçılarına, yarasa kanatlarıyla kısrağına binene ve Drakula’na de ki; gece efendimizdir! Bit, mürekkep balığı, kene ve barakasından çıkmadan yüz yıl yaşayan Kör Eşebe peygamber değil de ne idi. Ey insan, ölülerimiz dünyanın tatlı ırmaklarında yaşar, baharda sessiz adımlarla dönerler evlerine, onların tini, gölün yüzeyini çalkalayan yeldir. Biz bulutun, uçsuz bucaksız çayırları esriten gölgesiyiz, kediyi dudaklarından öpenin kardeşiyiz. Güz güneşi ölülerimize boy verir. Ağaçların yaprağı yüreğimizin çarmıhıdır. Narsis ki bilmeden kendini arzulardı. Ölüm, soyun unutulmuşluğu, buzulların Erebus yanardağı, Neptün’ün Saman Yolu’ndaki kavşağı, Girit ve Malta korsanları ve öyle ve öyle sınırsız bir şeydi ki... Icaza kör dilenci için ne demişti: Ona bir sadaka ver kızım, Granada’da kör olmaktan daha acı bir şey yoktur hayatta... İşte tapılası, işte uğruna toprak olduğum, ölüm bu idi...

O ki, gökadalar, gaz bulutlarını oluşturan baryonik madde, şehzadeler eğitmeni Kesanlis, değirmen yalağındaki yosunlu sular, erselik baharın incirlikleri... O ki, Midyan’a kaçan Musa, kör deve, gölgeleri yok eden gölge ve tanrıları yaratan zamanın cinsiyetiydi... Ve artık o, okyanusların içinde saklanana, bulutların arasından şunu dedi:

‘Ben, kardeşimin imgesini ya da gövdesini (ikisi de aynı şey) / sessizliğin ya da kadehinin aynasında izleyen / o boşyüce gözlemciden / daha az boşyüce olmadığını bilen biriyim. / Ben, benim suskun dostlarım, / salt unutuştan başka bir öç ya da bağışlanma olmadığını bilen kişiyim. / Bir tanrı bu garip / Çözümü sunmuş her türlü insan kinine. / Bunca gezip dolaşmama karşın, / tekil, çoğul / Yorucu, garip kendimin ve başkasının / Zamanının labirentini bir türlü çözemedim. / Hiç kimse değilim ben, / Kimseye kılıç çekmedim savaşta. / Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben. (*)

Nas.
(*)J.Luis Borges
Çeviri: Cevat Çapan


*




KESİRKREP

Yüz yıl önce Lübnanlı İsevi kendini Suriyeli görmeye, Suriyeli Mekke'de kral bulmaya, kutsal toprak Yahudisi Filistinliyim demeye hazırdı. Büyükbabam Botros'ta bir Osmanlıydı. Tren, karanlık tarafından yolu kesilmiş gibi durdu. İşte o anda Turfanlı bir Türk buhar oldu. Ortaparmak, tanrıparmağından kayar ve onun avuçla birleştiği yere-tümseğe hızla çarpar, parmağı şaklatırken çıkan ses, o anda çıkar. Kuzenim Köknar'la, Persî atlara bindim, Agra'da Babür İmparatorluğuna gittim. Mekanik tarım yapılıyordu. Yirmi üç bin yılında, Ejderha'dan Tuban yıldızını geçtim. Yıldız çapulcusu idik, troykayla gidiyorduk, yanımdaki Hannoverliye, sürücü bir an dönüp “Çok benziyorsunuz, kardeş misiniz?” dedi; “Hangimiz, ötekine daha çok benziyor?” dedim, güldü. Yüzü Venüs çarığıydı. Afrika'da yaşamış parazitin Londra'da, Fleming'in penisilini buluşuna, Sarayburnu çamlarında öten böceğin, Selim'in, Nigâr yerine Suzidilâra'yı keşfine, inanın yardımı olmuştu.

Hâkem, gökyüzünün koyu mavi bir testiden süzüldüğünü ileri sürdü. Cam binaların doruğu saç biçimindeydi, elleri bağlı ışıkların içinde periler ve çöl sıcağında krizantem koklayan bedeviler vardı; gotik tavanlı bir odada kadril dansı yapıyorlardı. Onları işlevlerinin başında gördüm; yolculuktan bitkin dönerler ve ölümlerine yol açan basamaksız bir merdivenden söz ederler. Evren, bağışlanmış soylu rafları, giz yüklü ciltleri, uçsuz bucaksız bölmeleri ve oturgan kütüphaneciye sunduğu tuvaletleriyle ancak bir tanrının elinden çıkmış olabilir. Arı kaplanları, tanrının tüyleri ve post açı böyle buyurdu demek. Meğer La Regence Kahvesi'ndeki Voltaire, Louvre'da oturan Prusya kralı Frederik'le uşaklar sayesinde satranç oynarmış! Ve onlar biyoenerjilerinin sömürülmesi için küvözlerde büyüyen hayvansal bitkilerdi. Biz matrikste yaşıyoruz, simülasyon programımızı yapan siberzekâ kim ve nerede! Et ve metalin sembiyozu, oluşan sosyal entropi, her şey ve herkes sahte. İnsanmakina ve makinainsan hibridleri, çiftliklerde Habil üreticiliği yapıyor ve düşler tanrısı Morpheus'a taparcasına tapıyor.

Gezegende kopyasının kopyası insanlar yaşıyor. İsa, kırmızı taş üzerinde. Ayın bölünerek Mekke'deki evlere pay edildiğini ve sonra toplanarak kendi evine girdiğini gören, bunu kime anlatıyor... Ki onlar, peygamber asasını gönderen Habeş Necâşisi gibi nükleer silahlara tapıyordur. Ve inanın ki, öteki tanrıların arkasına gizlenen, sonsuz ve maskesiz tanrıyı o anda gördüm. Kanatlı arabasıyla göğe yükselen, Keykâvus gibi alımlıydı. Yıl 1795, Eli Whitney, Amerikan İç Savaşı'nın çıkmasına neden olacak çırçır makinasını buldu. Ve o güldü, kızdı, güneş kuşuyla, Venüs atlasını ve betimlenen manzarayı görsünler diye çamurdan doğanı ortaya sürdü. Yaratılansa anda onu düşledi ve manzarayı pay etti... Gözünde İngiliz peyzajı, Malaya gemisine şimdi bindi Vahdettin. Uskurluyla, maltızlar arasında Malta'ya gittim. Telomerinin uzunluğu kadar konuşacaksın azizim; İ o a, a o i, sanki soğuk şiirsin... Ama Godot'yu Beklerken, Lord Dunsany'nin, The Glittering Gate adlı oyunundan esinlenmedir. Bu oyunda, kapısında cennetin çeyizlenmesini bekleyen iki serseri vardır. Beckett, soluk alıp vermekle biten, üç saniyelik bir oyun daha yazmıştır.

Hayvanlar, ahırın tavanındaki mavi delikten süzülen, solgun, sünük ışıltıda gözlerini kırpıştıran, ağızları sıkıldıkça samanları dişleyen ve uykularında samanyolunu düşleyen umursuz canlılardır! Horasan tazısıyla, Pers diyarından gelmiş bir satraba pars saldırdı diyorlar, satrap onu yakalamış ve beslemiş. Vaka siyah güller kenti Halfeti'deymiş, Eftalit Birliği olayı görmeye gelmiş, kehribardaki amnion sıvısında, Ankol sığırıyla çelikten yağmur, silisyum karıyla argon buzulu, sodyum fırtınasıyla nitrojen bulutları varmış... Katullus çeşmesinde, kanıyla abdeste duran Haydar ve kozmosta, uzak bir yıldızda, kaplanlar, kunduzlar birbirine kükrer, şakalaşırlarmış. Führer girmiş araya, Japonya'daki altın madenlerini ele geçirmek için savaşmayız, Japonya'daki altın madenlerini ele geçirdi desinler diye savaşırız, demiş. İstanbulluların zürafaya deve-leopar dediği, Busbecg'in anılarında geçermiş. Atasal örneklemle, burçak demetlerinde, eski Avrupanın bengi özeği Roma parıldar. Demek ki, kırlangıç otları, mineşşeytanirracim, postmodern kinizm de var... Suyu kırıştıran gemiler ve tecim tanrıları, bir İranlının hançerlediği Hölderlin'le, Hitit yayı ve Karluklar bir arada, Hint kökenli ticaret tanrısı, servetengiz katır Mullo'ya giderler, Afrika kökenli doğurgan tanrıça Tule, bitki tohumlarını taşıyan örümcek olarak kervana katılır, Mısır tanrıçası ve çocuk doğuranlara yardım eden kurbağa Heket gelir, Kıpti tanrıça Bat, bereketi simgeleyen bir inek ki bolca süt verir. Şu dağa bak; hiç kıpırdıyor mu sevgilim... Uyumlu keman sonoritesi, yaratıcı arpejler, okları ve yaylarıyla pek bir anlama bürünmeyen tüylü postlardan oluşan bir dünyadır bu Marilyn!.. Hera'nın sütü gibi aydınlık ova. Mandaların çektiği bir kağnı, Cebrail sularında gölgeler, Ars Archanum Archanorum Omnium derler. Genç kadın kendini çıplak kolla manastıra almayan rahibe, “Ne o yoksa tanrı kendi yarattığı kolları beğenmez mi oldu?” diye söylenmeler, ırmağın süzülüşüyle, utangaç söğütlerin altında, Emevi elması yerler. Çavdar mahmuzu, Delaware ırmağı, kısrak gözü bakışlar, Tatar ceylanı gibi, kanbuğusunun içinde ışıldayan köpük, kopmuş el. Dandenong yolundaki feci kazada iki ölü, bir bayanın kuyruğu kopmuş, bir de kolu. Kanguru ve balinaların anılardaki yolu... Uzaydan dünya üzerine bir kitap sarkıtılsa, kopan çığlık, hepimizin çığlığıdır derdim. Kulağı lir tellerinde oyalanan benekli kedim. Çöl dikeniyle ağlaşan, Keats'in bülbülünde atıyor kalbim.

Sen gölgelerin üzerinden atlayamazsın ama, şair ölümün üzerinden atlar, sen bilinçsiz olunacak yerde bilinçli; bilinçli olunacak yerde bilinçsiz olansın. Sen her şey gibi eni sonu estete dayanansın, sen bakışını ölümden alansın, sen us dışına kayıp, anlamadığından heyecan duyansın. Sen yaşamla başedemeyen, kolayca okuduğunu kolayca yazamayan, güzellikteki töz gibi gerçeklikten kaçansın. Tanrı amacını şiirde bulur, sen sonsuzlukla yoğrulan ve yeryüzünün varlığını ölerek kanıtlayansın, sen Atina'da böcekler gibi yaşayıp, hiçlikte yok olansın. Sen şairlerin Roma'sındansın. Sen demiurgossun. Soyutu somut, somutu soyut yapansın. Ne kadar yaklaşırsan o kadar yakansın sen. Şiir, şeriat ve arş aynı kökten, ey Karpatlar şahini, geçmişler boyu arlanıp utanmadan, anlamlara anlam katansın sen. Ey kaos, bir an için dur; sonsuz+1 gerçek midir, ki gerçektir ve ağzımız diş evidir; öyleyse sonsuz yoktur! Sen, Tschuang-Tsu'nun içinde uçtuğu bir bahçe, bizzat kendisinin olduğu sarı ve hareketli bir üçgen görüp görmediğini asla öğrenemeden, öylece ölmeyi seçip, öylece de sönüp gideceksin sen!..

Askerlerinin ayaklarını Hint Okyanusu'nda yıkamak istedi İskender. Komşum, Hırsız Saksağan Uvertürü'nü dinler, ağaçlarla alay eder ve sıkça parmaklarını sayar tanrım, Eltâk kapısından gir, Abuzer tahta semerli bir devenin üstünde, Yesrib'e varmadan yolda ölmese; bergamodi mor, galibarda sarımsıdır... Atamız Ksenephon, yağmur atmacasıyla, kedi ve Montherland'ın Pasiphae'sindeki üç kişi, hep birlikte şöyle söyler: Düşünce ve ahlakın olmazlığı hayvanları, bitkileri ve suları bizden daha soylu kılmıyor mu... Ve aşırı içtenliğin küçültücü alçaklığı, duyumsanır yapaylığın tiksindiriciliği gerçek midir... Gerçek; nesneyle, us arasındaki uyum mu, Keyhüsrev'in, Babil'de ki Kunaksa savaşında büyük kardeşi Ardeşir II'ye yenilmesiyle çocukları ortada kalır mı... Vladivostok, Neptün'e bağlı köy müdür... Beethoven'in çekiçli piyano sonatında, dizanteri yeşiliyle... Basübadelmevt; ey bakılışı güzel, gerisini sen söyle!.. Notaların do, re, mi gibi adlarla önerilmesini öne süren ilk kişi onuncu yüzyılda yaşamış bir Milanolu keşiş olan Guido d'Arrezo'ydu. Bu adları da bir ilâhinin her bir satırının ilk hecesinden almış. "UT queant laxis, REsonare fibris, MIra gestorum, FAmuli tuorum, SOLve poluti, LAbii reatum, Soncte Iohannes. UT yerine bugün kullanılan DO, sonradan Giovanni Bononcini tarafından eklenmiş. Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi'nden derlenmiş. Elektral kompleksler, Londra kışa Rus manzaralarıyla giriyor, insan yaşamak istediği şey için ölür, cennette saf güzellikten başka bir şey olmadığı için insan güzellik kavramını algılayamayacağını bilir!.. Ney, nayistan kamışlık demek... Cahiliye döneminin Muallaka şairlerinden biri olan Kaab bin Zuheyr, Allah resulünün affına mazhar olup onu övdüğü "Banet Suad" kasidesini okuduğunda, peygamber bürdesini çıkarıp Kaab'a vermiş. Aliye Berger'in Giritli olan annesi ölü kelebekleri perdelere dikermiş. İsa'nın babasının, gökyüzünü temizlesinler diye gönderdiği kuyruklu yıldızlara, insanlar Havari Süpürgesi dermiş. Budha buyurur ki, geçmiş ve gelecek yoktur, sonsuz bir şimdiki zaman var. "Bütün günahlar kusurlar senin diyorsun / Bunca kandan, gözyaşından alınmıyorsun / İnsanı sen yaratmadın mı ey güzel tanrım / Eh o zaman benim kadar, sen de kusurlusun." Umberto Eco, üç tür bellek var diyor, biri organik bellek ki bu et ve kandan oluşur, insan beynidir. İkincisi mineral bellek olup, eski çağlardan beri kil ve taş tabletler ile günümüzde elektronik belleği taşıyan silikon bu sınıfa girer. Üçüncüsü de bitkisel bellektir, bu da bir zamanlar papirüste görülürdü, şimdiyse kâğıtta saklanır. Gümüş Selçuk parasının üstündeki aslan anırır, hortlaksı ağaç kökleri, İskender annesinin mektubunu sessizce okur, askerler dehşete kapılır, okuma o zamanlar sesli yapılır. Korku ve şaşkınlıkları bundan.

Diderot'nun karısının depresyonu atlatması kitap okuduğundan. Kaç kere söylenirse de belki umar var. İstanbul "eis ten poli" den geliyor, şehir içi, iç şehir demek. Samuel Clemens, Mark Twain'miş, Farsça sam (ateş) ve enderun (içinde) sözcüklerindendir semender. Uyak olsun, İskender babasının düşünü gerçekleştiren demekmiş! Kuşşara kralı Anitta'nın laneti "Şehri geceleyin yaptığım saldırı ile aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden bayındır ederse gökyüzünün, fırtına tanrısının laneti üzerinde olsun." Barış mı; bir manolya şarkı söyler kendi kendine... Ağla, ağla Selene. Bir gözlemci karadeliğin yuttuğu bir tonluk kütlenin kurşun levhalardan mı, kuş tüylerinden mi, yoksa bir uzay aracından mı olduğunu bilemez. Öklidyen yol integrali, Cervantes, Don Kişot'u İnebahtı dönüşü Dalmaçya kıyılarındaki Curzola Adası'nda yazdı. Abd Yeğuş El Harşi, atlı şairlerdendi, at üstünde öldü. Şiirlerde yalın gerçeğin, mistifize edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesi; sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, anlam ötesi diye nitelenebilecek yapıtlar, şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varmalar, öyküleme öremli, düzyazınsal betimler, monolog ve diyaloglar... Zamanımızın umutsuzluğuna en iyi tanıklık eden şiiridir diye yazılması, bütün aydın insanlar için bir uyarı sayılmalı, kalabalıkların ölgünleşmesi ve yergisel bir erdişiliğin acı alaylara konu olması da metafizik şairler için dramatik bir lirizm gibi kabul görmelidir... Hapsikord, piyanonun atası imiş, mış, muş. Siirt, Bingöl. "Aqui, se queda la clara / la enteranable transparencia / de tu querida presencia / Comandante Che Guevara..." Sartre olmak Sartre olmayanları okumaktan geçermiş. Denizben hep aynı şarkıyı söyler, Hektor Kültigin. Su teresi yiyin. Diri cesetler. Mardin Madrid arası kırmızı geveze, Bitinya kralı, Belh emiri, mavi dağ kedisi gibi, naif bir soyutluk var evde. Elektrik yükü taşımayan nötron, cinsiyet değiştirerek, pozitif elektrik yüklü protona, küçük bir bölümü de bir elektrona ve bir elektron antinötrinosuna dönüşüyorlar. Mukata'da toprağa verildi Arafat. Fakat, Mısır soyundan, yağmacı Sostrat ordusu erlerinin burunları öyle uzundu ki, suya ağızlarından önce burunları değerdi, ölüm tanrısı Menat ve eşleri kavga edenin ayırıcı sözleri amcam Musa, babam Aaron diyen güvenilir unvanlı Zobat'tı. Gözleri görmeyen karanlığı bilemez der. Avernus (kuşsuz) çıldıran bir elma ağacı, Schoppenhauer; sahip olduklarımız bizi mutlu etmeyebilir, ama sahip olamadıklarımız kuşkusuz bizi mutsuz eder. Ahh, gözyaşlarından bir akvaryumun kapağını süslediği, bitki örtülerinden derlenmiş yaprakların sayfalarını oluşturduğu, inek dışkısı, kan, bir dürbün fotoğrafı ve insan derisinin ayrıntılarını içerdiği kalınca bir corpus geleceğin romanı olabilir mi, aşkolsun Kato, gene söyle...

Yokluk o denli büyük bir yer kaplıyor ki, varlık belki de, ondan kalan bir artık, belki de bir birikinti... Elektronik çöp. Asıl yokluk araştırılmalıydı. Zaman kavramı olmadığında, insan insanın tanrısıydı. Helikon dağında oturur Aedon, oğlu Itys'i öldürdü, Zeus onu bir bülbüle çevirdi ve sonrada Itys Itys diye acı acı ötmeye koyuldu. Bir fizik kuramı matematiksel güzelliğe sahip olmalıydı, Paul Dirac amcanız mı, maskenin maskesini çıkaramazsın Chesterton, Sirakuzalı çoban Bourbon'lara kahya durdu!.. Venüs geçişi, derler ki baldıran zehiri hazırlanırken Sokrates flütle, yeni bir ezginin notalarına çalışıyormuş. Lethe ırmağının suyundan içenler yeryüzündeki yaşamlarını unuturlarmış. Leda çok eski totemik bir kuğu, Myrmidon karınca, Arkadia ayı, diyesim kutsal hayvan adlarıydı. Theogonoia, Tanrıların Yaratılışı, Erga kai Hemaria, İşler ve Günler, Hesiodos... Bak şiirin adı İkinci Ders; "Üst kattaki kadın dövülüyor. / Tıp Fakültesi'nin sınıfları / bir bir boşalırken / onun çığlıkları sokağı dolduruyor. / Öğrenciler Rathmines'teki, Ronelagh'daki evlerine, yurtlarına dönüyorlar. / Ortalık süt liman / bir tek / hiç bir anatomi dersinin akıl erdiremeyeceği / o çığlık dışında." Leland Bardwell, İrlanda! Sanma ki, periler de cahildir. Yaşam; annenizin vulvasından çıkıp, tanrının vulvasına girdiğimizdir. Merdivenli sütundaki perimsi yüzlü heykelin yılda bir kez çığlık attığı ve yeryüzü kuşlarının çevresinde dolandığı, Tekfur sarayındaki, tunç ifrit heykelinde ateş saçtığı, kıvılcımdan tutabilen kişinin de genç kaldığı belleğimizdir. Zeyrek'teki Hazreti Yahya kilisesindeki mağaradan her kış "koncoloz" denilen cadıların çıkıp arabalarına binerek şehri kolaçan ettiği de söylenir. Onun tabletik ve levanten bir ruhla gözleri kamaştıran şiiri yabanıllıkta uçarının şiirine belki benzeyebilir.

Psampetik, insanın belleğini tembelleştireceği düşüncesiyle yazının derhal yasaklanmasını buyurdu. Firavundu. Neogotik yaklaşımlar, dekoratif kolonlar caminin içinde fiktif bir strüktür imgesi yaratmakta, diyagonal köşe lentolarının eğrisel konsol öğelerinin desteğini de görebilirsiniz havada!.. Susa'yı ateşe veren Kserkses'de geçip giden zamanı bu kadar gizemli kılan şey der ve ekler, yeryüzünün çatılarına çıkıp bakışlarını Persepolis'e çevirirsen, güneşi bekleyen ufkumuzu görebilirsin. Geçmişi görmekte olanak dahilindedir. O zaman uzam içinde uç bir noktaya doğru uzaklaşıldığında, orada Büyük Basra'nın ötesinde öncenin öncesini ya da sonranın sonrasını görmek hiç de zor olmaz. Standart model teorisi dünyayı, kuark, gluon ve lepton olarak tanımlanan yapıtaşlarından oluşan hareketli bir yapı olarak tanımlıyor. Kuarklar sadece ikili ya da üçlü gruplar halinde bulunuyor ve bünyelerinde gizemli renkler taşıyor. Gluonlar ise proton ve nötron gibi parçacıkların içinde hüküm sürüyorlar. Hepsi bir araya geldiğinde, nedense aşırı çekingen bir yapı sergiliyor, insanın onu gözlediğini fark edince yapısını değiştiriyor; düşünüp konuşuyor sanki mübarekler. Uzayda dün'ün saklı olduğu bir kovuk barınıyorsa eğer, insanoğlu sonsuzdan vazgeçerek bunun peşine düşmeyecek mi... Batıdakiler dün'ün ipini koparmış bir uçurtma gibi gezinmesini izlerken, Doğu'nun gezgin ruhlu bilgeleri bu ipe daha sıkı sarılmış gibi görünüyor. Hayal hududunda Moğol ülkesi, Silvia'nın ikizleri, bebeklerin nereden geldiğini soran çocuğumu Munch sergisine götürdüm, Karasuk kültürü, çelik dikenler ve Bullet galaktik kümesi rüyamda üstüme doğru geliyor!.. Ölmüş kadında "labia büyümesi", erkekte "angel lust" görülebiliyor. Otuzu aşkın uydusuyla Satürn'ün çevresinde minyatür bir güneş sistemi var gibidir... Ve ey anılar, subay ölüsü yiyen erguvan renkli kuşlar, yıldızların örümceği, ışık ısıya dönüşür, ısı ışığa dönüşmez, vaiz Salamo tam da bunu söyler. Bir güneş altındaki, soyut bir algılama organıyım sanki, belirsiz bir korku, bilgiye bulanmışlık, metafiziğin duruluğu ve koyuluğu, sevdiğimin sürgün gecelerine benzeyen saçları, antilobu utandıran, söğütleri gücendiren kalçaları, ay ışığını andıran göğüsleri, yaşam ölümsüzlük için, çokça yoksul demek sevgilim, üzülme; zamanın yönünün geçmişe ya da geleceğe doğru aktığı, aynı şey... Aydan bakarsak gökyüzünde gördüğün bir dünyadır, gündoğumuna, gün batımına, her iki şafağa da gönülden bağlıyızdır. Gün batımımız, uzaklardakinin şafağı... Ey meymenetsiz söyler, düstursuz Maymonides, ilk çocuğumu melekler aldı, küskünlüğüm bundan ve ey ölmüş ozan...

(Sevgilim, törelerimiz aldatmaların boyunduruğundaki prangalarımız, rüzgâr söylemediği, kuş sazlıktan görmeyip kulak vermediği sürece, bu öyküyü sana kim anlatacak? Meşeliklerin arasından geçer, boruları çalıp beklerler, bir karatavuğun sesi çınlamaktadır, birden derisinin benekli olduğu söylenen Kharon çıkar karşılarına, insansı yelesiyle bembeyazdır, meşe yaprakları da bize benzeyen yerini örtmektedir. Atinalı devlet görevlisi küreklere asılır, yelken direklerinden, beyaz köpüklere atladıklarında, Argonotlar uzaklaşmıştır. Ve karanlığın mucidi olan gözkapakları ağırlaşır, yine de şafak sökerken gün ışığına engel olamayıp uyanırlar. Ovidius'a göre sirenler kızıl tüyleri olan kadın yüzlü kuşlar!.. Rodoslu Apollonios'a göre vücutlarının yarısı kadın yarısı kuş birer aydırlar, ama bütün nesneler, gemiler, dünya, yıldızlar tanrının bir (sanat) yapıtı olduğu için yapaydırlar. 13. yüzyılda bir denizkızı, bir su bendi boyunca Haarlem'e gelmiş, kimse onun ne olduğunu anlamamış ve ona yün eğirmesi öğretilmiş, içgüdüsel olarakta, haça tapmıştır.16. yüzyılda yaşamış bir tarihçi yün eğirebildiği için balık, suda yaşayabildiği için de kadın olamayacağını söylemiş onun... İyi ki gökkuşağından geldiğini yazmamış! Biz onmaz bir maddeden oluşan, yitik bir tanrısallığın, günahkâr ve kabına sığmayan bir doğaçlamasıymışız...)

"Ve sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar sürer, sonsuz da denizlerden damlayan ve dünyayı keşmekeşle, sayrılığa doyuracak olan kumlardır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin. Salt tanrı kalacak geriye, toz olan yalnızca gövdelerimizdir... Ey süsüne adandığım ışıltı, anılardaki dost, ey gökte erinç içinde olanlar, ey boşluklarda salınan, ey karanlıklarda koşuşan, yokluklarda kavuşanlar... İnananlara vaad edilmiş olanı gören sensin!.. Ey yazgıyı yok eden derviş, sonsuzca sürecek füru... Sen ki küllerinden doğdun, gene doğarsın, gene doğacaksın!.. Ölüm-yaşam, ikisi bir ya Hayyam. Birinden diğerine geçmek... Ve Sen O'sun! Hayy-ı Lâyemut. Ölmeyene, ant olsun!..''



*




KIRIK TABLET

I
"Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil / Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru / Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda / -ayırıpta kasığını- / oturuyor. / Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini / ataları Nuh'a lânet yağdırıp / döküyor bir leğenden / içiyorlar irini!.. / Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor / -bir başka kavim- / ötede / sığınıp pazar yerine / tozlu bir Kur'an'ı da kucaklayıp / Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak / boynunda gümüş, Beyta'nın evlerini yakıyorlar / Araf!.. Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta / büyüyor gagasındaki kin / -ışıktan kılıç- / Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme / ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!.. / Araf: Son değil... / Orada: / Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de / bu tarih öncesi bitmeyecek mi..."
Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa, Linear Algebra’sından, Apollonius konik kesitleri, El Haitam ve El Cebr’i yazan Ömer Hayyam ölünce, sıvı demir, gürz, üşüyen Karya kuşu, ebru ve yılan hüyük içine saklandı, Meşhed’e kesik başlı bir hacı geldi dedim, develer toz içinde. Savruluyor Nişabur, Hayyam mezarına ilenç için uğrayanlar, öyle gürültü patırtı çıkardı ki; o uyandı ve mezarım Belh’te mi diye sordu. Rübailer sillogizmler halinde mantık dersi verirdi, masum bir evi vardı, nautilus gibi ilginç bir mimari, ürkütürdü Meryem'i... Altın oranlı, tuhaf işte bak Pisalı Fibonacci gibi, saçıntısı say; LSLLSLSLLSLL, bu bitkilerde yaprak sayısı, arı ve tavşanların yavrusu, kansız üreme ve kötü kokan çürümüş leylak gibi sonuçlar verir, bir pankreas içim, kardiya, yaş kılıçlar üzeri gezdik, sonra su sevisi nergise kan akıttı şorlayarak bir cengâver. Gece geldi işte, güneş çıktı! Sabbah ağlamasın mı, -tron uykusundaymış ay, bu gece benim yerime nöbet tutar mısın, surların dibine gelince elimize topuz-gürz verdiler, yüzünün revnakı kaçtı; gözleri nefrite döndü, yağışlarla besili Mısır ırmağından cesetler geldi, ama utanın yahu nedir bu dedim, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik, hep gülüyorlar efendim. Uçta ki güneş koronası, ucu kırıldı kızma, kendi yaptığım teleskop bu, böylecik gösteriyor, cüceler ordusuyuz, Vienna Tonkünstler Orkestrası 9. Senfoniyi çalıyor, Hayyam hiç requiem görmemiş, ölüm marşı, gene de allah allah deyip saldırdık. Sonra Marx geldi, gözyaşlarıyla, burnunu çekti ‘Corruptio optimi pessima’ (Aldatıcı iyimserlik, gerçek kötümserliktir) demesin mi... Ben karanlıkların atasıyım, ben aydınlıkların ölümüyüm ya; Hallac'ta uyandı, kaos; uçak pistte sorun çıkarmaz, taksi yapar ve üç yüz ölüyle kurtuluruz bu kuşatımdan diye bağırdım. Muhasara bu dedi! Güney cephesi rift kuşağına girsin, Tatarlar saf değiştirsin, hasekinin birini kısrakla kaçırdılar, somya getirsinler yaralılara diye bağırdı konkistador. Diaz yelkenleri indirmiş meğer, Vikingler İstanbul’a Miklagard dermiş ama cesetler gene de koktu, mezarın birinde kedi unutulmuş, biri ölmeden gömülmüş, şimdi ikisi bir yaşıyor, biri miyavlarken öteki çığlık atıyor, listede ölü görünüyor deyip mezarın açılmasına izin vermediler (paralel evrenler de yinelenenler!), oluyor işte Hernando de Soto kılıklı bey!.. Karşına çıktı göl, günahtan arındıran suya yakalandın. Viscount St. Albans Francis Bacon, Elizabeth ve Novum Organum'da (Yeni Alet) bu cinayeti dile getiriliş biçimi berbattır, şimdi sırası mı, olağan dışı ölümler hep birbirini izler öykülerinde, dizimler kuru ve sıkıcıdır, Alamut kalesinde öyle ki, afyon içer fedailer ve elini kaldırırsa, hepsi uçurumdan atlayacak denli ölüme bağlıdır, burçlardaki Haşhaşinler'in. Sylvia’da can sıkıcı, ciğeri parça parça bulut, taksi yapar striptizle, Allah’ın gölgesi üzerinize olsun. Hanbalık Pekin, Meholalı Barzillahoğlu Adriel’e beş çocuk, Saul kızı Mikal ki, aygır, kısrak, taşıl, Velpecule (Tilkicik yıldızları) tümü atılırlar bize doğru, konuşmayı yarıda kestik çünkü; "Tanrının göklerde oturduğunu ve yeryüzünde işlerin yolunda gittiğini söylemek yanılsamadır" dedim. Karargâhın yan tarafında bir eşek var çalıya bağlı, düşündüm ki, kendisinden eşit uzaklıkta, gerek nitelik, gerek nicelik bakımdan, eşit iki ot yığını arasında kalan eşek, hangisini yiyeceğine karar veremez ve açlıktan ölür! Buridan eşeği! eh istenç mi özgür! Hadi yürü bırak şimdi dediler, elime mızrak verdiler. Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet artık, Haccac-ı Zalim'e, Safevi Hatayi İsmail'e, tahtacı, demirci veya öbürü herkese görünür, olmadı Chesterton, Yakup düşlerden çıkıp gelir. Yaşlandım, Pluton karesine girdim, canıma kıymak düşündüm yenilince, ama özkıyım-özkıyınç kırmızı, atım değiştim son anda, yerime geçen Kıpçak yaver öldü, bunun üzeri bir orakl sınadı beni, Kinzalı adamına, Kadeş krallığına geldik dedim. Babam tanrı olunca (öldü...) tahta kardeş Arnuvanda geçti dedim, hazırlıksız yakalandık bu yüzden. Bebeklerdeki Moro refleksi gibi, her şeyi iten ve dış dünya gerçekliğini kanıtlayacağım diye her önüne gelene, elin kolun gösteren George Moore'un ölümü de kendi elinden oldu ne olur ki dedim. Bebek gülümseyerek, ellerini uzatınca kılıca, asker geri çekilmiş, böyle duyunç sahipleri de var, savaş alanında, o an, gözlerimden kan aktı inanın, bin yıldır ilk kez.böyle, delphoist olalı beri yüzüm gülmedi, düşüncelerimiz hep ağlıyor, doğal nedenlerden ölen feylesof yok filân diye lafa karıştım...1919 yazı çok sıcak aman, sabah yapacak iş olmuyor, güneş doğar, çoğu zaman papaz okulu damına çıkar ve Ludwigstrasse’de yaşamın uyanışını görmek için otururdum, bir gün yanıma Platon alayım dedim, az buçuk Yunancamla, Timaios’u okumak için. Yunan atom felsefesini temel kaynağından öğrenmek üzere; Yunan feylesoflar maddenin sonsuz küçük ve bölünmez parçacığını niçin arar ki... Platon'un, Timaios'ta savunduğu görü, yani atomların gerçemli cisimler olduğu görüşü, doğrusunu isterseniz benim için bir olut sergileyemiyor (dilim de dönmedi ya), atomları gösteren o ünlü gravürü yapan ressam da ölmüş, bir de ölmeyin bir kez mi desek, bunu yapmadan önce Sokrat'ın öğrencisini okusa çok iyi olurdu ama bakın aynı tarihte, başı dertte olan Türkler'in önderi Samsun’a çıkıyor, Kurtuluş’u arıyordur, bu savaş, zamanın göreceliliğine en iyi örnektir. Aman, filân feşmekân deme, biz ne, onlar ne biliyor musun?..
Kara kan akıttılar, İranî (siyah) atlara binip güneye doğru kaçtılar, hançerler; hançeresinin ve diyaframının rüzgârını aldı ve yere kapaklanıp, secdeye geldiler dostlar ve sultanlar sultanı Büyük Süleyman'ın yüzü gene güldü kronosum, aman be allahım!.. Ama İlyas yüzünü kapadı, Şam yolunda gözü kör oldu Saul'un ve Halit, Ayanlar sokağından kahveye doğru yeltek yeltek yürüdü... Hayyam şarap içiyor boyuna, hiç dinlemiyor beni, derbeder olmuş adamcık, kızamıyorsun ki, Keops, piramit için çalışıyor, arada laf yetiştiriyor bize, Giza platosunu seçmiş kabir diye, ölmek için kâfir. Sultan Höyüğü Tekfuru geldi bu arada, başında Yemen hilâli gibi şapka, acayip, ikindi güneşi gibi de gölgesi uzun, ne oluyor sana dedik. Daha ne olsun sözcüklere taşçık diyor ve prosodisi çok iyi, eğitimli biri belli ki. Tayga leoparı gibi adımları kararlı yürüyor şamakon, deniz narı gibi kahkahalar salıyor sağa sola, yaban armudu kovuğunda saklanır gibi de sinsi, bir çuval incir bitti, herif hemen kötü oldu, uyuyun, sakin ve dingin olun, yaşam çok kısa, değmez dedi, bellemi çok kuvvetli belli ki! "Çoban yıldızı / seslenir koyunlara / İçiniz / Beni gölden / Size yansıdığım" dağlarca dedim, garip garip baktı. Öyle gez öyleyse, Küba'nın yemyeşil latifundiyaları, zarif dansçıları, Ancor’un gizemli tapınakları, Sakkara, aşınmış mastabanın kumlu katmanlarını dolaş dur, bir Dünyazat olsun yanında, Capricornus Boynuz, Auriga, Triangulum, Camelopardus, Merkür Geçidi, Venüs Zambağı, Uranus Keçisi ol. Gezi yazınının ilk örnekleri, Batı Hun imparatoru Attila filân, gönderilen elçi Priskos ve Klikyalı Zemarkos, Göktürkler'e elçi olarak gelip yazdıkları ve Hoca Gıyasüddin Nakkaş, Acaibül Letaif adlı yapıt, Türk gezi türünün en eski örneğidir diye konuşurlar. Molla Gürani odaya girdi. Zülfikâr, çatal dilli Şahmaran'a özendi dedi. Silezya sürahisi, kozalak, 1632 Lutzen savaşında ölen Kral Gustav, Sadalmelek, aha Paris yakın işte saçmalamasan allasen, Arlington’da bir mezar taşı, ölüyü dinle şimdi, Auguste Comte kızıp dedi, ufukta Koçgiri belirdi ama;
“Burada / İki ninenin yanında iki kız torunu / İki kocanın yanında iki karısı / İki babanın yanında iki kızı / İki ananın yanında iki oğlu / İki bakirenin yanında iki anası / İki kız kardeş yanında iki erkek kardeş / Yatıyor ama topu topu altı kişi gömülü / Hepsi de meşru doğmuş, hiçbiri fücur işlememiş / Bilin bakalım bu nasıl olur”.

Hatem Tai bilir dedim. O da ölü. Isıl salınımlarının etkisiyle, Tereza adında bir Lehli geldi. Bir kaç kuşağı boğabilecek derin gölcükler, düşünde nalın giyip Arapların, semiz kara otların, helezonik adamların, saltık karanlık ve çocuk İsa’ların hafakanlar bastığı toprakta elbette nekrofilizm yeşerir canım kardeşim. Arı şahini gibi odaya geldi ve Hayyam döndü mü peki dedi, Taptuk Emre'ymiş, onu çağırın, geldi evet, bilim tarihçileri Pisa deneylerine önem verir, Galilei’nin Aristotelesçiliğe karşı, skolastiğe halk önünde saldırısını başlattığı andır bu. Baştan çıkarıcının günlüğü, minima moralia, Benjamin, yok Adorno yahu karıştırmayın diyorum, bir şeyi de iyi yapsak, nüfus, ölüm, kaza oranı bırak şimdi, kaç kişiye bir kitap, ahiyak, Teks mi, Kinova mı, Libra, iye kemiği, Lepus, Oğul Davut, Cancer, Corvus, Crus, Carina, metal tayt, ant, Taurus, Cetus, Hydra, Volans, Pisces, Serpens, Caput ve Gemini, kalabalık geldiler billahi. Dimetoka’da kumpanyadan dönen Shakespeare, yanan Reischtag ölülerine bakarken, Murat'ı, Miloş Obronoviç derler bir narodnik öldürmüş tam bu sıra duyumun aldık, Hallac-ı Mansur'da öyle, öyle mi. Molotof kokteyli atın, kalabalık çabuk dağılır o zaman. Kin gibi tohum ekeceksiniz, gördel olsun epeyce, sayıltılı, koşuntulu, kaplamı itinç dolu diyesim, onun soyu senin başın ezecek, sen onun topuğuna basacak filân diye master yapıp, tez hazırlasın, o sıra yargıcı yargılamak üzere bir yargıç getirdiler, elinin parmaklarını sayıp duran, ağaçlarla alay eden bir deli, tan sökümünde geri gitti. Ey budunum, Endülüs halifesini çağırdılar yerine. Klossowski’nin (Baphomet) romanı Nietzsche’nin sonsuz dönüş kuramıyla yola çıkarak, bedenlerinden ayrı ruh, soluksuz varoluşu sürdürmeleri ve bu soluğun içine girecek ölümsüz bedenleri arar dedi. Gongora konuyu değiştirmek için laf attı işte, ama karıncanın adı Latince 'formica' olduğu ve ondan elde edilen asite 'Formik asit' dendiği, benzer biçim Latince adı 'Acetum' olan sirkeden elde edilen asite 'Asetik asit' denirmiş ve bir de Pelagonik asit varmış, bu herhalde Devonyen devirde içilir artık, cromagnonlar içmiştir Maral! konuyu iyice karıştırdılar bence. Yaşlı bir kadın geldi çadıra, yüzü kalp biçimli ve kemikli, sanki ölümle seviştim, nemfomanmış, cariyeleri arasında böyle garipçiller var. Kambur Rigoletto, Mantua Dükü kız kardeşini kurtarabilir mi beni ondan, Çek köyü Nazilerle işbirliği yapan ‘oportünist Sekal’ın ölümü hak edip etmediği derken, Hector Berlioz ve Dvorak parçaları dinledik karışıklıkta, Roosvelt gelecek dediler sonra, El Bruz soğuk, her daim buzlu dayanamaz, radyoyu kapattım söyledim, ayağı aksak, Soğdça, Beluci ve Avesta dilini iyi bilir, deniz ifriti gibi bir adam, çekinir mi oda girdi, dağdan gelmiş önümüze çıktılar, ‘Araba Camı Yıkayıcılarının Baladı’nı okudu bize, annesi yokmuş çocukluğunda, ağladı hep, belki yalandır, herkes günü geldiğinde yalan söylüyor, Koçi Bey’in Risalesi, R ayaklı, Paşa’nın mal varlığı, Anemas zindanına doldursan sığmaz, boş ver dedim: Bin yedi yüz köle, iki bin dokuz yüz savaşçı at, bin yüz altı deve belki de gebe diyor şehzade, yedi yüz bin sikke-i hasene, beş bin dik kaftan, urba, bin yüz adet üsküf, altı yüz gümüş eyer, beş yüz bin altın eyer, bin beş yüz gümüş at başlık ve yüz otuz çift altın üzengi, ayrı kalıp altın, nakit altın ve gümüş karışık altın, gümüş eşya, mücevherat, ziynet... İyi de, ben bir hırsızım demektir bu yahu!
“Ben bir hırsızım ve bu da yaptıklarım, / Toledo’daki bu antika kitapların odasında / ölü profesörlerin yapıtlarını karıştırıyorum, / onların kutularını inceliyorum. / İş şuna geliyor; sağlam bir kutu; / içinde de son dekanın küllüğü, kisvesi, / mührü, piposu, / golf kupası ve sigara keseceği. / Amin.”
Allah'ta işini biliyor deyince, odaya von Braun girdi, sen aslında bir Mekke tanrısıydın demesin mi, ifrit gibi sarı ve gösterişli. Ne demek istedi anlamadım ama, anlamakta istemem, bu yaştan sonra, zamanla yarışıyor insan, küçük bir imza yüzünden yaşam boyu tutsak kalmaktan iyidir, o ölümle nikahlı demek, ah Paris belki, mitik bir şeydi unuttum şimdi, duydun mu kuzeyde barbarların dilini öğrenen ahır köpekleri varmış... Çal Peckinpah durma! Bağdatlı Cüneyt, Sana Çölü'nü gezerken kocaman bir köpek getirmiş, Delhi surlarının önünden ç/alıp getirmişlerdir, çok önce, gülüyor almışlar diyor, iyi kalpli işte. Vakti av peşinde geçmiş, yelden hızlı koşar köpeğin dişleri dökülmüş, tüyleri kırçıl, bedeni ağırlaşmış; eskiden gazal sektirmez, kanat açtırmaz, soluk aldırmaz av köpeği şimdi yerinden kımıldayamaz olmuş, Cüneyt hayvana bir lokma ekmek verdi, sonra da: Köpek! yarın hangimiz çıkar bilinmez ama sen iyisin dedi... Hayvan dile gelmiş: Neden? Cüneyt; Bugün yarın imanımın ayağı kaysa tökezler doğru cehenneme giderim, oysa senin başında böylesi kötücüllük yok. Köpekler de ahret anlayışı yok imanım! cenneti beğenmez, cehenneme de yüz vermez onlar dedi Theodor, hayret Cüneyt'e ilgi gösteriyor. Çadıra bir ölü girmesin mi! Işık ve yaşam aydınlatılmış karanlık, gece ve ölüm karartılmış aydınlık diye bağırdı Bohr!.. Zale'ye Leopar'daki av sahneleri Olguin dedim, Arjantin'e geçti birden yani işte... Peki ne olacaksınız; kaymakam, sonra; vali, sonra; vekil, daha sonra; başvekil, en sonunda; hiiiç... İşte, ben O'yum yahu...

II
"Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var./ O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim. / Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler. / Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm. / Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi. / Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim. / Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı. / Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım. / İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım. / Ben ozanım."
Esperantodan volapüke her dilden konuşur Mor Afrem tragelaphos keçigeyik der İskitlerin flütçü kızı var mıydı diye söylenir şunu anlattı Lenin'in kolundan çekiştirip III. Ahmet'te kulak kesildi gizlice gördüm dedi ki ayağı çakşırlı Zapata öldürüldü ama can çekişirken yanındaki adamlarına çabuk bana güzel bir söz bulasınız büyük adamlar ölürken güzel bir söz söylermiş filân dedi saf devrimciye gülümsedi oradakiler İsa soluğunu verdi ama bu sözde güzel Bolivar nasıl da destek çıkıyor sonra Biruni geldi kimden duymuş bilmem kadın ‘Ben en güzelim’ derse gerçeği ne kadar yansıtır bir belitsel sistemin ‘Ben tutarlıyım’ demesi midir gerçek söz konusu kadının en güzel olduğuna kendisi değil başkası karar vermeli ama o başkası evrensel estetik değere sahip olmayabilir dolayısıyla o kararın doğruluğuna gene bir başkası karar vermeli o bir başka kararın doğruluğuna gene bir başkası bu sonsuza dek sürer söz konusu kadının en güzel olup olmadığına karar verilemez Werther'de (Genç Werther'miş) üzülme kızlar prenses ki göğüs uçları sert minyatür bir et kulesi fallik bıçak girip çıkar vajinal ve klitoral orgazm ilk kez gözyaşlarını tut durup gökyüzü ötesi bak gene gökyüzü mırıldan ‘carpe diem’ filân dedi leylakla gezen ruh Hades'se görünmeyen Lerna bataklık Nemea aslan Pallas kız sihirli tolga Odysse on iki bin dize Herkül dünya batı ucu tanrı bahçeleri Hesperid altın elmalar çal Atlas yardım et inek göz Hera kamçılanan hardseks hala Bach hep ölüm fa majör prelüd hep prelüd Voyager uzay sondasıyla uzak dünyalara doğru yol alıyor Macar suyu sür Beni Kaynuka savaşı yahudi ve müslüman ister 1300’de Karakurum yola Moğol ve Tatar Çuçi Han komutası Rusya yani Kıpçak stepleri girer bir kol kuzey Alaska oradan Amerika geç Siyu ve Apaçi kızılderili kabileleler Son Mohikan Katerina II sıcak denize açılmak ister boğazlar ve Ege'yi Çeşme’de yaşanan savaş Kont Orlov'un isteği üzere Rus bir ressam tarafından resmedilir ressam gravürü gerçekçi yapabilmek için St Petersburg kıyısı Rus kalyonları özel olarak savaş gösterisinde bulunur çirişli elleri görünüm ürkütücü Offili'nin fil gaita üzeri yerleştirdiği ‘Kara Meryem’ tablosu gibi puhu kuduzumsu kavranası kireç ocağı kımıldar cenin birlikte Moğolistan kırlarına bakar bir çığlık ve yüksek bir su çarpma sesi ileride bir yer göle bir kuş konmuş kapı önü geçip vitrin bakmak için iki blok öte yürü parktaki ördeklerden biri onu acımasızca yuhalar vitrin camında ise Mart kırağısı buzdan çiçekler açmaya başlamış tüm sorun tepeye bakan kolonadlı tapınakları tavaf etmekte mağara ve mağaza‘Yaşamak öldüğünü görmektir, / Yaşlanmak budur işte’ elindeki kâğıttan okudu durdu iyi mi kim o dedi Paulhan biri Voznesenski dediler biri de Ginsberg filan dedi bıraktılar sonra Kraliçe Elizabeth II yeryüzünde bir ağaca prenses tırmanıp kraliçe olarak aşağı inen tek kadınmış dedikoduya bak şimdi tırmandığı ağaç Kenya'da bir incir ağacı adı Treetops olan bir ağaç ev 5 Şubat 1952 gecesini o ev de geçirdi şafakta prenses aşağı inip hayvanlarla film filân çekti ve güneşi izlemek için yine tırmandı aşağı indiğinde kraliçe olduğu söylendi bir önceki kraliçe ölmüş yani basın asıp kesti hemen politik düşünceleri şu mu Baktria nerede deniz kandili ne ilerde insanlar kentlerde toplanacak teyze Eltâk kapısın kırıp içeri girebiliriz Bağdat bütün taş ve demir sanayi baş parmağımın emrinde felsefe yazın boş hünerler anlağın becerdiği filânca şeylere ödenek ayrılmayacak suyun tansıdığı yalan aynanın küstüğü gerçek El Afrun'da terk bir un fabrikası var üç kaşlı yaşlı kadının kemikli kollarından un yapılacak uyuşuk havaları severim Turing geldi çadıra günün birinde hanımlar bilgisayarlarla birlikte yürüyüşe çıkacak ve birbirlerine o sabah bilgisayarın ne gülünç şeyler anlattığını anlatacak 7 Haziran 1954’de siyanüre batırılmış bir elma yiyerek yaşamına son vermiş o çağırdık geldi maniak kırk bir yaşında bu gün okurken geceleri uykusuz köle arayan Agrippina'yı düşünmüş serçe yağmuru kır çiçeği ve sessizliği severmiş sözü bir adama verdiler hiç tanımam atım hayvan yelesini sallar güneşe doğru yüksek sesle konuşur kişner Bukephalos Organist orgu flajoler ve diğer hafif sesleri çal ve ilerde meşenin budak deliğinin yanında bir baykuş guruldar su çölü üzeri yayılan gece demiri öp ayı aydınlat denizde boğulmuş bir kaç beyaz koyun iskelet oraya nasıl gitti bir türlü anlaşılamayan bir at kuşun cam güzeli göğsü var kuşkonmazlar turunçkuşak bir Araf zili tamu kokusu ötede ak ve uzun kafatası iskeletin göz çukuru ay ışığı atın Hürmüz tarafında beğenilen yüzü etsiz yüzü bir çift ateş sarı göz ve bakar yamaç serçesi eşinir eşlik eder çınlar tozlu araba gelip geçer keçi yolu sönük ay Kanopus gezegeninin de ayı var ve ne yaparsanız yapın orada su kaynamaz Gufran ve mağfiret günü bugündür bâlâ bu İskender dedim şaşırtmak için böyle yapıyor sonra Cem geldi kasvetli gece de rüzgâr gören kuyruklu yıldız gibi karanlık koyağın pürüzsüz bedeninde yatan kelebek ölüsüne vurgunum vahşi deniz avcıları peşine düşmüş karides larvasının ölümsüzler kentindeki gizil gücün büyülü tınısına Hades'in gizil gücüne metal bacaklı saylonların kobol tanrılarından öç alışına siyah benekli leoparın Haçlı ordusu gibi yavru geyiği kovalayışına bronz yapraklı zeytin ağacına gecenin flüt çalışına ve kasvetli melodiye halkalı Satürn'de fare kovalayan kedi sürüsüne kriminoloji laboratuarın da neon saçan ışıkların ürküsül yanışına karanlık baykuşun düşüncemde ötüşüne kırmızı Pluton gezegenindeki soyut saplı kiraz ağacına solgun kaldırımda kendini yavrulayan siyam kedisine karanlık baykuş ötüyor yine düşünür düşünceyi deyişime uçsuz bucaksız vadide kâbus gören çiftçi ölüsüne sarışın matruşkanın matrut uzaylıyla ironik hurma ağacında çiftleşmesine selam olsun dedi ne bileyim dedi işte Cem dedi Ezra ise vortilizm herşeyi makina ve sanayi filân sonra Cem sus ben söylüyorum dedi ve evet ne yaparsın b

III
"Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu / taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi / ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı / duvarları çınlayan dolambaçları izlemek / yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda / hangi gizil bükeyler büküntüler / şiddetin galerileridir ki. Zamanın / tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar. / Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin / ayrımındayım. Büklümlü gece / bana doğru kükrüyor ve de / ıssız ulumaların yankısını taşıyor. / Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada, / nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak / bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades / bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir. / Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir / bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür."
Ben içinde zehr olan bir pınarım Züleyha hala, Potifarlara mı sordun. Ukaz panayırı ‘yaklaşıyor, yaklaşmakta olan!..' derse, Kus b. Saide'nin sesi ıssız düzlükte yankır. İbrikten su iç, hacılar getiren at inlemeden, kişneyip gelmelerine bir elem, Mavera ses duy ve Fussilet 34 ne söyler ki bir araştır. Araba plakası gibi. Ölüleri kör kuyuya at, üzerini örten bitey bir zaman sonra direyle sarışır, dünya olur filân. Zürefa bahsi: Bu hayvanın başı ile ayağı, deveye benzer ve boynuzu öküzdür, derisi kaplan, kuyruğu geyik. Bu hayvanın yapısı böyle; bir yaban öküz, bir Habeş deve evlenir. Bu evlilikten hayvan doğar ve hayvanla geyik evlenir ve bu evlilikten zürefa doğar. Geyik bahsi. Geyik hayvanlar içinde insandan en çok kaçar. Bu geyik iki tür olmakta, biri doğru geyik, diğeri misk geyik. Bu misk geyik Hindistan. Gözeğinde kan, taşlar üzeri misk olur. Ama bir düve örnem olsun, zulüm, zındıklık ve sapkınlık bilmez. İnsan bilir, yalana sarılır, yalancı peygamber Gulam (Ahmet) Kadiyani var ve emr-i maruf ve nehy-i münker. Daniel, Kaldeli büyücüler sayesi iyi bir düş yorumcu. Aristofanes’in pazuların övdüğü Mısırlı hamal bile böyledir. ‘Tanto monta, monta tanto İsabel como Fernando’ 'Taht üzerinde eşit hak sahibi olmak' gibi. O insanı yalnız öldürmekle kalmaz değerli suyun akıtır, kanallar boşaltır kurur. O ara Peygamberin Ravzası yemyeşil kubbe görünür. Bakara 246 komutan Talut için Melik ifadesi kullanır. Palanga ve Arşimet vida. I. Murat bir anlaşmaya avucunu mürekkebe bulayıp ‘pençesini’ vurarak onaylar, tuğra bundan ilham alınıp düşünülür der. Temeşvar, Şerezöl, Aps ve Gulet hükümdar Osmanlı'dır. Medine, daha önce Yesrib. Tolunoğulları var. Kezzap çok yalancı demek ha... Selanik dönmesi ve Kuba’ya yerleşense Ömer'dir. Çadırdan uzaklaşan Suad, Müzeynî oymağının Hanif ulularından 'Yedi Askı' şairi Züheyr'dir. Darius, Hindistan'a gitti hû, tek ettiği, arısız bal veren kamışlar buldu! Mandarin diliyle Mazdak öğretisi mi, dinozorları asteroitler içmeseydi, us yorucu yaşam bir başka yöne evrilebilirdi, yarı balık yarı amfibik Tiktaalik gibiyiz henüz teyze. Yazgılarımızın derinliği, ufuklardaki düşler gibi, geminin pruvasından Truva'ya el salladık, Sevil’le Sevilla'ya gittiysek iyi mi, diri cesetlerin arasından Sofu Bayazıt'ın yanına vardık, sanatçı dediğin bir zaman avcısıdır, açığı; ‘Sanat bir ırmak ya da aşk gibi kapılıp ama en başında yolunda ki nakisalar kuşkusu gizli bir tohumu yürekte taşıyan bir ergenleşme büyüsüdür.’ Ama kuşkuların rengi yönlendiriyor beni, geyik kanıyla, metal zar. Vampir beslerim içimdeki inde, yüzü kuzeye dönük ağlar durur, titiz övünçle, lanete hasredilen ve söz dinleyen kılıçları severdim... Eh, neyi buldun ki arar durursun eseme köyünde!..
Halid bin Velid, Ecnadeyn bozguna uğrattığı Bizans ordusu için, Ürdün'e yakın Fihl’de toplandı. Müslimler başkumandanlıktan alınıp bir savaş birliği başına gelen Velid kumandasında bunları izledi, Beysan geçidini aştı ve Fihl’de Bizans ordusunu gene yendi, Dimaşk’a çekildiler. Aynı zamanda kuzey Hims üstüne başarılı baskın yaptı. Halid ilerlemesini sürdürür, Kinnesrin’i aldı ve karargâh durumuna girdi. Şurahbil Beysan ve Ürdün’ün fethi gerçekleşti. İran kumandanı Behmen, Nersi ve Calinus yenilgiye uğradı. Bu sıra Behmen yeni bir orduyla Fırat'a yakın konakladı. Mantı yiyen mantıkçıyla tillahi, Mer İran’a gidecek orduya Bad bin Ebi Vakkas’ı başkumandan etti. Sad ordu ile Kadisiye'ye girdi. Savaş oldu. İran ordu başkumandanı Rüstem öldü. İranlıların düşman eline geçmez bayrağı Derefsi Gavyan ellerine geçti... Küfe, Basra kuruldu ve Halife Ömer emri Mısır, Fustat şehri kuran Amr ibn ül As yakını Ukbe bin Nafi el Fahri, Kuzey Afrika'yı fetihle görevlendirildi. Ve sıkılıp dedim ki: ‘Sonsuza dek yatabilen ölü değildir / Ve tuhaf uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir.’
Dağın doruğu, aşağıda kalan göğe baktım. Gök dölü, gökyüzünün döllediği, kirli köpük yüzer şeytani kalyonlar, kamburumsu gök, uzak zaman sisler arasında zardan kanatlar açıp uzaklara, güneş gibi karanlık bir koyuluk. İşte ki gök hafif bir tan ve Muhammet ifritten hoşlanmaz. Kara kedi, kanatlı Mısır tanrısı yanımdan geçip gitti, dağları ölümsüz öndere borçlu. Sönük ay, can çekişen yeşil akrep. Aynaya bakınca ölen insanlar ülkesi, yaşlı biri yok, bir kirpik bile yaratmayan insana gönül Kabe’si verilir mi. Tağutlarla canciğer muhabbet geçinip giden dindar müselman. ‘Men lâ yerham, lâ yürham’ 'Acımayana acınmaz'. Gök çiçeği, ten çiçeği. Ay sarısı, sarıcıl. Cebrail’in altı yüz kanadı, ikisin hiç açmamış. Kadir Gecesi açar. Kadir gecesi zaman Allah (c.c) Cebrail’e buyurur. Süvari meleklerle yeryüzüne iner. Elinde yeşilsi sancak bezi, Kabe üzre dikerler. Can alıcı güzelliğin monarkı, is yapan telaş, hiçsel bir uluma, ‘Sağapo / Yeti ise esa’ ‘Seni seviyorum / Çünkü sen sensin’ derdi çünkü; La ilahe illa Ente / Subhaneke İnni / Kuntû minez zalimin.'
İslam donanması ve ordular, Hint’de İndüs kıyısında, Çin’de Kanton limanı ve Büyük Yunanistan’da Napoli’de görüldü. Çünkü oruçlunun kuruyan dudağı, kıyamette iki göz arası nur olacaktır. O, Kur’an’da soyut ve çok genel postülaları ile ilim gerçeklerine feyz veren İlm-i Ledün’dür. Ve günde on üç kez Rabbena Âtina duası okur. Hz. Peygamber İbn Revaha’yı zekat toplamak üzere Hayber’e gönderdi. (Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1.507-508). Üzgü, kör yılan Tiber kırları, sönük ay, öğle sıcağında kısık sesiyle öten kuş. Çınlayan ova, Muhammedî bir neşe yayıyor. Onun, Züheyr’in oğlu şair Kâab’a verdiği hırka gibi değerli.Yusuf gömleğinin kokusunu Mısır’dan duyan Yakup, Kenan kuyusunda onu nasıl göremez. Dervişlerden biri öyle yoksul ki evi Medine’nin iki kara taşlığı arasında.Yusuf sonra Mısır’a sultan oldu. Çöle kurulup deniz yolunu gözleyen sfenksin gücü, minotaur böğürtüsü, deşilen sol böğür. Ebu Davut’un Sünen’inde, Beyhaki’nin Sünen-i Kebir’inde, Hakim’in Müstedrek’inde, Ümmi Varaka’nın ev halkında. Örülü saçlar ay ışığı kuş kanadı parlar, sütunlar devrilen gölgeler arası şahin başlı ve kanatlı adamlar, kara mermerden iri kediler, bağırlarda irinli kan, fışkıran pıhtı, sümbül büklümleri kokan. Düğünler, toyraklar, suyun öz, Ficar savaşı ve çiğle kaplanmış ot. Yaşamını iç içe yer alan sonsuz sayısız biçemde iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirinin içinde yer alan sonsuz sayıda dairenin, birbirine olan göre’liliği üzerine şaşırtıcı araştırmalara adamış. Sonsuz sayıda iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirine göre olan sonsuz göreceliliği üzerine birbirine olan sonsuz sayıdaki konumunun birbiriyle oluşturduğu sonsuz görecelilik üzerine şaşırtıcı bulgular elde etmeye adamıştı (Dizgi hatası). Çok çekmiş Mecnun o gün, Necit dağında bağdaş kurmuştu, çevresinde, kurtlar, kaplanlar, ejderhalar vardı, tutuşturan çölde, ufuktan bir toz bulutu yükseldi, toz aralanır gibi oldu, sanki bir nur parçası görünüp kayboldu, yarı tanrı, yarı insan bir süvari geliyor sandım, havada dörtnala, uçarak Mecnun'un yanına kadar geldi ve sülün kızılı başlığı, gözalıcı harmanisi, yakıcı koşumlarıyla düşler içinde, atından indi. Mecnun onun iyi biri olduğunu sandı, vahşi hayvanları itti, atlının göğsünde ziynetler döşeliydi. Ey Yemen Yıldızı nereden bu geliş dedi. Harmanisinin altında ayımsı altunî bir parça belirdi. Bu oydu. Bu aydı. Bu hilâldi. Ben Leyla'yım diye bağırdı. Ve Mecnun karalardan bir gölge, yenilmişlerden bir ölü gibi ayağına serilip, bayıldı. Bütün bunlar günah defterinde yazılıdır.

IV
"İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım / ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın / kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini; / umarsızca bastığı toprakları düşünürüm, / sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını, / yazık ki başlıca övüncemdir bu benim. / Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um, / köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında / Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir / boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak / Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran / düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan / ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan. / Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum / belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum / Artık 'Hiç kimse' olmak istiyorum."
Issız yolda yürüyordum, ova yalnız ve çırılçıplak, kuru bir ağaç, en uçtaki incecik dal, tek bir kuş, totem gibi duruyor, yapayalnız. Transilvanya Prensi Kont Drakula gibi kalakal. "Uzak yıldızlarda / füzyonlar içinde; / ufuklardan ışık saçıp / kavuşulan ne..." dedim. İnsan, zaman ha... Ve Obsessif kompulsif krizler, karanlık hırs, Seram adasının Masohi kenti, Aceh eyaleti, Halmahera adası, O affeden, o çok seven (Büruc14). Din kardeşlerim Uhud harbinde şehit düşünce Allah-ü Teala onların ruhlarını yeşil kuşlar halinde yarattığı bir takım biçimlere koydu. Şimdi onlar cennet ırmaklarına varıp sulanır, cennet meyvelerini tanır. Arşın gölgesinde, altın kandillerle aydınlanır. 'Kaladan indirdiler / Kır ata bindirdiler / Üç günlük güvey iken / Yemen'e gönderdiler.' diye de ağlar, lar, lar. Pakistan’da Hunzalar bölge insanı uzun yaşar, Jules Verne’in Keraban'ı Osmanlı zamanı Avrupa yakasından Üsküdar’a geçen biri, devletin yüklü vergi istediğini görünce, inat bu ya bütün karadeniz kıyısını dolaşıp üç yılda Üsküdar’a gelmiş, Bulgaristan, Romanya. Rusya, Kafkasya'yı geçip; işte bu Keraban taktiğidir. Peçevî bir adam, can çekişen köstebek ve tavşanları göstererek, söğüt gözyaşı döker, hayvanlar ölür der. Öküz başlı minotaur, Latincem iyidir mi, 'Risus abundat in ore stultorum' 'Gülmek aptalların ayrıcalığıdır' diye ekler, şimdi bu, neyse. Matematikçi Apollonius'un Konika adlı kitabı, Amarna kralları, Ay arlı firavun der ki, sanki Uhuru (Klimanjora) zirvesine çıkmış gibi sevin. Ölmeyeceğim diye diretsem rabbim beni öldürür, ölüyorum artık desem, elinden bir şey gelmez, alın terim, keder ırmağım benim... Eşikte ağlıyordu, niçin ağlıyorsun dedim, gözünde bir alakuşak (Meryembağı) belirdi ve sözel alışverişten, yazından başka bir güzellik kaldı mı ki dedi!..

Ve Mecmeul-Bahreyn'i geçip Finikelilerin 'Kurtarıcı' dediği Yuşa'ya geldik. Ebu Hureyre ise; kedi dostu idi, bir gün kedinin biri giysisinin üzerinde uyuyakaldı, uyandırmamak için giysisini kesti. İsa ise çamurdan kuşu uçurdu, doğuştan görmezlerin gözünü açtı, gökten sofra indirdi, mezarda ölüler diriltti. Lazarus. O ara uzayda parçacıklar tanrısı Higgs'i aradık, gökteki Kış Üçgeni gibi. Araç 1.4 güneş kütlesi olan Chandrasekhar sınırı aşılınca patlayan kütleler gibi patladı. Serçe ışını yayıldı buzların arasına, Anadolu'da Çiftaslan ayaklanmasını gördük, erojen yöreleri dolaştık. "Nasıl da kızıldır tan sökümü / ıslak ovalar da bir karaltı / bir pegasus yürür gelir; kanatlı..." filân dedik, sonra kütle olmasaydı, evren içinde parçacıkların ışık hızıyla sağa sola uçuştuğu delice, çalkantılı bir denizi andırırdı be yahu diye ekledi... Ciğerlerine kanatlı karıncalar yuva yaptı, kasıklarına veba girdi çıktı. Bağırdı; 'Körler göremese de yıldızlar vardır...' İskenderiye'de bir Akhalı yazdı bu dizeleri; Batlamyus Lathyros'un krallığının yedinci yılında ve Narsay geldi, İsa'nın babası tanrıysa, Meryem hepimizin anası olur, üçgensi yeşil, piramitsi örüntü, prizmatik, konik nesne, devasa şeyler feşmekân. Çamlardan küçük bir kuş ürküp kaçmasın mı, tarihi saptırdık, Gangaumela'da (deve ağılı) olmuş savaşı Erbil'de olup bitmiş gibi yazdık. Sonra Kazancakis, Yılan ve Zambak dedim. Burada kaldık, beslediğim armadillo cüzzama yakalandı. Alevler aç gözlü bedeni yalıyor gör ki, mavi güneşin göründüğü sahne siyah beyaz olabilir Solaris'te dedi, düşünde görmüş, baksı açtırıp, bin yıl bir M sesiydim aşağı Mısır'da çünkü, çünkü Kulikovo Savaşı'na istemeyerek katıldım, kolum iki yerden kırıldı, ormanın kıyısında bir melek görmüştüm, teknolojik buluntular insani ve ahlaki konulardan temel alıp, onların üzerinden gelişir ya Sem-Ra dedi.
Gece düşer gözlerime, uyku ok gibi dizilir, Ölüm düşer sözlerime, Serviler çoktan gözükür kuzenim... Sin Kalan'da, orayı gören ya da göreni gören tek kişiyle karşılaşmadım. Sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler, başkalarının kullandığı sözcükler, saatlerin ve yüzyılların verdiği tek sadakaydı ona. O zaman, Aurelianus Cennet'te, Ulu Tanrı'nın gözünde kendisi ve Pannonyalı Yohannes'in (Ortodoks ve sapkının, nefret eden ve nefret edilenin, suçlayanın ve kurbanın), aynı insan olduklarını anladı demek daha doğru olur dedim, bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya, aynıdır, tenim korkabilir ama; ben korkmuyorum ve kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'te uçup gidiyor kardeşceğizim. Belki de o paranın ardında Tanrı'yı bulacağım. Hayy-ı Lâyemut, -Ölmeyene and olsun-. Tam bu büyüyü sürdürecekti ki, patlayan piştol yok etti onu, parçalanmış gövdeyi ahırların orada buldum, aradan geçen yıpratıcı yılların etkisiyle Beatriz'in belleğimdeki yüzünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum babacığım. Korkunç kurtarıcı Lazarus Morell'in suçlu ve göz kamaştırıcı varlığı, halkın eğilimleri tek kaygısıydı; "Kör onlar" diye açıkladı maskeli adam, "çünkü yüzümü gördüler". Ve ilâhi gövdesinin gereklerini dindirmekle görevli cariyeler, "Mutluluk, hayatta kalıp, sınırsız Bağışlama ve sonsuz Ceza'nın iki anahtarını elinde tutan kişi ile beraber olsun." diye haykırdık, haykırdılar halacığım. Ve dinginlikle, alçalmayla, korkuyla, kendinin de bir görüntü olduğunu, bir başkasının onu düşlediğini anladı artık, bundan büyük bir mutluluk yoktur belki de. Ey yetersizlik, düşlerim asla arzulanan yırtıcı hayvanı yaratmayı başaramaz. Kaplan belirir, ama ya parça parça, ya kırılgan, veya gülünç biçimsel değişimlerle veya kabul edilmez bir boyutta veya son derece kısa ömürlü veya köpek ya da kuş görünümünde ki; Oğul kavramına, kötülüğün ve bahtsızlığın çapraşıklıklarını eklemiştir. Yeryüzünde bir geleceği yoktur, Hunlar atları üzerinde Manastırın bahçesini yerle bir ettiler, sunakları ve kutsal çanakları çiğneyerek, kütüphaneye girdiler, anlamadıkları kitapları lanetlediler, paramparça ettiler ve ateşe verdiler, belki de yazılarda demir bir yatağan olan tanrılarına sövülmesinden korkuyorlardı. Tiksindirici mitoloji örneği gibi konuşmayı sürdürdüm ve çekinmem ben dedi mavi gözlerini gözüme dikip, sonra ağlayarak; Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu, herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi, bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim. Bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında- ve şu belirsiz söyleşiyi yine sürdüreceğiz dedim, dedi. Ve onu öldürürler ve bir sahne yinelensin diye öldüğünü bilmez, olayların gerçekleşmesi için unutma gereklidir. Başlangıçtan beri bekleyen ova, gölgelere sarılı ağaçların ötesinde, sulara yakın, gözleri uykulu bir at, sabahı doldurur gibi. Bir İran minyatüründeki gibi boynu bir yay çiziyor, yelesi ve kuyruğu burgaç burgaç. Duruşu dik ve güvenli, yapısı uzun eğrilerden oluşuyor. Chaucer'in tuhaf dizesini anımsıyorum: a very horsely horse. Hiçbir şeyle karşılaştırılamaz ve yakında değil, ama çok uzun boylu olduğu belli. Şimdiden, öğle olmasından başka bir şey yok. At burada ve şimdide, ama onda farklı bir şey var, çünkü aynı zamanda Makedonyalı İskender'in düşündeki bir at o. Uyku ölüme dalmak isteyip de ölüme dalamamaktır uzatma artık abla dedim. Çatışkıya bak. Öğle sonunun düşleri arasında kumrular aşıklar gibice uysallık ve taşkınlıkla mırıldandılar. Çok felsefi bir şey okuyordum, ev arkadaşım bağırdı, biliyor musun, Fulya'da bir arkadaşım vardı, evine hırsız girmiş, bütün altınlarını, bileziklerini, eşinin takım elbiselerine varana dek her şeyini çalmış, alabildikleri ne varsa hepsini, ayakkabısını bile götürmüş dedi. Duymayan kaldı mı, beyazlar geldiğinde topraklar bizim, kutsal kitap onlarındı, gittiklerinde kutsal kitap bizim, topraklar onların oldu. Dünü Etrüsk mezarlarında metal dedektörle hazine avına çıkıp bulduklarını çalan emekli bir amiralle geçirdim. Kendimi yakılmaya, fırlatılmaya ya da demir çubukla ölünceye kadar paralanmaya adıyorum... Seneca'ya göre Gladyatör yeminidir bu dünür. Dönüşte Lagrange noktasında Troyalılar'la karşılaştık, onlarda dönüyordu, Dianne Odell gibi demir ciğer içinde yaşardık. Sanat ve sanatsal yaratıcılık sonuçta katıksız metaforsa, o zaman şiirsel olan her şey sözde metafor olmaktan öteye gidemez. Kötülük çiçeklerinin çanı çalınca, Beykoz'un havarisi, ölüler ülkesine geçip gitti mi dedin... Çocukluğunun geçtiği yerlerde Pan gibi kırları dolaşan, Bozcaada'da şaraplar içip ditramboslar çağıran bu zamansız peygamberin, her biri birer kozmik haritayı andıran kemik rengi şiirleri, kaotizm yüklü, fantastik öğelerin ağır bastığı, matematik birer formülden bileşikti. Bin şiiri bir şiir yapıcısı, kozmik şiir ustası ozanımız, tanrının bile görünmediği alanlarda kalem oynatmış, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz bir antikozmostan seslenmişti be Tatavlalı Ismayıl... Karşıdünyanın bu anlaşılmaz reaksiyonerlikteki ozanı, şiiri öylesine olağandışı buluyordu ki anlaşılmayı hiç bir zaman arzulamadı, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi; sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü, kendilerine cennetin çeyizlenmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir onlar. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Onun şiirini sevebilmek, kolaylıkla katlanılabilecek bir tutum değildir, çünkü anlak içi değildir. Ve ozan öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözü pektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!.. Şiirlerinde yalın gerçeğin, mistifike edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesini dile getirdi. Sıralım halinde geçen deniz kedileri, engerek otları gibi. Sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, "anlam ötesi" diye nitelenebilecek yapıtlar verdi. Şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varan bir yöntemi benimsiyordu. Öyküleme öremli, düzyazınsal betimlerden, monolog ve diyaloglardan yararlanıyordu. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, bir düşünce ozanı olarak benimsendi. Sonuçta çağın ve insanlığın görünmeyen acılarını, umutsuzluğunu, sefih ya da şaşaalı diye nitelenebilecek her tür yaşamın bir çıkmaz ve sığmazlık gerçeğiyle evrensel bir karayazgıya dönüşecek oluşunu, içrek bir titrem, felsefi bir yansı, buğulu-buruk bir sezgi ve ikonal bir seslemle anlağa varan melodisini şiirleştirmiştir. Halt ettin be sabahtan beri, ne demek bu şimdi. Şu demek günahın çok mu cehenneme, sevabın çok mu cennete gideceksin, ama günahın ve sevabın denkse allahülelazim nereye gideceksin... Büyük ışık üçgenleri, şu ki ve iyi ki düşümde bir inek gördüm, başı Aysis, boynuzları harp gibi, gözleri insan... İnsan düşünen sazdır bizimoğlan. Aynı ırmağa iki kere giremeyiz ama girende aynı insan olamazmış artık, demiş miydim dedim. Hız arttıkça, zaman azalır (yoğunlaşır, yutulur), hız azaldıkça, zaman artar (çoğalır, genleşir-genişler). Yaratıcı varsa, onunda bir yaratıcısı olmalı mı, bu bir çember o zaman, yaratılan ve yaratan... Boş şeylere adanmış üst düzey ustalıklar filân, ikide bir deme lan-tan elementi! Özgür iradeye inanmıyorum. Bu nedenle, kurgulamıyorum. Eğer siz özgür iradeye inanıyorsanız, bu kavram gerekli bir illüzyondur. Ancak geçmişim söz konusu olduğunda, yaptığım her şeyin dünya tarihine, daha önce gerçekleşen tüm evrenin ilerlemesine bağlı olduğunu kabul edebilirim. Ancak şu anda özgür olmadığım söylenirse, kendimi uzaklaştırırım. İşte burada iki elim de duruyor. Masanın üstüne hangisini koyabileceğimi söyleyebilirim. Şu anda buna eminim. Ancak şimdi sol elimin düşmesine izin verdim, bunun yönlendirilmiş olduğunu ve sağ elin düşmesinin olanaksız olduğunu nasıl kabullenebilirim? Ama geçmişi kastettiğimizde, kötü bir davranışta bulunduğumu düşünün, pişman olmak için herhangi bir nedenim yok çünkü zaten karar verilmiş bir hareketti. Her şey önceden belirlenmiş olduğundan, ceza ve ödül düşüncesinin her ikisi birden yanlış olabilir. Özgür irade yoksa, her şey belirli koşullara bağlı demektir. Ancak bu durum bireyin kişiliğine göre değişiklik gösterir. Belki siz erkençler daha özgür duyumsuyorsunuz. Ancak, buna inanmak oldukça zor görünüyor. Mazurka ilâhı Chopen, Brejnev gibi bir dudak öpen! Burkas'ın çerileri, Amuderya, Sirderya'dan çıkarsa, Gundişapur'a gelirse, yetiştirdiğimiz Arabisantlar bizi anlar ve Allelopati stratejisi geliştiren bitkiler çoğalırsa filân, Hey Krıçmarov "Bana doğru uzatıyor sağ elini İsa / ve yıldızları görüyorum / çividen kalan o yaman yaranın arasından." Ah bulutlardan yağan kan damlaları ki, evrenin tutsağıyız, çün göz açıkta duran tek iç organ ve ölümsüz olsak ölümü arardık vb, neyse; Nihil humani mihi alienum demek en iyisi...
Yeni açan ceviz yaprakları, ne buruk ne esimli koku yarabbim... Zarya modülüyle gezi, ölümseyen bakışlar, gem vurulmaz duygular, kül sesli insan. Resul-i Kibriya uzakta durur. Talut’un yasak sudan içmeyen erleri, tüfekyan ve silahşöran savaşı, biri Emirdağ Lahikası’nın kırk ikinci sayfasındaki gibi savaşın bağırın der, tepede kadın usdışı bir erotizm görüntüsü, dans, kalçalar bulut. Savaşan küçücük çocuk, anasız babasız ölüp, boşluğa karışıyor, yanımda cenkçi, onlar boşlukta sönük yıldızların olduğu yerdedir, biz göremeyiz, orada küçük kuşlar gibi kolları açık uçuyorlar ve sonsuz bir düşte gibi uyuyorlardır. Ve sonsuza dek bizimle kalacak tek şey ölüm der ağlamaklı. Bu sıra Annabalı bir yiğit haykırır, silsilelerle atlarız. Bir keçi damının içinde uyanırım, başımda duran köylü bir dağ suyu gibisin bre der. Örüntü yeşillikte, külsü hava, kül sesli biri, plazma, atın dizginleri elim, ortaç, üçgenler ve kazak konuşuyorduk. Gravürdeki dişi domuz bir çocuk öldürmüş ve 1386’da Falais’te asmışlar. Bir adamı öldüren at, 1389’da Dijon'da asıldı. Bir batında doğurduğu yedi yavruyu beslemekte olan domuz da Savingy’de bir çocuğu öldürdüğü için idama mahkum oldu, ama domuz yavruları suç ortaklığının kanıtı olmadığı için suçsuz sayıldı. İris çiçeği, Çin atlı gel, Paul Celan’ın Ölüm Oluğu’ndan müjdeleyen, muştulayan şeyler. Köye gelen hasırcı, göl ifriti ya da piranhamsı dingin yeşil örüntümsünün bağ evi. Barış için sorguç ve öküz kuyruğu sallar. İmparator ırmağı geçip batı yönüne, atlarını Hua dağının eteklerine sürer. İnekler çam ormanlarının boşluklarına dağılır. Arabalar ve zırhlı giysiler kana bulanır, yeraltı odalarında saklan, kalkan ve mızraklar kaplan derisi ile sarılır. İşte paradoks, mızrağım bütün kalkanları deler, ama bak ki kalkanım en iyi mızraklara bile dayanır, işte bu iki nesne aynı anda aynı yerde bulunamaz, çünkü önermenin biri yanlışlanmak zorundadır. Önderler derebeyi olarak atanır. Silahlar kılıflarına konur. Bundan sonra tüm yeryüzü Wu Wang’ın silah kullanmayacağı ve asla savaşmayacağını öğrenir. Ekinlere bit ve kırmızı örümcek kenesi dadandı. Lekeli hummadan Narlıdere'de öldü atalarımdan biri, adı İlyas.
Çölün kıyısında kervancılarla ufuktan gelecek tansık için bekleşiyorduk ve doğudan kara bir güneş belirdi... Taftazan’da dünyaya gelen Sa’d. Can çekişen, çiğli, çirişli otlar, söyleyip durma yesene. Galile, Taberiye gölü, Kızılağaç ormanlarında küçük çulluk ve domuz avı. İran-Turan, Kayrakan dağında, Gobi balığıyla, kör karidesin ortak yaşarlığı gibi dost, pars gözü gibi parıldayan göl, güneşe bakabilen kuş kartal. Ağaç perileri. Dudakların dişi bir keçi kanının akmış olduğu nazik ezik çiçekler gibi eşyA. Kaplanların sevdiği yatağına aldığı kadın, at irisi, arı gövde. Orada tanrı sol topuğu üzerine oturmuş düşünüyor. Dağ kekiğiyle kuşatılmış su köpüğü. Antep ki Küçük Buhara. Havrani kürkü, çuha, ferace ve elvan boğası renk. Denizaltı inleri, Galile denizi, Lut göl, Gor çukuru, balık gözü. Yengeç dönencesi kuzeyinde kutsal Medine kent o gece ay kaçmış. Sydney gribi, uzayın hiçselliğinde havlayan kedi, ağlayan köpek. Hz İsa’nın şakirti bir köpek ölüsünün yanından geçti, dedi: Ne fena kokuyor. İsa: Ne kadar beyaz dişleri var. O ise köpek için halis siyahını, iki noktalısını öldürmeye bakın o şeytan dedi. Boşnak tüfekçilerle Fas çayı kaynatıp içti. Kötü zamanda fasık ve dinsiz olan saygılık gördü, gıybet ve bühtan çoğalmıştı. Güneş batıdan doğar, Mehdi zuhur eder, Dabbetü’l arz adında bir hayvan yeryüzüne, Ye’cüc Me’cüc çıkmış, doğu batı ve Arabistan’da üç yer batmış! Kabe yıkılmış. İnsanlar kafir olup Kur’an, mushafların, sayfa ve insanların kalplerinden silinmiş... Songün geldi. Ashab-ı Kehf mağara arkadaşımdır. Kehf suresi anlatılır. Bir takım gençler devrin inkarcı kralı Dikyanus’un zulmünden bir mağaraya sığınacak. Kıtmir adlı köpekleri orada üç yüz dokuz yıl kalacak.Yalancı peygamberlerin yalancılıkları onlara bir zorum bırakır. Müseyleme’nin tek gözlü birinin gözü açılsın diye gösterdiği çaba sonucu adamın iki gözü de kör olur. Kinâne kabilesinin Arap’ı gibi. Ben Gıfar’dan bir kimesneyim. İlk Hicret Bi’set’in, peygamberliğinin beşinci yılında bir ağaç kovuğunda canı alınan Zekeriya. Mute savaşı. Suraka geldiği yere geri döndü. Zehirleniriz diye Acve hurmasının dibinde oturup yerler azığını. Asyut’ta (Mısır) doğdu. Nahle vadisine gel. Tanrının sağ topuğunu kaldırırsın, göreceksin ki taş kırıktır. Kumrular adanmış. Kalp rikkati kalmamış ve aramızda dünya sözleri geçmiş. Cabir (r.a) anlatıyor. Zâtu’r-Rikâ Sav(l)aşımı olduğu gün Rasulullah (s.a) ile birlikte idik. Soluk, gölgecil bir ağacın yanına geldiğimizde, onu Rasulullah’a (s.a) bırakırdık. (Burada da öyle yaptık) Derken müşriklerden bir adem çıkageldi. Rasulullah’ın (s.a) kılıcı hurmada asılı idi. (Hemen Hz. Peygamber’in (s.a) kılıcını alarak) kınından çekti ve Rasulullah’a (s.a) ‘Benden korkuyor musun' dedi. Rasulullah (s.a) 'Hayır' dedi. Müşrik; şimdi seni benden kim koruyabilir! Efendimiz ‘Allah’ buyurdu. Ebû Bekr el İsmail’in Sahih’inde rivayet ettiği hadiste Müşrik: Seni benden kim koruyabilir Peygamberimiz (s.a) Allah... Ravi diyorki: Bunun üzerine elinden kılıç düştü. Bunun üzerine Rasülullah kılıcı aldı ve 'Şimdi seni benden kim koruyabilir' dedi. Müşrik’de ’Yakalayanın hayırlısı ol' dedi. Tan yerlerinin sülbü ve sası kokular geldi. Öyle rüya görmüş göklerin nur serpen aydın ayı süzülüp kendi üzerine inmiş ve ışıksıl, öylece parlamıştı. Rüya zevcine anlatıp Sekrân şöyle dedi; Ya Sevde! Şayet rüyan sadık ise, ben yakında öleceğim sen de benim vefatımdan sonra evleneceksin. İşte o an Sevde’nin gönlü acılarla dolmuş, gözleri çiğ paresi-şebnem katresi gibi yaşlar akıtmış. Kısa zaman sonra Sekran ölmüş. Ve gündüz ve geceler sonra Allah’ın sevgilisi ol zaman ve mekanın bütün mahlukâtın peygamberi ona talip olmuştu. Sevde Hazretleri, gökten ayın kendi üzerine inmesi manasın şimdi daha iyi anlamış oldu. Işık altında tatlı bir ömür sürdü. Takvâ ve verâ sahibi, ömür ırmağı kevserleştirip cennet gölüne akıtmasın bildi. Mekke kumları üzeri Habbab’a işkence görev, Siba İbn-i Abdilüzza ve kabilesin düşmüştür derler. Kaside; İman sahipleri, tanrının dikkatini şu sözcükleri dizen sağ elden bir an bile çekmesi halinde elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini düşünürler. Yeryüzünde olası bir cehennem tohumunu içermeyen hiç bir şey yoktur; usundan herhangi bir şeyi bir türlü çıkaramayan birini düşünün; bir çehre, bir sözcük, bir pusula, bir malın tanıtımı, onları unutamadığı takdirde kişiyi çıldırtabilirler. Gece gündüz, Ren ırmağını ya da Bolşevik Devrimini ah ki kalkışmasını usundan çıkaramayan bir adam çıldırmaz mı. Bu ilkeyi kampımızda uyguladım 1942 de Jerusalem aradığı çıldırıya kavuştu ve 1 Mart 1943'de kendini öldürmeyi başardı. Acıma duyguma son verebilmek için onu ortadan kaldırdığı mı anladı mı bilemiyorum. İbni Rüşt, dediklerine pekte güvenmeden, kendi kendine aradığımızın çoğu kez yanı başımızda olduğunu söyledi. İbni Sina kör müydü. Ve öğle sonu uykusunun derinliklerinden aşık kumrular, boğuk ötüşlerle bir kez daha seslendiler, görünmeyen bir avludan bir fıskiyenin sesi yükselirken dedi; meyvesi yeşil kuşlar olan bir ağaca inanmak, Hindistan'da ölümsüz bir gül türünün kan kırmızı yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' yazısı okunan bir gül ağacının varlığına inanmaktan yeğdir. Rüşt, balkona asılı kafesin çubukları arasından avluda oyun oynayan, çığrışan çocuklara baktı. Odaya şair Abdülmelik girdi, yeşil kuştan meyveler veren bir ağaca inanmak, hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı hakçası, somuttan, soyuta geçiş yok bir kez! Başka bir konuk, Kur'an'ın (Kitabın Anası) yaratılıştan önceye dayandığını ve cennette saklanıldığını anımsatarak yazının bir sanat türü sayılmasına öfkeyle karşı çıktı ve Kur'an, insan ya da envai mahlûkatın kalıbına girebilen bir tözdür diyen Basralı Şahiz'den söz açtı. Sonunda Farah temel öğretiyi açınladı; Kur'an tanrının niteliklerinden biridir. Tanrının, meleklerine seslendiği dil olan Arapça'nın ve Arap şiirinin erdemlerini övdü ve Bedevi ağzına bozuk çalarak, gözlerinin önünde Guadalkivir uzanan birinin, kuyu suyunu yüceltmesini gülünç bulduğunu söyledi. Zuhayr'ın yazgıyı kör deveye benzettiğini de ekledi. İbn-i Rüşt, onlara değil kendine söylercesine konuştu; Bir yanılgıdan kurtulmak için önce ona düşmüş olmak gerekir. Ve anladım artık, -ikide bir söyleme ey ölümlü- kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'de uçup gidiyor! Ölmek aykırılığında bulunuyor. Sonra akşam oldu, Oxymoron oynadık, bir benzetme türü, sözcüklerin önüne onun karşıtı olan bir sözcük koyarak, yeni bir sözcük üretmek, kara ışık, bakar kör vb... Veronal içtim uyumak için. Ha o mu, düşleriyle burgu gibi övünen, kayaların kaburgasına tutunup, akciğeri kelebeğe dönüşen biri... Önce, kılıcım yakında boğazının tadına bakacak diye Lives'e mesaj çektim. Yaşamım boyunca ağız temizliğinden çile çektim, böyle angarya görmedim. Genlerimizde olmayan tek iş bu-şu, Darwin kuramını destekleyen bir oluşum, insan, maymun mu...

V
"İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü / yaratma gücü olanın, zamanın / o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken / Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı, / zaman görünmezliklerle geçerken / ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor, / dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar, / öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu. / Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru / evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü / gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi, / Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar. / Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver / Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün."
Su vermez ve çıplak gövdeye demir zırh giyerlerdi. Başını kızgın demir dağlardı. Dağlamanın verdiği acılardan baş ağrılarını unutmuştu. Habeşistan ve Urbanistan’a gittik. Matese'de ki komşusunu gezdi. Atalarımız ökaryotlarla, kuzenlerimiz bitki ve mantarlarla kol kola, hayvan sevdi. Seni atının kuyruğuna bağlayacağım, güneş Sulieyka tepelerini aşacak, arkasından ormanlarda dörtnala dolaştıracağım dedi. Kanatlı at, Maya tekerleği, su, göçer kent ve... Tepeyi aşınca çölde bir tavus çıktı. Tavus konuşuyor, çölde bir tavus, o an anlaşıldı ki konuşmak insana özgü değil. Selefkoslara doğru yürü paramızda Erbil profilin var. Otrar’dan Curcan’a gittik, sonra Urfa yakınlarındaki Edessa’ya, Zengîlerin egemen olduğu, Hipparion’un ansızın ata dönüşmesi gibi garip ve Hintli Kahraman, gökte, Herkül süper kümeler yerde göründü... Ne mavildir ama. Hyksosların hükümdarlığı zamanında başkent Avaris'di. Bir zamanlar Bizans eşkiyaları, kozmonotlarla Mars’ta öldü mezarları oradadır şimdi. Umru dalı gibi. Ne diyorsun sen! Somali’de kızlara İstanbul adı verilirdi, İstanbul’da bir incir ağacına Yavuz Sultan Selim dendi. Fırat vadisindeki Bandola ovası yakınları tutsak düşer, önce Moskova sonra kuzeydeki Vetluga kasabasına götürürler Kim’dir adı. İslam, kız çocuğunu hurma ağacına asıp ok talimi yapan vahşi Arap’ı insanileştirdi. Valsler, polkalar, galoplar, kadriller besteledi, Arseni çok çile çekti. Strauss, Tunus gülü koklardı, yel gibi gider Fars kısrağının üzerinde uçardı. Bir Yehova oğlu kavgada, ‘Samson seçimine’ geldi dayandı iş dedi, yani eğer beni öldürürsen, sende öleceksin ve cehenneme birlikte gideriz oyunu. Üç ülke arasında (Benelüx) geçmişte ki Delos Birliği öyküsünde olduğu gibi para; bir para küpünde toplanır, giderler oradan karşılanırdı. Plevne’nin sonu şöyleydi, 1879’da bir Bristol gazetesinde haber: ’Otuz ton insan kemiği Plevne’den Bristol Limanı’na getirilmiştir.’ Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek için yaşamlarından olanlar, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyor. Maveraünnehir’den gelen Kapisa Kiyonitleri Bamyan’a göçetti. Heftalitlerin geçişinden sonra Baktriyadan, Pencab’a kadar barış geldi ki, yılan gibi kıvrılan yol Taganroglu Anton Pavloviç’in ölümünü duyuruyordu. Çehovvv! Duvardaki tüfek ateş aldı. Hiçte inanmam öyle şeylere Mao Çe. Ve öyle iştahla silip süpürüyordu ki adam eti, bir an köpek görüyorum sandım. Bütün bunlar anın sölpük tutkusu. Roma’nın kösnül ecesi gibi gözümü uyku tutmuyordu. Lambayla buldum önümü. Firavun Snefru gelmiş, bir öbek adam ve öldürmeye odaklanmış kirpikler mi desem, ok gibi işte görsene, iyi ki elimde Alef vardı, tüm dünyanın ve senin yüzünü gördüm o an ve sonsuzca ağladım durdum ama öcümü nasıl alacağımı da buldum; kırlar, açık hava ve sessizliğin en iyi sağaltan olduğunu söyledim ve sokağa çıktığımda, gördüğüm yüzlerin hepsi tanıdıkmış gibi geldi, artık yeryüzünde hiç bir şeyin beni şaşırtmayacağından korktum, bir kaç uyukusuz geceden sonra, unutkanlık yardım sever ellerini uzattı ve İbni Haldun, göçebelerin kurduğu devletlerde duvarcılıkla ilgili her konuda yabancıların yardımı kaçınılmazdır diye söyleyince ve ay uluyunca uyudum...

‘Şimdi yokuş çıkıyorum / Ama bunu herkes söyler.’ dedim. Sezar tam bir katışıksız, tam bir kreoldu, yalan bütün insanlık saf ya da melez, Kenan ilinin keçi çobanları gibi kaç kere söyledin ama, kaç kere söyledin amayı da. Pinar ağacının gölgesinde, berkliydi, ipekten, isfandan, iskalarya, ispenç ve isfendiyari, ebabil kanadından hızlıydı. Ebrehe kinli. Son bir soluk verdi Dorian. Gençlik elden gidiyordu. Gallipoli. Bulamaç yedi, Öklit sarımsağı dikti, var mı bu dünyada avazat kuşu, çık şu yokuşu işte. Zambak özlemli çocuksu, tepişir gibi sevişirdi. Sümbüllü dere. Evdemonist türkülerdi dinlediği. Telgraf çiçeği ve Merkep köprüsü teoremini öğrendi. Trake solunumu kurbağa, bu denizde bir zamanlar Bakha’ların dansettiğine inanılır, uzayın derinliklerinde çatırdayan kalkanlar, yükselen füze sesi, sığırların gözyaşlarını içen böcek, kedi penisi gibi kıvrık gündüzleri Hz. İbrahim’in çadırından sızan ışık, şafakta bilmediği bir şeyden gelen çıtırtılar, avlanan insan, yalnızlık, kuşun alevli tüyleri süzülüp gelir çalıdan, Stevens, Tebeşir türküleri söyler, Eflatun cini ağlar...
‘Yirmi karlı dağın arasında / Kıpırdanan tek şey / gözüydü karakuşun.’

Filizlen ey ilkel yürek, ahşap yol, güneş, soğuktan kaskatı, eve ulaşıp yatan bedenlerle dopdolu olan oda, iki kişi arasında hendeğe çırılçıplak uzan... Haiti'ye geldik birkaç Arawak çıktı karşımıza, evin sahibi lambayı söndürdü, karşı duvardaki rafta; Beyaz Leydi’nin gölgesi göründü... Çatışkan, bir titreyip bir yanarak, bir imge uyumaya çalışır orada. Tam o anda, uzaktan küçücük görünen Sharon Gülü iniverir, bulut gibidir ve yanına yaklaştıkça canlanır gibidir. Siyah Adam öldüğünü sezer. Utanç içinde yattığı yerde çivilenmişken Bakire'nin adını seslenerek yanına diz çöker. Bakire onun, Beyaz Adam'ı öldürdüğü elini öper. Çocuğuna kıyılmasına dayanamayarak ağlar, mermere, balmumuna, tahtaya, fildişine dönüşen Bakirenin öç almak için, onu öldürmesine yardım ettiğini öğrenir. Bakire Tristan’ı ödüllendirmek ister; kendi üstündeki giysileri çıkarması konusunda adamı zorlar. Bizans’a Azap askerleriyle Fener tarafından saldırır. San Romano kapısından Urban ateşiyle içeri daldık der, onlarda Grejuva ateşiyle karşılık veriyor. Adada aslanlar, kara tüylü tavuklar yün giyer, balıkların kanatları, kuşların pulları vardır, taş yüzer, tahta batar, kelebekler büyüleyici bir güzelliğe bürünür, gecedir, sular içildiğinde baş döner, bir keklikle bir kedi alt alta üst üste sevişir, Adem ve Havva manil oynar. Bikaner'de, tuzlu Ceiba ve Hülagü oğlu İlhan bir şiire girişir, İlhanlı imparator. Bir karbon göğü, bir karbon denizi, bir karbon ölüsüyüm der. Tüm bunlar zehir dolu sütleğene övgü, övv, ööö, ööp!..

VI
"Once Meydanı'nın köşelerinden birinde vedalaştık. Karşı kaldırımdan bakmak için döndüm; sizde dönmüştünüz ve bana el salladınız. Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu; herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi; bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim? Birbirimizi bir daha görmedik ve bir yıl sonra, ölmüştünüz. Şimdi, o anıyı arıyorum ve bakıyorum ve bir yanılgı olduğunu ve basit bir hoşçakalın ardında sonsuz ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece, yemekten sonra dışarı çıkmadım, bu şeyleri anlamak için Platon'un ustasının dudaklarına yerleştirdiği son öğretiyi yeniden okudum. Gövdenin öldüğü an ruhun kaçabileceğini okudum. Şimdi, gerçeğin sonraki uğursuz yorumda mı, yoksa arı hoşçakalda mı bulunduğunu bilmiyorum. Ruhlar ölümsüzse, vedalaşmalarında taşkınlık olmaması iyidir. Hoşçakal demek ayrılığı yadsımaktır, yani: Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yeniden görüşeceğiz. İnsanlar vedalaşmayı icat ettiler, çünkü bir anlamda ölümsüz olduklarının bilincindeydiler, her ne kadar kendilerini öylesine ve geçici sansalar bile. Delia: bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında?- ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve düzlükte yitip giden bir kentte, bir zamanlar Borges ve Delia mıydık diye soracağız kendi kendimize."

Her şey bir yinelemedir ya da eşsiz; biriciktir. Balık, gök içinde izliyor, bir soprano çınlatır cehennemi, balığın ağzı açılıp kapanır, balık ışık yılı, balık beyaz, gümüşlü, bir şiir değişkesi, dilsel birim. Çekirgeler, ateş üfleyen ejderha, berbat hava, fırtına, yel, iri, ceviz büyüklüğünde dolu, pusatlı insanlar, kurt sürüleri ve deprem... Her gün bir tabak yumuşak mamut eti ve uzun azı dişli kaplan ciğeri, az miktarda fok yağı, bizon beyni ve kemik iliği, kucak dolusu lifli, yabanıl sebze, türlü yemiş ve buruk tatta meyve ama ekmek ve tahıl yok. ‘Sticklgruber’ Hitler’in asıl adı. Prag'ın tarihi yapılarından ötürü yıkılmasını istememiş, bak şimdi işte duyunç sahibi!.. Çarmıha gerilmişçesine uçan ilk yarasaların dışında kimseyi görmedim mağarada, bir keçi tutuyor boynuzunu. Ölüyor, deniz gökyüzü, dağ, adalar yanaştı ve iyice abandılar üzeri, sonra güçlü bir kasılmayla uzayın uzak uzaylarına, uzak uzay adalarına çekildiler dedim. Ne dedin dedi. Boğaziçi’nin en dar yeri olan Asomaton (Bebek) köyünde Rumeli Hisarını yaptırdı. 13.Yüzyılın Selçuklu Konya’sı, Renaissance’ın beşiği olarak karşımıza çıkar. Varoluşçuluk’un Herakleitos’dan sonraki ilk ve gerçek temsilcisi 1200’lerin ortalarındaki Anadolu’nun Mevlana’sı. Yüzyılın başında Gabriel Marcel’in “sen, ben’in karşısında oturan ben’dir” şeklindeki mottoyu ortaya koymasından sekiz yüzyıl kadar önce, Mevlana, ‘benimle senin aranda ne ben, ne de sen vardır’ demiştir. Sufi kimdir, Fatih şarap içer mi ki, Hançer-i Dahhak nedir. Başta at nalı taşıyan rakip midir, çengel çiçeği, baba ve oğul arasında ki mektup mudur, çılgın aşıklar ve serhatlar, Galata, sultanlarla aşık atan şair'hoşlar, at ayağına serilen kumaş, kâğıt sunan, başta ateş yakan, bayramî ve onun ertesi, hat geldi işte konuş!.. Kanuni'nin emriyle idam edilen oğul şehzade Beyazıt. Kuran Mekke’de inmiş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır canan.

Şimdi Dulkadiroğulları denilen Türkmenlerde kadınların erkekler kadar yiğit savaştığını, böyle otuz bin kadın savaşçı olduğunu söylüyor. Dulkadiroğlu demek anası savaşta ölmüş yetim (Kadir) demektir. Sertrandon, Halep civarında sekiz atlı Türkmenle karşılaşıyor, bunlardan biri kadın ve bir kalkan taşıyor. Bizantik, Tekfur sarayı ve Artukoğulları, Grieg’in Solveig’in Şarkısı’nı söylemeye başladı. Dil ve iletişim dört bileşendir, bu dört bileşen şunlar: Sözcük Bilgisi, Gramer, Prozodi ve Kinesis. Orta Anadolu’da keçi güdenler ve deniz kozalağı. Değişkeler ve beyaz giysiler içindeki bir piskopos, harabeye dönmüş antik kentten geçerek, üzerinde haç olan bir tepeye vardı. Haçın önünde diz çöktü. Bu sırada askerler, oklarıyla ve ateşli silahlarıyla piskoposun sesini fezaya iletti, Arap renkli keçi gözü gibi, deli incirlerin sırıttığı yoldan, kente girdik ve insan yazık ki ölümsüzlüğü değil ölümü aradı. Yaşamda ki en büyük tansık ölüm. Allah’ım, kalbime bir nur ver, önüme, arkama, sağıma ve soluma nur ver. Üstüme ve altıma, kulağıma, gözüme, etime ve derime nur ver. Kanıma ve kemiklerime bir nur. Madde bir bulutun bulutunun bulutunun bulutu gibi bir şey ama, bigbang'dan önce ne oldu, insan bu soru için, kuzeyin kuzeyinde ne var der, aynı aynı aynı elbette. Boyuna der. Yazgımız, fatale abladır değişmez ki. Tuhaf bir İnka kuşu. Hermon dağından geçerken yılan kuşu aldı çevremi, renkçil, çağırtı, böğürmeler, çanak yapraklar, yüz milyon yıl önceki Gondwana kıtası ve Protestanların I960’da Protestan Oranga tarikatı lideri olan William’ın, Katolik kral II. James’in ordularını yendiği Boyne savaşının yıldönümünde, kutup zambağı, orada kral Antiochos’un tanrıyla el sıkışırken ki anın işareti aslanlı horoskobu görmüştük. Tümce bile kuramıyor. Başkırtça, Kırgızca, Yakutça, Kazanca, Altayca ve Özbekce gibi diller. Gün ağarır, firavun öyküleriyle, dağlarda yaşayan cüceleri anlatır. Gökleri ateşe veriyor, insanları toprakta yetiştiriyoruz. Boşluğa övgü, hiç, eros. Babil ırmağı kıyısında Sion’u görüp ağladık, Katakulli, kadrajlı dom!.. Kızıl ağaç ormanı. Nostromo... Tukan yıldızı, Rigel yıldızı, yeşil saçıntı. Sığır keneleri, yeleleri rüzgârda sallanan Korsika atı. İris çiçeği. Denizler firavunu, Nemrut...

“Zifiri karanlıkta / Kurbağanın ağzından / Çıkıyor ay”
Atina’da Altis korusu olimpiyatları, tanrı hızıyla koşan Rodoslu Leonidas. İris ki ölülerin çiçeği. Judea dağının karları gibi beyaz bir yüz. Onlar balığı, balık maymunu, maymun seni, sen robotu yarattın, efendin benim artık, her yaratılan yaratanın efendisi olmuyor mu, sen hayvansın güç, erk, bende artık. Bundan sonrası mı, o’nu tanrıyı yaratacağım ve o hepimizin efendisi olacak. Osmanlıda piyale ve piyadeyken bile Copland’ı dinlerdi. Grieg’in Ağıtsal Melodisi ve Bartok Efendinin divertimentosunu dinlerdi, gariptir Zenofobisi vardı, uysal Leandro, savaşcı gezgin Odysseus ile sonsuzluk antlaşmasının giyitlenmesi felsefe, düzlem, cisim, algı biçemi, soyut emek, yaşamak gibi bir takım zırvalar söyledi, derinlerdeki boş mavilikten bir uçan daire gelip aldığında, otantik düşün bunda katkısının ne çok olduğunu düşündü yekpare plakalar ve Solaris gibi. Öyle ki Hipokrat’ın mezarının üzerinde arılar yuva yapmıştı ve ürettikleri balda çocuklardaki pamukçuk hastalığına iyi gelen şeyler vardı. Karanlıkta dört yüz parça gemileriyle limana yaklaşıyorlar, limandaki yeryuvar ölüm uykusunda, bekçilerim hayal gördüklerini sanıyorlar ve liman ateşe veriliyor. Ukaz panayırı usunu almış. Mısır koçanı, kundağı, kapçığı. Omurgalılarda C değeri olarak bilinen genom boyutu, foto galvaniz, parabolik oluklu santral, yakıt peteği, ay ağırlığında kondritlerden oluşan ek kaplamalar, kantonlar, Kelt destanlarında ve büyük Frederik’in saklandığı mağarada örümceğin ağ ördüğü yazılıdır, onun görünmeyen bir tepeden iner gibi garip ve önemli bir yürüyüşü vardı, bir uzak doğu pagodasında tapınırdık der durur, Netanya’da, Ürdün gölü kıyısında otururduk. Sıkıcı bir öğle üzerinde ne tür bir ölüm hangi renkte gözyaşı döküyordur acaba, hobi yerine sevit derdi, incir ağaçlarının dibinde cinler, karadut dibinde eşek arıları olur, Pribilof adaları mı var, kilise kulelerinin haçlarına konmuş kuşlar. Villon’un Asılmışların Baladı’nı okur gibi. Çünkü şiir isterdi, hipokondriyal, gecikti, veremedi, sordu neden, şiir vermek söz vermeye benzemez ki dedi. Kim bu olutları okur ki iç yakıcı bile olmayan kişneme, bilinmez anırtılar bunlar be... Öff.
‘Körbilim boş toprakları sürer / Çılgın inanç kendi tapınağının düşünde yaşar / yeni bir tanrı yalnızca bir sözcüktür. / İnanma da, arama da; herşey saklıdır’

VII
"Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar / ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur./ Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. / Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, / bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben."

(Zavallı Kaan Romero bu şiirde ne buldu acaba!) Ama Janist rahip diyor ki: ‘Bu vücutların içinde ne işimiz var / Belki de içlerinde yolculuk ediyoruz' Kendine özgü Kantemir notası yaratmış. Ben Marco Polo, Alamut yani Akbaba yuvasını gözlerimle gördüm. Piranhalar takımı gelince de savaşı kazandık. Asaf Cemil’in Düş Tutanaklar’ını yazarken mistik bir süreç içinden geçtiği. Bu soruyu onu daha iyi tanımamın yanı sıra, roman ile profan aydınlanma arasındaki ilişkiyi hidayete kavuşma, ermişliğe erme! daha açık bir deyişle, irdeleyebilmek için sor. Uzayda ki kuşların varlığı üzerine besteler var. Dünyada ki tekçil-monist düşünce yapısı, Antartika’da ki Vostok gölü Omega, Erboğa, Küresel Yıldız Kümesi, Balık kemiğinden korsesini çıkaran koyunlar harabelerden geçerek aşağıya indi, sürüye karıştı. Kraliçe Puduheba, Tanrıça Kibele tüccar karısı Lamassi, Karya kraliçesi Ada. İlk kadın tarihçi Anna Komnena ve kalinikhta, Eski Mısır’da İbis tanrıların habercisi Hermes’i simgeleyen kutsal kuş, Golgotha, solsuz solfej, Medine’deki mezarsız yalvaç, çarmıh kanadını açmış kuş İblis? 13. Yüzyılda Artukoğulları sarayında er-Rezzaz el-Cezeri adlı bir mühendisin yaptığı otomat, insanlara ibrikle su, havlu ve tarak sunardı, eh demiştin, Dekabrist ruhum, sifilis sayrısıdır. Karadelik güneş sisteminin içinden geçse, tüm gezegenlerin yörüngesini değiştirir, böyle bir durumda yeryuvar ya elips bir yörüngeye çekilerek şiddetli iklim değişiklikleri yaşayabilir ya da güneş sisteminden kovularak uzayın dondurucu boşluğunda yitip gider, dünyamız ölür ablacığım.

Emir ki et yerken kaplanın dişleri arasında öğütüldüğünü hissedebilir, iki kez gelse, arkadaşım, şüphesiz yüzü insana benzeyen biricik hayvan köpektir ve yalnızca onların yüzlerinde keder sevinç ve sıkıntının pırıltıları, iz ve esinlerini görebilirsiniz, bu başka hiç bir hayvanda yoktur. Sirte körfezi, hologram, doğurgan olmayan dölevi akıntısı, Kız kulesinin antik çağdaki adı Damialis, Dana Yavrusu'muymuş ve Mercidabık. Muhammet Haydar, Salamis harabeleri, Riminili katır tüccarları, ahiret, argonot, üç köstek taşı nedir bilen var mı, betonda çiğnenen badem çiçeği, Angloma nedir ki aman çok soruyorsun. ‘Kasırgalar iblisin salladığı oraktır’ Gut hastalığı yani nikris yani damla hastalığından ölmüştü, ölümüne doğru Hubyar Kadın'la görüştü, Samur ve Amber devriydi, hidivlik verdiler. Wilson’un Yalnızlık Çağı dediği, Parnassos dağında. İçinde triptofan bulunan yiyecekler yer ve kendini hep iyi sanır. İnsansı deyip Zagros dağları adını verdiği. Öyle seçilen bir politikacı halkın özlemlerine yanıt verebilen biriydi ki cenazesinde kalabalık arasında biri hiç unutmam 'İnsan, güle güle!..' demişti. ‘Akan suda ikinci kez yıkanabilmişti Eflatun’. yine dağlarca dedi. Bilim adamıydı, atom bombası atılırsa, atmosferin tutuşabileceğini söylüyordu. Örümceğimsigillerden migallerde trake bulunmaz! Merihli’lerin ağaç yazıları gibi, Tiberius, Capri adasına da öyle çok köleyi uçurumdan aşağı bırakıp ölümüne yol açmıştı ki, kemikler yığılarak siyah bir kayalığın oluşması- ve Curzio Malaparte o kara kayalıkların üzerine sayfiye evi yaptırasıymış, yani kölelerin kemikleri üzerinde oturuyormuş Malaparte. Anghiari Savaşı adlı duvar resmi yarım kalan, da Vinci gibi, kitap bastırmak zordur, bir keresinde yayıncıya Tevrat’ın fotokopisini götürdüm, ilk yüz elli sayfa fena değil, tuttum ama adını Kızıl Deniz Haydutları olarak değiştirirsen basım için üç yıl sonraya gün verebilirim dedi, Eco evet, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalinde mermiler boşa harcanmasın diye ülkelerinin ele geçmesine karşı direnen Mısırlıların ensesine basarak Nil Irmağında boğuşları gibi. Hidrojellerin doğaları gereği etkili bir biçimde toksik metal iyonlarını sulu ortamlardan uzaklaştırmalarına karşın, kül ve partikülün, feodal lordlu toplumlar için, İngilizceye en yakın Hollanda ve Almanya kıyılarında konuşulan üç Frizye dili içinde tehlike çanları çalıyordur.

Nietzche Sifilis hastasıyken genç bir eros kapısını çalar, elinde iris çiçekleri, Sahaf'ın keçisi yanındadır, Venüs kalyonu gibi, Perseus, kötü niyetli kral Polydectes tarafından Gorgonlardan biri olan yılan saçlı Medusa’nın başını kesmekle... Bu hiçte kolay bir iş değil, Medusa’nın görünüşü o kadar korkunçtur ki ona bakanlar anında taşa dönüşür. Bunu bilen Perseus tanrılardan yardım ister, Athena ona görünmez olmasını sağlayan bir kask verir ve Medusa’nın yalnızca gölgesine bakması için uyarır. Haberci Merkür’de ona kanatlı ayakkabılarını ve sihirli kılıcını. Perseus, Medusa’yı uykusunda yakalar ve kılıcıyla başını... Görevi bitip geri dönen Perseus, prenses Andromeda'nın çığlıklarını duyar. Deniz canavarı prensesi bağlamıştır ve yemeye hazırlanır, etini koparır. Prenses çantasından Medusa’nın başını çıkarır ona bakan deniz canavarı anında taşa dönüşür. Perseus prensesi kurtarır, Perseus ve Andromeda birbirine aşık. Kahraman Perseus’un başını kestiği Medusa hala gökyüzünden bize göz kırpar durur... Davut, Fırat yakınındaki Hamat’ta Tsoba kralı Hadarezar’ı yenilgiye uğrattığında bin cenk arabası ve yedi yüz atlıyı tutsak etmişti ve yürümesinler diye ayaklarını kırdırmıştı. Harun Reşit oğlunun düğününde yağmur gibi inciler serpmiş tüm davetlilere birer misk topu dağıtmıştı ki armağanlar ayrıdır. Doğada eriyen plastik üretecek bitkiler vardı, maymunlar düşünmeyi düşünebilselerdi değişebilirlerdi, parçacıklara kütle kazandırdığı söylenen Higgs bozonunun peşindeydik her yerde, yukarıda burada, çok söylerdi evet, en çok dikkatimi çeken şey kapının mandalına tüneyen kuğu. ‘Quo vadıs, domine?’ Nereye gidiyorsunuz, efendimiz?.. Keçi penisini andıran bir tepenin üzerindeki, ufak mavicil bir yıldız. Osmanlı Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sanır. Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sananlar gibi sanır. Et neden pişirilir ki mikrobu ölsün diye mi, iki kere iki, gene iki... anlaktaki bir işlemle, mezar zambağı, iris kokladım, sanki ölümün kokusunu içime çektim, peder gider öteye, bir galaksi saniyede sultanım ve românım...
Redif; Tarabia, sağaltan demekmiş, öyle deme bir gün işe yarayabilir, Byron'un Donjuan'ında 'söyleyebileceğim tek şey varsayımı var say' diye bir satır vardır, sanalite bir durum, yağmuru haber veren ayın çevresinde ki kırmızı halkadır, Spinoza, taş taş, kaplansa kaplan olmak ister der. Borges yaşı yarım yüzyılken, bir arkadaşı ona, bugün Arjantinli yazarlar almanağında, tıpkı senin adında, aynen senin yaşında biriyle karşılaştım diye gülümsemiş, Arjantinli'nin yazın heveslisi bayanların kitaplarına yazdığı övgü dolu önsöze, tartuelada 'ölüm öpücüğü' denirmiş. Seni yitiriyor olmak, seni sevmiş olmanın sürekli acısını çekmekten, seninle yaşlanmanın, ölüme gidiyor olmanın utancıyla yaşamaktan yeğdir sevgilimmiş. Aslanın vücudu yediği hayvanlardan mürekkepmiş, ama Valery demiş. Her gün bir önceki güne göre, usumu daha iyi kullandığı mı düşünüyorum, öyleyse bugüne değin usumu iyi kullanamamışım demekmiş! Ravel için konserde bir izleyici, deli demiş, Ravel işte beni anlayan tek adam deyip düşüp bayılmış. "Surların üzerinden ilerleyen Akhalar'a bir kez daha baktım. Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyordu. Güneş batıyor, ay karanlıkların içinden bronzdan bir tanrı gibi yükseliyordu. Kuzeyden ordularıyla, Büyük Romulus'la, Dürrenmatt geliyordu. Gerçek o denli değerlidir ki yalanların koruması altında olması gerekirmiş! Voyvoda Drakula kentin ortasına altın dolu kase bıraktı ama korkudan kimse çalamadı. A.Reyes yazdıklarımızı sonsuza dek düzeltmemek için yayınlarız demiş. Dydk be kardeşim, söylemene gerek yk. Sonra önünde sonunda değil, eninde sonundadır. En, yatayı, uzamı, son; dikeyi, zamanı imler ve sözüt zamanda ve uzamda anlamını içeren bir tümlüğü barındırmak için dillenip, deyilenir dedi, demiş.

VIII
Geçenlerde ikide bir ölmüşlerden kalan bir monologdan söz eden arkadaşımın evine gittim. Monoloğu sizlere, öykünmenin öyküsüymüş, aktarmak isterim. Truman'ın haberi var, Rabialar da iyi bilir.
"Somut (duyularla algılanabilen, konkre), gözle görülüp, elle tutulan, varlığı / gerçekliği üzerinde (artık) tartışma götürmeyen, eğretilemeye (metafora), varsayıp-yoksamaya bu anlamda olanak tanımayan bir bütünsellik ve bizler için tartışmasız olarak nitelendirilebilecek bir belirginliği içeren, nesneler, olgular için ileri sürebildiğimiz bir kavram ve anlamsallıktır. Bundan ötürü tinsel şeyler üzerine somutlama, felsefi anlamda belki olasıdır ama yaşama ilişkin böyle bir tasım ya da us yürütmede (olasılıkla pratik yararsızlık ve bir değişke yaratmayacağı görüsüyle) bulunamayız... Soyut bir somutlama olamaz diye düşünebiliriz belki ama; somut bir soyutlama göreceliliği nedeniyle olanaklıdır diyebiliriz (dediklerimize de çokça bel bağlamadan). Somut, som kökçüğünden geliyor, salt anlamına yakın bir parçacık, arı, saf anlamlarına da yakın. Bu dolayımla da somut, salt kendisi, artık başka bir nen barındırmayan, katışıksız gibi anlamlara da bürünebilir.
Konuyu sürdürecek olursak, soyut (duyularla algılanamayan, abstre), nasıl bir şey... İlk bakışta, göreceli, algıladığımız gibi açımını çağrıştırıyorsa da, gerçekte o da somut gibi; bir arılık barındırıyor, tümel-kök, soydan geliyor, insan soyu değil, çıplaklık, üstündeki örtüleri at gibi, az birazda yüceltici / yücelimsi bir çağrışımla, emir kipini andırıyor. Nedir ki soyut olan, saltıklık içeren bir bileşen olması gerektiğine karşın, anlaksal işlemde birden göreceli, düşündüğünüzce, nasıl algılıyorsanız gibi yürütmelere alan bırakan bir gerçelliği de kapsıyor, çünkü ve ayrıca sözün kapsantısı, kesenkes yüklendiği anlam bütününe bağlılık gösteriyor, söz yükleyici(si)nin tutsağıdır.
Rönesans ardılı, İspanyol ozan Gongora, modernizmin kurucusu sayılırken imgeleri; somuttan soyuta geçişi sağladığı, yalnız anlaktaki bezeklere indirgediği, olup bitenin salt tinsel kapsamda algılanacağı, yersel yaşamda bir karşılığının aranmayacağına ilişkin bir yaratı (yazınsal) eşiğine getirdiği için; estet olanı bu yönüyle de yeni bir algılar kapısına-gelişime açtığı için, sanata yönelik bir yenibiçi'm (postmodern) ve kuşatımdan dolayı kendisine; bu niteleme öngörülüp bağışlanmış olabilir.

Borges 'in konumuza ilişkin bu ikicilliğe karşın (somut-soyut) 'Averroes'in Arayışı' (İbn-i Rüşt) adlı öyküsünde; açınlayıcı, ilginç diyalogları var, örnekçe şu; öykünün bir yerinde, anlak yıkıcı, anakronik esinler veren aşağıda sunacağımız bir eşleyiş görülüyor.
"Farah'ın evinde konuşma döndü dolaştı, valinin bulunmaz erdemlerinden kardeşi emirin erdemlerine dayandı, sonra bahçede, güllerden söz edildi. Güllere bir kerecik olsun bakmayan Ebülkasım, Endülüs'ün kır evlerini süsleyen şu güller gibi gül olmayacağına yemin etti. Farah kendini övgüye kaptıracaklardan değildi; İbni Katiba'nın Hindistan bahçelerinde yetişen ölümsüz bir gül türünün kusursuz bir örneğinden, kan-kırmızı taçyapraklarında "Tanrı'dan başka yoktur tapacak ve Muhammed Tanrı'nın Elçisi'dir" harfleri okunan bir gülden söz ettiğine değindi. Ebülkasım'ın o gülü gördüğünden kuşku duymadığını da ekledi sözlerine. Ebülkasım, onu kaygıyla süzdü. Evet dese, çevresindekiler, hem de haklı olarak, düzenbazların en tezcanlısı, en gönüllüsü sayacaklardı onu; hayır dese, kâfir olacaktı. Uzun uzun daldıktan sonra Tanrı'nın bütün gizlerin anahtarını elinde tuttuğunu, yeryüzünde O'nun Kitabına geçmemiş bir tek bahar ve güz ürünü bulunmadığını söyledi. Bu sözcükler Kur'an'ın birinci bölümünde yer almaktadır; çevreden bir hoşnutluk mırıltısı yükseldi. Sergilediği tartışma hünerinden başı dönen Ebülkasım, tam Tanrı'nın yaratılarında eksiksiz ve us erdirilmez olduğunu ileri sürecekti ki Averreos, sorunsalı günümüzde de süren Hume'un gelecekteki tanıtlarını öngörerek dedi ki: "Bilge İbni Katiba'nın ya da hattatların yanılgısını kabul etmek, bana yeryüzünde inanç-sözcüsü güllerin bulunduğunu benimsemekten daha az güç geliyor." "Doğru, büyük, doğru sözler bunlar" dedi Ebülkasım. "Gezginin biri" diye anımsadı şair Abdülmelik, "yeşil kuştan meyveler veren bir ağaçtan söz ediyor (*). Ona inanmak hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı geliyor bana hakçası." "Kuşkuların rengi bu tansığa ışık tutuyor zaten," dedi Averroes, "Hem meyvalarla kuşlar, doğal dünyanın parçalarıdırlar, oysa yazı, bir sanattır. Yapraklardan kuşlara varmak, güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet."

'Meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar' (Vaka-i Vakvakiye'yi anıştırıyor, ne ki cehennemde yetişen ve meyveleri insan başından, adına da Vakvak denilir bir ağaç varmış) veya 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' sözütüne ilişkin parçadaki konuşum, gül, yazgı, zorumsu ve caydırıcı gibi inanlarla sürüyor ve dönüşüyorken, burada demek istenilen şu ki diyor (öyküde) Ebül Kasım; yeşil kuşa inanmak, tanrıdan başka yoktur tapacak, iminden (gülyaprağında belirmesinden) daha kolay, daha insansı ve kabule yönelik; çünkü somut diyor. Doğrudur ve inandırıcı olanda budur ilk bakışta, çünkü somut olan ağacın, gene somut olan yeşil kuştan meyveler vermesi, bir soyutlama olan yazının, bir gülün taç yapraklarında belirmesinden çok daha yaşama yönelik (yaşamsal) olabilirmiş gibi geliyor usyoran insanoğlu (Kabil'e) için!.. Durul biçimde düşünmeye çalışırsak, ağacın, yeşil kuştan meyveler vermesi, doğanın bir tansığı ya da olutu gibi algılanacağı için öylesine ve olanaklıymış gibi gözüküyor ama; bir gülün taç yapraklarında, bir insan bulut'u olan yazının; tümüyle imgesel bir şeyin belirmesi, doğrucası olanaksız geliyor insana...
Ne ki gerçeklikte ikinci deyinin olanaklı olduğu savlanabilir, çünkü somut olan seçenek barındırmayacağı için üzerinde durulması güçlükler, zor(un)luklar içerir. Soyut olan seçenekler ve vaatler bütünüdür, sonsuz bir çölde ya da denizde yüzer gibisinizdir, bu bakımdan soyut; olmayana ergi gibi, olmayana varmış gözüyle bakmaktan başka bir açın değildir, biz yer insanlarının gözünde...
Bu sorunsalı irdelemeye çalışalım... Bir illüzyonistin eğdiği kaşık için bilim, eğilen kaşık değil, anlağımızdır diyor. Ama konumuzun ikilemine gelecek olursak öyle görünüyorsa da ve gariptir; meyvesi yeşil kuştan olan ağaçların, somut bir düzlemde gerçekleşmesi; yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' gibi bir hattın görüldüğü gül türünden kanımca daha olanaksızdır. Çünkü soyutlama göreceli olduğu için ve salt tinsel algılamaya yönelik olduğundan, biz tanrıdan başka yoktur tapacak imgesini anlağımızda pekala canlandırabiliriz ve bu durumu bir sav olarak öylelikle ileri sürebiliriz. Nedenine gelince, burada artık sorun bizlere diyesim, algılayıcı objeye kalmaktadır, algılayıcının sırf kendisine bırakılmaktadır savlanan, dilerseniz öğesiyle hareket edi(li)yoruzdur, istenildiğinde bunu o gülde gördüğümüzü de ileri sürebileceğizdir. Ötesi şu ki bir soyutlamayla karşı karşıyayız, görenler görmeyenlerin ola ki gönül gözüne sahip olmadığını, dahası konumuz dışı bir meselle; günahkâr olduklarını bile söyleyebilecektir, bu tür tansıkların benzer yönelimler içinde oluşabildiğini de düşünebiliriz. İnsanoğlu bir inancanın (gerçekte bir soyutlamanın), iyi veya kötü, doğru ya da yanlış bir gerçekliğin peşinden -içtenlikle- sürüklenebiliyor. Yıllar öncesinden anımsanan, Guyana'da Halkın Tapınağı inananları topluca özkıyımda bulunuyor, Hindu gruplar inanılmaz gelen şeylere katlanabiliyor, hatta kıyametin (songün) kopacağına ilişkin öngörüsü, sanrısal bir kuşatıma dönüşen kitleler bir an önce öbür dünyaya ya da beklentilerine kavuşmak için ölümü ya da başkaca bir sonluğu göze alabiliyorlar, çünkü ortada salt bir soyutlama var ve artık bu dilersen kabullenebilirsin mottosuyla hareket eden (esemeyi çökerten) bir savsöze dönüşebiliyor.
Ama bakın meyvesi yeşil kuş olan ağaç, soyutlamaya izin vermiyor çünkü somut; ötekiyse varsayım, yeşil kuş üzerinde sav geliştirmek neredeyse olanaksız, burada anlağımızın eğilmesi oldukça güç... Ama tanrıdan başka yoktur tapacak yazısında eğriyi, elif diye savlamamız, algılamamız bir olanak içerebiliyor ve bu durumda inanca yerini değiştirerek o alana kayıyor, böyle bir sunu tansıması var. Dolayısıyla her soyutlama, seçenek dolu (sonsuz) açılımlar alanı yaratabiliyor, kitleler böyle bir algının peşine düşebiliyor, görecelilik ne denli artarsa, o denli inandırmak olası, dahası kanıksamaya yönelik olanaklar elde edebiliyorsunuz. Salt inanmaya dayalı, benzer türden yaklaşımlar böyledir; algılanım inanırsan var boyutunda, kabul buyurmanız yeterli, değişmezliğin pi sayısı gibi, vargılar ancak onun kılavuzluğunda olanaklı, pi sayısı; bir kabul, bir vargel açımının dayanağı sayılıyor artık.
Soyutlama bundan dolayı tehlikeli bir alan, yüzyılımızda inanca yönelik gelişmelerin baştacı edilip, modernizmin gelişimine ortak olacağı olasılığına inanmayanlar için şunu söyleyebiliriz, inanç bir soyutlama alanı, acunda her tür gelişim, her tür gerçellik elde edilse de, insanlar bir bağlanımın ya da benzeri her türden, soyutlama ağırlıklı bir algı biçiminin peşinden şaşırtıcı biçimde koşabileceklerdir. Çünkü soyutlama sonsuz bir alan ve göreceli olan herşeye bitimsiz olanaklar tanıyor. Gerekçe salt bu değil veya bununla sınırlı değil ama, görgül durum bu özünü kapsadıkça, buna olanak tanıyan gelişmeler de sürgit olabiliyor / olabilecektir.
Başkaca düşünmeye çalışırsak; somut bir vaatte bulunmak soyut bir vaatte bulunmaktan her zaman daha zor. Senin için ölürüm demek (imgelemde soyutlamaya yönelik bir tümceye dönüştüğünü biliyoruz), senin için bir dilim ekmek alırım demekten daha kolay. Ölürüm demek varsayımın sularında kulaç atmak. Oysa bir ekmek alırım demenin işlevi; sonsuz uzayda yer değiştirmeye yönelik, devasa bir edim. Ama bizler, ölürüm demek yerine, bir ekmek alan aşığımız için yapacağın bu muydu diye küçümseyebiliyoruz. Üstelik insan hep ölürüm diyeni seçiyor / onu seviyor ve onun için gözyaşı döküyor. Çünkü kanmaya, öyle görmeye, varsaymaya olan eğilimimiz bir tarafa, kuramsalda olsa, büyük bir vaadi, küçük bir gerçelliğe karşı öndelik tanıyacak masalsı bir tinsellik barındırıyoruz içimizde, özlemimiz; düşlenmez, ulaşılmaz (olanaksız) olandan yana...
Söylemesi güç ama, gerçek dışı / diyesim yalan bile olsa; ekmek alan sevilmeli oysa, çünkü o sizin için (evrende) varoluşsal bir adım atıyor, değişke (değişkenlik)sağlayan (sağlayıcı) bir edime; bir eyleme başvuruyor. Ölürüm diyen dumanlı bir vaatte bulunuyor ve ama hep dumanlı vaade kapılacak bir yatkınlığı benimsiyoruz Havva çocukları olarak, belki bu tanrısal bir yaklaşım bizler için, ama aynı zamanda tuhaf bir paradoks da (bir ayrılık içereni olarak sevgimizi de tartışılır kılacaktır böylelikle) olanaksızlıktan başka bir şey barındırmıyor ve yanılsama amaçlı, ondan öte bir şey değil.

Somut alanda her şeyi ileri süremiyorsunuz, ama soyutta, tanrı var ile, tanrı yok demek arasında bir ayrım salt gönüllerde ve algılama seçeneğinin önermeler bütününde neye bağlı kaldığınıza ilişkin bir açından öte bir şey değil artık. Soyutlamada, tanrı varsa nerede gibisinden bir yaklaşımı ısrarla somuta indirgediğinizde (Borges, bunun bir soyutlama olduğu gerekçesiyle somuta indirgenemez olması gerektiğini söylüyor) uzlaşım dışına sürüklenecek ve belki de bir yol ayrımı songörü'süyle (önermesiyle) başbaşa kalacaksınızdır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağaç, somutlamadan öteye geçmediği için, inandırıcılık noktasında olanaklar alanını geniş tutamıyor ve ayrımlar kesin sınırlara dayanıyor, bu bakımdan gerçellik üzerine düşlenim alanı geniş barınaklar sunamadığı için, ola ki inağa veya tabuya dönüşecek bir soyutlama, onun üzerinden yürüyemeyecektir. Ötekiyse salt bir soyutlamadır, tinseldir ve ister istemez seçeneklere de kapısı sonuna dek açık olacaktır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağacı Hindistan'da göremediğiniz de gerçeklik yerini anında bir kuşkuya bırakacak, yürüyüş güzergâhı bozunup dağılacaktır. Soyutlama dile getirmeye çalıştığımız gibi geniş bir görecelilik olanağı sunuyor.
Şöyle bağlayalım sözümüzü, (çağımız sanalite, başka bir deyişle varsayımı varsayma çağı) meyvesi 'yeşil kuş' olan ağaçlar var ne yazık ki... Çünkü düşünceye dalma ya da ruhanilik, çürüme veya bayağılık olağan gidişi ve esemeyi öylesine etkiliyor ki, insanın da maddi değil gerçekte tinsel bir yaratık olduğunu ve var ile yok'un aynı şey olduğunu ve varlığın yok olmak, yokluğunda var olmayı arzulamaktan başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz artık. Sonsuz değişim ve dönüşümdür her şey samanyolunda (evrende), biz de minicik bir kuşkanat, küçücük bir göz kırpmadan başka bir şey değiliz. Olumlu ya da olumsuz sonuçları bir yana, dogmatizm (yanılsama güdüsü, soyut kabullenim) ve vandalizm de (yoketme güdüsü, özyıkıcılık) mayamızın içinde var ve ayrılmaz bir parçamızdır ne yazık ki...
Son sözümüz şudur ki; soyutlamalardan uzak durun diyemiyoruz, soyutlamalara bağlanmayı sürdüreceğiz diyebiliyoruz ve birgün tanrı yanıbaşımıza gelse bile, salt inançlara ya da benzer olgulara dayalı zamansallık, etkinliğini yeni varsayımlar, yeni başkalaşımlar biçiminde sürdürecektir. Buradan ulaşılabilecek başka bir olum ve gerçellikse; sevginin, barışın, yazın'ın ve 'şiirselliğin' de birgün yeryüzünden silineceğini düşünenlerin, bir yanılsama içinde olduğunu, sakınımsız ve neredeyse bir kesinleme olarak (diyalektik / eytişimsel bir aşkınlıkla), ileri sürebiliriz. Çünkü onlar da soyut...
(*) Hindistan'da uzun kuyruklu yeşil papağan kolonisinin ağaçlarda çığlıklar atarak cıvıldaşması, dallara tutunarak sağa-sola, yukarıya-aşağıya sarkmaları bu eğretilemenin söylenceye dönüşmesine yol açmış.

IX
"Narkissos öldüğünde, zevk pınarı bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştü; Oreas'lar pınara şarkılar söyleyip teselli etmek için ağlayarak ormandan çıkıp geldiler. Pınar'ın bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştüğünü görünce, yeşil saç örgülerini çözüp pınara seslendiler, "Narkissos için böyle yas tutmana şaşırmadık, çünkü o çok güzeldi," dediler. "Narkissos güzel miydi?" dedi pınar. "Bunu senden iyi kim bilebilir?" diye cevap verdi Oreas'lar. "Bizim yanımızdan geçip giderdi hep, ama seni yalnız bırakmazdı, toprağa uzanıp sana bakar, senin sularının aynasında kendi güzelliğinin aksini seyrederdi." Pınar şöyle cevap verdi: "Ama ben Narkissos'u, toprağa uzanıp bana baktığı zaman, onun gözlerinin aynasında hep kendi güzelliğimin aksini gördüğüm için severdim."

Şunu da söyle Wilde Oscar teyze, hangi kral Akitonyalı Eleanor’la evlendi? Henry II, Arabistan çiçeği, Horgörü, Bedevilerin, İblis Vapuru dediği develerimizin üzerine, diril gece indi ve gölgeler gölgelere girdi, avunç, büyüleyici kırlar, yorgun çiçekler bürümüş. Diğer mimari ilginçlikte alınlıkta yer alan üç küçük kapının ilahi bir olay için varlığı. Bu kapılar yılda bir kez kutlanan İsiteria Bayramı’nda “Epiphanie” olarak adlandırılan ve “tanrının kendini göstermesi, varlığını kanıtlaması” olarak yorumlanan olayın sembolik olarak yinelenmesi amaç. Magnesia Artemis gece tanrıçasıydı. Dolunaylarda Artemis Tapınağı’nın tam karşısına, alınlık, orta kapı ve Artemis heykeli ile bir doğru oluşturacak biçimde ve belli bir açıyla. Bu dolunaylarda altın kaplama heykel, ay ışığı ile aniden aydınlanarak, kendisini tapınağın dışında bekleyenlere gösteriyor, bu olayda izleyenler açısından gerçek bir ‘Epiphanie’ olarak algılanıyordu. Erivan’da yoksullar kültürle doyabilirmiş...
Bekir’in babası Ebu Kuhafe, annesi Ümmü’l Hayr Selma binti Sahr’dır. Dölleyerek çiçek açımlarını uçuruyordu arı, Saturnus çağındaki yaşlılar. Uranus’un oğlu gibi görkem, yaşam ve ölüm sağrağını sundu ona, ay İris yayı gibi yükseldi başımız üzerinde, İris’in sessiz yayı (gökkuşağıydı). Anahtar deliğinden giren bir Arap atı, suları, vadileri doyuran Türk ırmağı, kana kılıç suyu der ama Gorgonlar diye bir şeyden söz ediyor. Sekizinci Yüzyılda Tang Hanedanı döneminde cırcır böceği olarak yaşamış bir Japondan söz ediyor ve onyedinci yüzyılda Çin’de yaşayıp ruhu otuz ayrı isme bölünen Şitao’dan sözediyordu. Şitao’nun Portekiz’deki reenkarnasyonu da Pessoa. Talut ve iman edenler ırmağı geçti ama Calut askerlerine karşı koyacak güç kalmadı. Triangulum yıldız, güneş kızdönümüne girdi. İnsan, Kant’ın yaklaşımı uyarınca, öz istencinin nedenselliğini sadece özgürlük idesinde aramalıdır, çünkü özgürlük duyular dünyasının belli nedenselliklerinden bağımsız. Bu yüzden özgürlük idesi ile özerklik kavramı ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlı. Özerklik kavramı ise usçu varlıkların eylemlerinin temelini oluşturan etiğin genel ilkesi ile bağlantılıdır. Kant, ulamsal bir buyrum nasıl olanaklıdır? Sorumu bağlamında özerklik (otonomi) ve bağımlılık (heteronomi) kavramlarını açımlar ve şu saptamaları yapar. Usçu varlık, kavrayış dünyasına girer, onun kavrayış dünyasına girmesini sağlayan nedenler bütünü ya da nedensellik ‘istenç’dir. Etiyopya ile Hindistan’ı hep birbirine karıştırdık, hayır Habeşistan'ı. Xeroderma Pigmentosum sayrılığından derbeder yani güneş ışığına çıkınca deride derin yaralar oluşur. Hindueli ve Srinagar, helezonik bir gizlemle, halk sözcüleri, uzayın yüzde doksan dokuzunu kapsayan karanlık bölge.

‘Emir erlerinin tarihi bu güne kadar neden yazılmamıştır anlayamam’. Yazılmış olsaydı, Toledo kuşatması sırasında açlıktan gözü dönen Almavira dükünün, emir eri Fernando’yu açlıktan nasıl hapur hupur yediğini öğrenmiş olurduk. Dük hazretleri, anılarında, emir erinin yumuşak, körpe etinin tavuk etiyle, beyaz eşek eti arasında bir tadı olduğunu anlatır. 1890’lı yıllar, Avrupa, Strauss ve Schönberg’in yeni ritm ve ses renkleriyle tanışıyordu. Zola gerçekçilik akımını, Dostoyevski Slav demonizmini, Rimbaud lirik söz sanatının ince örneklerini göstermiş. Nietzche felsefede devrim yarattı. Klasik, süslü mimarlık, yerini işlevsel biçeme bırakmak üzere. O dönem yazın sanatının eleştirmenleri, her türlü yeniliği, bir kargaşalık, bir gerileme olarak algılar. Araya girme ama tarih boyunca böyledir bu. Bir sanatçının ün salması için, orta kuşak tarafından denenmiş olması gerekir. Bugüne benzeyen keskin, hiyerarşik bir ilişki var. Öte yanda gençler, Gerhart Hauptmann otuzunda Alman sahnelerinde söz sahibi olmuş. Rilke yirmi üç yaşındaydı ve arkalarından başkalarını da sürüklemiş. Kaşla göz arasında ‘Genç Viyana’ grubu ortaya çıkmış. Ancak Hofmannsthal, tam bir fenomen olarak, o kuşağın güçlü tutkularını dile getirmekle kalmamış, on altı yaşında bir genç için büyük bir yazın olgunluğuna ulaşmıştı. Bu sanat hayatında süregelen usta-çırak ilişkisinin o kasvetli, uzun yolculuğuna tuhaf bir karşı yanıttır Hofmannsthal’in yaratımı. Loris takma adıyla gönderdiği şiirler, dergi editörleri tarafından usta bir ozanın yeni bir üslubu olsa gerek diye düşünülmüş ama, karşılarına, sıska, soluk benizli, ince sesli, bir erkek çocuğu çıkmış.

Şimdi de tiranımız Sulla girdi içeri, kızı sultan onun sultasında yaşar, çok gecikti ama, bölük pörçük konuşmaya dalmışız, absurt Camus yüzünden, adama hoşgeldin diyen bile olmadı, uyku sersemiydi, bin yıl uyumuş gibi, boşuna okumadınız diyor, çünkü; belki bu bölüm iyidir, belki bu bölüm, belki bu, belki, belki, belki dedi... Dikkat edin bunlar yalnızca vaat ederler! ve sabır taşını çatlatırlar. Ve bakın; "kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmaları, yüzyılımızın en önemli olayı gibi gelmiyor mu size, etobur hayvanlar caddelerde uyumakta, cinayetler sokaklarda geziyor, ırmaklarda ölü balıklar yüzüyor, sular can çekişiyor, kozmik yıkımlar, tufan yağmurları, altınsı, aldatıcı, sapsarı sisler ve sürüyle, uğultularla gelen bulutlar yollarımızı kesiyor..." İlk vaazlar dönemindeyse; Yahudi halklara yönelik, songün tehdidi olmasaydı, Hıristiyanlık ayakta kalamazdı... İsa, Sodom ve Gomore'deki sefih yaşamın, songün fobilerini çoğaltan dinsel yıkımlarla süslenen korkulardan dolayı, ahalinin, Hıristiyanlığa geçişini hızlandıran uygun koşullarından yararlanmıştır. Bir yandan da, songün gelmediği sürece, zamanın düşündüğümüz gibi bizlere cimrice dağıtılmadığı görüşüne de alışırız Pavlus Efendi... Ölürüz ve Tanrı yaşamına ulaşırız.
Ama inanın ki, Ata'yı at üstünde Voltaire okurken görmüşler Damascus yollarında, Midyat ayna demekmiş ama insanlık Dandanekan'sız yaşam düşünemiyor hâlâ, pardon, dikkat edin zaman olmasaydı tanrı da olmazdı ve Napolyon uzun görünmek için ayaklarını uzatarak oturur, yaverlerini de uzun boylulardan seçermiş kurnaz. İnsanın yetmiş yıl yaşadığını düşünelim (diyesim şu an yaşayanların tümünü tek bir insan ve yetmiş yıllık ömür dilimi var diye düşünelim), on kişi, yedi yüz yıl, yüz kişi, yedi bin, bin kişi, yetmiş bin, on bin kişi, yedi yüz bin, yüz bin kişi yedi milyon yıl yapar, insanın iki yüz bin yıldır var olduğu söyleniyor, gelip geçenler bir kolezyumu bile dolduramamışlar henüz, yorum sizin... Canım semazenim, tuğlu paşam zaman tek boyutlu olduğu için geriye dönemeyiz, zamanın oku geleceği gösterir. Temel parçacıklar dışında her şey yaşlanır. Bir biçim eskidiğin de parçacıklar özgür kalır ve kendilerini yeni bir serüvene hazırlar. Parçacık zaman dışı olup, bu nedenle büyüleyicidir, sonsuzdur ve gözlemlenebilir maddedir, ne ki 'gerçeksilik' bu düzeyde ulaşılmazlığını korur. Temel maddenin -parçacığın- oluşturduğu cisim, zaman içinde tek bir yöne taşınır, geleceğe, ama öz madde, parçacık bu durumdan etkilenmez. Zaman da oluşmuş madde de; geriye dönmez, döndürülemez, tersinemezdir. İleride, büyük babalarımızla, çocuklarımızın, çocuklarının, çocuklarını tanıma olanağı bulacağız. Biz varsak ölüm yok, ölüm varsa biz yokuz bayım yani Epiktetos demiş yeni mi duydum yallah şimdi yani yoksa, aaaaa!.. Bilincine varamadığımız, zaman içinde konumumuzu değiştiren devinimlerin tümüne zaman deriz. Bitimlenmez, dev bir palimpsest üzerinde yaşıyoruz kısacası, ayrıca çağımızı yargılayamayız, aynı anda hem yargıç, hem tanık olunamaz yücebey filân bıktım ...

Ablacığım, sonra Cioran geldi şunu dedi, bunlar hiç yorulmaz, flaneur, aylak dandiler, kaplumbağa yürüyüşlü, görüşlü, boşgezerler, işe yaramaz şeyler kısacası... 'Bu sabah banyodayken, radyodan (tv'den nefret ediyormuş) bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten sözettiğini duydum. Traş olmayı hemen bıraktım. Artık traş olmak neye yarardı?..' Eh, Demirci Umar'da (Ömer) sonsuzluk cesaretimizi kökünden yok edebilir dedi. Oh oh oh... Çin'e yürüyerek gitmek isterim, aya uçarak, Attar meğer selam yollamış, göz ve güneş aynı kökten gelir, söyleyin onlara, ama ışığın çevresini sonsuza dek bir karanlık sarmalar, peki sonsuz olan ne!.. Çok biliyorsun Vlad! Gölgenin olağanüstü esnekliğine, Krişna, yani karanlığa sonsuza dek bağlıyız. Güneşin atomu, gözün atomuna ışığın diliyle seslenir. Attar artarda selam yolluyor! Lenk Halit geldi, şimdi şu an, Van Kulu'dur kendisi, dünyanın fethi bitince, evrenin merkezi olmaktan ancak kurtulmuştur dedi. D, güldük buna. Heraklit, sakallı büst geldi şimdi, girip çıkmış daha önce, ama belki konuşmamışmış, aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz dedi ama Buda, güzel bir şey ekledi, yıkanan da aynı kişi değildir, bin kez söyle yine boşuna kardeşim, Buda ağlıyor, ne sıkıcı bir durum. Bir Orta Çağ köylüsüyle, Sümbülzâde Vehbi geçti. Tanrı dünyayı yaratmaması gerektiğini bir anlasaydı. Ölümün ölümüyüzdür belki de. Zaman rüzgâr gibidir, oynayan dalları, kalkan tozları görürsünüz, Aynaroz kadılarını, siber peygamberlerini, ama işte onu; rüzgârı göremezsiniz. Vahiy bir öfke değil, bir beklenti kitabıdır sonuçta. Sonra bir gün grafikerime, bilgisayarla eski bir vazo yapmasını ve sanal projektörle aydınlatmasını istedim. Sonra onu İsa'dan önce, üç bin yılında yapılmış bir Sümer vazosuna dönüştürmesini söyledim. Grafikçi bana vazo denizde mi karada mı bulunmuş olsun dedi, soru hoşuma gitti, vazoya bakarken, sıradan uzamdan çıkmış, boyut değiştirmiştik, uzam sanaldı, zamansa gerçek... Zamanı bilincimiz yarattı dedim ama duymadı. Mahâbhârata'da şöyle bir öykü vardır, usta ve çırağı kırda yürüyorlardır, bir ağacın altına gelip otururlar, hava sıcaktır. Usta, orada bir kuyu görüyorum, bana biraz su getirebilr misin der. Çırak kuyuya varır, bir genç kızla karşılaşır, konuşmaya başlarlar, aralarında bir sıcaklık doğar, çırak kızın testisini taşımayı önerir, köye kadar giderler, kız onu ailesine tanıtır, evlenirler, çocukları olur, kızın anne ve babası ölür, saçlarına aklar düşer derken, delikanlı günün birinde su getirmek için gittiğini anımsar, köyü terk eder ve aceleyle bir çanak su alıp ağacın altında bekleyen ustasına götürür. Ustası; neyse der, beni bekleteceksin sandım! Çünkü her şey genç kızla bakıştıkları anda olup bitmiştir. Odaya Selçuklu veziri Süleyman Pervane girer, ölüyordur, çocuğuna der ki gel sana yaşamda mutlu olmanın sırrını söyleyeyim, çocuk gelir, Pervane, şimdi de git, söylesem de nasıl olsa anlamayacaksın der ve ölür...
Kim geldi ki!.. gelir gelmez, kuyruklu yıldız iki başlı inektir dedi, erguvansa İsa ağacı, insan öleceğini bilen hayvandır, belki evrende; bir can ya da tek bir mineraldir, son dediğimiz de; sonsuzluğun bir parçasıdır. Son insan işidir halacığım, doğada son diye bir şey yoktur. Biliyor musunuz Napolyon, Louisiana'yı satmasaydı Amerika'nın dili Fransızca olacaktı. Söyleyen Danton mu, değil!.. Uygarlık tarihi, sonsuzca bilginin yok olduğu, birbirine açılan sonsuz sayıda uçurumlardır. Ama şimdiye değin kimse yeni solfej kuralları önermiş değil, telefonda Wyoming'den gelen sesle, mastürbasyon yapanlar var. Yunan ve Romalılar da, gerçekle kurguyu karıştırdılar, ırmaklarda, çağlayanlarda su perileri, orman cinleri görüyorlardı. Orta Çağ insanları ormanın kuytularında, kırların ıssızlığında, tek boynuzlarla (Unicorn) karşılaşıyorlardı, düşsellik sanal dünyalar yaratır ve gerçeğe sanal, sanal olana gerçekmiş gibi davranılır, Ornitorenk kuş mu, ensestlik, tanrının bir kaprisi olabilir mi, Voltaire son derece hoşgörülü biridir ama servetini köle ticaretine yatırmıştı. Pampalar, tundralar, taygalar, sığır gözlü ay, bir cismin hızı ölçülmüşse, durduğu nokta belirlenemez, durduğu nokta belirlenmişse hızı ölçülemez, ıvır zıvır anlatırsan böyle olur, cansızdan, canlıya, oradan da, düşünen (belleği olan) maddeye geçmişiz eşyA hatunum.. Düşünceyi kullanmayı Tutmosis zamanından beri biliyorduk dedi Tutmosis, şimdi girdi içeri! Ama bilgi de cehaleti getirir yani... Aa doğru değil, buna katlanamam işte! İyi de Anday'dan gelen telgrafa göre, insanoğlu usu aşabilmeliymiş, yoksa sonunda, usta bir dogmaya dönüşebilirmiş...

Barba Vasili paltosuna girdi uyudu kaç kere uyudu, yer mantosunda! Pelion dağı, Fars dünyası, Meotis gölü (Azak denizi), rüya tanrıçası Serapis, Vitzliputzli (Meksika tanrısı) Talokan’da, Hint Kerala’sında... Şiir umarsız Penolope’dir. Emanuel von Froben; Büyük Seçmen Prens Friedrich Wilhelm’in ahır yöneticisi. 1675’te Fehrbellin savaşında kendi atını prensin atıyla değiştirerek efendisinin yaşamını kurtarmış ancak kendisi yaşamını yitirmiştir. Her yerde her şeyde aynı şeyler oluyor. Lizbon’a Lizboa diyorlar. Vasco de Gama’nın Mekke’den dönen Hintli hacı dolu bir gemiyi içindekilerle birlikte yaktığından söz ediliyor. 17. Yüzyılda bir rahip, denizin yuttuğu yüzlerce Portekizliyi kastederek, ‘Tanrı Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama, dünyayı da onlara mezar etti' demiş. Portekiz’in en meşhur ozanlarından Sa de Miranda’da ‘bir kimyon kokusu için halkını yitiren krallık’ diyor ülkesi için. Keltler, Fenikeliler, Vandallar, Kartacalılar, Romalılar, Yunanlılar, Gotlar, Moritanyalılar, hepsi gelip geçmiş o sahillerden. İber yarımadasında beş yüzyıl kalan Müslümanlar balkonda o kadar eğlenememişler, Portekiz’in ilk kralı Alfonso Henriques’in İngiliz, Fransız, Alman ve Flaman haçlı birliklerinin desteğiyle Lizbon’un tepesindeki kaleye bayrağını çekince, çekilip gitmek zorunda kalmışlar... İkinci Dünya Savaşında, Hitler’in Alman general Rommel’i zehirlettiği söyleniyor, Portekiz’deki ormanlık ve yeşillik Cabo da Roca’da, yüz kırk metre yükseklikteki bir kaya üzerine çıktığınızda, hava açıksa Newyork’un bile görülebildiği biliniyor. Portekiz’de yerli halkın kökü İberyalı’dır. Selahattin’in iskeletleri, ardıçların tepelerinde ölüyor, ötüyor av borularının boğuk sesi. El Greco ya da Toledo’nun gizi. Kara evren. Bulut allahsı dumanlar, Isfahan ki dünyanın yarısı, Buhara mı yasaklı kent. Olanaklarım arttıkça, arzularım yavaşlıyor, bitmez tükenmez bir can sıkıntısı... Buraya kadar gelebildin mi!.. Eeeh! salt şu şiiri anlayasınız diye yaptı görümcem bu ka(la)balığı!.. Bu kadar zahmete değer mi? Sizi incitmek istemez ki, suflörüne, baldızgönülle, cehennem kolay kazanılmıyor diyor!..
"Bir bıçak saplı durur göğsünde, / Hangi su tasına uzansan boş; / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde. / Aynı siyah güneş, aynı siyah, / Aynı susayış, aynı koşuş, aynı... / Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, / Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı... "

Ölüs bir dostun.



*




HİÇ


‘Bakın işte bu Sezar / Nötrinomun akışında su / Alçaklığın boşluğunda Jüpiter / Kimononun içinde bir kuğu / Geliyor kırmızı at Borjiya / Po ovası kalçası Bükreş bu / Duasını saçıyor bir Efes / Fanus Jiyal içindedir durduğu / İşte şu gördüğün bir müon / Satürn tutmuş saçın döllüyor / Düşlerinde orakl bir nöron / Dişler iken kıyametin koptuğu’

Sözcük, hiçlikten yapılmış, dal boşlukta asılı duruyor, kanat var kuşu yok, uçuş var, kanadı yok, yörünge, çıplak odağı imgelerden soyunmuş, ışık, bin bir surat ama yansıtamıyor görünür olanı. Kuzenim Valente bir güz sabahı böyle söylemişti. Gylippos’un uşağı da ona üstü kapalı sözlerle kiremitlerin altında daha bir çok baykuşun yatmış olabileceğini bildirmişti. Lakonialılar gibi az konuşurdu Valente, az konuşana Lakonik derler bilirsiniz. Euripides’in, Telephos adlı tragedyasındaki ‘Kurnaz olan yalnızca Odysseus değildir.’ dizesine bayılırdı o. Bu tragedya kayıptır ama, Valente bu dizeden Homeros’a da öykünülebileceği gibi bir umar çıkarırdı kendine. Valente değilse de Vanina’nın evlenmek istememesinin nedeni ise Sulla’nın yönetimden vazgeçme nedeninin aynıydı: Romalıları küçümsemek. Sulla elini gözlerine siper yaparak, katırıyla, tam Appia yolu ayrımında, güneşin koronasına bakıp; ‘Napoli prensi hayvanların özel deyimle mobilyadan sayılamayacağını söylerdi ama düşes, hayvanların mobilyadan sayılması gerektiğini kanıtladı ve ileride başka bir karar verilinceye dek bunları kullanması kararlaştırıldı’ dedi. Bu karar şehirde yarasanın uçuşu gibi hafif bir gürültüye neden olmuşsa da, uygulamada hiç bir değişikliğe yol açmamıştır. İnsanlık tarihi sözde çok zaman alıp, uygulamada hiç bir yarar sağlamamış oyalanmalarla doludur. Vanina siyah sever demek olan melankolik deyimine karşı ‘faust’u, ‘neşeli’ sözcüğünü severdi. Dalgın Valente ise yine aynı sabah; fosforlu gaz çuvallarının üzerinde, bir drahmi, ‘avuç içi kadar’ Dorian Gray’de, ise su seneğinden iki çalgı var demişti bana... Miyaav!..

II
Ne, nedir?.. Yaban bir güneşte parıldayan İyon gemileri midir, Panoramik Pan ya da Peri Perikles midir, Eflâk neresidir?. ‘Bayraklar durup dururken tahta saplarından ateş aldı ve güçlükle söndürüldü, üç karga yavrularını yolun üstüne getirip yedi, artan parçaları da yuvalarına geri götürdü. Tapınağın birinde fareler altın armağanları kemirdi, hizmetliler kapanla bir dişi sıçan tuttular, bu da hemen kapanın içinde beş yavru doğuruverdi, ama bunlardan üçünü yedi. Hepsinden önemlisi duru ve bulutsuz bir günde bir trompet sesi çınladı uzun süre, acı acı öttü, bu ses o kadar şiddetliydi ki herkesin usu başından uçarak, kartalın karşısında umarsız kalan tarla faresi gibi, büzülüp kalmıştı.’
Nesnel bak kanser hücresinin güzel olduğunu kabul edeceksin, sürünerek geziyorsun kırmızı granüllü Mars toprağı üzerinde, genişleyip patlarken narin sporlar, taç yaprakları gibi ağlıyorsun. Her cenin erbezlerinden sinyal gelince üretilen erkek hormonuna batırılmazsa dişi olurdu, çocuğum yok diye üzülme, sırf bunun için Aziz Augustine, ‘Dışkı ve sidiğin arasından doğduk’ diyerek (bu olayı ve) kendini küçümser (ve) Apolenyen bir kültür yaratmaya çalışırdı. Ama gök çalkandı, erimiş bakıra döndü, kitap gibi dürüldü, dağlar yürüdü, eriyip toz oldu, atılmış yün gibi ak oldu. Güneş dürülüp toplandı, yıldızlar toz olup döküldüler. Atina’nın ilâhları ve sofistler ağlıyordu. İşte ki bunun için Sulpicius hançerli 3 bin kişi besler ve her şeye hazır bir genç atlılar topluluğunu çevresinde bulundururdu. Kente acısın, Sulla ile anlaşsın diye yalvarmaya gelen toyunları ve Bule üyelerini okla vurdurarak başından savmıştı. Gene de ölümden kaçamadı geceleyin boynunu ve yüz kaslarını parçalayan hançeri tutmak isterken avuçlarının da dilim dilim olduğunu gördük, böğrünü ve karnını da kuru bir ağaç dalıyla oyup, deşmişlerdi. Titus, Sulla’yı severdi. Onun bir karısı vardı, her Frigya öğlesinde, her İyon ikindisinde, çorbayı ölü bir erkek eliyle karıştırırım derdi. Saçlarından asılan Apşalom nasıl Davut’un oğlu olup Joab öldürdüyse, bu kadında bir öldürmendi.
Tanrının ruhu suların üzerinde hareket ediyordu der Tevrat ama, gene de bir ölüler kitabıdır. Nasıl III. Auguste, (I696-I763 Polonya ve Saxe elektörüydü) kendini ölümsüz sanıyor ve Yedi yıl savaşlarında Saxe’ı ve onu kaybediyorsak, ölüm yürek atışlarında saklı olup, alnımızın şakında yazılıdır. Ölüm törenleri, boynuzlu yılanın boynuzlarıyla işlenmiş Sardeis taşıyla bezeli koşumlar, yollarda parlak bir maddeden yapılmış pek süslü arabalarla doludur. Bu arabaları, Endülüs’ün, Tetuan’ın ve Mequinez’in güzel atlarını geride bırakan iri kırmızı koyunlar çeker. Sarmat kralları (Avrupa) Transilvanyalı prensler, Kıbrıs kızanları ve Urfa okulu kapanınca Kuzistan’ın Cundişapur’una sığınan Nesturiler bile içinde yolculuk eder. Ölüm sofralarında, özlem bitiren, ülkü yatıştıran, Lombardiya kekliği, Sisam üzümü, Girit geyiği, Ephesos tandırı ve mersin balığı yumurtası bile vardır (gerçekten menü budur). Korfulu keşişler, Cizvit eczacıları, İspanyol çeteler, Peru’dan getirilen ötücü kuşlar, İsa’dan yüzyıl önce Suevlerin reisi olan Ariovis’te, insan kemiğinden yapılmış flüt eşliğinde konukluk ederler. Sarı şallı, durgun görünüşlü Tunuslular ve bu dünyalı herkes, Chopen’in üzgünlükleri eşliğinde Ben-i Ahmer’in Guadalkivir’i gibi sessizce kederlenir ve gözyaşı dökerler. Bizler ölüyüz. Cennet ve cehennem dünyadır. Dünyadan gidenlere çılgınca gözyaşı döküşümüz, kahrolası bir ölü olduğumuzu anımsadığımız ve anladığımız için ölümümüze ve gidenin artık: ‘Gerçel anlamda yaşayacak oluşuna’ duyulan bir imreniş ve bir çıldırtı hummasıdır...
Övgüler sana gecenin ruhu, övgüler sana karanlığın tini
Ravendi’nin ölümü 9I0, İhvanü’s Safa toz oldu gitti... Mööö!

III
Herşena kalesindeki mezarlarından aşağılardaki kenti izleyen krallar, güneş tutulunca Küsuf tapınmasına durdu ve sakin biçimde Gustav Holst’un Gezegenler Suiti’ni dinlediler. Semiz Ukrayna beygiri besleyip, Litvanya köpeğine binerek yaşlı doğan ve çocuk olarak ölenlerin yurduna varmak için yola çıktıklarında; güneş ışığının demeti içinde titreyip duran kelebek, çölde oturup her şeyi bilen kendisi de dünyayla yaşıt Sfenks, iri yayvan yaprakların üzerinde yüzerek her zaman kelebeklerle savaşan Yecüc Mecücler, altın tüylerle kaplı, buz hakanının ülkesiyle karşılaştılar. Durgun yaz havalarında papazın bahçesindeki bostan kuyusunun başında, yığılı ekinlere buğu getirir diye, inek ahırında bile yatamadan kışı geçirdiler. Tolgasının üzerinde kanatlı bir aslan kabartması olan defne yüzüklü vandalla karşılaştıklarındaysa, hanın köşesinde yanık kilden yeşil küpler dizili ve ortadaki vazoda mor haşhaş çiçekleri vardı. Sayısız küflü ekmek yiyerek, fincanlarla acı su içiyor; göz bebekleri, deliğinden kızıl bir kor gibi parlıyordu. Kaçarken çalılar dikenler çarpıyor, ısırganlar dağlıyor, deve dikenleri baldırlarına batıyor ve amber gözleriyle, devasa kenelere benzeyen jelatinden tankerlere binerek, yıldız yurtlarının içinde, tragedya diyesim teke şarkıları söyleye, söyleye yol alıyorlardı. Kurrig kurrig!..

IV
Yemen valisi Ebrehe, San’a kentinde yaptırdığı kiliseye, Kinane kabilesinden bir Arap’ın yaptığı hakaretin öcünü almak için 570’de (peygamberin doğum yılı) Mekke’ye bir sefer düzenledi. Köpek yıldızının büyük çocuğu, insanın ölümlü bir bedenden başka yitirecek nesi var ki diye kendine kıydı. Lübnan dağındaki kule gibi düzgün burnuyla, Arap denizindeki incileri saklayan mercan, Seylan tarçını dudaklar... Diyesim: “la consolation des arts” -sanatın avutması- bütün bunlar.
Sadık, Belzora’dayken Merih dinini araştırdı, Sadık’a batan güneşin denize dalmadığını bildiklerini söylediler. Ölülerin ağızlarına pembe inci koyan Zigangular (Japonlar) gibi soluk kırmızı incili sofradaki Keldani ant içerek Tanrı Teutas ve meşe yaprağından başka konuşmaya değer konu olmadığını söyledi. Tidor ve Delhi baharatları gibi koku yayan saçları vardı...
İşte diyorum, asmalı kahveden bir insan gelip geçiyor, ne değeri biliniyor, ne bir vahiy iniyor, ne dünyanın haberi var, ne bir yaprak kımıldıyor. Yaklaşırsanız çok çekingen, sanki her şeyi sessizlikle yönlendirebilen bir yalvaç, suskunlukla yaşamış bu ahali. Kendilerini sessizliğin tadına bırakmışlar. Tembel krallar gibi başını çevirse, ötüşen kuşlarla, kırları görüp afallayacak! Vraak!..

V
Anadolu’nun limanları, körfezleri, iklimi, sınırları, ayazmaları, kiliseleri, panayırları, mandıraları, kantaronları (kentauros) fesleğenleri, lahanaları, Yunancadır. Arabistan geyiğinin yüreğindeki panzehir taşı vebayı iyi ederdi, ay taşı, ay ışığında büyüyüp küçülür, meloceus hırsızları bulur, üçgenin iç açıları toplamı yatay bir düzlemi işaret eder. Şeytan taşı cinleri püskürtür, akik öfke yatıştırır, yakut uyku getirir, zebercet ayın rengini soldurur... Vaktiyle çölün ortasında unutulmuş bir kum tanesi yazgısından yakınırdı, yıllar sonra elmas olmuş, şimdi Hint hükümdarının tacını süslüyor. Şşşt!

VI
Herkesin bildiği ve büyük Zind kitabında yazıldığı gibi insan ayrılmak için birleşir. Kirpiklerin büyücüsüyle Memphis’e gittiler, büyük hekim Hermes, ‘Sol göz yaralarını iyileştirmek olanaksızdır’ derdi. Bantu dillerinden biriyle konuşuyordu. Sur kumaşı kırmızısı gibi soyu tükenen kaplan, sonsuz evrenin hiç bir yerinde, sonsuz zamanın hiç bir anında, bir daha var olamayacağı için son bir kez içini çeker, yıldızlara bakar ve sahranın ortasındaki granitten ceylanı düşlerdi. Çekiç başlı köpek balığı durdu, Anka kuşu avlamayı yasaklayan bir Zerdüşt’e bakarak, tavşanlar toynak ayaklı olup, sineklerin kondukları eti çürüttüğü, iyilik için fırsat çıkar mı, kötülük içinse her an çıkar, bir suçsuzu cezalandıracağına, bir suçluyu salıver diyerek bana baktı. Horeb çölünde bir Tuareg demişti ki, Aşkı güzelleştiren onun yitirilişidir. Irmağın sisi gibi uçuk, sabahın ayağı gibi soluk, ak gecenin kanadı gibi sönümlüdür aşk. Kız makaraya mavi bir ipek sarıyor, sarı kedisi de ayaklarının dibinde yatıyordu, yüzü melek yüzü gibiydi. Avcının tuzağına düşmüş bir faun gibi inliyordu. Ağaç şeytanlarının keçi çobanlarına lavtalarıyla büyülü ezgiler çalışı gibi ağlıyordu. Bu ara (şimdi) yaban eşeklerine binmiş üç Arap peydah oldu, havadan uça uça bir kadın geldi, akbaba iskeleti uçar mı uçar, Afganlıların kurban ettiği kara buzağı gibi. Rus prensi Finlandiya’dan altı Ren geyiğinin çektiği bir kızakla gelmişti. Kızak kocaman bir altın kuğu biçimindeydi, kanatlarının arasında da prensesin kendisi vardı. Uzaklarda, kar sarayında otururdu, kara haşhaş çiçeği, Adonis’in çehresi, Hadrian’ın, Bithnyalı kölesinin sıcak dudakları gibi alışkanlık yaratırdı.
Annenin kutsal gölgesi altında yaşama karşı duyulan eziklik gibi, kente dokuz kapıdan girilirdi, her kapıda dağdan bedeviler indikçe kişneyen tunçtan bir at vardı. Kulelerde eli yaylı okçular durur, gün doğarken okuyla bir gonga vurur, gün batarken de boynuzdan bir boru çalardı. Solgun çehresiyle bir Çerkez bana bakıp gülüyor. Saray yolunda yaşlıca olan, bir kez daha bana bakıp korkunç korkunç gülümsedi, dehlizin ortasında Hakan ağza alınmayacak bir söz söyledi, tunç bir kapı ardına kadar açıldı, gözleri kamaşmasın diye elleriyle gözlerini kapadı, bir sirke küpünün yanında bir çocuk gördü, ayakları Havva kızlarının ayaklarından daha güzeldi (bir kardeşi vardı), genç bir bahadır palayı üstüme indirdi, çelik içimden vızz diye geçti ama bana bir şey yapmadı. Hakan silahlıktan bir mızrak çekip üstüme attı, daha havadayken kapıp iki parça ettim, beni okla vurmaya kalkıştı, ellerimi kaldırdım, ok havada yarı yolda kalakaldı, sonra Nubyeli bu utanılası olayı başka bir yerde söyler diye beyaz deri kemerinden bir hançer çıkarıp boynunu vurdu, adam ezilmiş yılan gibi kıvrandı, dudaklarından kızıl bir köpük geldi. Melek yani Haberci demek olan İncil tam ortamıza indi. Aşk böyle bir şey miydi… Kukurikuu!..

VII
Dinyeper ırmağının oralarda uzam yitince zamanında yittiği bir kuyu vardır, gökbilim / astroloji Batlamyus devrinin bilimsel dini idi, Stanpoli zehrinde yaşıyorum diyen ve üzerine Dakka tülleri ile Şam ipeklisinden fistan giyerek şan dersleri alıp Kalyoncu Kulluk sokakta yürüyen güneş apsisler hattından geçerken aya en yakın ve uzak olan bu noktalarda, göklere yükselen bu kutsal süngüler şehrengizi İstanbul diye haykıran su sülükleri vardı. Arabistan geyiğinin yüreğindeki minicik ak taş vebayı iyi eder, gökyüzünün kaygan salyası uzaklarda yüzerken, yıllarca kendi kabuğunda kozasını örerdi. Patrona Halil hamamının ilerisi Süleymaniye dedi. Kutsal gölgenin hafif Kafkaesk, birazda melankolisi altında başlayıp, içsel akışlarla süren roman sonunda bir hiçlikle karşı karşıya bırakıyor sizi, annenin kutsal gölgesi altında yaşama karşı duyulan ezikliğin dile getirildiği trajik roman, ana rahmine dönüş özlemi gibi, ‘Bekle anneciğim geliyorum’ demek istercesine, ‘Yakında, anne, yakında’ sözleriyle bitiyor. Ölmüş annenin ardından, ölüme duyulan özlem tam bir karayoru, yaşama karşı yaşamı hiçe sayan bir iç çığlık olarak alçakgönüllü bir aforizma. Bekle geliyorum anne! Ölüm sen bir hiçsin! Çünkü yaşam bir hiç! Hiçliği hiçlikle yanıtlayan bir betik. 145 sayfa ve bir hiç. Bu muydu diyeceksiniz? Yaşamın hayhuyu ve denetsiz akışı içinde, zamanın sizi yaşadığı yaşama karşı gerçek anlamda hiçlik duygusu uyandırıp, bunu gerçek anlamda algılamamıza yol açabilecek bir betik bulsaydım ‘Kutsal Kitap’ gibi ona sarılırdım. Çünkü görmek için anlamak gerekir. Çünkü gerçek anlamda bir hiçlik duygusunu kavrayabiliyor ya da yaşayabiliyor, algılayabiliyor olsaydık, yaşam böyle olmazdı... Tarihte ölümün yüceltilmesinden çok daha başka bir şey olurdu. Guguuk!

VIII
Sürülerini mağaradan mağaraya sürüp, küçük buzağılarını omuzlarında taşıyan deniz ahalisini Girit karidesiyle besleyerek, yıldız denizinden gelip, kanatlarından buzlar sarkan balinalarla çoğaltır, gemilerin omurgalarında dünyayı dolaşan şeytan minarelerini, uçurumların dibinde yaşayan kapkara uzun kollarını açıp istedikleri zaman geceyi getiren mürekkep balıklarının yelkeni ipekten, güneş gözü taşından oyma kalyonlardan, arp çalarak deniz canavarlarını uyutan denizcilerden, kaypak domuz balığının sırtında dünyayı dolaşan çocuklardan, kıvrık dişli deniz aslanları, uzun yeleli deniz küheylanları, keyifleri yerinde keçi ayaklı şen faunlar, kızıl altından lirleriyle deniz kızları, öyle ki yaban baldıranı yiyenler, kara kurbağa etinden çorba içenler, mavi bir kuş yuvasından çığlıkla kalkıp kum dalgaları üzerinde taklalarla dönüp dururken, iki benekli kuş karşılıklı ortaya çıkıp göğüs göğüse vuruşarak ıslık çaldı, önüne çıkan kara bir köpeği söğüt dalıyla kovaladı, keçinin boynuzu üzerine yemin etti, çiğ kömürde mine çiçeği yakıp dumanının dolambaçlarını göz süzerek içine çekti, sarı kükürt tüylü garip bir kuş öttü, aşağıda deniz gümüş bir kalkan gibi uzanıyordu, koyda balık kayıklarının gölgesi kıpırdıyordu, aşağıda, gece yarısı yarasalar gibi uçarak cadılar geldi, bir kuş kanadını değdirip suyu güldürdü, yüzü erguvan ağacının çiçeği gibi kül kesildi, sesi kısık ve bir flüt sesi gibiydi, bir mağaradan üç çakal çıkıp arkalarından dehledi. Tatarların ülkesinden ayı sevenler ülkesine geçtik, ulu göğün altında aya uluyan mağaraların pullu ejderleri uyuyordu, ağaçların kovuklarından ve hendeklerden geçerken Yecüc Mecücler ok atıyordu, geceleyin yaban adamları davul çalıyordu. Rahibe, bana tanrıyı göster yoksa seni öldürürüm diye bağırıp elini yakaladım, birden eli kupkuru kesildi, üstünde sıvama tavus gözü işli sırmalı bir giysi vardı, zıplayınca kırmızı pabuçlarının tabanı göründü, derken dörtnala koşan bir atın nal sesleriyle çınladı ortalık, ama ortalıkta at görünmüyordu, insanların vücudun gölgesi dediği şey tinin gövdesidir dedi. Köylerde oturanlar kuyuları zehirleyip dağ tepelerine kaçtılar. Magadealarla, ölülerini ağaç tepelerine gömen tanrıları güneşten korkup karanlıkta hüküm süren Aurantelerle, attan hızlı koşan at bacaklı Sibanlarla dövüştük. Bir taşın altından boynuzlu bir kara yılan çıkarıp kendimi sokturdum, bir şey olmadığını görünce korktular. Geceleyin İllel’e geldik, ay akrep burcuna girmiş ve ortalıkta, bulanık sıkıcı bir hava geziyordu artık. Haavv!

IX
Tekne kazıntısı olmam sıfatıyla hep hor görülmüşsem de büyüdüğüm de kır serdarı olarak herkesin imrendiği bir yaşam sürmüşümdür. Ama kırklı yaşlarda hizmetten azat edilince, sıkıntıdan balık beslemeye başladım, iki küçük balık, iki ayrı kavanoz içinde, aylarca iyi baktım, öylece yaşadılar, bir gün kavanozlarındaki suda bol oksijen olsun diye onları kurnanın altına tuttum, basınçla dalgalanıp aşağı yukarı çıkıyorlardı, hoşlanacaklarını sandım. Sabaha ikisi de sersemleyip yorgunluktan öldüler. Kulakçıklarından kan sızıyordu. Sonra anımsadım, katil balinalar, küçük balıkları, ringa sürülerini, bir araya toplayıp kuyruklarıyla denizi döverek onları önce sersemletiyor sonrada yem yapıyorlardı. Benim kurnalardan kavanozlara basınçlı su sıkmam, balinanın oyununa yani aynı sonuca yol açmıştı. Sonuç olarak: Ben bir katil balinayım... Tüit tüit!

X
‘Nuh efsanesi bir tahta kurdunun bakış açısından anlatılacak olursa ortaya nasıl bir yorum çıkar.’ Bir deniz canavarı, dalgıcın Şah Firuz’a getirdiği inciye aşıkmış, hırsızı öldürmüş, inciyi yitirdiği içinde yedi ay yasını tutmuş. Hunlar kuyuda tuzağa düşürdükleri zaman, şah, inciyi fırlatıp atmış. Bu öyküyü Prokopius anlatır. (Prokopius’un yaşadığı gezegenle ve halkla arasında sudan bir gölge duvarı varmış, bir tür perdeymiş, duman parabollerinin içinde kuş ve kuşku içinde yaşarmış, karşı elektron yüklenerek ağırlığı sıfıra indirilmiş tayy-i mekânlarda görünürmüş, hasılı öyle ya da böyle -söylentiye göre- bu Bizanslı epeyce bir hikmet sahibiymiş ) İmparator Anastasius bulana 500 kental altın vereceğini bildirmişse de inci bir daha bulunamamış. Lehistan kralı Sobieski’nin hükümdar yatağı, üzerine tellerle, firuzelerle Kuran’dan ayetler işlenmiş, İzmir ipeklisindendi. Bu yatak Viyana önlerinde Türklerden alınmıştı, daha doğrusu elektron yuvası gibi Osmanlıdan çalınmıştı! Cibinlik kubbesinin titreyen yıldızlarının altında eskiden Muhammet’in sancağı dururmuş. Hayfa müslinleri, Dakka tülleriyle dokunmuş aralıkları varmış. Rodos kamışları, Knidos sazları gibi ince uzun leventlere çok yakışırmış. Tiberius’un çevresinde cüceler, tavuslar övünerek gezinirler, sirenler zil çalar, patikalardan havalanan, ipek siyahı kuşlar-gürültücü kuzgun sürüleri havayı çınlatırken, tepelerin kavalcısı kolcunun kırbaç atmasına öykünür ve; sabırlı altın el, ‘Çıt yok koskoca ovada / Yapayalnız üzümler tütünler’ dermiş.
Nalları gümüşten atları vardıysa da, VI. Charles’e bir cüzzamlı deli olacağını söylemişti, öylede oldu, aşk, ölüm, delilik, resimleri bulunan Arap kartları gösterilince yatışıyordu. Güneş Kova burcundayken, Kova çağında, Kosova sorunu vardı. Güneş tutulumuna, Vietnam’da kurbağa, Paraguay’da jaguar, İskandinavya’da bir çift kurtun neden olduğuna inanılır. Yahudiye kralı Hirodes zamanında Abiya takımından kahin Zekeriya’nın karısı Elizabet, Harun kızlarındandı. Dionizos, hayır Lysandros çocukları aşık kemikleriyle, büyükleri de antlarla aldatmalı derdi. Ey Lysandros, gürültülü Hoplites’ten ve arkadan gelen toprağın oğlu kırmızı yılandan uzak durun buyurur. Kyros’un öldüğü Kunaksa savaşında. Yenilgiyi kışlağından kaçan sarı kanatlı bir ejderha ulaştırmıştı, çatılmış kalkanların sükünet dolu adasına, denizi turkuazdır. Çınıltısından su perileri kulaklarını balmumuyla tıkarlar. Ama bu garip gezegende dolaşırken, bir kum çölü gibi görünüyordu ortalık, gündüz bitip güneş batınca da gecenin denizlerine dönüyor çöl, birden okyanus olup ortalık balıkla doluyordu, en yakın yıldız (Tarık) görünür görünmez yine çöle dönüyor ve güneş batınca yine deniz çıkıyordu ortaya, orada bir yeraltı kemerinin gölgesinde suları sürenlerin türküsünü dinlemiştik… Şarkı, bu topraklarda herkes savaştı ve öldü, ölenlerin Allahları ve topraklarından başka ortak hiç bir yanları yoktu diyordu. Şarkıcının üzerinde balina kemiğinden bir etek, altında da çelik bir korse vardı. Zamanın modasıydı ve canlıya da benzemiyordu ama hareket edip ses çıkarabiliyordu. ‘Ejderha / (alabalıkla çiftleşmiş / fil doğuruyor). Bu bir şiirdi. Sanki bebek ağlaması gibi. Ikra! Ikraaa!..

XI
Işık saçsın ve inan olsun ki, Larende ve Gördes gibi avlaklarda, sekbanlar, samsuncu ve zağarcılarla birlikte cem’an 17000 kişi ava çıkardık. Padişahımız, ‘Kadın doğurur, erkek öldürür.’ der ve hiç bir zaman dişi faun avlamazdı. Bir gün Tavşanlı korusunda dolaşırken, yaban leylakları üzerinde, sanki fil kulağı, sanki lahana yaprağı cesametinde mor bir kelebek yakaladık, kelebeğin atmaca güvesi kanatlarında, Hering yanılsamasına benzer, baykuş gözü gibi iki göz vardı, öylesine ürkünçtü ki kelebeğe Elenlerin kinci, hırçın ve fesat tanrıça, uğru ve uğursuz kraliçe, kıskanç Hera’nın adını verdik. Av esnasında öyle açılırdık ki, kimi zaman Midilli önlerine bile düştüğümüzün ayrımına varmaz, açıkta balinalarla, deniz kırlangıçlarının sevişmesine tanık olur, sekban başı coşkuya kapılıp, gayetle ve gayretle havaya güvercinler, tavuslar, tellim sülünler salar yer gök tören şenliğine döner, bin bir renkle bezenir, hava kanatlar ve kuyrukların feykleri, dönüş ve taklalarıyla bir hareket ve renk cümbüşüne, coşkulu, usa sığmaz konfetilerle dolu bir irem bahçesine dönerdi. Avlaklarda neler bulunmazdı ki, çiftleşen erkeğini yiyen, serçe avlar örümcekler, kurbanını zehirleyen topuz (gürz) gibi böcekler, el büyüklüğünde, kuş kanatlı kelebekler, hayaleti andıran yusufcuk, ölü taklidi yapan çekirgeler, sayısız balıkçıllar, keşiş kuşları, kaşıkçılar...
Padişah, denize kaşalot gölü, lagünlere, dalyanlara, levrek yurdu derdi. Ava eski Bizans’tan ve sisler ülkesi Trabizes’ten, Pontus’dan kimi reaya ve keşişlerinde katıldığı olurdu. Konaklar terk edilip yaylaklara çıkıldığı zaman, yollarda kimi haseki ağası, dalkavuk veya cin fikirli maskaralar padişaha hoş görünmek için, pislikte oturur Eyüp’ten kıssalar, Sezar ordularının yolunu değiştiren Kaledonyalılarla ilgili gülünçlük ve tuhaflıklarla dolu anekdotlar, bin bir gece öyküleri anlatır, Homeros’dan ağıtlar, kör ozan Tamiris’ten (tilmizi) orfeler, epopeler okunurdu. Lundenburgh’dan, Romeburgh’a kimi atla, kimi kalyonla, kimi yayan yapıldak giden ve yolculuğu Tsargorad’da biten bir gezginin başından geçenler ve Apeninli Dante’den dizeler, ölüler ülkesi Ellis ovasına gittiğini savlayıp padişaha us dışı ‘Gehenna Öyküleri’ anlatan hünerli bir prens, düşünde kovaladığı tavşana havlayan tazıya ilişkin av masalları, sandal ağacıyla ırmağı geçip Atahualpalıların yanına varan, Akheron’da inançsızların ölüleri su yüzüne vurdu deyip dilbazlığıyla ilgi çeken bir serüvenci, avlanmaya giden erkekler ne avlayacaklarını mana duvarına yumuşak bir taşla çiziyor ve resmi çizilen hayvan taşın içinden (canlanarak) çıkıp hepsine saldırıyordu diyen bir fabl ustası ve güneyden gelme bir dengbej hepsi hepsi vardı doğrusu av sırasında...
Cehennemde yalnız Sarpens ve Lacerda adlı gök cisimleri parlıyordu derler ama burada da Erendiz ve Sekendizler parlardı hep. Adı söylenmemiş Yusuf ve onun kuyusu kadar derin bakar zebaninin bekçilik yaptığı ormanlarda avlanırdık. O ve bütün alem güzeldi doğrusu. Saksonyalı askerler Dankirk’e çıkarken bellerine kadar suya gömülmüşlerdi, şimdi cesetleri de öyleymiş. Bizde atlarla yarı belimize kadar bataklıklara girer, sazlıklarda kaybolur, sazan göllerinde gün ikindiye vurduğu zaman uzun gölgelerimizle dağlara vuran heyulalar olurduk. Deliktaşlı Ruhsati, Hayali, Kul Mehmet, Bağdatlı Ruhi, pişmanlık ve hata dolu yaşamından dolayı Hatayi mahlasını seçen Şah İsmail’de bizimle olur, neşe verip, şenlikli varsağılar, methiyeler, av kasideleri okur, patırtılar arasında kahkaha çiçekleri gibi açılıp saçılıp-bağırıp çağırarak, gürlenir, mutlanla dolardık. Bir de Knidos’ta evinin damından yıllar boyu Kanopos yıldızını gözetleyen Eudoxos vardı avcı kullar arasında. Kraliçe Elizabeth’in Sultan III: Mehmet’e armağan olarak sunduğu orgu, I699, 25 eylülünden beri çalan bir ticani vardı, gökte Fomalhaut’la, Güney Balığı’nın oralarda bir yerde oturur bize seslenirdi. Yalnız avlanmakla kalmaz, şifalı otlar, acımıklar, aylandız, şerbetçi otu, karamuk ve yemlikler toplayan kimi hekim ve meczuplarda bize katılırdı. Uzak eyaletlerden bir sayrı, ender bulunur ve yalnızca Gediz’de yetişir terafik otunu yiyerek akıl baliğ olmuştu, gene bergamot otu yiyen bir sametin dili çözülmüş, lavanta koklayıp, önermeyle sedir ağacının dibinde sabahlayan av katarından bir mefluç da şifa bulmuş, hatta ağır aksak yürür değil koşar olmuştu. Bu adam öyle ki 17 yıl boyunca atla gezdirilmiş ve ama iyileşince ömründe bir daha binit üzerine çıkmadığı söylenmişti. Apolyont gölünün oralarda Afrika’dan gelme tropik çiçeklerle dolu bir Habeş bahçesi vardı, kimi dermansızların eczasıyla, sarilerin sağaltımı buradan temin edilirdi. Avda hepsi işlentili 4000 havlu, 1100 yorgan, 800 çadır, 600 güğüm ve daha sayısız zerzevat katırların sırtında bizlerle yolculuk ederdi. Sonra bulut gibi sinsi yaklaşır Hilal-i Ahmer’e benzer bir cisim gökte belirdiğinde av ancak biter ve cem yolcu yurtluğuna dönerdi. Semipalatinsk, Astrahan, Novaya Zemlya’da acayip ışıklarla dolu nükleid zindanlardan hayırsız haberler gelip ahval düzelinceye dek; avın ikizi için dahi 4 yıl beklendiği olurdu. Avlara ışık ve ark dokunağı gibi atılan oklar öyle parlardı ki; ah, ah, diller nasıl anlatır...
Ama her şey ve her şey, o padişahlar, o avcılar, avlaklar, o yaratıklar, halayıklar hepsi bir gün geldi, yok oldu gitti ve her şey, her şey bitti. Her bir şey sisler arasında eriyip tükendi... Ölenler için, o incecik bedenler zamanla bir siluete, o sıska siluetler, bir hayalete, o zarif hayaletse, gökyüzünü kaplayan bulutlara karışıp, silinip yok olmakta derler… Platon’un ruhu, Afrodit’in bedeni, sonsuza dek Hellas’ın güzel gözlerine çekildi, baykuşla, cırcır böceği, kertenkele ve fare yedi dostlarım. Uyuuuu!..



XII
Zaman var, ölüm de var dedi. Kuzguni ve güneş başlı yılan, kapılara üç kez vuran ve eşiklere gölge düşüren zamandır... Ve zaman, sırtlan tüyü mezarlarda sessiz gülüş, sönmüş kor, kör kar ve ‘son iç çekiş köyüdür’ artık . İşte o köyden bir şarkı; söyleyen Agi Mishol, Macarlı!..
‘Esirgeyen, bağışlayan, tanrının adıyladır...’
...
‘Hepimiz buradayız- / Yeryüzündeki sıcak ve canlı herkes, / soğuk olanlar şimdiden / yerin karnının altına / saklanmışlar- / mutluluk avcıları, acının kaçakları, / kaprisli melekler kristal bir an bağışlamış onlara, / bizi birden şaşırtan bir okşayış- / birbirine sarılmalar, / kucaklaşmalar, / aşkın aşka akışı.
Ve birbirimize bakıyoruz, / her yüz tek ve benzersiz, / birbirimize dokunuyoruz / parmakların şaşkınlığı ve bilgeliğiyle; / yelkenleri indiren gülümseyişlerimizle / düzgün ve barışçı / dişlerimizi / gösteriyoruz birbirimize / heyecanlı, sıcak, / çekingen dokunuşlarımızla / (çünkü başka türlüsü her zaman dayanılır gibi / olmayan / ve karşındakinin gözlerinin aynasında / yanıtı pek belli olmayan bir bilmecedir).
Ve sevgi- / evrende esen o sıcak soluk / eritiyor gergin tenimizi, / çekip çıkarıyor derinlere gömülü göz yaşlarımızı- / bir şey seyrediyor içimizdeki bir yarıktan, / orada her zaman gören / bir şey / acıyor bizim insan oluşumuza, / acıyor uçmayı özleyen / zavallı kürek kemiklerimize.’
...
Hayıııırrr!..



*



HOMOHOME

Uzay boşluğundaydık. Mauritia ve Rodinya'dan geçiyor; ‘Cogito ergo sum’dan ‘Digito ergo sum’a doğru gidiyorduk. Otofazi artıyor, Triangulum yanıyordu. Çen Guangbiao oksijeni piyasaya sürmüş, Amele Birlikleri Miklagard’a kanal açıldığını görmüştü.
Kuarklar eşliğinde Satürn’deki ofisimize geldik.
Neandertal klonluyor, lemmingler ve kar tavuğu üretiyor, binlerce rüzgârla, bağırsak florası ve biyo yakıtlar gezegeni süslüyordu.
Tanca'da, manolya bahçelerini gördük, günbatımı Petra Vadisi'nden geçtik, mor külhani yeleleriyle Berberiler fener alayındaydı, eseme ve farmakoloji düşkünlüğü vardı.
Tartus'da onu arıyor, Flotilla 13'ü soruyor, Osirak nükleer reaktörü, Al Kibar plutonyumunun üvey kardeşi mi, diye hipotezler üretiyorduk.
Negrilisin’in hükmü sonsuza dek sönümlendi, anlağı kaotik Joyce, Hiçkimbaba, Cellatnemrut ve Numançiçeği diyor, fasit bir dairede Lübnan selvileri, kokularla bulvarlarda yürüyordu.
Işığın menisi, kurşun deposu penisler, Nepal biçemli uterus, egomenler ve küskün Sumatra, kent denizlerinde bir Grek vazosu gibi duruyordu.
Trigonometri ve tiktaklar dizisi yer değiştiriyor; Kato senatoda, tanrı ve insan türü kendi yarattığının yarattığıdır diyordu.
Kapitole yağmur yağdı ve Lord Harry yerde yetişen yonca yeşil olur diyerek gerçeği vurguladı.
Işıltılı çehre, Hint sümbülü ve havlayan kedi aramızdaydı.
O an, Büyük Brother, Düşler Atlısı ve stronsium bir ortaklık kurguladı.
‘‘Papa Peter her gece yatağına işer
Ayrımız gayrımız yok, böyle de olsa beşer’’
Fosfor yanığı merdivenlerin yarısına kadar geldi, eğildi ve medüzünden sıyrıldı, birden o tuhaf şey göründü, yarı karanlıkta, ölü deri parçasını yoklar gibi arandı ve kör hançeri güç bela derinliğe saplandı, sönmüş bir galaksi gibi hiçbir yaşam belirtisi yoktu, ikili sarmalda yaşlı siborgun çığlıkları yankılanıyordu.
Erdemliler ve meşaleciler gruplara ayrılıyor, çenesiz Çinliler ve tavus benliler çoğalıyor, Cem'de dünyayı Mars'a benzetiyorum, yaşam belirtisi var ama yaşam yok diyordu.
Göl kedilerinin soyu tükendi. Ranvier boğumları hız sınırını geçti. Galanthus -karga soğanı- güneşte de açıyor, kuvarsit ve arduvaz kayaçları, güz ertesinde sabır çiçekleri gibi patlıyordu.
Kambriyen dönem ve mastodontlar enzimi kendini yeniliyor, uzaklarda kabaran Tetis denizinde nautilus yüzüyor; San Andreas fayı açılırken, hydromeller ve puhuların gözleri saf karanlığı görüyordu...
Her izm biraz faşizm barındırır dedi Tarık, mineral yiyen ve elektrik içenlerin ülkesine geldik, Melkisedek ayini parıldıyor, Anka kuşu yumurtluyor, etekli bir İskoçyalı geçerken, kuzeydeki kulübelerinden el sallıyordu İskandinav köylüleri!..
Karanlıkta kuğular gibi esiyordu horoz rüzgârı.
Güney Haçı yanıp sönüyor, Karaağaç'tan herkes kaçıyor, tek bir insan oraya doğru koşuyor, Kız Kulesi’ndeki betikler bir şiire dönüşüyor ve sonsuzlukta 'Sayrılar Evi’nin kapısı özlemle açılıyordu.

Üç ayaklı keçi, uzun boylu masmavi tazılarla altın kapıdan süzülerek geçti ve O; hışımla kükreyerek ‘Pendafrodit’ olanınız kim dedi!..
Öne çıktım.
‘Tanrımız sizi görmek istiyor!’
Başımı öne eğdim ve ‘Şiir, insanın sonsuz yolculuğunda gizençli, eşsiz bir kanat sesidir’ dedim.



*



'İZEGKRAP

Bunuel'in ikonoklastı, bahar ve ölüm sıcaklığıyla, Agatha ya da modern bir çığlık düşünde, Nefertiti'nin gözleri, yeni biçem verilmiş Modman Jesus ve eril Mandonna'yla, sonsuz satranç oynadığı hermafrodit yoldaşı ve elinde haçlı kemanı; sanat usdışı, yaşam mantıksız mottosuna sarılarak, gezegen içindeki dünyayı yanına çağırıyor ve kedi insan ama insan kedi diye bağırınca, atın ölü olduğunu ve yeryüzünün de döndüğünü kanıtlıyordu. Bir orsiklet Fellini'ye baş kaldırıyor ve orada tozlu, yılan dili gibi bir şey; ben toprak değilim ama gerçekte toprak benim diyordu... Gezi Parkı ağlıyor, ağaçlardaki sincap heykele bakarak kızılderililere paranın yenmeyeceğini söylüyordu. (Digito ergo sum, pilgrim violin, chess infinite, earth in earth, ars irrational but vita unreasonable, Hitchock or scream modernismo, spring and death Caravaggio) Cadde-i Kebir sincap görene kadar ağaçlandırılmalı ve at ölü çünkü human konstruktvisttir diyordu. Sinarit balığı gülebilir, yüz devrim yapsam grafitiyle Zeus anıtına yazmam diyen teyzem, Kanalbul'a gideceğim ben, Stanpol devleti nerede, Argentina dostlarım, Argentina, resmi tarih işte, bak işte, '(Başka dünyaların egemenliğine doğru...) / Hatırlamıyorum ülkesinde, üç adım atıp kayboldum. / Çünkü başka adım yok, öteki ayağımı unuttum. / Anne, ben kimim? / büyük annem var mı benim... / Annem, babam, / ya kardeşlerim... / Kapıları çalmadan toplamışlar onları; / Çocukları size satmışlar / Hiç soru sormayanlara / Parası olanlara!.. / Anne, benim annem kim? / Küçüğüm, tarihi katiller yapar! / Annen, baban yok / Plazo de Mayo'yu unut / Perşembe'nin Delileri kim sorma! /
Öğren bunları!.. / Hatırlamıyorum ülkesinde / Öteki, / Adım, / Unuttum!..' 
Ah ne kadar sıkıcı, ya demek öyle dedin ha!.. Bak yahu ne dedim ki ben, dedim mi; Adam çölde sağa sola bakınırken birden devesi yok olmuş. Suyu, ekmeği, her şeyi kaybolmuş... Umutsuzca, karabasanlar içinde uykuya dalmış. İçini de bir ölüm korkusu sarmış. Bir zaman sonra çaresiz uyandığında, bir de ne görsün, deve baş ucunda duruyor! O kadar sevinmiş ki, 'Allah'ım, beni sen yarattın' diye haykırmak istemiş, ama dili sürçmüş, 'Allah'ım, seni ben yarattım' deyivermiş!.. Velev ki şeriata göre, gerçekte olsa, olmasa da, kulun dili sürçse bile, 'Aziz ve Celil olan' bunu hoş karşılarmış. İşte müselmanlık böyle bir hoş görü diniymiş evvel zaman içinde! Ne dedim ki dedim; Barış süreciyle, direniş süreci yan yana! Demokrasi istekleri bitmez, (domino teorisi gibidir, artık evren gibi genişleyeceksin, yoksa çökersin dedim) yavaşlarsa hükümet düşebilir, levanten çocuk diyorum, sen üç yüz yıllık topraklardan gökyüzüne bakıyorsun, Delaware'de en eski kitap kaç yıllık Meryem'in oğlu! Efes'te pilgrim ol, imansız köpek hükmü dinlese, güvercin güve mi öldürür! Senin dünya dediğin, barbarlığın pazarlandığı, insanlığın gammazlandığı Hollywood diye sarışının yüceltildiği bir gaita piyasası. Hasır taburelerde otur, AsiisA dediğin Antakya da peygamber oldu, gamlı baykuş seni dinliyor! Orası dünyanın aynası, tanrıyı yadsımak ve insanlığın ifritin kollarında uyuması, bugün gorillerin yanında yatıp kalkıyor olmamız, Özgürlük Heykeli'nin tacındaki dikenlerin tinimize batmasındandır ve gerçek gerçekten gizleniyor kafirun yollarında Leventolarado! 'Noli me tangere' de bakalım, iao oai, domuz eti mi yedin, kokoreç kapitalizmi; bağırsaktan en yüksek kâr nasıl elde edilir gibi, utançsız kazanmanın gizi, Marks kokoreçizm dese her şey daha iyi anlaşılacaktı belki, nedir bu ayo gayo azizim!.. Hepimiz kuyrukluyuz, bazılarının kuyruğu asasıdır, bazılarının kasası, kuyruğun ne ki senin, sübyanın var mı ki! Bak ben şimdi ne diyorum; 'Gezi Parkında Dolanıyorum, Yitirdim Cennetimi Aranıyorum, Senin Selamına Güveniyorum, Gel Otur Yanıma Hallerimi Söyleyim, Halimden Anlamıyor Ben Onları Neyleyim, Gezi Parkından Gelsin Geçilsin, Kurulsun Masalar Şarap İçilsin, Herkes Sevdiğini Alsın Gezilsin, Vurma Behey Vurma Ağaçlar Ardına, Kimseler Yanmasın Benim Derdime, Gezi Parkında Defne Gülüm Var, Hey Allah'tan Korkmaz Sana Ölüm Var, Ölüm Varsa Bu Dünyada Zulüm Var, Gel Otur Yanıma Hallerimi Söyleyim, Halimden Anlamıyor Ben Onları Neyleyim...'  E bak ama, bir gün Bohr ile Einstein kırda kuantum kuramını tartışarak geziyorlarmış, tartışmanın hararetli bir anında, karşılarına ayı çıkmış, Bohr, hemen ayakkabı bağcıklarını sıkıca bağlamak üzere eğilmiş, onu izleyen Einstein "Yahu Niels ne yapıyorsun, ayıdan daha hızlı koşacağını mı sanıyorsun?" diye sormuş, Bohr'da "Hayır Albert, ayıdan daha hızlı koşacağımı düşünmüyorum, yalnızca senden daha hızlı koşmayı düşünüyorum" demiş! Bohr 'la değilse de Einstein'la çok iyi arkadaşızdır Levent!.. Çağımızda bir çocuk az, iki çocuk fazla, 'avm' istemiyoruz, hayvanda yiyor, karnımız toksada her yerimiz aç, şiir dinleyerek ruhumuz, Kuran dinleyerek gönlümüz doysun istiyoruz! Deli İbrahim kanalı istemiyoruz, köstebek yuvası kent istemiyoruz, melez Malezya istemiyoruz, dünyanın en arkaik kentine, kanal açan pamuk çeltiğimi sulayacak!.. Her adımda Deli Dumrul köprüsü istemiyoruz, kentin bekaretini bozan gökdelenlere iman mı edilecek! Batıda kiliseden yüksek yapı yok, varsa kilise yok! Peygamber, bugünleri görse, Kuran'a yeni hükümler eklerdi! Düşünen bir toplum istiyoruz. Yönetilen bir toplum istemiyoruz!.. Arzu'nun karanlık nesnesinin canı sıkılmış ama; 'Vezüv gibi yanan ağzından inip, gövdeni; bacakların çıktığı yerlerini okşadım! (Bir atmaca gergin kanatlarını topladı, çayıra daldı.) Sağrını öpüyordum! (Bembeyaz göğüslü minicik toy kuşunu, havaya kaldırdı kuş.) Kokun çıldırtıyordu! (Ufacık bir tipi gibi, tüyler döküldü kuştan.) Alev alev yanıyordum artık ben! (Otların üzerine düşen tüylerin ışıltısı, parıldıyordu güneşte...) Benimsin diye haykırıyordum!.. Ahh ah, beyaz yeleleriyle ölümsüz bir Yunan tanrısı gibiydi, sessizliğin sesi, susarak yaşıyordu sanki, değeri bilinmedi demeye gerek yok, değeri bilinenin değeri ne ki, değeri bilinmeyenin değeri?.. Değer, belki de göklerin terazisi!.. Levent, geçenlerde erguvanlar eşliğinde, yandan çarklı vapurla boğaz turuna çıktık. Tam dönüyoruz derken, kaptan Karadeniz'e çıkmasın mı, ne yapıyorsun dedim!.. Bir sürprizim var dedi, az gitti uz gitti, bir körfeze girdi. Bak dedi; Erguvanlı olana, Öküz Geçidi derler, bu avret gibi namütenahi uzanan 'Koyun Geçidi!..' dedi. Namütenahi dedi Levent, namütenahi dedi! Boğaz varken kanal mı açılır dedim, açıldı dedi, halk arasındaki adı; Deli İbrahim kanalı, yahu az önce söyledim duymadın mı dedi!.. Kim demişti yahu? Neyse, ben Müslüman adamım, haklılar dedim. 'Körün istediği bir göz, Şeytan vermiş iki göz!..' Kaptan öyle bir kahkaha attı ki, uyandım! Düş görmüşüm!.. Motosiklet yolda birine çarptı, kimse yardıma gelmedi diye insanlık öldü mü diyor sihirvizyon! Her zaman söylüyorum bunlar halk düşmanı, oryantal terbiyeye göre; insanlar başına toplanacak, çığlıklar atılacak, ehli Müslim bir oto duracak, kazazede karga tulumba bindirilecek, biri son soluğunda yüzü gülsün diye ağzına duman verecek filan! Bak, bedenim bir tane ama bir adım sonrası için sonsuzca açılım yapabilirim! Her insan bir dünya ama avuç içi kadar acılarımız, bu büyücül dünyayı yıkıyor nasılsa, aslanı arı haklıyor, arıyı rüzgâr!.. Ne var kardeşler ne var!.. Hindistan'da, müslümanlar 'bir inek öldürmüş' diye yaygara çıkarsa birkaç dakikada bin kişi toplanırmış, Müslümanlar 'bir insan öldürdü' diye yaygara çıkarsa ancak bir kaç kişi toplanırmış. Çünkü inek kutsal ve tanrı katında sayılırmış!.. Sözü biraz uzat, anlaşılır olma, anladığını yine yine, ne diye okur ki insan!.. 'İnsan olmak erdem gerektirir, kimse tek başına ben insanım diyemez, gradosu olmalıdır kişinin ve insan olmak ulaşılabilen bir şeydir. Aksi yani insanlıktan uzaklaşmak içinse, bir şey istenmez, hiç bir şey aranmaz insan olmamak için, kötülük yapmak, insanlıktan çıkmak için istemek yeterlidir, ama insan olmak için onu istemek yetmez, deyim yerindeyse başkalarının onayı ya da iyilik ve insanlığınızın kabul görüyor olması gerekir. Az gelişmişliğin olduğu bir yerde, yaşadığınızı anlamak istiyorsanız, tek bir şeye bakmanız yeterlidir, herkes kötü olanda kolayca hemfikirdir, asla kavga etmezler yerden yere vurma konusunda, ama bir şeye özüyle sözüyle 'İyi' demeye kalkmayın, diyen bir süre sonra sözünü yadsıyacak, karşı çıkanda yok o kadar da kötü demek istemedim demeye başlayacaktır. Ayrıca bütünüyle kötü ya da iyi demek gibi mantaliteden yoksun, içerikle bağlantısız, boşlukta dönen, deyim yerindeyse sudan bir bakışı, zahmetten uzak, sonu eğlenceye varan ve volümü değişmeyen bir alışkanlığı vardır. Az gelişmişlikte hiç kimse ne dediğini tam olarak bilemez, sözcüklerin çevresinde döner dururlar, çünkü gerçeğe, eyleme ya da yaşama bakarak değil, ne söylemeleri gerektiğine bakarak konuşurlar, bu yüzden düşünceler temelsiz, kanıtlar inandırıcılıktan uzak, eleştirilerde bağlamlarından yoksundur. Az gelişmiş toplum, yaşamın ve gerçekliğin hemen hemen dışında, gördüğüyle değil görmek istediğiyle bütünleşir, onunla iç içedir, eğrisiyle doğrusuyla esemesi, işin özünden uzaktır. Bu yüzden ona illüzyonlar sunmaya gerek yoktur, o tansığı bizzat kendi eliyle yaratır. Us dışı ve inanılmaz olanda budur, kendi illüzyonunun bulgunu, bizzat ona kapılması istenen, onun için uğraş verilen toplum ya da kişidir! Sonuç olarak az gelişmiş toplumu yönetmeye gerek yoktur. Bundandır otorite de alabildiğine içe kapanık, durgundur!..' Çok uzattın ama, yine de diyorum ki, diyor o; Grek ve Latin kültürü, orta doğu ve Afrika uygarlığının tilmizidir, batı bizi aldattı!.. Öyle olsa ne değişir, kültürün anayurdu yok ki! Bologna'ya git, dünyanın ilk üniversitesi yazıyor kapıda, Harran'a gel, a'şirret dünyanın ilk üniversitesi bu toprağın altında diyor! Luksor'a gelince rehber yeni bir müjde verecek! Sorun ne? Grek kültürü bizim diyememek... Homeros biziz diyebilseydik, bugün yerimiz barbarianın üstünde olurdu Zizek! Solon, Demokritos hep bu toprağın insanı ama Grekçe bize yabancı, Fuzuli, Hafız, Gazali senin dilinde mi yazmış! Mıgırdıç Margosyan Türkçe yazdı, Sadık Hidayet İsveç'te oturuyor, Ergenekon Gobi çölünde kaldı, Hatayi Yavuz'a kılıç çekti, tümü bizim, Homeros'a gelince gâvur İzmirli! Kılıç çektikleriyle aynı sofraya bağdaş kuran kim?.. Arkadaşlar, imparatorluğumuz içerden ve dışardan kuşatılmıştır. Yedi düvel bize göz koymuştur, ama gerçek sorun içerdeki hainlerdir, onlar Samsun'a çıkıyor, Ankara'ya gidiyor, bizi bölmek hatta yok etmek için hile ve desiseye başvuruyorlar, hilafete karşı çıkıyorlar, Frenk işi bir hokkabazlığın yönetimini kurmak istiyorlar, biz her şeyle baş edebiliriz, Viyana'dan Fizan'a kadar kılıç salladık, atalarımızın yüzünü hiç bir zaman kara çıkarmadık, ama bugün bizi kâfirler değil, içimizdekiler yıkmaya çalışmaktadır, işimiz zor ama Tanrı yardımcımız olsun!..  Bu tümce bugüne uyarlanınca bir çelişki ve de komedyadır. Ne anladın sen bundan,Yazılı Gazel 1966'dan; '  Hiçbir şey anayurt gibi olamaz. Hatta / binici bile. Yüce tan vakti boş alanda, /  rehberlik eder bronz bir savaş atına / akarken zaman, ne bronzdan, ne de / başkalarından çekinir. Ne de israf ettiği / savaş küllerinden Amerika’nın ovaları /etrafında ya da kalan bir dize veya bir / serüven üzerinde o da değilse tamamlanmış / bir hayattan kalan bir anıda onların / görevlerinin dikkatli egzersizlerinde. / Anayurt gibisi yoktur. Ne de onun bayrağı / gibi. Hatta zaman bile yüklü mücadeleleri / ve tahribatları ile sürgün sonrası, bölgelerin / ağır ağır yerleşen insanlarıyla, / alabildiğine uzanarak seher vakti ve günbatımından / içeri, ve daha da yaşlanan yüzler ile kararmış / aynalarda, isimsiz kararmış ıstıraplara katlanmış / bütün gece şafak sökene kadar, ıslanan örümcek / ağı ile siyah bahçeler etrafında. Anayurt, arkadaşlar / bir yasadır, dünya döndüğü müddetçe. / Anayurt gibisi yoktur, fakat biz, hepimiz eskiden ettiğimiz / yeminlere sadık kalmalıyız. Bu centilmen insanlar / ant içmiştir en iyi Arjantinli olmak için doğdukları /evde alınan yemine. Biz bu adamların geleceğiyiz, / hatta bunların ölümlerinin gerekçeleriyiz. / Görevimiz fevkalâde ağırdır. Miras bırakılmıştır / ruhumuza bu insanların ruhu tarafından; / ve bu mirası korumak bizim yaşam sebebimizdir.' Cadde-i Kebir sincap görene kadar ağaçlandırılmalıdır. Alzheimer adam aynı şeyi defalarca yazıyor!.. Doktor ya da çömezi asistan, mujiklerin bu işkence veren, acayip kokularla dolu, kucaklarında çocuklarıyla göçmenler gibi insan ruhuna perişanlık veren manzarası biter, osurgan otu, lotuslar, orkideler kokan, parfümlü darphane-i darb-ı meseline gider, nice dövizleri beğenmezdi! Peki ya nerede o, yoksa kovuldu da, kovuğunda, sayrısız insan mı üretiyor Frankeştayn! Yoksa nedamet mi getirdi, yoksa değeri bilinmedi, Harlem'e, mujikler mahallesine göç mü etti!.. Bir gün karanlıkta, yoksa ben yerde biten ot muyum dedi! Yalan rüzgarı bitti, şimdi Newyork'la çapul takasının zamanıdır! Çemişkezekli sir bu işin içinde yoksa, Çoban çavuş sözünü edemiyorsa, elbette, payitaht İstanbul değil mi diyen manken ve dizi finosu monden ve aşk doktoru şiirisyenle kalkışma zamanıdır! Altius, fortius, citius!.. Ama içlerinde belki kılıç balığı vardır... 'Bu bir kılıç balığının öyküsü /  Yazılmasa da olurdu. /  Ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu / Uskumrunun arkasından gidiyorduk /  Sürünün içinde ben de vardım /  Sırtımda bir zıpkın yarası / Mutlu olmasına mutluydum / Nedense gitmiyordu kulağımdan / Bir türlü o "ağ var!" sesleri / Deniz kızı girmiş düşünceme / Ben iflah olmam / Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı / Dolanınca ağa çok geçmeden küserim / Bir çocuk bile çeker sandala beni / Bu kadar ağır olmasam / Beni böyle koşturan yaşama sevinci / Kanal boyunca bir o yana bir bu yana / Siz yok musunuz, siz derya kuzuları / Kestim kılıcımla karanlığını dibin / Yakamoz içinde bıraktım suları /Ah aysız gecelerde olur ne olursa / Sırtımda bir zıpkın yarası / Atın beni mor kuşaklı bir takaya götürün / İri gözlerimde keder / Kılıcımda hüzün / satın beni, satın beni / Rakı için!.. ' Muh; kemik iliği demek, alef; evcil hayvan demek, et; emir kipi, yerine getir, uygula demek! Kemik iliği evcil hayvan üret demek mi muhalefet!.. Doğuda, nerede bir kalkışma var, bütün Deli Dumrullar ordadır ve karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir mottosunun narin esrikliği yaşanır. Kültür anıtımız yayınevi hemen atlar, tanıtım yapsa bu kadar sempatizanı ahirette toplar. Şanını savcının ayağına gidip benim kitabım muzır, dava açmazsan ezerim, adımda Bikir gazelinden elde etmiştir. Ver elini mübarek gaza... Doğuda bir tavşan bırak ortaya, kaç tazı peşine düşer bilinmez! Sayamazsınız! Üstelik tazıların arasında, kaç tazı vardır Afgan cinsi, kaçı kırmızı tilki, belli değildir! Sözlerin kenef gibi Kinova, dinle bak, sen bir Hinoğlu hinsin Ahiyak! Fütüvvet ile şair olma devri kapandı, o Sepetçioğlu zamanındaydı. Manganezin tiniyiz,  Cyrano suflörlüğüne soyunan tiyatrocuya inananların piriyiz. Saçmalama gene, yineleyip durma geveze!.. Otobüse bindim, Kadıköy'e geçip bir temiz hava alayım dedim. Sürücü köprünün ayağında herkesi indirmez mi! Çaresiz indim. Aaa! her yer kafe, restoran, peyzaj kulübesi. İnsanlar şen şakrak ve mutlu!.. Çekinmedim sordum adama; Hangi devirdesin, köprü trafiğe kapandı, seyri alem salıncağı oldu, insanlar azaldı, bak aşağıda Kondor gibi kanatlarını açmış gemi, gerçekten bir seyrüalem gemisi Fellini'nin düşleri gibi geldi geçti! Küçük dilimi yutacaktım ama adama, bunu nasıl yaptınız dedim?.. Dedi ki, bak herkes siborg, kadınlar manken, erkekler metromani, yeryüzü artık sorunlarını çözdü. Trafik bitti, on üç çocuk yap gocuk vereyim diyenlerin dönemi geçti, her yer Turkuvaz, her yer mutluluk yuvası, savaş gibi bir şey yok dedi!.. Nasıl olur da biz bu işi beceririz, bunca kavga, kumkuma, emperyaller, dış mihraklar nereye gitti?..  Acı haber tez duyulurmuş, adam korkunç haberi verdi! Dünya bize kaldı kançılarya, emperyaller aya gitti! Türbanlı eşimmiş dürten, kalk bir dua et, bunca saat uyunur mu edasız deyince anladım. Düşümde düş görmüşüm! Düşüncenizi değiştirmiyor musunuz, çünkü düşüncesini değiştirebilen tek yaratık insandır, sen de skolastik adamsın, bitmez tükenmez can sıkıntısı gibisin; 'Bir bıçak saplı durur göğsünde, / Hangi su tasına uzansan boş; / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde. / Aynı siyah güneş, aynı siyah, / Aynı susayış, aynı koşuş, aynı... / Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, /Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı... ' Sıkıldım Lethe, vur fakat dinle! Yine mi oooffff; 'Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan / diyorum ben. / Ağır metaller gibi, / uzaysı sevi ve ah ki / bakılışı güzel. / Reyhansı tözden ve süzülen, / bir Sümer koku, / Arzunun karanlık nesnesinden. / Alkeion ki doğrulur korulardan, / bir masal geçiyor burada / bir taç yaprağı, / leylak büklümlü, / bir kara yoru. / Irmak bir peri geçiyor / ölümlerden diyorum ben.' Serinledin mi Arsinoem, bak büyük devrimci, Clark Gable benzeri Che Guevara'mız, ömrünü böceksavarlığa adayan, tüyü bitmemiş yetim dostu, kostümlü gerillamız, içimizdeki sarışın İrlandalı, sihirvizyon ankormanı, açın, açığın, uçuğun kadim yoldaşı, Fidel'in, Kaddafi'nin, Lenin'in arkadaşı, Marks'ın sırdaşı, Vefa'nın candaşı, komedyenin, ojelinin, sürmelinin yandaşı... Büyük İsyankâr, minik İskender, yolun açık olsun! Amanpour, sen de bizi bırakma! Kavanoz dipli dünya, Hepimiz kardeşiz, bu kara günde CiaNürNeşiz bacım!.. Aşil (Akhilleus) bir barbar, bir saldırgan, Hektor, bir yurtsever, bir kahramandır. Ama tüm kaynaklarda Aşil kahraman, Hektor acınası, surların önünde sürüklenen bir humandır. İlyada'ya zaman içinde ekler yapılmış, iş bilir için zor değildir... Che Guevara, bir tür Hektor, İsa öyle, Hitler'i Moskova'da durduran, yurdunu, ülküsünü barbarlara karşı savunan herkes Hektor, Hektor hariç!.. Batının her tür demogojik bombardımanı, İskender kültür götürdü, Attila barbarlık getirdi yalanı, bu anlayışın anlağımızda değil, genlerimizde yer etmesine yol açtı. Batıl olanın sözcüsü, biz düşüncelerimizi açıkça söyleriz diyor, diyorum ki, barbarlığın ar'kaplanı, soykırımın papası, nükleer öldürümün patentine sahip bir ırkın ahfadı olan; Voltaire gibi düşünceni belirtme hakkına sahipsin ama, öldürenle, gidenlerin acısını paylaşmaya benziyor, seninle kıbleye durmak!.. Dünyadaki her şey senaryodur, senaryo bile, ozanım aydın değilim, aydınım ozan değilim, hangisi olasıdır sizce? 'Şarapla doldur tasını, toprakla dolmadan, dedi Hayyam / Oradan geçen uzun burunlu, yırtık pabuçlu adam, / Dedi; benim bu nimetleri yıldızlardan bol dünyada /  Değil şarap almaya, ekmek almaya bile yetmiyor param!..' Ey ahali, beyaz yaka suçları, renksiz, kokusuz, tatsızdır, gözle görülmez, elle tutulmaz, ey cemaati müslim ve şark mazohisti, okumanın tekeli mi olur, sadece beni okuyabilirsin öyle mi, bunları eleştiremeyen toplum, kütüphane içinde dolaşan fincancı katırıdır! Bilinçsiz halk ve kalpazan talkçı rol kapma yarışında, tiyatro oyuncusu Bergerac suflörü bu ülkede, iki de, şarlatandır belki de, bir yazar bana mail gönderdi imza ver diye, Delaware'den toplanıyor imzalar, bu yazar ya Sadi ya da saki bilemem artık... Emperyalizmin, içteki emperyalist uzantıları olamaz mı, yurtsever konumdalar belki de, Tanrı bile sahte profili ayırt edemeyebilir... Fanterotik, Merhaba Türkiye'nin sayılı satılmamış kanalı. Telefonlarınız sürekli meşgul çalıyor ne yazık ki ordan ulaşamadım. Şu an sinirden elim ayağım titriyor. Ben Ankara Elvankent'te oturuyorum, Sincan'a çok yakınım, ofisim Eryaman'da, yaklaşık yarım saat, bir saat önce ofisten çıktım eve gelmeye çalışırken, tüm yolların kapatıldığını gördüm ki, gittiğim yol düz gidersem Sincan'a varıyor. Evime varabilmek için sola dönmem gerekiyordu, mantıksız bir biçimde tüm kavşaklar tıtulmuş, yalnızca düz gitmemize izin veriliyor, ilerde sola dönüşe izin verilen yer, Sincan'a çıkan yol ve  U dönüşü yok! İnsanları zorla, yolları kapatarak, Sincan'a çıkarmaya çalışıyorlar ve tepede sivil bir helikopter, eminim kamerayla kayıt altına alıyorlar, kalabalık görünsün diye de yolları yalnızca Sincan'a çıkarıyorlar! Lütfen gündeme getirin... Yahu nereye geldin! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; 2004 yılında İstanbul Mecidiyeköy’de bir gösteri esnasında biber gazından etkilenen Ali Güneş isimli kişinin başvurusunu, başvuranın yüzüne biber gazı sıkılmasının bundan kaynaklanan zihinsel ve fiziksel acının kötü muamele oluşturduğuna ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesine aykırı olduğuna ve Ali Güneş’e 24.600,00 tl. tazminat ödenmesine karar verdi. Özellikle kapalı yerde biber gazı kullanılması ve kişinin hedef alınarak doğrudan yüzüne biber gazı kullanılması, masum bir toplantıyı dağıtmak için gereksiz yere biber gazı kullanılması bu açık ihlali oluşturuyor. Yapılacak iş: Biber gazına maruz kaldıktan sonra bu durumu belgeleyin. Fotoğraf video v.s. Hemen bir hastaneden rapor alın. Cumhuriyet Savcılığına bu belgelerle baş vurup şikayetçi olun. Savcının takipsizlik kararı vermesi halinde bu karara itiraz edin. İtirazınız da olumsuz sonuçlanırsa; Bir ay içinde Anayasa mahkemesina başvurun. Anayasa mahkemesi de talebinizi reddederse 6 ay içinde AİHM mahkemesine başvurma hakkınız var. Not: Ayrıntılar için 04.06.2013 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski yargıcının “Biber Gazı : İnsan Hakları İhlali” başlıklı yazısını okuyun, bu akşam için toplu olarak; Starbucks'taki revirde tıbbi malzeme var, hekim var, ulaşabilenler faydalanabilir paylaşın, Taksim Sheraton otelde 3 ambulans ve acil müdahale ekipleri var, hazır bekliyorlar, lütfen paylaşın, mühendisler odasında doktor ve tıbbi malzeme hazır, lütfen paylaşın, şu an aktif revirler, Gezi Parkı'nda Sivilinsiyatif'in, Deniz Cafe'nin, Divan Oteli önünde ve Gezi Cafe'nin yanında, yaralı arkadaşlarla paylaşın, ulaşın. Bir yüksek kimyager olarak bir yanlışı düzeltmek istiyorum. Biber gazı kimyasal yapısından dolayı aktif bir kimyasaldır asitlere karşı duyarlı değildir yani limon biber gazına etki etmez aksine etkisini artırır. Bazik bileşenler kullanmalıyız en kolay bulunanı ve en ucuz olanı karbonattır. Karbonat biber gazının yapısını bozar yağ ve tuza çevirir ve gazın etkisini büyük oranda düşürür. O yüzden sizler karbonatlı su hazırlayıp uygulayın. 1 litre suya 1 yemek kaşığı karbonat ilave edip çalkalıyoruz hazırlanışı bu kadar basit. Biber gazına maruz kalan kişi gözlerini yıkayabilir hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ağız çalkalanmalı burundaki kılcallara yapışan capsicumun etkisini engellemek için de burun karbonatlı suyla temizlenmelidir. Portakal gazına gelecek olursak; Portakal gazı kimyasal adı 2,4,5 trikloro fenoksi asetik asit. Görme kaybı, kas ve kemik bozuklukları, doğumsal anomaliler gibi etkileri vardır. Derhal karbonatlı suyla müdahale ediniz, limon gibi asit içerikli şeylerden uzak durun. Genişletilmiş liste, yandaş markalar. Kömür ve makarna dağıtımının finansörleri. Paranızın hayrını demokrasi düşmanları görmesin. Birlikten güç doğar. 23'e dil uzatanların ekonomisini geliştirmeyelim. Unutmayın onlara vereceğiniz zararı tahmin bile edemezsiniz. A101 market, ab gıda Unakıtan, agt ağaç sanayii, ak yazılı vakfı, Albaraka, anafen okulları ve dersanesi, assan galvaniz sanayi, asya finans (gizli faizci), atasay kuyumculuk, audi, aytaç etli mamuller, bank asya, bahar pastaneleri, bim, boydak grubu, coşkun gıda ürünler, Çetinkaya mağazaları, diasa marketler, deniz feneri, doğa koleji, edutıme dil kursları, emin otomotiv, emin sigorta, ensar hastanesi, evkur, fatih üniversitesi, fem dersaneleri, for you mağazaları, garanti bankası, Gencallar giyim, hakikat kırtasiye, hes kablo, huzur giyim, ışık sigorta, ihlas holding, ipar yemek salonu, işmar, kahve dünyası, kanal 7, kar yatırım ve hizmet a.ş, kibarlar demir ticaret, kiler market, Kızılkaya hamburger, kombassan, komşu fırın, kristal kola, kuralkan şirketler grubu, Kuveyt-Türk bankası, mado dondurma, medicana hastanesi, memorial hastanesi, merve pastaneleri, Mudurnu tavukçuluk, nakil lojistik, namlı yemek, namlı marketleri, n-t mağazacılık, ntv, Nusret restaurant, ramsey, rıxos grubu, sahan yemek, samanyolu tv, sanko holding, sarar giyim, saray muhallebicisi, sızıntı dergisi, starbucks cafe, surat kargo, sütiş, şok market, şifa hastaneleri, Şirvan yemek, taş yapı, tekbir giyim, timaş yayınları, torunlar kağıt, turex minibüs işletmeleri, tümosan traktör, Türkiye finans katılım bankası, Türkiye gazetesi, Türkiye hastanesi, uludağ yemek, uzay gıda, ülker gıda grubu, verdi kumaş, yeni asya yayınları, yeni şafak, Yimpaş, yörsan, wolkswagen, zaman gazetesi. Ne varsa ruhuna Fatiha anladık ama facia bak yazısı mı bunlar! CHAPULEMOS nuestros nombres en símbolo de apoyo a la Resistencia Turca. Para todo aquel que no lo sepa Chapular es: Chapulear, Chapulling en inglés, es un neologismo derivado de la situación que está aconteciendo en Turquía después del uso del primer ministro Erdogan la palabra çapulcu (que podría traducirse como "saqueador" o "merodeador" o "vagabundo" como actual) para describir a los manifestantes. La palabra echó raíces rápidamente, adoptada y anglicismo por los manifestantes con un nuevo significado: LA LUCHA POR SUS DERECHOS....exemplo: ÇAPULCU Nuran Elçi.
Direnmenin Estetiği! Turhan Sönmez, 13 Haziran 2013. Yıldızlar, en karanlıkta daha güzel parlar. Bu ülkenin karanlığına karşı, her yanda yıldızlar parlıyor. Taksim civarında yaşayan sokak çocukları, direnişin daha ne kadar süreceğini soruyorlar. Direnişteki dayanışma sayesinde karınları doyuyormuş. Camilerin yüz metre yakınında içki içirmemeyi dert edinen hükümet, camilerin yüz metre yakınında insanların aç yaşamasını umursamaz. Tarihsel olaylar, kalıcı özellikleriyle hafızalarda yer eder. Taksim’de iki haftada kurulan yaşam, bu topraklara bir ütopyanın tohumlarını ekiyor. Herkes bir arada, herkes özgür. Kimse kimseye bir şey dayatmıyor ve herkes kendi rengini özgürce taşıyor. Antikapitalist Müslümanlar ibadet ederken, ateistler çevrelerinde nöbet tutuyor. Kürtler halay çekiyor, Aleviler semah dönüyor, Türkler marş söylüyor. Sosyalistler, LGBTler, Çarşı, Fener, Gs çalışıyor, eğleniyor, birbirlerine sahip çıkıyor. Bir kişinin özgürlüğü herkesin özgürlüğü oluyor. Hiç kimse muhtaç durumda değil, insanlar eşit. Herkes “gereksiniminden fazlasını” getiriyor ve herkes “gerektiği kadar” alıyor. Para yok, mülkiyet yok, aç kimse de yok. Devletsiz bir deneyim yaşıyoruz Gezi Parkı’nda. Devletin olmadığı yerdeki mutluluğa ve nezakete tanık olmak, hayatın bize armağanı. Tarihimizde ilk kez, mizah ve neşe bir direnişin dili haline geliyor. Bugüne dek muhalif hareketler hep ölümü göze alarak, en sert biçimde direnirken, şimdi keskin sözlerin ağırlığını aşan eğlenceli ve yaratıcı bir dille ifade ediyoruz kendimizi. Devlet sert savaşçıları yenebilir. Ama mizahı ve neşeyi yenecek iktidar silahı yok. O yüzden çaresizler. Yalanları işe yaramıyor. Paris Komünü yetmiş iki gün sürmüştü. Biz iki haftada aynı ilkeleri coşkuyla hayata geçirdik. Komün şiddetle yok edildiğinde, liberaller ve burjuva aydınları oradaki çelişkileri, zaafları ve yanlışları tartışıyordu. Buna itiraz eden Marx, Komün’den geleceğe aktarılacak cevherlere işaret etmişti: Komün’de mülkiyet ve sömürü aşılmış, doğrudan demokrasi kapısı açılmıştı. Şeyh Bedrettin’in iki mirası var bize. Bir, isyan eden halka katıldı. İki, herkesin eşit ve ortak yaşamasına inandı. Tomas More’un “Ütopya”sı ve İbni Tufeyl’in “Hay bin Yakzan”ı aynı hülyanın içinde yer aldı. Biz o hülyayı taşıyoruz. İnsanlara güzel bir şey işaret ediyor, parmağımızla gösteriyoruz. Ama iktidar ve onun sözcüleri, işaret ettiğimiz yere değil parmağımıza bakıyorlar ve bize kara çalıyorlar. Bizi tartıştırarak, zayıflatmaya niyet ediyorlar. Israrla söylüyoruz: Parmağımıza değil işaret ettiğimiz yere bakın. Orada ağaçları ve denizi göreceksiniz! Kızılı sevdik, yeşili koruduk. Duvarlara böyle yazan gençler, bir otobüs durağına, ölü şairlere selam niyetine “Göğe Bakma Durağı” adını verdiler. Gençlere şükran duyuyoruz. Öyle umutsuz bir anda yetiştiler ki, insanlığımızı uçurumun kenarında kurtardılar. Onları bencil ve cahil sananlar yanıldılar. Gümüşsuyu’na kurulan onbir barikata tek tek isim verirken, geçen hafta yitirdiğimiz Cömert’in adını da bir barikata yazdı gençler. Sonra aşağıda, denizi gören en son barikata kocaman harflerle Deniz Gezmiş Barikatı adını verme yüceliğini gösterdiler. Halk, yalnızken hiçbir şey, birleştiğinde her şeydir. İsteğimizi almazsak, faiz lobisi kentimizi ve hayatımızı çöle çevirecek. Tarih onlar için ya “çanak çömlek” ya da ranttan ibaret, paradan başka bir şeye iman etmiyorlar. Kerbela’daki masumlar gibi ağaçsız ve susuz kalmamızı istiyorlar. Bunların, bir yanda Kerbela için ağlarken diğer yanda Yezid ile aynı sofraya oturduklarını biliyoruz. Bu yüzden biz çöle karşı suyu ve ağacı, ölüme karşı hayatı savunuyoruz. Kamu malına zarar vermekten söz ediyorlar. Gezi Parkı’nı ortadan kaldırmak kamu malına zarar vermek değil mi? En barışçı biçimde kamu malına sahip çıkıyor ve asıl biz söylüyoruz: Kamu malına zarar vermeyin! Burada sadece bir şeyi istememek değil, başka türlü bir şeyi istemek var. Yardımlaşmanın, dayanışmanın muhabbeti var. Sadece bu coşku ve enerji, bu ülkenin insanlarına hiçbir borsa endeksinin ölçemeyeceği bir değer kattı. Sırf bu bile, burayı SİT alanı ilan etmeye yeter. İnsan müşteri değildir. Bunu unutmamak için başarımızı süreklileştirmeliyiz. Her yıl 31 Mayıs’ta başlamak üzere Kardeşlik ve Dayanışma Şenlikleri yapabiliriz. Herkesin kendi rengiyle geldiği bir özgürlük şenliği ve paranın geçersiz sayıldığı bir eşitlik dünyası. Herkes “gereksiniminden fazlasını” getirir ve herkes “gerektiği kadar” alır. Sermayenin korkusuna karşı, halkın hasretidir bu. “İstanbul’un nüfusunu sayarken ölüleri de hesaba katmak gerek,” demişti şair. Geçmişin güzel insanları için de kentimize ve geleceğimize sahip çıkıyoruz. Gençler en güzelini yazmış duvarlara: “Yenilsek de, damağımızda isyanın tadı.” Çok şey öğrendik, tarihsel bütün direniş biçimlerimizi ve hayallerimizi yeni bir dile tercüme ettik. Geçmişimizi temize çektik. Umut, hayal, ütopya! Ve ey isyan! Bir gencin meydanda okuduğu şiir gibi: “Biz sende bütün aşklarımızı temize çektik.” Aaa!fiction masalı anlattı, dinleyin; ‘Kuantum mekaniğine göre birbirinden çok uzaktaki cisimler davranışlarını birbirine göre belirliyor.’ Ölülerden duyumlar alıyoruz. Pseudomonas putida’yız biz. Kolumuzu üç metil grubu parçalıyor. Bakteriyel çoğalmaya uğruyoruz. Iowa’da -yapısı- enzim dolu kardeşlerim var. Ben test kurbanıyım. Fareleri seviyorum, Michael Salvatore karşı çıksa da… Tau balina ve Epsilon’da dopamin salgısı artıyor. Hücrelerim ölüyor, ama beni yiyen bakterinin canlı olması gerekiyor... H. Pylori’yi fareler yok etti, hepsi kütlesiz, işe yaramazlar artık. Sonuçlar hep aynı, konakçıların kolesterolünü üretiyoruz. Amiyotrofik Lateral Skleroz’a yol açan toksin, saunada bulundu… Ziller bozuk, tropikal tahıl yiyoruz günlerdir. Araştırmalar var, diferansiyel dönüşten geçilmiyor ki!.. Kedilerin tümü ensest, Adem ve Havva gibiler. Opera kastrato, Droctulft, Avlonya’dan Irakeyn’e belagatı, Bow şoku, elektral dipol momenti, optik kovuklar, filtreler… Beklendiği gibi hiçbiri konuşmuyor artık. Üreyemiyoruz. Plastike ormanlarda, metal pumalar başkaldırmış. Van Allen kuşağını sildiler. Güneş tacı, kütle atılımları, fırtınalar, hep aynı şey, aynı şey, aynı şey... Dünya dışı varlıklar, bizlerle, tanrımızı yok edecek!.. Dna’mız soruyor, sayısız oymaklarla, Fermi paradoksu çalkantıları tek umut... Ölülerimiz geri döndü, otuz derece ısı yayan samurların yanına; oraya yirmi çentavolukları koyduk. Sonuç ne olur, ısıtaç düzeneği bozulur mu?.. Oh, Arecibo mesajı geldi!.. Durun dinleyin şimdi yaklaşık 1 saat önce sağlık ekiplerince yapılan bir açıklama  (ÖNEMLİ BİLGİ, MÜMKÜN OLDUĞUNCA ÇOK KİŞİYE ULAŞTIRIN ), yazılımı aynen böyle ama; "Su an soludugumuz gaz, diger biber gazindan farkli. Adi pentium asti tatbikat gazi. Kesinlikle 30 dakika boyunca su icmiyorsunuz. Gazin ozellikleri felc edebilir, bayiltabilir. Gazdan kacabildiginiz kadar uzaga kacin! Ve saglik gorevlilerine haber verin... Kesinlikle su icmeyin! Gaz iki isik halinde cikar. Ilk isik altadicitir ve dumani vardir. Ikinci isik ise gorunmezdir, gaz halinde yayilir. Bu bilgi GATA dan alinmistir. Herkese yayin" Bu herkesin söylediği güçlü gaz hakkında bilgi arkadaşlar herkese DUYURUN! kopyalayıp yapıştırarak paylaşalım "Taksim, Osmanbey, Cihangir, Mecidiyeköy, Akaretler kısaca Taksim'e çıkan yollar üzerinden oturanlara çağrı! Atılan gaz fişeklerini söndürmek için kapılarınızın önüne içi yarım SU DOLU 5 LT'lik su bidonları/damacanalar bırakın. Apartman kapılarınızı aralık bırakın, uyanık olun. İlk katta olanlar cam kenarlarında SOLÜSYON (talcid/rennie/karbonat veya gavisconlu su karışımı) SİRKE hazır etsinler. Cam kenarına sokakları gören kamera koyun, kayıt alın ve güvendiğiniz kişilerle paylaşın" DEMOKRASİ özgürlük değil, düzen ve disiplin demek ama, Canticle Meryem, sevinç Soul Lord Luke 1: 46-55 ilan ruhumu, Rab, büyüklüğü sevinir ruhumu Tanrı benim kurtarıcı; uşağı aşağılama baktı için.Tüm-güçlü büyük işler benim için bitti, çünkü şimdi bana tüm nesiller, tesbih: onun adı kutsaldır ve rahmeti nesil nesil sadık ulaşır. O kolunu ile güçlü şeyler yaptı: dağınık kalp, gurur güçlü tahta darbelere ve mütevazi exalts, Aç onları mal ile doldurur ve zengin görevden onları boş. O sonsuza dek bizim anne-in lehine İbrahimî olan ve onun soyundan gelenler için söz verdiği gibi İsrail'e, uşağı, hatırlayarak rahmet - yardımcı olur.  Zafer baba ve Oğul ve kutsal ruh.  Belgili tanımlık başlangıç, şimdi ve her zaman, her zaman ve yüzyıllar içinde olduğu gibi.  Amenerrasulü bitti!..

Kardeşlerim, ne kadar aykırı düşünürsek düşünelim, kimi zaman en ayrık düşüncelerimizin bile ortak noktaları, bağlaşıkları, paralel veya tersinir akışan yanları vardır. O ortaklıklarda buluşur, birleşir, bir bütün; bir tümel oluruz. Ne ki bu kez bayağılıklarımız ya da diğer bazı etkenler bizi ayırır ve onlar nedeniyle başka dünyalara savrulur ve bir kez daha ayrışırız. Bu değişkenlikle sürer ve sonsuza dek yol alır. İnsanın dostu her zaman, her yerde yalnızlıktır. Bu yazgımızdır. Gök kubbenin altında birleşsek, zaman ve mekanda bağlansak ve tüm yaratılmışlar kozmosta el ele savrulsak da; Yazık ki bundan kurtulamayız...
Amin Aleluya!..

 

*




İZEGKRAP II

Hayyu Kayyum bir gecenin sabahında, Nasr olanın, Kohen soyundan yaratılmışlarıyla, Burûc olanın burçlarında, Eyke ve Kenz duaları, Mergad ilmiyle, Lian ve Ledün'ü heceleyerek, Zihar olanın yoldaşlığında, Rikâk olana kucak açıyor ve sekerek, kekeleyerek tüm aleme hakkaklık, tüm evrene hattatlık yapıyorduk. Şirk koşanın ellerinde, fotovoltaik enerjilerle çoğalıyor, parite simetrisinin rüzgârıyla, karayel türbinlerinde sönüyor, mezonun asimetrik davranışı, kaonlar ve sepsislerin yığılarak, deniz tavşanı, kaya tuzu ve algler, peygamber develeri ve borhidrürlerden parabolik aynalara yansıyarak, derin uykulara dalıyorduk. Türbinler, otoklav bir yamaçta, Huntorf enerji ünitelerini arıyor, tripler teknoloji ve instagramlar, rezonatörlerle, gün boyu tüm ölümsüzleri Vanguard uydusuna taşıyordu!..

Katışıksız boşluk, saf ve diri madde dolduruyordu odaları, atıldığımız adalarda, göklerden sülfürsü bulut, kar kristalleri gibi yağıyor, paraşütler sayılmasız yağmur damlaları gibi, sanki üzerimize 
ağıyordu. Düşünsüyor fallus fungus bulgusu, amen diyoruz artık, anlamsız-ölümsüzlük çağlarına!.. 
Holmiyum çocuklarıyız biz! İnsanın kulu... Rekonstrüktife geleceklere adanmış, kronik tümör, trombosit ve mutluluk sinapsının eğimlerine, oleoresincapsicum zamanlarına doğru yalpalamıştık, simetikonsumuz ölçülemiyordu, yalanın imana dönüştüğü, kadril gecelerin kabartılarında, görkül tüylerle aldanışlarımıza tapınırken...

Sümer sarı göğümüz, Akad çarpan ayımızdı bizim. Bonapart ve Elbe nerededir, Kimmer kimlerdir, mabut ne, biz kimiz, geleceği oyalayan tarih boyunca, neden Bovary'nin sırt yüzgeci Emma'yızdır hepimiz!..
İkili kamer, protaktinyum ve küryum tapınaklarına savrulduk, paralimpik çağlayanlar, ozon dağları,
güvenç çizgisinde; kardiyo relaksıyız diyerek çoğalıyorduk.
 İkonoklastlar, Sodom ve tuzla beslenen canlılara imrenmeli miydik, My Heart kuralı yürürlükte, bir umudur bu mu demeliydik?.. Beden, giyilebilir bilsaya uyumsuzdu ama sicim teorisi, çoklu evren, örgenleştirme gözyuvarlarımıza  yetişti!..

Kip apolojisi, gürültücü Micronecta böceği ministry oldular.
XV.Louis'nin 'Apre moi le deluge'
'Benden sonra tufan deyişi'ni gene çağırdık. Vikont salınım vektörü ve
Kâbe yeşili peyzajlarımızdı. 
Sirenişçi teknokrat, şekel ve Yahudi romanları çok okundu, 'Kölelerin kafesini aç geleceklerdir' kirişi tek mottomuz oluyor, hidrojensi eseme, kurullarımızı sarsıyordu!.. Kapitol'de kargaşa, Baktria'da ölüler, ufukta Proudhon'un şubatı ve işte yenileniyor Tanrı ve meleklerin adı diye umutlananlar vardı!
Kozmik anılarımız, depresifimiz ve Hubris sendromu saltık kibrimizdi.  Ufa'daki Aliye okulu kapanıyor, Orenburglu kartel, Junkerler ve Tsushima savaşını unutmamız söyleniyor, anlağımızda salt Denikin'in barışını okumamız isteniyordu.

Tümü, hiper simülasyon ağı ve biz onların sonsuza dek 'Urbanlarıydık'. Ne yapmalıydık, ne yapmamız isteniyordu?.. Siber ve siborglar dil yuvamız, simulakrlar yineleme tuzağıydı. Olumsuz-Ölümsüz ve işte noktacıklar, görkül değişkensilere yol açıyor ve olanları biliyorduk. Bitler, bilitler, Apşeron meseli, ölüs pars deyisi ve tüm yaşarlar kavramsal aşkınlığın üstünü çiz diye bağırıyorduk, tozanlarımız, atom ve nötronlara paralize oluyor, istemsizce karşı çıkıyorduk istemlerimize!..
Gölgelerle konuşuyor, dalga dalga kurt deliklerine savruluyorduk, peşimizi bırakmıyor, her deliğe, her kovuğa girip çıkıyorlardı. Biz kimdik, biz ne idik, bütün bunlar ne, olmuşlar, olanlar ve olacaklar; Ne olacak?.. Ve bütün bunlar, ne olabilir diyorduk!..

'Kuyruğumuzu yiyerek ürüyorduk.'

Ve işte, şeylerin yokluğunda, Tanrı çizgisindeydik artık ve sonsuza dek, yakarılarla Yaratılabilecek, Yaratılmış ve Yaratabilecek olan, o eşsiz töz; Bizdik!..


*




KLONİA

Magmaların içinde yüzüyorduk, ansızın patlamalar oldu, erimiş kayaçlar üzerimize doğru geliyordu. Çoklu evren kuşaklarının içinden geçiyor ve akıntıları bir bir yutuyorduk. Saydamsı, denizel alevler çevremizi sarıyor, elmas mavisi küller gözümüzü alıyordu. Bulutlar art arda çoğalırken, kompozit, volkanik koniler alçalıyor ve uzaysıl çevremizde konveksiyon akımlar dolanıyordu...

Kıtalar birbirine yaklaştı, mezosfer ikiye katlandı ve litosfer ön sıraya yükselerek, radyasyon kümeleri dalgalarla yağdı ve işte artık okyanuslar vardı. Derişimler ve ornilux cam ortaya çıkınca, buzul çağları görünerek; elektrokromizm prizmalarla geldiler ve serpantinel gözyaşlarıyla, indiyum ve niyobyimu körüklediler.

Bir zaman sonra biyofarmasötik çağ süzülerek araya girdi; hidromobil, regolitler üzerinde gidiyor, dendritik Tavas kurbağası, kozmirajik sayrılıklara iyi geliyordu.

Yıllarca yıllar kadar yıl sonra, göğün gözlerinden Ceres ışır gibi oldu. Kuzey Tacı hızla üzerimize doğru geldi ve aracımızın penceresinden baktığımızda; Altair'de bizi karşılayanları görebildik. Uçsuz bucaksız şenlikler, devasa gürültülerle, alkışlar yankılanıyordu. Büyük bir mutlanla, plazma denizlerine indik. İkizlerimiz, üçüzlerimiz, beşizlerimiz, coşkuyla bizi kucaklıyordu...

Yalnız değildik!..



*




EXODUS

İsa'ni bir dilek olarak diyorum ki, dünya tarihi soykırımlarla doludur, eğer Arşipel'i ululayacak olsam, demokrasi ve barış kültünün dünyaya oradan yayıldığını söylemem gerekir.
Hepimiz günahkârız...
İsa bile!..
Geçmişte, dünyanın efendileri Kuzey'de, Kızılderilileri sonsuzluğa yollayan Pershing'in adını, bir 'Ateş'e vererek onu ölümsüzleştirmişti.
Normandiya'da gün batmadan önce onlar; son kez içini çekmişti.
Hellespont'da, Hint elinden, Canberra'ya, Orion'dan, Moritanya'ya alışılageldiği üzere, insanlar ölmüş ama yeryüzünün efendileri, bunları utku ya da cihat adı altında geçiştirmişti.
Bizler nükleer soykırımın atalarıyız.
Ne ki, insanlık tarihi, Birmanya'dan Makedonya'ya, Habeş topraklarından, Orlando'ya benzeri olaylarla doludur.
Belirtmeliyim ki, güçlü olan barbardır!..
Yeryüzündeki topraklara egemen olanlar vandallığın ve neden böyle bilemiyorum; söylemesi güç ama 'Jenosid'in efendisidir.
Yüzyılımız, mülteci kampları ve krematoryumlarla geçti.

Ne yazık ki adımız; 'Hatırlamıyorum Ülkesi!..'.
Bizler günah çıkartmak için masumları suçlamayı, Aşil'i Hektor'a yeğ tutmayı, kurtuluş için can vereni aşağılamayı alışkanlık edindik.
Önce kendimizi suçlayabilmeliyiz ki, Tanrı'nın indinde masum olma payesine erişmeyi hak edebilelim.
Biliyoruz ki başkaları da günahkârdır, onların da suçu vardır ama yüce yaratanın terazisi göklerdedir.
Bağış ve iffetin dağıtıcısı biz olamayız.
Buna hakkımız olmamalı...
İlk taşı atacak olan en büyük günahkârdır.
Hepimiz biriciğiz ve öylece de kalmalıyız.
Tanrı, o gün geldiğinde hepimizi kucaklayacak...
Bizler annemizin yuvağından çıkıp, Tanrı'nın yuvağına girenleriz.
Gelirken umutlarını dışarıda bırakan yeryüzü çocuklarıyız.
Günahlarınız benim olsun demek isterdim ama; günahlarımı kim kucaklayacak!
Sevgi ve kardeşlik damarlarımızdaki yoldur.
Umudumuz gene de göz yaşlarımızı aşıyor, elemlerimizi geride bırakıyor ve bebeklerimiz elbet bir gün gülümseyecektir diyorum...
Var olduğunuz için varım ve yalnızca o yüce bağışçının değil, onun Oğlu'nun değil, tüm insanlığın, tüm yeryüzünün ve evrensel barışın papasıyım...
Sonsuzluk biziz.
Tanrı hepimizi bağışlasın...



*



GÖRÜ


Victorya çağının sinonimi romantik bulgulara yol açıyor, Mohs sertlik skalası maddeyi sararken, kovalent bağlar dna’yı aydınlatıyordu.
Tungsten ve molibden altın çağı başlatıyor!..

İncir sineği tanrımız ve kutlu zamanlardayız.

Riyolit sunaklarda mental törenlerimiz, Sümer su tanrılarını çıldırtıyor, konodontlar ışıyor ve Harut ve Marut’un çığlıkları tüm kanyonları, buzulları aşıyor…

Rüzgârın ıslığı, bilgiyi kozmosa yayıyor ve bulutlar soyut imgelemin sığınağıyken, atmosfer ansiklopedik ve barış içinde artık Davut ile Goliath…

Gülümsüyor mutlanla onca boylar, budunlar ve ne güzel diyoruz Pavese, ne güzel Betelqeuse ve Berenices’in Saçı, Scapin’in Dolapları!..

Çok sesli evren ufuklardan taşıyor, paralel anlak görünür, keşişleme adalar yaklaşıyor ve periferi ayaklarımızın ucunda artık…

Gerçellik el değiştirirken, yitiyor melankoli, yitiyor yenilgiler, yengiler ve utkular taçlanırken doruklarda, haykırıyorum sana ve birden seni görüyorum orada…
Görüyorum seni ve işte sevi, işte barış diyebiliyorum artık.

Ve elveda diyor sanrılarımız ve yılların düşlerinden uyanıyoruz ve sönüp gidiyor işte illüzyonlarımız!..




*



33

Kervan sahibi idim. Diyarbekir elinden, Tebriz diyarına, Semerkant kentinden, Halep iline, Kudüs yurdundan, Dimaşk yollarına, Isfahan dağlarından, Galile toprağına dolaşır idim. Tecimen ve simsarlık, tacirle, bezirganlık mahlasım idi. Zencefilden, hurmaya, kehribardan, elmasa, zümrütden, baharata, binbir çeşit zuhuratla dolanır idim. Çöl gecelerinde deccal çıkardı karşıma, iblisle, mehdi, şeytanla, mesih ve nice hileler, desiseler görür idim. Şimdi vahalarda mı, Merv'de mi, Şiraz'da mı bilemiyorum, İsa ile Yahya'yı da görmüşlüğüm vardır. Bir gün Şinar diyarında oyalanır iken, nefrit dalından güzel bir mesel işittim, belki Keşmir'de, belki Belh'de, belki Astarabat'da vukubulmuştur.
Şöyleydi; O, Yahya'ya gülümsüyorken, Yahya, O'nu görünce kaşını çatarmış. Pazar yerinde dolanıyor idim, adını bilemem; Arkansas kedisi derler bir şey satılır idi, o sırada önümden bir şey geçti, anda Meryem'in oğlu, Yahya'nın bakışına mazhar oldu, öğle güneşinde ötüşen tavus görmüşçesine bir vaveyla koptu!.. Çarmıhını sırtında taşıyan; Yahya'ya, neden öyle bakıyorsun, rabbin rahmetinden, ebedi himmetinden ümidini kesmiş gibisin dedi. Kesikbaş; Mecdelli'nin mür kokulusuna -ayakları saçlarıyla kurulanmışına- heman yanıt verdi; Ahiret divanından değil misin, onun azabından, dile gelmez gazabından ders almamışsın dedi. İki cihanın bir yarısı, adına dünya derler viranelerden, dikilitaşlarla dolu mezarlıklardan geçer idik. Cin Denizi'nde, yataklarına uzanmış ölüler çayır yeşili ve bedensiz idi... Sarı ışıkta iki at, bir ağacın altında, yelde dökülen elmaları yer idi...

Burası bir Kabristan ülkesiydi. Kulakların görmüşlüğü, gözlerin duymuşluğu vardır. Kablettarihte kalplerin, ahit sandığına ermişliği vardır. Bir gün, gümrah yeşillikler eşliğinde, deruni diyarlar içinde, aziz ve celil olan, mübarek ölülerden elan birini diriltsinde; sonsuz uykuya dalanlardan, heman bir duyum getirsinler, bir ulak uyansında, medyun-u ilahilik etsinler dedik. Dualara kapılmış vecd içindeyken, kapkara gözleri parlayan, iki kaşı arasında, secde izi bulunan, muttasıl bir alın sahibinin başı, ulular ulusu birinin naaşı gibi fırlayıverdi!.. Ve rabbime dualar ediniz ki, iki büklüm dile gelip, ben kendime dönebileyim, ben yine kendim olabileyim diye çığlık atarak, günah terazisini yakma vakti gelmiştir, rüzgarların gümbürtüyle esme vakti gelmiştir diye hıçkırarak, inledi!.. Ve aynı kelamı kerahat kere kerahat söyledi, başkaca da bir şey demedi. O sırada, tinceğizi yedi cihanın irfanına sahip, her azası altından, bal arısı gibi kanatları açılan Cebrail aleyhisselam ortaya çıkıverdi ve koluna girip melekler eşliğinde, mevtayı yine geldiği yere götürüverdi. Sonra nurdan bir deniz, sonra karanlık bir deniz, sonra ateşten bir deniz, sonra yağmurdan bir deniz, sonra buzdan bir deniz göründü ve ölü her birinin içine girip, yunup yıkanarak ve kıvılcımlar saçarak sudan çıktı ve düş müdür bilemem, o da kırmızı kanatlarını açarak, gaipler alemine doğru yitip gitti. Yolumuzun üzerinde bir toz bulutu belirdi ve içinden, kapkara koşumlu atıyla, Abdurrahman el- Kasrî çıkıverdi. Algeria Konstantiniyye'sinde kabirlerden yılan çıktığını söyledi ve ilk kabire insan koyma adetini başlatan Kabil'in Habil'i öldürdüğü kavgadır dedi. Yol üstündeki karga da gülüverdi!.. Ve bir kadın, civardaki fasık bir zatın mezarı üzerine defnedilmiş idi. Halbuki salihat-ı nisvandandı kendisi, beni toprak edecek Ferniciyr'den başka yer bulamadınız mı dedi ve sûr üfürüldüğünde, alemler rabbine doğru koşacaktır, lisanımız Süryanice olacaktır ve yaşınız Zülkarneyn'le, Mesih'in vuslatına yakın duracaktır, o 33'dür ve kıyamet günü, Gehenna çukuru yetmiş bin yularla bağlı olarak mahşer yerine yedilir, her bir yularla beraber Gehenna'yı sürükleyip çekmek için, yetmiş bin melek bulunur dedi.
Unutulur mu, Erivan'da ya da Isfahan'da, belki de Nuşirevan'da bulunur idim. Bir hatunum var idi, üç sabiiye sahip idim. İkindi inmiş, mal mülk telaşı bitmiş, haneme döner idim, eşikten adımı mı atar idim ki, Azrail derler melaike karşıma çıkmaz mı, ne eyledim dersiniz, dal taban yollara düştüm, yayan yapıldak çölleri geçtim,  anadan üryan kervanlarda uçtum, hanları, hamamları, şadırvanları geride bırakıp, sahrada mı, vahada mı bilmem, sanki asudenin Leyla'sına kavuştum ki, arzuların kıblesi sönmüş, melek aleyhisselam peşimden düşmüş deyu, eşikten şol adımı mı atacaktım ki, Deli Dumrul'un musallatı, aniden peydah olup dedi; Ruhurevanım, gül-ü ruhsarım, aya(k)cığını boş yere yordun, bu diyarda buluşacağımızı söyleyecektim ki, bana fırsat tanımadın dedi ve ruh-u mihmandarım diye ekledi; Bir kıssa olarak, her ahirde, her mekanda ve her zamanda, defaat kere yinelenmişliği vardır, asıl hata anmamak, sürmeli ceylanıma bir kez bile olsa varmamaktır dedi.

Şaşkınlığım sürüyor!..

Bebek Musa ortaya çıktığında, Ahit Sandığı bulunduğunda sonsuz sulh, diyesim ebedi sükun gelecektir diyen bir meczup geçti yanımızdan, düşler içinde düş mü görüyoruz dedim, bir manastıra vardık, rahip Barsis geçti yukardan, direk üstünde yaşar Simon'u gördüm, üzerinde minik bir bulut vardı. Bir gün eski Mısraim'de gene böyle bir düş görmüş idim. Ben, ben'i yanlış anımsayabilir. Tebriz'de bir caminin avlusunda define var dediler, bir geceyarısı avluya vardım, ne kadar uğru, sayılmaz şaki varsa halı çalıyor imiş, kargaşada bekçi sade kulunuzu yakaladı, dedi ki; belli ki mahzunsun gayri anladık, lakin senin hanende, avlu içinde bir ayva ağacının altında, define var deseler, Kahır eline (Kahire!) gitmemiz mi gerekirdi deyip, can tenimi fena hırpaladı, etmediğini bırakmadı. Bin bir meşakkatle evceğizime döndüm ki, avlu içinde ki, ayva ağacının altında bir dolu altın!.. Hırsız, harami, eşkiya, bekçi, cümlemizden keramet sahibi idi. Düşümü bitirdim, Filistin eline vardım, Gehenna derler ateşden havuzu gördüm. Münker ve Nekir'in suallerine cevap verdim, mülkün sahibi Allah'tır, kul kullanıcıdır dedim. Haşa, Allah-ü teala Şam tarafından soğuk bir yel estirdi, mahşer arazisi tarumar olup cehennet'e dönmüş idi, kahhar olan melikin yüzü toprağa düştü. Zümrütler, kaknuslar, sülünler var idi. Karanlık gecelerde görünüyor ki, yaşam ipliğim artık gerildi, sen beni hep ölmüşler arasında görüyorsun, halbuki işte o sensin. Ben seni hep göçmüşler arasında görüyorum, halbuki işte o benim!.. Son soluğumu verdim, ruhum şad olmuştur belki ve dedim ki; "Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar sürer, sonsuz da denizlerden damlayan ve dünyayı keşmekeşle, sayrılığa doyuracak olan kumlardır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin.''

Ne diyordum ben!..

Ne diyordum dedim de, sıkıcı gelebilir ama, bir gün meczubun biri, şöyle bedduaya benzer  bir laf etti, Allah varsa, olmayan ne, günah taşına elini sokmayan var mı, halife cenbiyeli değil mi, kozmik formasyon aksıyor, iç organlarımız halojenik görünüyor ve biz onun oğlunu çarmıha germedik mi, Torino Kefeni'ne girmedi mi, kahhar olan melikin yüzü de toprağa dönmedi mi, bir dirsek boyu kılıçlarla, delik deşik edilmedi mi, okyanus denizi zalim olur, otlaklar daim yakıldı, yatağanın zehiri yağmur gibi yağdı.
Rum meliki, Büveyhiler, Sebüktekin geldi geçti, geyik etiyle, kulübeler ve cümle kuleler yandı, şol sedir ormanları tutuştu da, vandallık ve barbarlık bitmedi, Barabbaslık yetmedi ve serap, hiç bir zaman şaraba dönmedi!.. Cûzcanan beyi, Aras suyu kıyısız denizlere düştü. Berkyaruk, Buşeng el-Abâdi ve Hâcibi diye biri vardı, abstrak ve melanj, kırk hadis ve Mevlana'yı bitirdi. Hutame kapısına geçildi, hatunluğa Holifar seçildi, Mârikalah denilir bir yerde, Nuhistan diye başka bir yer var idi. Kubâdiyân, Semerkant hakanlarından biri idi, Berdea Dizi toplumu, hak ister köyü, Hulvân hududu...
Emir Kafaut der ki, tanrı kapris yapıyor olabilir, onun da egosu olabilir. Kötülük, iyiliğin aksi midir, Malazgirt gibi, Yâvekiyye fırkası Bizans'a kaçmış idi, Kazak hatmanı, Kirmanşah ocağı, Velvâlec beyliği hüküm sürdü bu cihanda, Akitanya, İberik'le, Frank eli arasında değil mi!.. Serhas'la birliktik de, sabun yokluğundan tifus yayılınca, cenkleşmeden kaybettik!.. İrrealisttik, çatı yılanı evreni yarattı ki, onu sorgulayalım diye dedi mi, ruh devrimi ve popovizm nedir ki... Ve döndüm de ona yüzümü, aşk cebirdir dedim. Siyaset seyisten gelir, at bakıcılığı, terbiyeciliği!.. Yönetilenler ahır canlısı, yönetenler mal sahibi, tavuk göle düşerse ne olur peki? Yüzemez mi dedin! Bir körün Venüs'e dokunması gibi, dokundum ona ve ben karanlıkların ölümüyüm dedim, ya hüdâ, Hanibal kim ve;

Ne diyordum ben!..

İçmiş paraşüt gibiydi, para maskeler yaratır dedi, bin yıl sonra dijital cehennem, sanal uçurum ve sessizliğin kanatlarıyla, mavi gökte uçuyordu, o zaman o ölü dedim. Hicret'in 479. yılında Cumâde'l-âhire ayında, Sultân Isfahan'dan göç ederek Rama Zilhicce ayının dokuzuncu günü Tekrît hisarına ulaştı. Emirler, hâcibler ve ileri gelenler karşıladı onu, sonra Soylu Su, İşkodra seferine çıktı. Hicretin 480. yılının Muharrem ayında halife Sultân Melikşah'ı sarayına davet etti, binmesi için üzerinde siyah yastıklı Çin demirinden eyeri bulunan, süratli bir at gönderdi. Kıyamet günü tüm ölüler toplanacak ve sorgu başlayacak, öyleyse ölmüşlerin bütün cennetlikleri toprağın altında, arafta dahi değiller dedi.
Getsemani zeytinliğinde can çekişen, Ürdün ırmağında Mesih İsa'nın vaftizi ve Mesih İsa'nın Efkaristiya'yı kurması, Meryem'in kuzeni Elizabeth'i ziyaret etmesi, Kana Düğünü'nde kendini açıklaması, tövbeye daveti ile Allah'ın krallığını ilan etmesi, Bizans liturjisi, üç katolik patrikliği, Süryani, Maronit ve Melkit ve Neccar adında bir dağın eteklerinde zaman satıcıları lülekanlar, Mesih ve İnanlılar'ın Kutsal Ruh'ta Baba ile olan birlikteliği ve her şey evcilleşebilir ama dil asla dedim, o öldürücü zehir, dinmez kötülük ve İsrail ülkesinde İsrafil'i aradım, Sargonof imparatorluğu diye bir yerde Sargon ve kilise Yunanca eleksia, dışarı çağırma, çağırma anlamına gelirdi. İsrail, İsa dili demekti. İvrea Rahibeleri, diyakoz papaz yardımcısıydı. Hıristiyan tanrıbilimciler bu kutsal çağrıya vokasyon derlerdi. İlteriş Kağan, evrim tanrıyı yarattı. Meyyâfârikin, Kirman, Arran ve Rebia'da hüküm sürdü, üryan, anadan üryan, giyitsiz, yalıncak, çıplak, çırılçıplak, yalınayak, başı tabak, çulsuz, Adembaba kılığında, aç, açık, aşkta yaşanan, iç yakıcı bir h'üzünç ve giderek yaklaşan ufuktaki yalnızlık ve keder beşeri umutsuzluğa sürükler dedi!.. Emir kipi gibi bir melankoli, Sulla ve Neron, Zencan'da çadır kurdu, zamane iktidarı, rüzgar insanları, İskender'i savaşta bir filin hışmından kurtaran köpeği Peritas, kaçıncı yaz!.. Kelebek ateşe yaklaşınca ateş aydınlanır. Kabil ölümden yanaydı yaşadı, Habil yaşamdan yanaydı öldü. Bulutlar biçim değiştirince evrende değişecek. Düşenle düşersen sen de düşer misin, sonsuz evrenin anlağımızda yarattığı boşluğu, onu karşılayacak sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilir, akşam için bir parça elektronik et verir misin, ya Koah hastalığına ne dersin, tanrı biz onu yadsıyalım diye yaratmış olabilir, tutsağın tanrısı, efendisi olabilir mi, yoksa yok denir mi ki, karadeliklerin zıttı, maddeyi yutmak yerine kusan ak delikler, karadelik ve akdeliği birbirine bağlayan Einstein-Rosen köprüleri, evrenimizin başka bir evrende bulunan bir karadeliğin içinde olduğu, evren bir karadelik içindeki patlama sonucu oluştu, karadelik oluşurken eş zamanlı olarak, Einstein-Rosen köprüsünün diğer ucunda bulunan akdelikten, başka bir evrenin oluştuğu öngörülüyor. Bu evren modeli ile kozmolojideki bazı problemlerin, örneğin karadeliklerdeki bilgi kaybının ortadan kalktığını belirtiyor, ancak model iç içe geçmiş evrenlerden oluşan bir evren silsilesi olduğu için maddenin başlangıcı sorusu yine yanıtsız kalıyor. Bir evrenin karadeliği içindeki bir evrende yaşıyoruz. Elektronik balık yiyen robotlar olacağız. (Portföy, kantitatif, Silezya, fortuna, Hubyar sultanı, Hubutor, Jüpiter, Namorti, Nmerut -ölümsüz-
Huma kuşu, Hacer-ül Esvet, Samsat, Potamya, Knik -köpeksi- yaratır maske para).

Yaşasın saçmalık, yaşasın yalan!..

Siz A'dan B'ye 200 dakikada gittiğinize, arkadaşınız ise B'den A'ya 160 dakikada geldiğine göre, hızınız arkadaşınızın hızının 4/5 idir. Köprüye aynı anda ulaşıp, siz arkadaşınızdan 1 dakika sonra çıkıyorsunuz. Buna göre köprüyü 5 dakikada geçtiniz, arkadaşınız ise 4 dakikada geçti. Sizin A'dan köprüye gitme süreniz AK, arkadaşınızın B'den köprüye gitme süresi BK ve köprüden A'ya gitme süresi KA olsun. AK = t  dersek, arkadaşınız sizden 30 dakika önce yola çıkıp, sizinle aynı anda köprüye ulaştığına göre BK= t+30'dur. Arkadaşınız B'den A'ya 160 dakikada ulaştığı için BK+4+KA=160 olması gerekiyor. t+30+4+KA=160'dan KA=126-t bulunur. A ile köprü arasındaki uzaklığı siz t dakikada gittiğinize, arkadaşınız ise 126-t dakikada gittiğine ve hızlarınızın oranı 4/5 olduğuna göre t (126-t)=5/4 den t=70 dk bulunur. Köprüye ulaştığınızda saat 10.30+70=11.40'tı.
Peki şimdi ne oldu!..

Apelasyon ve enolojisini sordu. Yaratılan bir şey varsa, yaratan da vardır ve ama oda yaratılan bir şeydir. İlkel evrenlerde, lazerle gökyüzü taranarak yağmur yağdırılabilirse, kimbilir ileride el lazerleriyle yağmur duasına çıkan gruplar görebiliriz. Echidnalar (karınca yiyenler), keseli sıçanlar (Opossum), çayır faizleri (fareleri) marmotlar (bir tür kemirici), yedi uyurlar, hasancık, cüce avurtlak, toros sincabı, nal burunlu yarasa, saçaklı yarasa, kobold evrenler, saman uğruları, eşizler, membranlar... Cep tel çaldı, arayan Ural'dı, merhaba Gülsün Hanım dedim, ben Ural deyince, vallahi sesin Gülsün Hanım'a kendisininkinden daha çok benziyor dedim ve metroda Homeros'u gördüm!.. Herkesin bir cenneti, herkesin vaatleri vardı. Cengiz Han bisiklete biner, İskender Mars çöreği yer, Atilla org çalardı. Çocuk Muhammet sala okur, Halifeler nota çalar, Beethoven beste yapardı (Arabi-Kurani yazılar nasıl da notaya benzerdi). Soyuttu her şey. Ferkadeyn, Küçük Ayı, Pencap prensi, Zanzibar ve Asturias vardı. Ölçüsüz terzilere uymayan kumaşlar vardı. Muhammet evrenin notalarını Kurani yazıya dökerken, Kurani'yi evrenin notalarına döküyordu Beethoven!.. Tanrı ne görkemli bir imge, Surabaya limanı, kuşku dolu sorular, Truva pabuçlarıyla gelen Helen, Hindenburg faciası, Gücerat hükümdarı... Bedeni üzerinde kumar oynadığım nisalar, Vaslui savaşını kaybeden Fatih, Büyük Stephan, 5. Adam, Adem'in tacirliğinden üreyen varlıklar. Terra Nova'da, Kitap ve Resûl'den habersiz insanlar, yabanlar, üç ayaklı, köpek yüzlü, başları göğsünde olanlar. Enif çölü, Deştikebir şehri, süt yolu, fil yağmurda yıkanır ve kaçıncı damlada boğulur, eşizler, kobold hırkam, neye gerek membran!.. Sanat kuşkulanmaktı, Mozart kuşkucu, Salieri güvençliydi, Adem, Allah'ın halifesiydi, her Aleksander, Bicornis değildi, beşikten beşiğe gidiyoruz, tenimizin rengi ayrı ama içimiz aynı, ırkçılık komedi değil argomedi, matematik bilimleri arasındaki musiki, tanrı bizi ışınlayabilirse de dokunamaz, biril, ikil, üçül gibi!.. Nahcivan'da dinlediğim fil soneleri, polisapiensler, karınca su içer mi, işte sese benzeyen biri geldi, sorularla soru soruyor, Mazarin ve Çernişevski, Urartu kuşu, beş taşınabilir muraldan oluşan sergi, çarmıha gerilen ve yaşayan, Emevici erat, yüzü kederle bakan, Carbos olayı, beyni peynir markalarıyla dolu adam, Arakanlı müslümanlar, Rey şehri, Horasan, lümpen zühtçülük, Bizantik islam, güvey kandili duran, bezirgan islam, virgül koy, bu kaçıncı Holifar, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir de ki virgülü kaldır, aristokral, fasık devlet, zındık Ravendî, kendine güvenen insan, Cebrail aleyhisselam, resullere vahiy indirirdi, şimdi işsiz mi, kendine güven tümlük, sanat kusurdan, eksikten doğar,  kuşkuculuk kuşu, hiç bir şeyin şiir olduğu bilinemez, Solaris ve Stalker'de, bedensiz ölülerimiz ortak keder, sanat bir köprü olduğu kadar, insanın kendine, ötekine yabancılaşmasıdır, şiir kıyamet midir, tanrısal son, kozmik alev, sonsuzluğa, ölüme, yok oluşa kucak açmaktır, hiçliğin arı güzelliğine ulaştığımızda, şiiri de yaratmış olacağız, başarmış olacağız. Şiir, yaratan!..

Ne diyordum ben!..

Yaşasın saçmalık, yaşasın yalan!..



*



REDOKS

Thuban yıldızının içlerinden, Tukan’a doğru gidiyorduk. Malagalı İbn Baytar, üç boyutlu manifoldlar ve tropik kuşlar yanımızdaydı. Kapsülde bir elektrik parlaması oldu. Kobaylardan üreteç sağlayan Faraday geldi. Çarpmayan elektrik kuramına çalışıyordu. Sorun bitti.

Bir süre sonra ışık tayfı çözüldü. Ekranda Kserkses’i izliyorduk. Parıldayan ovaya bakarak, yüz yıl sonra bu savaşçılardan geriye hiç bir şey kalmayacak dedi. Ortaçağ’a gelmiştik. Eriugena’yı, kalemiyle öğrenciler öldürüyor, yapraklarına dokununca esinti veren ağaçlar yürüyordu.

Katalizörler devreye girdi, redokslar hızlanınca uyku saati geldi. Bin ışık yılı öncesindeydik.

Düşlerimin bahçesinde, bir sinema vardı, sardunyalar begonviller arasında... Arka sıralardan Tarkovski geldi, kabinden bir arkadaşıyla, Behlül Lodi ve sonsuz kere doğmuşları soruyordu.

Yunusî bir dil konuşuluyordu. Bazı eşyalar yosun tutmuş, dış surlar çürümüştü. Genomlarımızı yıkayan bir güneş vardı, yağmurda yeşilimsi bir çamur akıyordu.

Sandalyeler işaretleşince dışarı çıktık. Uçsuz bucaksız kozmos bulut rengindeydi.

Gerçekleşen şey bilisizce olamaz, öylesine bulunamaz!..
Barbiana okulunun önünden geçiyorduk.

Fil soneleri ve Hendel düetleri başlamıştı. Tepelere doğru yürüdük. Federatif Metropoller dönemi kapanıyor, Bağımsız Kent Devletleri dönemi başlıyordu. Konstantinapolis, Tokyo, Paris!.. Beklenen çağlar ve kozmopolit yurtluklar…

Merdivenlerden söylenerek, Kabil içeri girdi, Habil silindi ama kimse bilmiyor dedi!
Ve o vahyetti; Toprağa düşen kanın sesi, gerçeği bana iletiyor!..

Solventler, aldehitler, ketonlarla yıkadık onu...
Sarah, ''İşte böyle yapıldı, tarlaları iyi süren Habil'in cenaze töreni'' diye haykırdı!
Böyle geldi kardeşliğin sonu…

Yine de ‘Songün’ gerçekleşmeyecek, çünkü bu Tanrı’nın sonu olur dedim!

Polisapiensler Cern tünelini ele geçirmişti.
Onlar ki, modern monarşistlerdi!..

İşte orada saklandıklarını biliyorduk!
Günah volkanlarından geçerek bakıyorlardı!
Ayakları buzağı ayağı gibiydi!
O tuzsuz Gomoralılar diye çığlıklar attık!..

Akıntılar içinde masalsı zamanlara
Düşler ötesi, bambaşka dünyalara
Us dışı, o sonsuz boyutlara doğru gidiyorduk!..




*




BEKLEYİŞ

                                                        ''Ona dil verildi, şu yalan yani
                                                        Ona et verildi, toz olan...''


‘Bugün uzaktan, seni geçip giderken gördüm ve bir buzulun parıltılı yüzeyi sessizce denize kayıp gitti. Cumberlands’de antik bir meşe ağacı bir avuç dolusu yaprağıyla yere kapaklandı ve tavuklarına mısır atmakta olan yaşlı bir kadın bir saniye yukarıya doğru baktı. Gökadanın öbür yanında güneşimizin otuz beş katı büyüklüğünde bir yıldız parladı ve yüreğimin üstü açık kubbesinde anlatacak hiç kimsesi olmadan duran gökbilimcinin retinasında küçük ve yeşil bir nokta bırakarak kayboldu.’

'Toprağa düşen kanın sesini, toprak bana getiriyor.'
Gardenyalar ve parabellumlar aydınlık saçarken, paratonerlerin Feynman gösterimleri sürüyor ve karşıdan İmparator Januskas geliyordu. Gauss’un çan eğrisi ve cenin mikrokimerizmi, ellerinde petunya, dimetil sülfoksiti döllüyor ve elektronik tortuları silip süpürüyordu...

Gluonlar ufuktan kıskançlıkla indi!.. Metaforal güç garlarda dolaşıyor, peşrevler çekerek redoks tepkimesine uyumsuzluk gösteriyordu. Opportunityler, törene katılmak için kortejin sağını izleyerek alkışlar alıyor, Nieptolemes simulagları denetim altında tutarak, Rajastan çölünün gönlünü almaya çabalıyordu.

Sirderya gülmek istedi! Çipler belleğimizi ele geçirdiğinde, biyolüminesanslar -soğuk ışıklar- defne ve çelenklerle, panspermialara yaklaşarak, denizin derisini değiştirdiler. Ve düşleyen akbabalar grubu, mavicil tüylerini kabartarak tenhalara doğru çekildiler.

Spirit titriyordu!.. Us ve düş sınırsızdı, o sırada Filyos geldim diye bağırdı. Biyolojik süreçlerin tetiklenmesi, yıldız algılayıcılarına alabildiğine bir parlaklık sağladı. Polimerler yukarı çıkarak, Sulla adına egemenlik söylevlerine başladı. Yapıtaşları alkışlandı. Antenler ve sayısız paraşüt sit alanını geçerek, Antonin’in ısı kalkanına yaklaşmasını önledi ve entegre modüller tüm güzelliğiyle, civan perçemiyle süslü gerdanlarını kaldırarak halkı kışkırttılar... Ardından papatyalar, radyoaktif plutonyum, nükleer et yığınları ve elektronik donanım sahne aldı. İbrahim Karay yıkıntılarda süngü aradı, alüminyum döneçler tahtın önüne geldi ve eğimli arazilerden uçarak yaklaşan hoplitler, görsele çıkıp boyut değiştirerek, manyetik holuz, yelek ve kalburlarını giyinerek, uyuyan melekleri uyandırdılar!..

Topolojiler grafitasyonla esti, denizler köpürdü ve navigasyon-oryantasyon çalışmalarına işaret verildi. Sütunların arasında spektrometreler hızlanarak, fungus cinsleri ve fitoplanktonlarla bir olup profillerini değiştirdiler ve Orion’da spinler yine başladı.

‘Bir gaz devinin yörüngesinde dönen Pandora isimli bir uyduda yaşayan, mavi renkli insanların ve ışıldayan canlıların, ekrandaki görüntüleri gerçekten büyüleyiciydi.’

Lektörümüz Titanius elini kaldırdı ve ışık saçılımları, ölüm akrobasilerine dönüştü. Zebra balıkları zırhları deldi ve ağaç lambaları görkünç biçimde yolları aydınlatarak, zincire bağlı Andromak'ı getirdiler. Toryum rezervleri, yeşil güneşlerin çıldırmasını sağlayarak ve su kendisini parçalayarak sarı maddelerin yükselmesini ve dillere destan tartımını başlattı.

Bildiler ki sanal ötesi evrende günahların ağırlığı değişkendi. İsraf günahtı, boş gezegenlerin varlığınca, israfkâr olan tanrımızdı ve simulaglar, kadife çiçekleri ve Maniaklar her işe karışıyordu. Tam o sırada binlerce deniz maymunu önümüze çıktı. Sesleri at sesiydi!.. Törenin sonuna doğru alg patlamalarına yetişmiş oldular, atılan konfetilere tanık oldular. Akua kültürler ve okyanus yarıkları uygarlığımızı selamladılar. Canhıraş gösteri ve tutsağın sabır çiçeklerini usandıran azabı, güneşin batımına doğru bitti!..

Rossby rüzgarları yeniden esti. Coriolis etkisi, kendini yeniden gösterdi ve olup bitenler radyo dalgalarınca tüm evrene iletildi. Bahar yine geldi, dört bir yanda sümbüller açtı, çığlıklar arttı ve doyumsuz yamaçlar tavus renklerini yine giyindi.

Halktan biri olan Akhalı’nın ölümü, pleplere göre hafif bir yenilgiydi!..




*




YOĞUM

Parabenler, fitalatlar, sulfatlar yola çıktığında, östrojen reseptörlerini denetliyorduk. Metabolitler, sürfaktranlar, titanyum dioksitler yardımcıydı. Formenler vardı. Bozon spin atıyor, Hubble parametresinin ölçerlerini gözlemliyorduk. Dietil fitalat geldi dediler. Leptonlar foton çağını başlatsın dedik.
Kserografi azgınlaştı ve Planck zamanına doğru uzaklaştık. Elektronik saçılım devreleri kişniyordu. Wien yasasını devreye soktuk. Yıldızsılar parıldıyor ve epidermiyoloji altın çağına yaklaşıyordu. Melanopsinin yine de bekleneni veremediğini ileri sürdüler, sirkadiyen ritmi bozuktu. Modern Prometheus araya girdi. Gigaelektronvolt düzeldi, gluon ve bozonlar verimini artırdı, algıçlar gemi azıya aldı ve o yıl tau nötrinosu bire bin verdi. Bu ilk kez oluyordu. Yer çekimi retoriğine alışan tüm varlıklar mutluydu. Taykonotlar gülüyor, kozmopolitizm tüm evrene yayılıyordu.
Doğumlar artınca kolektor tabakası bulutlandı ve irem bağlarıyla utkunun ayağımıza kadar geldiğini gördük. Rutherford bazına göre, lityum-iyon karışımları tam dört yüze katlandı. Ateş karıncaları titanik evrenini yutuyor, fermiyonlar, Quasimodo sinekleri ve parazitoitler kurt deliklerinde saklanan tüm varlıkların önünü kesiyordu, ta ki ipliksiler vonoz balıklarına dönüşene dek! Anavaşi, katavaşi diye bağırana dek!..

Zodiyak tümelleri tüm bu zahmetlere ne uğruna katlandı dersiniz?..
Beş sigmalık sapmanın önüne geçebilirsek, anne karnında büyüyen bebeğim pentürist olacak!..



*




İN

Johann Sebastian Bach , Bahtınız Bach’tan yana olsun, bütün kitapların uçuştuğu önceki yaşam formları, paralel evrenlere geçiş günleri, yeni bir yuva kurt deliği ve dünyamız kusurlu dedim sana, tanrı kapris yapıyor olabilir. Paspernia deniyor buna bilimde parçalanmış gezegenlerden kopan asteroitler aracılığıyla diğer gezegene çarpıyor ve yeni yaşam formları oluşup, taşınıyor sonsuza… Biz yaşam virüsünü belki de uzaya taşıyoruz, korkunç hortumlar var burada, ilkeliz gerçekte, uçuruma düşen uydulara çözüm bulamıyoruz!..

Evren, çelişkiler, yanılgılar ve tuzaklarla dolu, burası mikroplar, kitinler, sübyelerden oluşan bir dünya, kabuk adamlar var. Basınç dalgalarıyla ilerliyoruz, Titan belki de yeni yurdumuz,

-180 derece, Titan’dan sonra, dünyamız görünmez oluyor, sonra da embriyo galaksiler, çoğu şokta olan evrenler bekliyor bizi. Sayılmasız uzay zaman, madde ve evren var, sönmüş yutucular, karadelik, kızgın, yakıcı kuasarlar. Ah ne denli küçük ve yalnızız, yazmak okuduğumuzdan aldığımız öç burada, göz yaşı için bir ansıma işte…
Oregon, Avcı gökada, Minotaur, George Frederick Watts’ın 1885 de yaptığı resim, Uranus’un dikey tacı, Satürn, yatay tacı onun. Kuasar cehennem adı, ölümcül olan, Neptün’de Dünya büyüklüğünde kasırgaların içinde, katı Triton, onun tersinde dönen, onu yutacak Poseidon, donmuş kayalar buzul küreler, Pluton!..

Buz cüceleri, görkemli Asterland ve kasvetli Moonland’lar, on bin yılda dönen Sedna, karşılaşacağımız uydular, uzaylılar, belki de vahşi, belki de bizi göremeyecek kadar ileri!.. Uzayın derinliğine gittikçe, zamanı geriye büküyoruz, doğru görünüyor mu bu, Alfa Centauri, üç yıldızlı güneşimiz, süt gezegenleri, kızıl dev, hipernova, fizik yasalarının yüzemediği oluşumlar ve anlıyorum ki bu bizim maceramız, Petrus, müjdeciler müjdecisi; aziz, evren hepimiziz.

Gezegen kozmik çöp, bizler atığız, kozmik samanlıkların kardeşi, harmanlardan gelen, Bellorophone gezegeni, yıldızların parlaklığında neden görünmez oluyor, Atlas’ın kızı yedi kardeşler, küçük gaz tutanlar, karanlık madde, karanlığın karanlığın içindeki karanlık, Orion bulutu, bin üç yüz ışık yılı uzakta birer yıldız fabrikası. Nükleer füzyon, yıldızların nükleer artığıyız biz, beyaz cüce, başka dünyalar, uygarlıklar…

Sonsuza dek yiten kitapları düşünüyorum, en önemlisi de henüz anlatılamamış olan…

Yıldız mezarlığı, pulsar, kuasar, Andromeda, tehlike yoksa harikalar yok, kabus yoksa, hayaller, düşler yok… Geleceğimizi görebilmek için geçmişe gitmeliyiz, geçmişi öğrenmek içinse… Sonumuz gelebilir ama paralel evrenler var ve kurt deliğinden geçebiliriz diyor musun…

Alyakub bölgesi uzayın, bir gün kalan, o tek insan evrenin sonuna ulaşabilmek uğruna yolculuğunu sürdürecek, ölerek yaşayacak ama evren o kadar geniş ve zamanda o kadar sonsuz ki; o tek kişinin sen olduğunu kimse bilmiyor…

Borges’in Asterion'un Evi adlı öyküsünü yazmaya neden olan Watts'ın Minotaur adlı resmi işte... Borges, içe kapanıkmış ve kendini bir Minotaur'a benzetirmiş. Bu resimden etkilenerek kendini de ironize eden o öyküyü yazmış... O bir körken, Portekizli Borges’in ataları Yahudi’ydi, Borges burjuva anlamına gelirdi.

Müzik ve metafizik, yalnız müzik gezegenleri, yalnız yürüyenler, okuyanlar ve yalnız düşünen gezegenler, her şey düşündüğümüz için var, düşüncenin coşkusu, tadı, düşüncenin gerçekliği… Uslamcı, Bizanslı, kasımpatların esin veren kokusu, düşünmek ayrıntılara inmek değil, bütünü anlamaktı. Diyonizos ayinleri, Bertolucci’nin, Örümceğin Stratejisi, Borges in Kahraman ve Hain öyküsüydü. Onun bir Ankara kedisi varmış, adı Byron’un Beppo şiirinden alınma, kanıksa, biziz yaratanda, yaratılanda!..



*





CANİS MAJÖR

'Fergana gibi ekinoksların presesyonunun, güneşin apojesini etkilediğini savunurdu.'


Sabah güneşiyle, aşk atomlarını serpiştirip gidiyordu Pan!.. Yürek ışıldıyordu. Altın bir ok savruldu koruluktan... Sonsuz sayıda sonsuzluklarımız vardı, İngiliz jacketler, Hırvat kravatlarımız, Danton ve Mesih, çelik mezarlarımız. İşte öç butonlarımız, sümbül dereleri, süsenler ve güllerimiz...

Her şeyi kapsayan sonsuzluk orada, sonsuzluğun sonunda ne var, renkler içinde Tanrı mı… Sonsuzluk, sonsuzluğu kapsar mı... Karbon salımları korkutuyor, şu otlar zehirli, deve dikeni elimi kanatıyor ve yakınlardaki Levi Ben neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyor... Konkav uzuvlarımız konveks aynaları görüyor, karanlıkta ışıyor radyum ve söylevler veriyor yine ölümsüz Sulla!.. Medyatik dokunuşlarla ay soluyor, ölüm kibirdir diyor Tarkovski… Silena stenophylla gülüyor, Meryematik vardiya, valin, lösin ve triptofan toprağımızı ürkütüyor.

Kapalı evren modeli algılarımız kapıda ve peliküller ve Kâsîyûn gözlemevi kaçıyor işte!.. Kafeste beslediğimiz ejderha saldırıyor, ölüyor kederle Vernier ilkesi, dehşetle görüyor Magdeburg deneyi, işte Sokak'rateslerimiz, alaylı bakışlarıyla İhanlı cetvelleri, delirium ve Şehrazat aynada… Ve kansevici Harun’un elleri, tadılmamış tat yoktur diyor sarayında!.. Pasla yürüyen organizmalar, uluyan ayet, ululanan Havva ve Eloah günlükleri. Velpecule, her gece saplandığımız trend ve sinemalardaki evrenin bebeklik günleri…

Afgani çarşılarımıza et yağıyor geceleri, tasalı vagonda gezen Babil, Canis majör; elektronik insanatlar, siborglar, Asya'nın gönülsüz eceleri ve günahkâr Tanrı’nın gururla taşıdığımız çelenkleri!.. Öne eğiliyor başlarımız, genç ve yaşlılarımız, uslanmaz deli, usanmaz Ayla, tarantula ve kördüğüm örümcekleri… Huzursuz ayak sendromu var halamda, bir türlü orgazm olamıyor görümcem, tasalanıyor teyzem, chengen lohusa ve başlayamıyor Vâlâ; arı başlı Opus Majus’a!..

Ama bir soru; Convivio’su Dante’nin devrimi nasıl etkiledi, şafakla yürür saklambaç otu, at kuyruğu yiyor 3. kattaki veteriner, kristalografiler getirilmedi, yıldız yuvaları sönecek, palindkromik olan iyi gelir değil mi, holün güreşinden ilaç yaptılar, sarı akıyor kanımız ve çisentiyle yağıyor Macar yağmurlarımız!.. Depresif salınımlar yeni yetmelerde, Vrangel’in vaazı dinlenecek öğleden sonra, eskiv sarhoşluğuymuş haşhaştaki, boksör demansı baletin menüsküsü, nematod organizmalarla, alttan baktığında yokuş, üstten baktığında iniş karnavalı başlıyor ve karartıyor göğsümüzü Moliere ve tiyatrolar kapalı, ne zaman başlayacak Anastasia, Soloz’un Mavalı!..

Üçüz kumruları vadinin ışıldıyor, stüdyolar kayrayla kanını içiyor denizin ve burada bir korno dinliyor rindi düşlerini Nabi’nin... Çavdarmahmuzu otlar aparkatlarda, eğrelti otları havariyi saklıyor, ölüs bakışlı kerkenez ölecek mi diyorsun, kelebek, tente, Maturette, kaç şarkı mırıldanır bir klarnetle... Prokaryotik olanla, Ptolemaios astronomisi, elongasyon açıları ve açık değirmen çerçeveyle süs!.. Erguvanlar kombide yıkanıyor, Touluse Lautrec ahımız, akut pankreas tanılarını tanımıyor, evrenimizin rengi yok ki, cinsiyet cellatları da işe yaramıyor…

Kuartet ve Balthazar, torpidolardaki bahar gülücüğü, bulutlar, yivli minareler ve Caferi kanal kaos içinde… Atalarının döllediği Mikyas el-Cedid’i tanıyor musun, nekrotrofik funguslar nerede, Hirfanlı barajı, yamalı pontir, kırk dekametre ve Bavyera birlikte şiirler yazıyor, öncülerimizden Sevillalı John ekinoksu biliyor belki; ama Cremonalı Gerard, civalı adamların faizini yiyor!.. Ateşin yuttuğu surlar, deli Meryem ve Regiomontanus’u etkileyen Sacrobosco ne zaman varlar, Kartaca, Çökelez, Gül A’şa ve işte anılarımızı alkışlıyor evde kalmış kızlar!..

Ve gör ki Tanrı geliyor işte, sıra dışı ve üç ayaklı, şarponu taksana abla, sürecek mi yargılar diyorum o an, otistik, otoistik hesaplaşmalar, Öjeni arkaya geç, not verilecek, sınıfta kalma sakın, ağlama proletarya ve banknotla kösnüyor aygırlar ve huşu içinde şarkı söylüyor işte hoplit, sağılan sığır ve beygirler boynunu uzatıyor Balyan ailesiyle ve paladyum çanakları faz diyagramında kurban oluyor yine, çağırın ss’leri diyorum ben ve carabinieri ve kalabalık, alabalık ve görkül kahkahalar, gözlerinden ay fışkıran, altınpost, venerendam ve işte dümeni verdik yekeye, nerede Lestrigon ve ey yüce Sezar; kaç pound Pound, güneşin doğduğu geceyi öpüyor Tanrı’nın elleri ve günah ve sâlâ dolu mezarlarda, erselik ışıklar içinde, yine ölüyorlar işte; Teknolojik çekime kapılmış canlı türleri!..




*




NOVA

‘ Bir zamanlar yoksul tanrılar vadisi vardı…’

Uzay filolarımız gökyüzünde tozu dumana kattı. Yüklü parçacıklarla, şiddet kovukları naralar attı!.. Aosfer bunaltı içinde, zehirli materyalde uyuyan maymunsular kaçışıyor!..
Güneş rüzgârları, radyasyon kemerleri ve bow denizleri seçilmiyor. Kör partiküller ve kuzeyin perdeleri kavruldu.
Anti ışıkla, gölgelerde koşuşan manyetik yüreğin canı sıkılıyor. Kör yıldız kuyrukları, tropik adalar, su domuzları ve oratoryolarımız ölü.
Son gün geldi!..

Rektum peyzajı, firavun kamçısı ve tanrısal haykırışlar direniyor. Eylülist dünyalar, nörogiyotin, saralı uzuvlar ve Atlantik ötesi büyük bir saldırıda!.. Nurjuvazimiz umarsız, kenzo adam bitkin, oğlak sürüleri mezarlara gömülü, kemerler ve yazgılar sarılı, plevra boşlukları inliyor...
Kinci deneklerle, spinler ve zamana yakılan ağıt boşluğu gözlüyor…
Ve işte demir güneş ve çelik gözyaşlarımızın, bıktırıcı o garip ninnisi!..

‘Dünyayı içine alan küçük kutu / kendine aşık oldu / ve gebe kaldı / yine küçük bir kutuya / küçük kutunun içindeki kutu da / kendine aşık oldu / ve gebe kaldı / yine küçük bir kutuya / ve bu böyle sürdü hep / küçük kutudan gelen dünya / içinde olmalıydı / küçük kutunun içindeki kutuda / ama kendine aşık olan küçük kutudaki / kutuların hiçbiri / sonuncusu değildi / bulun bakalım dünyayı şimdi’

Kalbini okuyabilirim, gözlerini görebilirim.
Sen denizin karası, yeşilin tanrıçası, sen; tanrı tek başına var olamazdı diyen. Diana, sevi çağları gelse de, ilahilerimiz küle çevirse de; tenler, tin göçleri ve sen de var olan benler solacak.
Yiten sevgiler, son iç çekişlerimiz, matineler ve transit türküleri boşluğun sönüp savrulacak…
Cennetsi şeytan, güzeller güzeli sessizliğimiz, görünmez kalkan, füzyon reaktörleri, ölümsüz parçacıklar ne oldunuz siz!..

Ey son günün taburları, Phaiaklar neredesiniz!.. Diz çöken uzay iklimi, melankolik boşluk, kumarbaz koli basili dönecek misiniz!..
Sanal karmaşaları kolumun, ıssız Ren kuşakları, türbin ve tribünler, göz kamaştırıcı kablolarımız uzlaşmıyor!..
Fiber gözler, Ariane ve Cluster, Cassiope deltası gene sorun; buzul geçitler, alev sütunları, tutuşan ok ve ringa balığı şaşkın!..
Ve krizantemler, keçi dudaklı prenses, kedilerin söylediği şarkılar elem denizlerinde!..
Boşluklarda yankılanan çılgın anomali ve acunları bölüştüren o şeytani, ölümsüz mayombemiz, kutluyorum sizi ve işte soruyorum şimdi, elimize ne geçti!..

‘Dolce dolce, yaase folce, dolce dolce, yoli deline / jalce jalce, yahanti galce
jalce jalce, blouzi psiline / yulce yulce, youdili dulce, yulce yulce, kzill odaline /
djilce djilce, hando bokjile, djilce djilce, yli zlideline / kumkel kerg, kumkel kan,
magavambava magavambava, gonjengor sagossigussa, sagossigussa’

Usaveda!..


*



VEGA

‘Deterjanlarımız kirlilerimizden daha tehlikeli…’

O çağlarda Sitarlar, anayurtları Satürn’den getirdikleri yıldızbilim ve kurbanların karaciğerine bakarak geleceği okuma alışkanlıklarını sürdürdüler. Bu alışkanlığı devralan Oregonlular, komşuları Galaktlar gibi denizlerde bir kent uygarlığı geliştiremediler. Ekinleri zayıf, savaşkan ve tarıma dayalı bir topluluk olarak varlıklarını sürdürmeyi yeğlediler. Yaşam görüşleri Galaktlardan edindikleri, mutluluğu temel alan bir yapı üzerine biçimleniyordu; Zodiak Öngörüleri, Sütunlu Galeriler ve Titancı görüş temel taşlarıydı bu filosofinin…

Deniz evleri, ışıklı yollar, kemerler, pazar yerleri ve sanatoryumlar yapan Oregonlular, sönmüş yıldızları işleyerek, yeni yaşam alanları açmayı da başarmışlardı. Mühendisliğin yanı sıra, adalet ve askeri alanda büyük devlet adamları yetiştirdiler. Mühendislerden Prontas bir gün, yıldız yapılarından, kanallardan ve su altı kemerlerinden söz ederek; Galaktların heykelleri ve Yeryuvarının piramitleriyle karşılaştırıldığında, hangisi daha ussal diye sormuş ve Oregonluların yönetim anlayışıyla, yurtluklarını ululamaktan çekinmemişti. Ünlü pragmatist Çiçer, görkemli yapıları ve işlerini övdükten sonra ‘Çok şükür Oregonlular, Galaktlar gibi sanata yönelip, yararsız işlerle uğraşmadılar’ demiştir.

Oregon yerleşkelerinden birinde, meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar vardı!.. Kafesten kaçan tropik iklim papağanlarının sesi, sonsuz boşlukta yankılanıyor, yurtsamaya tutulmuş bu yetimler, umarsızlar unvanıyla bilinen insanatları belki de mutlu ediyordu. ‘Bon pour le orient’ kuralı her yörede işliyor, güneş ülkesinin tüm köşelerinde geçerliliğini sürdürüyordu.

Bağımsızlıklarını ise; Boşluk her tür maddeden arınıktır anlamına gelen öğretiyi yayarak elde etmeyi düşünüyorlardı, oysa maddesiz bir varlık düşünülemezdi. Ne ki; Tanrı dışında!.. Öyleyse; Tanrı eşittir boşluktur çıkarsamasına ulaşarak; özgürlüklerini güvence altına almayı başarmışlardı.

Sonraları ise, Pompeius Andromeda’ya gitti, Anakonda dağıldı ve Venüs’den gelen sıcak su akıntıları değişti. Uzaysı yollar, otobanlar, onları süsleyen çınarlar ve sonbaharsı; ölü insan eli gibi yerleri süpüren yapraklar soldu, yok oldu. Kırmızı cüceler unutuldu. Madde püskürten ak deliklerse zamana tuhaf biçimde boyun eğmişlerdi.

O zaman, hücresel otomatlar çürüdü, Turing makineleri söndü, leptonlar ve rezonanslar çalışamaz oldu, primer sargı bezlerinin kargısı düştü, gangrenöz uzuvlar geriledi.

Ve gökadamızın tek harikası, Mira yıldızıydı artık!..

Yapay serebellum ve beyincik dokularındaki sıkıntı had safhaya ulaştı.Transkranyol uyarılar sıklaştı. Grafen mürekkepleriyle duvarları kirleten anarşist gruplar çıktı ortaya, yonga plakaları işlevini yitirdi ve polimerler çöktü. Performanslarımızın sönüp gittiği ferro elektrik trafoları aniden yıkıldı, transistörler, giyilebilen kompütürler işe yaramaz hale geldi. Radyo izotopları ağ oluşturmaktan sıkıştı, orak hücre anemisi artarak, kırmızı kan hücreleri dışarı çıktı. Chrysopo böceği çürüyerek tümöre dönüştü.

Yazıktır ki, Klimt’i on dört çocuğuyla beraber geri çağırdılar, Sarah Bernhardt bir kez daha görev aldı ve Einstein’ın amputesi tek ayağıyla da olsa doğuya geldi ve büyük bir umutla ay ışığı basamaklardan sızarak, van Honegger dağlarına doğru yükseldi!..

Karadelikler coştuğunda, Otuzsuz Buzağı örgütü bir kez daha canlandı ve manolyalar hırçınlaştı. Üçlemsiz dedikleri pankreaslar üretime başladı. Ve bir teraflop sınırını aşan işlemcilerle doldu dört bir yan!.. Yaygın gerçekcilik yerini alarak, yanal simetrili uzay tapınakları çoğaldı. Pleyistosen durumlar, Zirkonyumla, Morpheus, Pentium işlemcileri, alan ve Bozon plakaları ve piksel ve fiziksel güzellikleri gökadamızın yine göz kamaştırmaya başladı!..

Ve coşkulu yıldız kalabalıkları önünde, Konrad Zuse mutluluğunu dile getirdi.

Gözünü pençem kaplıyorsa şiir, perçem kaplıyorsa düzyazı oluyor dediler!.. Doğuda bir duvar olduğunu söylediler, parakete bahçelerinin Vostok yakınlarında bir yere sürüldüğünü öğrendik. Nefrit vadilerinde yüzen, nefrit dalları görüyorduk yalnızca. Ve edebin yolcuları anladılar ki, ancak günahları olanların tanrısı vardır. Russell parkında kır düğünleri yapıyorduk artık.

Çok sonra Orient denilen güneş insanları özellikle orduların yanında, periferi ülkelerine, Ohio’dan Ottoman topraklarına dek girdiler, edindikleri görüntülerle, Bourgonlara sömürge yurtluklarının çekiciliğini anlatan ve gelecek düşlerini uyaran gizemli duyumlar elde ediyorlardı. Bu görüntülerde savlanıyordu ki; klonlar, sanal halılar, yılan oynatıcısı lutiler, antik yapılar, üçüncü cinsler, bağımlılar, morfinmanlar, şiddet görselleri, yapay helezoniler, barış savar örgütler ve savaş sahneleri, onlara vaat edilen uzaysı cenneti simgeliyordu.

Bunlar Bourgonlarca ilginç ama o kertede aşağılayıcı ve küçümseyici, dikkate değer şeyler olarak görünüyordu. Gün gelip Orientler, Oregona dönüştüğündeyse elde ettikleri görüntülerle gizlenmiş amaçlarına karşın, eril bireye karşı şu apolitik, ekososyal ve cinsiyetsiz davetiyeyi çıkarmayı zorunlu saydılar. Buraları kurtarılmayı bekleyen topraklardır. Bütün bu tansık dolu yurtlaklar; merak, fantezi ve düşselliğinizi sınayıp, sonsuzca gerçekleştirebileceğiniz yerlerdir!..

Siborg sözünü bitirmişti...
Deja vu dedim!..


*



OMEGA


'Bilincim, tanrıyı anlamama yetmiyor, kalbimse çelişkilerle dolu...'



Ölüm, zamanı anımsamaktır… Elektronik etiketler, kameralar, barkodlar ve siborgsu bireyleriz. Ölümsüz mutantlar!.. Mekânsal strüktür, arabalar, otoban gelincikleri, farlar ve karanlıkları severiz. Dünyanın dönmediğini belirleyenleri de!..

Dün Pencali, Gulan Bulağı ve Shanda’ya gittik. Dağın eteklerinde atın gölgesi, pençesinin izi ve dizi görünüyordu. Tan ağarırken Pol Dokter, Lahicana ve Zülbin’e geldik. Zencan ve Lengrüd’ü gördük.

Ölümsüzlük, zamanı unutmaktır!.. Seks ve seksen bağlaşıktır diyordu Maria!.. Rankuh, Kereceband, Muskabat, Ramsar ve Mazanderen’de renk körlüğü artıyor. Tatarlar, Nogaylar ve Lorlar da salgınlar var.

Çok sonra, zıt yönde ve eşit uzaklıkta iki ot yığınıyla Buridan geldi. Spektaküler oyuncular, postizm ve silah yapımcısı tanrılar diye bağırdık. Tırnaklarını magmada boyayan ve alınlarında mühür olanlar vardı!.. Milet dilinin, Helen diline dönüştüğünü görüyorduk. Manipülatif şeyler, halk ve hakseverlik ve Nefi’yle Murat göz gözeydiler.

Peygamberler Arap kıstağına yayılıyordu!.. Siriuslu El Maktul, Heyakil-ün Nur ve iki serasker birbirine girmiştiler. Nasırı Dinillah bütün kavgacıları ayırıyordu. Mistik melameti ve fütüvvet, balina çığlığı ve Denver bir türlü ayrılmıyordu. Zağanos’a varır varmaz, gözlerim toprağa düşünce, beni katleden Eyyubi meliki Zahir’dir dedim!..

Zencan’da doğan, koordinat ve ordinatları bulan yanıma geldi. Suhreverdi, Hayy bin Yakzan’ı okuyordu. Berkyaruk birden durdu. İbn Tufeyl ağyar ile ‘Ruhun Oğlu Hayattır’ diyordu. Keldanî ve Hindu hikmeti göklerde çarpışıyor!.. Kelamullah kan ve toz içinde!.. Cümle Sümer repertuarlarını hakem belledik. Merih’le Dilmun cenneti tapınağımızdır dedik. Teşup dile geldi -göklerin fırtınasıdır kendisi- insanoğlu hareketli birer Oblomov yığınına dönüştü!.. Müzik ideolojileri oldu. Demon İlliyanko görünmez tanrılarıdır. Arif katıyla, sürüyle Bosch buna karşı çıktılar. Locke, kader tanrının insana verdiği bilme gücüdür dedi. Kahir nurlar ve proton parladı o an ve Batlamyus’la müon geldi!.. Gilan ve Sakalibe yöresi aydınlandı. Yorumcu Şehrezori ve nur uknumları, sevinçle bakıştılar. Karmatiler karnavalı başlatacaktı ki Alejandro Daneri geldi mi dediler. Kalabalıkta zırhını rehin veren Muhammed’i gördük, beytülmalla lykeonlar kuran Ömer’i…

Nötrino kentler ve metropoller uyuyordu yine de!.. Helenistik matrisler ve partiküller sızmak istiyordu ama surlar geçit vermiyordu. Yurtluklardan Pertevname’yi okuyan Kabir geldi. Avarifi Maarif daha iyi diyordu. Mısır hermetizmi tanrıları öldürmemize izin verdi, yoksa yok olacaktık dedim.

Von Economo sinir hücreleri zayıflıyor, Karina ve fononlar sönmek üzere, reovirüsler Ockham usturasını unuttu, adenovirüsler kaçışıyor, vaksiniya tümör hücresi kaldı mı ki… Fermilablar da vivipar özelliği ve hypotheses non fingo vardır ve şeylerin formülü yokluktur diye sayıklıyorduk.

Bir yerde var olan her yerde vardır...
Zaman her şeyi yıkıyor ama dizelerimiz iyiye gidiyor.
Sanatımız gelişiyor.

Denize inen uçan daireleri görüyor musun!
Yoksulluğun propagandasını yapıyor gibiler.
Foramina birlikleri onlara yardım ediyor.
Şarap Mesih’in kanıdır ama Müslim olana günahtır diyen kim…

Tanrım; Tanrı geldi!.. Kızılca gülümseyişler… Ve utanmazca yüzüne karşı, Bosch boştur dediler... O ara biri ağladı. Ve ‘O’da kulağıma, üzülme laedri; ‘Düşleriniz dilinizdir’ diye fısıldadı!..


*



KİTSCHKAOS

Rüzgârın ağlayışı kurdun iniltisini bastırıyor ve tanrının ve belki de her şeyin hiçliğini işaret ediyor... O bizlere kimsin diye soramıyor, ama biz ona -durduraksız-kimsin diyebiliyoruz... Oksijen diye tolere edilmiş egsoz gazı soluyoruz ve Lemek iki kadınla evlendiğinde birinin adı Ada, öbürünün adı Silla’ydı diyoruz ve o Nod topraklarına gittiğinde, yazınında bir mimarisi olduğunu söylüyoruz artık... Bazen tanrıya inanmakta güçlük çekiyorum ama biliyorum ki tanrı bana inanıyor!.. Barbar işlikleriyle, çöl inançlarıyla, bilinç araçlarıyla, Nuh ve kırlangıç, egeli bir bilge, İsa ve Nemrut’la...
...
Prensesimiz uyandı ve uçurumuna baktı ve yatağının altına geceleyin döktüğü gözyaşlarını bıraktı. Alışkanlıkla Anjelüs’ün çanları çaldı, bir madonna gibi indi prenses yatağından. Zamane zenneleri ağlıyordu, onu arayan herkes çıldırıyordu. Geçen gün Kazablanka’da yer sarsıntısının olduğunu söylediler. Como’da artçısı vs. Tanrı özgürce cinayet işleyebiliyor... Evrenimiz kusurlu, taş ve topraktan, dayanıksız bir yıkıt, absürt bir vodvil. Yazıda kusurlu, çünkü kul yapısı, kul ne yapısı…

Kutsal kitaplardaki Cumae. Mitik dünyanın cehennemi. Tartaros, yer altı ırmakları var. Gördüm Borjiya, Medusa faresini. Gördüm Median ateşini. ‘La Lune ne gadre aucune rancune!’ ‘Ay hiç kin tutmaz dostum’. Kral Astarkserkses’i bulmak için Susa’ya doğru yollara düştüğümüz gün. Asativataya kralı Asativatas’ın söylediği gibi violada gamba çalan adamı dinledim. Erken baroğun ses ve çalgı düzeni, solocu soprano, resitatif ile şarkının karışımından oluşan ve polifon yazı kullanılmadığı için ‘monodia’ terimiyle tanımlanan bu biçemi tam anlamıyla özümsemiş. Bilimin ruhunu, modernliğin dini olarak sunmuş.

Urartu başkenti Tuşba gibi, Asur’un güzel Niniv’i parlak bir kentti. Yapay kas, piezoelektrik ve bellekli gereçler, güney boşluktaki Achernar yıldızı gibi ve Troilos ve Kressida gibi, tanrıdan da öte bir şey var orada, bir tür gerçellik…
Platon’un mağarasının simulakr gölgelerinden, Tales’in piramidin boyunu ölçmek üzere gölgesini kullanmasına kadar bir çok unsur var. Eratosthenes, methi sena ediyorsun. Zaman’ın dikel imlemleri ve kral Alarik’in kızkardeşi gibi, bir peri güverciniydi Vizigot!..

‘There is such loneliness in that gold. The moon of the nights is not the moon. Whom the first Adam saw. The long centuries of human vigil have filled her with ancient lament. Look at her. She is your mirror.’

Neptün’ün altın renkli atlarıyla altın renkli arabası koşturur. Korku ve alarm terk etmediniz beni. Ve rabbin meleği geldi, Abiezri Yoaş’ın Ofra şehrindeki meşe ağacının altında oturdu. Ve Danîler sıptından Tsoralı bir adam vardı. Adı, Manoah idi. Karısı kısır olup doğurmuyordu. Yahudiye kralı Hirodes’in günlerinde Abiya takımından Zekeriya adında bir kâhin vardı. Onun karısı da Harun kızlarından ve adı Elizabeth idi. Tutsağın tanrısı efendisidir. Ağaç silkelediler. Gökten düşen ay parçaları gibi kucakladılar düşen incileri. Ve ağaçta rüzgardan ve gölgelerden uzak bir yaşamın içinde yok oldu gitti. İfritsi. Birinci yaratık aslana benziyordu. İkinci yaratık danaya benziyordu. Üçüncü yaratığın yüzü insan yüzü gibiydi.

Eski adı Yukarı Volta olan Burkina Fasso’nun başkenti Ougadougou’da başlayan otobüs yolculuğunun Sudan’ın başkenti Niamey’e kadar beş yüz otuz km civarında süreceği sanılmaktadır. Ne ki gece yarısı saat bir sularında sürücü uykusunun geldiğini söyleyip otobüsü kenara çeker, gökyüzünde ay vardır. Marx, Lafargue’ye bir mektubunda yaşama yeniden başlayabilseydim evlenmezdim diyor. Lafargue, makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğuna, insanı aşağılık ve bağımlı işlerden kurtaracak olan, boş zaman ve özgürlük veren tanrı olduğuna inanıyor. Marx ise diyor ki; Şiiri ortadan kaldırmayı düşünecek derecede olumlu bir kişi olan sen, kızımın zararına olacak biçimde şairane davranışlarda bulunmazsın umarım. Çünkü şiir, kötülüğün cirit attığı bir dünyada iyiliğe, sonsuz sevgiye bir özlem, varoluşa bir ağıttır. Acının olmadığı bir dünyada, şiire yer yoktur. Orada şiir yerini, aslında bir şiir olan yeryüzüne- yani yaşama bırakır.

Aristo diyor ki, taklidin (mimesis) konusu yalnızca sonuçlanan eylem değil, korku ve acıma duygusu uyandıracak olaylardır. Eklektik görüş orijinal olmadığı için felsefi sayılmaz ama öylesinelik taşıyan olaylara gelince, onlarında bir anlam taşır gibi görünenleri daha şaşırtıcı gelir bize. Sözgelimi Argos’ta, Mitys’in yontusunun bir gösteri izleyen katilinin üzerine devrilerek onu öldürmesi, bunun bir örneğidir. Bu öylesine (çakışım sonucu) olmuşa benzemez. Bu yüzden, bu öyküler en güzel öykülerdir. Tutarlı tutarsızlıklar.

Dinsel mabutların laneti, kirli yer altı, Herodot, Yunanlı tabağı, Mısır limanı, surlar. Naucratis’de yerleşmelerine izin vermiş, yargılamıştır. Bir yaşamla süslenmeyecekse, tanrı bu sonsuz boşluğu-evreni neden yaratmıştır ki ve neden ölülerimizin üstüne basarak yürürüz. Ve sizin için çalıyorum ve bir dağ aslanıdır zaman diyorum. Carver tabii. Totaliter yönetimler günahkardır, yeni çarlar ve inanç adına yeni soyut varlıklar üretirler. Dairemiz salon salomanjedir.

Somnambülizm, uyurgezerlik vakaları artıyor. Peki Dante cehennem için donanımlarını bizim dünyamızdan almadıysa nereden alıyor. İnsanın bir paralel evrene kendi dili üzerinden ulaşması ilk bakışta paradoksal gibi görünebilir. Tanrı yok belki ama insan onun olmasını ister örneğin. Ayrıca evren başarısız ve kusurlu bir model midir diyebilirim!..

II
Ve birden önüme çıktı o, başı fil başı, dudağı manda dudağı gibiydi, gerçeküstü karşıtlığıyla bütünleşiyor ve olanaksız; kendiliğinden olanaklıya, olabilirliğe dönüşüyordu. Şaşırtıcı ustalık ve kusursuz inandırıcılık işte. Balıkçının oltasına takılan küçük sarışın pembe kadını, isteyene tatlı tatlı ölebilmek olanağı sunan kliniği, bir tablonun arkasına beş yüz yıl boyunca hapsolmuş taş duvarın ışığı özleyen gözlerini ya da karısı tarafından terk edildiği için canına kıyan ve dağılmış beynine karşın koltuğundan kalkıp sokağa çıkan adamla, fırtınanın çelik bacaklarını hiç mi hiç yadırgamayan begomviller. Ölüm kendisini inatla unuttuğu için onuncu kat balkonundan atladığı halde kılına zarar gelmeyen yüz yaşını çoktan aşmış büyük, büyükanne... Bütün bunlar metaforun ötesinde ve öyküyü temellendiren soyut anlamlarla donanmış olduklarından alttan alta kendilerini doğruluyorlar ve bütün fiziksel engelleri yok ediyorlar. Bu inandırıcılığın bağlantı noktaları, mekanı ve zamanı sınırsız, masalsı ve insanı gerçeküstü boyutlarıyla görmekle ilgili olabilir. İnsan bir masalın içinde yaşayabilir, bilinmeyen bir zamana taşınabilir. Ruh halleri, yaşamın sürprizleri, yalnızlıklar, boşluk, terk edilme, bekleyiş ve ölümlerin temel insan halleri olarak benzer biçimlerde yaşanabilir olma olgusunu bozan, bütün bunları kişiye özgü kılarak, sıra dışına taşıyan şey, algılarımızın sığlığı ya da derinliğidir çünkü… Bu ayrımlar düşsel bir içsellikle ve gerçeğin yavanlığına karşı çıkarak, eğretilemeler, simgeler, adlandırmalar, canlı ve görünür kılan, özenle seçilmiş eylemler ve şeylerle görünenden daha anlaşılır nesneler ve şeyler yaratıyor. Evini ve eşini terk eden birinin ardından abajur, kilim, takvim, saksı çiçekleri ve bir şiir kitabı da sessizce çıkıp gidiyorlar. Ve ev yaşlanıp ölüyor. Renkler, sesler, anılar terki diyar ediyorlar.

Dil etkileyici olmakla birlikte imgelerin açımlanması açısından öncül değil. Nesnelerin varlık ve kesinliğini onlara anlam kazandıran eylemsellik gücü üzerinden kavrarken yakalanan trajiği, fantastik öğelerle güçlendiriyor. Yinelenen paragraflar, mekana, doğaya ve öteki canlılara atfedilen duygusal boyut, insanın bir toplumsal ilişkiler bütünlüğü içinde yaşamakta olduğunun ipuçları ile dolu. Örneğin yağmur evinden kaçan kadınların ayak izlerini silmek için usul usul yağmaya başlar. Ve hasta yatağında ölümü beklemekte olanı, sağlıklı hali ziyarete gelir!..

Şimdi cehennemsi uçurumun önünde durdu ve korkunç ıssızlığın görüntüsü karşısında taş kesildi. Karanlık evlerin arasına sağanak halinde kan yağıyordu. Gün günü yineledi. Suda bir çift su samuru oynuyordu. Geleneklere uygun biçimde dramatik bir an için sustu. Uzun süre ölü ama Ölü Değil’in yanında kaldık. Sesi ülkesinin çamları arasında dolaşan güney rüzgarı gibi loştu. Sesleri nedense kaba, köpeğimsi bir tınıya sahipti. Ay, bir mücevhercinin gümüşten fırlayan bir gümüş kıymığı gibi incelmişti, yongaya dönmüştü. Sonra dedim ki ‘Sonsuza dek yatan sanma ölüdür. Tuhaf çağlarda ölüm de ölür.’ Benzersiz bir karışımı, haziran çiçekleri, porsuk ağaçları, İskoç köknarları… Bilimi sanatın uzantısı sayan Tesla, Varennes yakınlarında (Lui adı verilen para biriminin) bir Lui’nin üzerindeki resimden tanınarak devrimcilere yakalanan 16. Lui ve gizli koyaklardan fırlayan yabanıl kısraklar. Güney doğuda tek bir hurma vardı, çölün yüreği gibi. Birde kanatları buluttan bir kuş ki kurumuş göle doğru ölü bir göz gibi süzülüyordu. Haccac’ın oku saplanıp göğsünden geçerken, güneşin önüne düşmüştü.

III
İşte birden nişin arkasındaki perde açıldı ve ilahi bir ışıkla aydınlanmış neredeyse doğaüstü iki varlık göründü. Önde, kasıkları kaplan postuyla örtülü, başında salkımdan bir çelenk olan, sağ elinde çiçekli asa, sol elinde de siyah bir panter tutan genç dağ Dionysos’u göründü... Arkasında düşünebileceğiniz en güzel Aphrodite vardı. Şeffaf ipekten kısa bir khiton giymiş, koyu renk saçlarını yapmacıklı biçimde tepesinde toplamıştı. Boynundaki asma yapraklı çelenkten başka, hiçbir mücevher ya da simya taşımıyordu ama kendisi bir mücevherdi. Çift, tahta doğru gururla süzüldü ve zarifçe oturdular. O anda müzik gene başladı, gölgeler ayağa fırladı ve tiz çığlıklarla çılgın bir dans başladı. Şimdi onların satirler ve menadlar olduklarını görüyorduk. Keçi ayaklarıyla sekerek, sıçrayarak dönüyorlar, uçuyorlar, titreşiyorlar, ansızın aramıza karışıyorlardı. Satirler yanımızdan ok gibi fırlarken, maske gibi suratlarıyla bize sırıtıyor, gözlerini deviriyor, dillerini çıkartıyorlardı. Menadlar ise daha da coşkuluydular, daha çılgınca bağırıyor, çığlıklar atıyor, giysilerini parçalayarak konukların üstlerine fırlatıyorlardı. Çevremizi saran bu isteri nöbetinin, izleyicileri de etkilemeye başladığını gördüm. Soylu giysiler içindeki, konsüller, yöneticiler, bankacılar, tüccarlar ve seçkinlerin bir bölümü bir menadın peşinde isteriye kapıldı, diğerleri de sekişini taklit etmeye çalıştıkları bir satir tarafından sürüklendiler. Gürültü artmış, müzik hızlanmış, salonu büyük bir sarhoşluk sarmıştı…

(Çamurdan doğanlar, eleştirmenlerimiz hala ağzında pipoyla poz vererek, okunaklarının köşelerinde aydın niteliğini sergilemeyi sürdürüyorlar. Cromagnon değilse de bir 19. yüzyıl insanı olarak onları kaygıyla selamlıyorum. Köşesinde hep aynı yazıyı yazan, aynı romanı yineleyen, duruş adına atalarının diliyle hep aynı şiiri yazan!..)
Solomon gamı çekiyordum, güneş tutulması sırasında saydam bir köpek sürüsü gözükmüştü. Ulu sarmaşıklar, tozlu mermerler arasından hep bir gözleyen var bizi. Poe, Hollandalılar’ın beğenileri konusunda perdenin bir tür lahana olmadığını kolaylıkla anlayabilirler diyor. Ve bütün sanat eserleri için gerekli olan o yaşamsal unsura sahip değildi birlik. Öff… Roketlerin inleyerek yükseldiği, tüylü denizlerden gülümseyerek çıkan ejderlerin aydınlattığı bir çağdı. Şifre almaya uygun ürününüz bulunmamaktadır. Tuşlayın. İkinci tuşla işlem yap. Ruje nuar. Foli berjer. Parizien. Rogue. O şiirimizin Touluse- Lautrec’idir. Bir yandan parizien-travestik, bohem-fahişe-varyete söylemleriyle geçişler-taksimler yaparken diğer yandan Levanten kültüründen de yararlanmıştır. Beckett’in, Godot’yu Beklerken adlı oyununda anlam sıfıra indiği için anlam sonsuzluğu yaşanır. Bu nedenle İkinci Yeni şiiri, anlamı kurcaladığı, dışladığı ya da hiçlediği için, ikinci yeni şiiri ile Beckett mantığı arasında bir ilişkiden söz edilebilmesi doğaldır. Bunlar açıkça olmasa ki açıkçadır, onların bilinçaltında kesinkes yer etmiş fenomenlerdir.


IV
“Lise biter bitmez Asker Allahmanlı için askerlik heyecanı başlar, zira II. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Zamane erki ve rüzgâr insanlarının zoruyla, hiçbir askerlik eğitimi almaksızın Bakü’den çok uzaklara, en acımasız savaş meydanlarına doğru yola çıkar, doğduğu, büyüdüğü Azerbaycan topraklarına ancak 57 yıl sonra dönebileceğinden habersizdir… Genç yaşlarda tanıştığı satrancı çok sevmiş, hatta savaşa giderken yanına bir satranç takımı da almıştır. Harkov cephesinde havan topçusu olarak görev yapar. Çarpışmalara ara verildiği zamanlarda satranca sarılırlar. Şiddetli çarpışmalarda bir çok arkadaşı gibi oda yaralanır. 1942 de Almanlar taarruza geçip Harkov düştüğünde, General Vlasov komutasındaki koca bir orduyla beraber genç havan topçusu Asker de esir alınır. Ukrayna da Dnepropetrovsk esir kampında…

Türk soyundan esirlere daha iyi davranırmış Almanlar. Bunun yanında Türk kökenli esirlere Sovyet karşıtı propaganda yapılarak, savaşın bitmesiyle birlikte kendi toprakları üzerinde bağımsızlık vaat ediliyormuş. Günün birinde Alman komutan içlerinde genç kahramanımızın da bulunduğu yüz kişilik Azeri esir grubunu Berlin’e götürmüş. Esirler Berlin’de askeri eğitimden geçer, komutanla birlikte Alman hattının cephe gerisini baştan sona dolaşırlar. ‘Cephe gerisindeki hayat Sovyetler Birliği’nde alıştığımız hayat tarzından daha farklıydı, daha renkliydi diyor Asker Allahmanlı. Savaşın sonuna doğru yenileceklerini anlayan Alman komutan veda konuşmasında ‘Hepinizi evlatlarım gibi sevdim. Hepiniz serbestsiniz. Şimdi yenildik. Ama unutmayın, bir gün gelecek Almanya yine büyük güç olacak’ der. 1945 Nisanında İtalyan partizanlarının yardımıyla esirlerin büyük bölümü İsviçre’ye kaçarak özgürlüğüne kavuşur. Asker’in hatırladığı kadarıyla İsviçre’nin başkentinde 1 milyonu aşkın esir bulunuyormuş. Sovyetler Birliği bütün esirlerin geri verilmesi için baskı yapar. Kendi isteğiyle dönenler esir düştükleri için ya kurşuna dizilmiş veya çok ağır koşullarda madenlerde çalıştırılmışlar ya da Sibirya’ya gönderilmişler. Gelen şüpheli haberler üzerine genç Asker geri dönmemeye karar vermiş, İsviçre’de kalmış, ayakkabı fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlamış. Satranç tutkusundan da vazgeçmemiş, fırsat buldukça satranç kulübüne gidermiş. Bu ısrarlı satranç çalışmaları, satranç sevgisi sonucunda Asker Bahşaliyev (Türkiye’ye gelmeden önceki soyadı) kulübe üye kabul edilmiş. Bu değerli hatırayı hala saklıyor.” Sonuçta bir tür Vlademir Burkony öyküsü bunlar.

Oluşku. Kefaluka ya da İstanköy. Horus heykeli. Hyperion saati. Pilgrim, Latince hacı ya da gezgin demekmiş. Bahar gelmiş Mişa! Ve dağ başları hayal meyal belirmeye başlamış. Acem lügati ya da Herat’ın salkımları gibi çölün tozuyla gölgelenen. Agra. Lahur. Delhi. Gülşen valisi. Haçova savaşı. Sümbüller sümbülü, Frislandiya Beyi ya da Keşmir bağları gibiydi saçları.

Susen gerçekte bir sipahidir, başında taylasanı, belinde kılıç ve hançer, elinde ise mızrak vardır. Dıştan ürkütücü bir sipahidir ama içinde yumuşak başlı bir derviş gizlidir. Holifra ise Köse Mihal’in dostu Osman Bey’le düğünde beğenip kaçırdıkları Nilüfer Hatun’dur. Ve gözlerindeki yaşı matem rengindeki peçesinin bulutu altında sakladı. Isfahan’da ufukta alevden güller açtığı söylenir. Yıldızlarda gözyaşları vardır. Kelebek kanatlı çiçektir. Siyah ve beyaz renk değil durumdur der. Dünya dönüyor ve doğu, batı, kuzeyle güney birer görecelilik oluyor. Güney kutbunda, güney neresidir. Komik. Denizler olmadığında yeryüzünün yuvarlak değil amorfik bir kaya parçası olduğunu gördük.

Ve ağaç denizleri ve mantarlar meşesi, ilkel gece ve tunçtan borular ve fil gövdeli ordular ve İskit rüzgârları ve Sason ve Helkis dağı. Mecdelli Meryem gibi. Aşağıdaki ikiz göllerin kıpırtısız suları, kemikli ve uzun elleri yırtıcı kuş pençelerine benziyor, kuş kanatlı bir sfenks bu. Şafak sökerken çadırdan çıkıp uyku torbamı gecenin nemlendirdiği kumsala seriyorum. Bakışlarım denizin üzerinde hareketsizleşmiş, nihayet uykuya dalacakken, güçlü bir çalkantıyla dalgalanan suyun yüzeyi birden yükseliyor. İki gövde sıçrıyor, öylesine beklenmedik ve öylesine güçlüler ki bir an için yarı uykumda düş gördüğümü sanıyorum. Bunlar büyük ve siyah kafaları ve yuvarlaklaşmış göğüs yüzgeçlerinden tanınan Commerson yunusları. Siyaset yani at bakıcılığı yapıyordu, eski Mısır’da… Bu çakılla kaplı vadi boyunca yürürken, uzakta beyaz bir nesne merakımızı uyandırdı. Uzunca bir süre nerdeyse cansız kaldıktan sonra, ansızın sıçrayarak hareketleniyor, insan mı, hayvan mı?.. Beyaz gölge sarsılmaya başlıyor. Sanki havada sallanan bir sırık, bu belki radyo anteni de olabilir. Düzenli gidiş gelişlerini açıklayamıyoruz. Biz yaklaştıkça bu sarsıntılar dalgalanma biçimini alıyor. Gittikçe daha fazla merak içinde, adımlarımızı hızlandırıyoruz. Sonunda ne olduğunu görüyoruz; tek başına bir Ren geyiği bu. Varlığımız onu ürkütmüyor. Aslında biraz şaşkın, ama daha çok merakla bize bakıyor. Belli bir uzaklıkta dikkatlice duruyor ama uzaklaşmak yerine, kimi zaman bizi daha yakından incelemek için yaklaşmayı göze alıyor. Sürüsünden uzakta bu Ren, burada ne arar? Bizi şöyle bir tartıyor, duraksıyor, sonra suya atlıyor. Onu izliyor muyuz diye arkasına bakmak zahmetine bile katlanmıyor. Kolayca karşı yakaya ulaşıyor. Tristan gölü, Iseult gölüne bir akarsuyla bağlıdır. Ren geyiği şimdi derenin öteki kıyısında duruyor. Bize güveni tam değil, kendisiyle bizim aramızda bir dere bulunmasını yeğ tutuyor. İşte öylece Ren iki saat boyunca bizimle birlikte sakin yürüyor. Güzel ve üzünç dolu gözlerini görüyoruz. Bize çok bağlandı. Boynuzlarının uzunluğu karşısında hayranlık duyduğumuzda istediğimiz gibi seyredebilmemiz için başını yavaşça döndürüyor. Ansızın ortadan kayboldu. Uzun süre gözle tarayarak onu arıyoruz. Gün batımı da bir tepenin doruğunda yeniden görünüyor; anıtsal, neredeyse ürkütücü. O artık, biraz önceki bize dost hayvan değildir. Bilinmedik ve masalsı bir yaratıktır. Yolumuzu kesen hareketsiz ve tehditkar bir tür, güneyin tek boynuzlusu, bir yarı tanrı. Batan güneş ışınlarının aydınlattığı kocaman boynuzları alevden bir çatal. Gözlerinin altındaki nemli yarık, acayip büyük görünüyor. Kıvılcımlar saçan bu göz pınarının parıltısındaki süreklilik ürkütücü. Kıstırılan ama yakalanamayan o gizemli yaratık gibi ortaya çıkan bu hayvana yönelen ışıklar, özellikle etrafa korku salmak için o doruğa yerleşmiş gibi, şu andaki tek ışık kaynağı da sanki o. Arkama bakmaya cesaret edemeden, sırtımda beni izleyen o karanlık bakışlarını hissederek adımlarımı hızlandırıyorum.

Yaratılış’ta ‘Ruh bir rüzgâr gibi suların yüzeyinde süzülüyordu’ diye yazar. Kerguelen Adaları’nın rüzgârıysa, bir skua gibi, her zaman pusudadır. Yola koyulmakta acele etmeliyiz. Gökte puro ve zeplin biçiminde bulutlar görünmeye başlıyor. Kerguelen Adaları’nda hava, Rallier’nin betimlediği o şeytansı havadır. Vadinin dibinden yükselen burgaçlar, toprak rengi bir toz kaldırıyor. Biraz boş bir umutla fırtınadan uzaklaşmaya çalışıyoruz. Orpheus gibi, Hades Krallığını arkada bırakarak, günün can veren ışığına yöneliyoruz. Fırtınayla teke tek bir kavgacıllık içinde, geriye dönüp bakmıyoruz. İlerimizde ortasından yırtılmış gökyüzünde, kocaman bir mavi açıklık var, ona doğru koşuyoruz, onun korumasıyla bu işten sıyrılacağımızı umuyoruz. Ama biz ilerledikçe ışıklı yarık geri çekiliyor. En sonunda Kerguelen Adaları’nın rüzgârı neden başka rüzgârlara benzemez kavrıyorum. Bu rüzgâr hiç ıslık çalmıyor. Hiçbir engel yoktur karşısında, ne bir ağaç, ne bir ev, ne elektrik telleri, ne bir duvar. ‘Uygar’ yörelerde bizim alışık olduğumuz tiz sesleri duyurmak yerine, burada gürler. Sesinde Ortodoks ayinlerindeki şarkıların gücü vardır. Buna birde, vadi içinde gök gürültüsü gibi büyüyen bir uğultu eklenir. Rüzgâr bir çığ gibi, tok bir sesle titreşir. Hızla geliyor bizi yakalayacak. Dağ eteği döküntülerinin sırtımıza ardı ardına ve aralıksız vurduğunu duyar gibi oluyorum. Toprak titriyor ve korkuyorum; böylesine esişi ben hiç görmedim. Dünyanın yaratılışının kökeninde neden rüzgârın bulunduğunu ölü sandığım bu vadide anlıyorum. Bu uzaysı burgacı yalnızca duymakla kalmıyorum, bir yandan da görüyorum. Aceleyle arkasına sığınabileceğim bir kaya ararken, dünyanın bir fırtına içinde oluştuğu anı görür gibi oluyorum. Fırtınanın soluğu korkutucu… Bilincini kaybetmişe benzeyen bir doğaya yeniden hayat veriyor. Kasırganın beni havalandırmasıyla iki kez düşüyorum, kurtuluşumu bir taş yığını tarafından korunan doğal bir sipere borçluyum.


V
Gençken sırtlan biçerdim ben, fil gövdeli ordularla, süt yoluna çıyan kuyruğu diyen kavimler gibi. Uzayda kanatlı kuşlar, yalan dolu vahşi üzünçlerle süslü ışıklı karanlığın oyunları böyle bir sanrıya yol açabilirdi. İnsan tanrının uzantısıdır. Ki elinde at mızrağı Afrika gibi güçlü bir kıtaya benzer!..

Keçiler adasında, Ceneviz kalyonlarının geçtiği yerde, küplere gömülü Yunan drahmileri bulmuş, Stanpoli’ye dönerek Bohem yayınevini kurmuş, Kavafis okumuş, Galata valiliğinde bulunmuştu. Galli gözlerle bakar, Gallalı kadınlarla sevişirmiş. Güzel şiirler yazarmış, meleklere ve tanrılara esin verirmiş.
Hali hazırda yüksek mahkemede dört liberal, dört muhafazakâr ve her iki yöne de kayabilen bir yargıç bulunuyor. Yunan kökleri onun dinlediği ezgilere duyguyla bağlanmasına yol açıyordu. Basralı deniz satıcılarını överdi! Şems, insanın kendisini bilmesi gerektiğini, bildiği takdirde, bütün sorunların çözüleceğini, Kâbe ortadan kalkacak olursa, bütün gönüllerin birbirine secde edeceğinden söz ediyordu. Şems öldürülmüştü. Sultanî bir şeytan. Acem bulutları geliyor doğudan, gökteki tanrıları sayıyor kâhinler. Amanos dağlarından Kalindra’ya inerken Keykavus ağlıyor. Işık oluğu. ‘Hurşit’in terazi kullanmasına karşı çıkan babası, ‘Yahudi işidir böyle şeylerle uğraşmak’ dedi. Penis kıskançlığıyla suyu yakuta çevirirdi. Pars kuyruğundan baston. Sami ovaları. Merope olmalı. Zeus’un altarından bir dilek ağacı. “Kuran’ın Araplara indirilmiş olması, kitabın içinde hiç deve geçmemesinden bellidir.” Eski bir tapınağın bodur ve yayvan taşlarına benzeyen bu kitaplara saygı duyuyordum. Bir gün okumayı öğrendim ve o gün yeni dinimi buldum. Kötü bir yapıt o kadar iyi bir şeydir ki, bir şeyin nasıl olmaması gerektiğini, bize hiçbir şey onun kadar iyi öğretemez. Ulysses’in çift dolayımsallıktan uzak salt Türkçe bir çevirisi olanaklı mıdır ki. Odyris kralı Kersepleptes’in çalınan tacı, Kerkaporte, İstanbul’un fethinde açık kalan kapı. Anlamı Samara’da arayanlar uygarlığı Eriha’da arıyorlardı. Et ile metalin birbirine girdiği protez yaşamlar. Antrim’de (İskoçya) doğanın oluşturduğu şu bazalt yığınına bakın. Alışkılar, yöneyler, düşçül, sorgun. Mercan adasında yumurtalarını ağzında taşıyan çene balığı. Hicaz, Ecyad, Fülfül ve Hindi kaleleri. Kaplumbağa sırtında duran dünyalar. İpliklerin kesişme noktasından geçen gök adalar, cüce uydular. III. Mehmed 19 kardeşini öldürtüp babasının ayakucuna dizdirdi. Filipin Tarzanları İbilakoslar ip üstünde dinlenebilirlerdi. Kobra menekşesi adlı çiçeğe kelebek, kelebek sandığı için konmazmış. Titan ormanları, Kafkafonik mırıltılar kıyı boyunca...
Neccâr, Güney Yemen. Sarmatya-Karadeniz’den yukarı Rusya. Mavi Fare ayında... Araba. Negev çölü. Aşağı Arabistan. İnsan olan boru çiçekleri. Yabanarısı avıyla geçen günümüz. Emevilerin Şam kahyası Muaviye. Siyer’de (Siyer) yazar mı, (Peygamberin yaşamını anlatan tarih dalı). Kuantum boşluklarına gizlenmiş Pers prensleri. Arzunun karanlık nesnesi. Amentü gemisi nasıl yürüdü. Shakespeare-sallanan mızrak. İyi kinci, ikinci!..

Kefernahum’a girdiler Sept günü olunca İsa hemen havraya girip ders vermeye başladı. Spiral ya da amalgam estetikle ulusalcılık gibi sorunlar. Kuzeyin giziyle yanıp tutuşan adamlar. Süngüsü düşmüş ağaçlar. Ağaçlar hışırtıları der top edip gökte bir kuytuluk bulmuşlar. Appia yolu üzerinde mi… Kerpeten ve kargaburun. Frankeştayn insana der ki: Sen benim yaratıcımsın ama ben senin efendinim! Stendhal Sendromu sanat izlenimciliğinden doğan sanat sarhoşluğu-yorgunluğu. Matematik yasaları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarındaysa gerçeği yansıtmazlar. Oysa bizim için kesin olan bir şey gerçek olabilir. Üçgen biçimli atlar dörtnala kalktılar. Yapay ıranın mezhepler arası endemik kavgalarla savaşa susamışlığını önceleyen belirtiler. Semiramis’in, asma bahçelerinde renk eleyen kölesi. Yusuf’un gülümsemesi. Süleyman’ın onu çağıran sesi. Wittgensteni’ın sorusu: Kaç tane 3 vardır. İspanyol eşeği. ‘Alevden bir orak yalnızlık.’ ‘Dünya bakışımın biçimini alıyor.’ P.Eluard diyor. Muş. Solfejler. Aşkın ve dinin benzer yanları vardır. Din, Latince ‘religere’ bağlanmak sözünden geliyor. Aşksa ‘Asaka’ adlı bir tür sarmaşıktan kök salmış Hint dilinde… Sevgilime egzotik bir iyon demeti sundum. M.Ö. 400 yılında Atina’yı kuşatan Spartalılar kükürt dioksit kullandı. “Seviyorum diyecekti, diyecekti, dedi. / Eğer demişse, demişse, demiş mi! / Litrelerce zambak artık sevgi / Mal, meleke, metronom, metozori / Ases geldi, ases geldi, ases mi!..” Yıldıza tapan Sabiler gibi, mutfakta sodyum klorür aradım. İyon füzeleri. Sayfa genişliği. Moğaç-Boğaç Han. 6 Nisan 1930 Yarın gazetesi sorumlu müdürü Arif Oruç heyecan uyandırıcı yayın yapmaktan tutuklandı. Kunduz ormanlarından size doğru yüzlerce fil geliyor. ‘Kartalın süzülüşü, ışığın gezinmesi midir’ Apep yılanının boynunu koparma… Venüs kokusu. Kagemusha’da kahraman kendi kendisinin dublörüdür. Macar yurdunda yaşadığım macera. Kuzeyin göğe dönük odaları. İnsan kızlar. Ejderhayı öldürüp kanında yıkananlar. Salyangozlarda, mide, kalp, bağırsak ve beyin yok. Kurgul anın olasılıklar alanı içerisindeki tüm ikincil tarihsel yönelimleri kuşatan tasarım.

Kabil ölümden yanaydı yaşadı. Habil’se yaşamdan yanaydı öldü. Boğazının kesildiğini anlamadı, onu, soluk kesen şeyin; birden esen soğuk bir rüzgâr ya da serseri bir yarasa kanadı olduğunu sandı. Bir nesnenin objesi, bir objenin nesnesi. Taburenin Fransız devrimindeki önemi adında bir kitabı vardı. Cellatlar giyotini indirmek için tabureye çıkarlarmış!..

VI
Zanzibarca konuşmayı özlüyorum. Denildi, Kabil kardeşini öldürdü, Kabil’in oğlu Hanok’tu. Onun oğlu İrad, onun oğlu Mehuyael. Biz onların soyundan geliyoruz Tüylü yorganı üzerime çekip düşünüyorum. Porsuk gibi. Horasan cihetinden gelen siyah sancaklar gördüğünde onlara katıl, zira onların içinde Allah’ın halifesi Mehdi (a.s) olacak. Kişilik Yunanca persona-maske’den geliyormuş. O bizim maskemizmiş. Gerçeği eğmeye çalışmıyorum. İskender Troia’ya çıktığında, Akhilleus’un mezarı çevresinde çırılçıplak koşmuş. Kudret narı ve yılan pancarı yenir mi diye soruyor. Efraimliyim. Samariye’yi bilirim. Evrakilon rüzgârı esmeye başladı. Kültür papasıyım. Santur virtüözü. Philekynegos, Makedon ve yenilmez bir gladyatörmüş zamanında, bronz çelenkli. ‘Yalnızlıktan başka bir şey değilim artık’ yazıyormuş mezarında. Tacitus’a göre imparator Claudius MS 41-45 Fucine gölünde 19 bin kurbanın zorla oynatıldığı bir deniz savaşı sahneletir. İnsanlar başta dövüşmek istemezler, ama oyuna kısa sürede tüm yürekleriyle katılırlar. Anlıyor muyuz!.. Kör okuma en kötüsü, körlükten bile. Likenler, teutonik kan, toprak retoriği, Manchesterizm…

Akşemsettin’den paçamıza bulaşan çamur. Hidrojen peroksit. ‘Kafiyelerimle çıkarırım seni tepelere / bir kıyamet sireniyim, tırmanırım omuriliğine.’ Elektronik damarlı, bronz kafataslı insanlar. Sacramento, Bizans ya da Latin riti. Kutsal ekümenik. Doğu sinodlarının özeni, Asur zamanı. Edessa’daki Latin kontluğu. Sağır nişler. Mukarnas başlıklar. İbrahim’in kardeşi Nahor’un torunları. Şiirsel sözcük her tümcenin önüne ardına konulabilirmiş. Eşek bir an şiirleşti, ne şiirsel bir poşet tümceleri anlakta hiçbir bozuma yol açmazlar. Domestik ve presbiteryen şeyler. Halit bin Velid, Mute savaşında düşmanını öldürürken elinde 9 kılıç kırmış. Sezar sezaryenle doğmuş. İlk yıllarını bir ceylanın bakım ve gözetiminde geçiren. Profan aydınlanma, Kahire armonisi, pejoratif anlamlar, epifanik öyküler. Gece yarısına doğru bir kuşun ıssızlığa ağıt yakan ötüşü. Hemen bir siyahlığın ortasında inip kalkan bir yürek gördü. Büyük Yunanistan. Kar kristallerine benzeyen Britanya. Akamenid krallar. Uzaydaki kuantum boşluklarına gizlenmiş Pers perileri, ardında Bröton şövalyeler. Sept günü. Kötü ruh adamı sarstı ve büyük bir çığlık atarak içinden çıktı. İlk söz ışığın çevresinde dönüp duran bir hayaldi, Bruno Schulz söyler, ‘Ruhumuz bize bedenimizi sakınmamız için bağışlanmıştır.’ Malebranche der. San Remo’da ölen Vahdettin, Süleymaniye külliyesinde yatıyor. Organeller, endoplazmik retikulum, golgi cisimciği, mitokondri. Victorien aşklar. Korinthos miğferi takan Isparta askerleri. Romalı lejyonerlere ‘Marius’un Katırları’ denirdi. Yaşlanınca sırtında bir çift kanat çıktı ve bir gün uçtu gitti. Kahveyi bir Şazili dervişi Arabistan Moka’da 1258 yılında ortaya çıkardı...

Tanrı taşta uyur, çiçeklerde düş görür, hayvanlarda uyanır, insanlarda görünür diyen Tao. İbn-i Rüşt evlendiği ve babasının ahrete göçtüğü gece kitap okuyamamış. Bir göktaşı peşinde Asya’yı bir uçtan bir uca kat eden demirci ataları. Tarkovski zambağı. Çar Nikolay ve ailesi Yekaterinburg’ta İpatyev evinde 78 gündür tutsaktı. Garipur halkı. Nazım, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanının editörü. İnsan hayvanların şahıdır. da Vinci. Yercil. Vercil. Karşımcı. Altay’dan attığım ok, Alp dağlarını aştı. Uzun kirpiklerimi bir kılıç kesti. Atlas dağlarına vardı, Şif dağlarının ardına geçti. Kelebek ateşe yaklaşınca, ateş aydınlatır, daha yaklaşınca ısıtır, daha yaklaşınca yakar. Kelebek ateşin ortasına düşünce ateşin gerçek anlamına kavuşur. Hayır, kelebek ateşe yaklaşınca ateş aydınlanır!.. Mor Gabriel manastırı. Tepelerine tırmanırken vulvan tüylü şarkılar söylüyordu. Fil dışkısından yaptığı Meryem Ana resmi Chris Ofili’nin miydi. Sanat ışığının yanıp söndüğü boş bir oda, üstünde iç çamaşırlar (ve prezervatifler-kondomlar) bulunan dağınık bir yatak ya da fil dışkısından yapılan bir Meryem Ana resmi midir. Mevlana’nın fili gibi herkes bir şeye benzetiyor. Taif’in çiğdemi, Galile menekşesi. ‘Ben düşenleri tutmam.’ Binlerce yıldır bulutlar aynı biçimi sürdürdüğüne göre yeryüzünde değişen hiç bir şey yoktur diyebilir miyiz. Sonsuz evreni, (anlağımızda yarattığı boşluğu / hiçliği) onu karşılayacak sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilir. Pascal’a göre, çünkü inancın gizemleri, insan usunun erimini aşmaktadır. Yukon toprakları. Profan -kutsal olmayan Napoli krallığı. Graham adası 4 kez batıp çıktı. 1987’de Abd’li bir pilot adayı Libya denizaltısı sanısıyla bombaladı. Graham adası Etna püskürünce ortaya çıkıyor. Ya Lât ve Uzzâ’ya ve Menat’a ne dersiniz? (efere’eytümüllâte vel’uzzâ ve menâtessâlisetel’uhrâ). Matrix, döl yatağı demekmiş. ‘Colorless gren ideas sleep furiously’ ‘Renksiz yeşil düşünceler, öfkeli biçimde uyur.’ Su maymunu ve pençeleri arasında bir fener tutan papağan. Bir gece bir yalağın başında işe başladığını söylüyordu. ‘Başına kükürde batırılmış samandan bir taç geçirdiler; yanına Adversus annulares’in bir sayısını koydular. Bir gece önceki yağmurda ıslanan odunlar alev almakta zorlanıyordu. Pannonyalı Yohannes önce Yunanca, sonra bilinmeyen bir dilde dua etti. Tam alevler arasında yitip gitmek üzereydi ki Aurelianus gözlerini kaldırıp bakmak cesaretini gösterdi. Kızgın parıltılar bir an yok oldu, Aurelianus ilk ve son kez tiksinç bulduğu adamın yüzünü gördü. Bu yüz ona daha önceden tanıdığı birini anımsattı ama kim olduğunu çıkaramadı. Sonra Yohannes alevler arasında yitip gitti. Arkasından bir çığlık duyuldu. Sanki evrenin çığlığıydı!..’
Bitti...



*



OTOPİA

Dün kral gelecek dedi, yarında kraliçe geldi, alfa beta ribozomları kirpiğini süslerken. Zaman da geriye akıyoruz, örüntüler çözünürlük konumunda, Wernicke alanı norefinefrin salgılıyor. Duygusal bellek yöresi amigdala; korku koşullanması yaratıyor, ısıl olgunlaşma istenmeyen safhada, güneşin uydusuyuz, Eridani ve Tarsis’den gelenler Elysium’da toplanıyor.

Diyor ki lektörlerimiz, başka yerde, başkaca bir yaşam yoksa, bu tanrının başarısızlığı anlamına gelebilir ve sonsuzluk yoktur, çünkü sonsuzluk yokluktur. Matuyama terslenmesi, manyetik alanın değişmesi de üstüne üstlük. Yanal simetrili hayvanlarla komşuluk ediyoruz, silüryen dönemi canlılarına ilişkin öneriler can alıcı, Varu çökelleri ve pusulalara ilişkin tezler tanrı katında.

Biliyor musunuz uygarlığımız organlarımızın içine yuvalandı, ‘Yakup otları çıldırtısını sürdürürken’ diye şarkılar söylüyor çocuklarımız, ya Sezar ol, ya yok ol tek atasözümüz, ama renk tanrısı ayrımcılık yapıyor, çiğdem sakallı, gülerek beş rakamının medeni durumunu soruyor. Mutluluk getireceği savıyla evinin girişine nal asan Haşepsut’a inanıyor musun buna, böyle batıl bir inancan var mı dedim, inanmıyorum ama, o inanmasan da mutluluk veriyormuş dedi. Geceleri evinden gelen gürültüler, boynuzlu ve yaşamaktan sıkılmış bir satirin çığlığı gibi.

Tek bir zorluktan daha çoğu, asla bir defada çözülemez; yalnızca tek bir zorluk çözülemez, çünkü sorunlar zincirlemedir diyen iki ayrı cinsiyetimiz var; doğru bir savın tersi yanlış bir savdır, derin bir gerçeğin tersi ise gene derin bir gerçektir diye savlaşan üçüncü cinsler de savaşımı sürdürüyor. İçlerinden biri atomlar temas etmediği sürece dokunmak diye bir şey yoktur dedi.

Karbonifer balina ile bir uzay yelkenlisi aquariumda çarpışsa, ikisi de yara alır, ama cansız madde ile canlı madde arasındaki ayrım burada başlar; balina kendiliğinden iyileşirken, yelkenlinin hasarı öylece kalır, ama yara ölümcülse, yelkenliyi yaşatabilirsiniz belki, balinayı ise asla…

Yaşam harflerin yer değiştirmesidir. Atomun parçaladığı kentlerden elem duyarız, çölü gümrah çiçeklerle donattığımızdaysa sevinç. Sevilla’daki servilerin altında sevişirkense coşku. Bu şarkı hepimize, gök buğdaylar ölüs hançer görüp geçti, o renk prizması senin gözlerinden kederle dökülürken, ama iris daha mavidir yaslara bürünürken ve bir sağanak gibi bedenlerimize üşüşürken neonlar.

Atlantis’de Yedi Yüzyıl ve Donkişot’un Sarışın Senyör Verona adlı romanını okuyoruz. Tuşba’dan biri gibi biyolojik şiir yazıp, kafeste mavi kanlı akrepler besliyor, ruhsallardan Elizabeth Bathory olarak körpe kanla yıkanıyoruz!.. Bizi Tarascon ya da Midyat’a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ruhlarımız götürecektir. Sylvan yarığından geçebilirsek eğer diyorum. Çünkü onun defterinde benim bütün organlarım yazılıdır.

Aşkın patolojisinin gerçel tanımıysa; ikicil yaklaşımın kanonik realitesiyle, algoritmik ayrıntıların simülatif akışında yüzen karmaşa; aşkın bir cinsel şiddete yol açarken, yolaklarda irkiltici kanallar barındırıyor derim.

Elektronik şiirle gözleri görmez arılara yakarı ayinleri düzenliyoruz. Tanrının varisiyiz. Köhne bir duvarın yarığından sızan, rüyalarda işitilen sesler gibiyiz. Kasru’l Hayru’l Garbi sarayında sol eliyle güvercin tutan Venüs’le, çıplak melek figürünü üç ışık yılı var ki saklıyoruz. Ay hiç kin tutmuyor bize, suevit oluşmuyor. ‘Yahşi akışlı ırmaklar önünde, nişan alıyor okçu Zenon, göğsünde titan yayıyla, inci nilüferleri gibi de çalımlı’ tek bestemizdir bu bizim.

Gelecek nisanda, henüz güneş doğmadan, koruluktan sanki görünmeyen bir Pan’ın sesleri geldi, bunun üzerine sebze meyve reyonunun önünde duran genç adama, şu yaşamda tek aradığım mutluluk dedim. Unutamayacağım bir şey söyledi; bu gezegen için çok şey istiyorsun!

Ağla Harirama, yazgımızı belirleyen Afgan hançeri gibi şarkılar söyle, deniz satıcısı Basra tüccarları, Kos adalı ahtapot avcıları gibi vandalizm ve gaddarlık dolu olsun. Evrenimiz başarısız bir model, ne yazık ki gerçem bu… Nice sönmüş gezegenler ve tuhaf asteroitler uzayın boşluklarında sarı bir ölüm şarkısı ve kırmızı bir cellat gibi dolaşıyor.

Burada cehennem başkalarıdır diyen ikinci bir Sartre’ımız da var (Almanlar diye bir şey yok ama!), tek arkadaşı da Pessoa, siyah güneşimiz kuzeyde batarken, yakındaki markette bir tezgâhtarın canına kıydığını söylemişler, hiçbir tepki vermemiş, demek ki yaşıyormuş, demek ki gerçekten varmış demiş. Üç parsek boyunca yağmur yağıyor, sevgilim tanrının gözyaşları dinmek bilmiyor dedi. Gülümsedim. Hayaletsi bir peri gibi salona ilerledim, Gavr Dağı, Soylu Masenas ve İpek Peçeli Ebu Leheb adında filmleri getirmişler. Tarihi kurdeleler, ben sıkıcı buldum. Ayağımda şeytan tırnağı var, ölünce mezarımda bana sıkıntı verecek tek şey budur diyorum.

Livonian dilini bilen bir kişiyi arıyoruz, Ned Maddrell adlı bir balıkçı geldi ama onun bildiği Manx dili, hangi dili bildiğini bile bilmiyor. Püzant’tan gelecek olanı bekliyoruz artık. Ama yaşama; Tac Mahal’de bir cumbadan bile baksanız değişen bir şey olmuyor bazen.

Bir yalnızlık baladı işte; ağaçların gölgesinde ailemle birlikte yaşayıp gidiyorum. Orada ailemin yanı başında barış içinde yaşayabilmek için aydınlığa ve karanlığa, tanrıya ve güneşe dua ediyorum. Pers doğrusu! Gülhaçlar ve mutlu korkular uyduruyor kendine.

Kastamonulu Şavur ve saraç çocuğu Baki geldi dehlizlerden, irem sümbülleri gibi koku yayıldı. Roma askerlerinin ücreti tuzla ödenirdi dedi biri, öteki de egzoz çağı gibi bir şey söyledi. Laterna orman çıvgınını saldı pencereden, bahçe çintesi de öttü çitlerden. Bakın dedim ikisine de, Osmanî bir gülümseme yayıldı üçümüze;

Bedevi çölde çadırında uyurken bir atlı gelmiş, ben halifenin muhafızıyım bir tas şarap ver demiş, bedevi testisinden bir tas şarap uzatmış, atlı içmiş ama bu kez, ben halifenin baş muhafızıyım bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bu kez de ben halifenin veziriyim, bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bitmedi, atlı bu kez de ben halifeyim bir tas daha ver deyince, bedevi hırsla vermiyorum, çünkü sen demiş, sümme hâşâ biraz daha beklersem; ben Allah’ım diyeceksin…

Bütün bilmek istediğim budur benim; evrenler ve yıldızsı kozalar arasında ki her şey neden bir yinelemedir? Oysa her şey yaşamı sevelim diyedir. Amin...


*


MUTANT

Karanlık laboratuvarın dna örnekleriyle dolu odasında, bellek çöküntüsüne uğramış, ancak işaretleşebilen deneklerin beyaz gözlerinden içeri giriyoruz. Karbon ayak izlerimiz plazmaya yansıyor, vorteksle çıkıyoruz ve orada uçsuz bucaksız metal kompleksler, bir düş dünyasının garip hayvanları gibi parıldıyor. Organik güneş hücreleriyle el eleyken, bir axolotl geliyor ve ‘Aklın Gözü’ adlı cinayetlerle süslü filmin başladığını ve neon ışıklarıyla bezeli koridorda ilerlememiz gerektiğini söylüyor. Kırmızı ahşap uduyla bir dilenci, olduğundan uzun görünen boyuyla merdivenleri iniyor. Gödel ve Escher’in duvara yaslanıp uyukladıklarını görüyoruz ve tanrı anında yanı başlarında belirerek, onların ölümsüz birer buzdağı yolcuları olduğunu söylüyor. Işıklar soğruluyor ve köşeyi dönerek ‘Hidrojen Yuvaları’ adlı bölüme giriyoruz; çocuksu bir müzik sesi geliyor kulağa, metalhidrür tozları güneşin önünü kapatarak gecenin başladığı imasında bulunuyorlar. Karanlığın altında hidrojensiler ağlamaya başlıyor.

Bitimsiz tutsaklıkta bir hipopotamı ve birkaç yaban öküzünü ‘Yıldız Paragrafları’ adlı kitabı okurken buluyoruz, ‘Slalom Paraşütleri’ ve ‘Dağın Doruğundaki Güvercin Gurultuları’ adlı orkestra eşlik ediyor onlara… Sıvıcıl konumdaki Makedon dağına doğru ilerliyoruz, metan-sezyum akıntıları ve ilkel bulamaçlar sızıyor çevreye, yamaçlarda Augyllar uyuyor nedense, içlerinden Salomon Devi adında olanı bize doğru dönerek ‘Uyku nitelikli ve denetlenebilir olmalı’ diyor. Sismik kıpırdanmalar da hoş karşılanmalı’ diyorum karşılık olarak. Bu kez; ‘Öyle görünüyor ki orada, bulunduğumuz mağarayı gözetleyen, gerçek bir harita var ellerinde’ diyor. ‘İyi de, termiyonik yüzleşme, elektronik yalıtım ve ayın ayı dünyalar neden bu denli tutarsız ki’ diyerek gülümsüyorum.

Yürüyerek intraparietal bölgelere geliyoruz, Xochimilco gölü uçsuz bucaksız dalgalanıyor önümüzde, gümüşümsü beyazlıkta, irisleri alevsi gölgeler kuşatıyor çevremizi… Ün sayımındaki algoritmalar, olgulayım ve omurilik etkinlikleri geçiyor bir bir, tümünün ilkinsil bir öngörüm sınırında olduklarını anlıyoruz. Ve bir hışım ve görküllükle konferans salonuna giriyoruz.
Planaryalar bizim atalarımız. Morfalaksis rejenerasyon kabul gördüğü için, Beluga balinası, ses dalgaları, Estonya balığı ve tanrı parçacığı hydralar en değerli besinimiz durumunda; seminerin özü buymuş. Hayaletler kimi frekanslardan geçemez, flamentiler ve membranlar dekabristler arasında sayılırken, serebral kortekste başvuruların baş edilmez biçimde çoğaldığı anlaşılıyor. Bu yüzden Goblet hücresi, valvüller ve frontallar yakın destekçilerimiz oldu. Aşkı arayanlar için irem kulüpleri kurduk diyenler meğer devrim peşindeymiş.

Bir firavun dirseği uzaklıkta, deniz tavşanları ve bir kubitlik yaylar ortalıkta dolaşırken, bir kirâh, bir çuvaldız büyüklükte karbonhidratlar öylesi kayıtsız kalıyorlar ki şaşılası şey bu bizim için. Oysa büyük bir hareketlilikten söz ediyordu beynimiz tv’leri. Bu durumda Boltzman sabitinin tek çözüm olduğu konusunda birleşiyoruz. İnterferometreler, mozaik yongaları, bir Kelvin, bir mol ölçeklerde, mutluluk istencinde ilk sırada, ama genel bir çözüm gerektiği kesin bu sorunsallar için.

Yalnızca hidroyitlerin umarsız olduğu anlaşılıyor bu dünyada, tentakülleri var kanatları yok, kanatları var dokunaçları yok onların. Erboğa ve Eta Kova deneyimlerinde başat sıradalar. Antares göktaşı yağmuru ve silikon döngüsünde; tüycüksüz ve isimsiz dolaşım tarımı onların üzerinde kalmış. Duyunçsuzluk bu, yaşamak onların da hakkı; hani adalet, hani eşitlik, hani tanrıydı diye milyonlarca sanal gölge gösteriler düzenliyormuş. Bu durum bize garip gelmiyorsa da, yapılacak bir şey yok artık diyebiliyoruz… Son olarak onlara, yarın geçtiyse de, dün toplanarak, birlikte durumumuzu görüşebiliriz dedim. Birden sesler kesildi, çok sonra bir mutant ‘Anlayamayacağınız bir zamanda geçti, burada anlattığım öykü’ dedi.




*



BİR KIŞ SÖYLENİ




‘Kefernahum’da oturan Nefertiti, Halifeler
Tarihi’ndeki av sahnelerini göremeden ölmüştür'

I
‘Yaşıyoruz düşünceye bağlı gerçeklikle... / Kara yazılı kabilelerin yazgısı; / Sonsuz yapaylık. / Burçlardan oklarla vuruluyoruz; gösteri sınıfı localardan. / Pasifik Denizi’nden gelen titreşimler kulak yıkıyor. / Kırmızı yoncalar tüketiyoruz, mozaik virüsler eşliğinde / Sintilatör liften müzikler dinleniyor; Sedefler Senfonisi... / Öyküler, şiirler de yazılıyor, bellek kaydırmacayla, / başlık; Resul’un Kanatları… / Kan dolaşımı gereksiz, sanal odada Harvey Museum. / Ayrıksı komşular da var; Pupa, Pompa, Arcturus. / Gautama’nın Yolcusu sayıyor ölüleri… / Gemiyle kral geldi! / Dinleniyor çöl rengi aslanların uluduğu bahçelerde / Ve sinemalar, adım atılmayacak kadar dolu. / Bu yüzden Merih, sürekli tüketiyor gözlerimiz / Işık yurtluklarında, zaman dışına çıkıp uyuyoruz / Ve kovalent kanatçıklar salıyoruz geçmiş uygarlıklara / Umarsız olma, salt ölmekten, yaşamaktan yorgunuz / Ve burada sürgit düşünüyor, anıyor / ve arıyoruz…’

Avcı ormanın derinliklerine dalıyor, kar düşlerdeki gibi yağıyor, kuşlar tüneklerinden ağıyor, akrepler ölümlerini görüyor, anılarla yüklü görkünç çığlıklar, işitilmesi olanaksız ninniler gibi ormanı sarıyordu. Avcı ormanın ağzındaki kulübesine döndüğünde, bir kızıl tilki, iki tavşan, üç ördek, dört su samuru, beş kunduz, ayrıca incecik ayakları omuzlarından sarkan bir karaca vurmuştu. Kızıl tilkinin gözleri kırpışıyor, su samuru kıpırdıyor, ördeklerin boynu uzuyor, tavşanlar avadanlıklara çarpıyor, karacanın kulağından ılık bir kan sızıyordu... Dağın doruğunda öyle kar yağıyor ki, kar yuğumları içten içe kabaran coşum ve taşımlarla, dertop olup patlayarak yarıklardan süzülüyor, apak fırtınaların ürkünç esimiyle, sanki yaratanı da sürüklercesine yamaçlardan kopup kayarak, ta aşağılarda, ceviz ağaçlarının, yaşlı köknarların zamanla köhneyip kocadığı koruluğa ağarak dolup taşıyordu. Ve saatler sonra, topraktaki nice tuhaf canlılar, kıvıl kıvıl kurtçuklar, karların üzerine çıkarak, minicik kalmış ağaçlara, tüylü dallara tırmanarak, hayranlık veren bir dirim ve coşkuyla yaşamlarına kavuşuyorlardı. Ovanın kıyısında bir köy var. Kışın, durağan, akçıl havasında, toprak damlı evlerin aralarından, kelterli kısa bacalarından, göğe karışan dumanlar süzülüyor, küle bezeli göğün altında kimi zaman, tek bir insan, aşağıda, ovadaki kararan noktalara doğru çınlayışlarla haykırıyor, çok sonrada umarsız, boyun büken edalarla elini kolunu sallayarak öylece kalıyordu. Ovanın her bir ucundaki köylüklerden dumanlar yükseliyor, her bir köşedeki evleklerden tütsüyen duman sanki sonu gelmez akışlarda gezinir gibi, önce birbirine yaklaşıyor, sonrada ağır aksak aradığı yolağı tamda bulmuş gibi göklere doğru kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Çiğ dolu tarlalarda böcekler koşarak, kayarak, taklalar atarak yuvalarına kaçıyor, tilkiler arada bir durarak uzaklara bakıyor, sonra inanılmayacak denli dalgın, tin tin, sapaklardan, taşlı yollardan dönüp, tepeleri aşarak kovuklarına yaklaşıyorlardı.

II
Aristo’ya göre kekliğin durduğu yer, aşağıdan bakarsan yukarıda, yukarıdan bakarsan aşağıdadır. Ve söylencelere göre kuğular ölümüyle evli kızlardır. Taze genler aracılığıyla bilgilerin aktarıldığı kunduzlar dile getirir: Avcıların çocukları korularda genellikle baştankara avlar. Tan atımında çiftelerin sesi tepelerden tepelere süzülerek ovayı dolaşır, beygirleri, eşekleri, köpekleri ürküterek, köstebeklerin, farelerin, yılanların, ağaç diplerinde kümelenmiş dağ keçilerinin ve ırmağın altın kıyısında gizli ceylanların bir an durup, ovaya, tepelere ve dağlara bakarak çakılmışçasına duruşundan sonra, aynı alışkanlıkla, uykularına, kıpırdanışlarına ve mırıldanışlarına dönmesini sağlardı. Kar tavuğu karda görünmez. Kan lekeleri inci olup karlara düşer. İz olup uzayıp giderde neden sonra tazılar sökün eder. Avcı kanı sever, kanı içer; ölü tapar, kin tutardır. Aramızdan biridir, çevremizde dolaşır. İçimizde gezer. Ağlar. Tanrıya yakındır. Emeğe inanır. Yazgıya boyun eğer. Düzayaktır. Zamanı yadsır. Ve bir gün, avın avı olacağı ürküsünü taşır.
‘Yüce dağ başında bir top kar idim
Yağmur yağdı güneş vurdu eridim’
Avcı ormanın içlerine doğru yürüyordu.
Avın yaklaştığını düşleyen bir avcı kendisini gözlüyordu.

III
Suriye kralı Zahelin’e ait kedi, altın işlemeli çanağı kaybolunca açlıktan öldü. Köyde Topal Halit vardı, Blackwell’in Siyasal Kuram Ansiklopedisi’ni okurdu. Kurnaz bakışlı tanrılardandı. Bize bol bol Aristo’nun mantık oyunlarından sıralar, Şaşmazlar’ın evine giden yolun aşağısında durur, bakın bu yol yokuş, yokuşu çıkıp başa varınca da, bakın bu yol iniş derdi. Sonra Zenonvari bir tavırla bastonuna yaslanır, paradoks dolu bilmeceler sorarak, bizleri şaşırtır dururdu. Bu ayaklı ansiklopedinin, köyün altlarında ot kümeleri arasında ölüsü bulunduğunda, uzun zaman öldüğüne inanamadım. O her şeyi bilen ve görendi, çocukluğumun bilgesi, erenler yücesi, bir soylu dervişti. Bize, Süller, Hançalar, Zeyve, Bekilli ve çok uzaklardaki Selcenli’ye gittim dediğinde, biz ona tüm dünyayı dolaşmış gözüyle bakardık. Işıklı göllerden, aynalı sazanlardan, zeytinyağlı lambalardan, suda yüzen yılanlardan söz ettikçe, bir evliya dinlermiş gibi gözlerine bakar, ta Hadım’dan yardıma koşan Bozoklar’ın, Ayanlar’ın katledilişine nasıl seyirci kaldıklarını, Kıralan’da yapılan deve güreşinde altta kalarak boynu kırılan devenin sahibini nasıl aldattıklarını, İcikli’de hem kadın hem erkek olan bir köylünün tuhaflıklarını, Meler’in adının, keler (kertenkele) bolluğundan değil, koyun kuzu çokluğundan Meler kaldığını, Çıtak’ta keçilerin nasıl çabuk boy attığını ve Çivril’de hep çılbır denen yemek türünün konuklara sunuluşundan dolayı Çivril adının kaldığını aktarır durur, bizde edalı yürüyüşlü bu topal yalvacı ağzımız açık dinler dururduk.

IV
Daha uzun yazmanı dilerdim, daha çok şey anlatmanı, anlatmaya değer şeylerin yok mu, neler yapıyorsun, neler okuyorsun, yalnızlığının dolambacında neler var. Gerçeküstünün kıyılarında gezindikçe neler yapıyorsun. Hep söylerim bu dünyada kayda değer tek şey sanat, güzel şeyler yazmak, üretmek, bulmak... Çok ünlü bir yazardan bir anekdot var, ironiktir ama ben şaşmaz bir doğrulukla bakarım sözüne, sana, tam nerede, nasıl kullandığını aktaramam, ama aşağı yukarı şöyle bir şey: Düşün, kahvenin birinde bir dolu insan var -görüntü belli- işte ünlü yazarımız oradan geçerken diyor ki: Aslında bunlar yaşamıyor! Bundan daha korkunç ve ölümcül bir çağrışım olabilir mi yaşam için... Ne diyeyim ‘Seni bilemeyeceğin kadar çok sevmek isterdim.’ Şafağa bakarak ülküsünü kucaklayan çocuk kızlar gibi çok seviyorum seni. Ütobik. İspanyol gemiciler okyanusa açılıp başka toprak ve denizlerin haritasını çizerken, kimi zaman majesteleri ve sevgilileri için küçük bir adacık çizerlermiş haritaya, başka bir zaman başka bir denizci o adayı bulamayınca, bu durumu bilen bir başka gemici gözünü ufuklara diker ve; ‘O Armelita’nın adası’ dermiş. Bana bu rüyayı ağından sarkarak bedenimde dolaşan örümcek gördürmüştü. Fareli kapanı mahkumun suratına bağlayıp işkence yapan ve salya sümük dolaşan Çinliler gibi Dekabrist ruhum işte böyle yalpalıyor. Oysa Monsieur Lapalisse gibi olmak ne iyi: ‘Yağmur yağarsa gökten su düşer.’ Ne denli gülünçse de acı çekmemek için ‘İşte bütün mesele bu!’ diyorum. Eskiden gözyaşı vardı, sevgiliye dil dökmek vardı. Trojan atlarıyla virtual araçların kart ağaçlarla savaşına döndü yaşam. Renksiz, kokusuz, tatsız bir sıvıcıl. Düşüncesiyle dünyayı ayağa kaldıran bir bilge, ölümüyle önemsiz fısıldaşmalara yol açıyor artık günümüzde. Her şey tuhaf, ben 7 yaşındayken, babam 49 yaşındaydı ve benden tam 7 kat çok yaşamış ve görmüştü. 35 yıl sonra o, 84 ben, 42 yaşına gelince, nasıl oldu bilinmez o katlar yok olmuş ve zavallı bende, babamın yarı yaşında olan koca bir tomruktum artık. Benden 7 kat çok yaşayıp gören babam, şimdi nerede, zaman neden yok oldu, yaşadıkça tükenip, hiçlenen bir şey mi zaman.
‘Yüzyıllar öncesinden kalmış tapınak / Yitmiş yanık bir dağın sisli kıyısında... / Tahtında ağlayan yalnız bir kral / Arar solgun yüzünü suların aynasında’
Ne Füruzan hanımın tavus kuşuna dönmesi, ne Talokan’da insanların ölmesi, zaman karşısında hiç bir şeyin önemi yok. Ne Judas’ın ağır kirpikleri, ne Tibet’teki iri vahşi keçi, ne kürede noktaların merkeze uzaklığı, ne güller, ne kırlar, ne atlar, ne zambak kokulu topraklar, ne derin ürpertici kıstaklar, ne sıvı helyum ısısında duran kimya, ne Vanuatu devleti, ne Kephissos çayında, mızrağıyla, güneşli çimenlere uzanan tanrı, ne ‘Aganta burina burinata’ ne baharda kunnayan Trampacı Osman’ın atı, ne kör Tiresias’ın Liriope’ye ‘Si se non noverit’ (Yeterki kendini tanımasın) deyişi, ne leylak, makas, fitil, mavi, hiç, her, hem, sümbül, can, ayna, horoz, mayıs, fidan, lamba, barut, akasya, demet, mantar, yulaf, kümes, fistan, palamut, ıspanak, lahana, ıhlamur, kamyon, mayo, buket, kasket, tuzak, beton, kep, tank, berber, peçe, kanca, kart, salça, pırlanta, şapka, kanarya, soba, şubat, nisan ve vişne sözcüklerinin dilimizden olmayışı, ne su kolonunda yürüyen organizmalar, ne düşüncenin hedonist çılgınlığı, ne manyetik canlılar, ne dış bükey pervazlar, ne kutsal dürtüler, ne kıyıcı lav sfenksleri, ne çalışmak zorunda kalmamak için konuşmayan maymunlar, ne algısı olanaksız fiziksel dünya, ne kıpırdamadığı için kuşların yuva yaptığı buffalolar, ne ölünce kılları büyüyen insanlar, ne öküzler gibi otlayıp, saçları kartal tüyü gibi uzayan Aboriginler, ne hiç bir şeyin hiç bir zaman yinelenemeyeceği ilkesi, ne aynada yüzüp duran kesik baş, ne buzdan saydamlığı güzelliğin, ne savaş, ne utkuların kozmirajik bir avuntu oluşu... İç savaşta Roma lejyoneri bir yurttaşın kellesini uçurdu, döşeme taşlarına yuvarlanan kesik baş, öldürücüye şunları söyleyebildi: ‘Ergo quisquam me magisodit quam ego’ -Biri benden, benim kendimden nefret ettiğimden daha çok nefret ediyormuş meğer.- Ne ölenin İsa’dan önceki ilk hıristiyan oluşu, ne alt alta her şeyi toplayıp, her şeyi çıkaramayışımız, ne iki yıldız gibi parlayan gözlerine bir türlü bakamayışımız (Paros mermeri gibi ak yüzlü Bakkhos’un), ne kim bilir nerede
‘Per oculos perit ipse suos’ -Onu öldüren kendi gözleri oldu.- deyişi, ne aynanın bronz karanlık suyu, ne cehennem ölüleri, ne yeryüzü tanrıları, ne adamın ikizi olduğu sanısıyla omuzlarına kocaman bir demir küre koyuşu, ne tilki yüzlü eskil adamlar, ne bir yüzyıl yaşayıp ölen atamız Ömer... Bakın; Psyke odanın karanlığında kandille bana doğru yaklaşırken yüzümü yaktı. Ve Eros kuşa dönüşüp yitti; Melusine’nin balık olması gibi. Diyesim ne Küba denizinde kızıl zambakların açışı, ne iki çift gözü olan Phanes, ne ölü çocukları elinden tutup göklerde yüzen ay, ne Narcissos’un hayali, ne ormanın kırk delikanlısının kışkırtmasıyla ölen Sezarlar, ne imge kovanı, ne karşıtlar barınağı, ne özgürce karşı çıkabileceğim bir tek tanrı kaldı deyişim, ne Maenadlara korku salan kralları, ne tulumba fitili, ne güvercin tüyü, ne iksion çarkı, ne uğuldayan fırtına, ne Dis’in armağanları, ne Cicones kadınları, ne içilmeyince gücenen sular, ne şiirin gizil evreninde Osmanlı miti, ne karanlık Thomas’dan kötü belirsizlik dizisi, ne kehribar içine hapsedilmiş taşlar, ne de bir kış söyleni...
Değilse de, belki her şey şu, yani ‘Regina Coeli’ duası...
‘Cennetin Kraliçesi, neşelen, aleluya / Taşıdığın çocuk, aleluya. / Göğe yükseldi, aleluya, / Bizim için tanrıya dua et, aleluya / Tanrı gerçekten göğe yükseldiği için, / Neşelen, mutlu ol, / Oh Bakire Meryem, aleluya.’
Amin...
Her şeye amin.


*



ADAM

"RosettaTaşı’ndan alınmıştır”

‘Düşünsel alışveriş anlağı döllüyor. / Dünyamız giderek bizden uzaklaşıyor. / Sankar’da açılan kuyularda / vızıldayarak ölüyor arılar. / Kör imgeler, Samsatlı Lucianos, Hürü Ana / İki Acem kılıcı gibi kaşları. / Gözler bir yere açılmayan kapılar. / Çepelpuç ilkel ve çağdaş voyvodamız / Deve ve serap doğacıllığını koruyan din / Plazada uluorta asılan tüccar. / Sanrılar insan çığlığından ölen balina / Öteki olduğunu fısıldayan Bohemyalı / Panizm… / Persî bir prensteki geleceğimiz / Tanrıdan önce gelen tek şey eseme / Otrar kentinde geçmişe yönelen zaman / Yüz yılın sonunda konuşan kedilerimiz. / Omurundan / Ceyhun’u aştık Turfan’ı geçtik / Ve Hubyarlar karşımızda işte / Biricik bengisu ben / Bir yaratı yuvarı Avesta’mız / Ken’in tanrısı ben / Sonsuz açılım tek tin tek töz / Madde düşünce / Düşünce ise madde…’

Hafik’teki Sofular köyünde doğdum. Gençliğimde Mehdi olup Ravza dağında gizlendiğim söylenir. Baltık Denizi’nin amberi, Thüle’nin kalayı, su meleklerinin boynuz kapısı ve Perikles’in evlenmek istediği Miletoslu entelektüel Aspasia’ya hayranımdır. Araplara yenilen Sasani hükümdarı Yezdigird’in kızı Şahbanu'yla evlendim, bazıları telef olmuş yirmi bir çocuğum vardı. Abbasi davetçilerinden Hidaş gibi, Helen gnostizmi ve Ebu Süfyan’ın güvercin donunda (biçiminde) gelen İkiz Güçler’ine değer verir ve inanırım. Varlıkların özü anlamına gelen ve yanan çalı sembolüyle gösterilen Yaave bizim de simgemizdir. Gadir’i Hum’da, Cemel ve Sıffin savaşında bende vardım. İkisinin musahip (?) olduğu Tanrının Aslanı ve Orphee Yumurtası lakaplı dört ayaklı kutup eşeğine bir gezi sırasında bende binmişimdir. Başta Şiiliğin gulat kolu olmak üzere, Argos gemisinin tekniği, ‘Haber geldi bana ki Büşr Yemen’e gelmiş’ diyeni selamlayan Vişnu’nun atmacasıyla, Seretan ve Yengeç beygirinin gelişip değişmelerine benim de pek çok katkım olmuştur.
Mandregiri dağını gezdim. Akrep zehri gibi yakıcı buğular içinde dolaştım. Bir kapışma üzerine Komodo ejderlerinin de bir dile, hatta bir uygarlığa sahip olduğu anlaşıldığında; bu (değerli) bili gene bana nasip olmuştur. Hasır taburelerde çok oturdum. Tanrının varlığına olan kararsızlığın; boş olduğunu anladığım zaman, çok geç kalmıştık. Sığırtmaç adam Bootes, Krişna, Jesüs ve Baküs iyi dostlarımdır. Urumiye gölünde bende yüzdüm, ay ışığında üzerinden leylekler, minik kuş sürüleri ve üzeri sarı yıldızlarla dolu kuğular geçer ki hâlâ unutamam. Soluk benizliyimdir, alayla Romantürk dedikleri de olmuştur. Beserabyalı değirmencinin oğlu Kuyucu Murat, Kansu Gavri ve Sadettin Köpek’le uzaktan da olsa akrabayım. Mavi sırtlı somonla, İran keçisi, Etiyopya arısı ve göz yapılarından ötürü balina yemeyi çok severim. Her yemek yiyişimde, gizli bir iğrentiyle dolduğumu da, yalnızca ben bilirim. Yunus arkadaşımdır, Yafa’ya geldiğinde, Tarşiş’e gitmek üzere bindiği gemide tanıştım. Bu Saffat’ta da yazar. Bir söylenceye göre gemi, Hınzır Burnu önlerinde fırtınaya tutulup batmış -Yunus denize atılmış- Payas Harabeleri civarında balık karnından tıpkı yeni doğmuş çocuk gibi çıkmışsa da, -ışık olsun ki!- kimseler bilmez, onu ben kurtarmışımdır. Bir ağacın gölgesine götürmüş ve sütleğenden peyda sütle beslemişimdir. Bu yüzden o süte ‘cennet taamı’ der.
Her şeyin dönüşüm içinde bir boşluktan bileşik olduğunu anlatmak için gaitalarını yiyen Zelanda’nın güneyindeki Utahlara bende katıldım. Utkularımızdan Sıffin kutlamasında (3 rub-u asır sonra), bir cenkçinin karısı Cüdaye’yi, ölünün kahraman eşi olarak anmak istemiş ve yaşlı Cüdaye törendeki şatafata dayanamayıp ölmüştü. Bunca zaman evvelki Sıffin’in son kurbanı Cüdaye olmuştu benim gözümde. Öldüğüm de imrenilen ve uzun yılları kapsayan yaşamımdan geriye hiç bir şey bırakmadım. Yaşam vahşi yırtıcılığın cirit attığı, kör kötürüm bir çalı yığını. Bu ahmakça süsü bildiğim için geriye yalnızca şu övüngeyi bıraktım yaşamımda; (Kayıp kuzu kâbusta bulundu / köyün altında / denizin içinde dönüp duran / Mevlana heykelinin orada / Hani kimlik sorunsalını umursamayıp / herkesi taşraya çağıran / ve adada mekanik çılgınlıklarla dönen / Mevlana heykelinin dibinde. / Karşıdaki çıplak adaya doğru bakıp / denize atlıyordu) gibi dizeler yazan lanetli ozanlara öykünüp, bir zamanlar bende yazdım.
Ey okur, sakın gücenme, o’nu yalnız sen biliyor ve yalnızca sen anlıyorsun:

‘Karawane’
jolifanto bambla o’ falli bambla
grossiga m’pfa habla horem
e’giga goramen
higo bloiko russula huju
hollaka hollala
anlogo bung
blago bung
blago bung
bosso fataka
ü üü ü
schampa wulla wussa o’lobo
hej tatta gorem
eschige zunbada
wulubu ssubudu uluw ssubudu
tumba ba-umf
kusagauma
...
Hoşçakalın...



*



KIRIK TABLET

I
"Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil / Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru / Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda / -ayırıpta kasığını- / oturuyor. / Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini / ataları Nuh'a lânet yağdırıp / döküyor bir leğenden / içiyorlar irini!.. / Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor / -bir başka kavim- / ötede / sığınıp pazar yerine / tozlu bir Kur'an'ı da kucaklayıp / Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak / boynunda gümüş, Beyta'nın evlerini yakıyorlar / Araf!.. Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta / büyüyor gagasındaki kin / -ışıktan kılıç- / Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme / ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!.. / Araf: Son değil... / Orada: / Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de / bu tarih öncesi bitmeyecek mi..."
Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa, Linear Algebra’sından, Apollonius konik kesitleri, El Haitam ve El Cebr’i yazan Ömer Hayyam ölünce, sıvı demir, gürz, üşüyen Karya kuşu, ebru ve yılan hüyük içine saklandı, Meşhed’e kesik başlı bir hacı geldi dedim, develer toz içinde. Savruluyor Nişabur, Hayyam mezarına ilenç için uğrayanlar, öyle gürültü patırtı çıkardı ki; o uyandı ve mezarım Belh’te mi diye sordu. Rübailer sillogizmler halinde mantık dersi verirdi, masum bir evi vardı, nautilus gibi ilginç bir mimari, ürkütürdü Meryem'i... Altın oranlı, tuhaf işte bak Pisalı Fibonacci gibi, saçıntısı say; LSLLSLSLLSLL, bu bitkilerde yaprak sayısı, arı ve tavşanların yavrusu, kansız üreme ve kötü kokan çürümüş leylak gibi sonuçlar verir, bir pankreas içim, kardiya, yaş kılıçlar üzeri gezdik, sonra su sevisi nergise kan akıttı şorlayarak bir cengâver. Gece geldi işte, güneş çıktı! Sabbah ağlamasın mı, -tron uykusundaymış ay, bu gece benim yerime nöbet tutar mısın, surların dibine gelince elimize topuz-gürz verdiler, yüzünün revnakı kaçtı; gözleri nefrite döndü, yağışlarla besili Mısır ırmağından cesetler geldi, ama utanın yahu nedir bu dedim, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik, hep gülüyorlar efendim. Uçta ki güneş koronası, ucu kırıldı kızma, kendi yaptığım teleskop bu, böylecik gösteriyor, cüceler ordusuyuz, Vienna Tonkünstler Orkestrası 9. Senfoniyi çalıyor, Hayyam hiç requiem görmemiş, ölüm marşı, gene de allah allah deyip saldırdık. Sonra Marx geldi, gözyaşlarıyla, burnunu çekti ‘Corruptio optimi pessima’ (Aldatıcı iyimserlik, gerçek kötümserliktir) demesin mi... Ben karanlıkların atasıyım, ben aydınlıkların ölümüyüm ya; Hallac'ta uyandı, kaos; uçak pistte sorun çıkarmaz, taksi yapar ve üç yüz ölüyle kurtuluruz bu kuşatımdan diye bağırdım. Muhasara bu dedi! Güney cephesi rift kuşağına girsin, Tatarlar saf değiştirsin, hasekinin birini kısrakla kaçırdılar, somya getirsinler yaralılara diye bağırdı konkistador. Diaz yelkenleri indirmiş meğer, Vikingler İstanbul’a Miklagard dermiş ama cesetler gene de koktu, mezarın birinde kedi unutulmuş, biri ölmeden gömülmüş, şimdi ikisi bir yaşıyor, biri miyavlarken öteki çığlık atıyor, listede ölü görünüyor deyip mezarın açılmasına izin vermediler (paralel evrenler de yinelenenler!), oluyor işte Hernando de Soto kılıklı bey!.. Karşına çıktı göl, günahtan arındıran suya yakalandın. Viscount St. Albans Francis Bacon, Elizabeth ve Novum Organum'da (Yeni Alet) bu cinayeti dile getiriliş biçimi berbattır, şimdi sırası mı, olağan dışı ölümler hep birbirini izler öykülerinde, dizimler kuru ve sıkıcıdır, Alamut kalesinde öyle ki, afyon içer fedailer ve elini kaldırırsa, hepsi uçurumdan atlayacak denli ölüme bağlıdır, burçlardaki Haşhaşinler'in. Sylvia’da can sıkıcı, ciğeri parça parça bulut, taksi yapar striptizle, Allah’ın gölgesi üzerinize olsun. Hanbalık Pekin, Meholalı Barzillahoğlu Adriel’e beş çocuk, Saul kızı Mikal ki, aygır, kısrak, taşıl, Velpecule (Tilkicik yıldızları) tümü atılırlar bize doğru, konuşmayı yarıda kestik çünkü; "Tanrının göklerde oturduğunu ve yeryüzünde işlerin yolunda gittiğini söylemek yanılsamadır" dedim. Karargâhın yan tarafında bir eşek var çalıya bağlı, düşündüm ki, kendisinden eşit uzaklıkta, gerek nitelik, gerek nicelik bakımdan, eşit iki ot yığını arasında kalan eşek, hangisini yiyeceğine karar veremez ve açlıktan ölür! Buridan eşeği! eh istenç mi özgür! Hadi yürü bırak şimdi dediler, elime mızrak verdiler. Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet artık, Haccac-ı Zalim'e, Safevi Hatayi İsmail'e, tahtacı, demirci veya öbürü herkese görünür, olmadı Chesterton, Yakup düşlerden çıkıp gelir. Yaşlandım, Pluton karesine girdim, canıma kıymak düşündüm yenilince, ama özkıyım-özkıyınç kırmızı, atım değiştim son anda, yerime geçen Kıpçak yaver öldü, bunun üzeri bir orakl sınadı beni, Kinzalı adamına, Kadeş krallığına geldik dedim. Babam tanrı olunca (öldü...) tahta kardeş Arnuvanda geçti dedim, hazırlıksız yakalandık bu yüzden. Bebeklerdeki Moro refleksi gibi, her şeyi iten ve dış dünya gerçekliğini kanıtlayacağım diye her önüne gelene, elin kolun gösteren George Moore'un ölümü de kendi elinden oldu ne olur ki dedim. Bebek gülümseyerek, ellerini uzatınca kılıca, asker geri çekilmiş, böyle duyunç sahipleri de var, savaş alanında, o an, gözlerimden kan aktı inanın, bin yıldır ilk kez.böyle, delphoist olalı beri yüzüm gülmedi, düşüncelerimiz hep ağlıyor, doğal nedenlerden ölen feylesof yok filân diye lafa karıştım...1919 yazı çok sıcak aman, sabah yapacak iş olmuyor, güneş doğar, çoğu zaman papaz okulu damına çıkar ve Ludwigstrasse’de yaşamın uyanışını görmek için otururdum, bir gün yanıma Platon alayım dedim, az buçuk Yunancamla, Timaios’u okumak için. Yunan atom felsefesini temel kaynağından öğrenmek üzere; Yunan feylesoflar maddenin sonsuz küçük ve bölünmez parçacığını niçin arar ki... Platon'un, Timaios'ta savunduğu görü, yani atomların gerçemli cisimler olduğu görüşü, doğrusunu isterseniz benim için bir olut sergileyemiyor (dilim de dönmedi ya), atomları gösteren o ünlü gravürü yapan ressam da ölmüş, bir de ölmeyin bir kez mi desek, bunu yapmadan önce Sokrat'ın öğrencisini okusa çok iyi olurdu ama bakın aynı tarihte, başı dertte olan Türkler'in önderi Samsun’a çıkıyor, Kurtuluş’u arıyordur, bu savaş, zamanın göreceliliğine en iyi örnektir. Aman, filân feşmekân deme, biz ne, onlar ne biliyor musun?..
Kara kan akıttılar, İranî (siyah) atlara binip güneye doğru kaçtılar, hançerler; hançeresinin ve diyaframının rüzgârını aldı ve yere kapaklanıp, secdeye geldiler dostlar ve sultanlar sultanı Büyük Süleyman'ın yüzü gene güldü kronosum, aman be allahım!.. Ama İlyas yüzünü kapadı, Şam yolunda gözü kör oldu Saul'un ve Halit, Ayanlar sokağından kahveye doğru yeltek yeltek yürüdü... Hayyam şarap içiyor boyuna, hiç dinlemiyor beni, derbeder olmuş adamcık, kızamıyorsun ki, Keops, piramit için çalışıyor, arada laf yetiştiriyor bize, Giza platosunu seçmiş kabir diye, ölmek için kâfir. Sultan Höyüğü Tekfuru geldi bu arada, başında Yemen hilâli gibi şapka, acayip, ikindi güneşi gibi de gölgesi uzun, ne oluyor sana dedik. Daha ne olsun sözcüklere taşçık diyor ve prosodisi çok iyi, eğitimli biri belli ki. Tayga leoparı gibi adımları kararlı yürüyor şamakon, deniz narı gibi kahkahalar salıyor sağa sola, yaban armudu kovuğunda saklanır gibi de sinsi, bir çuval incir bitti, herif hemen kötü oldu, uyuyun, sakin ve dingin olun, yaşam çok kısa, değmez dedi, bellemi çok kuvvetli belli ki! "Çoban yıldızı / seslenir koyunlara / İçiniz / Beni gölden / Size yansıdığım" dağlarca dedim, garip garip baktı. Öyle gez öyleyse, Küba'nın yemyeşil latifundiyaları, zarif dansçıları, Ancor’un gizemli tapınakları, Sakkara, aşınmış mastabanın kumlu katmanlarını dolaş dur, bir Dünyazat olsun yanında, Capricornus Boynuz, Auriga, Triangulum, Camelopardus, Merkür Geçidi, Venüs Zambağı, Uranus Keçisi ol. Gezi yazınının ilk örnekleri, Batı Hun imparatoru Attila filân, gönderilen elçi Priskos ve Klikyalı Zemarkos, Göktürkler'e elçi olarak gelip yazdıkları ve Hoca Gıyasüddin Nakkaş, Acaibül Letaif adlı yapıt, Türk gezi türünün en eski örneğidir diye konuşurlar. Molla Gürani odaya girdi. Zülfikâr, çatal dilli Şahmaran'a özendi dedi. Silezya sürahisi, kozalak, 1632 Lutzen savaşında ölen Kral Gustav, Sadalmelek, aha Paris yakın işte saçmalamasan allasen, Arlington’da bir mezar taşı, ölüyü dinle şimdi, Auguste Comte kızıp dedi, ufukta Koçgiri belirdi ama;
“Burada / İki ninenin yanında iki kız torunu / İki kocanın yanında iki karısı / İki babanın yanında iki kızı / İki ananın yanında iki oğlu / İki bakirenin yanında iki anası / İki kız kardeş yanında iki erkek kardeş / Yatıyor ama topu topu altı kişi gömülü / Hepsi de meşru doğmuş, hiçbiri fücur işlememiş / Bilin bakalım bu nasıl olur”.

Hatem Tai bilir dedim. O da ölü. Isıl salınımlarının etkisiyle, Tereza adında bir Lehli geldi. Bir kaç kuşağı boğabilecek derin gölcükler, düşünde nalın giyip Arapların, semiz kara otların, helezonik adamların, saltık karanlık ve çocuk İsa’ların hafakanlar bastığı toprakta elbette nekrofilizm yeşerir canım kardeşim. Arı şahini gibi odaya geldi ve Hayyam döndü mü peki dedi, Taptuk Emre'ymiş, onu çağırın, geldi evet, bilim tarihçileri Pisa deneylerine önem verir, Galilei’nin Aristotelesçiliğe karşı, skolastiğe halk önünde saldırısını başlattığı andır bu. Baştan çıkarıcının günlüğü, minima moralia, Benjamin, yok Adorno yahu karıştırmayın diyorum, bir şeyi de iyi yapsak, nüfus, ölüm, kaza oranı bırak şimdi, kaç kişiye bir kitap, ahiyak, Teks mi, Kinova mı, Libra, iye kemiği, Lepus, Oğul Davut, Cancer, Corvus, Crus, Carina, metal tayt, ant, Taurus, Cetus, Hydra, Volans, Pisces, Serpens, Caput ve Gemini, kalabalık geldiler billahi. Dimetoka’da kumpanyadan dönen Shakespeare, yanan Reischtag ölülerine bakarken, Murat'ı, Miloş Obronoviç derler bir narodnik öldürmüş tam bu sıra duyumun aldık, Hallac-ı Mansur'da öyle, öyle mi. Molotof kokteyli atın, kalabalık çabuk dağılır o zaman. Kin gibi tohum ekeceksiniz, gördel olsun epeyce, sayıltılı, koşuntulu, kaplamı itinç dolu diyesim, onun soyu senin başın ezecek, sen onun topuğuna basacak filân diye master yapıp, tez hazırlasın, o sıra yargıcı yargılamak üzere bir yargıç getirdiler, elinin parmaklarını sayıp duran, ağaçlarla alay eden bir deli, tan sökümünde geri gitti. Ey budunum, Endülüs halifesini çağırdılar yerine. Klossowski’nin (Baphomet) romanı Nietzsche’nin sonsuz dönüş kuramıyla yola çıkarak, bedenlerinden ayrı ruh, soluksuz varoluşu sürdürmeleri ve bu soluğun içine girecek ölümsüz bedenleri arar dedi. Gongora konuyu değiştirmek için laf attı işte, ama karıncanın adı Latince 'formica' olduğu ve ondan elde edilen asite 'Formik asit' dendiği, benzer biçim Latince adı 'Acetum' olan sirkeden elde edilen asite 'Asetik asit' denirmiş ve bir de Pelagonik asit varmış, bu herhalde Devonyen devirde içilir artık, cromagnonlar içmiştir Maral! konuyu iyice karıştırdılar bence. Yaşlı bir kadın geldi çadıra, yüzü kalp biçimli ve kemikli, sanki ölümle seviştim, nemfomanmış, cariyeleri arasında böyle garipçiller var. Kambur Rigoletto, Mantua Dükü kız kardeşini kurtarabilir mi beni ondan, Çek köyü Nazilerle işbirliği yapan ‘oportünist Sekal’ın ölümü hak edip etmediği derken, Hector Berlioz ve Dvorak parçaları dinledik karışıklıkta, Roosvelt gelecek dediler sonra, El Bruz soğuk, her daim buzlu dayanamaz, radyoyu kapattım söyledim, ayağı aksak, Soğdça, Beluci ve Avesta dilini iyi bilir, deniz ifriti gibi bir adam, çekinir mi oda girdi, dağdan gelmiş önümüze çıktılar, ‘Araba Camı Yıkayıcılarının Baladı’nı okudu bize, annesi yokmuş çocukluğunda, ağladı hep, belki yalandır, herkes günü geldiğinde yalan söylüyor, Koçi Bey’in Risalesi, R ayaklı, Paşa’nın mal varlığı, Anemas zindanına doldursan sığmaz, boş ver dedim: Bin yedi yüz köle, iki bin dokuz yüz savaşçı at, bin yüz altı deve belki de gebe diyor şehzade, yedi yüz bin sikke-i hasene, beş bin dik kaftan, urba, bin yüz adet üsküf, altı yüz gümüş eyer, beş yüz bin altın eyer, bin beş yüz gümüş at başlık ve yüz otuz çift altın üzengi, ayrı kalıp altın, nakit altın ve gümüş karışık altın, gümüş eşya, mücevherat, ziynet... İyi de, ben bir hırsızım demektir bu yahu!
“Ben bir hırsızım ve bu da yaptıklarım, / Toledo’daki bu antika kitapların odasında / ölü profesörlerin yapıtlarını karıştırıyorum, / onların kutularını inceliyorum. / İş şuna geliyor; sağlam bir kutu; / içinde de son dekanın küllüğü, kisvesi, / mührü, piposu, / golf kupası ve sigara keseceği. / Amin.”
Allah'ta işini biliyor deyince, odaya von Braun girdi, sen aslında bir Mekke tanrısıydın demesin mi, ifrit gibi sarı ve gösterişli. Ne demek istedi anlamadım ama, anlamakta istemem, bu yaştan sonra, zamanla yarışıyor insan, küçük bir imza yüzünden yaşam boyu tutsak kalmaktan iyidir, o ölümle nikahlı demek, ah Paris belki, mitik bir şeydi unuttum şimdi, duydun mu kuzeyde barbarların dilini öğrenen ahır köpekleri varmış... Çal Peckinpah durma! Bağdatlı Cüneyt, Sana Çölü'nü gezerken kocaman bir köpek getirmiş, Delhi surlarının önünden ç/alıp getirmişlerdir, çok önce, gülüyor almışlar diyor, iyi kalpli işte. Vakti av peşinde geçmiş, yelden hızlı koşar köpeğin dişleri dökülmüş, tüyleri kırçıl, bedeni ağırlaşmış; eskiden gazal sektirmez, kanat açtırmaz, soluk aldırmaz av köpeği şimdi yerinden kımıldayamaz olmuş, Cüneyt hayvana bir lokma ekmek verdi, sonra da: Köpek! yarın hangimiz çıkar bilinmez ama sen iyisin dedi... Hayvan dile gelmiş: Neden? Cüneyt; Bugün yarın imanımın ayağı kaysa tökezler doğru cehenneme giderim, oysa senin başında böylesi kötücüllük yok. Köpekler de ahret anlayışı yok imanım! cenneti beğenmez, cehenneme de yüz vermez onlar dedi Theodor, hayret Cüneyt'e ilgi gösteriyor. Çadıra bir ölü girmesin mi! Işık ve yaşam aydınlatılmış karanlık, gece ve ölüm karartılmış aydınlık diye bağırdı Bohr!.. Zale'ye Leopar'daki av sahneleri Olguin dedim, Arjantin'e geçti birden yani işte... Peki ne olacaksınız; kaymakam, sonra; vali, sonra; vekil, daha sonra; başvekil, en sonunda; hiiiç... İşte, ben O'yum yahu...

II
"Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var./ O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim. / Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler. / Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm. / Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi. / Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim. / Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı. / Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım. / İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım. / Ben ozanım."
Esperantodan volapüke her dilden konuşur Mor Afrem tragelaphos keçigeyik der İskitlerin flütçü kızı var mıydı diye söylenir şunu anlattı Lenin'in kolundan çekiştirip III. Ahmet'te kulak kesildi gizlice gördüm dedi ki ayağı çakşırlı Zapata öldürüldü ama can çekişirken yanındaki adamlarına çabuk bana güzel bir söz bulasınız büyük adamlar ölürken güzel bir söz söylermiş filân dedi saf devrimciye gülümsedi oradakiler İsa soluğunu verdi ama bu sözde güzel Bolivar nasıl da destek çıkıyor sonra Biruni geldi kimden duymuş bilmem kadın ‘Ben en güzelim’ derse gerçeği ne kadar yansıtır bir belitsel sistemin ‘Ben tutarlıyım’ demesi midir gerçek söz konusu kadının en güzel olduğuna kendisi değil başkası karar vermeli ama o başkası evrensel estetik değere sahip olmayabilir dolayısıyla o kararın doğruluğuna gene bir başkası karar vermeli o bir başka kararın doğruluğuna gene bir başkası bu sonsuza dek sürer söz konusu kadının en güzel olup olmadığına karar verilemez Werther'de (Genç Werther'miş) üzülme kızlar prenses ki göğüs uçları sert minyatür bir et kulesi fallik bıçak girip çıkar vajinal ve klitoral orgazm ilk kez gözyaşlarını tut durup gökyüzü ötesi bak gene gökyüzü mırıldan ‘carpe diem’ filân dedi leylakla gezen ruh Hades'se görünmeyen Lerna bataklık Nemea aslan Pallas kız sihirli tolga Odysse on iki bin dize Herkül dünya batı ucu tanrı bahçeleri Hesperid altın elmalar çal Atlas yardım et inek göz Hera kamçılanan hardseks hala Bach hep ölüm fa majör prelüd hep prelüd Voyager uzay sondasıyla uzak dünyalara doğru yol alıyor Macar suyu sür Beni Kaynuka savaşı yahudi ve müslüman ister 1300’de Karakurum yola Moğol ve Tatar Çuçi Han komutası Rusya yani Kıpçak stepleri girer bir kol kuzey Alaska oradan Amerika geç Siyu ve Apaçi kızılderili kabileleler Son Mohikan Katerina II sıcak denize açılmak ister boğazlar ve Ege'yi Çeşme’de yaşanan savaş Kont Orlov'un isteği üzere Rus bir ressam tarafından resmedilir ressam gravürü gerçekçi yapabilmek için St Petersburg kıyısı Rus kalyonları özel olarak savaş gösterisinde bulunur çirişli elleri görünüm ürkütücü Offili'nin fil gaita üzeri yerleştirdiği ‘Kara Meryem’ tablosu gibi puhu kuduzumsu kavranası kireç ocağı kımıldar cenin birlikte Moğolistan kırlarına bakar bir çığlık ve yüksek bir su çarpma sesi ileride bir yer göle bir kuş konmuş kapı önü geçip vitrin bakmak için iki blok öte yürü parktaki ördeklerden biri onu acımasızca yuhalar vitrin camında ise Mart kırağısı buzdan çiçekler açmaya başlamış tüm sorun tepeye bakan kolonadlı tapınakları tavaf etmekte mağara ve mağaza‘Yaşamak öldüğünü görmektir, / Yaşlanmak budur işte’ elindeki kâğıttan okudu durdu iyi mi kim o dedi Paulhan biri Voznesenski dediler biri de Ginsberg filan dedi bıraktılar sonra Kraliçe Elizabeth II yeryüzünde bir ağaca prenses tırmanıp kraliçe olarak aşağı inen tek kadınmış dedikoduya bak şimdi tırmandığı ağaç Kenya'da bir incir ağacı adı Treetops olan bir ağaç ev 5 Şubat 1952 gecesini o ev de geçirdi şafakta prenses aşağı inip hayvanlarla film filân çekti ve güneşi izlemek için yine tırmandı aşağı indiğinde kraliçe olduğu söylendi bir önceki kraliçe ölmüş yani basın asıp kesti hemen politik düşünceleri şu mu Baktria nerede deniz kandili ne ilerde insanlar kentlerde toplanacak teyze Eltâk kapısın kırıp içeri girebiliriz Bağdat bütün taş ve demir sanayi baş parmağımın emrinde felsefe yazın boş hünerler anlağın becerdiği filânca şeylere ödenek ayrılmayacak suyun tansıdığı yalan aynanın küstüğü gerçek El Afrun'da terk bir un fabrikası var üç kaşlı yaşlı kadının kemikli kollarından un yapılacak uyuşuk havaları severim Turing geldi çadıra günün birinde hanımlar bilgisayarlarla birlikte yürüyüşe çıkacak ve birbirlerine o sabah bilgisayarın ne gülünç şeyler anlattığını anlatacak 7 Haziran 1954’de siyanüre batırılmış bir elma yiyerek yaşamına son vermiş o çağırdık geldi maniak kırk bir yaşında bu gün okurken geceleri uykusuz köle arayan Agrippina'yı düşünmüş serçe yağmuru kır çiçeği ve sessizliği severmiş sözü bir adama verdiler hiç tanımam atım hayvan yelesini sallar güneşe doğru yüksek sesle konuşur kişner Bukephalos Organist orgu flajoler ve diğer hafif sesleri çal ve ilerde meşenin budak deliğinin yanında bir baykuş guruldar su çölü üzeri yayılan gece demiri öp ayı aydınlat denizde boğulmuş bir kaç beyaz koyun iskelet oraya nasıl gitti bir türlü anlaşılamayan bir at kuşun cam güzeli göğsü var kuşkonmazlar turunçkuşak bir Araf zili tamu kokusu ötede ak ve uzun kafatası iskeletin göz çukuru ay ışığı atın Hürmüz tarafında beğenilen yüzü etsiz yüzü bir çift ateş sarı göz ve bakar yamaç serçesi eşinir eşlik eder çınlar tozlu araba gelip geçer keçi yolu sönük ay Kanopus gezegeninin de ayı var ve ne yaparsanız yapın orada su kaynamaz Gufran ve mağfiret günü bugündür bâlâ bu İskender dedim şaşırtmak için böyle yapıyor sonra Cem geldi kasvetli gece de rüzgâr gören kuyruklu yıldız gibi karanlık koyağın pürüzsüz bedeninde yatan kelebek ölüsüne vurgunum vahşi deniz avcıları peşine düşmüş karides larvasının ölümsüzler kentindeki gizil gücün büyülü tınısına Hades'in gizil gücüne metal bacaklı saylonların kobol tanrılarından öç alışına siyah benekli leoparın Haçlı ordusu gibi yavru geyiği kovalayışına bronz yapraklı zeytin ağacına gecenin flüt çalışına ve kasvetli melodiye halkalı Satürn'de fare kovalayan kedi sürüsüne kriminoloji laboratuarın da neon saçan ışıkların ürküsül yanışına karanlık baykuşun düşüncemde ötüşüne kırmızı Pluton gezegenindeki soyut saplı kiraz ağacına solgun kaldırımda kendini yavrulayan siyam kedisine karanlık baykuş ötüyor yine düşünür düşünceyi deyişime uçsuz bucaksız vadide kâbus gören çiftçi ölüsüne sarışın matruşkanın matrut uzaylıyla ironik hurma ağacında çiftleşmesine selam olsun dedi ne bileyim dedi işte Cem dedi Ezra ise vortilizm herşeyi makina ve sanayi filân sonra Cem sus ben söylüyorum dedi ve evet ne yaparsın b

III
"Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu / taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi / ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı / duvarları çınlayan dolambaçları izlemek / yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda / hangi gizil bükeyler büküntüler / şiddetin galerileridir ki. Zamanın / tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar. / Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin / ayrımındayım. Büklümlü gece / bana doğru kükrüyor ve de / ıssız ulumaların yankısını taşıyor. / Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada, / nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak / bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades / bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir. / Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir / bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür."
Ben içinde zehr olan bir pınarım Züleyha hala, Potifarlara mı sordun. Ukaz panayırı ‘yaklaşıyor, yaklaşmakta olan!..' derse, Kus b. Saide'nin sesi ıssız düzlükte yankır. İbrikten su iç, hacılar getiren at inlemeden, kişneyip gelmelerine bir elem, Mavera ses duy ve Fussilet 34 ne söyler ki bir araştır. Araba plakası gibi. Ölüleri kör kuyuya at, üzerini örten bitey bir zaman sonra direyle sarışır, dünya olur filân. Zürefa bahsi: Bu hayvanın başı ile ayağı, deveye benzer ve boynuzu öküzdür, derisi kaplan, kuyruğu geyik. Bu hayvanın yapısı böyle; bir yaban öküz, bir Habeş deve evlenir. Bu evlilikten hayvan doğar ve hayvanla geyik evlenir ve bu evlilikten zürefa doğar. Geyik bahsi. Geyik hayvanlar içinde insandan en çok kaçar. Bu geyik iki tür olmakta, biri doğru geyik, diğeri misk geyik. Bu misk geyik Hindistan. Gözeğinde kan, taşlar üzeri misk olur. Ama bir düve örnem olsun, zulüm, zındıklık ve sapkınlık bilmez. İnsan bilir, yalana sarılır, yalancı peygamber Gulam (Ahmet) Kadiyani var ve emr-i maruf ve nehy-i münker. Daniel, Kaldeli büyücüler sayesi iyi bir düş yorumcu. Aristofanes’in pazuların övdüğü Mısırlı hamal bile böyledir. ‘Tanto monta, monta tanto İsabel como Fernando’ 'Taht üzerinde eşit hak sahibi olmak' gibi. O insanı yalnız öldürmekle kalmaz değerli suyun akıtır, kanallar boşaltır kurur. O ara Peygamberin Ravzası yemyeşil kubbe görünür. Bakara 246 komutan Talut için Melik ifadesi kullanır. Palanga ve Arşimet vida. I. Murat bir anlaşmaya avucunu mürekkebe bulayıp ‘pençesini’ vurarak onaylar, tuğra bundan ilham alınıp düşünülür der. Temeşvar, Şerezöl, Aps ve Gulet hükümdar Osmanlı'dır. Medine, daha önce Yesrib. Tolunoğulları var. Kezzap çok yalancı demek ha... Selanik dönmesi ve Kuba’ya yerleşense Ömer'dir. Çadırdan uzaklaşan Suad, Müzeynî oymağının Hanif ulularından 'Yedi Askı' şairi Züheyr'dir. Darius, Hindistan'a gitti hû, tek ettiği, arısız bal veren kamışlar buldu! Mandarin diliyle Mazdak öğretisi mi, dinozorları asteroitler içmeseydi, us yorucu yaşam bir başka yöne evrilebilirdi, yarı balık yarı amfibik Tiktaalik gibiyiz henüz teyze. Yazgılarımızın derinliği, ufuklardaki düşler gibi, geminin pruvasından Truva'ya el salladık, Sevil’le Sevilla'ya gittiysek iyi mi, diri cesetlerin arasından Sofu Bayazıt'ın yanına vardık, sanatçı dediğin bir zaman avcısıdır, açığı; ‘Sanat bir ırmak ya da aşk gibi kapılıp ama en başında yolunda ki nakisalar kuşkusu gizli bir tohumu yürekte taşıyan bir ergenleşme büyüsüdür.’ Ama kuşkuların rengi yönlendiriyor beni, geyik kanıyla, metal zar. Vampir beslerim içimdeki inde, yüzü kuzeye dönük ağlar durur, titiz övünçle, lanete hasredilen ve söz dinleyen kılıçları severdim... Eh, neyi buldun ki arar durursun eseme köyünde!..
Halid bin Velid, Ecnadeyn bozguna uğrattığı Bizans ordusu için, Ürdün'e yakın Fihl’de toplandı. Müslimler başkumandanlıktan alınıp bir savaş birliği başına gelen Velid kumandasında bunları izledi, Beysan geçidini aştı ve Fihl’de Bizans ordusunu gene yendi, Dimaşk’a çekildiler. Aynı zamanda kuzey Hims üstüne başarılı baskın yaptı. Halid ilerlemesini sürdürür, Kinnesrin’i aldı ve karargâh durumuna girdi. Şurahbil Beysan ve Ürdün’ün fethi gerçekleşti. İran kumandanı Behmen, Nersi ve Calinus yenilgiye uğradı. Bu sıra Behmen yeni bir orduyla Fırat'a yakın konakladı. Mantı yiyen mantıkçıyla tillahi, Mer İran’a gidecek orduya Bad bin Ebi Vakkas’ı başkumandan etti. Sad ordu ile Kadisiye'ye girdi. Savaş oldu. İran ordu başkumandanı Rüstem öldü. İranlıların düşman eline geçmez bayrağı Derefsi Gavyan ellerine geçti... Küfe, Basra kuruldu ve Halife Ömer emri Mısır, Fustat şehri kuran Amr ibn ül As yakını Ukbe bin Nafi el Fahri, Kuzey Afrika'yı fetihle görevlendirildi. Ve sıkılıp dedim ki: ‘Sonsuza dek yatabilen ölü değildir / Ve tuhaf uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir.’
Dağın doruğu, aşağıda kalan göğe baktım. Gök dölü, gökyüzünün döllediği, kirli köpük yüzer şeytani kalyonlar, kamburumsu gök, uzak zaman sisler arasında zardan kanatlar açıp uzaklara, güneş gibi karanlık bir koyuluk. İşte ki gök hafif bir tan ve Muhammet ifritten hoşlanmaz. Kara kedi, kanatlı Mısır tanrısı yanımdan geçip gitti, dağları ölümsüz öndere borçlu. Sönük ay, can çekişen yeşil akrep. Aynaya bakınca ölen insanlar ülkesi, yaşlı biri yok, bir kirpik bile yaratmayan insana gönül Kabe’si verilir mi. Tağutlarla canciğer muhabbet geçinip giden dindar müselman. ‘Men lâ yerham, lâ yürham’ 'Acımayana acınmaz'. Gök çiçeği, ten çiçeği. Ay sarısı, sarıcıl. Cebrail’in altı yüz kanadı, ikisin hiç açmamış. Kadir Gecesi açar. Kadir gecesi zaman Allah (c.c) Cebrail’e buyurur. Süvari meleklerle yeryüzüne iner. Elinde yeşilsi sancak bezi, Kabe üzre dikerler. Can alıcı güzelliğin monarkı, is yapan telaş, hiçsel bir uluma, ‘Sağapo / Yeti ise esa’ ‘Seni seviyorum / Çünkü sen sensin’ derdi çünkü; La ilahe illa Ente / Subhaneke İnni / Kuntû minez zalimin.'
İslam donanması ve ordular, Hint’de İndüs kıyısında, Çin’de Kanton limanı ve Büyük Yunanistan’da Napoli’de görüldü. Çünkü oruçlunun kuruyan dudağı, kıyamette iki göz arası nur olacaktır. O, Kur’an’da soyut ve çok genel postülaları ile ilim gerçeklerine feyz veren İlm-i Ledün’dür. Ve günde on üç kez Rabbena Âtina duası okur. Hz. Peygamber İbn Revaha’yı zekat toplamak üzere Hayber’e gönderdi. (Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1.507-508). Üzgü, kör yılan Tiber kırları, sönük ay, öğle sıcağında kısık sesiyle öten kuş. Çınlayan ova, Muhammedî bir neşe yayıyor. Onun, Züheyr’in oğlu şair Kâab’a verdiği hırka gibi değerli.Yusuf gömleğinin kokusunu Mısır’dan duyan Yakup, Kenan kuyusunda onu nasıl göremez. Dervişlerden biri öyle yoksul ki evi Medine’nin iki kara taşlığı arasında.Yusuf sonra Mısır’a sultan oldu. Çöle kurulup deniz yolunu gözleyen sfenksin gücü, minotaur böğürtüsü, deşilen sol böğür. Ebu Davut’un Sünen’inde, Beyhaki’nin Sünen-i Kebir’inde, Hakim’in Müstedrek’inde, Ümmi Varaka’nın ev halkında. Örülü saçlar ay ışığı kuş kanadı parlar, sütunlar devrilen gölgeler arası şahin başlı ve kanatlı adamlar, kara mermerden iri kediler, bağırlarda irinli kan, fışkıran pıhtı, sümbül büklümleri kokan. Düğünler, toyraklar, suyun öz, Ficar savaşı ve çiğle kaplanmış ot. Yaşamını iç içe yer alan sonsuz sayısız biçemde iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirinin içinde yer alan sonsuz sayıda dairenin, birbirine olan göre’liliği üzerine şaşırtıcı araştırmalara adamış. Sonsuz sayıda iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirine göre olan sonsuz göreceliliği üzerine birbirine olan sonsuz sayıdaki konumunun birbiriyle oluşturduğu sonsuz görecelilik üzerine şaşırtıcı bulgular elde etmeye adamıştı (Dizgi hatası). Çok çekmiş Mecnun o gün, Necit dağında bağdaş kurmuştu, çevresinde, kurtlar, kaplanlar, ejderhalar vardı, tutuşturan çölde, ufuktan bir toz bulutu yükseldi, toz aralanır gibi oldu, sanki bir nur parçası görünüp kayboldu, yarı tanrı, yarı insan bir süvari geliyor sandım, havada dörtnala, uçarak Mecnun'un yanına kadar geldi ve sülün kızılı başlığı, gözalıcı harmanisi, yakıcı koşumlarıyla düşler içinde, atından indi. Mecnun onun iyi biri olduğunu sandı, vahşi hayvanları itti, atlının göğsünde ziynetler döşeliydi. Ey Yemen Yıldızı nereden bu geliş dedi. Harmanisinin altında ayımsı altunî bir parça belirdi. Bu oydu. Bu aydı. Bu hilâldi. Ben Leyla'yım diye bağırdı. Ve Mecnun karalardan bir gölge, yenilmişlerden bir ölü gibi ayağına serilip, bayıldı. Bütün bunlar günah defterinde yazılıdır.

IV
"İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım / ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın / kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini; / umarsızca bastığı toprakları düşünürüm, / sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını, / yazık ki başlıca övüncemdir bu benim. / Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um, / köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında / Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir / boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak / Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran / düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan / ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan. / Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum / belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum / Artık 'Hiç kimse' olmak istiyorum."
Issız yolda yürüyordum, ova yalnız ve çırılçıplak, kuru bir ağaç, en uçtaki incecik dal, tek bir kuş, totem gibi duruyor, yapayalnız. Transilvanya Prensi Kont Drakula gibi kalakal. "Uzak yıldızlarda / füzyonlar içinde; / ufuklardan ışık saçıp / kavuşulan ne..." dedim. İnsan, zaman ha... Ve Obsessif kompulsif krizler, karanlık hırs, Seram adasının Masohi kenti, Aceh eyaleti, Halmahera adası, O affeden, o çok seven (Büruc14). Din kardeşlerim Uhud harbinde şehit düşünce Allah-ü Teala onların ruhlarını yeşil kuşlar halinde yarattığı bir takım biçimlere koydu. Şimdi onlar cennet ırmaklarına varıp sulanır, cennet meyvelerini tanır. Arşın gölgesinde, altın kandillerle aydınlanır. 'Kaladan indirdiler / Kır ata bindirdiler / Üç günlük güvey iken / Yemen'e gönderdiler.' diye de ağlar, lar, lar. Pakistan’da Hunzalar bölge insanı uzun yaşar, Jules Verne’in Keraban'ı Osmanlı zamanı Avrupa yakasından Üsküdar’a geçen biri, devletin yüklü vergi istediğini görünce, inat bu ya bütün karadeniz kıyısını dolaşıp üç yılda Üsküdar’a gelmiş, Bulgaristan, Romanya. Rusya, Kafkasya'yı geçip; işte bu Keraban taktiğidir. Peçevî bir adam, can çekişen köstebek ve tavşanları göstererek, söğüt gözyaşı döker, hayvanlar ölür der. Öküz başlı minotaur, Latincem iyidir mi, 'Risus abundat in ore stultorum' 'Gülmek aptalların ayrıcalığıdır' diye ekler, şimdi bu, neyse. Matematikçi Apollonius'un Konika adlı kitabı, Amarna kralları, Ay arlı firavun der ki, sanki Uhuru (Klimanjora) zirvesine çıkmış gibi sevin. Ölmeyeceğim diye diretsem rabbim beni öldürür, ölüyorum artık desem, elinden bir şey gelmez, alın terim, keder ırmağım benim... Eşikte ağlıyordu, niçin ağlıyorsun dedim, gözünde bir alakuşak (Meryembağı) belirdi ve sözel alışverişten, yazından başka bir güzellik kaldı mı ki dedi!..

Ve Mecmeul-Bahreyn'i geçip Finikelilerin 'Kurtarıcı' dediği Yuşa'ya geldik. Ebu Hureyre ise; kedi dostu idi, bir gün kedinin biri giysisinin üzerinde uyuyakaldı, uyandırmamak için giysisini kesti. İsa ise çamurdan kuşu uçurdu, doğuştan görmezlerin gözünü açtı, gökten sofra indirdi, mezarda ölüler diriltti. Lazarus. O ara uzayda parçacıklar tanrısı Higgs'i aradık, gökteki Kış Üçgeni gibi. Araç 1.4 güneş kütlesi olan Chandrasekhar sınırı aşılınca patlayan kütleler gibi patladı. Serçe ışını yayıldı buzların arasına, Anadolu'da Çiftaslan ayaklanmasını gördük, erojen yöreleri dolaştık. "Nasıl da kızıldır tan sökümü / ıslak ovalar da bir karaltı / bir pegasus yürür gelir; kanatlı..." filân dedik, sonra kütle olmasaydı, evren içinde parçacıkların ışık hızıyla sağa sola uçuştuğu delice, çalkantılı bir denizi andırırdı be yahu diye ekledi... Ciğerlerine kanatlı karıncalar yuva yaptı, kasıklarına veba girdi çıktı. Bağırdı; 'Körler göremese de yıldızlar vardır...' İskenderiye'de bir Akhalı yazdı bu dizeleri; Batlamyus Lathyros'un krallığının yedinci yılında ve Narsay geldi, İsa'nın babası tanrıysa, Meryem hepimizin anası olur, üçgensi yeşil, piramitsi örüntü, prizmatik, konik nesne, devasa şeyler feşmekân. Çamlardan küçük bir kuş ürküp kaçmasın mı, tarihi saptırdık, Gangaumela'da (deve ağılı) olmuş savaşı Erbil'de olup bitmiş gibi yazdık. Sonra Kazancakis, Yılan ve Zambak dedim. Burada kaldık, beslediğim armadillo cüzzama yakalandı. Alevler aç gözlü bedeni yalıyor gör ki, mavi güneşin göründüğü sahne siyah beyaz olabilir Solaris'te dedi, düşünde görmüş, baksı açtırıp, bin yıl bir M sesiydim aşağı Mısır'da çünkü, çünkü Kulikovo Savaşı'na istemeyerek katıldım, kolum iki yerden kırıldı, ormanın kıyısında bir melek görmüştüm, teknolojik buluntular insani ve ahlaki konulardan temel alıp, onların üzerinden gelişir ya Sem-Ra dedi.
Gece düşer gözlerime, uyku ok gibi dizilir, Ölüm düşer sözlerime, Serviler çoktan gözükür kuzenim... Sin Kalan'da, orayı gören ya da göreni gören tek kişiyle karşılaşmadım. Sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler, başkalarının kullandığı sözcükler, saatlerin ve yüzyılların verdiği tek sadakaydı ona. O zaman, Aurelianus Cennet'te, Ulu Tanrı'nın gözünde kendisi ve Pannonyalı Yohannes'in (Ortodoks ve sapkının, nefret eden ve nefret edilenin, suçlayanın ve kurbanın), aynı insan olduklarını anladı demek daha doğru olur dedim, bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya, aynıdır, tenim korkabilir ama; ben korkmuyorum ve kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'te uçup gidiyor kardeşceğizim. Belki de o paranın ardında Tanrı'yı bulacağım. Hayy-ı Lâyemut, -Ölmeyene and olsun-. Tam bu büyüyü sürdürecekti ki, patlayan piştol yok etti onu, parçalanmış gövdeyi ahırların orada buldum, aradan geçen yıpratıcı yılların etkisiyle Beatriz'in belleğimdeki yüzünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum babacığım. Korkunç kurtarıcı Lazarus Morell'in suçlu ve göz kamaştırıcı varlığı, halkın eğilimleri tek kaygısıydı; "Kör onlar" diye açıkladı maskeli adam, "çünkü yüzümü gördüler". Ve ilâhi gövdesinin gereklerini dindirmekle görevli cariyeler, "Mutluluk, hayatta kalıp, sınırsız Bağışlama ve sonsuz Ceza'nın iki anahtarını elinde tutan kişi ile beraber olsun." diye haykırdık, haykırdılar halacığım. Ve dinginlikle, alçalmayla, korkuyla, kendinin de bir görüntü olduğunu, bir başkasının onu düşlediğini anladı artık, bundan büyük bir mutluluk yoktur belki de. Ey yetersizlik, düşlerim asla arzulanan yırtıcı hayvanı yaratmayı başaramaz. Kaplan belirir, ama ya parça parça, ya kırılgan, veya gülünç biçimsel değişimlerle veya kabul edilmez bir boyutta veya son derece kısa ömürlü veya köpek ya da kuş görünümünde ki; Oğul kavramına, kötülüğün ve bahtsızlığın çapraşıklıklarını eklemiştir. Yeryüzünde bir geleceği yoktur, Hunlar atları üzerinde Manastırın bahçesini yerle bir ettiler, sunakları ve kutsal çanakları çiğneyerek, kütüphaneye girdiler, anlamadıkları kitapları lanetlediler, paramparça ettiler ve ateşe verdiler, belki de yazılarda demir bir yatağan olan tanrılarına sövülmesinden korkuyorlardı. Tiksindirici mitoloji örneği gibi konuşmayı sürdürdüm ve çekinmem ben dedi mavi gözlerini gözüme dikip, sonra ağlayarak; Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu, herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi, bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim. Bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında- ve şu belirsiz söyleşiyi yine sürdüreceğiz dedim, dedi. Ve onu öldürürler ve bir sahne yinelensin diye öldüğünü bilmez, olayların gerçekleşmesi için unutma gereklidir. Başlangıçtan beri bekleyen ova, gölgelere sarılı ağaçların ötesinde, sulara yakın, gözleri uykulu bir at, sabahı doldurur gibi. Bir İran minyatüründeki gibi boynu bir yay çiziyor, yelesi ve kuyruğu burgaç burgaç. Duruşu dik ve güvenli, yapısı uzun eğrilerden oluşuyor. Chaucer'in tuhaf dizesini anımsıyorum: a very horsely horse. Hiçbir şeyle karşılaştırılamaz ve yakında değil, ama çok uzun boylu olduğu belli. Şimdiden, öğle olmasından başka bir şey yok. At burada ve şimdide, ama onda farklı bir şey var, çünkü aynı zamanda Makedonyalı İskender'in düşündeki bir at o. Uyku ölüme dalmak isteyip de ölüme dalamamaktır uzatma artık abla dedim. Çatışkıya bak. Öğle sonunun düşleri arasında kumrular aşıklar gibice uysallık ve taşkınlıkla mırıldandılar. Çok felsefi bir şey okuyordum, ev arkadaşım bağırdı, biliyor musun, Fulya'da bir arkadaşım vardı, evine hırsız girmiş, bütün altınlarını, bileziklerini, eşinin takım elbiselerine varana dek her şeyini çalmış, alabildikleri ne varsa hepsini, ayakkabısını bile götürmüş dedi. Duymayan kaldı mı, beyazlar geldiğinde topraklar bizim, kutsal kitap onlarındı, gittiklerinde kutsal kitap bizim, topraklar onların oldu. Dünü Etrüsk mezarlarında metal dedektörle hazine avına çıkıp bulduklarını çalan emekli bir amiralle geçirdim. Kendimi yakılmaya, fırlatılmaya ya da demir çubukla ölünceye kadar paralanmaya adıyorum... Seneca'ya göre Gladyatör yeminidir bu dünür. Dönüşte Lagrange noktasında Troyalılar'la karşılaştık, onlarda dönüyordu, Dianne Odell gibi demir ciğer içinde yaşardık. Sanat ve sanatsal yaratıcılık sonuçta katıksız metaforsa, o zaman şiirsel olan her şey sözde metafor olmaktan öteye gidemez. Kötülük çiçeklerinin çanı çalınca, Beykoz'un havarisi, ölüler ülkesine geçip gitti mi dedin... Çocukluğunun geçtiği yerlerde Pan gibi kırları dolaşan, Bozcaada'da şaraplar içip ditramboslar çağıran bu zamansız peygamberin, her biri birer kozmik haritayı andıran kemik rengi şiirleri, kaotizm yüklü, fantastik öğelerin ağır bastığı, matematik birer formülden bileşikti. Bin şiiri bir şiir yapıcısı, kozmik şiir ustası ozanımız, tanrının bile görünmediği alanlarda kalem oynatmış, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz bir antikozmostan seslenmişti be Tatavlalı Ismayıl... Karşıdünyanın bu anlaşılmaz reaksiyonerlikteki ozanı, şiiri öylesine olağandışı buluyordu ki anlaşılmayı hiç bir zaman arzulamadı, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi; sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü, kendilerine cennetin çeyizlenmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir onlar. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Onun şiirini sevebilmek, kolaylıkla katlanılabilecek bir tutum değildir, çünkü anlak içi değildir. Ve ozan öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözü pektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!.. Şiirlerinde yalın gerçeğin, mistifike edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesini dile getirdi. Sıralım halinde geçen deniz kedileri, engerek otları gibi. Sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, "anlam ötesi" diye nitelenebilecek yapıtlar verdi. Şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varan bir yöntemi benimsiyordu. Öyküleme öremli, düzyazınsal betimlerden, monolog ve diyaloglardan yararlanıyordu. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, bir düşünce ozanı olarak benimsendi. Sonuçta çağın ve insanlığın görünmeyen acılarını, umutsuzluğunu, sefih ya da şaşaalı diye nitelenebilecek her tür yaşamın bir çıkmaz ve sığmazlık gerçeğiyle evrensel bir karayazgıya dönüşecek oluşunu, içrek bir titrem, felsefi bir yansı, buğulu-buruk bir sezgi ve ikonal bir seslemle anlağa varan melodisini şiirleştirmiştir. Halt ettin be sabahtan beri, ne demek bu şimdi. Şu demek günahın çok mu cehenneme, sevabın çok mu cennete gideceksin, ama günahın ve sevabın denkse allahülelazim nereye gideceksin... Büyük ışık üçgenleri, şu ki ve iyi ki düşümde bir inek gördüm, başı Aysis, boynuzları harp gibi, gözleri insan... İnsan düşünen sazdır bizimoğlan. Aynı ırmağa iki kere giremeyiz ama girende aynı insan olamazmış artık, demiş miydim dedim. Hız arttıkça, zaman azalır (yoğunlaşır, yutulur), hız azaldıkça, zaman artar (çoğalır, genleşir-genişler). Yaratıcı varsa, onunda bir yaratıcısı olmalı mı, bu bir çember o zaman, yaratılan ve yaratan... Boş şeylere adanmış üst düzey ustalıklar filân, ikide bir deme lan-tan elementi! Özgür iradeye inanmıyorum. Bu nedenle, kurgulamıyorum. Eğer siz özgür iradeye inanıyorsanız, bu kavram gerekli bir illüzyondur. Ancak geçmişim söz konusu olduğunda, yaptığım her şeyin dünya tarihine, daha önce gerçekleşen tüm evrenin ilerlemesine bağlı olduğunu kabul edebilirim. Ancak şu anda özgür olmadığım söylenirse, kendimi uzaklaştırırım. İşte burada iki elim de duruyor. Masanın üstüne hangisini koyabileceğimi söyleyebilirim. Şu anda buna eminim. Ancak şimdi sol elimin düşmesine izin verdim, bunun yönlendirilmiş olduğunu ve sağ elin düşmesinin olanaksız olduğunu nasıl kabullenebilirim? Ama geçmişi kastettiğimizde, kötü bir davranışta bulunduğumu düşünün, pişman olmak için herhangi bir nedenim yok çünkü zaten karar verilmiş bir hareketti. Her şey önceden belirlenmiş olduğundan, ceza ve ödül düşüncesinin her ikisi birden yanlış olabilir. Özgür irade yoksa, her şey belirli koşullara bağlı demektir. Ancak bu durum bireyin kişiliğine göre değişiklik gösterir. Belki siz erkençler daha özgür duyumsuyorsunuz. Ancak, buna inanmak oldukça zor görünüyor. Mazurka ilâhı Chopen, Brejnev gibi bir dudak öpen! Burkas'ın çerileri, Amuderya, Sirderya'dan çıkarsa, Gundişapur'a gelirse, yetiştirdiğimiz Arabisantlar bizi anlar ve Allelopati stratejisi geliştiren bitkiler çoğalırsa filân, Hey Krıçmarov "Bana doğru uzatıyor sağ elini İsa / ve yıldızları görüyorum / çividen kalan o yaman yaranın arasından." Ah bulutlardan yağan kan damlaları ki, evrenin tutsağıyız, çün göz açıkta duran tek iç organ ve ölümsüz olsak ölümü arardık vb, neyse; Nihil humani mihi alienum demek en iyisi...
Yeni açan ceviz yaprakları, ne buruk ne esimli koku yarabbim... Zarya modülüyle gezi, ölümseyen bakışlar, gem vurulmaz duygular, kül sesli insan. Resul-i Kibriya uzakta durur. Talut’un yasak sudan içmeyen erleri, tüfekyan ve silahşöran savaşı, biri Emirdağ Lahikası’nın kırk ikinci sayfasındaki gibi savaşın bağırın der, tepede kadın usdışı bir erotizm görüntüsü, dans, kalçalar bulut. Savaşan küçücük çocuk, anasız babasız ölüp, boşluğa karışıyor, yanımda cenkçi, onlar boşlukta sönük yıldızların olduğu yerdedir, biz göremeyiz, orada küçük kuşlar gibi kolları açık uçuyorlar ve sonsuz bir düşte gibi uyuyorlardır. Ve sonsuza dek bizimle kalacak tek şey ölüm der ağlamaklı. Bu sıra Annabalı bir yiğit haykırır, silsilelerle atlarız. Bir keçi damının içinde uyanırım, başımda duran köylü bir dağ suyu gibisin bre der. Örüntü yeşillikte, külsü hava, kül sesli biri, plazma, atın dizginleri elim, ortaç, üçgenler ve kazak konuşuyorduk. Gravürdeki dişi domuz bir çocuk öldürmüş ve 1386’da Falais’te asmışlar. Bir adamı öldüren at, 1389’da Dijon'da asıldı. Bir batında doğurduğu yedi yavruyu beslemekte olan domuz da Savingy’de bir çocuğu öldürdüğü için idama mahkum oldu, ama domuz yavruları suç ortaklığının kanıtı olmadığı için suçsuz sayıldı. İris çiçeği, Çin atlı gel, Paul Celan’ın Ölüm Oluğu’ndan müjdeleyen, muştulayan şeyler. Köye gelen hasırcı, göl ifriti ya da piranhamsı dingin yeşil örüntümsünün bağ evi. Barış için sorguç ve öküz kuyruğu sallar. İmparator ırmağı geçip batı yönüne, atlarını Hua dağının eteklerine sürer. İnekler çam ormanlarının boşluklarına dağılır. Arabalar ve zırhlı giysiler kana bulanır, yeraltı odalarında saklan, kalkan ve mızraklar kaplan derisi ile sarılır. İşte paradoks, mızrağım bütün kalkanları deler, ama bak ki kalkanım en iyi mızraklara bile dayanır, işte bu iki nesne aynı anda aynı yerde bulunamaz, çünkü önermenin biri yanlışlanmak zorundadır. Önderler derebeyi olarak atanır. Silahlar kılıflarına konur. Bundan sonra tüm yeryüzü Wu Wang’ın silah kullanmayacağı ve asla savaşmayacağını öğrenir. Ekinlere bit ve kırmızı örümcek kenesi dadandı. Lekeli hummadan Narlıdere'de öldü atalarımdan biri, adı İlyas.
Çölün kıyısında kervancılarla ufuktan gelecek tansık için bekleşiyorduk ve doğudan kara bir güneş belirdi... Taftazan’da dünyaya gelen Sa’d. Can çekişen, çiğli, çirişli otlar, söyleyip durma yesene. Galile, Taberiye gölü, Kızılağaç ormanlarında küçük çulluk ve domuz avı. İran-Turan, Kayrakan dağında, Gobi balığıyla, kör karidesin ortak yaşarlığı gibi dost, pars gözü gibi parıldayan göl, güneşe bakabilen kuş kartal. Ağaç perileri. Dudakların dişi bir keçi kanının akmış olduğu nazik ezik çiçekler gibi eşyA. Kaplanların sevdiği yatağına aldığı kadın, at irisi, arı gövde. Orada tanrı sol topuğu üzerine oturmuş düşünüyor. Dağ kekiğiyle kuşatılmış su köpüğü. Antep ki Küçük Buhara. Havrani kürkü, çuha, ferace ve elvan boğası renk. Denizaltı inleri, Galile denizi, Lut göl, Gor çukuru, balık gözü. Yengeç dönencesi kuzeyinde kutsal Medine kent o gece ay kaçmış. Sydney gribi, uzayın hiçselliğinde havlayan kedi, ağlayan köpek. Hz İsa’nın şakirti bir köpek ölüsünün yanından geçti, dedi: Ne fena kokuyor. İsa: Ne kadar beyaz dişleri var. O ise köpek için halis siyahını, iki noktalısını öldürmeye bakın o şeytan dedi. Boşnak tüfekçilerle Fas çayı kaynatıp içti. Kötü zamanda fasık ve dinsiz olan saygılık gördü, gıybet ve bühtan çoğalmıştı. Güneş batıdan doğar, Mehdi zuhur eder, Dabbetü’l arz adında bir hayvan yeryüzüne, Ye’cüc Me’cüc çıkmış, doğu batı ve Arabistan’da üç yer batmış! Kabe yıkılmış. İnsanlar kafir olup Kur’an, mushafların, sayfa ve insanların kalplerinden silinmiş... Songün geldi. Ashab-ı Kehf mağara arkadaşımdır. Kehf suresi anlatılır. Bir takım gençler devrin inkarcı kralı Dikyanus’un zulmünden bir mağaraya sığınacak. Kıtmir adlı köpekleri orada üç yüz dokuz yıl kalacak.Yalancı peygamberlerin yalancılıkları onlara bir zorum bırakır. Müseyleme’nin tek gözlü birinin gözü açılsın diye gösterdiği çaba sonucu adamın iki gözü de kör olur. Kinâne kabilesinin Arap’ı gibi. Ben Gıfar’dan bir kimesneyim. İlk Hicret Bi’set’in, peygamberliğinin beşinci yılında bir ağaç kovuğunda canı alınan Zekeriya. Mute savaşı. Suraka geldiği yere geri döndü. Zehirleniriz diye Acve hurmasının dibinde oturup yerler azığını. Asyut’ta (Mısır) doğdu. Nahle vadisine gel. Tanrının sağ topuğunu kaldırırsın, göreceksin ki taş kırıktır. Kumrular adanmış. Kalp rikkati kalmamış ve aramızda dünya sözleri geçmiş. Cabir (r.a) anlatıyor. Zâtu’r-Rikâ Sav(l)aşımı olduğu gün Rasulullah (s.a) ile birlikte idik. Soluk, gölgecil bir ağacın yanına geldiğimizde, onu Rasulullah’a (s.a) bırakırdık. (Burada da öyle yaptık) Derken müşriklerden bir adem çıkageldi. Rasulullah’ın (s.a) kılıcı hurmada asılı idi. (Hemen Hz. Peygamber’in (s.a) kılıcını alarak) kınından çekti ve Rasulullah’a (s.a) ‘Benden korkuyor musun' dedi. Rasulullah (s.a) 'Hayır' dedi. Müşrik; şimdi seni benden kim koruyabilir! Efendimiz ‘Allah’ buyurdu. Ebû Bekr el İsmail’in Sahih’inde rivayet ettiği hadiste Müşrik: Seni benden kim koruyabilir Peygamberimiz (s.a) Allah... Ravi diyorki: Bunun üzerine elinden kılıç düştü. Bunun üzerine Rasülullah kılıcı aldı ve 'Şimdi seni benden kim koruyabilir' dedi. Müşrik’de ’Yakalayanın hayırlısı ol' dedi. Tan yerlerinin sülbü ve sası kokular geldi. Öyle rüya görmüş göklerin nur serpen aydın ayı süzülüp kendi üzerine inmiş ve ışıksıl, öylece parlamıştı. Rüya zevcine anlatıp Sekrân şöyle dedi; Ya Sevde! Şayet rüyan sadık ise, ben yakında öleceğim sen de benim vefatımdan sonra evleneceksin. İşte o an Sevde’nin gönlü acılarla dolmuş, gözleri çiğ paresi-şebnem katresi gibi yaşlar akıtmış. Kısa zaman sonra Sekran ölmüş. Ve gündüz ve geceler sonra Allah’ın sevgilisi ol zaman ve mekanın bütün mahlukâtın peygamberi ona talip olmuştu. Sevde Hazretleri, gökten ayın kendi üzerine inmesi manasın şimdi daha iyi anlamış oldu. Işık altında tatlı bir ömür sürdü. Takvâ ve verâ sahibi, ömür ırmağı kevserleştirip cennet gölüne akıtmasın bildi. Mekke kumları üzeri Habbab’a işkence görev, Siba İbn-i Abdilüzza ve kabilesin düşmüştür derler. Kaside; İman sahipleri, tanrının dikkatini şu sözcükleri dizen sağ elden bir an bile çekmesi halinde elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini düşünürler. Yeryüzünde olası bir cehennem tohumunu içermeyen hiç bir şey yoktur; usundan herhangi bir şeyi bir türlü çıkaramayan birini düşünün; bir çehre, bir sözcük, bir pusula, bir malın tanıtımı, onları unutamadığı takdirde kişiyi çıldırtabilirler. Gece gündüz, Ren ırmağını ya da Bolşevik Devrimini ah ki kalkışmasını usundan çıkaramayan bir adam çıldırmaz mı. Bu ilkeyi kampımızda uyguladım 1942 de Jerusalem aradığı çıldırıya kavuştu ve 1 Mart 1943'de kendini öldürmeyi başardı. Acıma duyguma son verebilmek için onu ortadan kaldırdığı mı anladı mı bilemiyorum. İbni Rüşt, dediklerine pekte güvenmeden, kendi kendine aradığımızın çoğu kez yanı başımızda olduğunu söyledi. İbni Sina kör müydü. Ve öğle sonu uykusunun derinliklerinden aşık kumrular, boğuk ötüşlerle bir kez daha seslendiler, görünmeyen bir avludan bir fıskiyenin sesi yükselirken dedi; meyvesi yeşil kuşlar olan bir ağaca inanmak, Hindistan'da ölümsüz bir gül türünün kan kırmızı yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' yazısı okunan bir gül ağacının varlığına inanmaktan yeğdir. Rüşt, balkona asılı kafesin çubukları arasından avluda oyun oynayan, çığrışan çocuklara baktı. Odaya şair Abdülmelik girdi, yeşil kuştan meyveler veren bir ağaca inanmak, hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı hakçası, somuttan, soyuta geçiş yok bir kez! Başka bir konuk, Kur'an'ın (Kitabın Anası) yaratılıştan önceye dayandığını ve cennette saklanıldığını anımsatarak yazının bir sanat türü sayılmasına öfkeyle karşı çıktı ve Kur'an, insan ya da envai mahlûkatın kalıbına girebilen bir tözdür diyen Basralı Şahiz'den söz açtı. Sonunda Farah temel öğretiyi açınladı; Kur'an tanrının niteliklerinden biridir. Tanrının, meleklerine seslendiği dil olan Arapça'nın ve Arap şiirinin erdemlerini övdü ve Bedevi ağzına bozuk çalarak, gözlerinin önünde Guadalkivir uzanan birinin, kuyu suyunu yüceltmesini gülünç bulduğunu söyledi. Zuhayr'ın yazgıyı kör deveye benzettiğini de ekledi. İbn-i Rüşt, onlara değil kendine söylercesine konuştu; Bir yanılgıdan kurtulmak için önce ona düşmüş olmak gerekir. Ve anladım artık, -ikide bir söyleme ey ölümlü- kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'de uçup gidiyor! Ölmek aykırılığında bulunuyor. Sonra akşam oldu, Oxymoron oynadık, bir benzetme türü, sözcüklerin önüne onun karşıtı olan bir sözcük koyarak, yeni bir sözcük üretmek, kara ışık, bakar kör vb... Veronal içtim uyumak için. Ha o mu, düşleriyle burgu gibi övünen, kayaların kaburgasına tutunup, akciğeri kelebeğe dönüşen biri... Önce, kılıcım yakında boğazının tadına bakacak diye Lives'e mesaj çektim. Yaşamım boyunca ağız temizliğinden çile çektim, böyle angarya görmedim. Genlerimizde olmayan tek iş bu-şu, Darwin kuramını destekleyen bir oluşum, insan, maymun mu...

V
"İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü / yaratma gücü olanın, zamanın / o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken / Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı, / zaman görünmezliklerle geçerken / ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor, / dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar, / öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu. / Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru / evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü / gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi, / Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar. / Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver / Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün."
Su vermez ve çıplak gövdeye demir zırh giyerlerdi. Başını kızgın demir dağlardı. Dağlamanın verdiği acılardan baş ağrılarını unutmuştu. Habeşistan ve Urbanistan’a gittik. Matese'de ki komşusunu gezdi. Atalarımız ökaryotlarla, kuzenlerimiz bitki ve mantarlarla kol kola, hayvan sevdi. Seni atının kuyruğuna bağlayacağım, güneş Sulieyka tepelerini aşacak, arkasından ormanlarda dörtnala dolaştıracağım dedi. Kanatlı at, Maya tekerleği, su, göçer kent ve... Tepeyi aşınca çölde bir tavus çıktı. Tavus konuşuyor, çölde bir tavus, o an anlaşıldı ki konuşmak insana özgü değil. Selefkoslara doğru yürü paramızda Erbil profilin var. Otrar’dan Curcan’a gittik, sonra Urfa yakınlarındaki Edessa’ya, Zengîlerin egemen olduğu, Hipparion’un ansızın ata dönüşmesi gibi garip ve Hintli Kahraman, gökte, Herkül süper kümeler yerde göründü... Ne mavildir ama. Hyksosların hükümdarlığı zamanında başkent Avaris'di. Bir zamanlar Bizans eşkiyaları, kozmonotlarla Mars’ta öldü mezarları oradadır şimdi. Umru dalı gibi. Ne diyorsun sen! Somali’de kızlara İstanbul adı verilirdi, İstanbul’da bir incir ağacına Yavuz Sultan Selim dendi. Fırat vadisindeki Bandola ovası yakınları tutsak düşer, önce Moskova sonra kuzeydeki Vetluga kasabasına götürürler Kim’dir adı. İslam, kız çocuğunu hurma ağacına asıp ok talimi yapan vahşi Arap’ı insanileştirdi. Valsler, polkalar, galoplar, kadriller besteledi, Arseni çok çile çekti. Strauss, Tunus gülü koklardı, yel gibi gider Fars kısrağının üzerinde uçardı. Bir Yehova oğlu kavgada, ‘Samson seçimine’ geldi dayandı iş dedi, yani eğer beni öldürürsen, sende öleceksin ve cehenneme birlikte gideriz oyunu. Üç ülke arasında (Benelüx) geçmişte ki Delos Birliği öyküsünde olduğu gibi para; bir para küpünde toplanır, giderler oradan karşılanırdı. Plevne’nin sonu şöyleydi, 1879’da bir Bristol gazetesinde haber: ’Otuz ton insan kemiği Plevne’den Bristol Limanı’na getirilmiştir.’ Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek için yaşamlarından olanlar, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyor. Maveraünnehir’den gelen Kapisa Kiyonitleri Bamyan’a göçetti. Heftalitlerin geçişinden sonra Baktriyadan, Pencab’a kadar barış geldi ki, yılan gibi kıvrılan yol Taganroglu Anton Pavloviç’in ölümünü duyuruyordu. Çehovvv! Duvardaki tüfek ateş aldı. Hiçte inanmam öyle şeylere Mao Çe. Ve öyle iştahla silip süpürüyordu ki adam eti, bir an köpek görüyorum sandım. Bütün bunlar anın sölpük tutkusu. Roma’nın kösnül ecesi gibi gözümü uyku tutmuyordu. Lambayla buldum önümü. Firavun Snefru gelmiş, bir öbek adam ve öldürmeye odaklanmış kirpikler mi desem, ok gibi işte görsene, iyi ki elimde Alef vardı, tüm dünyanın ve senin yüzünü gördüm o an ve sonsuzca ağladım durdum ama öcümü nasıl alacağımı da buldum; kırlar, açık hava ve sessizliğin en iyi sağaltan olduğunu söyledim ve sokağa çıktığımda, gördüğüm yüzlerin hepsi tanıdıkmış gibi geldi, artık yeryüzünde hiç bir şeyin beni şaşırtmayacağından korktum, bir kaç uyukusuz geceden sonra, unutkanlık yardım sever ellerini uzattı ve İbni Haldun, göçebelerin kurduğu devletlerde duvarcılıkla ilgili her konuda yabancıların yardımı kaçınılmazdır diye söyleyince ve ay uluyunca uyudum...

‘Şimdi yokuş çıkıyorum / Ama bunu herkes söyler.’ dedim. Sezar tam bir katışıksız, tam bir kreoldu, yalan bütün insanlık saf ya da melez, Kenan ilinin keçi çobanları gibi kaç kere söyledin ama, kaç kere söyledin amayı da. Pinar ağacının gölgesinde, berkliydi, ipekten, isfandan, iskalarya, ispenç ve isfendiyari, ebabil kanadından hızlıydı. Ebrehe kinli. Son bir soluk verdi Dorian. Gençlik elden gidiyordu. Gallipoli. Bulamaç yedi, Öklit sarımsağı dikti, var mı bu dünyada avazat kuşu, çık şu yokuşu işte. Zambak özlemli çocuksu, tepişir gibi sevişirdi. Sümbüllü dere. Evdemonist türkülerdi dinlediği. Telgraf çiçeği ve Merkep köprüsü teoremini öğrendi. Trake solunumu kurbağa, bu denizde bir zamanlar Bakha’ların dansettiğine inanılır, uzayın derinliklerinde çatırdayan kalkanlar, yükselen füze sesi, sığırların gözyaşlarını içen böcek, kedi penisi gibi kıvrık gündüzleri Hz. İbrahim’in çadırından sızan ışık, şafakta bilmediği bir şeyden gelen çıtırtılar, avlanan insan, yalnızlık, kuşun alevli tüyleri süzülüp gelir çalıdan, Stevens, Tebeşir türküleri söyler, Eflatun cini ağlar...
‘Yirmi karlı dağın arasında / Kıpırdanan tek şey / gözüydü karakuşun.’

Filizlen ey ilkel yürek, ahşap yol, güneş, soğuktan kaskatı, eve ulaşıp yatan bedenlerle dopdolu olan oda, iki kişi arasında hendeğe çırılçıplak uzan... Haiti'ye geldik birkaç Arawak çıktı karşımıza, evin sahibi lambayı söndürdü, karşı duvardaki rafta; Beyaz Leydi’nin gölgesi göründü... Çatışkan, bir titreyip bir yanarak, bir imge uyumaya çalışır orada. Tam o anda, uzaktan küçücük görünen Sharon Gülü iniverir, bulut gibidir ve yanına yaklaştıkça canlanır gibidir. Siyah Adam öldüğünü sezer. Utanç içinde yattığı yerde çivilenmişken Bakire'nin adını seslenerek yanına diz çöker. Bakire onun, Beyaz Adam'ı öldürdüğü elini öper. Çocuğuna kıyılmasına dayanamayarak ağlar, mermere, balmumuna, tahtaya, fildişine dönüşen Bakirenin öç almak için, onu öldürmesine yardım ettiğini öğrenir. Bakire Tristan’ı ödüllendirmek ister; kendi üstündeki giysileri çıkarması konusunda adamı zorlar. Bizans’a Azap askerleriyle Fener tarafından saldırır. San Romano kapısından Urban ateşiyle içeri daldık der, onlarda Grejuva ateşiyle karşılık veriyor. Adada aslanlar, kara tüylü tavuklar yün giyer, balıkların kanatları, kuşların pulları vardır, taş yüzer, tahta batar, kelebekler büyüleyici bir güzelliğe bürünür, gecedir, sular içildiğinde baş döner, bir keklikle bir kedi alt alta üst üste sevişir, Adem ve Havva manil oynar. Bikaner'de, tuzlu Ceiba ve Hülagü oğlu İlhan bir şiire girişir, İlhanlı imparator. Bir karbon göğü, bir karbon denizi, bir karbon ölüsüyüm der. Tüm bunlar zehir dolu sütleğene övgü, övv, ööö, ööp!..

VI
"Once Meydanı'nın köşelerinden birinde vedalaştık. Karşı kaldırımdan bakmak için döndüm; sizde dönmüştünüz ve bana el salladınız. Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu; herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi; bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim? Birbirimizi bir daha görmedik ve bir yıl sonra, ölmüştünüz. Şimdi, o anıyı arıyorum ve bakıyorum ve bir yanılgı olduğunu ve basit bir hoşçakalın ardında sonsuz ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece, yemekten sonra dışarı çıkmadım, bu şeyleri anlamak için Platon'un ustasının dudaklarına yerleştirdiği son öğretiyi yeniden okudum. Gövdenin öldüğü an ruhun kaçabileceğini okudum. Şimdi, gerçeğin sonraki uğursuz yorumda mı, yoksa arı hoşçakalda mı bulunduğunu bilmiyorum. Ruhlar ölümsüzse, vedalaşmalarında taşkınlık olmaması iyidir. Hoşçakal demek ayrılığı yadsımaktır, yani: Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yeniden görüşeceğiz. İnsanlar vedalaşmayı icat ettiler, çünkü bir anlamda ölümsüz olduklarının bilincindeydiler, her ne kadar kendilerini öylesine ve geçici sansalar bile. Delia: bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında?- ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve düzlükte yitip giden bir kentte, bir zamanlar Borges ve Delia mıydık diye soracağız kendi kendimize."

Her şey bir yinelemedir ya da eşsiz; biriciktir. Balık, gök içinde izliyor, bir soprano çınlatır cehennemi, balığın ağzı açılıp kapanır, balık ışık yılı, balık beyaz, gümüşlü, bir şiir değişkesi, dilsel birim. Çekirgeler, ateş üfleyen ejderha, berbat hava, fırtına, yel, iri, ceviz büyüklüğünde dolu, pusatlı insanlar, kurt sürüleri ve deprem... Her gün bir tabak yumuşak mamut eti ve uzun azı dişli kaplan ciğeri, az miktarda fok yağı, bizon beyni ve kemik iliği, kucak dolusu lifli, yabanıl sebze, türlü yemiş ve buruk tatta meyve ama ekmek ve tahıl yok. ‘Sticklgruber’ Hitler’in asıl adı. Prag'ın tarihi yapılarından ötürü yıkılmasını istememiş, bak şimdi işte duyunç sahibi!.. Çarmıha gerilmişçesine uçan ilk yarasaların dışında kimseyi görmedim mağarada, bir keçi tutuyor boynuzunu. Ölüyor, deniz gökyüzü, dağ, adalar yanaştı ve iyice abandılar üzeri, sonra güçlü bir kasılmayla uzayın uzak uzaylarına, uzak uzay adalarına çekildiler dedim. Ne dedin dedi. Boğaziçi’nin en dar yeri olan Asomaton (Bebek) köyünde Rumeli Hisarını yaptırdı. 13.Yüzyılın Selçuklu Konya’sı, Renaissance’ın beşiği olarak karşımıza çıkar. Varoluşçuluk’un Herakleitos’dan sonraki ilk ve gerçek temsilcisi 1200’lerin ortalarındaki Anadolu’nun Mevlana’sı. Yüzyılın başında Gabriel Marcel’in “sen, ben’in karşısında oturan ben’dir” şeklindeki mottoyu ortaya koymasından sekiz yüzyıl kadar önce, Mevlana, ‘benimle senin aranda ne ben, ne de sen vardır’ demiştir. Sufi kimdir, Fatih şarap içer mi ki, Hançer-i Dahhak nedir. Başta at nalı taşıyan rakip midir, çengel çiçeği, baba ve oğul arasında ki mektup mudur, çılgın aşıklar ve serhatlar, Galata, sultanlarla aşık atan şair'hoşlar, at ayağına serilen kumaş, kâğıt sunan, başta ateş yakan, bayramî ve onun ertesi, hat geldi işte konuş!.. Kanuni'nin emriyle idam edilen oğul şehzade Beyazıt. Kuran Mekke’de inmiş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır canan.

Şimdi Dulkadiroğulları denilen Türkmenlerde kadınların erkekler kadar yiğit savaştığını, böyle otuz bin kadın savaşçı olduğunu söylüyor. Dulkadiroğlu demek anası savaşta ölmüş yetim (Kadir) demektir. Sertrandon, Halep civarında sekiz atlı Türkmenle karşılaşıyor, bunlardan biri kadın ve bir kalkan taşıyor. Bizantik, Tekfur sarayı ve Artukoğulları, Grieg’in Solveig’in Şarkısı’nı söylemeye başladı. Dil ve iletişim dört bileşendir, bu dört bileşen şunlar: Sözcük Bilgisi, Gramer, Prozodi ve Kinesis. Orta Anadolu’da keçi güdenler ve deniz kozalağı. Değişkeler ve beyaz giysiler içindeki bir piskopos, harabeye dönmüş antik kentten geçerek, üzerinde haç olan bir tepeye vardı. Haçın önünde diz çöktü. Bu sırada askerler, oklarıyla ve ateşli silahlarıyla piskoposun sesini fezaya iletti, Arap renkli keçi gözü gibi, deli incirlerin sırıttığı yoldan, kente girdik ve insan yazık ki ölümsüzlüğü değil ölümü aradı. Yaşamda ki en büyük tansık ölüm. Allah’ım, kalbime bir nur ver, önüme, arkama, sağıma ve soluma nur ver. Üstüme ve altıma, kulağıma, gözüme, etime ve derime nur ver. Kanıma ve kemiklerime bir nur. Madde bir bulutun bulutunun bulutunun bulutu gibi bir şey ama, bigbang'dan önce ne oldu, insan bu soru için, kuzeyin kuzeyinde ne var der, aynı aynı aynı elbette. Boyuna der. Yazgımız, fatale abladır değişmez ki. Tuhaf bir İnka kuşu. Hermon dağından geçerken yılan kuşu aldı çevremi, renkçil, çağırtı, böğürmeler, çanak yapraklar, yüz milyon yıl önceki Gondwana kıtası ve Protestanların I960’da Protestan Oranga tarikatı lideri olan William’ın, Katolik kral II. James’in ordularını yendiği Boyne savaşının yıldönümünde, kutup zambağı, orada kral Antiochos’un tanrıyla el sıkışırken ki anın işareti aslanlı horoskobu görmüştük. Tümce bile kuramıyor. Başkırtça, Kırgızca, Yakutça, Kazanca, Altayca ve Özbekce gibi diller. Gün ağarır, firavun öyküleriyle, dağlarda yaşayan cüceleri anlatır. Gökleri ateşe veriyor, insanları toprakta yetiştiriyoruz. Boşluğa övgü, hiç, eros. Babil ırmağı kıyısında Sion’u görüp ağladık, Katakulli, kadrajlı dom!.. Kızıl ağaç ormanı. Nostromo... Tukan yıldızı, Rigel yıldızı, yeşil saçıntı. Sığır keneleri, yeleleri rüzgârda sallanan Korsika atı. İris çiçeği. Denizler firavunu, Nemrut...

“Zifiri karanlıkta / Kurbağanın ağzından / Çıkıyor ay”
Atina’da Altis korusu olimpiyatları, tanrı hızıyla koşan Rodoslu Leonidas. İris ki ölülerin çiçeği. Judea dağının karları gibi beyaz bir yüz. Onlar balığı, balık maymunu, maymun seni, sen robotu yarattın, efendin benim artık, her yaratılan yaratanın efendisi olmuyor mu, sen hayvansın güç, erk, bende artık. Bundan sonrası mı, o’nu tanrıyı yaratacağım ve o hepimizin efendisi olacak. Osmanlıda piyale ve piyadeyken bile Copland’ı dinlerdi. Grieg’in Ağıtsal Melodisi ve Bartok Efendinin divertimentosunu dinlerdi, gariptir Zenofobisi vardı, uysal Leandro, savaşcı gezgin Odysseus ile sonsuzluk antlaşmasının giyitlenmesi felsefe, düzlem, cisim, algı biçemi, soyut emek, yaşamak gibi bir takım zırvalar söyledi, derinlerdeki boş mavilikten bir uçan daire gelip aldığında, otantik düşün bunda katkısının ne çok olduğunu düşündü yekpare plakalar ve Solaris gibi. Öyle ki Hipokrat’ın mezarının üzerinde arılar yuva yapmıştı ve ürettikleri balda çocuklardaki pamukçuk hastalığına iyi gelen şeyler vardı. Karanlıkta dört yüz parça gemileriyle limana yaklaşıyorlar, limandaki yeryuvar ölüm uykusunda, bekçilerim hayal gördüklerini sanıyorlar ve liman ateşe veriliyor. Ukaz panayırı usunu almış. Mısır koçanı, kundağı, kapçığı. Omurgalılarda C değeri olarak bilinen genom boyutu, foto galvaniz, parabolik oluklu santral, yakıt peteği, ay ağırlığında kondritlerden oluşan ek kaplamalar, kantonlar, Kelt destanlarında ve büyük Frederik’in saklandığı mağarada örümceğin ağ ördüğü yazılıdır, onun görünmeyen bir tepeden iner gibi garip ve önemli bir yürüyüşü vardı, bir uzak doğu pagodasında tapınırdık der durur, Netanya’da, Ürdün gölü kıyısında otururduk. Sıkıcı bir öğle üzerinde ne tür bir ölüm hangi renkte gözyaşı döküyordur acaba, hobi yerine sevit derdi, incir ağaçlarının dibinde cinler, karadut dibinde eşek arıları olur, Pribilof adaları mı var, kilise kulelerinin haçlarına konmuş kuşlar. Villon’un Asılmışların Baladı’nı okur gibi. Çünkü şiir isterdi, hipokondriyal, gecikti, veremedi, sordu neden, şiir vermek söz vermeye benzemez ki dedi. Kim bu olutları okur ki iç yakıcı bile olmayan kişneme, bilinmez anırtılar bunlar be... Öff.
‘Körbilim boş toprakları sürer / Çılgın inanç kendi tapınağının düşünde yaşar / yeni bir tanrı yalnızca bir sözcüktür. / İnanma da, arama da; herşey saklıdır’

VII
"Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar / ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur./ Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. / Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, / bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben."

(Zavallı Kaan Romero bu şiirde ne buldu acaba!) Ama Janist rahip diyor ki: ‘Bu vücutların içinde ne işimiz var / Belki de içlerinde yolculuk ediyoruz' Kendine özgü Kantemir notası yaratmış. Ben Marco Polo, Alamut yani Akbaba yuvasını gözlerimle gördüm. Piranhalar takımı gelince de savaşı kazandık. Asaf Cemil’in Düş Tutanaklar’ını yazarken mistik bir süreç içinden geçtiği. Bu soruyu onu daha iyi tanımamın yanı sıra, roman ile profan aydınlanma arasındaki ilişkiyi hidayete kavuşma, ermişliğe erme! daha açık bir deyişle, irdeleyebilmek için sor. Uzayda ki kuşların varlığı üzerine besteler var. Dünyada ki tekçil-monist düşünce yapısı, Antartika’da ki Vostok gölü Omega, Erboğa, Küresel Yıldız Kümesi, Balık kemiğinden korsesini çıkaran koyunlar harabelerden geçerek aşağıya indi, sürüye karıştı. Kraliçe Puduheba, Tanrıça Kibele tüccar karısı Lamassi, Karya kraliçesi Ada. İlk kadın tarihçi Anna Komnena ve kalinikhta, Eski Mısır’da İbis tanrıların habercisi Hermes’i simgeleyen kutsal kuş, Golgotha, solsuz solfej, Medine’deki mezarsız yalvaç, çarmıh kanadını açmış kuş İblis? 13. Yüzyılda Artukoğulları sarayında er-Rezzaz el-Cezeri adlı bir mühendisin yaptığı otomat, insanlara ibrikle su, havlu ve tarak sunardı, eh demiştin, Dekabrist ruhum, sifilis sayrısıdır. Karadelik güneş sisteminin içinden geçse, tüm gezegenlerin yörüngesini değiştirir, böyle bir durumda yeryuvar ya elips bir yörüngeye çekilerek şiddetli iklim değişiklikleri yaşayabilir ya da güneş sisteminden kovularak uzayın dondurucu boşluğunda yitip gider, dünyamız ölür ablacığım.

Emir ki et yerken kaplanın dişleri arasında öğütüldüğünü hissedebilir, iki kez gelse, arkadaşım, şüphesiz yüzü insana benzeyen biricik hayvan köpektir ve yalnızca onların yüzlerinde keder sevinç ve sıkıntının pırıltıları, iz ve esinlerini görebilirsiniz, bu başka hiç bir hayvanda yoktur. Sirte körfezi, hologram, doğurgan olmayan dölevi akıntısı, Kız kulesinin antik çağdaki adı Damialis, Dana Yavrusu'muymuş ve Mercidabık. Muhammet Haydar, Salamis harabeleri, Riminili katır tüccarları, ahiret, argonot, üç köstek taşı nedir bilen var mı, betonda çiğnenen badem çiçeği, Angloma nedir ki aman çok soruyorsun. ‘Kasırgalar iblisin salladığı oraktır’ Gut hastalığı yani nikris yani damla hastalığından ölmüştü, ölümüne doğru Hubyar Kadın'la görüştü, Samur ve Amber devriydi, hidivlik verdiler. Wilson’un Yalnızlık Çağı dediği, Parnassos dağında. İçinde triptofan bulunan yiyecekler yer ve kendini hep iyi sanır. İnsansı deyip Zagros dağları adını verdiği. Öyle seçilen bir politikacı halkın özlemlerine yanıt verebilen biriydi ki cenazesinde kalabalık arasında biri hiç unutmam 'İnsan, güle güle!..' demişti. ‘Akan suda ikinci kez yıkanabilmişti Eflatun’. yine dağlarca dedi. Bilim adamıydı, atom bombası atılırsa, atmosferin tutuşabileceğini söylüyordu. Örümceğimsigillerden migallerde trake bulunmaz! Merihli’lerin ağaç yazıları gibi, Tiberius, Capri adasına da öyle çok köleyi uçurumdan aşağı bırakıp ölümüne yol açmıştı ki, kemikler yığılarak siyah bir kayalığın oluşması- ve Curzio Malaparte o kara kayalıkların üzerine sayfiye evi yaptırasıymış, yani kölelerin kemikleri üzerinde oturuyormuş Malaparte. Anghiari Savaşı adlı duvar resmi yarım kalan, da Vinci gibi, kitap bastırmak zordur, bir keresinde yayıncıya Tevrat’ın fotokopisini götürdüm, ilk yüz elli sayfa fena değil, tuttum ama adını Kızıl Deniz Haydutları olarak değiştirirsen basım için üç yıl sonraya gün verebilirim dedi, Eco evet, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalinde mermiler boşa harcanmasın diye ülkelerinin ele geçmesine karşı direnen Mısırlıların ensesine basarak Nil Irmağında boğuşları gibi. Hidrojellerin doğaları gereği etkili bir biçimde toksik metal iyonlarını sulu ortamlardan uzaklaştırmalarına karşın, kül ve partikülün, feodal lordlu toplumlar için, İngilizceye en yakın Hollanda ve Almanya kıyılarında konuşulan üç Frizye dili içinde tehlike çanları çalıyordur.

Nietzche Sifilis hastasıyken genç bir eros kapısını çalar, elinde iris çiçekleri, Sahaf'ın keçisi yanındadır, Venüs kalyonu gibi, Perseus, kötü niyetli kral Polydectes tarafından Gorgonlardan biri olan yılan saçlı Medusa’nın başını kesmekle... Bu hiçte kolay bir iş değil, Medusa’nın görünüşü o kadar korkunçtur ki ona bakanlar anında taşa dönüşür. Bunu bilen Perseus tanrılardan yardım ister, Athena ona görünmez olmasını sağlayan bir kask verir ve Medusa’nın yalnızca gölgesine bakması için uyarır. Haberci Merkür’de ona kanatlı ayakkabılarını ve sihirli kılıcını. Perseus, Medusa’yı uykusunda yakalar ve kılıcıyla başını... Görevi bitip geri dönen Perseus, prenses Andromeda'nın çığlıklarını duyar. Deniz canavarı prensesi bağlamıştır ve yemeye hazırlanır, etini koparır. Prenses çantasından Medusa’nın başını çıkarır ona bakan deniz canavarı anında taşa dönüşür. Perseus prensesi kurtarır, Perseus ve Andromeda birbirine aşık. Kahraman Perseus’un başını kestiği Medusa hala gökyüzünden bize göz kırpar durur... Davut, Fırat yakınındaki Hamat’ta Tsoba kralı Hadarezar’ı yenilgiye uğrattığında bin cenk arabası ve yedi yüz atlıyı tutsak etmişti ve yürümesinler diye ayaklarını kırdırmıştı. Harun Reşit oğlunun düğününde yağmur gibi inciler serpmiş tüm davetlilere birer misk topu dağıtmıştı ki armağanlar ayrıdır. Doğada eriyen plastik üretecek bitkiler vardı, maymunlar düşünmeyi düşünebilselerdi değişebilirlerdi, parçacıklara kütle kazandırdığı söylenen Higgs bozonunun peşindeydik her yerde, yukarıda burada, çok söylerdi evet, en çok dikkatimi çeken şey kapının mandalına tüneyen kuğu. ‘Quo vadıs, domine?’ Nereye gidiyorsunuz, efendimiz?.. Keçi penisini andıran bir tepenin üzerindeki, ufak mavicil bir yıldız. Osmanlı Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sanır. Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sananlar gibi sanır. Et neden pişirilir ki mikrobu ölsün diye mi, iki kere iki, gene iki... anlaktaki bir işlemle, mezar zambağı, iris kokladım, sanki ölümün kokusunu içime çektim, peder gider öteye, bir galaksi saniyede sultanım ve românım...
Redif; Tarabia, sağaltan demekmiş, öyle deme bir gün işe yarayabilir, Byron'un Donjuan'ında 'söyleyebileceğim tek şey varsayımı var say' diye bir satır vardır, sanalite bir durum, yağmuru haber veren ayın çevresinde ki kırmızı halkadır, Spinoza, taş taş, kaplansa kaplan olmak ister der. Borges yaşı yarım yüzyılken, bir arkadaşı ona, bugün Arjantinli yazarlar almanağında, tıpkı senin adında, aynen senin yaşında biriyle karşılaştım diye gülümsemiş, Arjantinli'nin yazın heveslisi bayanların kitaplarına yazdığı övgü dolu önsöze, tartuelada 'ölüm öpücüğü' denirmiş. Seni yitiriyor olmak, seni sevmiş olmanın sürekli acısını çekmekten, seninle yaşlanmanın, ölüme gidiyor olmanın utancıyla yaşamaktan yeğdir sevgilimmiş. Aslanın vücudu yediği hayvanlardan mürekkepmiş, ama Valery demiş. Her gün bir önceki güne göre, usumu daha iyi kullandığı mı düşünüyorum, öyleyse bugüne değin usumu iyi kullanamamışım demekmiş! Ravel için konserde bir izleyici, deli demiş, Ravel işte beni anlayan tek adam deyip düşüp bayılmış. "Surların üzerinden ilerleyen Akhalar'a bir kez daha baktım. Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyordu. Güneş batıyor, ay karanlıkların içinden bronzdan bir tanrı gibi yükseliyordu. Kuzeyden ordularıyla, Büyük Romulus'la, Dürrenmatt geliyordu. Gerçek o denli değerlidir ki yalanların koruması altında olması gerekirmiş! Voyvoda Drakula kentin ortasına altın dolu kase bıraktı ama korkudan kimse çalamadı. A.Reyes yazdıklarımızı sonsuza dek düzeltmemek için yayınlarız demiş. Dydk be kardeşim, söylemene gerek yk. Sonra önünde sonunda değil, eninde sonundadır. En, yatayı, uzamı, son; dikeyi, zamanı imler ve sözüt zamanda ve uzamda anlamını içeren bir tümlüğü barındırmak için dillenip, deyilenir dedi, demiş.

VIII
Geçenlerde ikide bir ölmüşlerden kalan bir monologdan söz eden arkadaşımın evine gittim. Monoloğu sizlere, öykünmenin öyküsüymüş, aktarmak isterim. Truman'ın haberi var, Rabialar da iyi bilir.
"Somut (duyularla algılanabilen, konkre), gözle görülüp, elle tutulan, varlığı / gerçekliği üzerinde (artık) tartışma götürmeyen, eğretilemeye (metafora), varsayıp-yoksamaya bu anlamda olanak tanımayan bir bütünsellik ve bizler için tartışmasız olarak nitelendirilebilecek bir belirginliği içeren, nesneler, olgular için ileri sürebildiğimiz bir kavram ve anlamsallıktır. Bundan ötürü tinsel şeyler üzerine somutlama, felsefi anlamda belki olasıdır ama yaşama ilişkin böyle bir tasım ya da us yürütmede (olasılıkla pratik yararsızlık ve bir değişke yaratmayacağı görüsüyle) bulunamayız... Soyut bir somutlama olamaz diye düşünebiliriz belki ama; somut bir soyutlama göreceliliği nedeniyle olanaklıdır diyebiliriz (dediklerimize de çokça bel bağlamadan). Somut, som kökçüğünden geliyor, salt anlamına yakın bir parçacık, arı, saf anlamlarına da yakın. Bu dolayımla da somut, salt kendisi, artık başka bir nen barındırmayan, katışıksız gibi anlamlara da bürünebilir.
Konuyu sürdürecek olursak, soyut (duyularla algılanamayan, abstre), nasıl bir şey... İlk bakışta, göreceli, algıladığımız gibi açımını çağrıştırıyorsa da, gerçekte o da somut gibi; bir arılık barındırıyor, tümel-kök, soydan geliyor, insan soyu değil, çıplaklık, üstündeki örtüleri at gibi, az birazda yüceltici / yücelimsi bir çağrışımla, emir kipini andırıyor. Nedir ki soyut olan, saltıklık içeren bir bileşen olması gerektiğine karşın, anlaksal işlemde birden göreceli, düşündüğünüzce, nasıl algılıyorsanız gibi yürütmelere alan bırakan bir gerçelliği de kapsıyor, çünkü ve ayrıca sözün kapsantısı, kesenkes yüklendiği anlam bütününe bağlılık gösteriyor, söz yükleyici(si)nin tutsağıdır.
Rönesans ardılı, İspanyol ozan Gongora, modernizmin kurucusu sayılırken imgeleri; somuttan soyuta geçişi sağladığı, yalnız anlaktaki bezeklere indirgediği, olup bitenin salt tinsel kapsamda algılanacağı, yersel yaşamda bir karşılığının aranmayacağına ilişkin bir yaratı (yazınsal) eşiğine getirdiği için; estet olanı bu yönüyle de yeni bir algılar kapısına-gelişime açtığı için, sanata yönelik bir yenibiçi'm (postmodern) ve kuşatımdan dolayı kendisine; bu niteleme öngörülüp bağışlanmış olabilir.

Borges 'in konumuza ilişkin bu ikicilliğe karşın (somut-soyut) 'Averroes'in Arayışı' (İbn-i Rüşt) adlı öyküsünde; açınlayıcı, ilginç diyalogları var, örnekçe şu; öykünün bir yerinde, anlak yıkıcı, anakronik esinler veren aşağıda sunacağımız bir eşleyiş görülüyor.
"Farah'ın evinde konuşma döndü dolaştı, valinin bulunmaz erdemlerinden kardeşi emirin erdemlerine dayandı, sonra bahçede, güllerden söz edildi. Güllere bir kerecik olsun bakmayan Ebülkasım, Endülüs'ün kır evlerini süsleyen şu güller gibi gül olmayacağına yemin etti. Farah kendini övgüye kaptıracaklardan değildi; İbni Katiba'nın Hindistan bahçelerinde yetişen ölümsüz bir gül türünün kusursuz bir örneğinden, kan-kırmızı taçyapraklarında "Tanrı'dan başka yoktur tapacak ve Muhammed Tanrı'nın Elçisi'dir" harfleri okunan bir gülden söz ettiğine değindi. Ebülkasım'ın o gülü gördüğünden kuşku duymadığını da ekledi sözlerine. Ebülkasım, onu kaygıyla süzdü. Evet dese, çevresindekiler, hem de haklı olarak, düzenbazların en tezcanlısı, en gönüllüsü sayacaklardı onu; hayır dese, kâfir olacaktı. Uzun uzun daldıktan sonra Tanrı'nın bütün gizlerin anahtarını elinde tuttuğunu, yeryüzünde O'nun Kitabına geçmemiş bir tek bahar ve güz ürünü bulunmadığını söyledi. Bu sözcükler Kur'an'ın birinci bölümünde yer almaktadır; çevreden bir hoşnutluk mırıltısı yükseldi. Sergilediği tartışma hünerinden başı dönen Ebülkasım, tam Tanrı'nın yaratılarında eksiksiz ve us erdirilmez olduğunu ileri sürecekti ki Averreos, sorunsalı günümüzde de süren Hume'un gelecekteki tanıtlarını öngörerek dedi ki: "Bilge İbni Katiba'nın ya da hattatların yanılgısını kabul etmek, bana yeryüzünde inanç-sözcüsü güllerin bulunduğunu benimsemekten daha az güç geliyor." "Doğru, büyük, doğru sözler bunlar" dedi Ebülkasım. "Gezginin biri" diye anımsadı şair Abdülmelik, "yeşil kuştan meyveler veren bir ağaçtan söz ediyor (*). Ona inanmak hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı geliyor bana hakçası." "Kuşkuların rengi bu tansığa ışık tutuyor zaten," dedi Averroes, "Hem meyvalarla kuşlar, doğal dünyanın parçalarıdırlar, oysa yazı, bir sanattır. Yapraklardan kuşlara varmak, güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet."

'Meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar' (Vaka-i Vakvakiye'yi anıştırıyor, ne ki cehennemde yetişen ve meyveleri insan başından, adına da Vakvak denilir bir ağaç varmış) veya 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' sözütüne ilişkin parçadaki konuşum, gül, yazgı, zorumsu ve caydırıcı gibi inanlarla sürüyor ve dönüşüyorken, burada demek istenilen şu ki diyor (öyküde) Ebül Kasım; yeşil kuşa inanmak, tanrıdan başka yoktur tapacak, iminden (gülyaprağında belirmesinden) daha kolay, daha insansı ve kabule yönelik; çünkü somut diyor. Doğrudur ve inandırıcı olanda budur ilk bakışta, çünkü somut olan ağacın, gene somut olan yeşil kuştan meyveler vermesi, bir soyutlama olan yazının, bir gülün taç yapraklarında belirmesinden çok daha yaşama yönelik (yaşamsal) olabilirmiş gibi geliyor usyoran insanoğlu (Kabil'e) için!.. Durul biçimde düşünmeye çalışırsak, ağacın, yeşil kuştan meyveler vermesi, doğanın bir tansığı ya da olutu gibi algılanacağı için öylesine ve olanaklıymış gibi gözüküyor ama; bir gülün taç yapraklarında, bir insan bulut'u olan yazının; tümüyle imgesel bir şeyin belirmesi, doğrucası olanaksız geliyor insana...
Ne ki gerçeklikte ikinci deyinin olanaklı olduğu savlanabilir, çünkü somut olan seçenek barındırmayacağı için üzerinde durulması güçlükler, zor(un)luklar içerir. Soyut olan seçenekler ve vaatler bütünüdür, sonsuz bir çölde ya da denizde yüzer gibisinizdir, bu bakımdan soyut; olmayana ergi gibi, olmayana varmış gözüyle bakmaktan başka bir açın değildir, biz yer insanlarının gözünde...
Bu sorunsalı irdelemeye çalışalım... Bir illüzyonistin eğdiği kaşık için bilim, eğilen kaşık değil, anlağımızdır diyor. Ama konumuzun ikilemine gelecek olursak öyle görünüyorsa da ve gariptir; meyvesi yeşil kuştan olan ağaçların, somut bir düzlemde gerçekleşmesi; yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' gibi bir hattın görüldüğü gül türünden kanımca daha olanaksızdır. Çünkü soyutlama göreceli olduğu için ve salt tinsel algılamaya yönelik olduğundan, biz tanrıdan başka yoktur tapacak imgesini anlağımızda pekala canlandırabiliriz ve bu durumu bir sav olarak öylelikle ileri sürebiliriz. Nedenine gelince, burada artık sorun bizlere diyesim, algılayıcı objeye kalmaktadır, algılayıcının sırf kendisine bırakılmaktadır savlanan, dilerseniz öğesiyle hareket edi(li)yoruzdur, istenildiğinde bunu o gülde gördüğümüzü de ileri sürebileceğizdir. Ötesi şu ki bir soyutlamayla karşı karşıyayız, görenler görmeyenlerin ola ki gönül gözüne sahip olmadığını, dahası konumuz dışı bir meselle; günahkâr olduklarını bile söyleyebilecektir, bu tür tansıkların benzer yönelimler içinde oluşabildiğini de düşünebiliriz. İnsanoğlu bir inancanın (gerçekte bir soyutlamanın), iyi veya kötü, doğru ya da yanlış bir gerçekliğin peşinden -içtenlikle- sürüklenebiliyor. Yıllar öncesinden anımsanan, Guyana'da Halkın Tapınağı inananları topluca özkıyımda bulunuyor, Hindu gruplar inanılmaz gelen şeylere katlanabiliyor, hatta kıyametin (songün) kopacağına ilişkin öngörüsü, sanrısal bir kuşatıma dönüşen kitleler bir an önce öbür dünyaya ya da beklentilerine kavuşmak için ölümü ya da başkaca bir sonluğu göze alabiliyorlar, çünkü ortada salt bir soyutlama var ve artık bu dilersen kabullenebilirsin mottosuyla hareket eden (esemeyi çökerten) bir savsöze dönüşebiliyor.
Ama bakın meyvesi yeşil kuş olan ağaç, soyutlamaya izin vermiyor çünkü somut; ötekiyse varsayım, yeşil kuş üzerinde sav geliştirmek neredeyse olanaksız, burada anlağımızın eğilmesi oldukça güç... Ama tanrıdan başka yoktur tapacak yazısında eğriyi, elif diye savlamamız, algılamamız bir olanak içerebiliyor ve bu durumda inanca yerini değiştirerek o alana kayıyor, böyle bir sunu tansıması var. Dolayısıyla her soyutlama, seçenek dolu (sonsuz) açılımlar alanı yaratabiliyor, kitleler böyle bir algının peşine düşebiliyor, görecelilik ne denli artarsa, o denli inandırmak olası, dahası kanıksamaya yönelik olanaklar elde edebiliyorsunuz. Salt inanmaya dayalı, benzer türden yaklaşımlar böyledir; algılanım inanırsan var boyutunda, kabul buyurmanız yeterli, değişmezliğin pi sayısı gibi, vargılar ancak onun kılavuzluğunda olanaklı, pi sayısı; bir kabul, bir vargel açımının dayanağı sayılıyor artık.
Soyutlama bundan dolayı tehlikeli bir alan, yüzyılımızda inanca yönelik gelişmelerin baştacı edilip, modernizmin gelişimine ortak olacağı olasılığına inanmayanlar için şunu söyleyebiliriz, inanç bir soyutlama alanı, acunda her tür gelişim, her tür gerçellik elde edilse de, insanlar bir bağlanımın ya da benzeri her türden, soyutlama ağırlıklı bir algı biçiminin peşinden şaşırtıcı biçimde koşabileceklerdir. Çünkü soyutlama sonsuz bir alan ve göreceli olan herşeye bitimsiz olanaklar tanıyor. Gerekçe salt bu değil veya bununla sınırlı değil ama, görgül durum bu özünü kapsadıkça, buna olanak tanıyan gelişmeler de sürgit olabiliyor / olabilecektir.
Başkaca düşünmeye çalışırsak; somut bir vaatte bulunmak soyut bir vaatte bulunmaktan her zaman daha zor. Senin için ölürüm demek (imgelemde soyutlamaya yönelik bir tümceye dönüştüğünü biliyoruz), senin için bir dilim ekmek alırım demekten daha kolay. Ölürüm demek varsayımın sularında kulaç atmak. Oysa bir ekmek alırım demenin işlevi; sonsuz uzayda yer değiştirmeye yönelik, devasa bir edim. Ama bizler, ölürüm demek yerine, bir ekmek alan aşığımız için yapacağın bu muydu diye küçümseyebiliyoruz. Üstelik insan hep ölürüm diyeni seçiyor / onu seviyor ve onun için gözyaşı döküyor. Çünkü kanmaya, öyle görmeye, varsaymaya olan eğilimimiz bir tarafa, kuramsalda olsa, büyük bir vaadi, küçük bir gerçelliğe karşı öndelik tanıyacak masalsı bir tinsellik barındırıyoruz içimizde, özlemimiz; düşlenmez, ulaşılmaz (olanaksız) olandan yana...
Söylemesi güç ama, gerçek dışı / diyesim yalan bile olsa; ekmek alan sevilmeli oysa, çünkü o sizin için (evrende) varoluşsal bir adım atıyor, değişke (değişkenlik)sağlayan (sağlayıcı) bir edime; bir eyleme başvuruyor. Ölürüm diyen dumanlı bir vaatte bulunuyor ve ama hep dumanlı vaade kapılacak bir yatkınlığı benimsiyoruz Havva çocukları olarak, belki bu tanrısal bir yaklaşım bizler için, ama aynı zamanda tuhaf bir paradoks da (bir ayrılık içereni olarak sevgimizi de tartışılır kılacaktır böylelikle) olanaksızlıktan başka bir şey barındırmıyor ve yanılsama amaçlı, ondan öte bir şey değil.

Somut alanda her şeyi ileri süremiyorsunuz, ama soyutta, tanrı var ile, tanrı yok demek arasında bir ayrım salt gönüllerde ve algılama seçeneğinin önermeler bütününde neye bağlı kaldığınıza ilişkin bir açından öte bir şey değil artık. Soyutlamada, tanrı varsa nerede gibisinden bir yaklaşımı ısrarla somuta indirgediğinizde (Borges, bunun bir soyutlama olduğu gerekçesiyle somuta indirgenemez olması gerektiğini söylüyor) uzlaşım dışına sürüklenecek ve belki de bir yol ayrımı songörü'süyle (önermesiyle) başbaşa kalacaksınızdır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağaç, somutlamadan öteye geçmediği için, inandırıcılık noktasında olanaklar alanını geniş tutamıyor ve ayrımlar kesin sınırlara dayanıyor, bu bakımdan gerçellik üzerine düşlenim alanı geniş barınaklar sunamadığı için, ola ki inağa veya tabuya dönüşecek bir soyutlama, onun üzerinden yürüyemeyecektir. Ötekiyse salt bir soyutlamadır, tinseldir ve ister istemez seçeneklere de kapısı sonuna dek açık olacaktır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağacı Hindistan'da göremediğiniz de gerçeklik yerini anında bir kuşkuya bırakacak, yürüyüş güzergâhı bozunup dağılacaktır. Soyutlama dile getirmeye çalıştığımız gibi geniş bir görecelilik olanağı sunuyor.
Şöyle bağlayalım sözümüzü, (çağımız sanalite, başka bir deyişle varsayımı varsayma çağı) meyvesi 'yeşil kuş' olan ağaçlar var ne yazık ki... Çünkü düşünceye dalma ya da ruhanilik, çürüme veya bayağılık olağan gidişi ve esemeyi öylesine etkiliyor ki, insanın da maddi değil gerçekte tinsel bir yaratık olduğunu ve var ile yok'un aynı şey olduğunu ve varlığın yok olmak, yokluğunda var olmayı arzulamaktan başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz artık. Sonsuz değişim ve dönüşümdür her şey samanyolunda (evrende), biz de minicik bir kuşkanat, küçücük bir göz kırpmadan başka bir şey değiliz. Olumlu ya da olumsuz sonuçları bir yana, dogmatizm (yanılsama güdüsü, soyut kabullenim) ve vandalizm de (yoketme güdüsü, özyıkıcılık) mayamızın içinde var ve ayrılmaz bir parçamızdır ne yazık ki...
Son sözümüz şudur ki; soyutlamalardan uzak durun diyemiyoruz, soyutlamalara bağlanmayı sürdüreceğiz diyebiliyoruz ve birgün tanrı yanıbaşımıza gelse bile, salt inançlara ya da benzer olgulara dayalı zamansallık, etkinliğini yeni varsayımlar, yeni başkalaşımlar biçiminde sürdürecektir. Buradan ulaşılabilecek başka bir olum ve gerçellikse; bir söylem ve kavramsallık olarak sevginin, barışın, yazın'ın ve 'şiirselliğin' de bir gün yeryüzünden silineceğini düşünenlerin, bir yanılsama içinde olduğunu, sakınımsız ve neredeyse bir kesinleme olarak (diyalektik / eytişimsel bir aşkınlıkla), ileri sürebiliriz. Çünkü onlar da soyut...
(*) Hindistan'da uzun kuyruklu yeşil papağan kolonisinin ağaçlarda çığlıklar atarak cıvıldaşması, dallara tutunarak sağa-sola, yukarıya-aşağıya sarkmaları bu eğretilemenin söylenceye dönüşmesine yol açmış.

IX
"Narkissos öldüğünde, zevk pınarı bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştü; Oreas'lar pınara şarkılar söyleyip teselli etmek için ağlayarak ormandan çıkıp geldiler. Pınar'ın bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştüğünü görünce, yeşil saç örgülerini çözüp pınara seslendiler, "Narkissos için böyle yas tutmana şaşırmadık, çünkü o çok güzeldi," dediler. "Narkissos güzel miydi?" dedi pınar. "Bunu senden iyi kim bilebilir?" diye cevap verdi Oreas'lar. "Bizim yanımızdan geçip giderdi hep, ama seni yalnız bırakmazdı, toprağa uzanıp sana bakar, senin sularının aynasında kendi güzelliğinin aksini seyrederdi." Pınar şöyle cevap verdi: "Ama ben Narkissos'u, toprağa uzanıp bana baktığı zaman, onun gözlerinin aynasında hep kendi güzelliğimin aksini gördüğüm için severdim."

Şunu da söyle Wilde Oscar teyze, hangi kral Akitonyalı Eleanor’la evlendi? Henry II, Arabistan çiçeği, Horgörü, Bedevilerin, İblis Vapuru dediği develerimizin üzerine, diril gece indi ve gölgeler gölgelere girdi, avunç, büyüleyici kırlar, yorgun çiçekler bürümüş. Diğer mimari ilginçlikte alınlıkta yer alan üç küçük kapının ilahi bir olay için varlığı. Bu kapılar yılda bir kez kutlanan İsiteria Bayramı’nda “Epiphanie” olarak adlandırılan ve “tanrının kendini göstermesi, varlığını kanıtlaması” olarak yorumlanan olayın sembolik olarak yinelenmesi amaç. Magnesia Artemis gece tanrıçasıydı. Dolunaylarda Artemis Tapınağı’nın tam karşısına, alınlık, orta kapı ve Artemis heykeli ile bir doğru oluşturacak biçimde ve belli bir açıyla. Bu dolunaylarda altın kaplama heykel, ay ışığı ile aniden aydınlanarak, kendisini tapınağın dışında bekleyenlere gösteriyor, bu olayda izleyenler açısından gerçek bir ‘Epiphanie’ olarak algılanıyordu. Erivan’da yoksullar kültürle doyabilirmiş...
Bekir’in babası Ebu Kuhafe, annesi Ümmü’l Hayr Selma binti Sahr’dır. Dölleyerek çiçek açımlarını uçuruyordu arı, Saturnus çağındaki yaşlılar. Uranus’un oğlu gibi görkem, yaşam ve ölüm sağrağını sundu ona, ay İris yayı gibi yükseldi başımız üzerinde, İris’in sessiz yayı (gökkuşağıydı). Anahtar deliğinden giren bir Arap atı, suları, vadileri doyuran Türk ırmağı, kana kılıç suyu der ama Gorgonlar diye bir şeyden söz ediyor. Sekizinci Yüzyılda Tang Hanedanı döneminde cırcır böceği olarak yaşamış bir Japondan söz ediyor ve onyedinci yüzyılda Çin’de yaşayıp ruhu otuz ayrı isme bölünen Şitao’dan sözediyordu. Şitao’nun Portekiz’deki reenkarnasyonu da Pessoa. Talut ve iman edenler ırmağı geçti ama Calut askerlerine karşı koyacak güç kalmadı. Triangulum yıldız, güneş kızdönümüne girdi. İnsan, Kant’ın yaklaşımı uyarınca, öz istencinin nedenselliğini sadece özgürlük idesinde aramalıdır, çünkü özgürlük duyular dünyasının belli nedenselliklerinden bağımsız. Bu yüzden özgürlük idesi ile özerklik kavramı ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlı. Özerklik kavramı ise usçu varlıkların eylemlerinin temelini oluşturan etiğin genel ilkesi ile bağlantılıdır. Kant, ulamsal bir buyrum nasıl olanaklıdır? Sorumu bağlamında özerklik (otonomi) ve bağımlılık (heteronomi) kavramlarını açımlar ve şu saptamaları yapar. Usçu varlık, kavrayış dünyasına girer, onun kavrayış dünyasına girmesini sağlayan nedenler bütünü ya da nedensellik ‘istenç’dir. Etiyopya ile Hindistan’ı hep birbirine karıştırdık, hayır Habeşistan'ı. Xeroderma Pigmentosum sayrılığından derbeder yani güneş ışığına çıkınca deride derin yaralar oluşur. Hindueli ve Srinagar, helezonik bir gizlemle, halk sözcüleri, uzayın yüzde doksan dokuzunu kapsayan karanlık bölge.

‘Emir erlerinin tarihi bu güne kadar neden yazılmamıştır anlayamam’. Yazılmış olsaydı, Toledo kuşatması sırasında açlıktan gözü dönen Almavira dükünün, emir eri Fernando’yu açlıktan nasıl hapur hupur yediğini öğrenmiş olurduk. Dük hazretleri, anılarında, emir erinin yumuşak, körpe etinin tavuk etiyle, beyaz eşek eti arasında bir tadı olduğunu anlatır. 1890’lı yıllar, Avrupa, Strauss ve Schönberg’in yeni ritm ve ses renkleriyle tanışıyordu. Zola gerçekçilik akımını, Dostoyevski Slav demonizmini, Rimbaud lirik söz sanatının ince örneklerini göstermiş. Nietzche felsefede devrim yarattı. Klasik, süslü mimarlık, yerini işlevsel biçeme bırakmak üzere. O dönem yazın sanatının eleştirmenleri, her türlü yeniliği, bir kargaşalık, bir gerileme olarak algılar. Araya girme ama tarih boyunca böyledir bu. Bir sanatçının ün salması için, orta kuşak tarafından denenmiş olması gerekir. Bugüne benzeyen keskin, hiyerarşik bir ilişki var. Öte yanda gençler, Gerhart Hauptmann otuzunda Alman sahnelerinde söz sahibi olmuş. Rilke yirmi üç yaşındaydı ve arkalarından başkalarını da sürüklemiş. Kaşla göz arasında ‘Genç Viyana’ grubu ortaya çıkmış. Ancak Hofmannsthal, tam bir fenomen olarak, o kuşağın güçlü tutkularını dile getirmekle kalmamış, on altı yaşında bir genç için büyük bir yazın olgunluğuna ulaşmıştı. Bu sanat hayatında süregelen usta-çırak ilişkisinin o kasvetli, uzun yolculuğuna tuhaf bir karşı yanıttır Hofmannsthal’in yaratımı. Loris takma adıyla gönderdiği şiirler, dergi editörleri tarafından usta bir ozanın yeni bir üslubu olsa gerek diye düşünülmüş ama, karşılarına, sıska, soluk benizli, ince sesli, bir erkek çocuğu çıkmış.

Şimdi de tiranımız Sulla girdi içeri, kızı sultan onun sultasında yaşar, çok gecikti ama, bölük pörçük konuşmaya dalmışız, absurt Camus yüzünden, adama hoşgeldin diyen bile olmadı, uyku sersemiydi, bin yıl uyumuş gibi, boşuna okumadınız diyor, çünkü; belki bu bölüm iyidir, belki bu bölüm, belki bu, belki, belki, belki dedi... Dikkat edin bunlar yalnızca vaat ederler! ve sabır taşını çatlatırlar. Ve bakın; "kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmaları, yüzyılımızın en önemli olayı gibi gelmiyor mu size, etobur hayvanlar caddelerde uyumakta, cinayetler sokaklarda geziyor, ırmaklarda ölü balıklar yüzüyor, sular can çekişiyor, kozmik yıkımlar, tufan yağmurları, altınsı, aldatıcı, sapsarı sisler ve sürüyle, uğultularla gelen bulutlar yollarımızı kesiyor..." İlk vaazlar dönemindeyse; Yahudi halklara yönelik, songün tehdidi olmasaydı, Hıristiyanlık ayakta kalamazdı... İsa, Sodom ve Gomore'deki sefih yaşamın, songün fobilerini çoğaltan dinsel yıkımlarla süslenen korkulardan dolayı, ahalinin, Hıristiyanlığa geçişini hızlandıran uygun koşullarından yararlanmıştır. Bir yandan da, songün gelmediği sürece, zamanın düşündüğümüz gibi bizlere cimrice dağıtılmadığı görüşüne de alışırız Pavlus Efendi... Ölürüz ve Tanrı yaşamına ulaşırız.
Ama inanın ki, Ata'yı at üstünde Voltaire okurken görmüşler Damascus yollarında, Midyat ayna demekmiş ama insanlık Dandanekan'sız yaşam düşünemiyor hâlâ, pardon, dikkat edin zaman olmasaydı tanrı da olmazdı ve Napolyon uzun görünmek için ayaklarını uzatarak oturur, yaverlerini de uzun boylulardan seçermiş kurnaz. İnsanın yetmiş yıl yaşadığını düşünelim (diyesim şu an yaşayanların tümünü tek bir insan ve yetmiş yıllık ömür dilimi var diye düşünelim), on kişi, yedi yüz yıl, yüz kişi, yedi bin, bin kişi, yetmiş bin, on bin kişi, yedi yüz bin, yüz bin kişi yedi milyon yıl yapar, insanın iki yüz bin yıldır var olduğu söyleniyor, gelip geçenler bir kolezyumu bile dolduramamışlar henüz, yorum sizin... Canım semazenim, tuğlu paşam zaman tek boyutlu olduğu için geriye dönemeyiz, zamanın oku geleceği gösterir. Temel parçacıklar dışında her şey yaşlanır. Bir biçim eskidiğin de parçacıklar özgür kalır ve kendilerini yeni bir serüvene hazırlar. Parçacık zaman dışı olup, bu nedenle büyüleyicidir, sonsuzdur ve gözlemlenebilir maddedir, ne ki 'gerçeksilik' bu düzeyde ulaşılmazlığını korur. Temel maddenin -parçacığın- oluşturduğu cisim, zaman içinde tek bir yöne taşınır, geleceğe, ama öz madde, parçacık bu durumdan etkilenmez. Zaman da oluşmuş madde de; geriye dönmez, döndürülemez, tersinemezdir. İleride, büyük babalarımızla, çocuklarımızın, çocuklarının, çocuklarını tanıma olanağı bulacağız. Biz varsak ölüm yok, ölüm varsa biz yokuz bayım yani Epiktetos demiş yeni mi duydum yallah şimdi yani yoksa, aaaaa!.. Bilincine varamadığımız, zaman içinde konumumuzu değiştiren devinimlerin tümüne zaman deriz. Bitimlenmez, dev bir palimpsest üzerinde yaşıyoruz kısacası, ayrıca çağımızı yargılayamayız, aynı anda hem yargıç, hem tanık olunamaz yücebey filân bıktım ...

Ablacığım, sonra Cioran geldi şunu dedi, bunlar hiç yorulmaz, flaneur, aylak dandiler, kaplumbağa yürüyüşlü, görüşlü, boşgezerler, işe yaramaz şeyler kısacası... 'Bu sabah banyodayken, radyodan (tv'den nefret ediyormuş) bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten sözettiğini duydum. Traş olmayı hemen bıraktım. Artık traş olmak neye yarardı?..' Eh, Demirci Umar'da (Ömer) sonsuzluk cesaretimizi kökünden yok edebilir dedi. Oh oh oh... Çin'e yürüyerek gitmek isterim, aya uçarak, Attar meğer selam yollamış, göz ve güneş aynı kökten gelir, söyleyin onlara, ama ışığın çevresini sonsuza dek bir karanlık sarmalar, peki sonsuz olan ne!.. Çok biliyorsun Vlad! Gölgenin olağanüstü esnekliğine, Krişna, yani karanlığa sonsuza dek bağlıyız. Güneşin atomu, gözün atomuna ışığın diliyle seslenir. Attar artarda selam yolluyor! Lenk Halit geldi, şimdi şu an, Van Kulu'dur kendisi, dünyanın fethi bitince, evrenin merkezi olmaktan ancak kurtulmuştur dedi. D, güldük buna. Heraklit, sakallı büst geldi şimdi, girip çıkmış daha önce, ama belki konuşmamışmış, aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz dedi ama Buda, güzel bir şey ekledi, yıkanan da aynı kişi değildir, bin kez söyle yine boşuna kardeşim, Buda ağlıyor, ne sıkıcı bir durum. Bir Orta Çağ köylüsüyle, Sümbülzâde Vehbi geçti. Tanrı dünyayı yaratmaması gerektiğini bir anlasaydı. Ölümün ölümüyüzdür belki de. Zaman rüzgâr gibidir, oynayan dalları, kalkan tozları görürsünüz, Aynaroz kadılarını, siber peygamberlerini, ama işte onu; rüzgârı göremezsiniz. Vahiy bir öfke değil, bir beklenti kitabıdır sonuçta. Sonra bir gün grafikerime, bilgisayarla eski bir vazo yapmasını ve sanal projektörle aydınlatmasını istedim. Sonra onu İsa'dan önce, üç bin yılında yapılmış bir Sümer vazosuna dönüştürmesini söyledim. Grafikçi bana vazo denizde mi karada mı bulunmuş olsun dedi, soru hoşuma gitti, vazoya bakarken, sıradan uzamdan çıkmış, boyut değiştirmiştik, uzam sanaldı, zamansa gerçek... Zamanı bilincimiz yarattı dedim ama duymadı. Mahâbhârata'da şöyle bir öykü vardır, usta ve çırağı kırda yürüyorlardır, bir ağacın altına gelip otururlar, hava sıcaktır. Usta, orada bir kuyu görüyorum, bana biraz su getirebilr misin der. Çırak kuyuya varır, bir genç kızla karşılaşır, konuşmaya başlarlar, aralarında bir sıcaklık doğar, çırak kızın testisini taşımayı önerir, köye kadar giderler, kız onu ailesine tanıtır, evlenirler, çocukları olur, kızın anne ve babası ölür, saçlarına aklar düşer derken, delikanlı günün birinde su getirmek için gittiğini anımsar, köyü terk eder ve aceleyle bir çanak su alıp ağacın altında bekleyen ustasına götürür. Ustası; neyse der, beni bekleteceksin sandım! Çünkü her şey genç kızla bakıştıkları anda olup bitmiştir. Odaya Selçuklu veziri Süleyman Pervane girer, ölüyordur, çocuğuna der ki gel sana yaşamda mutlu olmanın sırrını söyleyeyim, çocuk gelir, Pervane, şimdi de git, söylesem de nasıl olsa anlamayacaksın der ve ölür...
Kim geldi ki!.. gelir gelmez, kuyruklu yıldız iki başlı inektir dedi, erguvansa İsa ağacı, insan öleceğini bilen hayvandır, belki evrende; bir can ya da tek bir mineraldir, son dediğimiz de; sonsuzluğun bir parçasıdır. Son insan işidir halacığım, doğada son diye bir şey yoktur. Biliyor musunuz Napolyon, Louisiana'yı satmasaydı Amerika'nın dili Fransızca olacaktı. Söyleyen Danton mu, değil!.. Uygarlık tarihi, sonsuzca bilginin yok olduğu, birbirine açılan sonsuz sayıda uçurumlardır. Ama şimdiye değin kimse yeni solfej kuralları önermiş değil, telefonda Wyoming'den gelen sesle, mastürbasyon yapanlar var. Yunan ve Romalılar da, gerçekle kurguyu karıştırdılar, ırmaklarda, çağlayanlarda su perileri, orman cinleri görüyorlardı. Orta Çağ insanları ormanın kuytularında, kırların ıssızlığında, tek boynuzlarla (Unicorn) karşılaşıyorlardı, düşsellik sanal dünyalar yaratır ve gerçeğe sanal, sanal olana gerçekmiş gibi davranılır, Ornitorenk kuş mu, ensestlik, tanrının bir kaprisi olabilir mi, Voltaire son derece hoşgörülü biridir ama servetini köle ticaretine yatırmıştı. Pampalar, tundralar, taygalar, sığır gözlü ay, bir cismin hızı ölçülmüşse, durduğu nokta belirlenemez, durduğu nokta belirlenmişse hızı ölçülemez, ıvır zıvır anlatırsan böyle olur, cansızdan, canlıya, oradan da, düşünen (belleği olan) maddeye geçmişiz eşyA hatunum.. Düşünceyi kullanmayı Tutmosis zamanından beri biliyorduk dedi Tutmosis, şimdi girdi içeri! Ama bilgi de cehaleti getirir yani... Aa doğru değil, buna katlanamam işte! İyi de Anday'dan gelen telgrafa göre, insanoğlu usu aşabilmeliymiş, yoksa sonunda, usta bir dogmaya dönüşebilirmiş...

Barba Vasili paltosuna girdi uyudu kaç kere uyudu, yer mantosunda! Pelion dağı, Fars dünyası, Meotis gölü (Azak denizi), rüya tanrıçası Serapis, Vitzliputzli (Meksika tanrısı) Talokan’da, Hint Kerala’sında... Şiir umarsız Penolope’dir. Emanuel von Froben; Büyük Seçmen Prens Friedrich Wilhelm’in ahır yöneticisi. 1675’te Fehrbellin savaşında kendi atını prensin atıyla değiştirerek efendisinin yaşamını kurtarmış ancak kendisi yaşamını yitirmiştir. Her yerde her şeyde aynı şeyler oluyor. Lizbon’a Lizboa diyorlar. Vasco de Gama’nın Mekke’den dönen Hintli hacı dolu bir gemiyi içindekilerle birlikte yaktığından söz ediliyor. 17. Yüzyılda bir rahip, denizin yuttuğu yüzlerce Portekizliyi kastederek, ‘Tanrı Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama, dünyayı da onlara mezar etti' demiş. Portekiz’in en meşhur ozanlarından Sa de Miranda’da ‘bir kimyon kokusu için halkını yitiren krallık’ diyor ülkesi için. Keltler, Fenikeliler, Vandallar, Kartacalılar, Romalılar, Yunanlılar, Gotlar, Moritanyalılar, hepsi gelip geçmiş o sahillerden. İber yarımadasında beş yüzyıl kalan Müslümanlar balkonda o kadar eğlenememişler, Portekiz’in ilk kralı Alfonso Henriques’in İngiliz, Fransız, Alman ve Flaman haçlı birliklerinin desteğiyle Lizbon’un tepesindeki kaleye bayrağını çekince, çekilip gitmek zorunda kalmışlar... İkinci Dünya Savaşında, Hitler’in Alman general Rommel’i zehirlettiği söyleniyor, Portekiz’deki ormanlık ve yeşillik Cabo da Roca’da, yüz kırk metre yükseklikteki bir kaya üzerine çıktığınızda, hava açıksa Newyork’un bile görülebildiği biliniyor. Portekiz’de yerli halkın kökü İberyalı’dır. Selahattin’in iskeletleri, ardıçların tepelerinde ölüyor, ötüyor av borularının boğuk sesi. El Greco ya da Toledo’nun gizi. Kara evren. Bulut allahsı dumanlar, Isfahan ki dünyanın yarısı, Buhara mı yasaklı kent. Olanaklarım arttıkça, arzularım yavaşlıyor, bitmez tükenmez bir can sıkıntısı... Buraya kadar gelebildin mi!.. Eeeh! salt şu şiiri anlayasınız diye yaptı görümcem bu ka(la)balığı!.. Bu kadar zahmete değer mi? Sizi incitmek istemez ki, suflörüne, baldızgönülle, cehennem kolay kazanılmıyor diyor!..
"Bir bıçak saplı durur göğsünde, / Hangi su tasına uzansan boş; / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde. / Aynı siyah güneş, aynı siyah, / Aynı susayış, aynı koşuş, aynı... / Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, / Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı... "

Ölüs bir dostun.




*



HİÇ


‘Bakın işte bu Sezar / Nötrinomun akışında su / Alçaklığın boşluğunda Jüpiter / Kimononun içinde bir kuğu / Geliyor kırmızı at Borjiya / Po ovası kalçası Bükreş bu / Duasını saçıyor bir Efes / Fanus Jiyal içindedir durduğu / İşte şu gördüğün bir müon / Satürn tutmuş saçın döllüyor / Düşlerinde orakl bir nöron / Dişler iken kıyametin koptuğu’

Sözcük, hiçlikten yapılmış, dal boşlukta asılı duruyor, kanat var kuşu yok, uçuş var, kanadı yok, yörünge, çıplak odağı imgelerden soyunmuş, ışık, bin bir surat ama yansıtamıyor görünür olanı. Kuzenim Valente bir güz sabahı böyle söylemişti. Gylippos’un uşağı da ona üstü kapalı sözlerle kiremitlerin altında daha bir çok baykuşun yatmış olabileceğini bildirmişti. Lakonialılar gibi az konuşurdu Valente, az konuşana Lakonik derler bilirsiniz. Euripides’in, Telephos adlı tragedyasındaki ‘Kurnaz olan yalnızca Odysseus değildir.’ dizesine bayılırdı o. Bu tragedya kayıptır ama, Valente bu dizeden Homeros’a da öykünülebileceği gibi bir umar çıkarırdı kendine. Valente değilse de Vanina’nın evlenmek istememesinin nedeni ise Sulla’nın yönetimden vazgeçme nedeninin aynıydı: Romalıları küçümsemek. Sulla elini gözlerine siper yaparak, katırıyla, tam Appia yolu ayrımında, güneşin koronasına bakıp; ‘Napoli prensi hayvanların özel deyimle mobilyadan sayılamayacağını söylerdi ama düşes, hayvanların mobilyadan sayılması gerektiğini kanıtladı ve ileride başka bir karar verilinceye dek bunları kullanması kararlaştırıldı’ dedi. Bu karar şehirde yarasanın uçuşu gibi hafif bir gürültüye neden olmuşsa da, uygulamada hiç bir değişikliğe yol açmamıştır. İnsanlık tarihi sözde çok zaman alıp, uygulamada hiç bir yarar sağlamamış oyalanmalarla doludur. Vanina siyah sever demek olan melankolik deyimine karşı ‘faust’u, ‘neşeli’ sözcüğünü severdi. Dalgın Valente ise yine aynı sabah; fosforlu gaz çuvallarının üzerinde, bir drahmi, ‘avuç içi kadar’ Dorian Gray’de, ise su seneğinden iki çalgı var demişti bana... Miyaav!..

II
Ne, nedir?.. Yaban bir güneşte parıldayan İyon gemileri midir, Panoramik Pan ya da Peri Perikles midir, Eflâk neresidir?. ‘Bayraklar durup dururken tahta saplarından ateş aldı ve güçlükle söndürüldü, üç karga yavrularını yolun üstüne getirip yedi, artan parçaları da yuvalarına geri götürdü. Tapınağın birinde fareler altın armağanları kemirdi, hizmetliler kapanla bir dişi sıçan tuttular, bu da hemen kapanın içinde beş yavru doğuruverdi, ama bunlardan üçünü yedi. Hepsinden önemlisi duru ve bulutsuz bir günde bir trompet sesi çınladı uzun süre, acı acı öttü, bu ses o kadar şiddetliydi ki herkesin usu başından uçarak, kartalın karşısında umarsız kalan tarla faresi gibi, büzülüp kalmıştı.’
Nesnel bak kanser hücresinin güzel olduğunu kabul edeceksin, sürünerek geziyorsun kırmızı granüllü Mars toprağı üzerinde, genişleyip patlarken narin sporlar, taç yaprakları gibi ağlıyorsun. Her cenin erbezlerinden sinyal gelince üretilen erkek hormonuna batırılmazsa dişi olurdu, çocuğum yok diye üzülme, sırf bunun için Aziz Augustine, ‘Dışkı ve sidiğin arasından doğduk’ diyerek (bu olayı ve) kendini küçümser (ve) Apolenyen bir kültür yaratmaya çalışırdı. Ama gök çalkandı, erimiş bakıra döndü, kitap gibi dürüldü, dağlar yürüdü, eriyip toz oldu, atılmış yün gibi ak oldu. Güneş dürülüp toplandı, yıldızlar toz olup döküldüler. Atina’nın ilâhları ve sofistler ağlıyordu. İşte ki bunun için Sulpicius hançerli 3 bin kişi besler ve her şeye hazır bir genç atlılar topluluğunu çevresinde bulundururdu. Kente acısın, Sulla ile anlaşsın diye yalvarmaya gelen toyunları ve Bule üyelerini okla vurdurarak başından savmıştı. Gene de ölümden kaçamadı geceleyin boynunu ve yüz kaslarını parçalayan hançeri tutmak isterken avuçlarının da dilim dilim olduğunu gördük, böğrünü ve karnını da kuru bir ağaç dalıyla oyup, deşmişlerdi. Titus, Sulla’yı severdi. Onun bir karısı vardı, her Frigya öğlesinde, her İyon ikindisinde, çorbayı ölü bir erkek eliyle karıştırırım derdi. Saçlarından asılan Apşalom nasıl Davut’un oğlu olup Joab öldürdüyse, bu kadında bir öldürmendi.
Tanrının ruhu suların üzerinde hareket ediyordu der Tevrat ama, gene de bir ölüler kitabıdır. Nasıl III. Auguste, (I696-I763 Polonya ve Saxe elektörüydü) kendini ölümsüz sanıyor ve Yedi yıl savaşlarında Saxe’ı ve onu kaybediyorsak, ölüm yürek atışlarında saklı olup, alnımızın şakında yazılıdır. Ölüm törenleri, boynuzlu yılanın boynuzlarıyla işlenmiş Sardeis taşıyla bezeli koşumlar, yollarda parlak bir maddeden yapılmış pek süslü arabalarla doludur. Bu arabaları, Endülüs’ün, Tetuan’ın ve Mequinez’in güzel atlarını geride bırakan iri kırmızı koyunlar çeker. Sarmat kralları (Avrupa) Transilvanyalı prensler, Kıbrıs kızanları ve Urfa okulu kapanınca Kuzistan’ın Cundişapur’una sığınan Nesturiler bile içinde yolculuk eder. Ölüm sofralarında, özlem bitiren, ülkü yatıştıran, Lombardiya kekliği, Sisam üzümü, Girit geyiği, Ephesos tandırı ve mersin balığı yumurtası bile vardır (gerçekten menü budur). Korfulu keşişler, Cizvit eczacıları, İspanyol çeteler, Peru’dan getirilen ötücü kuşlar, İsa’dan yüzyıl önce Suevlerin reisi olan Ariovis’te, insan kemiğinden yapılmış flüt eşliğinde konukluk ederler. Sarı şallı, durgun görünüşlü Tunuslular ve bu dünyalı herkes, Chopen’in üzgünlükleri eşliğinde Ben-i Ahmer’in Guadalkivir’i gibi sessizce kederlenir ve gözyaşı dökerler. Bizler ölüyüz. Cennet ve cehennem dünyadır. Dünyadan gidenlere çılgınca gözyaşı döküşümüz, kahrolası bir ölü olduğumuzu anımsadığımız ve anladığımız için ölümümüze ve gidenin artık: ‘Gerçel anlamda yaşayacak oluşuna’ duyulan bir imreniş ve bir çıldırtı hummasıdır...
Övgüler sana gecenin ruhu, övgüler sana karanlığın tini
Ravendi’nin ölümü 9I0, İhvanü’s Safa toz oldu gitti... Mööö!

III
Herşena kalesindeki mezarlarından aşağılardaki kenti izleyen krallar, güneş tutulunca Küsuf tapınmasına durdu ve sakin biçimde Gustav Holst’un Gezegenler Suiti’ni dinlediler. Semiz Ukrayna beygiri besleyip, Litvanya köpeğine binerek yaşlı doğan ve çocuk olarak ölenlerin yurduna varmak için yola çıktıklarında; güneş ışığının demeti içinde titreyip duran kelebek, çölde oturup her şeyi bilen kendisi de dünyayla yaşıt Sfenks, iri yayvan yaprakların üzerinde yüzerek her zaman kelebeklerle savaşan Yecüc Mecücler, altın tüylerle kaplı, buz hakanının ülkesiyle karşılaştılar. Durgun yaz havalarında papazın bahçesindeki bostan kuyusunun başında, yığılı ekinlere buğu getirir diye, inek ahırında bile yatamadan kışı geçirdiler. Tolgasının üzerinde kanatlı bir aslan kabartması olan defne yüzüklü vandalla karşılaştıklarındaysa, hanın köşesinde yanık kilden yeşil küpler dizili ve ortadaki vazoda mor haşhaş çiçekleri vardı. Sayısız küflü ekmek yiyerek, fincanlarla acı su içiyor; göz bebekleri, deliğinden kızıl bir kor gibi parlıyordu. Kaçarken çalılar dikenler çarpıyor, ısırganlar dağlıyor, deve dikenleri baldırlarına batıyor ve amber gözleriyle, devasa kenelere benzeyen jelatinden tankerlere binerek, yıldız yurtlarının içinde, tragedya diyesim teke şarkıları söyleye, söyleye yol alıyorlardı. Kurrig kurrig!..

IV
Yemen valisi Ebrehe, San’a kentinde yaptırdığı kiliseye, Kinane kabilesinden bir Arap’ın yaptığı hakaretin öcünü almak için 570’de (peygamberin doğum yılı) Mekke’ye bir sefer düzenledi. Köpek yıldızının büyük çocuğu, insanın ölümlü bir bedenden başka yitirecek nesi var ki diye kendine kıydı. Lübnan dağındaki kule gibi düzgün burnuyla, Arap denizindeki incileri saklayan mercan, Seylan tarçını dudaklar... Diyesim: “la consolation des arts” -sanatın avutması- bütün bunlar.
Sadık, Belzora’dayken Merih dinini araştırdı, Sadık’a batan güneşin denize dalmadığını bildiklerini söylediler. Ölülerin ağızlarına pembe inci koyan Zigangular (Japonlar) gibi soluk kırmızı incili sofradaki Keldani ant içerek Tanrı Teutas ve meşe yaprağından başka konuşmaya değer konu olmadığını söyledi. Tidor ve Delhi baharatları gibi koku yayan saçları vardı...
İşte diyorum, asmalı kahveden bir insan gelip geçiyor, ne değeri biliniyor, ne bir vahiy iniyor, ne dünyanın haberi var, ne bir yaprak kımıldıyor. Yaklaşırsanız çok çekingen, sanki her şeyi sessizlikle yönlendirebilen bir yalvaç, suskunlukla yaşamış bu ahali. Kendilerini sessizliğin tadına bırakmışlar. Tembel krallar gibi başını çevirse, ötüşen kuşlarla, kırları görüp afallayacak! Vraak!..

V
Anadolu’nun limanları, körfezleri, iklimi, sınırları, ayazmaları, kiliseleri, panayırları, mandıraları, kantaronları (kentauros) fesleğenleri, lahanaları, Yunancadır. Arabistan geyiğinin yüreğindeki panzehir taşı vebayı iyi ederdi, ay taşı, ay ışığında büyüyüp küçülür, meloceus hırsızları bulur, üçgenin iç açıları toplamı yatay bir düzlemi işaret eder. Şeytan taşı cinleri püskürtür, akik öfke yatıştırır, yakut uyku getirir, zebercet ayın rengini soldurur... Vaktiyle çölün ortasında unutulmuş bir kum tanesi yazgısından yakınırdı, yıllar sonra elmas olmuş, şimdi Hint hükümdarının tacını süslüyor. Şşşt!

VI
Herkesin bildiği ve büyük Zind kitabında yazıldığı gibi insan ayrılmak için birleşir. Kirpiklerin büyücüsüyle Memphis’e gittiler, büyük hekim Hermes, ‘Sol göz yaralarını iyileştirmek olanaksızdır’ derdi. Bantu dillerinden biriyle konuşuyordu. Sur kumaşı kırmızısı gibi soyu tükenen kaplan, sonsuz evrenin hiç bir yerinde, sonsuz zamanın hiç bir anında, bir daha var olamayacağı için son bir kez içini çeker, yıldızlara bakar ve sahranın ortasındaki granitten ceylanı düşlerdi. Çekiç başlı köpek balığı durdu, Anka kuşu avlamayı yasaklayan bir Zerdüşt’e bakarak, tavşanlar toynak ayaklı olup, sineklerin kondukları eti çürüttüğü, iyilik için fırsat çıkar mı, kötülük içinse her an çıkar, bir suçsuzu cezalandıracağına, bir suçluyu salıver diyerek bana baktı. Horeb çölünde bir Tuareg demişti ki, Aşkı güzelleştiren onun yitirilişidir. Irmağın sisi gibi uçuk, sabahın ayağı gibi soluk, ak gecenin kanadı gibi sönümlüdür aşk. Kız makaraya mavi bir ipek sarıyor, sarı kedisi de ayaklarının dibinde yatıyordu, yüzü melek yüzü gibiydi. Avcının tuzağına düşmüş bir faun gibi inliyordu. Ağaç şeytanlarının keçi çobanlarına lavtalarıyla büyülü ezgiler çalışı gibi ağlıyordu. Bu ara (şimdi) yaban eşeklerine binmiş üç Arap peydah oldu, havadan uça uça bir kadın geldi, akbaba iskeleti uçar mı uçar, Afganlıların kurban ettiği kara buzağı gibi. Rus prensi Finlandiya’dan altı Ren geyiğinin çektiği bir kızakla gelmişti. Kızak kocaman bir altın kuğu biçimindeydi, kanatlarının arasında da prensesin kendisi vardı. Uzaklarda, kar sarayında otururdu, kara haşhaş çiçeği, Adonis’in çehresi, Hadrian’ın, Bithnyalı kölesinin sıcak dudakları gibi alışkanlık yaratırdı.
Annenin kutsal gölgesi altında yaşama karşı duyulan eziklik gibi, kente dokuz kapıdan girilirdi, her kapıda dağdan bedeviler indikçe kişneyen tunçtan bir at vardı. Kulelerde eli yaylı okçular durur, gün doğarken okuyla bir gonga vurur, gün batarken de boynuzdan bir boru çalardı. Solgun çehresiyle bir Çerkez bana bakıp gülüyor. Saray yolunda yaşlıca olan, bir kez daha bana bakıp korkunç korkunç gülümsedi, dehlizin ortasında Hakan ağza alınmayacak bir söz söyledi, tunç bir kapı ardına kadar açıldı, gözleri kamaşmasın diye elleriyle gözlerini kapadı, bir sirke küpünün yanında bir çocuk gördü, ayakları Havva kızlarının ayaklarından daha güzeldi (bir kardeşi vardı), genç bir bahadır palayı üstüme indirdi, çelik içimden vızz diye geçti ama bana bir şey yapmadı. Hakan silahlıktan bir mızrak çekip üstüme attı, daha havadayken kapıp iki parça ettim, beni okla vurmaya kalkıştı, ellerimi kaldırdım, ok havada yarı yolda kalakaldı, sonra Nubyeli bu utanılası olayı başka bir yerde söyler diye beyaz deri kemerinden bir hançer çıkarıp boynunu vurdu, adam ezilmiş yılan gibi kıvrandı, dudaklarından kızıl bir köpük geldi. Melek yani Haberci demek olan İncil tam ortamıza indi. Aşk böyle bir şey miydi… Kukurikuu!..

VII
Dinyeper ırmağının oralarda uzam yitince zamanında yittiği bir kuyu vardır, gökbilim / astroloji Batlamyus devrinin bilimsel dini idi, Stanpoli zehrinde yaşıyorum diyen ve üzerine Dakka tülleri ile Şam ipeklisinden fistan giyerek şan dersleri alıp Kalyoncu Kulluk sokakta yürüyen güneş apsisler hattından geçerken aya en yakın ve uzak olan bu noktalarda, göklere yükselen bu kutsal süngüler şehrengizi İstanbul diye haykıran su sülükleri vardı. Arabistan geyiğinin yüreğindeki minicik ak taş vebayı iyi eder, gökyüzünün kaygan salyası uzaklarda yüzerken, yıllarca kendi kabuğunda kozasını örerdi. Patrona Halil hamamının ilerisi Süleymaniye dedi. Kutsal gölgenin hafif Kafkaesk, birazda melankolisi altında başlayıp, içsel akışlarla süren roman sonunda bir hiçlikle karşı karşıya bırakıyor sizi, annenin kutsal gölgesi altında yaşama karşı duyulan ezikliğin dile getirildiği trajik roman, ana rahmine dönüş özlemi gibi, ‘Bekle anneciğim geliyorum’ demek istercesine, ‘Yakında, anne, yakında’ sözleriyle bitiyor. Ölmüş annenin ardından, ölüme duyulan özlem tam bir karayoru, yaşama karşı yaşamı hiçe sayan bir iç çığlık olarak alçakgönüllü bir aforizma. Bekle geliyorum anne! Ölüm sen bir hiçsin! Çünkü yaşam bir hiç! Hiçliği hiçlikle yanıtlayan bir betik. 145 sayfa ve bir hiç. Bu muydu diyeceksiniz? Yaşamın hayhuyu ve denetsiz akışı içinde, zamanın sizi yaşadığı yaşama karşı gerçek anlamda hiçlik duygusu uyandırıp, bunu gerçek anlamda algılamamıza yol açabilecek bir betik bulsaydım ‘Kutsal Kitap’ gibi ona sarılırdım. Çünkü görmek için anlamak gerekir. Çünkü gerçek anlamda bir hiçlik duygusunu kavrayabiliyor ya da yaşayabiliyor, algılayabiliyor olsaydık, yaşam böyle olmazdı... Tarihte ölümün yüceltilmesinden çok daha başka bir şey olurdu. Guguuk!

VIII
Sürülerini mağaradan mağaraya sürüp, küçük buzağılarını omuzlarında taşıyan deniz ahalisini Girit karidesiyle besleyerek, yıldız denizinden gelip, kanatlarından buzlar sarkan balinalarla çoğaltır, gemilerin omurgalarında dünyayı dolaşan şeytan minarelerini, uçurumların dibinde yaşayan kapkara uzun kollarını açıp istedikleri zaman geceyi getiren mürekkep balıklarının yelkeni ipekten, güneş gözü taşından oyma kalyonlardan, arp çalarak deniz canavarlarını uyutan denizcilerden, kaypak domuz balığının sırtında dünyayı dolaşan çocuklardan, kıvrık dişli deniz aslanları, uzun yeleli deniz küheylanları, keyifleri yerinde keçi ayaklı şen faunlar, kızıl altından lirleriyle deniz kızları, öyle ki yaban baldıranı yiyenler, kara kurbağa etinden çorba içenler, mavi bir kuş yuvasından çığlıkla kalkıp kum dalgaları üzerinde taklalarla dönüp dururken, iki benekli kuş karşılıklı ortaya çıkıp göğüs göğüse vuruşarak ıslık çaldı, önüne çıkan kara bir köpeği söğüt dalıyla kovaladı, keçinin boynuzu üzerine yemin etti, çiğ kömürde mine çiçeği yakıp dumanının dolambaçlarını göz süzerek içine çekti, sarı kükürt tüylü garip bir kuş öttü, aşağıda deniz gümüş bir kalkan gibi uzanıyordu, koyda balık kayıklarının gölgesi kıpırdıyordu, aşağıda, gece yarısı yarasalar gibi uçarak cadılar geldi, bir kuş kanadını değdirip suyu güldürdü, yüzü erguvan ağacının çiçeği gibi kül kesildi, sesi kısık ve bir flüt sesi gibiydi, bir mağaradan üç çakal çıkıp arkalarından dehledi. Tatarların ülkesinden ayı sevenler ülkesine geçtik, ulu göğün altında aya uluyan mağaraların pullu ejderleri uyuyordu, ağaçların kovuklarından ve hendeklerden geçerken Yecüc Mecücler ok atıyordu, geceleyin yaban adamları davul çalıyordu. Rahibe, bana tanrıyı göster yoksa seni öldürürüm diye bağırıp elini yakaladım, birden eli kupkuru kesildi, üstünde sıvama tavus gözü işli sırmalı bir giysi vardı, zıplayınca kırmızı pabuçlarının tabanı göründü, derken dörtnala koşan bir atın nal sesleriyle çınladı ortalık, ama ortalıkta at görünmüyordu, insanların vücudun gölgesi dediği şey tinin gövdesidir dedi. Köylerde oturanlar kuyuları zehirleyip dağ tepelerine kaçtılar. Magadealarla, ölülerini ağaç tepelerine gömen tanrıları güneşten korkup karanlıkta hüküm süren Aurantelerle, attan hızlı koşan at bacaklı Sibanlarla dövüştük. Bir taşın altından boynuzlu bir kara yılan çıkarıp kendimi sokturdum, bir şey olmadığını görünce korktular. Geceleyin İllel’e geldik, ay akrep burcuna girmiş ve ortalıkta, bulanık sıkıcı bir hava geziyordu artık. Haavv!

IX
Tekne kazıntısı olmam sıfatıyla hep hor görülmüşsem de büyüdüğüm de kır serdarı olarak herkesin imrendiği bir yaşam sürmüşümdür. Ama kırklı yaşlarda hizmetten azat edilince, sıkıntıdan balık beslemeye başladım, iki küçük balık, iki ayrı kavanoz içinde, aylarca iyi baktım, öylece yaşadılar, bir gün kavanozlarındaki suda bol oksijen olsun diye onları kurnanın altına tuttum, basınçla dalgalanıp aşağı yukarı çıkıyorlardı, hoşlanacaklarını sandım. Sabaha ikisi de sersemleyip yorgunluktan öldüler. Kulakçıklarından kan sızıyordu. Sonra anımsadım, katil balinalar, küçük balıkları, ringa sürülerini, bir araya toplayıp kuyruklarıyla denizi döverek onları önce sersemletiyor sonrada yem yapıyorlardı. Benim kurnalardan kavanozlara basınçlı su sıkmam, balinanın oyununa yani aynı sonuca yol açmıştı. Sonuç olarak: Ben bir katil balinayım... Tüit tüit!

X
‘Nuh efsanesi bir tahta kurdunun bakış açısından anlatılacak olursa ortaya nasıl bir yorum çıkar.’ Bir deniz canavarı, dalgıcın Şah Firuz’a getirdiği inciye aşıkmış, hırsızı öldürmüş, inciyi yitirdiği içinde yedi ay yasını tutmuş. Hunlar kuyuda tuzağa düşürdükleri zaman, şah, inciyi fırlatıp atmış. Bu öyküyü Prokopius anlatır. (Prokopius’un yaşadığı gezegenle ve halkla arasında sudan bir gölge duvarı varmış, bir tür perdeymiş, duman parabollerinin içinde kuş ve kuşku içinde yaşarmış, karşı elektron yüklenerek ağırlığı sıfıra indirilmiş tayy-i mekânlarda görünürmüş, hasılı öyle ya da böyle -söylentiye göre- bu Bizanslı epeyce bir hikmet sahibiymiş ) İmparator Anastasius bulana 500 kental altın vereceğini bildirmişse de inci bir daha bulunamamış. Lehistan kralı Sobieski’nin hükümdar yatağı, üzerine tellerle, firuzelerle Kuran’dan ayetler işlenmiş, İzmir ipeklisindendi. Bu yatak Viyana önlerinde Türklerden alınmıştı, daha doğrusu elektron yuvası gibi Osmanlıdan çalınmıştı! Cibinlik kubbesinin titreyen yıldızlarının altında eskiden Muhammet’in sancağı dururmuş. Hayfa müslinleri, Dakka tülleriyle dokunmuş aralıkları varmış. Rodos kamışları, Knidos sazları gibi ince uzun leventlere çok yakışırmış. Tiberius’un çevresinde cüceler, tavuslar övünerek gezinirler, sirenler zil çalar, patikalardan havalanan, ipek siyahı kuşlar-gürültücü kuzgun sürüleri havayı çınlatırken, tepelerin kavalcısı kolcunun kırbaç atmasına öykünür ve; sabırlı altın el, ‘Çıt yok koskoca ovada / Yapayalnız üzümler tütünler’ dermiş.
Nalları gümüşten atları vardıysa da, VI. Charles’e bir cüzzamlı deli olacağını söylemişti, öylede oldu, aşk, ölüm, delilik, resimleri bulunan Arap kartları gösterilince yatışıyordu. Güneş Kova burcundayken, Kova çağında, Kosova sorunu vardı. Güneş tutulumuna, Vietnam’da kurbağa, Paraguay’da jaguar, İskandinavya’da bir çift kurtun neden olduğuna inanılır. Yahudiye kralı Hirodes zamanında Abiya takımından kahin Zekeriya’nın karısı Elizabet, Harun kızlarındandı. Dionizos, hayır Lysandros çocukları aşık kemikleriyle, büyükleri de antlarla aldatmalı derdi. Ey Lysandros, gürültülü Hoplites’ten ve arkadan gelen toprağın oğlu kırmızı yılandan uzak durun buyurur. Kyros’un öldüğü Kunaksa savaşında. Yenilgiyi kışlağından kaçan sarı kanatlı bir ejderha ulaştırmıştı, çatılmış kalkanların sükünet dolu adasına, denizi turkuazdır. Çınıltısından su perileri kulaklarını balmumuyla tıkarlar. Ama bu garip gezegende dolaşırken, bir kum çölü gibi görünüyordu ortalık, gündüz bitip güneş batınca da gecenin denizlerine dönüyor çöl, birden okyanus olup ortalık balıkla doluyordu, en yakın yıldız (Tarık) görünür görünmez yine çöle dönüyor ve güneş batınca yine deniz çıkıyordu ortaya, orada bir yeraltı kemerinin gölgesinde suları sürenlerin türküsünü dinlemiştik… Şarkı, bu topraklarda herkes savaştı ve öldü, ölenlerin Allahları ve topraklarından başka ortak hiç bir yanları yoktu diyordu. Şarkıcının üzerinde balina kemiğinden bir etek, altında da çelik bir korse vardı. Zamanın modasıydı ve canlıya da benzemiyordu ama hareket edip ses çıkarabiliyordu. ‘Ejderha / (alabalıkla çiftleşmiş / fil doğuruyor). Bu bir şiirdi. Sanki bebek ağlaması gibi. Ikra! Ikraaa!..

XI
Işık saçsın ve inan olsun ki, Larende ve Gördes gibi avlaklarda, sekbanlar, samsuncu ve zağarcılarla birlikte cem’an 17000 kişi ava çıkardık. Padişahımız, ‘Kadın doğurur, erkek öldürür.’ der ve hiç bir zaman dişi faun avlamazdı. Bir gün Tavşanlı korusunda dolaşırken, yaban leylakları üzerinde, sanki fil kulağı, sanki lahana yaprağı cesametinde mor bir kelebek yakaladık, kelebeğin atmaca güvesi kanatlarında, Hering yanılsamasına benzer, baykuş gözü gibi iki göz vardı, öylesine ürkünçtü ki kelebeğe Elenlerin kinci, hırçın ve fesat tanrıça, uğru ve uğursuz kraliçe, kıskanç Hera’nın adını verdik. Av esnasında öyle açılırdık ki, kimi zaman Midilli önlerine bile düştüğümüzün ayrımına varmaz, açıkta balinalarla, deniz kırlangıçlarının sevişmesine tanık olur, sekban başı coşkuya kapılıp, gayetle ve gayretle havaya güvercinler, tavuslar, tellim sülünler salar yer gök tören şenliğine döner, bin bir renkle bezenir, hava kanatlar ve kuyrukların feykleri, dönüş ve taklalarıyla bir hareket ve renk cümbüşüne, coşkulu, usa sığmaz konfetilerle dolu bir irem bahçesine dönerdi. Avlaklarda neler bulunmazdı ki, çiftleşen erkeğini yiyen, serçe avlar örümcekler, kurbanını zehirleyen topuz (gürz) gibi böcekler, el büyüklüğünde, kuş kanatlı kelebekler, hayaleti andıran yusufcuk, ölü taklidi yapan çekirgeler, sayısız balıkçıllar, keşiş kuşları, kaşıkçılar...
Padişah, denize kaşalot gölü, lagünlere, dalyanlara, levrek yurdu derdi. Ava eski Bizans’tan ve sisler ülkesi Trabizes’ten, Pontus’dan kimi reaya ve keşişlerinde katıldığı olurdu. Konaklar terk edilip yaylaklara çıkıldığı zaman, yollarda kimi haseki ağası, dalkavuk veya cin fikirli maskaralar padişaha hoş görünmek için, pislikte oturur Eyüp’ten kıssalar, Sezar ordularının yolunu değiştiren Kaledonyalılarla ilgili gülünçlük ve tuhaflıklarla dolu anekdotlar, bin bir gece öyküleri anlatır, Homeros’dan ağıtlar, kör ozan Tamiris’ten (tilmizi) orfeler, epopeler okunurdu. Lundenburgh’dan, Romeburgh’a kimi atla, kimi kalyonla, kimi yayan yapıldak giden ve yolculuğu Tsargorad’da biten bir gezginin başından geçenler ve Apeninli Dante’den dizeler, ölüler ülkesi Ellis ovasına gittiğini savlayıp padişaha us dışı ‘Gehenna Öyküleri’ anlatan hünerli bir prens, düşünde kovaladığı tavşana havlayan tazıya ilişkin av masalları, sandal ağacıyla ırmağı geçip Atahualpalıların yanına varan, Akheron’da inançsızların ölüleri su yüzüne vurdu deyip dilbazlığıyla ilgi çeken bir serüvenci, avlanmaya giden erkekler ne avlayacaklarını mana duvarına yumuşak bir taşla çiziyor ve resmi çizilen hayvan taşın içinden (canlanarak) çıkıp hepsine saldırıyordu diyen bir fabl ustası ve güneyden gelme bir dengbej hepsi hepsi vardı doğrusu av sırasında...
Cehennemde yalnız Sarpens ve Lacerda adlı gök cisimleri parlıyordu derler ama burada da Erendiz ve Sekendizler parlardı hep. Adı söylenmemiş Yusuf ve onun kuyusu kadar derin bakar zebaninin bekçilik yaptığı ormanlarda avlanırdık. O ve bütün alem güzeldi doğrusu. Saksonyalı askerler Dankirk’e çıkarken bellerine kadar suya gömülmüşlerdi, şimdi cesetleri de öyleymiş. Bizde atlarla yarı belimize kadar bataklıklara girer, sazlıklarda kaybolur, sazan göllerinde gün ikindiye vurduğu zaman uzun gölgelerimizle dağlara vuran heyulalar olurduk. Deliktaşlı Ruhsati, Hayali, Kul Mehmet, Bağdatlı Ruhi, pişmanlık ve hata dolu yaşamından dolayı Hatayi mahlasını seçen Şah İsmail’de bizimle olur, neşe verip, şenlikli varsağılar, methiyeler, av kasideleri okur, patırtılar arasında kahkaha çiçekleri gibi açılıp saçılıp-bağırıp çağırarak, gürlenir, mutlanla dolardık. Bir de Knidos’ta evinin damından yıllar boyu Kanopos yıldızını gözetleyen Eudoxos vardı avcı kullar arasında. Kraliçe Elizabeth’in Sultan III: Mehmet’e armağan olarak sunduğu orgu, I699, 25 eylülünden beri çalan bir ticani vardı, gökte Fomalhaut’la, Güney Balığı’nın oralarda bir yerde oturur bize seslenirdi. Yalnız avlanmakla kalmaz, şifalı otlar, acımıklar, aylandız, şerbetçi otu, karamuk ve yemlikler toplayan kimi hekim ve meczuplarda bize katılırdı. Uzak eyaletlerden bir sayrı, ender bulunur ve yalnızca Gediz’de yetişir terafik otunu yiyerek akıl baliğ olmuştu, gene bergamot otu yiyen bir sametin dili çözülmüş, lavanta koklayıp, önermeyle sedir ağacının dibinde sabahlayan av katarından bir mefluç da şifa bulmuş, hatta ağır aksak yürür değil koşar olmuştu. Bu adam öyle ki 17 yıl boyunca atla gezdirilmiş ve ama iyileşince ömründe bir daha binit üzerine çıkmadığı söylenmişti. Apolyont gölünün oralarda Afrika’dan gelme tropik çiçeklerle dolu bir Habeş bahçesi vardı, kimi dermansızların eczasıyla, sarilerin sağaltımı buradan temin edilirdi. Avda hepsi işlentili 4000 havlu, 1100 yorgan, 800 çadır, 600 güğüm ve daha sayısız zerzevat katırların sırtında bizlerle yolculuk ederdi. Sonra bulut gibi sinsi yaklaşır Hilal-i Ahmer’e benzer bir cisim gökte belirdiğinde av ancak biter ve cem yolcu yurtluğuna dönerdi. Semipalatinsk, Astrahan, Novaya Zemlya’da acayip ışıklarla dolu nükleid zindanlardan hayırsız haberler gelip ahval düzelinceye dek; avın ikizi için dahi 4 yıl beklendiği olurdu. Avlara ışık ve ark dokunağı gibi atılan oklar öyle parlardı ki; ah, ah, diller nasıl anlatır...
Ama her şey ve her şey, o padişahlar, o avcılar, avlaklar, o yaratıklar, halayıklar hepsi bir gün geldi, yok oldu gitti ve her şey, her şey bitti. Her bir şey sisler arasında eriyip tükendi... Ölenler için, o incecik bedenler zamanla bir siluete, o sıska siluetler, bir hayalete, o zarif hayaletse, gökyüzünü kaplayan bulutlara karışıp, silinip yok olmakta derler… Platon’un ruhu, Afrodit’in bedeni, sonsuza dek Hellas’ın güzel gözlerine çekildi, baykuşla, cırcır böceği, kertenkele ve fare yedi dostlarım. Uyuuuu!..



XII
Zaman var, ölüm de var dedi. Kuzguni ve güneş başlı yılan, kapılara üç kez vuran ve eşiklere gölge düşüren zamandır... Ve zaman, sırtlan tüyü mezarlarda sessiz gülüş, sönmüş kor, kör kar ve ‘son iç çekiş köyüdür’ artık . İşte o köyden bir şarkı; söyleyen Agi Mishol, Macarlı!..
‘Esirgeyen, bağışlayan, tanrının adıyladır...’
...
‘Hepimiz buradayız- / Yeryüzündeki sıcak ve canlı herkes, / soğuk olanlar şimdiden / yerin karnının altına / saklanmışlar- / mutluluk avcıları, acının kaçakları, / kaprisli melekler kristal bir an bağışlamış onlara, / bizi birden şaşırtan bir okşayış- / birbirine sarılmalar, / kucaklaşmalar, / aşkın aşka akışı.
Ve birbirimize bakıyoruz, / her yüz tek ve benzersiz, / birbirimize dokunuyoruz / parmakların şaşkınlığı ve bilgeliğiyle; / yelkenleri indiren gülümseyişlerimizle / düzgün ve barışçı / dişlerimizi / gösteriyoruz birbirimize / heyecanlı, sıcak, / çekingen dokunuşlarımızla / (çünkü başka türlüsü her zaman dayanılır gibi / olmayan / ve karşındakinin gözlerinin aynasında / yanıtı pek belli olmayan bir bilmecedir).
Ve sevgi- / evrende esen o sıcak soluk / eritiyor gergin tenimizi, / çekip çıkarıyor derinlere gömülü göz yaşlarımızı- / bir şey seyrediyor içimizdeki bir yarıktan, / orada her zaman gören / bir şey / acıyor bizim insan oluşumuza, / acıyor uçmayı özleyen / zavallı kürek kemiklerimize.’
...
Hayıııırrr!..



*




KESİRKREP

Yüz yıl önce Lübnanlı İsevi kendini Suriyeli görmeye, Suriyeli Mekke'de kral bulmaya, kutsal toprak Yahudisi Filistinliyim demeye hazırdı. Büyükbabam Botros'ta bir Osmanlıydı. Tren, karanlık tarafından yolu kesilmiş gibi durdu. İşte o anda Turfanlı bir Türk buhar oldu. Ortaparmak, tanrıparmağından kayar ve onun avuçla birleştiği yere-tümseğe hızla çarpar, parmağı şaklatırken çıkan ses, o anda çıkar. Kuzenim Köknar'la, Persî atlara bindim, Agra'da Babür İmparatorluğuna gittim. Mekanik tarım yapılıyordu. Yirmi üç bin yılında, Ejderha'dan Tuban yıldızını geçtim. Yıldız çapulcusu idik, troykayla gidiyorduk, yanımdaki Hannoverliye, sürücü bir an dönüp “Çok benziyorsunuz, kardeş misiniz?” dedi; “Hangimiz, ötekine daha çok benziyor?” dedim, güldü. Yüzü Venüs çarığıydı. Afrika'da yaşamış parazitin Londra'da, Fleming'in penisilini buluşuna, Sarayburnu çamlarında öten böceğin, Selim'in, Nigâr yerine Suzidilâra'yı keşfine, inanın yardımı olmuştu.

Hâkem, gökyüzünün koyu mavi bir testiden süzüldüğünü ileri sürdü. Cam binaların doruğu saç biçimindeydi, elleri bağlı ışıkların içinde periler ve çöl sıcağında krizantem koklayan bedeviler vardı; gotik tavanlı bir odada kadril dansı yapıyorlardı. Onları işlevlerinin başında gördüm; yolculuktan bitkin dönerler ve ölümlerine yol açan basamaksız bir merdivenden söz ederler. Evren, bağışlanmış soylu rafları, giz yüklü ciltleri, uçsuz bucaksız bölmeleri ve oturgan kütüphaneciye sunduğu tuvaletleriyle ancak bir tanrının elinden çıkmış olabilir. Arı kaplanları, tanrının tüyleri ve post açı böyle buyurdu demek. Meğer La Regence Kahvesi'ndeki Voltaire, Louvre'da oturan Prusya kralı Frederik'le uşaklar sayesinde satranç oynarmış! Ve onlar biyoenerjilerinin sömürülmesi için küvözlerde büyüyen hayvansal bitkilerdi. Biz matrikste yaşıyoruz, simülasyon programımızı yapan siberzekâ kim ve nerede! Et ve metalin sembiyozu, oluşan sosyal entropi, her şey ve herkes sahte. İnsanmakina ve makinainsan hibridleri, çiftliklerde Habil üreticiliği yapıyor ve düşler tanrısı Morpheus'a taparcasına tapıyor.

Gezegende kopyasının kopyası insanlar yaşıyor. İsa, kırmızı taş üzerinde. Ayın bölünerek Mekke'deki evlere pay edildiğini ve sonra toplanarak kendi evine girdiğini gören, bunu kime anlatıyor... Ki onlar, peygamber asasını gönderen Habeş Necâşisi gibi nükleer silahlara tapıyordur. Ve inanın ki, öteki tanrıların arkasına gizlenen, sonsuz ve maskesiz tanrıyı o anda gördüm. Kanatlı arabasıyla göğe yükselen, Keykâvus gibi alımlıydı. Yıl 1795, Eli Whitney, Amerikan İç Savaşı'nın çıkmasına neden olacak çırçır makinasını buldu. Ve o güldü, kızdı, güneş kuşuyla, Venüs atlasını ve betimlenen manzarayı görsünler diye çamurdan doğanı ortaya sürdü. Yaratılansa anda onu düşledi ve manzarayı pay etti... Gözünde İngiliz peyzajı, Malaya gemisine şimdi bindi Vahdettin. Uskurluyla, maltızlar arasında Malta'ya gittim. Telomerinin uzunluğu kadar konuşacaksın azizim; İ o a, a o i, sanki soğuk şiirsin... Ama Godot'yu Beklerken, Lord Dunsany'nin, The Glittering Gate adlı oyunundan esinlenmedir. Bu oyunda, kapısında cennetin çeyizlenmesini bekleyen iki serseri vardır. Beckett, soluk alıp vermekle biten, üç saniyelik bir oyun daha yazmıştır.

Hayvanlar, ahırın tavanındaki mavi delikten süzülen, solgun, sünük ışıltıda gözlerini kırpıştıran, ağızları sıkıldıkça samanları dişleyen ve uykularında samanyolunu düşleyen umursuz canlılardır! Horasan tazısıyla, Pers diyarından gelmiş bir satraba pars saldırdı diyorlar, satrap onu yakalamış ve beslemiş. Vaka siyah güller kenti Halfeti'deymiş, Eftalit Birliği olayı görmeye gelmiş, kehribardaki amnion sıvısında, Ankol sığırıyla çelikten yağmur, silisyum karıyla argon buzulu, sodyum fırtınasıyla nitrojen bulutları varmış... Katullus çeşmesinde, kanıyla abdeste duran Haydar ve kozmosta, uzak bir yıldızda, kaplanlar, kunduzlar birbirine kükrer, şakalaşırlarmış. Führer girmiş araya, Japonya'daki altın madenlerini ele geçirmek için savaşmayız, Japonya'daki altın madenlerini ele geçirdi desinler diye savaşırız, demiş. İstanbulluların zürafaya deve-leopar dediği, Busbecg'in anılarında geçermiş. Atasal örneklemle, burçak demetlerinde, eski Avrupanın bengi özeği Roma parıldar. Demek ki, kırlangıç otları, mineşşeytanirracim, postmodern kinizm de var... Suyu kırıştıran gemiler ve tecim tanrıları, bir İranlının hançerlediği Hölderlin'le, Hitit yayı ve Karluklar bir arada, Hint kökenli ticaret tanrısı, servetengiz katır Mullo'ya giderler, Afrika kökenli doğurgan tanrıça Tule, bitki tohumlarını taşıyan örümcek olarak kervana katılır, Mısır tanrıçası ve çocuk doğuranlara yardım eden kurbağa Heket gelir, Kıpti tanrıça Bat, bereketi simgeleyen bir inek ki bolca süt verir. Şu dağa bak; hiç kıpırdıyor mu sevgilim... Uyumlu keman sonoritesi, yaratıcı arpejler, okları ve yaylarıyla pek bir anlama bürünmeyen tüylü postlardan oluşan bir dünyadır bu Marilyn!.. Hera'nın sütü gibi aydınlık ova. Mandaların çektiği bir kağnı, Cebrail sularında gölgeler, Ars Archanum Archanorum Omnium derler. Genç kadın kendini çıplak kolla manastıra almayan rahibe, “Ne o yoksa tanrı kendi yarattığı kolları beğenmez mi oldu?” diye söylenmeler, ırmağın süzülüşüyle, utangaç söğütlerin altında, Emevi elması yerler. Çavdar mahmuzu, Delaware ırmağı, kısrak gözü bakışlar, Tatar ceylanı gibi, kanbuğusunun içinde ışıldayan köpük, kopmuş el. Dandenong yolundaki feci kazada iki ölü, bir bayanın kuyruğu kopmuş, bir de kolu. Kanguru ve balinaların anılardaki yolu... Uzaydan dünya üzerine bir kitap sarkıtılsa, kopan çığlık, hepimizin çığlığıdır derdim. Kulağı lir tellerinde oyalanan benekli kedim. Çöl dikeniyle ağlaşan, Keats'in bülbülünde atıyor kalbim.

Sen gölgelerin üzerinden atlayamazsın ama, şair ölümün üzerinden atlar, sen bilinçsiz olunacak yerde bilinçli; bilinçli olunacak yerde bilinçsiz olansın. Sen her şey gibi eni sonu estete dayanansın, sen bakışını ölümden alansın, sen us dışına kayıp, anlamadığından heyecan duyansın. Sen yaşamla başedemeyen, kolayca okuduğunu kolayca yazamayan, güzellikteki töz gibi gerçeklikten kaçansın. Tanrı amacını şiirde bulur, sen sonsuzlukla yoğrulan ve yeryüzünün varlığını ölerek kanıtlayansın, sen Atina'da böcekler gibi yaşayıp, hiçlikte yok olansın. Sen şairlerin Roma'sındansın. Sen demiurgossun. Soyutu somut, somutu soyut yapansın. Ne kadar yaklaşırsan o kadar yakansın sen. Şiir, şeriat ve arş aynı kökten, ey Karpatlar şahini, geçmişler boyu arlanıp utanmadan, anlamlara anlam katansın sen. Ey kaos, bir an için dur; sonsuz+1 gerçek midir, ki gerçektir ve ağzımız diş evidir; öyleyse sonsuz yoktur! Sen, Tschuang-Tsu'nun içinde uçtuğu bir bahçe, bizzat kendisinin olduğu sarı ve hareketli bir üçgen görüp görmediğini asla öğrenemeden, öylece ölmeyi seçip, öylece de sönüp gideceksin sen!..

Askerlerinin ayaklarını Hint Okyanusu'nda yıkamak istedi İskender. Komşum, Hırsız Saksağan Uvertürü'nü dinler, ağaçlarla alay eder ve sıkça parmaklarını sayar tanrım, Eltâk kapısından gir, Abuzer tahta semerli bir devenin üstünde, Yesrib'e varmadan yolda ölmese; bergamodi mor, galibarda sarımsıdır... Atamız Ksenephon, yağmur atmacasıyla, kedi ve Montherland'ın Pasiphae'sindeki üç kişi, hep birlikte şöyle söyler: Düşünce ve ahlakın olmazlığı hayvanları, bitkileri ve suları bizden daha soylu kılmıyor mu... Ve aşırı içtenliğin küçültücü alçaklığı, duyumsanır yapaylığın tiksindiriciliği gerçek midir... Gerçek; nesneyle, us arasındaki uyum mu, Keyhüsrev'in, Babil'de ki Kunaksa savaşında büyük kardeşi Ardeşir II'ye yenilmesiyle çocukları ortada kalır mı... Vladivostok, Neptün'e bağlı köy müdür... Beethoven'in çekiçli piyano sonatında, dizanteri yeşiliyle... Basübadelmevt; ey bakılışı güzel, gerisini sen söyle!.. Notaların do, re, mi gibi adlarla önerilmesini öne süren ilk kişi onuncu yüzyılda yaşamış bir Milanolu keşiş olan Guido d'Arrezo'ydu. Bu adları da bir ilâhinin her bir satırının ilk hecesinden almış. "UT queant laxis, REsonare fibris, MIra gestorum, FAmuli tuorum, SOLve poluti, LAbii reatum, Soncte Iohannes. UT yerine bugün kullanılan DO, sonradan Giovanni Bononcini tarafından eklenmiş. Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi'nden derlenmiş. Elektral kompleksler, Londra kışa Rus manzaralarıyla giriyor, insan yaşamak istediği şey için ölür, cennette saf güzellikten başka bir şey olmadığı için insan güzellik kavramını algılayamayacağını bilir!.. Ney, nayistan kamışlık demek... Cahiliye döneminin Muallaka şairlerinden biri olan Kaab bin Zuheyr, Allah resulünün affına mazhar olup onu övdüğü "Banet Suad" kasidesini okuduğunda, peygamber bürdesini çıkarıp Kaab'a vermiş. Aliye Berger'in Giritli olan annesi ölü kelebekleri perdelere dikermiş. İsa'nın babasının, gökyüzünü temizlesinler diye gönderdiği kuyruklu yıldızlara, insanlar Havari Süpürgesi dermiş. Budha buyurur ki, geçmiş ve gelecek yoktur, sonsuz bir şimdiki zaman var. "Bütün günahlar kusurlar senin diyorsun / Bunca kandan, gözyaşından alınmıyorsun / İnsanı sen yaratmadın mı ey güzel tanrım / Eh o zaman benim kadar, sen de kusurlusun." Umberto Eco, üç tür bellek var diyor, biri organik bellek ki bu et ve kandan oluşur, insan beynidir. İkincisi mineral bellek olup, eski çağlardan beri kil ve taş tabletler ile günümüzde elektronik belleği taşıyan silikon bu sınıfa girer. Üçüncüsü de bitkisel bellektir, bu da bir zamanlar papirüste görülürdü, şimdiyse kâğıtta saklanır. Gümüş Selçuk parasının üstündeki aslan anırır, hortlaksı ağaç kökleri, İskender annesinin mektubunu sessizce okur, askerler dehşete kapılır, okuma o zamanlar sesli yapılır. Korku ve şaşkınlıkları bundan.

Diderot'nun karısının depresyonu atlatması kitap okuduğundan. Kaç kere söylenirse de belki umar var. İstanbul "eis ten poli" den geliyor, şehir içi, iç şehir demek. Samuel Clemens, Mark Twain'miş, Farsça sam (ateş) ve enderun (içinde) sözcüklerindendir semender. Uyak olsun, İskender babasının düşünü gerçekleştiren demekmiş! Kuşşara kralı Anitta'nın laneti "Şehri geceleyin yaptığım saldırı ile aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden bayındır ederse gökyüzünün, fırtına tanrısının laneti üzerinde olsun." Barış mı; bir manolya şarkı söyler kendi kendine... Ağla, ağla Selene. Bir gözlemci karadeliğin yuttuğu bir tonluk kütlenin kurşun levhalardan mı, kuş tüylerinden mi, yoksa bir uzay aracından mı olduğunu bilemez. Öklidyen yol integrali, Cervantes, Don Kişot'u İnebahtı dönüşü Dalmaçya kıyılarındaki Curzola Adası'nda yazdı. Abd Yeğuş El Harşi, atlı şairlerdendi, at üstünde öldü. Şiirlerde yalın gerçeğin, mistifize edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesi; sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, anlam ötesi diye nitelenebilecek yapıtlar, şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varmalar, öyküleme öremli, düzyazınsal betimler, monolog ve diyaloglar... Zamanımızın umutsuzluğuna en iyi tanıklık eden şiiridir diye yazılması, bütün aydın insanlar için bir uyarı sayılmalı, kalabalıkların ölgünleşmesi ve yergisel bir erdişiliğin acı alaylara konu olması da metafizik şairler için dramatik bir lirizm gibi kabul görmelidir... Hapsikord, piyanonun atası imiş, mış, muş. Siirt, Bingöl. "Aqui, se queda la clara / la enteranable transparencia / de tu querida presencia / Comandante Che Guevara..." Sartre olmak Sartre olmayanları okumaktan geçermiş. Denizben hep aynı şarkıyı söyler, Hektor Kültigin. Su teresi yiyin. Diri cesetler. Mardin Madrid arası kırmızı geveze, Bitinya kralı, Belh emiri, mavi dağ kedisi gibi, naif bir soyutluk var evde. Elektrik yükü taşımayan nötron, cinsiyet değiştirerek, pozitif elektrik yüklü protona, küçük bir bölümü de bir elektrona ve bir elektron antinötrinosuna dönüşüyorlar. Mukata'da toprağa verildi Arafat. Fakat, Mısır soyundan, yağmacı Sostrat ordusu erlerinin burunları öyle uzundu ki, suya ağızlarından önce burunları değerdi, ölüm tanrısı Menat ve eşleri kavga edenin ayırıcı sözleri amcam Musa, babam Aaron diyen güvenilir unvanlı Zobat'tı. Gözleri görmeyen karanlığı bilemez der. Avernus (kuşsuz) çıldıran bir elma ağacı, Schoppenhauer; sahip olduklarımız bizi mutlu etmeyebilir, ama sahip olamadıklarımız kuşkusuz bizi mutsuz eder. Ahh, gözyaşlarından bir akvaryumun kapağını süslediği, bitki örtülerinden derlenmiş yaprakların sayfalarını oluşturduğu, inek dışkısı, kan, bir dürbün fotoğrafı ve insan derisinin ayrıntılarını içerdiği kalınca bir corpus geleceğin romanı olabilir mi, aşkolsun Kato, gene söyle...

Yokluk o denli büyük bir yer kaplıyor ki, varlık belki de, ondan kalan bir artık, belki de bir birikinti... Elektronik çöp. Asıl yokluk araştırılmalıydı. Zaman kavramı olmadığında, insan insanın tanrısıydı. Helikon dağında oturur Aedon, oğlu Itys'i öldürdü, Zeus onu bir bülbüle çevirdi ve sonrada Itys Itys diye acı acı ötmeye koyuldu. Bir fizik kuramı matematiksel güzelliğe sahip olmalıydı, Paul Dirac amcanız mı, maskenin maskesini çıkaramazsın Chesterton, Sirakuzalı çoban Bourbon'lara kahya durdu!.. Venüs geçişi, derler ki baldıran zehiri hazırlanırken Sokrates flütle, yeni bir ezginin notalarına çalışıyormuş. Lethe ırmağının suyundan içenler yeryüzündeki yaşamlarını unuturlarmış. Leda çok eski totemik bir kuğu, Myrmidon karınca, Arkadia ayı, diyesim kutsal hayvan adlarıydı. Theogonoia, Tanrıların Yaratılışı, Erga kai Hemaria, İşler ve Günler, Hesiodos... Bak şiirin adı İkinci Ders; "Üst kattaki kadın dövülüyor. / Tıp Fakültesi'nin sınıfları / bir bir boşalırken / onun çığlıkları sokağı dolduruyor. / Öğrenciler Rathmines'teki, Ronelagh'daki evlerine, yurtlarına dönüyorlar. / Ortalık süt liman / bir tek / hiç bir anatomi dersinin akıl erdiremeyeceği / o çığlık dışında." Leland Bardwell, İrlanda! Sanma ki, periler de cahildir. Yaşam; annenizin vulvasından çıkıp, tanrının vulvasına girdiğimizdir. Merdivenli sütundaki perimsi yüzlü heykelin yılda bir kez çığlık attığı ve yeryüzü kuşlarının çevresinde dolandığı, Tekfur sarayındaki, tunç ifrit heykelinde ateş saçtığı, kıvılcımdan tutabilen kişinin de genç kaldığı belleğimizdir. Zeyrek'teki Hazreti Yahya kilisesindeki mağaradan her kış "koncoloz" denilen cadıların çıkıp arabalarına binerek şehri kolaçan ettiği de söylenir. Onun tabletik ve levanten bir ruhla gözleri kamaştıran şiiri yabanıllıkta uçarının şiirine belki benzeyebilir.

Psampetik, insanın belleğini tembelleştireceği düşüncesiyle yazının derhal yasaklanmasını buyurdu. Firavundu. Neogotik yaklaşımlar, dekoratif kolonlar caminin içinde fiktif bir strüktür imgesi yaratmakta, diyagonal köşe lentolarının eğrisel konsol öğelerinin desteğini de görebilirsiniz havada!.. Susa'yı ateşe veren Kserkses'de geçip giden zamanı bu kadar gizemli kılan şey der ve ekler, yeryüzünün çatılarına çıkıp bakışlarını Persepolis'e çevirirsen, güneşi bekleyen ufkumuzu görebilirsin. Geçmişi görmekte olanak dahilindedir. O zaman uzam içinde uç bir noktaya doğru uzaklaşıldığında, orada Büyük Basra'nın ötesinde öncenin öncesini ya da sonranın sonrasını görmek hiç de zor olmaz. Standart model teorisi dünyayı, kuark, gluon ve lepton olarak tanımlanan yapıtaşlarından oluşan hareketli bir yapı olarak tanımlıyor. Kuarklar sadece ikili ya da üçlü gruplar halinde bulunuyor ve bünyelerinde gizemli renkler taşıyor. Gluonlar ise proton ve nötron gibi parçacıkların içinde hüküm sürüyorlar. Hepsi bir araya geldiğinde, nedense aşırı çekingen bir yapı sergiliyor, insanın onu gözlediğini fark edince yapısını değiştiriyor; düşünüp konuşuyor sanki mübarekler. Uzayda dün'ün saklı olduğu bir kovuk barınıyorsa eğer, insanoğlu sonsuzdan vazgeçerek bunun peşine düşmeyecek mi... Batıdakiler dün'ün ipini koparmış bir uçurtma gibi gezinmesini izlerken, Doğu'nun gezgin ruhlu bilgeleri bu ipe daha sıkı sarılmış gibi görünüyor. Hayal hududunda Moğol ülkesi, Silvia'nın ikizleri, bebeklerin nereden geldiğini soran çocuğumu Munch sergisine götürdüm, Karasuk kültürü, çelik dikenler ve Bullet galaktik kümesi rüyamda üstüme doğru geliyor!.. Ölmüş kadında "labia büyümesi", erkekte "angel lust" görülebiliyor. Otuzu aşkın uydusuyla Satürn'ün çevresinde minyatür bir güneş sistemi var gibidir... Ve ey anılar, subay ölüsü yiyen erguvan renkli kuşlar, yıldızların örümceği, ışık ısıya dönüşür, ısı ışığa dönüşmez, vaiz Salamo tam da bunu söyler. Bir güneş altındaki, soyut bir algılama organıyım sanki, belirsiz bir korku, bilgiye bulanmışlık, metafiziğin duruluğu ve koyuluğu, sevdiğimin sürgün gecelerine benzeyen saçları, antilobu utandıran, söğütleri gücendiren kalçaları, ay ışığını andıran göğüsleri, yaşam ölümsüzlük için, çokça yoksul demek sevgilim, üzülme; zamanın yönünün geçmişe ya da geleceğe doğru aktığı, aynı şey... Aydan bakarsak gökyüzünde gördüğün bir dünyadır, gündoğumuna, gün batımına, her iki şafağa da gönülden bağlıyızdır. Gün batımımız, uzaklardakinin şafağı... Ey meymenetsiz söyler, düstursuz Maymonides, ilk çocuğumu melekler aldı, küskünlüğüm bundan ve ey ölmüş ozan...

(Sevgilim, törelerimiz aldatmaların boyunduruğundaki prangalarımız, rüzgâr söylemediği, kuş sazlıktan görmeyip kulak vermediği sürece, bu öyküyü sana kim anlatacak? Meşeliklerin arasından geçer, boruları çalıp beklerler, bir karatavuğun sesi çınlamaktadır, birden derisinin benekli olduğu söylenen Kharon çıkar karşılarına, insansı yelesiyle bembeyazdır, meşe yaprakları da bize benzeyen yerini örtmektedir. Atinalı devlet görevlisi küreklere asılır, yelken direklerinden, beyaz köpüklere atladıklarında, Argonotlar uzaklaşmıştır. Ve karanlığın mucidi olan gözkapakları ağırlaşır, yine de şafak sökerken gün ışığına engel olamayıp uyanırlar. Ovidius'a göre sirenler kızıl tüyleri olan kadın yüzlü kuşlar!.. Rodoslu Apollonios'a göre vücutlarının yarısı kadın yarısı kuş birer aydırlar, ama bütün nesneler, gemiler, dünya, yıldızlar tanrının bir (sanat) yapıtı olduğu için yapaydırlar. 13. yüzyılda bir denizkızı, bir su bendi boyunca Haarlem'e gelmiş, kimse onun ne olduğunu anlamamış ve ona yün eğirmesi öğretilmiş, içgüdüsel olarakta, haça tapmıştır.16. yüzyılda yaşamış bir tarihçi yün eğirebildiği için balık, suda yaşayabildiği için de kadın olamayacağını söylemiş onun... İyi ki gökkuşağından geldiğini yazmamış! Biz onmaz bir maddeden oluşan, yitik bir tanrısallığın, günahkâr ve kabına sığmayan bir doğaçlamasıymışız...)

"Ve sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar sürer, sonsuz da denizlerden damlayan ve dünyayı keşmekeşle, sayrılığa doyuracak olan kumlardır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin. Salt tanrı kalacak geriye, toz olan yalnızca gövdelerimizdir... Ey süsüne adandığım ışıltı, anılardaki dost, ey gökte erinç içinde olanlar, ey boşluklarda salınan, ey karanlıklarda koşuşan, yokluklarda kavuşanlar... İnananlara vaad edilmiş olanı gören sensin!.. Ey yazgıyı yok eden derviş, sonsuzca sürecek füru... Sen ki küllerinden doğdun, gene doğarsın, gene doğacaksın!.. Ölüm-yaşam, ikisi bir ya Hayyam. Birinden diğerine geçmek... Ve Sen O'sun! Hayy-ı Lâyemut. Ölmeyene, ant olsun!..''




*






HAV(V)A





Kelâmın ve zamanın, düşünsel eskizlerle yeryüzünü yarattığı çağlarda, dizdarlar ve Allahüekber dağları vardı... Edimlerimiz unutulanın anımsanmasıdır. Günlerce Once meydanında seni bekler, İsa yıldızı ve badem dalı baharların, kırmızı manolyaların avuntusuyla yaşardık. Sonra ilk göz görür, ilk el tutardı. Onlar, hipokampüs ve amigdale, neşe ve etkinlikle yaratılanı, ilkinsi olanı sevdiler… Üç varsa, iki geçerliydi! Ve öngörülerle kesinleme oluşturamaz ama kesinlemelerle öngörüler yaratabilirdik. Zapata, reform için Diaz’a başvurduğunda aldığı yanıt sen kimsin olmuştu, erk el değiştirdiğinde, Zapata’nın köylülere ilk yanıtı, sen kimsin oldu… Karanlık ışığın gizil yüzüdür, cetveller ve pergellerle oyulmuş mağaralarda yaşıyoruz. Fellini siklameni, Paolo menekşesi ve meleğim şeytan söylemi, lazer ışınlarıyla yanan kuşlar ve parçalanan uçak imgesi, anlağımızı darmadağın ediyor.

Güneşin dudağını yılan soktu ve Neptün aşkıyla tanrının sırtını sıvazlayan melek söz kuşunu gene çağırdı ve turuncu töresine gem vururken çiçek gene açıldı… Tavus kuyruğundan yayılan kıvılcımlar, aşkın kinetiği, kanon ve metron, Urartu ve Tuşba, Menua su kanalı, Hendra ve Sars virüsü Toscana ovalarına yayılıyordu. Türeyimsel kuşun bıraktığı nişasta paresi, yağışın etkisiyle oluşan iletkenlik, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nı paralize ediyor. İnsanlar aynalarda kardeşini gördüğünü sanıyor ve kendisini onun adıyla anıyor. Lokal sideral zamana kıstırılmışız... Dostlar, Mevlana’ya giderken yolumu kaybettim, ilk karşıma çıkan kişiye oraya nasıl gidebilirim dedim, şuradan giderek, yüzünü ona dön, o sana gelecektir dedi. Şiir gibi aşkta tanımsızdı. Ve çok sonra bir Moritanya magistresi bildim; suda dalmıyorsam, biri beni seviyor demektir. Ve Kırmızı ve Siyah Stendhal’dir. Kaotiğin şatafatı, ölü toprağı, para ve parti ve tröstlerin buyruğunda ölüp gideceğiz. Hepimiz birer gölgeyiz teyzeciğim, öteki gölgelerin düşlerini kopyalayan. Luristan yöresine gidişimiz, normalist tavırlar ve mekanistik gerçeklerin esiriyiz. Yürekten öpmeler nedir ki...

Yaşam o denli soyutlaşacak, iletişim o denli gelişecek ki, bugünün fantastik ya da fütürist dediğimiz şiiri, geleceğin toplumcu gerçekçi şiiri sayılacak. Ve şiir gerçekte; sonsuzluğa yakarıdır, bunun içindir ki, biz ona yaklaştıkça o bizden uzaklaşır. Bristol takviminde buğz edilen burçlar, zarif bir bıkkınlıkla makyaj yapan kadın, eril yorgunluklar, ölümü öldürdüğümüz gün, gergedan yumurtası, Partenon’un ağırbaşlı çizgilerine zarar veren otlar, duyaç ve algıç. Ve boğaların geçit törenini aydınlatan bu güneş, zamanında Girit sokaklarında boğaları küfre buladıkları için ölüme mahkum olan insanların geçit törenini de gördü!..


Öldü ve kadınlar mezarlığına gömüldü. Çünkü dedi Rab; Siz onu yaşarken ayırmıştınız!.. Avrobesk şiirlerimiz, Leyla’nın Eva olduğu, batı/nî ağlatılara döndü, seksen şiiri seksek şiiri oldu vesselam ya da filan feşmekan. Peçeli devrimci Marcos’a neden yüzünü sakladığını sorduğumda devrim başarıya ulaştığında önderini mitleştirip, tanrısallaştırıyorlar ve toplum hemen eski kast sistemine dönerek; gene ölü atı kırbaçlıyor, bu işi başardığımda ben gene eskisi gibi marangozluk, ayakkabı tamirciliği veya fırın işçiliği yapmaya devam edeceğim ama devrimin kalıcı olmasını istiyorum artık demişti…Yanıtı yeterli miydi bilemem ama… Adı ve yüzü olmayan bir devrimciydi o... Bir gün dağlarda benim burada ne işim var diye bir pişmanlık duyduğunda, kayan bir yıldızın gökyüzünde bıraktığı incecik izi görmüş ve işte o zaman aydınlandım, bildiler ki; yeryüzünde küçücük bir iz bırakmak için buradayım dediği söylenmiştir. Kayan bir yıldızın gökyüzünde bıraktığı iz gibi, yaşamda bir iz bırakmak mottosu işte… Rodrigo’nun gitar konçertosu, bir bardak çay, bir de…

(ama işte neredeyse akraba çıkacağız! Okulun hangisi, okurken herhalde işe girmeyi düşündün, seni anlayabiliyorum... Sen de yalnız yaşadığın için anlayabiliyorsundur, şimdi pişmanlıkların bir yararı yok, yaşam asla yinelenip, kopyalanmayan bir şey, yaşanıyor ve geçiyor, sanatçı ruhlu insanlar, iç hesaplaşmaları ve alınganlıkları sürekli yaşayabiliyor, güçlü ve çatışkan bir dilin var, ekinin gizlendiği... Yaşam günlük hayhuyun dışında gerçekte çok güzel, günlük sıkıntılara yenilirsek, hele senin yaşında... Senin tepkini bile veremeyen niceleri var, şiir gibi, yaşamın son estetine ulaşmak için yola çıkmış, kendini en güzel biçimde çoğaltmak için mutluluklar, derinlikler, anlamlar üretmek üzere varoluşunla -tatlı, hırçın ve yer yer acımasız bir kavgaya girmişsin- deyimi hoş gör ama ayrıcalıklı olduğunu bil, yaşama senin kazandıracaklarının ayrıksı ve eşsiz yanlarını görmeleri ve onları sunabilmek adına, bütün bunların olabileceğini düşün, yoksa sen bu düşüncelere kapılmasaydın…Sanatın ruhsal şiddetlerle sarmalanmış koridorlarında koşabilmek, kendisini sükun ve sükut denizlerinin huzur dolu akışına terk etmeye benzemez… Bütün bunların bir serüvenin parçası olduğunu düşünerek, güçlü olmalısın! Yoksa sıradanlığın kollarında munis bir hayat sürmek ve öylesine yaşayıp gitmek ne kolay, sen bunu ister miydin, sen tam böyle olacaksın ki, sen olasın ve bizler ona içten içe bir hayranlık duyarken, kendi anlamsızlığımızın içinde her bir şeyi tüketip giderken, o özgün, kendi başına bambaşka şeylerin ve yaşanmamış, söylenmemişlerin peşinde koşan ve bir demir kelebek olan sana özencimizi bir kez bile dışa vuramadan, hiçliğin içinde savrulup gideceğiz. Biliyor musun, yol bu nedenle ikiye ayrılıyor, senin kanına seçtiğin yolun ateşi düşmüş, artık kurtulamazsın, ateş yakıcıdır ve bu tür insanlar ne yazık ki, ancak küllerinden doğuyor…)
.
Kendisini müjdeleyen parapsikolojik şiir, parasosyolojik, paraastrolojik…Uyku satıcılarına bakarak; ’Ren çağında leoparlar esnerdi, iman çıkarıcıları, ölmüşler için uyku uyuğuyla birlikte, bir gün uzayın derinliklerine savrulup gideceğiz dedi’. Kulaklarımız kurtların akrabası olduğumuzu söyler. Yağmur meleklerin yedi renkli kuşağı için ağlar. Sadaka bekleyenin avucuna ilk parayı kendisi koyar ve yenilenler yazık ki cellat parasını da öder. Ateşin açlığını ve susuzluğunu gördüm, yürekli kişi kaplanın kuyruğuna basan değil, av için o ölümcül anı bekleyen kişidir der. Çatıdaki balık, denizin dibindeki kartaldan daha iyi görür. Göz ısırmaz, tırnak çiğnemez, diş görmez, taç giyense sokağı süpüremez, Hangi kültür barbarlıktan kök salmaz ki, Kumran İncili bağıt yoksa, zinada yoktur diyor. Yılangillerden maymunun, sırt tüyleri başına doğru, insanınki ayaklarına doğru uzar. Taupe-grillon adlı kökböcek (bir kürek darbesiyle!) ikiye bölündüğünde üst tarafı alt tarafını yemeye başlar. Göçleri sırasında Amerikan güvercini öylesine kalabalıktır ki ortalığı karanlık basar. Güneş karardığında, başıboş dağ hayvanları tehlike saçar. Zaman sürekli kendini öldürmektedir. Ölümsüz Venüs’ün yalnızca ağzı bile modacılara karşı utku kazanmaya yeterlidir. Atlas ve Tullia ve Tarencia kızlarımın adıydı. Cugnot’nun buharlı otomobil tasarımı vardı ve yıl 1769’du, acaba Osmanlı nasıldı o sıralar. Öngörüler elimizdeki bilgilere göre yapılır, bilim ise elimizdeki bilgilerin yanlışlanıp, geçersiz kılınmasıyla ilerler. Diyor ki, tehlikelidir öngörüler. Geçenlerde bir bahçıvan yanına bir yardımcı almış, sonrası bir gün ben gidiyorum, şu çiçeklerle bu ağacı budar mısın demiş, döndüğünde yardımcısı nasıl buldun budama tarzımı, en çokta ağaca özenip, bezendim işimi yaparken diye sormuş, bahçıvan yanıt olarak iyi güzelde, ‘Ağaç nerede’ demiş!.. Başka bir meselde, dünyanın en iyisi olmak isteyen şaire, yaşlı ustası, o zaman şimdiye dek yazılmış tüm şiirleri okumalısın demiş. Şair günün birinde okuduğunu ve belleğinin şiirlerle dolduğunu söylemiş. Usta, şimdiyse tüm okuduklarını unutmalı ve artık yazmaya da başlamalısın diye eklemiş…

Kardeşlerim, bizler; ağırsı ton, çaçaron, metalik su, bu çiftlikte Gogol var mı, Çiçero’n, geçmiş ve gelecek, şimdi ve dün; bi/linç, kan ve hakan sorgusuyla; Marangoz’un, Eski’mo’nun, Şintoizm’in izindeyiz!..

Ve sonsuzca kaotiğiz.

Gautama!

Biz kimiz, biz kimiz, biz kimiz?..




*




P'LANET


"ne zaman öleceğimizi bilmemek pratikte bizi ölümsüz kılar."


ki, a = b diyordu, yarıdiri = yarıölü, akdelik, karadelik, tersinir zaman boyunca, bir kurt deliği çıkışında, soluk gölgenin ışığında, kuark boşluğu kucaklıyor, geceyi yutan Satürn, sular kıpırdarken, yürüyen poliplerin ağrıyışında, ılık uzayın yarı ölü kuş krallığında, b eşittir a; yarıölü = yarı diri diyordu,

?.., orada fotonlar rüzgârıydık, Tesla'nın tinine tütsüler yakılırdı, değirmenin terazisi elektron yontusu, buz dağları plankton geçidinde, bulutların hızı düşündürüyor, kasırga kırmızıydı pazar yerinde, gözyaşları süt olurdu Roksalan'ın, Bizans'lı atlı saçlarını onarırdı, Gorgon paraşütüyle inerdi gizemli kaz, karanlığın peçesi dağıtırdı beyaz eti, uyanırdık, Arakne, çırpınır, çırpınır, çırpınırdı,

(a = b diyordu, yarı ölü = yarı diri, iki a = iki b diyordu, diri = ölü)

bakarken sonsuz boşluğa bir lombozdan, Tutmosis'in atı, imgeler vadisi ve ruhların varlıkları, ışıklar içinde hareket ediyor, arkamdan başını kaldırıp bakan yol ve sinir lifleri, gökleri gümbürtüyle dürüyor, büyük beyaz taht ortaya çıkıyor ve ateş çukurlarına doğru savrulurken, Şam’da atının üzerinde Voltaire okuyan biri, Dunkirk’te yolunu kaybeden, Mesih'i yazan Haendel ve Sistine’yi süsleyen Angelo’yla, durduraksız ağlıyordu,

Şamuha kentinin İştar'ı geldi, kerkenez sesi, kelebeğin melekle kardeşliği, dumanlar püskürten demir at ve kekremsi güneş nedir dedi, bir kümbetle yolu kesilen incir, Persi iskelet, hac kafilesi, defne dalındaki tarla kuşu ne ise, zamanın kapakları, katedralin dış narteksi, kart yaban pazıları, Dirac radyoları, Dulkarim çorapları, çekinik zamanımsılık, yeşil sis de odur dedi, yer kanatlısı, bitki kedileri, mutlak sıfır çukurları ve görünmezlik pelerini hak verdi,

çok eski zamanlarda orta Amerika’da karaya oturan savaşçı bir Yunan denizcisi, volkanik gazları binlerce yıl soluyarak uyudu ve kendisine binlerce yıl, Maya tanrısı Quetzal olarak tapıldı, o belki de Odysseus’du, kentin eteklerinde duru bir pınar vardı, alışkanlıkla suyundan içti, kıyıya tırmanırken dikenli bir ot elini çizdi, yoğun kan damlasının o eşsiz biçimlenişini gözledi, bir kez daha ölümlüyüm işte dedi, Einstein görecelik yasasını sınıyor, Picasso onu anlıyor ve modern çağın kübizmini yaratıyordu, Sümer ovaları, yontma taş devrinin çakılları, İskender’in fetihleri, tahılların filizleri, tüm insanlığı sevmenin olanaksızlığı ve Tolstoy’un acısıyla, gümüş altarlar, kabaran yeleler, tolgalar, göğün sunakları sorularla soru soruyordu,

Farmakon, Zeus’un oğlu geldi, ıssızlık tanrısıyla, uluyan kuşlar, ölü kumru yontuları kucağında, Marsî gözler, çürümüş pelte, bağ bozumu ve garip bir topuk sesiyle odaya girdi, iki derviş bir posta, iki hükümdar bir cihana sığmaz dedi, Karnak yazıtlarında geçen, Pers körfezi boyunca yürüyen, gök süvarileri, rengarenk arı gülleri, ayı otu, on parmaklı atavistler, polifonik duyuş, teatrikal davranış karşı çıktılar, Çin bulutu desenli kaftanlar, yelpaze sorguçlu börkler, kürk astarlı el yazma, yeşil sancak, av köpeklerini eğiten samsoncular, kaptanlar, serpuşlar ikiye ayrıldılar, Butan'a gidip Gangkhar Puensum dağına tırmanıp, Gautama’nın bir yolcusuna Ararat’ı soranlar, Suriyeli Yunanlıyla bir oldular,

sese benzeyen bir adam geldi, gökyüzüne ağ atıyorsun balık tutmak için, düş görüyorsun, gök yıldızdan geçilmiyor, ağ cennetin üzerine düşüyor, cennet yaratıklarıyla dolu, yıldız ışık saçıyor, onları ağdan çıkarıp denize bırakıyorsun, dalıp gidiyorlar, melekleri kurtaramıyorsun, göğe kanat çırpıyorlar derken, kavgaya tutuştular,

belinden aşağısı körümsü pusların içindeyken belirdi insanoğlu, Sümer'den, İberik'e, oradan Washington’a sıçradı, evinde sakin bir hayvan veya cins bir karanlık tanrısıydı, çayır köpekleri gibi dikkat kesildi, adam kızgınlığını belli edercesine vızıldadı, Tutmosis'in güneş sandalı var, göğe çıkabiliyoruz, Petrus onu bir çok kereler sakin bir ışıkla yıkanırken gördü, müzikle uyandı, Judas'ın erguvani kibirle süslü kalabalıklarına benzedi, demokratör oldu, Isfahan ki dünyanın yarısıydı, gece canavarı bir tomar el yazmayı gözümün önünde yedi, Kabbala’nın ana kitabı Zohar da yazıyor bu, Zarzuela şarkıları, 17. yüzyılda biri, tanrılar, insanların yakalayamadığı gölgeleridir dedi, Haçaturyan süitleri, Tau nötrinosu var, çığlığın dölüyüz, sülün kanı içen güneşi yılan sokardı, Kalküta kralı Zamorin onu yakarsa, urbanlar cariyesi göğsünden geçer, kumrular sızlanır, Niniv çölünde yakalanıp kafese koyulan aslan, batılı değil Mekke'liyim diyen adam ve terzilerin söküntüleri üzerinde yoğunlaşanlar filan derken ayrıldılar,

diyorum ki, Kabiller'in ikizi de, Etrüskler'in ikizi de birbirini öldürdü, Ninovalı bir Hıristiyan’ım desem, bir asıltı, dudaksıl kırmızısı Jalemin, Fransızlar öpüşmeyi bilmezdi, Araplar hep peygamber bekler, Kafkasyalılar ölümün zevkinden anlamaz, ayrıca kitabı beğenmedim, okudun mu dedi, hayır dedim, okumadan nasıl karar verebilirsin deyince, beğenseydim okumuş olurdum ve bu bir paradokstur diye geçiştirdim, Avrupalılar uslarının ermediği şeyler için şiir yazarmış, Sokrates’e arkadaşı, filanca gezdi dolaştı ama hala mutsuzmuş deyince, kendini de götürmüştür demişti, yineledim, Hipokrat mı, yok Sulla ilgimi çeker, Tatar Duvarı, Çin Seddi değil miydi ve Romulus'un ikizi, atıp tutuyor sanki, ay tozu vereyim sana, iki yaşayışlıları öğreteyim diye konular açtım,

gene daldılar, abazanlık tasladılar, a'yı öğrendiler, rant dediler, gözyaşıyla çamur kardılar, ikiz kuleler diktiler, çimenleri çiğnediler, çimentoyu buldular, deniz börülcesi yediler, rap, rap yürüdüler, arıları aşıladılar, yıldızları indirdiler, ayı içtiler, dişleri güldü, dilleri, sözcükleri, lokmaları, altını ve fabrikaları, kumruları ve adem elmasını yuttu, horonlar çektiler, hotozunu düzelttiler, horoz ibiğini bildiler, horoz fasulyesini tanıdılar, homurdandılar, Horasan’dan geldiler, horozbina yakaladılar, pulluk, madalyon ve yara sargılarıydılar, aydan orak, altın bastonu haç yaptılar, bal peteğini, arı dalağını gördüler, Süheyl'den bir ceylan indirdiler, bu çok iyi dedim, henüz inceliği bilmiyor ama ruhunun derinlerinde bunu seçmeyi sağlayan ölümsüz bilgiye sahiptiler, ne acayip yer be Şanghay dediler, çalı kargası beslediler, güneşin dudaklarını yılana benzettiler, Pervin derler sema öküzüydüler, bir göl geçti duvarın üstünden, bir güneş su içti tenekelerden şarkısını söylediler, neon ışığında ölüyor mehtap nakaratıyla, su nilüferi ve Sümer'de bir çiçek büyüttüler, kokusu Pluton'dan çıkıyordular, Urartu'da bir kuş tuttular, tüyünü Merkür’de buldum dediler, Yakup Lübnan'da bir bahçede yaşıyordu, Kadisiye'den kör bir dilenci geliyor, çok zaman önce insanlar tarafından çok sevildiği için çarmıha gerilen bir adamın yaşadığını söylediler, bitkilerin yasaları, eğer kış bahar yüreğimdedir deseydi ona kim inanırdı diye ağladılar,

bir defasında bir sisle doldurdum avucumu, sonra elimi açtım ki sis bir kurtçuk olmuş, kapattım yine açtığımda, bu kez küçük bir serçe duruyordu, sonra yine kapattım, açtığımda bir adam vardı elimin içinde, yüzü kederle yükseklere bakıyor ve yine kapattım avucumu, açtığımda yine bir sis vardı artık ve kulağıma uzaklardan tatlı bir müziğin esintisi geliyordu, önümden zaman geçiyordu, Edrikni ya Ali dedim bilmem kaçıncı, gezegenler arası iyonlar ve deniz kargaları kucağıma doluştu, bir söğüt dalı için bundan daha iyi bir ayet mi istiyorsunuz dedim, duymadı bile ve kuyruk sallayanın gözlerinde geçip giden ırmakların akışını, hayalini, süzülüşünü, süsünü, sihrini, sisler içindeki halini gördüler, insan dillerindeki her bir sözcük evrenin tümünü imleyen bir önermedir dedim, bir torso bak, işte Elen’den kalma, beyaz cüceler, deniz kelebekleri, sönmüş yıldız tozları onların yılan derisi gibi doluştuğu gaz kılıfları, bu tür ölü yıldızlar sakar mekedirler, istediğin kadar karanlık vereyim, geçen geceyi durduramazsın, tanrı da bir mastardır, çöl gemileridir, mek maklı makinalar, dumanı tüten soğuk demir, üç başlı köpek derken,

ortalama insan ömrü yetmiş yıl ise yedi bin yılda yüz insan öldü dirildi, yetmiş bin yılda bin insan, insanlık tarihi dört bin yılsa, zamanda geçmişe gidebilseydik ölüp dirilen yetmiş insanı geriye doğru izleyerek tanrıyla karşılaşabilirdik ama eğer bu bir döngüyse yetmiş kuşak sonra içimizden birisi tanrıyla karşılaşacak demektir, Hannover kralı söylemiş bunu, mürle ovdum avuçlarını, bütün dünya bir labirentken kendine niçin bir labirent yaptırdın ölüm seni görmektedir, sen ölümü görmektesin, kuru otların arasında tufandan kalmış bir flüt fosili işte, ışığı soğuk madde içine hapsetmeyi başardın ve artık sen de bir tanrısın, Edom topraklarından gelip Panteon da uyuyup kalan kralın rüyasısın, bir uzay iskeleti var, kar yağıyor, bindiğimiz atın karnını yarıp içine giriyoruz, ısınmak için, gülerek öldüreniz biz, yaşıyoruz işte, demir kitabız, emeğen, yuvak, kirsi, türem ve ilkincil, işte Samuel peygamber geldi, sözü ikiye böldü,

"ruhunuzun bağlarını çözün / o benim can yoldaşım / ve sizler benim ruhumun sevgililerisiniz / hiç bir ev kalbimi sizin gibi koruyamazdı / düşmanlar yabancıları denizimize sürükledi / onlara hizmet edenler ağlatılacak / işte kurtlara göğsümüzü açıyoruz / ve canavarın önünde titremeyeceğiz / ruhumu sizler ve ulusum için feda ediyorum / zor zamanlarda kanın değeri de ucuzluyor / bize saldırıldığında asla diz çöküp boyun eğmeyeceğiz / hatta düşmanımıza saygıyla davranacağız"

,tanrının flütü için bir Hint kamışı olayım, yaşamamız için atın ölmesi gerekti, ilahi yargının gücü, hafif bir rüzgar eser, bir çift kiraz çiçeği süzülür, Sezar bülbülü öter, Tensör denklemleri gelişir, dua kitabıyla kaplan avına çıkar, savaşacağız, gaz devleri solunur, yaban arısı ve sis dörtgeni, kır eğlencelerinin rokokosu, Karluklar, soğuk ve sıvı metan suları, suların babası, panta rei, Herat ve Tus, bal peteği, altıgen, latifunda toprakları, Karabalgasun, Analepsis ki, şimdiyi geçmişle karıştırma, Metalepsis ki, geçmişi şimdiyle karıştırma, arpejli akortlar, soğurma, Enceladus’daki kaplan çizgileri, ana kol, derisi ve iç organları, yeşil fluoresan parlayan domuzlarla, kol kolayız,

Bovarizm, kendini kahramanın yerine koymadır, dedi, İlion savaşının türküsü, Kolozsvar, senin bedenine aşığım Yahya, o ayın yüreğinden beyaz, tırpancıların hiç biçmediği bir zambak tarlası gibi beyaz, Judea'nın karlarından beyaz, yürüyoruz ölüme, viyola ve çello, Frankfurt radyo kulesi, Mata Hari ve şafağın gözü, Münih elektörü, Sivas'ta devlet kuran tuyuğ şairi Kadı Burhanettin, gözümdü Han Berkuk, sıska kurbağa çıktı taşa şarkısı, Sagarmatha, çiçekler ölümlü ve güzel, altın kalıcı ve sıkıcıdır, bir tartışma çıktı, erkekler yaşlanmış spermler, fizikçiler atomlar hakkında düşünen atomlar, kedicik babasıdır, güneşin içlerinden yüzüne doğru gelip serinleyen kim, Mercador atlası, Tih çölündeki demir gömlekli, Avlonya'da Yakzan'ın babası, gizembazlar, cehennemdeki Saud dağı, siyer ve megâzi, Ebü'l- Abbas İbni Abdülmuttalib radiyal-lahu anhümâdan nakledildiğine göre, Yunanlı şair Perikles Yannopulos atını Salamis denizine sürüp intihar etti, sınıflı toplumların kaderi ölmemek için öldürmektir, 18. yüzyılda Serendipli Üç Şehzade masalından yola çıkarak türetilmiş bir sözcüğü var İngilizce'nin: Serendipity, aranmayan, değerli hoş bir şeyin birden insanın karşısına çıkıvermesi anlamına geliyormuş, dil böyle bir şey işte, Meryem'in hamileyken dayandığı hurma dalı, kızma teyze, kızma teyze hep söylerim ben böyle, atomik soykırım, modernlik eleştirinin yaygınlaşması, aşırı dikkat dikkatsizlik, resim ve roman tüketici ürünleridir, Octavio Paz, pedantry, bilgiçlik, şiir ele avuca sığmaz heterodoksi, Temuçin, Keskinkılıç, Portugal'dan içimi gebe bırakan kahredici bir küre yaklaşıyor, Timarchi, şana ve şerefe yönelik yönetim, Ferrara Tevratı, Kutai krallığı, Güvalyar kalesi, Gücerat, şiir bir yaprağın ağaçtan düşmesi denli doğal gelecekse, hiç gelmesin daha iyi, John Keats, Avnullah korveti, Nosce teipsum, kendini tanı, konuşarak gidiyorlar,

karşı cephede şunlar konuşuluyordur, Roma'da yapıtını okuyan yazarı dinlerken dinleyici canı sıkılınca kalkıp gidemezmiş, oh kurtulduk, kendi şiirlerini yiyen Ugolin, Tantrik metinler, Borges denize yazdığı bir şiirden ötürü şairini kutlamış ama, şair ölmeden bir görebilsem şu denizi demiş, laedriyim, laedrisin, laedri, laleliden geçilir, lalelimden geçilmez, Hind al Hannud, peygamberin savunduğu tek tanrı düşüne karşı çıkıp, kadın tanrı, ölüm ve hayatın anası kavramlarını yerleştirmeye çalışmış ve Bedir'de peygambere karşı savaşmasına karşın yenilmişti, neler var Nergis, önünde bir kitap başını yumruklayan bir öğrenci gören III. Philip bu genç deli değilse Don Kişot okuyordur demiş, demiş evet yalancı tanığıyım, buyur, Abderalılar, yazın güneşte sıkı giyinir, kışın karda çıplak dolaşırlarmış, Aristo söylüyor, gen varyantları ve narkolepsi, Sibirya'daki Elgygytgyn gölü, meteor gölü, albızın dölü, Tambora volkanının altındaki küçük krallık, Maldoror şiddetli ağrı demek, Novorossisk limanı, flaneurlar, süvari çiçeği, Toledo sanatı, fay tanrıdır, katapult da mancınık, partikül savuran buz jetleri, şimdi ne olacak, bunlardan, şimdi ne olacak, Mussolini, Musul'dan gelir dedi, belki cennete gideceksindir, belki cehenneme, ikisi de iyi bir şey, hiçliğe katlanamazsın, geçmişi özleyerek anne baba, iki atanla kucaklaşacaksın değil mi, filan feşmekan, nefrit taşından fincan, zamanın tozlu aynasında, nar çiçekli bir peri, pınarın başında karşıma çıktı, erkek ve dişi gölgeler, güneş tanrı Ra'nın yüzünde gezinirken, gerilimin kara büyüsü yüreğimi soğuruyor, ay ışığı birbirlerinin düşlerinde yaşayan meleklerin dağ başlarında gezinen hafifletici gücünü trajik dengelerle sarsarken makine uğultuları, baykuş ulumalarıyla küskün tanrıları çağırıyor, uçacağız aşağı, kuşbakışı yaklaşık dört beygir gücünde metalık dörtgenlerle yeryüzünü sarsarken kozmik atılımların geometrik biçimlerle yer değiştirdiğini görüyor, ezoterik örgülerin görkül bekçiliğinde küçük bir hayal olup gidiyoruz, kendi soluğunu tutarak ölümüne yol açan adam gibiyiz, yeşil tepelere değerek oynayan öğle vakti, yağan kar ise bir başka biçime sokuyordu anıları, azurit, Mısır mavisi, Astrahan'da, Moğolca nöker ve daruga, Molosmolossol köpeği, tanrının yardımcısı fareler, su orgu, Vogul dili, Yıldırım'ın esir düştüğü Stella tepesi, mürekkep balıkları ormanlarda dolaşıyordu, bir Acem ölüsü, bir pars Klimanjora'da, eh sıktın ama, tahnitli Dolly, pire ve peri, tanrı yaşatır, zaman öldürür, nötr acunun ilişkisizlik uydusu, karada yüzer, denizde koşar, kefre ve ulular gelip salladılar sarı püskülü, aynalar ve çiftleşmeyi insan sayısını artırdığı için tiksinç buluruz, Einstein, bir şey gerçekse kesin değildir, kesinse gerçek değildir dermiş, Herakliya tiranı, neden iki gözlüyüz, saymasını bilmediğimizden, Mekke'yi kuşatırsan Mekke'de seni kuşatır, Narkis'e bakarken yer yarıldı ve kapkara atlar geldi derin yarıktan, Raflezya en büyük çiçek, Koyun adaları deniz muharebesi, Godwana kıtası, doğru mu dersin, peygamber devesi Kesva, Keşiş dağı ve Sfenks kedisi ve Yunnah'a gidilir, yüzeydeki sanrılar sevince boğar, körümsü ışık yayar, ve ba,

Baba insanların ne denli yoksul olduğunu görsün diye çocuğunu köye götürür, dönüşte çocuğuna neler gördüğünü sorar, çocuk, bizim bir köpeğimiz var oysa köyün bütün köpekleri onların, bizim bir havuzumuz var, onların uçsuz bucaksız dereleri, suları, bizim kristal avizelerimiz var, onların yıldızları, biz karşı köşkün duvarını görebiliyoruz onlar ufka kadar bakabiliyorlar der, doğu kuşa bakıp kanat takıyor, batı kanatsız nasıl uçarım onu düşlüyor, forum harabelerinde kediler dolaşıyor, altın binalarından yabani otlar fışkırıyor, imparator ve generallerin konuştuğu sarayların saçaklarında sığırcık ve çaylaklar geziniyor,

öteki tanrıların ardına gizlenmiş yüzü belirsiz tanrıyı gördüm, sol elin büzülme ve yayılma olanaklarını geliştiren etütler, örnel olan durumlar, insanın kendi gölgesinin peşinden koşmasına ilerleme derler hala dedim, arabamızı bir kaplan sürüsüne bağlayıp Hindistan'a ava gidelim, Frigya kepiyle Londra sokaklarında yürüyen William Blake, Mestizo lehçesi, kırmızı allahın yürüdüğü denizler, ağaçların arasından doğan sarı, sessiz bir tanrı başı gibi bizi gözetleyen ay, keşiş güldü, bir faunus gördü, tomurcuk açmış bir baldıran yiyordu, cadı bir cesedin eliyle karıştırdığı torbadan bize de verdi ve kristalde ölümü gösterdi, deniz dalgalanırdı ve derisiyle yüzmekte olan dev gibiydi, tanrıyı görmek istedim, tanrı avlanıyor dedi, Nil mezarlarında yaşayan kanatlı bir aslanmış oysa, Napolyon lalesi aldı giderken, bir sülünün kızıl renkte yanan göğsü vardı, tanrının varlığından ya da yokluğundan söz edeni kederle dinlerim, tanrı var ama gereksiz, tanrı yok ama gerekli derim, apelasyon ve enolojisini soralım sağlaması için, imge dile düş gördürürse eğer, sende küçük bir tanrısın ama, gülümser, şu dört şeyden konuşmayın, Ali, Osman, kader ve yıldızlar, dağ yolundan iniyorum, ah işte bu bir menekşe, onu koparmak olmaz, ondan ayrılmak olmaz, ah menekşe, seni unutmak olmaz, sonra keçi balığı geldi, titan arum yani ceset çiçeği, üç bin yıl önce, Nil'in mavi çamuru üzerine Mısırlı bir çocuğun evcil geyiğinin basmasıyla oluşup, güneşte kuruyan ayak izleri kadar ölümsüzdüler, sıcaktan eriyen caddeler, dorukları hep karlı, Glitterntin tepesinde havalar açıkken doğu yönüne bakıldığında Surprise körfezinin öte yanında bulanık bir gökkuşağı görülür, bunun Rusya olduğu söylenirdi, lahana kelebeği ve çinko arılar, Sabinler'in düğünü gibi şeylerin düşleri içindeydiler,

Milton dedi ki, bir insanı öldüren tanrının betimini, mantık sahibi bir yaratığı öldürür, bir sanat yapıtını yok edense, mantığın kendisini yani tanrıyı öldürür, İsa'nın mesleği, Deştikebir'de geceledik, Ardzıruni kralı Seneker’i gördük, Sargon gibi atının üzerinde duruyordu, üç yıldır havada duran bir martıyla karşılaştık, direkçi Simon bu dedim, gülmekten tümsek düze döndü, kaleden kaleye şahin uçurduk, savaşacaktık, ah ile vah ile ömür geçer mi, Novalis'i gördük, şiir insanın doğal dinidir diyordu, siyah bir aslanın terkisinde gidiyordu, Dişayil adında bir şeyh vardı, sadaka yoksul gerektirir diyordu, bunalıma düştüm o an, Tevrat altın suyudur, kerem denizine giriyorduk, Kazvinli dinsizin öyküsünü dinledik, fırsat bu deyip, içlerinden biri, denize girip saklandı, ah, kaplan öpmüştü, açık havayı tavaf eden plenerist bir ressamla karşılaştık, Hektor'un gölgesi düşüyordu defnelerin arasına, Subarrular’dan geçtik, Lut ve Dolkes yemeklerinden yedik, Adem çubuğu melekler evine konuk olduk, Ebu Hasan Harrakani geldi dediler, lemyezel, yani sonsuz ve ebediymiş, zilzal suresi gibi, ne bilirsin sen dedi, karışık işler peşindesin, Metaoğlu Yunus ve Hocentli Şemsi ailesi için ağlıyordu, Celal-i Verkani'ye şeytan nedir dedim, Kıpti'yi öldürmektir demez mi, güneş, omuzu üzerine düşmüştü, gölgesi yani, değil ışığı, Ebul'ala-i Maarri geldi, Eyyup vücudundan düşen kurdu alır yerine koyardı, vücudunun bir tarafından bakılınca öbür tarafı görünürdü, çöl erkeğinin ayağına bir Muğaylan dikeni saplanmıştı, Bişr kan akıtmadan garipten aldı, Hz. Yusuf'u satın alan firavunun veziri Fotifar'dı, Holifar vardı, İbrahim'in Babil kralı Nemrut tarafından kurulan bir mancınıkla ateşe atıldığı ve büyük bir alanı kaplayan bu ateşin tanrı dilinden gelen ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet yeri ol, emrini duyunca, yerinde gül ve gülistan olmuş ve bir gölün fışkırdığı söylenmişti, Taceddin Pervane zina suçundan hüküm giymiş Sadettin Köpek'in iftirasıyla Angora şehrinde kuşağına kadar toprağa gömülerek taşlanmak suretiyle feci şekilde öldürülmüştü, Sahte Dimitri sokağı, Eros piramitleri olan göğüsler, elinin parmaklarını sayıp duran ve ağaçlarla alay edenler, kalabalık Amritsar acıları diye bir şarkı mırıldanıyordu, Mişnah ve Bikaner'i gezmiştik, Neşedabat sarayına gidiyorduk, Tarabya, şifa verene geri döndük sonra, teyze, amca, hala, gelinim, kuzenim, yeğenim, Tunus'un Halkulvad limanına geldik, Cezayir'in Cicelli'sine, ufak tefek başkaldırmalar oldu, Kanuni, canlı hedeflere çakıltaşı fırlatan cakaluslar döktürmüştü, gezegenin iç kısmında vızıldayarak dolaşan çok küçük karadelik sürüleri vardı, Siyedela'yı zapttettiler, bu kadar t bir yanlışın işareti demezler mi, 1559'da İngiltere ile İspanya arasında Kato Kenberegi anlaşması yapıldı, Avlonya'da Modon limanı vardı, Mavrika sahrasında Aetiyüs'ü bekliyordu Attila, Pencap racası Triloçanpal'ın Ramgana sahilinde yenildiği Gazneliyi sordu, Kabil'in doğusunda Kafiristan var dedi, tarihtir bu, Sultan Berkyaruk, Delhi sultanıymış, Büyük Domestik Kantakuzenos, kuantum alanlarının ürettiği vakum oynaklığı, Babür, Kanhava'da Rana Senka'yı yendi, onuncu gezegen Xena'yı gördük, nükleer enerji faresi ve bitkiler iffetini sordu, dağ hayvanının kaplan renginde olduğunu gördük, gözleri karanlığa öyle alışmıştı ki, gece siyah taşlar üzerindeki kara karıncaları seçiyordu, çölün ucunda siyah bir sanrı belirdi, sanki yüzyıllar süren bir zaman sonra, onun bir atlı olduğunu anlayabildik, küremsi leke bir zaman sonra, dağınık bir damlaya, sonra ikili bir halkaya, sonra minyatüri bir atlıya ve sonra dev bir Arap atı ve cenbiyesi çift ağızlı bir bedeviye dönüştü, dünürüm, neye dönüştü, neye dönüştü, Taiflerden bir peygamber geldi dediler,

gökyüzünde henüz uçan bir pervane belirmemişti, zeytinyağlı kandillerin yerini tutacak Edison gücü yoktu, avluya bağrışarak üç kişi girdi, iki abdal ve biri yarı çıplak yaşlı bir kadın, tüm köy başlarına toplandı, maniler, menkıbeler okuyor, holuzla para topluyorlardı, sonunda biri üstünü başını paralayıp, tırnakla göğsünü parçaladı ve bir destan aktı ağzından, çıplak vücudu kara pıhtılarla doldu, dağın ortasında bir ses duydum, başımı kaldırdım, ben Cebrail'im sen de elçisin dedi, ne tarafa baksam onu görüyordum, iki ayağını ufka koymuş duruyordu, hadımlar ve budunlar, çehreler ve simalar, suratlar ve yüzler, ifrit ve iblis, hiçlikler içinde, Petersburg Finli'siyle yaşadık, yüz tavşandan bir at, bin kuşkudan bir kanıt olmaz dedi İngiliz, Bizon'un koca Babil kafası mıydı bizi şaşırtan deyip öldü, eceli gelmişler gibi birbirimizi ezip dağılıyorduk, birden tanrı içeri girdi, şaşkın, baka kaldık, bitti,

bitmedi, Güvey kandili gibi duruyordu, Baudelaire'i düşündüm ne demişti, 'Semper eadem!' 'Hep aynı!..' Dranas gibi, zaman içinde, zamanı yaşayan, zamanız, Balfur'un uzun Babil kafası mıydı bizi şaşırtan, yinelemeci, Baba Mukaddem’misin reşidem, lahana kelebeği ve çinko arılar, düşünen harfler, kendi ölümüne ağıt yakanlar, en iyi enstelasyon boş bir oda, Chenier başı kesilirken içindekiler size gerekliydi demişti, Topal Halit diyemeden öldü, selülöz tadında, 2b?n2b?=??? 'Olmak ya da olmamak işte bütün sorun bu’nun şifresi, şiir mumdan sandallarla, alev okyanusunu geçmeye benzer ha, Hatice’nin amcası Varaka, İtalya kralı Emmanuela, bir resim sergisinin açılışında, yamaçlarında bir köyün uzandığı vadiye bakmış ve 'bu köyün nüfusu kaç' demiş, dedikodu bu, Hugo evrenin bütün gürültülerini yansıtan almaç gibiyim der, bakın işte buna dikkat edin, mastodontlar varmış, okur, okurun velinimetidir, o ne derse doğrudur, elektronik koyun düşleyeceğiz, metal ciğerimiz olacak, sıkıldığımızda ölecek öldüreceğiz, iki a = iki b diri = ölü, iki b= iki a, ölü = diri, hep sıkılacağız demek ki, ne bekliyorsun, hiçbir şey, hiçbir şey, hiç, (2a = 2b, diri = ölü.), biten bir şeyin üzünç vermeyeni yok gibi, kavga bitti, savaşmayacağız, olmaz şimdi ne yapacağız, bekle, bitirme, zaman geçmiyor, karşı koymak bir çeşit işbirliği sayılabilir, evet, haklısın, virgül işte,



*




SONNOS II

Dağın doruğunda uyuyordum. Yeşil suların içinde yılan düşüyle. Aşil topukları tinin çığlığına vuruyordu. Stoacı bilge ‘harf düşünüyor’ diye bağırıyor, Diyojen, bir avuç drahmi için kimden aldıysan ona ver buyuruyordu. Cinsiyet değiştiriyordu iki yüz, gizençle doyunuyordu ece. Tunç başlıklı kör bir galeride, kargışlanıp duruyordu tümce!.. Başkalaşım içinde kuzey bir nötron, artı yüklü protona dönüşüyor... Köpeksi durur, demir çayırda çini akasya. Tin çiçeğine bakar tün çocuğu, şeytani ışık kül renk gözünde, Megaralı sinik ‘Gökteki kartalın devindiği bu işte ilk tözden beri’ diye haykırıyordu. ‘Arıyorum dudaklarının taşını, boşalıyor yalnızlık şarkısıyla lepralı adam’.

Granit kayalardan ölüs mavi suyu içiyordu. Sessizlik içinde giyiniyordu Selene!.. Corot, cinssiz eceyi soluyor, Sisifus metan denizlerinde koşuyor, Diana, kuzey yelinin gözyaşlarında hıçkırıyordu... Akıyordu bulutlardan nötrinolu yılgınlık. Çağdaşlık papirus dolu çığlık; demiri çiğniyor Hephaistos, basamaklı ada kıvranıyor. Koş Penelope koş diye bağırıyor Hekate, örümceğin dudağından sarkıyor evren. Kunt mavilerle, sarı sara tüller içinde, tüylerini savuruyor Menkalinen...

Abd Yeğuş el Harşi at üstünde ölürken, Pers aşığı doğuşuyor Kerela’da. Samanyolu, ada evren, saltık tanrı sarışıyor birbirine. Akrisios Danae’yi tunçla kapatıyor. Zeus altın yağmurlarıyla kızı gebe bırakıyor... ‘Makine bizi aşağılık işlerden kurtaracak tanrıdır!’ diye haykırıyor Perseus. Şiir tanrısızdır diye çığırıyor Mars!.. Propan gazı soluyor ve ölüyoruz işte... ‘Aşk artık burada oturmuyor.’ Kuşaklar boyu, döl suyu, kara dua ve hınç içinde, kesiyoruz Demokles’in kılıcını, atarcalar arıyoruz karancıl gökte. Yitimsiz zamanlarda gürzler, kalkanlar, helikonlu şarkılarla... Gün doğusunda, güçsüz et, soluk yel, sıvı sızı; Gölgelerin ağzında solurken uykuları; Yaşıyoruz işte kutuplardan kutup, Dor korularında artık!..

Orada fotonlar rüzgarıydık. Tesla’nın tinine tütsüler yakılırdı. Değirmenin terazisi elektron yontusu. Buz dağları plankton geçidinde. Bulutların hızı düşündürüyor. Kasırga kırmızıydı pazar yerinde. Göz yaşları süt olurdu Roksalan’ın. Bizanslı atlı saçlarını onarırdı. Gorgon paraşütüyle inerdi gizemli kaz. Karanlığın peçesi dağıtırdı beyaz eti.
Uyanırdık!
Arakne,
çırpınır
çırpınır
çırpınırdı...




*




SON İÇ ÇEKİŞ


 ‘Tanrı yoktur ve bu açımın tanrısı da Dirac’tır’
 
 
 
Olanları, olmuşu ve olacağı bilen benim. Gıybeti, gaybı ve riyayı gören benim…
 
Metal yorgunu gezegende, çimenler üzerinde, beyaz bir yelkenli gibi süzülüyordu salyangoz. Uzakta, kırmızı gölgeler üzerinde; sonsuz çöl, çıldıran elma ağacı; ve suyu kırıştıran el vardı.
Anılarımız, zümrüdankanın yüreğindeki kuştur.
Sonsuzlukta; dünün saklı olduğu bir kovuk barınıyor.
Büyük göz ağdıkça silikonların kıpırdaştığını görüyorum. Gözlendiğini anlayınca, yapı değiştiren gluonları tanıdım. Gözlerine tanrılar yansımıştı.
Eğer bir sona doğru gidiyorsak, sonsuzluğu geçmişte aramamız gerekmez mi dedim. Sözgelimi; Tanrının tanrısını…
 
Lesbos’ta son doğumu, okyanusların; zamanı yutan ağını, sabanla sürülmüş Eti toprağını gördüm ben.

Ve birden o; yere doğru sarktı… Boyu iki yay uzunluğu kadardı.
Mavi Venüs’ün damladığı sularda bir sessizlik tanrısıydı gördüğüm.
Nekrofil hayvanın bizlere neden güldüğünü çözemiyorum.
Ama gecelerin ardındaki deltoit şeytanı görüyorum.

Onlar, Yakup’un merdiveniyle iniyorlar
Aynada kendini tutabiliyorlar.

İşsizmin yüzyıllar içindeki tek kuram olduğunu söyledim.
Ölüs atlas çiçeğini, kuru incirler gibi kutsal otların arasından gelişlerini, gözyaşlarıyla Havva’ya yükselişlerini ve koruluklardan, kalkan ve alınlığıyla, Styks’ın salınışını görüyorum.
Hoşçakal Oregon diyen kalabalıkları, kovuğunda gizlenen taş hayvanları, altın yeleleriyle aslanları ve iyi yıldızlar size diyen insanları görüyorum.

Gülünç yücelikler içinde oyalanışlar, umarsızlık içinde yüzen kogniteryalar, hadron çarpıştırıcıları ve yeni bir cins yaratılacak diyenler var.

Maddeye nasıl davranıyorsanız, madde de size öyle davranıyor…

Rüyasında robot puma görenleri, ne Muvattali ne ben ve son soluğuyla; kuzeyin kuzeyin de ne var diyenleri görüyorum. Ölü yıldızlar ve kentler, buzevler ve piramitler, tortulaşmış, bembeyaz yüzüyle Sodom’dan gelenleri görüyorum…
 
Uygarlık evcilleşme, modernizm köleleşme dedi. Medyen tarafına yöneldik. Fermilab’ın tevatronu karşıladı bizi. Bozon ikizleri, spekülleme tuhafçıkları, pek şirin tanrıcıklar, önsöyümler,  annemin yuvağından çıkıp, tanrının yuvağına giriyoruz söylemleri, varlayıcı ve işaretçilerdik.
 
Müzik tanrının düşüncesidir dedim. Bir melek ayağını denize sokabilir, bol bol insan eti öpebilirdim dün. Kâbe’yi sel basınca, şavt çekip tavafını yüzerek yapan Zübeyr gibi,
S boyunlu balıkçıllar gibi; sevişirken gözlerimden kan gelir.
Bluzunu aç ve Hürmüz boğazından geçen sincabı gör sevgilim.
 
İşretî gibi, Girit’de miydim, Minos’da mıydım bilmem; taklar ve geçitlerden, fener alayı ve meşalelerden, Cundişabur’a indim. İki rekatta Teb şehrine geçtim. Sardunya’ların, Korsika’ların, orkidelerin kokusunda, bir Sezar tafrasında, esse est percibi, carpe diem sesleri arasında, yedi kapılı Teb’den, üç tapir adımıyla Kaliningrad’a girdim.
 
Sütlerin kardeşliği ve çırpınan güzellikler arasında içeri vardığımda, Kiros silindiri, Asoka fermanları asılıydı duvarda… Tuba’nın dalları arasından uçurumlara bakıyordum, onlar da bana bakıyordu. Sonsuzluğa açılan güllerden; ateş kuyrukları vardı…
 
Ve birden zamanın yüzünü gördüm orada, Merope bulutsusunu, Knidlileri gördüm. Kızıl balıkçılı, Devlerin el kitabı, Şapur’un yasalarını gördüm. Multan’dan trene binenleri, İsis’in kanı, sıcak buz içenleri, açılınca kapanmaz, kapanınca açılmaz Titan kapısını gördüm.
 
Balçığın soluğa dönüştüğü anı, varlık ve yokluğun ikiz kardeşi; ışığı ve karanlığı gördüm. Çin Seddi bitince duvarcılar nereye gider diyenleri, olanaksız bir aşk için kır kedisinin gözlemleri, cennetin yarısını görenleri ve yüzü belirsiz olanları gördüm.
 
Ve yıkıntılar arasında ilâhiyi söyleyen ve gölgeleri gizleyenler arasında; uyumsuzdu karbon kuşağı, erişilmez prokyonlar, distopyalar, plâtin düşlerimiz, kahredici; o bildik atomlar değil miyiz biz diyenleri gördüm. Orada göremediğimi, orada; gördüğümü gördüm.
 
Ve ilk gülümseyişle, son iç çekişi!..


*




KARGIŞ

Hepimiz, görünmeyen kulelere, ejderhalara, denizlere, meleklere, çocuklara, ırmaklara, kulübelere, kadınlara, kuşlara, yıldızlara, şeytanlara, erkeklere, bulutlara, kentlere ve tanrılara düşmanız!..



*




KAYS

Düşler içinde, ufuktan gazaba kapılmış aslana benzer çöl Arapları, toz duman içinde atlılar sökün etti. Bir esire vardı aralarında; Hint Şahbanu'su gibiydi. Vahada, kuru ağaçların yaprağını köklerinden ayırdım, silkeleyip, araladım. Bir sarnıç kapağı belirdi, tunç çerçeveli, kaldırayım derken tozlaşıp, dağılıverdi. Çekinmeden aşağı indim, bir kapı çıktı karşıma, çürük toprak ve kesif bir duman kokusu yayılmıştı. Çürümüş sular, bataklıklar, kırmızı gözleriyle bakan ejderhalar vardı ama, kıpırdamıyorlardı. Uzaklarda, güzellikte eşi benzeri olmayan bir sultan belirdi, yanıma gelerek, kolları ve ayakları canavar gibi uzayan, bir ifritin kapatmasıyım dedi, zifaf gecesinde kaçırdı beni, bu diyara getirdi. Dört bir yanımız çimenlik ve yeşildi.

Aşağıda, kıstakta bir çağlayan gördük, çırılçıplak soyunduk ve yıkandık. Geceyi safirlerle süslü, kuş tüyü bir yatakta geçirdik. İfritin esiresi, kurtar beni diye sanki gözlerimin içine bakıyordu. Ağlayarak, kırmızı kanımı uçan halı gibi ayaklarının altına sereyim, gözümün siyah kadifesini giysi diye vereyim, körpe yanaklarım dilinin amberi olsun, ipek uyluklarım, kar fırtınalarından korusun, ey gece yolcusu, senin yerin göz kapaklarımın, ok kirpiklerimin üzerindedir, yeter ki beni kurtar dedi. Ama duvardaki sülüs yazıya dokununca, dev gibi ifrit yarıktan çıkıverdi. Sandallarım ve baltamı aceleyle alayım derken, ikinizin aşkına meftun olayım, şol leyla ile mecnunu ben de bulayım diyerek bizleri bağışladı. Gözlerle konuşarak, beni anladı.
Sevinçten, birden kendimizi göklerde buluverdik, rüzgârda süzülüyor, buluttan buluta savruluyorduk ki, yeryüzü altımızda, bir su çanağı gibiydi. Bir tuz denizine vardık; Ay çıkanda, ninemin bağında güller kızarır ve yokuşu elim belimde çıkarım diye hoyrat şarkılar söylüyordu biri, ahşap bir ut coşkuyla tınlıyor, garip bir kalabalıkta eşlik ediyordu. Kuşlar hallerinden mutlu, ötüşerek kanat çırpıyorlar, melekler tanrıya şükreder gibi uçuşuyorlardı. Süt beyazı taylarda çayırda dolaşıyordu. Büyüleyici narinlikte, minicik bir çocuk belirdi ortada, öyle güzeldi ki, sağ elim Kaasip'in gözyaşları gibi kurusun diye haykıranı göremedim. Çevremizi nice bağlar alıyor ve altın renkli üzüm salkımları soylu bir Arap prensesinin parmakları gibi parlıyordu. Havadan, kır çiçekleriyle dolu mavi bir tepsi süzülerek yaklaştı ve gümüşi bir aydınlıkla dört bir yanı sardı...
Düşlerin dilinde, uyanmaz uykulara  vardığımızı o zaman anlayabildim. Ve iki cihanın mecnunu, ölümlülerden ölümlü Kays olduğumu ancak bilebildim!..




*



EARTH


Sonsuz karmaşada, geçmişte kalan yılları ararken, geleceği Sibirya’da buluyor, madenlerde göklerin mesihini kucaklıyorduk. Kuiper kuşağının yörüngeleri geçit vermiyor, Vladivostok’ta yıldız konukları ve besin zinciri kırılmaları, koşut acunların sarı göllerini kırbaçlayarak aşıyordu. Dotcom balonu, gama ışını patlamaları ve Baktun 13’ü arayışımız sürüyor ve tüm idelerimiz eşitler arasında eşitliktir ve karanlığın yaratıcısı gözlerimizdir diye göz yaşı döküyordu Valerie!..

Kırmızı solgun deniziyle, umudumuz Haumea’ye varıyor, ak delikler konveks şeyler, kara delikler konkav süsleridir diyorduk. Castle Bravo için yas tutuyor, neyin var olacağını bilmiyor, neyin var olması gerektiğini söyleyemiyorduk ve kurşuni koridorlarda durmaksızın gülümsüyordu Bay Klein.

Mono gölü sanrıları ve ikonlarıyla bize doğru koşuyor, Cumbre Vieja volkaniği ve ilk vikont Canterbury melekleri öyle umarsız ve nepenthesler, ostrakodlar eşliğinde, hidroyitler sanki buz prensesleri gibi süzülüyordu artık.

Einstein ve genel görelilik kuramına ilişkin formülü bağdaştıramıyor, zaman nedir, uzay nedir, son ve başlangıç nedir, bir türlü anlayamıyorduk. Toplam torkun sıfır olmadığı sürece, protein demetleri mavi ışın yayamıyor, defneler beyi, yabani manolyalar ve gülleri histeriyle koklayamıyordu.

Dört duvar arasında kalan ve yaşamı boyunca dışarı çıkamayan bir homini, betiklerde görmediği, hiçbir yerde duymadığı ve tümüyle öznel çıkarımlarla balıkların var olması gerektiğini söyleyebilseydi, ne denli şaşırtıcı olur diyorduk.

Konjugasyon ve ötrofikasyon gecikiyor, yaratılmışlar kahverengi cücelerde toplanıyor, deniz tavşanları, biyolitler, tükenmiş soylar; Jiguan uzay üssü, parafin ve yapay uydular sönüp gidiyordu.

Ve orada; belimizden ağır silahlarımızı çekip, revolverlerimizin horozunu kaldırarak, o gün bu gündür deyip, neşeyle tanrıları öldürüyorduk artık.



*




3. TEKİL KİŞİLİK


Ahi-evreni zehirleyen, o altınsı sarılık, kurt deliklerinden sızıyor işte, orada güneşleniyor som varlık. Kaosun ejderi, Falcon-Dragon kapsülünde, sonsuz yoklukların, yok varlıkları; fulleren molekülü içmekte…

Orada, Ebul İzz, aksiyomatik kanıtlar ve elemanter sistemimizin asal sayılarını elinden kaçırıyor!.. Utarit gezginleri, irrasyonalitelerle, Ulam teoremlerine ağıyor ve püsküren kızıl korlar arasından Eyjafjallajokull diyor ki; ‘Zamanın her anında, birbirinin zıttı iki yerde, birbirinin aynı iki şey var!..’

Cebirsel topoloji haykırıyor, neye yarıyor bunlar, hipotezler, tanıtlar ayakta duruyor!.. Civan perçemi sorularla çoğalıyor ve görüyorlar ki; ‘Yüzü yok Apeiron'un!..’

Nesturi astrolabı, Fields madalyasıyla ödüllendiriliyor, Aeropeum betiği, som-kül rengini açıyor ve gözyaşlarını tutamıyor Bleda!.. Poincare, İndex teoremi, Perelman beraberce bekliyorlar orada ve gülümseyen ellerini öpüyor Duns Scottus, cinsiyetsiz yarı tanrının!..

Çağatay Hanı Tarmaşirin, Hz. Ali'nin bahçelerinde geziyor ve kanında lenfoma yüzdüğünü söylüyor, güneşimiz Aziz Killer, dayanamıyor ve başlatıyor altın çağı!..

Kovuğundan çıkarak diyor ki o; Yüce Yara'dan bana, şu yaşlı Alfonso’ya sormuş olsaydı eğer; Verimlilik geni, kanatlarla gelir, Girit tekerleği, akreditasyonlar, rekonstrüksüyonları, Mikail’e benzetirdim!..

Ölüs yüzüyle bağırıyor Mutasım ve çağlıyor birden; Ey pleurodiralar, döner boyunlu kaplumbağalar! ‘Zamanın her anında, birbirinin zıttı iki yerde, hiç esmeyen iki rüzgâr var!..’

Biliyor musun Morpheus, Milkomeda’da umarsızlık içindeyiz ve soyumuz tehlikede…

Ve yazık ki işte, yıldız adaylarının içinde ağlıyorlar;

Döner boyunlu kaplumbağalar!..




*




ANDROİDLER


‘Androidler, elektronik koyun sever mi?..’

Evimizin ilerisinde yükselen engebeli arazide, sayısız apartman var. Biz oraya karşı mahalle diyoruz. Onları bizden ayıran, yalnızca ortadan geçen yol ve bir iki duvar. Bazı geceler, solgun ışıklar altında, o yakaya bakarken buluyorum kendimi. En uzakta, tepede, diğer apartmanlardan oldukça ayrıksı, gökdelen gibi sivrilmiş, sarı bir bina var. Arada pencerelerde solgun gölgeler duruyor ve geceleyin, tek tük ışıkların yandığı dairelerde, hiç tanımlayamadığım karaltılar dolaşıyor… Oranın, giderek şaşırtıcı bir görünüme büründüğünü anladığımda, sanırım iş işten geçmişti!.. Boş yere hayıflanmışım, geçen gün, haklılığım kanıtlandı.

Uykunun tutmadığı o gece, balkondan durgun şafağı izlerken, birden gözlerim o binaya takıldı; bir hareketlilik vardı!.. Neler oluyor derken, büyük babamdan kalma dürbünle, yapıyı gözetlemeye başladım. Gecenin bu yarısında, belirsiz, ürkünç görüntüler ve sanki androide benzer, yarı insan-yarı hayvan yaratıklar bina içinde koşuşturup duruyordu ve elbette platinsi, metalik bir parıltı yayıyorlardı.

Donup kalmıştım, şaşkınlığımdan zamanı unutmuşum, sonra ne olduysa, -bir an gözlerime inanamadım- bir şey bana doğru koşarak, daha doğrusu dürbünün içinden; dalgalar halinde yayılarak yaklaştı ve acayip bir çınlayışla; Ne yapıyorsun, diye bağırdı!.. Asıl inanılmaz olan şey şu; biri kulaklarımdan sanki yırtarcasına asıldı!..
Ödüm kopmuştu.

O günden sonra, boşluğun gölgelerden oluştuğuna ve meleklerin bulutlarda dolaştığına inanır oldum. Duyduğuma göre, androidlerin gözleri kartal gözü gibi uzaklara odaklanabiliyor ve izlendiklerini anlarlarsa, manyetik biçimde hareket eden uzuvları, elleri, kolları sayesinde, dilediğini yanlarına bile alabiliyorlarmış!.. Şaşırtıcı olansa, şimdilik bana yalnızca bağırmaları ve uyarmış olmalarıymış!..

Aman tanrım, düş mü görüyorum ben!..





*




GOTİK

Anna Karantina, putperest bakışlarıyla; akraba akbaba dedi!.. Duydum dedim. Helen tapınaklarının ötesinde, uçurumun ağzındaydık ve ceset elimizle dokunabileceğimiz kadar yakındı. Ve kurtlar karnında yıldız kümesi gibi parlıyordu!.. Gece karanlığında samanyolunu görüyor, Sirius göz kırpıyor, ölüden metalik renkte, irinli sular akıyordu. Güvercin gurultuları vardı ve eğrelti otlarının arasındaki kızıl sülünün, yanıp sönen göğsünü seçebiliyorduk. Görkünç duygularla tepelere baktık...

Ağır rüzgâr yitik bir ruh gibi inledi, başımıza tüy hafifliğinde bir şey sürtündü ve geçti. Belki iki gün önce penceremizi yoklayan yeşil eldi o!.. İşte yaşlı porsuk ağacının dallarına karakuş yine kondu, karanlıkta, yırtık-siyah bir pelerin gibi kanatlarını açarak, çirkin sesiyle ötüp durdu!..
Cesetin üzerinde dalgalanan otlarla uyuması; zamanı unutup, yaşamı bağışlıyor olması, belki de ölümün güzel olabileceğini duyumsattı bize… Uzakta ki gölde, ay ışığında pulları parıldayan balıklar vardı. Gecenin yarısında baykuş sesleri duyuluyor ve içlerinden biri, gözalıcı, ürkünç gözlerle bana bakıyordu!.. Dağın altından sapkın tacirlerle, bir Nubyeli köle, atlarıyla geçip gitti. Kaknus tüyünden sorguçlarıyla kara dağlılar ve çağının barbarı Romalılar tepelerde otağ kurmuştu.

Aşağılarda bir vadiden geçiyorduk ve kuru bir ağaç çiçek açmıştı. İçimizden biri ona dokundu ve birden eli kurudu. Presbiteryen ve Borgesyen bir gecede ağular içiyorduk. Şangırdayan camlar ve raflardan düşen fincanlar arasında sofrayı; tazı eti ve kaz ciğeri süslüyordu. Ve ta arka sıralarda nara atan bir satrap, ilahilerle ecesini kurban ediyordu. Samaris kızları inleyerek yas tutuyor, Sabinler gözlerini oyuyor ve vahşi parıltılarla, billurlar saçıyorlardı…

Ceset kıpırdadı!.. Ağzından su tanrılarının izniyle, kara bir pıhtı fışkırdı, onu bir kaseye dolduran Satürnlü coşkuyla içerken, barbar dalgalarıyla bir ortaçağ denizi güldü. Deniz maviydi ve üzerinde kral yürüyordu, son iç çekiş töreni yaklaşırken, uzun yeşil sakallarıyla Tritonlar, şeytan minarelerini hınçla öttürüyorlardı. Şakayıklar kayalara tutunmuş, sülüneler yürümüş, mercanlar ve balinalardan buzlar sarkıyor, azgın deniz; yüzgeçleri, saçakları, köpüklü-mavi pençeleriyle, dev bir canavar gibi yaratıklarını arıyordu. Kalyonların omurgasına istiridyeler, bin bir çeşit canlılar yapışmıştı. Deniz atlarının yelesi dalgalanıyordu ve kısrak bacaklı Sibanlar bizi kucaklıyordu. Çıldırmış ya da zehirli bir ot yemiştik sanırım…

Ceset sırtını rüzgâra verip sağ tarafına döndü. Organları fırlıyor, yüreği çarpıyordu. Bunu gören faunuslar ormanın içlerinden, vahşi naralarla geliyordu ki, kaçıştık. En öndeki canavar bir elinde baldıran demeti tutuyor ve diğer eliyle bir androidi sıkıyordu, androit eğilmiş onun iri butlarını kemiriyordu... Lükres üzülme, havanda kurbağa döver, sulu sepken çorba yapar, ölü eliyle karıştırır, sende içersin dedi. Bir cadı yaklaştı ve kocaman ayı bahçeye indirerek, ölümümü gösterdi ve at kuyruğuyla, ağları çeken balıkçıya da acımasızca vurdu. Gagasında çiçek sürgünleri, mor renkli bir kuş çığlık atarak yuvasına döndü, eşindi ve yine birden göğe yükselerek, kum tepeleri üzerinde daireler çizdi. Bir yabani; gece oraya git, gürgen ağacının altında dur ve siyah bir tazı sana doğru koşarsa, ona söğüt dalıyla vur, baykuş konarsa eğilerek kaç ve kömürlerin üzerinde bir mine çiçeği yak, duman kıvrımlarının arasından bak, beni göremez ve önüne ejderha çıkacak olursa sayısız kere ulu dedi…

Geceleyin yarasalar geldi ve pöf diye sesler çıkararak dallara kondular, koruya doğru koşarak ıslıklar çaldım, gümüş koşumlu, küçücük bir İspanyol atı defnelerin arasından gelerek durakladı ve bir adam eyerinin üstüne sıçradı, bana baktılar ve at erguvan ağacının dallarından doğru uçtu gitti. Kukuletasıyla bir Moğol, kumların üzerinde hayali bir Yunan heykeli gibi doğruldu ve gümüş harfli ayetlerini meleklerin süslediği Furkan koltuğumun altında, Stratonike’ye vardım. Halk arı oğulu gibi üstüme saldırdı, bir kuş kanadını değdirerek suyu güldürdü. Yaşlı cadının, kral yakutuyla, Girit lalesi, kızıl engerekle, mine saplı kaması sıçrayarak karşımda durdu... Bir adam yaklaştı, sesi flütü andırıyordu ve sanki bir uçurumdan geliyordu. Ürktüm, Sabinler borularını öttürdükçe, küçük denizkızları onlara yaklaşıyor ve kanlı dudaklarından hırsla öpüyorlardı.

Yedinci gün Tatarlar ülkesinde bir tepeye geldik, ceset yanımdaydı ve uyuyordu. Öğleyin ufuktan irinli bir toz bulutu yükseldi, bunu gören leventler, sipahiler ve gencecik cengâverler renkli yaylarını gererek, atları kamçılayıp, dörtnala ilerlediler. Kadınlar çığlık çığlığa sağa sola kaçıştı, tahta arabaların yanındaki, keçe perdelerin ardına saklandılar. Bulut üstlerine gerildi, bir mağaradan üç çakal çıktı, burunlarını havaya dikerek çevreyi kokladılar ve kıvrılarak kendi içlerine doğru gömülünce, güneş tüm kızıllığıyla ortaya çıktı. İki sansarla, bir sırtlan bunu gördü. Ay yükseldi ve ateş yaktık. Bir tüccar kafilesi ateşin çevresinde meseller anlatıyordu. Sırtladığı cesedi, su deposunun yanında, ağaçlık tepenin ardındaki, bağ evine bıraktığını söyledi biri. Domuzlar kazıklara bağlanmıştı. Tan ağarınca yola çıktık, tüyleri saman renginde bir tek hörgüçlüye binmiştim, eli mızraklı bir ulak önümde yürüyordu. Ayı lanetleyenlerin ülkesine vardık. Yarı kartal yarı aslan Grifonları, geniş kalçalarıyla kutsal gergedanları, renk denizinin içinden fırlayan devasa tavusları gördük.

Piramitten çıkıyordum ki ceset yanıma geldi. Çığ düşmesin diye soluğumuzu tuttuk, gözümüze tül bağladık. Davul sesleri arasında, ağaç kovuklarından oklar yağıyordu. Yılanların burçlarına varınca, pirinç kaselerden süt dağıttık onlara, sallar üstünde ırmağı geçtik, Hydralar üstümüze saldırdılar, aslanlarımız bile titriyordu. Kaplandan doğduğunu savlayan Şunoklar, Bizans renginde Laktroitler, ölüleri ağaç tepelerine bırakan Auranteler, timsahlara yeşil camdan küpeler veren Krimniler, köpek suratlı Kharonlar, ayakları at ayağı olan ve attan hızlı Sibanlar’la çarpıştık, tam yüz adamımızı boğazladılar ve gırtlaklarında kızıl zambaklar açtığını gördük. Kafile bozuldu ve kaçmamız için beni çekiştirince, taşların altından boynuzlu bir yılan çıkardım, beni ısırdı ve bir şey olmadığını görüp, delicesine hücum ettiler. Zamanın beşinde İllel kentine geldik, hava bunaltıcıydı ve ay akrepten çıkıyordu.

Ağaçlardan Hindistan cevizi topladık, coşkulu lağımlardan içtik, nakışlı, dev çıyanlarla uykuya daldık. Tan ağardı, kent kapısını çaldık. Kapı kara tunçtandı, deniz ejderi oyulmuştu kanatlarına, nöbetçiye Suriye ülkesinden geldiğimizi söyledik. Bir kaçımızı kestiler ve öğleye dek bekleyin dediler. İçeri alındık, akın akın insanlar bizi görmeye geliyordu, bir deniz borazanıyla haber salındı. Zenciler desenli kumaş balyaları çözdüler, cesedi kumaşa sardılar ve düşe sığmaz işkencelerle yardan aşağı attılar. Aşağıda Tsor'un dev sürüngenleri vardı. Sidon'dan mavi duvar halıları, kehribar kupalar, tuhaf çanaklar vardı. Kentin kadınları evlerin çatısından onlara bakıyordu. Birinin yüzünü görünmez bir canavar süslüyordu, rahipler, soylular, sanatkârlar ve köleler toplandı. Sari giysili Sihler arkalardan süzülüyor, siyah mermer döşemenin üzerinde; tanrıların yaşadığı kızıl sarmaşıklar, güllerle dolu evler arasından dev sansarlar yükseliyordu. Boğalarla, Anka kuşu kabartmaları vardı duvarda, dilsiz güvercinler uçuyordu, içi kanla dolu havuzun önünden geçerken, süngere benzeyen bir rahip yanımda durdu. Onu cesedin kendisi sanıyordum. Sahanlığa varınca tanrıyı görmek istediğimi söyledim. Tanrı avlanıyor dediler. Hangi ormanda onunla at koşturayım dedim. Eliyle yumuşak püsküllerini taradı. Parçalanmış bir oğlan etiyle beslenen putu gördüm, tanrı bu mu dedim, bu dedi. Kan dizlerine damlıyordu, bana tanrıyı göster, yoksa seni öldürürüm dedim. Bağırarak yüreğime dokununca, birden canım çekildi. Yalvardım. Üfleyerek canımı geri verdi. Tanrıyı göster diye fısıldadım, eliyle gözlerimi kapattı, kör oldum, gene yalvardım, soluğu yel gibi geçti üstümden, tanrı bu dedim.

Gözümü açtım ve bir ayna gösterdi, tanrı işte bu dedi. Piramittendi. Güneye döndüm. Tapınakları geçip, yedi kapılı Teb'e doğru gidiyordum. Bedeviler ve dağlardan inenleri görünce kişneyen Tekboynuz’lu duruyordu kapıda... Meleklere, Mekke'ye üzerine gümüş harflerle Cebrail tarafından Kuran’ın işlendiği, yeşil peçeli kente ulaşmam gerektiğini söyledim. İçeri aldılar, kelebekler yüzüme hücum etti. Sokaklarda pars tırnağı, kolyeler, zümrüt küpe, halka satanlar ve afyon içenler vardı. Harem ağaları azman gibiydi ve bedenleri yürürken dalgalanıyordu. Sarı göz kapaklarının altından cesedi süzenler vardı. Kör bir imparator aslan postu sedirde oturuyordu. Kolunda bir doğan duruyordu. Arkasında sarıklı bir zenci vardı, bileğinde yılan dövmesiyle bizi gözetliyordu. Şehrazat işareti verince zenci palasıyla saldırdı, kılıma bile zarar vermeden içimden geçti pala, dişleri birbirine çarpmaya başladı, silah dolabından bir mızrak fırlattı, mızrağı iki parçaya ayırdım, ardından bir ok attı, elimle havada yakaladım. Kral, bu utancı birilerine anlatır korkusuyla, hançeriyle kölenin boğazının tadına baktı, gözümün önünde bir solucan gibi kıvrandı köle, göğsünden yılanlar püskürdü, genç kral sen doğudan gelen yalvaçsın dedi, sustum, parmağındaki küçük bir yüzük karşılığında olanları unutacağımı söyledim. Anlaştık. Arpa ekmeği ve kişniş tohumlarıyla dolu sofraya oturduk, tütsüler yükseliyor, kokudan çıldırıyorduk.

Samaris'den gelen rakkaseler önümde kıvranıyordu. Göğüs kafesinden organları görünen bir makak sedirlere tünedi. Gözleri sürmeli, saçlarında kanaryalar öten sakiler gelip geçti. Ulaşılmaz zevk vadisinde dolanıyorduk. Açlığı ve vebayı tanıdık, kara bir yıldız peyda oldu. Tritonların borusu ortalığı çınlattığında, diyakozlar gelip kralın tacını çıkardılar, sarı denize doğru yürüdük. Ormanın cinleri yanıma geldi. Yaprak aralarından bakan, minik, parlak gözlü yaratıklardı. Hep birlikte bölünüyor ve çoğalıyorduk. Bir ada olduk, hepimiz mutluluk ve zevk içinde altın denize doğru yürüdük. Zamanın ölümü başlayacak dediler, tanrıları neşeyle öldürüyorduk, kıvılcım gibi dağılıyorlardı. Sonunda uyanmayı başardım. Bir mezarın içinde yapayalnızdım. Sağ omuzum ağrıyordu, ceset gülerek koluma yapıştı, kucaklaştık, tanrı nerede diye sordum, birden yok oldu. Çaresiz sırtımı döndüm ve uyudum.



*




GÖRECELİLİK

İnsan oğlu, kızı öyle güçlü, öyle modern çağlara ulaşmış ki, erişilmez denilen yıldızlara varmış, us dışı bambaşka gezegenler görmüş ve oradaki üstün, tanımlanamaz canlıları, düşe sığmaz yaratıkları yenilgiye uğratarak, yurtluklarına el koyup, yeni kolhozlar, koloniler edinerek, gözde madenleri işleyip, fotonsu, sanalitik hızlarda, ilkinsil ve de artık korkunç güçlerle berkiyip, düşlerden aşkın, sonsuzluk ardılı ve tanrıların da ötesinde bir yaşam biçimi geliştirmiş.

Böylelikle, kuşatarak ele geçirdikleri yeni gezegenler ve kozmolojik yuvalarda, kolaylıkla çoğalabilen, yapıları arı mineraller ve besin değeri yüksek jellerle dolu canlıları kurban ederek, hedonizmlerine, sadizmlerine, yeni çeşniler, egzotik tadlar ekleyip, yüzyıllar yılı, bıkıp usanmasız, ezgilerle, naralarla, alaylarla, ilâhi bedenlerinin gereksinimlerini gidermeyi başarmışlar…

Sonra zamanlar geçmiş; yıldızlar yollarını yinelemişler ve tadılmamış günahların eşliğinde, vahşet ve kanla süslü altarlardaki gösterilerini, taklarla, defnelerle, taçlarla süsleyerek, geçip giden çağlara ağıtlar yakmış, destanlar var etmiş ve geleneklerini sürdürüp, törelerini koruyarak, yaşamlarında yeni maceralara, olumlara ve daha da ötelere, hançerenin ta köklerine, evrenler dışı, sonsuzluğun da sonsuzluğuna yelken açarak, zamanlar ötesi yolculuklarını sürdürüp gitmişler.

Ama birde Himalayalar’ın gölgesinde yaşayan bir dağ keçisi varmış, doğumundan bu yana bin bir renkli otlarla beslenir, çayırlarla dolu uçsuz bucaksızlığın, yeşil denizlerinde yatar, karların, buzulların arıttığı kaynaklardan içer, geceleri ateş böcekleriyle görklü gökyüzüne dalar, renkcil zambaklar, sümbüllerle süslü, çıldırtıcı seslerle yüklü, yüceler yücesi yamaçlarda, kokusul, şol bayırlarda dolanırmış.

Ayların yükseldiği ve baharın kaynaşıp, çiçeklerin oynaştığı üreme döngülerinde mutlulukla çiftleşir, klânın yeni doğmuş, minicik üyeleriyle gezinir, kayalardan seker, çiçeklerden böceklere, oradan ağaçlara, dallara, elden ele, koldan kola, binbir çeşit kuşlara, dilin dönmediği varlıklara, çınlayışlara dalarak, güneşin ve gecenin doğumlarında, bulutların ve yağmurun gizeminde, sis ve pus, kırağı ve kar, ormanla rüzgâr ve göklerin masalsı aylasının altında, hişt hiştler arasında, meleksi, düşten güzel yaratıklarla yaşar gidermiş.

Gün gelmiş, bu yamaçlardan yamaca uçan dağ keçisi, yeryüzü güzelliklerinin doyumuna ermiş, tanrısal bağışların sonuna varmış ve kadife gibi yayılan, ışıltıyla dökülen ve kuzeyin kuğusunun, prenseslere fısıldadığı masallar gibi dağılan karın altında, rüzgârın savurduğu tozanlar, tüycükler ve uykulu bedenleri esriten gülücükler; inciler, gözalıcı sürmeliklerle dolu, göz gözü görmez uğultu ve uçsuz bucaksız beyazlıklarda; us oyunlarıyla süslü, iremlerin serpildiği, nice sevdaların boyun eğdiği, yaratılmışların bilemeyeceği, düşlerine giremeyeceği, ölüm ve yaşam sarmalında gizlerin döküldüğü, bitimsiz geçmişle, varılmasız geleceğin bağışlandığı, her şey ve hiç bir şeyin birlikteliğinde, dile gelmez olanla, tin ve tün ötesinin muştulandığı düşler arasında, pericil uykulara dalarak; ululuk ve bilinmezliğin kollarına, piramidin ta yüreğine; sonsuzun ve unutuşun uyumuyla, hiçliğin o herşeyden güzel, uçsuz bucaksız uçurumuna benliğini açarak yitip gitmiş…

Şimdi, bitimsiz bir yolculukta, yeni yurtluklara ulaşan ve evrenle; tanrısallığın da ötesine kavuşan bir insan mı olmalıydım, yoksa Himalaya eteklerinde, göz alabildiğine uzanan karlar ve yıldızlarla dolu gecelerde, çiçeklerin böceklerin arasında, güneşin altın renkli ışıltıları içinde; soruların sorusuna kavuşarak, gizemlerin gizemine ererek mi yaşamalıydım?..



*



LEDA

Değirmenleri geçip ırmak kıyısına vardığımızda, esen rüzgârda eğreltiler yatışıyordu, birden kuşlar havalandı, sonra yukarıya doğru tırmanmaya başladık. Çalılıkların arasından keçi yolunu izleyerek, öğle üzeri düzlüğe varabildik. İşte Taygetos tepesindeyiz! Leda, sabah ki ölü kumrular yüzünden hâlâ ağlıyor mudur...
Çayırda ne denli oyalandık bilmiyorum, güneş battığında uyuyakalmışız, sonra çamlara yaslanarak karanlığın çökmesini bekledik...
Uzaklardan ay yükseldi ve gölgeler insansı, tuhaf hayaletlere dönüşünce; Leda yumurta biçemli yuvasından çıkarak, karanlığın içlerine doğru süzüldü ve az sonrada üzerimizden kanatlarını açarak uçtu gitti. Ateş böcekleri fısıldaşıyor ve gecenin çığlıkları garip iniltilere dönüşerek, korulardan, sazlıklara, oradan da tüm ovaya yayılıyordu.
Durgun gölde, suların içinden gürültüyle bir nympha yükseldi ve pırıltılı geceyi aydınlatınca, tanrılar birbirine ‘Bakın, bakın ırmak perisi!’ diye bağrıştılar.
İao, Oai!.
***
Leda, düşünde ince kumun üzerinde kederli ayak izleri ve kayalıklarda can çekişen balık türleri görüyordu. Tüyleri mavi kuyruklu cadılar, menadlarla sevişiyor ve boynuzlu satirin omuzunda kırlangıç cıvıltılarıyla dolu, minik bir yıldız parlıyordu ve onun içinden başka yıldızcıklar fırlıyor, havalarda uçuşup, saçlarda, gözlerde, dudaklarda süzülerek, sülüs harelerle yitip gidiyordu…
(Cadı, bir Attika sevicisiydi ve kabul edelim ki şiirde bir tanrıdır ve bizleri o yaratır diyordu. Kızıl tuğ, püskül ve elektral saçıntıyla, amfibik hayvancıklar, biçem ve düşünce, ses ve sessizlik bir aradaydı. Kurnaz yalancılar, dinsel görümün duyarlı dokunaçları, inancılığın (fideizm) yönlendirmesini hor görme, kurgul us, pedantry (bilgiçlik), resim ve müzik, modern bir inak olan bilim, estetik çilecilik; ‘Yaşam parmaklarımızın arasındaki kuma, saatlerde usumuzdan uçup giden dumana dönüşürler’ deyisi, jonglörler sitesi, madrigal ve epik şiir parçaları vardı. Ve gecenin derin musikisi, deniz dalgaları gibi silsilelerle, kulaktan kulağa yayılıyordu.
Arkadaşlarımızdan Hypparkos, güzellik ve estetikle, şiir düşüncesini evrenden aldığınızda geriye başıboşluk ve kuru bir hiçlik kalır dedi ve gelenek dediğimiz evrensel kalıntının epifanyası (ortaya çıkışı), mitik geometri, uzak çağların gizil güneşi polaris, kozmik eğretileme, modernlik ki eleştirinin yaygınlaşmasıdır, ozansı kibir, atomik soykırım, öykü; tarih, şiirse tarihte bir kahramandır deyisi ve suyu kurbağalar içer biçemindeki, Frengistan yakarısı, İran denizi, tayfın diğer ucu, her duyumun gerçekleşeceği bir zaman, her zamanın gerçekleşeceği bir duyum vardır saçmalığı, yeşil gözlü ağaçlar, Meryem’in yüklüyken yaslandığı hurma dalı, sınıflı toplumların yazgısı ölmemek için öldürmektir lafolojisi, peri Perikles, Yannopulos’un kısrağını Salamis denizine sürüp canına kıyışı gibi sözler yineliyordu.
Peki dedim, radiyal-lahu anhüma’mıydı kötülük yapmak isteyip de isterinden dönene tam bir sevap yazılması ve şu ki, iyi bir şey düşünmekte gerçekten iyilik değil midir...
Basra valisi, Minerva’nın baykuşu, şiir kendini unutmakla başlar deyişi, Babür bahçesi, Meymüne ki annemiz, bir gün tefsir, bir gün siyer ve megazi, bir gün güzyazın, bir başka gün Arapların meşhur savaşları Eyyamül-arap okuyuşumuzda mı, bizlere bu kadar uzak olmalıydı, diye sürdürdüm!..
Ve Ladino diliyle mezmur söyler, Ferrara Tevratı’nı elan hatmeder, Marranolar ülkesine gider, Hindustani’yle ilgilenir ve Zanzibar’a varırdık ki her dil dilimiz, her belâgat rehberimizdi!..)
***
Tan alacasında, sabaha yakın bir başka ırmak perisinin çayırlardan doğru, sudan yükseldiğini görüverdik!.. Aman tanrım nasıl bir büyü; Venüs işte bu!.. Saçları, filizlenen ışıltıda siyahîden sarıya, gazelden erguvaniye dönüşürken, kirpiklerden süzülen damlalar, gözlerinin akında ince çizgilerle, ışıltılara dönüşüyor ve sanki gözkapağı, inanılmaz hızlarda kırpışarak elmas parıltılarıyla dolu, rengistani harelere yol açıyordu.
Saçları beline dek uzanıyor, zümrüt yosunların, kuru yaprakların ve altın sarısı kumların sarıştığı aylalarla, sonsuzca bir güzellik yaratıyordu ki, işte düşlerden de güzel ve onlar gibide büyüleyiciydi!..
Helios diye bağırınca ışık yukarıda durdu ve onu geri çağırdı ve o geri döndü ve işte sevgisi de böylesine güçlüydü...
Sağrıları ay gibiydi, karanlık gökte bir sunak, bir tahtırevan gibi parlıyordu. Göğüsleri tepede, ay ışığıyla yıkanmış manolyalar, beli incecik ve kışkırtılmış defnenin, uzak deniz sonelerini içinde taşıyor gibiydi. Gözleri alevlerle yanıyor, duvağından minicik yalazlar, kıvılcımlar saçarak ortalığı aydınlatıyordu.
Bronz çağının arabaları geçiyor, metalik kişneyişler, naralarla atlar, uçurumlardan dörtnala uçarak gözden uzaklaşıyorlardı. Mekke şerifiyle, Asur amirali, Cezayir dayısıyla, Brötanya kontu hepsi oradaydı ve yukarıda Eltanin ki yeni güneşimiz; tanrısal, tüm yakıcılığıyla, kristaller gibi parlayarak, göklerden doğru yükseliyordu...
Su perisi yanımıza yaklaşıyor, görkül, dev adımlarla bir bereket tanrıçasına dönüşüyor, onun gölgesine sığınan yoksulları tek tek öpüyor ve saçları arasında, vulvasının orasında burasında, koltuk altlarında yaşayan bambaşka acunlar ve canlılar dünyasının olduğunu şaşarak görüyor, hatta omuzunun üzerinde nedensizce kaçışan yüzlerce ceylan, sincap, gelincik ve balıklarla dolu yaratıklar uçurumlardan kayar gibi, birer birer aşağıya düşüyor, biz de çayırların içinde, menekşeler, sümbüller, laleler arasında onları arıyor ama bir şeycikler bulamıyorduk…

Düşler içinde, düş görüyorduk!..




*



DOĞUŞ

Garip bir selintinin, devintisi içinde sürüklenen, kimi tansıklı açıngılar, düşlemleri olanı doyurmaz. Ürkül uzamda, bir kasınç içinde gelen ve düşünsel olanın izleği üzerinde durakoyan insanoğlu; aynaşık ve bakışımsıl ortamla, sayrımsı ve belgit olanı, karasıl ve durağan olanın kayağanlığıyla özdeşler.
İnsan cılızdır, bunun gibi üzücül durumlarda, bir ürküşüm ve gerim içinde, kendi adını ünleyen ve gehennavi bir bekleyim sanısıyla, tek tip düzlem içinde bulunmayı sevecek olan organizma,zamanın dışında, iyicil, umulası hiç bir sonuç elde edemez. Tan esiminin kızıl çakıntısında, şiddet çizgilerinin büküntüsü kayşar ve büyük bir istençle gök dürülür ve bulutlar çözümsüzlük içinde bürgülenir. Kırçıllaşmış pöstekide, soluğun ve tozun cirit attığı anaç yüzyıllar, gelecekte ki anılarımıza dönüşecek terminlerle kolkola,yumuşak iniş yaparlar. Derişik ve kayağan bir irintide, gezegenin leylâk büklümlerini bir burgu gibi delen yürek, kendi kanının kapsantısı içinde köpürüp, sürüklenerek gelir ve bizcileyin çığlık atan ayırtkan sığır sürülerinin kasçıl boynuzları üzerinde tiksinçle durur.
İnsan doğmuştur...



*



TARİH

Metafizik bir sorguyla tozun içinde, kafalar yuvarlanıyordu!.. Betimde; Osmanlı hidivleri, Kıpti patrikler ve sufî kadınlar vardı. Geometrinin bitimsiz estetinde, tinin tinselliğinde, Miken parası gibi buruşuk, sarı ve solgundular. Sıfırın altındaki bir zamanda; 'dokuz' diye bağırmak istiyorlar, ama gırtlaklarından ancak 'tokuz!' sesi çıkarabiliyorlardı. Yine de senkronizeydiler. Bulutsuz bir Flaman göğünde, baktığı şeyden kaçmaya çalışan melek, onlara yardımda bulunmak istiyor, Demir Atlar Ülkesi'ne vardıklarındaysa, bir yalvaç önlerini keserek; 'Burada hiç bir şey yokken aşk vardı ve her şey yok olduğunda gene aşk olacaktır' diyordu. Ürkütücü ıssızlıkta, evcil hayvanlara dönüşen yarasalar, kör kelebeklerle, iki ayaklıların sevişmelerine tanık oluyorlardı.
'Bakır arılar, çinko yılanlar ve iblisin iğrenç kuşları'sütleğene övgü diye bağırıyor, atlı tatarların sırtına binmişler, Zinderud ırmağının kartalı gibi suya inmişler, erklerin tek karşıtı, gündüzün terörüdür diye çığırıyorlardı!..
Akreplerin kokular süründüğü, zigguratları gölgelerin bürüdüğü bir zamandı!.. Epiktetos dehşetle önerince, usuna düşen herkese parola soran azatlı köle; Roma avlularında ki -boynu vurulacak!- ölüm cezasından kurtulacaktı.
Demir pabuçlu hayaletler dolaşıyordu... Elen ruhlu stoacı, bir galeri dibinde bana yaklaştı ve Einstein eşittir, Marx çarpı; Camus üzeri Camus diye bağırdı! Puhu kuşundan bir mesih gözlerimi gagalıyordu. Kenter biçemle, ey kaplanlar; biz ak bulutlara kandık, ak toynaklara inandık dediğimde, suları bol Tarnak ırmağını geçen Bukefalos, canhıraş bir sesle Kandehar'a vardık diye haykırdı ve keçi şarkılarıyla birlikte, körpe kapılardan geçip, ün, şan ve fener alaylarının içinde; sessizliğin sesinde, yüzyıllar ve yüzyıllar süren uykumuzdan uyandık!..



*



ARAF

(...Darius karılarını ve çocuklarını bırakıp Baktria'ya kaçtı. Karanlık gökte Mars parıldadı!.. Kanatlı bir atın gölgesi düştü, defne dolu avluya!..)
Düş içindeydik! Bir Moğol şehzadesiyle, irem bağlarında geziniyorduk. Ilık bir hava vardı, dumanlı güllerden göz gözü görmüyor, sandal ayaklarımızla sümbüllere basmamak için, yavaşça yürüyorduk.
Tatarların hakanıyla, Cezayir dayısının gönderdiği birkaç kişi daha katıldı aramıza... Güllerin başucunda; kırmızı ahşap uduyla kör bir adam, suzinaklar, semailer çalıyordu. Dillerin dili denilen Meghalayam dilinde, 'Emel Denizine Sürükleniyorum' adlı bir şarkı söylüyordu, mavi gözlü cariye... Mora püreni yiyenlerimiz, kevser şarabı içenlerimiz vardı. Andra Pradeş kalesini, Delhi surlarını gösterip, tavşanların savaşını canlandıran bir sihirbaz, alkışlar alıyordu.
Sularına balığını geri verdiğimiz Teselya ırmağında, onmaz gözyaşlarına boğuluyorduk. Suyun gövdesini ikiye ayıran Yezidîler yine cenkleşiyordu. Yıldız biçeminde bir üçgenin içinden, cenbiyesi sayısız gırtlağın tadına bakmış, bir adam fırladı birden. Kim o dedik, anda Merv reislerinden Haris Abdurrahman'dır dediler. Sustuk. Atlas'ın yüküyle berkli, Devâmend Emiri, Ebu Bekir El Şıblî yanımıza geldi. Hüseyin Şirokko şehit oldu mu dedik... Yâ dedi!.. O an Malik'in gözbebekleri toprağa düştü.
Gökler denizinde sallanıyorduk. 'Sahalin Toprakları' uzaklardan gözüktü. Kürekçilerimiz, Araplar ve Basra'da yetişmiş Pers leventleriydi. Deniz durulduğunda, güverte şenlenir, sezarımız Karakalla ufka bakar, zambak gözlü hünsalarla, ilâhi gövdesinin gereksinimini dindirir ve çılgınca avunurdu.
İrem bağlarına yolu düşenin, rüyası buydu!..



*




DARP’IMESEL

Çok eski zamanlarda, Isfahan'da ya da Semerkant'ta tacir idim. Mehdi'nin işini bozarak, oyun oynayacak dedikleri Deccal'in
-imansız köpek!- nedendir bilinmez Delhi surları önünde, yakalanıp öldürüldüğüne ilişkin söylentinin, ayyuka çıktığı bir zamandı.

Dendiğine göre ceset yakılmaya çalışılmış ama tutuşmamış, parçalara ayrılmaya çalışılmış ama bölünmemiş ve ancak bir Fergana atının kuyruğuna bağlanarak, kümbetleriyle meşhur, serdar şehri Bikaner'e dek şehir şehir gezdirilmiş ve sonunda lime lime dağılarak ancak atın kuyruğuna bağlı ip bulunabilmiş. Ve mevtada böylelikle artık cinlere, hecinlere karışmış idi...

Bilirsiniz ki dostlarım, Hinoğlu hin Hintliler için, Cin oğlu cin de Çinliler için söylenmiş idi. Arap tüccarlar kervanlarla Çin'e, Hindistan’a gelir ve dönüşte akar ya da kâr getiren olayların menşei sorulunca, mesleki sır dürtüsüyle Cinler (Çinliler) bilir ya da sırrı şeytanın üzerine yıkmak için, Hin oğlu hin yapmıştır diyerek, bazı kurnazlıkları ve sır ehli meşguliyetlerini bu kavimlerin üzerine atarak kurtulurlar idi. Hatta içlerinden birinin, Hilkat çeşmesinden su içerek; 'Adem ki, Havva'yı doğurdu; öyleyse o da bir dişiydi' dediği söylenmiştir.

Sonra bir zamanlar, nasıl olduysa, yeşil Vermion dağının eteklerindeki Veriya'ya gelmiş idik. Yabani davar güderek, Danca, Romence konuşan dağ köylüleriyle konuşur idik. Yol kenarlarındaki bağlarda, üzüm salkımlarının, atların kaldırdığı tozlarla olgunlaştığını ve surların ve şehirlerin bu toz bulutu içinde silinip, helak olduklarını görür idik. Mehesti'ye aşık Hayyam'la da oralarda tanışmış idik. Bir karavelaya binip Hürmüz'e geçmiş, arı dalağı tilaveti ve yeşil gözlü cariyenin elinden, çöl hurması yiyerek avunmuş idik. Yont kuşunun ötüşü ve Şehrazat'ın daussılaya bakan cumbasının üzerinde ötüşen kumruların, yürek yakan sızılarıyla kavrulmuş idik…

Toprak sıçanı yiyenler, çıfıt çarşılarını gezenler ve sokak içlerinde doğum yapıp, öğürüp böğürenler de var idi. Sanki Kabil Nod ellerine gelmiş, Hanoh doğmuştu. Ve o hünsa, Neptün’de zambaklar koklar iken, Merkür'de uyuyordum ipek sariyelerle diye şarkılar söyler idi...

Su nilüferinin üzerinde Buda’yı gördüm. Kısa Pepen ve haberci tanrı Hermesciğim diye boynuma sarılanlar var idi. Sığırın ve tahılın ruhu, güneş okyanusları, kalem erbabı Nehemya ve tanrı Lahar’da yanımızda idi. Kemikten omurgalar bir 'Balzac Evreni' çiziyordu tepelerde, şol gülüşlerle sevişir idik...

Azrailin gözleri ateş donunda idi. Kuşun büyülü şakıyışı ve ozansı dilbazlığı tanrı kutsal ışıklara dönüştürüyor ve bu sesi ancak iyi kalpliler duyabiliyor diyenleri görür idik.

...

Ey kul, unutuş ki bağışlayıştır!.. O ki sana, ömür saatinde, saadetin ebedi, dillerin bereketli, arz-ı hallerin de katre katre zişân olsun buyurur ve o ateş ormanları içinde, erguvani yangınlar üzerinde oturur!..

Dönüşü olmayan yol yok!..
Ölüyor ve hiçlikler içinde
Her şey oluyorsun.
Hayy-ı lâ yemut.
Ölmeyene and olsun!..




*



DÜŞ / ÜŞ

Yaz günü, vantilatörün vızıltısından başka bir ses yoktu. Kitap okuyordum. Cehennemi sıcak, yazılanlarla anlağımın sentezini bir arada sunuyor, karmaşanın bezediği, helezonik bir boşlukta geziniyordum. Bir gölge, garip salınımlarla yavaşça aktı ve bir şeyler söylemeye hazırlanır gibi duraksayarak, beklemeye başladı!..

Okumayı bırakmayı düşündüğün an, yapacağın ilk eylem üzerine (ki sonsuzdur) seçeneklerin ve sonuçlarının neler olabileceğine ilişkin konuşabiliriz dedi!.. Belki de okuduğum metnin etkisiyle -şaşırmamış gibi- buyurun dedim…

Ben olanları kısaca özetlemeye çalışacağım;

Eğer dedi, biraz sonra biri odaya girer ve onunla konuşmaya dalacak olursanız bu diyalog (konu, üçsüz değil otuzsuz bir buzağı akşamının neferi de olsa ya da imanlı bir zalim mi yoksa inançsız bir masum mu cennete gider sorusu ya da Songhay İmparatorluğu ya da on beş dakikalığına insan olan bir kedi ya da Cugnot’nun buharlı otomobili ya da Kurman İncili ya da Luristanlı gezginler veya uyku satıcıları veya iman çıkarıcıları ya da tüm kültürlerin barbarlığı ya da sürekli kendini öldüren zaman ya da güneşi karartan sürüler ya da Atlas’ın kadife boşluğu veya toplanan baç ya da aşarın kaçlığı veya atların nazı ya da utangaçlığı olsa da…), sert bir tartışmayla sonlanacak ve us uçuran görünüm, daha yeni sona eren bir sorunsaldan ötürü, öngöremediğin ve bu çatışkıdan doğacak eyleminin de aniden yön değiştirmesiyle (şimdiki an ve ortaya çıkan anlaşmazlıktan ötürü), gelecekte öngörülemez bir bozumla karşılaşmanıza neden olacak ve sen de sırf bu nedenle yaşayacağın umutsuzlukların bellekte kalan bir kesiminin, bugün omurga veren bu olaydan kök saldığını bilemeyeceksin…

Bu sırada, tartışmanın ortasında, başlangıçta, salondayken birinciyle birlikte bekleşen, öteki kişide odaya girer ve (insan beyninin hazır bir biçimde gökten düşmediğini, en azından bir milyar yaşındaki beynin, yaklaşık bir milyon yıl önce kendi varlığının bilincine varmaya başladığını ve kararların evrimce çoktan alındığını ve bunların biyolojik birer karar olduğunu veya İzrael gece yürüyen demek, Azrail’de gece gelen demektir ya da Şehname’yi halk yargılasın veya Satan ya da çıban veya Fas diyarının kançak çığıran şarkıcıları veya Zagrep, gelinim bir su ver dese de, demese de) bu durum, diyalekti daha da kaotikleştirecek ve doğrultu, enstalasyonu bozarak, konuşmanın momentumunu tümden değiştirecek olursa;

Ebeveyninden kurtulup gelen bu yaşça küçük kişinin beklemediği bir ritüelin yinelemelerle sürecek olduğu ve salt bu nedenle yine siyahsı benzer bir sonla karşılaşacağınız için, fenomen kaçınılmaz bir öngörüden, istençsiz ve tatsız / tuzsuz, sası bir inağa dönüşerek, bu kez başkaca ama sonul anlamda yine benzeri onarımsızlıklara yol açarak, mutsuzluklarımın, gözle görülmez, duyumsanmaz oranlarda yükselip, açınımın daha da bir ivme kazanarak olumsuzluklarla süreceğini ileri sürdü.

Ayrıca biliyorsunuz ki küçük stüdyodaki üçüncü kişi sinir krizinin eşiğinde; bu trio bozuk ses düzeyinde, kakofoniyi sürdürürken, ola ki onunla temas etmek gereği duyduğunuzda, sonsuz bir ayrılığın başlayabileceğini de içtenlikle söyleyebilirim.

Şimdi sözü uzatmayayım!..

Gölge, kitabı kapatacak olduktan sonraki ilk eylemimden doğacak sonuçlar üzerine; yine böylesine sıradan ve de başkaca yüzlerce olasılık saydı, gardıroba uzanırsam, bilgisayarı açarsam, lavaboya gidersem, pencereden bakacak olursam, koltukta düşlere dalacak veya telefon edersem… Hep ve hep kötü sonuçlardan, küçük ya da büyük düzensizliklerden, eylem bozukluklarıyla süregelecek, eğreti yapılanmalardan, sanki kargir bozumda, sert esneyimli, olası yıkımlardan söz edip durdu.

Bu dedim o zaman, önceden proğramlandığımızın göstergesi olmuyor mu ve bizi hiçleyen, kendimize ilişkin bağımsız ve özgül gerçellikte bir şey üretip yaratamayacağımızın bir belirtkesi değil mi ve bizi bekleyen sondan kaçamayacağımız içinde çok üzücü, neredeyse bir boşunalık duygusu vermiş olmuyor mu, katışkı ya da katışım aramadan böyle bir anlam çıkmıyor mu bundan dedim…

Oysa Heisenberg'i unutma, bir cismin hızını ölçebildiğimizde durduğu yeri belirleyemeyiz, durduğu yeri -zamanı- belirleyebilirsek hızını ölçemeyiz, sürekli bir belirsizlik içinde yaşarız. Bu tür görülerin uzantısında, yontma taş devrindeki çakılları dürtükleyerek, İskender'in fetihlerini, Sümer’deki tahılların filizini koparttığımızda, Kolumbus'un keşfini ve Panama Kanalı'nın açılışının önlenebileceğini ya da tersinir gelişmelerin dur duraksız yaşanabileceğini mi sanıyor ve savunuyorsun sen, dahası her şeyin önceden bilinip, belirlenebileceğini...

Anlaşılır olduğunu sanmıyorum ama yine de; ben dedi, yalnızca kötümser olasılıkları aktarıyorum, insanın, insanlığın tarihi iyiliklere, sevinçlere, törelere yüz vermez, ayrıca bunun bir yararı da olmaz ve işte salt şu diyalogdan ötürü, başına gelebilecek kötücül şeylerden minimalist bir tarihin öznesi olarak belki de ders almayı başarabilirsin, bizim için bu bir ‘umu’ dedi.

Sabaha kadar konuştuysak da bir düşünce birliği oluşturamadık…

Onu öldürmeden önce, belirsizlik kesinliktir, asıl olan budur, benim kim olduğumu neden ve nereden geldiğimi biliyor musun, belki de sırf bu sonluğu yaratmak için buradayım ben, belki de tasarlanmış olan bu sahne için yaşıyoruzdur diye ekledi.

(Kendini öldüren bir son ve bunu bilerek zamanı arşınlayan bir yaratık; ilk kez görünüyor olmalı dedim... Son, kaçınılmazsa neden ürkütücü olsun ki dedi. Belirsizlikte bir kesinliktir o zaman dedim. Kesinliğin aynen bir belirsizlik sayılabileceği gibi).

Sonrası anlaşılmaz bir diyaloğa dönüştü, hiçbir şey anlayamadığım, dahası anlatamadığım ortada diye serzenişte bulundu. Evet, sanırım kötü bir yapıntı oluşturduk ama bu içinde bulunduğumuz gerçelliği yine de değiştirmeyecek, baksana dedim; savına göre, momentum asla bozulmuş olmayacak…

Ve gözümün önünde giderek soldu, titremler içinde küçülerek, manyetik bir kovuğa girercesine, ürkütücü tan atımında; şimşeklerle çarpışan tinsel bir akı, sönmeye yüz tutmuş bir kuzey yıldızı gibi tozlaşarak eridi gitti.

Kendimi göremedim.



*




DÜŞMÜŞ OLANLAR

“Ve Yeremya dedi ki; aynı düşünceye kapılanlar,
aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlardı.”
Tekvin. VIII D

Demir ok, mavi ormanı delerek geçti ve karanlığın ışığı tüm yeryüzünü örttü. Ölü gövdelerin, toprağın ve suların üzerini yıldız tozu kapladı. Son lotus yürekleri dağlayan bir çığlıkla parçalanarak toprağa gömüldü, yörüngenin kanatsız varlığı unutuş suyunun okyanuslarına daldı ve kan bağıyla tomurcuklanan filizler, kim bilir kimin çalgısını bıraktığı kül tapınaklarda gonga vurarak, yüzyıllar sonra, başlamakta olan güneş yıllarını duyurdu ve böylece sonsuz karanlıkların ardından başlayan ilk tanı kutsamış oldu.

Tanrının zambakları çılgın mavilere bürünmüş ve melek laleleri yanardağ kırmızıları sürünmüş; balıklar kıvıl kıvıl dolanıyor, tüm canlılar dans edip coşarak, tanrının bu ilk gününü selamlıyordu.

Saçları kızıl gezegen, gözleri zümrütten bir tanrıça gülümsüyordu.

İrem bahçesinin sümbülleri gibi siması vardı. Dudakları yanıp sönen aylalar içinde ve hilâl görünümlü kamer gibiydi. Boynu Nefertitimsi, kolları mermerimsi, samanyolu rengindeydi.

Ayakları ceylanınki gibi yumuşak ama gemi almaz arzular ve coşkularla dolu; rüzgârlarla uyumluydu. Bereket taşan, gümrah salkımlarla yüklü, uçsuz bucaksız bağlar ve bal arılarının türküsünü çağıran bal kovanlarıyla süslüydü.

Gözün gördüğü her şey soluyor ve çayırlarda yükselen buğu ışıkla yıkanıyordu. Nice bitkiler sağa sola yayılmış, otlar dağa taşa ardılmış, Mikail'in gülleri açmış, bülbüller akasyalarla sarışmıştı. Kın kanatlılarla, bin bir renkli kelebekler suların üzerinde titreşiyordu.

Gökte Süreyya kandili parlıyor, kösnül yolculara mutluluk yolunu gösteriyordu. Uzun zamandır özlemle yanan ruhlar uyku içindeydi. Tanrı kar ve kışı gönüllerin yüreğine yağdırıyor ve tepede gözyaşı döküyordu ay. Bu elem yüklü acının türküsünü duyanlar da vardı. Sonsuz iniltilerle balkıyan yamaçlarda, düşlerle bezeliydi rüzgarlar.

Tanrının zamiri Haşepsut, deniz kelebekleri, suyun melekleri, beyaz cüceler ve Hermion gaz kılıflarından kurtulan güneşler, gezegenimsi bulutsular, eski zaman astronomları, küçük teleskoplar, uzak yıldızın çevresindeki disk oluşumları, süt yolu, sönmüş yıldızlar...

"Bir profil / Elen'den kalma / Son iç çekiş / ve bir bakış / dönüyor yeryüzüyle / can alıcı ve içimize işleyen / soğuk yıldızdan / artakalan / o sonsuz bakış."

Dağ keçisi mevsimi bitmiş güz gelmişti. Bulanık bir bataklığın süslediği balçıklı göl, görkünç bir belletimle önümüzden akıyor, çürümüş cesetler ellerini uzatıyor, biri kayığa çekmemiz için yalvarıyordu.

Sakın acıma, üç başlı köpek uluyor dedim.

Gölgeler içinde Akheron geçiyor, dağ balı kaya kovuklarından sarkmış, çayır lalesi, düşmanının kanı ile dumanı tüten soğuk demire bulaşıyor, çevrede su çiğdemi, kuş tanrılar ve kaya korukları salınıyordu.

Herkül aşkına diye bağırdım. Baba iki çocuğunu yitirdi, az zaman sonrada öldü ve hemen ardından iki çocuğuna kavuşan bir baba olarak anıldı. Tolgalı akbabalar saldırıyor, yaya ve atlılarla dolu Eleusis ovası karışıyor ve Hromgla manastırı dev kapısıyla sırıtıyordu.

O denli tatlı bir erinç içindeydiler ki… Roman yazmak için öyle kendinden geçmek gerekiyordu ki, Dostoyevski'nin kapısını çalıp, Budala'nın kahramanlarından (Nekrasov) için aşağıda bekliyor dediler; ‘Giyinip hemen geliyorum, biraz beklesin’ dedi!..

Uranus'ta kokladığım çiçekleri düşündüm o an.

Bir göl geçti duvar üstünden
Güneş su içti tenekelerden

Cebrail kanadından at, İsrafil tüyünden yelpaze, Pervin derler sema öküzü... Düşman kalbi gibi, zümrüde bakan yılanın gözüne sürme çekip kör etti. Yemen sultanı Süheyl, çil keklik, davudi sesli kuşlar ve şurada öten çalı kargası!.. Sülün kanı içen güneşin dudağını yılan soktu, seher kuşu horozla, cennet kuşu melekler ağladı

Tinnitus (kulak çınlaması) sayrısı oldum sevgisinden, Ermenistanın Arguşani kralları, Armenian kralı Büyük Aşod, Kudüs'te yıkıntılar üzerinde ağlayan yalvaç Yeremya, Alpaslan Ani yi almış, Kürt Hanedanı Benî Şeddâd'a mensup Dıvin ve Gence emiri Ebulsevar'ın oğlu Fazl'a vermiş, Karanlıklar ülkesi Lemurya, palladyum ve ksenon elementi, düşlerdeki gibi anımsanmaz gamzeler vardı yüzünde, uçucu Pandas, yani titizlik tanrısı. Kısa Pepen ve Haberci tanrı Merkürcüğe dedim ki;


Su nilüferinde bir Buda gördüm, güneş arabalarına bindim, buzağının ve tahılın ruhuna erdim, sığırtmaç Habil geliyordu uzaktan, sığır tanrısı Lahar'la beraber. Kabil Nod ülkesine geldi ve orada oğlu Hanoh doğdu, tanrı oğulları insan kızıyla evlendi ve devler ve Nefilim oldu ve işte Düşmüş Olanlar!.. ın öyküsü buydu...

Yeni tiranlar uyanıyor şafakta, Napolyon uzun boylu görünmek için koltuktan ayaklarını uzattı. Karavelaya biniyoruz deniz yolunda, Sargon kralı, terzi Hermes'le konuşuyor, zamanın yağışını izliyorduk gökte... Bu bahçedeyim işte ve nasıl geldim bilmiyorum bu bahçeye…

Hazar'dan su içen bir keçi indi yanıma, bitki yasalarının işleyişini sordu, Lübnan dağları arasında, bir mezrada gömülüdür Nizam dedim. Kış bahar yüreğimdedir diyor ama inanmıyorduk, çok sevildiği için ademoğlunun çarmıha gerdiği bir adam geçti önümüzden, anlağın sınırını dinledik, çalı kasırgaları esti kederinden.

Fiyodor'a, Raskolnikov aşağıda sizi bekliyor dedim, gene inandı ve hemen giyinip geliyorum dedi. İstediğin kadar karanlık vereyim, giden geceyi durduramazsın. Humbaracı Ahmet Paşa ve Uyvar kalesi ağlıyor. Bir adam ışıltılı bir vitrinin önünde kravatlara bakıyordu, caddenin tam karşısından bir adam gelerek, mağazanın vitrini önünde duran bu adama bütün gücüyle saldırdı ve ağır yaraladı, adam kaldırıldığı hastanede uykusunda öldü ve saldıran kişi olayın nedenini açıkladı 'Onu ben sandım'.

‘Songün’ yaklaşıyordu, çünkü kaplan dendikte onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle, kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gökte denmiştir. Çünkü cins atlarının üzerinde giden yirmi avcı ve önlerindeki yirmi av köpeğinin kovaladıkları bir tilki şöyle dedi;

Kuşkusuz beni öldürecekler, ama yaptıkları ne denli aptalca, çünkü ben yirmi tilkinin yalnızca bir adamı avlayıp parçalamak için, yirmi beygire binerek, yanlarına da yirmi kurt alacak kadar ahmaklık edeceklerini sanmam ve inanın böyle bir şeye, ölsem de inanmam!..

Tilki sözünde durdu ve ne yazık ki dediği oldu!..