17 Ağustos 2013 Cumartesi

KSANTİPPE




(Salınırken ey sevgilim, bereketli hilâl gibisin, omuzların buzağıların tüyleri gibi yumuşak, göğsün bulutlar gibi köpüklü; her adımında sanki gülüşüp oynaşıyorlar. Ah öyle ki, yol ortasında yanan dilim, çölde bir vaha bulmuş gibi, bengi suyundan içmek istiyor...
Canım seninle, denizin bakışları, ceylanların haykırışlarıyla sevişmek istiyor. Ellerin öyle güzel ki sevgilim, ak kuğulara benzer. Parmakların minik balıklar gibi, sana tapıyorum, seni seviyorum. Dişlerin deniz dibinde mercanlardır... Yanakların çocuk yanağı gibi; gözlerini gözlerimle öpsem, geceler boyu bedenini, ak tenini düşlesem, yüreklerin yazgısı, birleşir mi diyorum.
...
O gece dudaklarımla çiğdemlerini okşuyor, sümbüllerini kokluyor; omzunda tüyler gibi gezinerek, erguvani ağzından, aylı okyanusların balsuyunu içiyordum...
Kollarım canını avutuyor, manolyalarını uyutuyor, gecenin yarısında sağrısından inerek, gizem dolu koyaklarına, mağaralarına dalıyordum; sonra ceninler gibi kıvrılıp ölüşüyor, erişilmez, uzaklar uzağı diyarlarda, apak, masallar ötesi bulutlarda, düşlerin düşlerine varır gibi oluyordum!..)


Kar yağıyordu...
Baktria’da gün bitmiş, akşam alacasında uyukluyordum.
Aşağıda taş yolda, bir gölge belirdi, kar tozanlarının içinde süzülerek; yukarılara doğru geldi.

Ahşap penceremin aralıklarından onu gözlüyor, tahta basamakları çıkarken sesini duyuyordum.
Gelen Ksantippe’ydi!..
Günlerdir adını anıyor, arzular içinde kıvranıyor, çıldırtıcı bir özlemle onu sayıklıyordum.

Hafifçe kapıyı tıklattı.
Kollarım havada, ürküyle, korkuyla, coşkuyla kalakaldık ve sonra öyle bir sarıldık, öyle bir kenetlendik ki; fesleğenler, reyhanlar, safranlar doldurdu odayı.
Öyle buruk, öyle içli, öyle derindi kokusu...

Aslanın pençesinde sürüklenen bir av gibi; arkalara sürükledim onu.
O bildik hasır yatağa, tuğlu mısır dalları gibi devrildik.
Odadaki yeryüzü yemişleri, üreme coşkusunu kırbaçlıyor, tavandaki mor salkımlar, kösnü uyandıran mayhoş, kekre bir koku yayıyordu.

Büyülenmiştik.
Saçlarını saçlarıma doluyor, sağrısını öpüyor, içliklerinden sıyrılırken, dudaklarının ateşini ağzımda söndürüyordum...
Parmaklarını okşuyor; topuklarını, baldırlarını seviyor, kanatlı kuşlar gibi, sanki bulutların üzerinde geziniyordum...

Çayırlarla dolu bir vadiye geldim.
Pınarlar ışıldıyor, oğlaklar otluyor, sisler içinde, gümüş renkli bir flütten, derin bir musiki yayılıyordu.
Bir çoban mırıltıyla, arzuları kışkırtan, esimle yeryüzünü dolduran ezgiler çalıyordu.

Çiçeklerle, benekli böceklerle dolu, gonca kokulu bir yoldan yukarılara tırmandım.
Defnelerle, yıldızlarla süslü, ay görümlü tepelere vardım...
Masallardaki güzelim, sevecenlik bağışlayan, gümrah kulelerin yamaçlarına uzandım.

Yorgunluğum arttıkça coşuyor, gökadalarda koşuyor, bal dolu gözelerden kana kana içerek, atlıların dörtnala geçtiği dağ yollarından, çamların, kozalakların gölgelediği yarlardan sekerek, tüllerle gizlenmiş, sisli, binbir gece endamıyla perili bir boğaza varıyordum.

Kıvrımlarında satyrler geziniyor, siyah zülüflü, gizem dolu nymphalarsa uçuşup kaçışıyordu.
Egzotik çeşnilerle, soluk alıp-verişlerle yutkunarak; dilimin, gören gözlerimin yandığını duyumsuyordum.
Ellerimle çabaladım ve yukarılarda sureti Dünyazat'dan güzel bir göle vardım.
Çırılçıplaktım, daldım, yüzdüm, oynaştım!..

Kırk haramilerin mağarasını aştım...
Güneşte yanıp sönen, sürmeli, altın pullu balıklarına ulaştım.
Kirpiklerin arasında doğunun hazineleri gibi parıldıyordu.
İnci gibi bakınıp, arzularla kıvranıyor, parelerle bölünüp, için için yanıyorduk!..

Birden şimşekler çaktı, sanki yıldırım düştü!..
Anladım ki, Ksantippe alevlerle tutuşuyor; 'Geceleyin, altın anahtarın içimde şıkırdıyor' diye haykırıyordu!..
Gümbürtüler içinde; buz alemlerini tanır, son iç çekişlere varır gibi olduk, eriyip solduk.
Karanlığı döllüyorduk!..

...

Sabahın loş aydınlığı gözelerden sızdığında, bedenlerimiz ışık demetlerinin içinde tuhaf işaretler, minik, sessiz gölgeler gibi kıpırdıyordu.
Pencereden, Baktria ovalarına baktığımda; uçuşan kar kelebekleri nasıl bitti, zaman nereye gitti anlayamadım...


Ve Zeus'un sevdası, sonsuz güzelliğin aylası, gül açığı harmanisini giydi; tahta basamaklardan indi, taş evlerden, avlulardan süzülerek, bir daha döner mi bilinmez,
-yeryüzü yaşamının içlerine doğru-
yitip gitti...

11 Ağustos 2013 Pazar

VESPANİANUS'UN ANILARI



‘Zaman içinde, zamanı yaşayan, zamanız..’
Her rint bilir,
Yaratı, şiirle gelir!..

1
2
3

4
6
4

2
2
2
3
7
9
5
5
8

1
8
1
0
0
0
0.

Gelmiş geçmiş, yaşamış ve ölmüş tüm canlıların tozanlarından oluşan bir bileşkeyiz. Tüm insanlar kardeştir. Sen tüm insanların kardeşisin, tüm insanlar senin kardeşin. Bundan ötürü ölüm yok. Sen, başkalarısın.Başkalarıda sen. Her yerde ve her şeydesin. Bir yaratan gibi. Tüm insanlığı içinde barındıran sen, ölünce tüm insanları kapsıyor, tüm evrene karışıyor, dahası herkes ve her şey oluyorsun...

Vespanianus bir gezgindi. Hangi yüzyılda yaşadığı bilinmiyor. Meraklısının pek çok ders çıkarabileceği için, görü, duyu ve düşünülerinden ilginç sayılabilecek kıssalar aktarmak istiyorum. Manitu! Mirçe orduları gibi bereket yağdır yazıma, düşünde zincire bağlı tilkiler gören Fatih gibi, can kulağıyla dinlesinler. Kefe ve Menkûp bozgunları gibi kulaklarıma küpe olsunlar. Sıratelmüstakim el İsrafil yarabbim. Sözü israf etmeyeyim, usu yücelten izninizle, başlıyorum efendim...

Atina bulvarlarında aylak aylak dolanırken, babalarının ölümü üzerine Pisistrate oğulları Hippias ile Hipparch birden tiran olma hevesine kapılmışlar ‘boşluk olanaksızdır’ sözünü doğrularcasına tahtı hemen doldurmak istemişlerdi ama bol galerili Atina yurdunun seçkinleri bu yönetim biçimini bir türlü onurlarına yediremiyorlardı. Yeis ve küffar içersindeki kardeşlerden Hipparch’ı karanlık bir günde Akademi’nin sütunları dibinde delik deşik ettiler. Bunun üzerine Hippias, insan tininden beklenir ama yaşamın özüne yakışmaz, sövgüye gark, azılı bir despot, ‘gözyaşı şişesi yetmez’ bir kan dökücü oldu. Günün birinde sorguya bile çekmeden, evinin direğini öldürdüğü; Leena adında bir kadını konuşturmak isterken, ser verip sır vermeyeceğine ant içmiş kadın dişleriyle dilini kopararak Hippias’a tükürür. Kolayca teslim olmayacak Hippias, ipin ucunu bırakmayacak ve kadına suç ortaklarını yazması için, işkence ederek,önüne bir levha ile tebeşir bırakacaktır. Asfodel’i çağıran öksürüklerle çalkanan kadın, gene de kurnazlığı elden bırakmayarak, kendisinden hiç şüphelenmeyecek olan Hippias’ın yakın dostları ve taraftarlarının birbir adını yazar. Yetkinlikten uzak, bir hayvandan bile duyarsız olan Hippias hepsini yokeder ve Leena’ya ‘Daha başka kim kaldı’ diye bağırır. Leena ölüm uykusundadır, kopuk dilinin el verdiğince telaşsız bir sesle ‘Senden başka kimse kaldı mı’ anlamına gelen bir şeyler mırıldanmaya çalışır ve kör kindarlık duygusuyla boğaz kesen bu zalimden böylece öcünü almış olur. Hippias yaşarken, sağda solda kendisinden ‘Bitki kadar değeri yok’ diye söz edilmiştir. Herkes gibi günün birinde oda ölmüştür, ne yaşamı nede ölümü bir şeyi değiştirmeyen süt içmişlerdendir o. Toprağı bol olsun.

II
Güzbaharda bahçeleri dolaşırken, kadife çiçeğinin sporları burnuma dolar. Lahanalar kar topu gibidir, pırasalar uzun saçlarımın örgüsüdür. Kuşlar yapraklarla sevişir, iğdelerin buruk kokusu havayı bayıltır ve örenleri dolaşır. Yerde kuş ayağı vardır, gökte Pan. Servilerin arasından esen yel deve güreşi izleyenlere gülüyor. Pınarda güğümler doluyor. Saksağanlar, payamlar, çakır dikenlerinde yeşil yılanlar. Narlar, parsambalar, sandal ayaklarımda yüzen sümbüller, beygir eyerlerinde, kalburlar, kasnaklar, marul yiyen köpük ağızlı, ölü gözlü eşekler. Su sarnıcına ölü atmışlar, sudan içen bütün köy zehirlenmiş. Kızıltoprak’ta keklik kafesi var, içinde kınalı keklik. Bağlar, gümelerin ötesinde incirler, parıldar üzengiler, bağ yaprakları, uçurumlar, oraklı köylüler, tepeler, tilkiler... Araplar tepesinde bir ufo bekler!..
Köy aşağıda. Ahlat dalında yiribik, çıtlık dalında baykuş. Kurbağalı gölcükler, sarı çıyan, yaz baladı, güz ortası harmanlar, uyuklar canlılar. Serenli kuyularda buğular. Göklere yükselen taçlar, mısır püskülleri, saçlar. Gölgede eşinen tavuklar, öğle üzeri avluya doluşan adamlar, mezarlar, konuşan, bağrışan ölüler. Harman yerinde kızlar, düvenlerin ateşini yüreğinde taşır. Bağlar içinde türküler, samanlar arasında aşklar.
Yaz tanrının eli, meleğin yurdudur. Olur oldurur. Sevenle sevilendir, nedensizdir yaz. Varlık yaz diyerek gelir. Görür ve gider. Yaz her şeydir, yeryüzüdür. Hamurabi’dir yaz, hamurdur doğar, döl verir, döl açar. Kûn der, Nefertiti bereketi vardır. Süslü varlıklarla doğan ve doğurandır. Isıdır. Ateş ve oluş, gümrah dallar, genç toprak, altın gülüş, yüce tindir. Ölümsüzdür yaz. Yaşayan ve yaşatıcı. Protonu seven, silisyuma iyi davranan, Sur kralını ağlatan, suyun tanrısı yaz. Palangalı, vidalı, çarklı, kaldıraçlı, pompalı... “Bir sursa eğer dünya güneşe karşı” Güneş, yazdır.

III
Bir yaz baladı koktuysa ne mutlu ama önce ikide bir karşımıza çıkan bir dedikodu; Suriye kralı Zahelin’e ait kedi altın çanağı kaybolunca açlıktan ölmüş. Çünkü kedi öyle kaprisliymiş ki başka bir çanaktan yiyemezmiş. Konumuza dön ey ruh: Atina’yla Isparta komşudur. Tüm komşular gibi birbirlerini hem severler hemde ölesiye nefret ederler. İşte Atina’yı gezdikten sonra, Makedonyalıların yükselişine karşı koyamayan Lakedaimonlular’ada uğramış (Isparta’ya gelmiş) oradan Selanik’e geçtiğim bir sırada Leonidas (Filip ve İskender ortada yokken) 300 kişi ile Termopillerde, (Bu Thermoplai geçidini ilerde Eftialtes adlı bir Yunanlı, Perslere göstererek yenilgiye neden olacak ve hain sözcüğü adıyla birlikte anılır olacaktır.) Acem (Pers) buyurganı Serhas’ın milyonluk ordusunun karşısına dikilmişti. Ispartalılar, kahraman ve erlikseverdir. Çocuklar doğar doğmaz, gürbüz ise yaşatılır, sakat yada cılız ise kutsal uçurumdan aşağı atılırdı. Bu gürbüzler yedi yaşında anne ve babasından alınır bir daha da yüzlerini görmezdi. O yaşta jimnastik, zorlu sporlar ve açlığa dayanıklılık öğretilirdi. Kışın yalınayak dolaşır, alıp çalmasına göz yumulur, yakalanırsa da kırbaç ile dövülürdü. Bayılmayan çocuk tiran yapılır ama konuşurken büyüklerin gözlerine bakması yasak edilirdi. Bu sınavlar bitince askerlik başlar, vücutça sağlamsa ölünceye dek mesleğinde kalırdı. Bir gün kılıçlardan birini emsallerinden kısa diye almak istemeyen bir çocuğa şöyle yanıt verilmişti: Kısaysa bir adım öne çık! İşte Leonidas bu boğa adamlarla (boğaçhanlarla), Serhas’ın karşısına çıkmıştı. Elçinin bütün Yunanistan’ın valisi olma önerisini kabul etmeyen Leonidas, bir askerin: “Düşman yaklaştı!” sözüne: “Biz düşmana yaklaştık!” biçiminde yanıt verip atılan oklardan güneşin görünmez olduğu ovada: “Demek gölgede savaşacağız” demiştir. Bir bir ölerek yenik düşen Yunanlılar, 300 askerin anısına bir aslan heykeli dikip kitabesine şunu yazmışlardır: “Ey yolcu Isparta’ya gidersen, oradakiler yaşasın diye, buradakilerin öldüğünü söyle ki güneşin ışığı, ölümün karanlığını nasıl yenmiş görsünler.”

IV
İşte ki Miltiades armağanı doru bir at, altın bir taçla yurtları dolaşıyordum. Maraton, Salamin ve Plâta savaşlarını gördüm, ilerde bu savaşlardan söz edeceğim... Makedonya kralı Filip, en seçkin aile çocuklarından bir ordu edinmiş, adını da Falanj koymuştu. (Franko’nun Falanjistlerinin isim babasıdır Filip.) Yaya idiler ve 10.000 kadardı. Filip Asya’yı fethetmek istiyordu. İskender’e bu düş babasından kalmıştır. Filip’in düşlerinin peşinden giden İskender, Hindistan’a girmiş, hükümdar Purus’la savaşmıştı. Purus’un filleri düzenli ordu karşısında bozulmuş, ürkütüldükleri için geri kaçarak askerleri ezmiş, Purus yaralı olarak esir düşmüştü. İskender, İranlıların ülkelerini elinden almış, Erbil’de büyük utku kazanmış, adına sikke bastırmıştır. 33 yaşında bir insan için gençliğinin baharında lekeli hummadan Babil’de ölmüştür. Ölümünden sonra imparatorluk kardeşi Filip ve onun oğlu İskender Egos’la bir süre yaşamış, onun öldürülmesiyle de parçalanmıştı. Bunlar Makedonya’da Antigonlar, Asya’da Selevkoslar, Mısır da ise Ptoleme devletidir Küçükleri de vardı: Bergama Krallığı ve Hazar denizinin güneydoğusundaki Partlar’ın krallığı... Yazık! İlerde kimleri ilgilendirecek bunlar ve kaçı diyecek ki bu topraklara şunlar geldi, çiğnediler, çaldılar, sağdılar, soydular, arıttılar, erittiler ve günü gelince de bir başka dünyaya çekip gittiler!..

V
Eski zamanlarda insanlar yönlerini nasıl bulurlardı, çevreye atlı salarak mı, insanoğlu gerçek ışığı buluncaya dek geceleri karanlıktan pek kurtulamamıştır. Siteler, köylükler karanlık basınca uykuya dalardı. Yön dedim de, Amanos dağlarında ünlü iki geçit vardı, (Bu dağ ahaliye göre Gavur dağıdır ama aslı ‘gavur’ değil, gavr yani iki tepe arası düzlükler anlamınadır) eski Issos’un kuzey doğusundaki Pylae Amanides ve İskenderun’un güneyinde Suriye ile Kilikya - Küçük Asya arasında tek geçiş olanağı sağlayan Belen geçidi. Bu geçitlerden Darius ordusuyla Kuzey Suriye’den Kilikya’ya geçmiş. Büyük İskender ise Pers kralıyla karşılaşmak için Issos’tan yola çıkarak yine bu geçitlerden geçmiş ama Darius’un dolanarak arkasında kaldığını fark edince Issos’a geri dönmüş... Yön sorunundan doğan bir hata olmuş sanırım. Uzayda parakete hesabıyla yön bulunurmuş. Borazan ilk kez bu savaşta kullanılmıştır, yön telaşından!
.
VI
Dentatus Romalıdır. Tam eski Romalılara yakışır, sade, hırstan uzak, tahta-oturak bir yaşam sürüyordu. Gene de Samniler’e savaş açmakta bir beis görmemişti Taburede oturur, yemeğini tahta çanakta yerdi. Ecevita gibi. Roma ligi kurulmadan önce İtalya’da Gollüler, Venetler (Venedik), Ligürler, Etrüskler, Ombriler, Sabinler ve Samniler vardı. Bir keresinde Samniler, Romalıları yenmiş ve gelenekleri uyarınca bütün Romalı askerleri boyunduruk altından geçirmişlerdi. Ama son gülen Romalılar olmuştur.


VII
Septimus Severus oğlu Caracalla’nın adının çağrıştırdığının aksine Paros mermeri gibi parlak, ak bir yüzü vardı. Kartaca milattan önce IX.Yüzyılda Tunus limanında yaşayan Fenikeliler tarafından kurulmuştur. Kartacalılar iyi bir ticaret kolonisine sahip olup, Atlas okyanusuna bile açılırlardı. Roma bir zaman Kartaca’yı kuşatmış ve Kartacalı komutan Azdurubal eşi az görülür bir ihanetle teslim olunca, karısı ve iki çocuğu babalarına ilençler yağdırarak, iç kaledeki alevlerin ortasına atlayarak ölümü seçmişlerdi. Roma mittir. Kartaca konkistadoru Scipio’nun kızı Kornelya’nın, Tiberyüs ve Kayus (Gaius!) Grakkus adında iki çocuğu vardı. (Shakespeare "Sallananmızrak" boş yere konularını tarihten seçmiyor.) Plebler ileride ikisini de Tribün seçmişler, ama bu devrimci, değişkenci ve iyileştirimci(reformist) iki kardeş aristokratlar ve senatonun ayak oyunları sonucu artarda öldürülmüşlerdir. Romalılar modern ve bir o kadarda barbardır. Yunanistan’a bile saldırmışlar, Sulla komutanlığında sonuç alamayınca anlaşma yapmışlardır. Oysa haritalarda Roma’nın adı ‘Büyük Yunanistan’ diye geçer. Roma her daim görkemlidir. Günün birinde Ermenistan kralı Dikran bile Roma orduları için “Bunlar elçi grubu ise çok, savaş için ise pek az” demişse de güçlü olduğu halde yenilmiştir. Romalılar Ermenistan’a kadar gelmişlerdir. Ermenilerse tarih boyunca Roma’ya kadar gidememiştir. İtalikler, İngiliz ve Ruslar gibi yuvalarında en az saldırıya uğramış uluslardandır!..
Tiberyüs ise imparator olarak adil sayılabilecek biriydi. Çoban, sürüsünün yününü kırpmalı ama derisini yüzmemelidir derdi. Onu görenler yüzünün güzelliği için ‘Güneş Taşı’ yakıştırmasını yapmışlardır. Efemine, uzun kirpiklerin altında, baygın bakan mavi gözlerle bir büyücü gibiydi. Omzunda sarı bir güvercinle dolaşır olup, boğa gibide güçlüydü. Adını da Tiber ırmağından almıştır. Augustus’dan (Ogüst) sonra imparatorlar sapkınlaşmıştır. En ünlüsü de Kaligula’dır, yazın aylası Algerialı Camus’ya bile esin kaynağı olmuştur. Atını konsül yapmış, kız kardeşiyle evlenmiş ve ona tanrı gibi (tanrıça değil!) tapılmasını istemiştir. Bir de Vespasiyen vardı adı bana benzer. Bu cesaret dolu cesaryen genel tuvaletlere bile vergi koydurmuş ama bu duruma en başta oğlu karşı çıkmış, imparatorluğun tuvalet gelirlerine mi kaldığını sormuştu. Vespasiyen hiç unutmam sanki insanlığın geleceğini görür gibi, hela gelirlerini avucunda şaklatmış ve oğluna ‘Bak bakalım bu paralarda bir koku var mı!’ demiştir. Şimdi her şeyin bankası, borsası, parsası olduğuna göre, bence Vespasiyen haklı, ahir zaman afişlerinde bir slogan görmüştüm: “Para daha beyaz yıkar!” Gene de bok böceği Mısır’da, bok kokusu Roma’da kutsal bir şey olmuştu anlaşılan...

VIII
'...Ki o emzikli kadın, çocuğu ağladıkça vücudunun yarısıyla ona dönüp meme veriyor ve altımdaki yarısı benden ayrılmıyordu'.
Bu doğu dizeleriyle, Latin dünyasını bırakıp, Arapların dünyasına giriş yapıyoruz. Anılarım pek çok yer tutar ve onlar beni kendilerinden bilerek Vasgen’in oğlu derler.
'Davut yeleli bir kimesnedir, bir çocuktur karaşın. Yüzükuylu dağılıyordur Tırnova kuşluklarında.
Bir karakoncolos yenice, eteğin aç, yağmala ve adın yazmıştır kayağantaşına. Şaşırmadan manil oynar.
Baka yeleli Davut! gerçeğin kiril ve latin kurşunları da ilkin ülkenin okullarını bilmektedir'.
Nasıl batıdan doğuya geçtiğime gelince, her yerde ve her şeyde olanım diyemem ama, Pisa’lının dediği gibi “Ep’ur si muove” yani “Yinede döndüğü için” olaylar insanı gelip buluyor, geriye de yazmak kalıyor

IX
Bir gün Ebu Cehil, Resulullah’a (İslam peygamberi) tenhada hakaret edip taşla alnını yarmıştı. Bir kadın bu duruma ağladı. Hamza’da kadını gördü. Kadın gördüğünü anlattı ve Hamza koşarak Ebu Cehil’in yanına gitti ve onu hırpaladı. Hamza onun amcasıydı. Avdan dönüyordu, hatta yayı ile vurarak Cehil’in yüzünü kanatmıştı ve ağlayan peygamberin yanına giderek yaptıklarını anlattı. Peygamber yaşlı gözlerle daha da üzülmüşçesine ‘Bunun sana ne yararı oldu’ dedi. Hamza şaşırdı. İşte Muhammet böyle erdemli, böyle barışçıl bir insandı Hz Hamza’yı vahşi öldürmüştür. Vahşi yabancı, dışardan demektir. O Habeşliydi, Araplar kendilerinden olmayana ‘Vahşi’ derler.
X
Düşünce, hareket ve zamanın kökü aynı. Düşünce minimum sonsuzluk, zaman algılanır aralık, hareketse eylemle boyutlanan düşünce; somutlanmış zaman... Örneğin şu açıma düşünce diyebiliyoruz: Işığın doğal kaynağından çıkışı sarı yada beyaz olabileceğini çağrıştırmıştır. Oysa siyah ışıkta olabilir, ya da elde edebiliriz. Işık siyah olsaydı, bizim karanlığımız -kutuplar gibi- beyaz olacaktı, beyazı karanlık olarak bilip, algılayacaktık. Gerçekten yoğun beyazlık -yoğun ışık- bir karanlık oluşturur. Öyleyse karanlık algılanır ama değişken bir gerçekliktir. Algıya, değişkenliğin biçimlenişleri adını verdiğimize göre, şunu söyleyebiliriz Işık siyah, karanlığımızda beyaz olabilirdi. Belkide öyledir. (Her şey bir adlandırma olduğu için değil ama) 140.Yüzyılda kutup yıldızımız Solaris değil Vega olacak, bunun gibi diyelim.
XI
Halife Bekir zamanında Irak ve İran üzerine yürünmüştü. Yermuk’ta Bizanslılara karşı savaşmışlar ve bunun üzerine Suriye Müslümanların eline geçmişti ( Türkler gibi bu ülkelerin hepsi kılıç zoruyla Müslüman olmuştur.). Bekir ise halife oluşuna en çok sevinenlerdendir. Öyle ki Allah’ın ve peygamberin emirlerinden ayrılacak olursam beni katledin demiştir. Ömer ise cesur biriydi, Kudüs patriğiyle bile dost olmuştur. Bir gün Gassan Emiri Cebele, Kabe’yi ziyaret ediyordu. Eteğime bastı diye bir müminin burnunu kırınca Ömer onun emir olmasına bakmaksızın kısas uygulanmasını ve müminin gönlü alınmazsa, emirinde burnunun kırılmasını buyurmuştu. Köleliğe karşı çıkar, haksızlığa karşı dayanamazdı. Onun zamanında İslam, Arap yarımadasından çıkmış, Kadisiye, Celûlâ ve Nihavent’de İranlılar yenilmişti. Osman ise Emevi ailesindendi, Emeviler yüzünden, Osman kötü bir yönetim göstermiş ve sonunda Osman, Medine’de öldürülmüştür. Şam’da vali olan Muaviye ölümünden Ali’yi sorumlu tutmuş ve sonunda türlü entrikalarla Emevi devletini kurmuştur. Osman, peygamberin güveyidir. Yezit’se Muaviye’nin oğlu olup akıllı ve yakışıklıydı. Muaviye’nin haremi Yezit’i ve annesini çok kıskanırdı. Yezit’in Müslüman aleminde adının kötüye çıkacağını kim bilebilirdi. Muaviye nüfuz sahibi adamlara çok lütufkar davranırdı. Sıffin savaşında kendisine karşı savaşmış olan Ahnef’ede öyle davranırdı. Çünkü Ahnef öyle biriydi ki, harekete geçti mi Temim kabilesinden 100.000 kişi onun neye kızarak hareketlendiğini bilip, sormaksızın ayaklanırdı. Sıffin savaşı esasen Ali ile Muaviye arasında olmuştur. Osman’ın ölümünden Ali’yi sorumlu tutan (Muaviye ile Osman akrabadır) Muaviye hilafet iddiasında bulunuyordu. Amr-ibn-ül-As adlı bir kurnazın önerisiyle yenik Muaviye mızrak uçlarına Kur’an sayfası takarak savaşı durdurmuşlardı. Daha sonra Hakemler vak’ası olmuş, Ali’nin hakemi yaşlı ve saf Ebu Musa el Eşari, meşhur Amr-ibn-ül-As karşısında her iki halifeyi azat etme kararını öncelikle Ali adına duyurup, Amr-ibn-ül-As’ında Muaviye’yi halife ilan etmesiyle -yenen taraf oldukları halde- savaşı masa başında yitirmişlerdi. Bu olayın ardından Hz.Ali, Kûfe’de şehit edilmiştir. Ali’yi kendi taraftarları arasındaki bölünme sonucu Hariciler sıfatı alan Müslümanlar şehit etmiştir. Muaviye’nin, Ali’ye: Dişi deve ile erkek deveyi ayırt edemeyen 100.000 yaban (vahşi-harici-dışlanan) ile üzerine geleceğim sözü de pek meşhurdur. Hilafet kavgalarının bir üçüncü ayağı Zübeyr oğlu Abdullah’tır. Emevi hükümdarı Abdülmelik zamanına kadar yaşamış olan Abdullah, sonunda Mekke’de komutan Haccac tarafından öldürülmüştür.

XII
‘Hendek savaşında, Yahudiler ile müşrikleri birbirine düşürmek, aralarındaki birliği bozmak için uğraşan Nu’aym’ın, kendilerine iyilik için çalıştığını zanneden Yahudiler bu yetmeyip nasıl hareket edilmesi gerektiğini bizzat kendisinden sordular. Basra valisi Zübeyr oğlu Mis’ab kadınlara pek düşkündü. Baldırları insana cesaret fısıldayan zamanın en güzel kadınlarıyla evlenmeyi başaran bu zat pekte israftı. Onun zevcelerinden birisi Hz. Hüseyin’in kızı Sekine idi. Siması ve fikri pek güzel olan bu kadından Misab’ın bir kızı doğmuştu. Güzelliğini ve zarafetini annesinden, gurur ve ağırbaşlılığı babasından alan bu kızın üzerine Mis’ab avuçlarla inciler serper, hangisi güzel deyip, kızcağızın bakılışına hayran olurdu. Ne var ki, Emevi hükümdarı Abdülmelik’e isyan eden Mis’ab (Zübeyr oğlu Abdullah’ın kardeşiydi) melikin kendisini yakalamak için Irak üzerine yürümesi sonucu, Kufe’de oturduğu sarayında yakalanarak, tuzlu torbadan çıkarılan kesilmiş başı bir tepside Emevili’ye sunulmuş; (soğuk) tuzul örtülerde yaşayanların saklayıp, dolaştırdığı başında, gözlerinin zayıf yeşil bir ışık yaydığı söylentisi çıkmıştı. Abdülmelik tepsideki başa bakarken (başı okşarken) Kufe kadısının bu olay karşısında rengi solmuştu. Abdülmelik bunu fark etti, Kadıdan bunun nedenini sordu, oda -Efendim, çok tuhaftır, vaktiyle gene burada bir mecliste bulunuyordum, Alioğlu Hüseyin’in başını -balık gibi- komutan Ubeydullah’ın önüne koydular. Çok geçmeden Ubeydullah’ın başı gene bu köşkte Muhtar adlı komutanın önüne getirildi, az sonrada Muhtar’ın kanla ıslak sorguçlu başını Mi’sab kemikleriyle oynayıp, yine burada kibirle izlemişti. Şu anda da Mis’ab’ın dilin rüyası bir sunum ağzıyla süslenmiş başı, işte sizin önünüzde deyince, Abdülmelik gırtlağının derin kuytularından hırıltılar çıkararak yerinden sıçradı ve köşkün temelinden yerle yeksan edilmesini emretti. Abdülmelik halife olduğu vakit Hicaz, Zübeyr oğlu Abdullah’a, Irak’da Ali oğlu Hüseyin’in kan davasını gütmekte olan Muhtar-ı Sakafi’ye tabi idi. Çünkü Kerbela vak’asından sonra Emevilere düşman kesilen Irak ahalisi Muhtar’ın yönetiminde teşkilatlanmışlar ve onlara karşı harekete geçmişlerdi. Islak taşın, kuruya yararının olmayışı gibi, Abdullah’ta, Muhtar’da Emevilerin düşmanı oldukları halde, aynı zamanda birbirlerine düşman idiler. Bu düşmanlığın sonunda, Abdullah’ın kardeşi Mi’sab, Muhtar’ı mağlup etmiş ve öldürmüştü. Öte taraftan insan soyuna kinini ciğerlerinde bulunan kör bir noktadan alan Abdülmelik’in komutanı Haccac’da, Mekke’de Zübeyr oğlu Abdullah’ı öldürünce, hilafet davası güden önemli iki sima ortadan kalkmış, bu suretle Abdülmelik, Şam’da rakipsiz kalmıştı. Bundan sonradır ki Abdülmelik’in orduları Türkistan’da ve Kuzey Afrika’da büyük başarılar elde ettiler. Abdülmelik zaptettiği yerlerde Arapça yazılı paralar bastırmış 20 yıl boyunca ciğerlerini kin bürümüş Haccac’la, zalimlik fışkıran bir hükümranlık sürmüştü.

XIII
“Geceleri mağaralarda, bedenini vahşi erkeklerle paylaşan defne kokulu kızlar bulunur.” Yinede o Abişai Tuz vadisinde, gecenin sarı boynuzları içinde, onsekizbin Edomluyu öldürmekte bir sakınca görmemiştir. İsrail düşmanı Judah onbin kişiyi uçurumdan atarak, Davut ise 20 bin Suriyeli’yi kirişten geçirerek öldürmüştür. Bunun yanında asıl söylemek istediğim şu ki: Budha adındaki rahip çok az yerdi, o kadar zayıftı ki, tahıl tanesi midesine indiğinde dışarıdan belli olurdu. Günlerce kımıldamadan durur, çürüyen cesetler arasında yaşar, meditasyon sırasında yapılan saldırıları duymazlıktan gelirdi. Aziz Kevin ise yedi yıl ayakta, uyumadan ve kımıldamadan durdu. O sırada açık duran avucunun içine kuşların yuva yaptığı, yumurtalarını bırakıp, kuluçkadan sonra beslediği söylenir. Manastırlar, MS. 300 yıllarında Mısır’da kuruldu, öyle söylenir. Yıllarca dağlarda, ağaçların ve dibeklerin tepesinde, kovuklarda, yeraltında yaşandı. Aziz Benedict bir mağarada 3 yıl, Aziz Bernard bir hücrede 38 yıl, Benaresli bir Brahman çivili yatağında çırılçıplak 35 yıl yattı. Bir Hindu kadın yeraltında bir kovukta 39 yıl geçirdi. Tırnakları avuçlarını delip diğer taraftan çıkıncaya kadar ellerini yumruk yapıp oturanlar, 19 yıl boyunca konuşmayanlar, 22 yıl süresince oruç tutanlar, kendisine en ağır işkenceleri yapanlar, kılıçla uzuvlarını kesip biçenler, çıplak ayakla ateşte yürüyenler ve iyi bir eğitim gören Hindu rahiplerden uçanlar gördüm.

Endülüs fatihi Musa bin Nusayr, halife Süleyman tarafından insanlığa yakışmayacak bir tarzda cezalandırılmış, bütün serveti elinden alınarak, kendisi adeta dilenecek bir hale sokulmuştur. Buda yetmezmiş ki Endülüs’te vali olan oğlu Abdülaziz’in kesilmiş başı önüne konmuştur.

XIV
Ömer bin Abdülaziz halife olduğu vakit Cerir ve Ferezdak gibi ünlü şairler kendisini tebrik için saraya gelmişler fakat halife tarafından kabul edilmek istenmemişlerdi. Nihayet Cerir’in kabul için yaptığı ricalar sonucu kırılmayarak, halifenin huzuruna çıkarılmıştı. Okuduğu bir kasideden çok duygulanan Abdülaziz, şairi memnun etmek istemiş fakat çok alçakgönüllü ve dürüst bir hayat yaşadığı için ona bütün serveti olan 40 dinar ile iki takım elbisesinden birini armağan etmekten başka verecek bir şey bulamamıştı. Cerir bu durum karşısında dışarıda bekleyen arkadaşlarına gülerek: Halife şuara değil fukara dostudur demişti. Ruhu şad olsun.

XV
“Ve bir açıklığa geldiler, yerin bir meydan olduğu, ağaçların ağaç değil de, binlerce ve binlerce ışık, açı ve delta olduğu. Ve bir kapak gibi siyah gökyüzü, yada bir inci tünelinin sonunda, diz çöktürdüklerini iyi yurttaşlar yaptı ve bazı dualar işitti.”
711’de Müslümanlar Endülüs’e ayak bastı. İspanya’yı baştanbaşa geçerek Pirene dağlarının ötesinde Fransa içlerine girdiler. 729’da Endülüs’e vali olan Abdurrahmanülgafiki zamanında bile istila sürüyordu. Onun komutasında Fransa’nın meşhur Tur şehrini bile düşürdüler. Yağmaya dalınca İslam orduları kuvvetli Şarl Martel ordularıyla karşılaştılar. Abdurrahmanülgafiki şehit olmuştu. Bu savaşın adı Puvatya olup tarihi 732’dir. Müslümanlar başsız kalınca güneye çekildiler. Şarl Martel, Hıristiyanlar arasında büyük ün kazandı. Martel lakabını da bu savaşta almıştı. Bu sıralar Frank krallığının başında Merovenjler vardı. Tembel krallar adı ile anılan bu krallar devlet işleri ile ilgilenmez işlerini atadıkları bir saray nazırı ile görürlerdi. Şarl Martel böyle bir saray nazırı idi. Müslümanlara karşı kazandığı zafer Martel’in ailesinin nüfuzunu artırmış bundan yararlanan oğlu Kısa Pepen, Merovenj hanedanına son vermiş ve babasının adından dolayı Karolenj imparatorluğunu kurmuştur.

XVI
“Sanki uzaklarda değil de, hemen yanıbaşındaki çölde olup bitermiş gibi buğulu birkaç görüntü belirdi, yaklaştıkça bunların atlı olduğu anlaşılıyordu, sonra atların üzerindeki siluetlerde iyiden iyiye belirince, görüntü kozasından çıkıverdi, süslü kuşamlar, kılıçlar, kalkanlar ve sorguçlu miğferlerin üzerindeki taşlar bile seçilebiliyordu artık...”

Eba Müslim ile Ebu Cafer Mansur’un arası iyi değildi. Halbuki Cafer veliaht idi. Yani Seffah’tan sonra Abbasoğullarının hükümdarı olacaktı. Bir gün Müslim halifenin yanında otururken içeriye veliaht Cafer girmiş, Eba Müslim yerinden bile kıpırdamamıştı. Müslümanlar arasında hiç yoktan çekişme ezelden beri vardır. Bir Arap atasözü derki: “Ben kardeşime düşmanım, ben ve kardeşim komşuya düşmanız, kardeşim, ben ve komşum ahaliye düşmanız, kardeşim komşum, ben ve ahali, şehre düşmanız...” Bu böyle sürüp gider. (İki kere anılmıştır) Emevilerde zaptettikleri toprakların yerlisine çok kötü davranır, pek aşağı görürlerdi. O kadar ki Arap olmayanların arkasında tapınıma durmazlar ve onlarla dolaşmazlardı. Başka uluslara, yabancılara Mevali (köle) gözüyle bakan Emevilerin bu yersiz gururları diğer ulusları gücendirmiş ve kendilerine karşı partiler kurulmasına neden olmuştu. Şuubiyye adını alan bu partilerin amacı Emevi hanedanını yıkmaktı. Bunların başında Türkler ve İranlılar geliyordu. Sonunda Abbasoğulları ve Şiilerle birleşen Türkler, Horasanlı Eba Müslim’in yönetiminde isyan ederek Emevi devletini yıktılar.

XVII
Bu bölüm İslami konuların başa kayabilir.
“Muaviye ölürken bile başucunda bulunmayan, avlanmakla gönül eyleyen, saltanatın varisi Yezit, gününü gecesini çalgı dinlemekle, köçek, çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet edinmişti. Özellikle maymun ve köpeklere çok düşkündü. Ebu Kubays adını verdiği bir maymunu vardı ki, ona alaca bulaca renkli ipek bir elbise giydirir, başına ipekten örülmüş bir külah koyar, dişi bir merkebe bindirir ve atlarla yarışa sokardı. Kendisiyle şarap içenlere, kalkın ey topluluk, dinleyin şarkı söyleyenlerin seslerini; anlamlarla uğraşmayı, bilgilerle oyalanmayı bir yana atın ve boyuna şarap içmeye bakın, çalgı sesi, ezan sesinden alıkoymadı beni, küplerin içindeki şarabı hurilerle değiştim ben.” derdi.
Abbas oğullarından Halife Mehdi, bir gün avlanırken arkadaşlarından ayrılmıştı. Çölde dolaşırken bir bedeviyle karşılaştı. Susamış ve acıkmıştı. Arap’tan yiyecek istemiş ama Arap üzüntüyle: ‘Büyük bir adama benziyorsun ama sana layık bir şeyim yok’ demişti. Halife ne verirsen makbulümdür deyince Arap biraz kuru ekmekle bir testi şarap sunmuştu. Halife sıcağında etkisiyle, ben halifenin adamıyım demişti. Bunun üzerine Arap hürmetle eğilmişti. Biraz daha içince bu kez ben halifenin komutanıyım dedi. Arap, Mehdi’nin ayaklarına kapanmış, kusurum varsa bağışlayın demişti. Mehdi şarap biterken, ben halifeyim demiş, Arap bu kez sus pus olmuş testi ile kadehi de ortadan kaldırmıştı. Halife, Arap’a bir kez daha şarap doldurmasını isteyince korkudan vermemiş, çünkü böyle giderse (sümme haşa!) önce peygamber sonrada Allah olduğunu söyleyebilirsin demiştir. (Âli Kûh-ül Ahbâr’da da yazar bu.) Mesel bu ya, bedevinin korkusu bence boşunadır. İnsan, yüze yüze balıklaşabilir mi, ama kürre-i arza, düz diyende biz değil miyiz, ne diyelim göz aslında karanlık içindir, ama ne yapalım!...

XVIII
Peygamberin amcası Abbas’ın soyundan gelenler Bağdat’ta yeni bir devlet kurdular (750) Hükümdarı Abdullah’tır. Kendisine kan dökücü anlamına gelen Seffah denilmiştir. Türklerin Ebul Abbas Abdullah’ın devletinin kurulmasındaki rolü büyüktür. Son Emevi hükümdarı Mervan II’nin yönetiimindeki kuvvetleri mahveden isyancıların başında Horasanlı Eba Müslim vardı. Mervan’ı Mısır’a kadar kovalayan ve öldüren, hilafetin Abbas oğullarına geçmesini sağlayanda Türklerdir.

XIX
Arap şairi İbnirrumî’ nin hicivlerinden korkan Halife Metedıt’ın veziri Ebulhüseyin onu evine davet etmiş ve bir yolunu bularak kölesine zehirletmişti. Araplarda şiire öteden beri büyük bir yetenek vardı. Sami dillerin en varsılı ve her türlü betimi yapmaya elverişli Arapçada, Kuiper’deki taşlar kadar bol şair vardı. Bu şairlerin şiirleri de kara Kabe’ye asılır, bu şiirlere de Muallakat (Yedi Askı) denirdi. Bu şairlerin en ünlüsü İmrüûlkays’dı. Emevi halife Abdülmelik şairlere çok değer verirdi. Muaviye oğlu Yezit, Halife Velit ve Harun Reşit gerçek birer şairdi. Muavilerin en ünlü şairleri ise Ebu Zûlame, Ebu Nuvas, İbnirrumi, Ebu Temam, Ebululâ-el Maarri ile Fazl ve Mahbube adındaki kadınlardır. Ebu Zulâme gülünç şiirler ve hicivler yazmakla tanınmış bir adamdır. Bu şairin dilinden kurtulmak isteyen bir kadı, bir keresinde şairin borcunu bizzat kendi ödeyerek dilinden kurtulmak istemiştir.

XX
“Öyle ki oklarla boğazına nişan alıp yırttılar, çadırları yakıp, atların nallarıyla başsız gövdelerini çiğnediler, kesik başların sopalarla dudak ve yanaklarına vurup parçaladılar ve utanmadan mızraklara takıp gezdirdiler.”
Tus’lu Nasir, Abbasoğullarının son hükümdarı Mustasım’a bir kitap sunmuştu. Mustasım, kitap getireceğine Tus’dan bir öküz getirseydin demişti. 1258’de Hülâgü, Bağdat’ı alıp halifede esir düşünce, gümüş tahtta Hülâgü’nün yanında duran Nasir, Mustasım’a ‘Öküzü beğendin mi’ demişti. Mustasım’ın, Cengizoğulları İran’ı ele geçirince hiçbir çaresi kalmamıştı. Elli günlük kuşatma sonunda Bağdat düştü. Emir-ül Ümera’lık makamını Hülâgü’ye vermekle kurtulacağını sanan Mustasım’ın umudu boşa çıktı. Hülâgü onu çadıra hapsetti. Gizli hazinelerini ele geçirdi ve sonunda bir çuvala koydurarak, geceleyin dörtnala atların geçtiği bir geçide bırakarak yazgısının sonunu hazırladı. Tarih 1258’dir. Tanrı günahlarını bağışlasın.

XXI
Endülüs Emevilerinden Hakem II pek adildi. Devletin başı olmasına karşın Kurtuba’nın kadısından bile çekinirdi. Kadı bir dava nedeniyle; boş torbayı toprakla doldurup eşeğe yüklemesini istemiş oda buna uymuştu. Abbas oğullarının ilk halifesi Seffah’ın kılıcından kurtulan tek Emevi olan Hişam’ın torunu Abdurrahman, adını ve kılıcını değiştirip Afrika’ya geçmiş, 20 yaşındaki bu delikanlı, oradan İspanya’ya geçerek Endülüs Emevi devletini kurmuştu. Bu devlet zamanında bilgi ve tekniğin merkezi idi. Buradaki son Müslüman devleti Ben-i Ahmer olup başkenti Gırnata idi. 1480’lerde Aragon kralı Ferdinand’a şehir anahtarıyla birlikte teslim edilmiştir.

XXII
Bu sıralar Avrupa’da şövalyelik almış yürümüştü. Derebeylerin onuru sayılan bu meslekte, belirti olarak ayaklara altın mahmuzlar takılırdı. Gene bu devirlerde Alman imparatoru Konrad III, Weinsberg kasabasını kendisini desteklemediği için cezalandırmak istemiş ve kasabadaki kadın ve çocukların kasabayı terk etmesini ancak yanlarına en değerli eşyalardan bir tanesini alabileceklerini söylemişti. Bunun üzerine kadınlar, yalnız kocalarının ellerinden tutarak kasabayı terke başlayınca şaşıran Konrad III, kasabaya saldırıyı durdurmuş ve tümünü bağışlamıştı. Yine bu dönemde Benelux paktı gibi, İsveç, Norveç ve Danimarka arasında ‘Kalmar’ birliği vardı. Aynı zamanda çok karışık olan bu dönem, Shakespeare’in oyunlarına da esin kaynağı olmuştur.

XXIII
“Mezarda birbirine aşkla sarılmış iki ölü var Ağızlarında altın para duruyor. Paralar cehennem ırmağından kolayca geçebilmeleri için. Çünkü onları ölüler ülkesine cehennem ırmağı kıyısında bekleyen bir sandalcının götürdüğüne inanılıyor.”
Adim Vespanianus, ama şimdi size tarihin gördüğü son imparatorluktan, Osmanlıdan söz edeceğim. Onlar Murat, Ahmet, Selim, Osman olarak Vespanianus’a çok uzak görünürler ama içtikleri sütün alamet-i farikası Roksalan, Anastasya, Despina, Evdoksiya’dır. Şuna inanınız ki Vespanianus, padişahlara annelerinden daha yakın olup yaşamı da kıssa ve hisselerle dolu idi.

“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu oraya gidince anlardık”
Doğa belki de kördür ama bu çölü terk ettiğimde vaha beni anlayacaktır.

Niğbolu savaşında, Osmanlılara karşı; Fransızlar, Bohemya ve Bosnalılar, Alman ve Macarlar, Ulah beyinin orduları, Hırvatlar ve Burgonya dükü vardı. Yıldırım, Timurlenk ile 1402’de sıcak bir yaz günü Ankara’da Çubuk ovasında karşılaştı. Timur, Semerkant’ın güneyinde Yeşilşehir’de doğmuştur. Barlas kabile reisinin oğludur. Sol bacağı bir kavgada sakatlandığı için 'Timurlenk‘ Aksak Timur derler.Yıldırım’da kördü. Timur’un Rusya’da Altınordu devletini yıkması tarihin akışını değiştirmiştir. Bu Ankara savaşından bile önemlidir. Bundan sonra duraklayan Osmanlı uzun süre Hünyadi Yanoş’un zaferlerine boyun eğmişti. İleride İstanbul’u alacak olan Fatih, Rumeli Hisarı’nı yaptırmış ve ilk komutan olarak da Firuz Bey’i atamıştı. Fatih’in önemli adamlarından Ak Şemsettin, Şam’lı idi. Fatih, Akkoyunlular üzerine yürürken, Trabzon hükümetinin 2000 düka vergisinden vazgeçmişti. Fatih, açan, fetheden demek olup, Miftah’dan gelir, Miftah ise anahtar demektir.

XXIV
Uzun Hasan ölünce yerine oğlu Yakup geçmişti. Annesi Sâra ise Yusuf’un hükümdarlık makamına geçmesini isterdi. Bunun için Yakup’u öldürmeye karar vermiş bir kase zehirli şerbeti sarayda Yakup’un eline geçebilecek bir yere koymuştu. Bir gün Yakup kardeşi Yusuf ile avdan saraya döndüğü zaman annesinin koyduğu kaseye gözü ilişti ve kimseye bir şey sormadan zehirli şerbeti içmeye başladı. Ama kardeşinin de harareti olduğunu düşünerek kaseyi kardeşine uzattı. Bu sıra Yusuf’da iştahla şerbeti içince, tam o sıra annesi içeriye girdi ve gözbebeği kadar sevdiği evladının zehirlendiğini anladı. Yırtıcı bir hayvan gibi oğlunun üzerine atılarak kaseyi elinden aldı ve kana kana son yudumuna kadar içti. Yaşam onun için anlamsızlaşmıştı. Az sonra bir hain ve iki masum kıvrana kıvrana can verecek ve sarayda ölüleri defin hazırlıklarına başlayacaktı.

XXV
Gedik Ahmet Paşa (Bu paşa için omuriliğinde önboynuz hastalığı var -fiziksel olarak- sakat diye Anadolu’da söylenti yayılmıştır.) 1474’te vezir-i azam olarak İstanbul’a gelmiş ve ertesi yıl Karadeniz’deki Ceneviz sömürgelerini almakla görevlendirilmişti. Kefe, Azak ve Menkûp kalelerini almıştır. Bir süre padişahın gözünden düştüğü için hapsedilen paşa daha sonra Donanma komutanlığına getirilmiş, Kefalonya, Zanta ve Santamavra adalarını Türk topraklarına katmıştır. Napoli krallığının istilasına gönderilen Ahmet Paşa, Otranto kalesini almış ama bu sırada Beyazıt tahta çıktığı için geri çağırılmıştır. Vaktiyle Cem’in atabeyliğini yaptığı için Beyazıt ile Cem’in taht kavgasında kayıtsız kalmış ve padişahın kendisine kin duymasına neden olmuştur. Rodos şövalyelerine sığınan Cem’in teslimi konusu yine ona verilmiş ve bir ziyafet sırasında cellatların hançeri kendisine yönelince bu durumu sessizce kabullenmişti. Ölmeden önce her vezire verilen kaftanın sırmalı, Gedik Ahmet Paşa’nın ki sırmasız ve siyah keten oluşu, vezirler veziri ölümün, kendisi için görücüye çıktığına işaret sayılmıştır.

XXVI
“Gözlerindeki pırıltı, elindeki hançerin parıltısıyla buluştuğu an, kurbanın yüreğinde çakan tuhaf bir kıvılcımdır o, kurban iniltiyle yere kapaklanır ve sanki uyurmuş gibide kalakalır. Trabizes’te bir atmaca, Şehzade Selim nam bir panter kuşkusuz tahta hazırlanır. Bir sabah, İsmail Şah, Tacım adlı bir cariyeyle nikahlanır. Mahlası Hatayi’dir. Hatayı nerede hata yaptım demektir. Analığını ve babasını bile öldürtmüş bir Safevi’dir o!..”
.
Yavuz Sultan Selim çok gaddardı, vezirlerine bile, birisi hakkında beddua edileceği zaman ‘Selim’e vezir olasın’ denirdi. Öyle ki vezirler vasiyetnamelerini ceplerinde taşırdı. Yavuz, silah kullanmayı, avlanmayı ve şiir okumayı çok severdi. Mısır’daki Kölemenler devletine son vermesi en önemli başarısıdır. Böylece halifelik III. Mütevekkil’den Osmanlılara geçmişti. Mertti, İran hükümdarı Şah İsmail’e bile İsmail Bahadır diye hitap etmiştir. Şah İsmail yandaşlarıda kızıl külah giydikleri için kızılbaş denmiştir.

XXVII
Cafer Çelebi devrinin büyük adamlarındandı. Bayazıt’ın (Beyazıt) fetihnamelerinin çoğunu o yazmıştır. Hat yeteneği çok ileri olan Çelebi hakkında şöyle bir söylenti vardır. Buna göre Yavuz herhangi bir şeyin yazılması için katiplerine bir hafta vakit bırakırmış. Bir gün Cafer Çelebi’ye de böyle bir iş vermiş; ama Çelebi bunu unuttuğu için yazmamış, hafta sonunda padişahın çağırması üzerine aklı başına gelmiş ise de iş işten geçmiş bulunuyormuş. Padişahın oku demesi üzerine Çelebi hiç istifini bozmadan cebinden beyaz bir kağıt çıkartmış ve padişahın verdiği konuyu hiç hata yapmadan sanki kağıt üzerine yazılmış gibi okuyuvermiş.
Cafer Çelebi’ye isyana teşvikten dolayı cezanın ne olabileceği kendisine sorulduğunda: “Ölümdür!” deyince, kendisinin de -ne yazık ki- bundan dolayı suçlandığı söylenerek, kendi eliyle fetvası alınmış ve öldürülmüştü. Yine Yavuz, Çaldıran savaşında, İranlıları bozguna uğratmıştır. Esirler arasında Şah İsmail’in zevcesi de vardı. Şah İsmail kolundan yaralanıp attan düştüğünde, adamlarından biri “Şah benim” diye yakalanmasını önlemiştir. Karışıklık sırasında Hızır adlı Şii’nin atıyla kaçmış, ertesi gün kendisini sevmeyen Tebriz halkının karşısına perişan biçimde çıkmıştır. Yavuz sadeliği severdi, oğlu Süleyman’a süslü elbiseler giydiği için darıldığı, bağırıp kızdığı söylenir.

XXVIII
Kanuni Sultan Süleyman dönemi devirlerin en görkemlisidir. Bir gün hırsızların soyduğu kadın, padişaha yakınınca, padişah nasıl oldu da bu kadar derin uyudunuz ki demiş, kadında: ‘Biz sizi uyanık biliyorduk, onun için böylesine derin uyuduk’ demiştir.
Mohaç savaşında padişah Mohaç’ın sırtlarında tahtını kurdu. Sırtında parlak bir zırh, başında üç sorguçlu bir kavuk vardı. Savaş sırasında padişaha bir kaç mızrak ve ok isabet ettiyse de zırhı onu korudu, ama Macar kralı Layoş’un onun kadar yüzü gülmedi ve savaş sırasında öldürüldü.

Pargalı bir Rum olan İbrahim Paşa, küçük yaşta korsanlar tarafından tutsak edilip Magnesia’da satılmıştı. Valide Hafsa Sultan’a bile kendini sevdiren paşa, daha sonraları vezir olmuş ve kendi kız kardeşiyle, padişah çocuklarının sünnet düğünlerinin kıyaslanması istenince padişaha “Sizin düğününüzde benimki kadar büyük bir davetli yok, benim düğünüm zamanın Muhteşem Süleyman’ı ile onurlanmıştır” deyince, padişah “Berhudar ol, beni ilzam ettin” demiştir. Ama ne yazık ki 1536’da boğduruldu, veziriazamımız 1553’te İran üzerine yürürken Kanuni Sultan Süleyman, sadrazam Rüstem Paşa’nın sözlerine kanarak oğlu şehzade Mustafa’yı da öldürtmüştür.

XXIX
Şehzade Mustafa sözde babasının Dimetoka’da dinlenmesini istiyormuş, Rüstem Paşa buna engelmiş, Mustafa’nın tahtta gözü varmış. Bu durumdan haberi olmayan Mustafa, İran seferi için Ereğli’de bulunan babasının elini öpmek isteyince (vezirler kendisini karşılamış, yeniçerilerde alkışlamıştı) çadıra girmiş ama babası yerine, 7 tane dilsiz cellatla karşılaşmıştı. Çığlıklar içinde yardım istemişse de, atlas perde arkasından bu korkunç manzarayı babası da izlemiştir. Mustafa’yı, Sarı Selim’in padişah olması için Hürrem Sultan’ın öldürttüğü de söylenir. Sarı Selim ise zevk ve sefaya düşkündü. 1574’te yeniden yaptırdığı saray hamamında sarhoş olduğu için düşmüş ve 11 gün sonrada ölmüştür.

XXX
Özdemiroğlu Osman Paşa ise Osmanılı vezirlerinin en ünlülerindendi. Doğu seferlerinde gösterdiği yararlılık sayılamayacak denli çoktur. 1583 yılında İranlılara karşı amansız bir savaşa girmiş bulunuyordu. Her zamanki gibi yağız atına binmişti. Paşa 30 yıldan beri bindiği bu atın kişnemesini kesinkes bir zafer işareti sayardı. Bütün gün süren savaşa, gece meşaleler yakılarak devam edilmişti. Bundan ötürü ‘Meşale Savaşı’ adını alan bu muharebe sonuçta İranlıların kesin bir yenilgisi ile sona ermişti. Bu arada Kırım Hanı’da yola getirilmiş, İran şahı Tahmasb’ın zehirlenerek öldürülüşünden sonra Lala Mustafa Paşa, İran seraskeri Tokmak Hanı mağlup etmiş, Osman Paşa’da İran şehzadesi Hamza’yı yenmişti.

XXXI
Sinan Paşa Avusturyalılara karşı savaşmayı çok isterdi !593’te Avusturya sınırlarına yapılan bir akın Osmanlılar aleyhine sonuçlanmıştı. Bundan başka Avusturya imparatoru Rudolf sabah, öğle ve akşam kilise çanlarının çalınmasını ve Türklerden kurtulmak için tanrıya dua edilmesini buyurmuştu. Bu çanlara ‘Türk Çanı’ deniyordu. Sonuçta, Sinan Paşa, Avusturyalılara karşı savaş açmış vede sürekli yenilmişti. 13 yıl süren savaş Zitvatorak antlaşmasıyla sona ermişti.

XXXII
Yıldırım Beyazıt zamanından beri padişahlar kardeşlerini öldürüyorlardı. III. Mehmet hükümdar olduğu gün 19 kardeşini birden öldürmüştü. Derviş Paşa’nın ölümüne ise düşmanı bir Yahudi neden olmuştu. Paşanın köşkünden padişah sarayına toprak altından tünel kazdırıp bunu haber veren Yahudi, Derviş Paşa’nın boğdurulmasına neden olmuştur. Bu sıralar Erdebil üzerine de bir sefer yapılmıştır.

XXXIII
IV.Murat’ın vezirlerinden Hafız Paşa isyan eden sipahilerin isteği üzerine gözden çıkarılıp feda edilmiş, isyancılarca 17 yerinden yaralanan paşa yere düşünce birisi göğsüne çıkarak başını gövdesinden ayırmıştı. Murat ise Konya’da bulunduğu sırada tek başına iç kaleyi ziyarete gitmiş ve kalenin çevresindeki hendek üzerinde bulunan ağaç köprüyü atla geçmek istemişti. Bunu gören kale bekçisi; ‘Hey in aşağı attan, bu padişah kalesidir, atla çıkılmaz!’ diye bağırmıştır. Murat iyi silah kullanırdı. Kayseri’den hareket ettiğinde arabada idi. Arabanın önünden olanca hızıyla geçen bir dağ keçisini görünce hemen bir at istemiş ve şaşırtıcı bir hızla keçiye yetişerek onu mızrakla öldürmüştü.
Duraklama devrinin sancılı savaşlarından birisi de Hotin savaşıdır. Kırım Tatarlarının da Lehistan’a saldırmaması sağlanmıştır. Gene Murat, Edirne’ye giderken, kendisini görebilmek için bir köprünün altına gizlenmiş olan 30 kadar Hintli derviş bulundukları yerden aniden çıkınca, padişahın atı ürkmüş ve yere düşmüştü. Öfkelenen sultan dervişlerin hepsinin başını kestirmişti.

XXXIV
Sultan İbrahim için deli derler ama o aslında ilginç biriydi. 25 yaşında padişah oldu.
I. Ahmet’in babadan oğula geçen veraset şeklini kaldırıp hanedandaki en büyüğün tahta geçmesi usulü, şehzadelerin kafeslere kapatılarak, bilisiz ve sayrı bir şekilde büyümelerine neden olduğundan, bunlara ola ki padişah olduklarında, genellikle saralı yada yarı deli olabiliyorlardı. Her an öldürülme korkusu yaşayan bu padişahlardan sonra Osmanlı hızla gerilemişti. İşte İbrahim böyle biriydi. Edirne’deki sarayında odunları beğenmediği için İstanbul’dan hamallarla odun getirtmek, saray ve köşkleri kürkle kaplatmak, balıklara altın serpmek gibi... Annesi Kösem Sultan sonunda onu öldürtmüştü.

XXXV
Celali isyanları öyle hal almıştı ki isyancılardan Gürcü Nebi ve Katırcıoğlu birleşerek İstanbul civarına kadar gelmiş ve padişah kuvvetlerini Üsküdar sırtlarında yenmişlerdi. Savaş başlamadan her eşkıya kellesi getirene bahşiş verileceği söylendiği için, hükümet kuvveti yeniçeriler eline geçirdikleri her başı sadrazamın önüne yuvarlayıp bahşiş alıyorlardı. Sonunda sadrazam, bir başın kendi adamlarından Kasım’ın olduğunu görünce: “Bre melunlar bu bizim Kasım’ın başıdır.” diyerek bahşiş işine son verdi.
IV. Mehmet zamanında ise devleti 7 yaşında olan padişah değil, Kösem Sultan yönetiyordu. Kösem Sultan günün birinde boğduruldu, ama bu kez Turhan Sultan yönetimi eline almıştı. Durum öyle kötüydü ki Venedikliler Çanakkale Boğazı’nı kapatmışlar, adaları almışlar neredeyse İstanbul’u kuşatacaklardı. Bu durum Köprülü Mehmet Paşa (1656) zamanına dek sürecektir.

XXXVI
Fazıl Ahmet Paşa, babasının ölümü ile sadrazam olmuş eli açık ve cesur bir sadrazamdı. Uyvar (Neuohesel) kalesini almış, Girit sorununu çözmüştü. Genç yaşta ölümü pek büyük bir üzüntüye neden olmuştur. Nemçe elçisiyle Vasvar muahedesini yaptığında elçi anlaşma 40 yıl sürsün deyince, 40 yıl barış içinde kalırsak biz kiminle savaşırız.” demişti. Bundan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de söz edilir. Evliya Çelebi’nin (1611-1682) ataları Kütahya’lıdır. Silahşör, hatta musikişinas ve şairdir. Ama mübalağalı nesirde en iyi o idi. Ben şunu ondan duydum: Girit seferinde katır ve atlarla ordunun eşyasını limandan taşıyanlara bizzat Giritliler (70.000 adet) eşeklerle taşıma işine talip olup orduya da yardım etmiş olunca Hanya kalesinde kuşatılmış bulunan düşman generali: ‘Yazık eşeklerin böyle işe yarayacağını bilseydim Türkler gelmeden hepsini zehirlerdim “ demiştir. Girit’e sefer açılmasının nedeni, hacca giden Darussaade ağası Sümbül Ağa’nın, Mısır’a doğru yola çıktığında, Rodos adası açıklarında Malta korsanları tarafından hareminin ve adamlarının kaçırılıp ağanında öldürülmesi idi. Girit’de Kandiye kalesi de iki önemli kaleden biri olup en sonunda Venediklilerden alınmış idi. Cehrin kalesi ilk kuşatıldığında ordunun başında Şeytan İbrahim Paşa vardı. Zaman IV. Mehmet zamanıydı ama ‘Şeytan’ çok sarp olan bu kaleyi alamamış, Ukrayna’daki kaleyi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa almıştır.

XXXVII
Fazıl Mustafa Paşa, Köprülü Mehmet Paşa’nın küçük oğludur. Niş komutanına: Siz ki Niş kasabasında barınmak maksadıyla karar eden kale hakimi Fetrani general ile Nemçe ve Macar tayfasısınız. Bildirilir ki halen İslam askerleri gelip etrafınızı kuşatmışlardır, diye mektup yazmıştı. Bu mektup Kabakulak Macar Ahmet Ağa ile Niş kalesi komutanına götürüldüyse de yanıt ilginçtir. “İçimizde okur yazar yoktur, onun için mektuba cevap veremiyoruz. Fakat bizim konuğumuzsunuz, isterseniz gelin ziyafetimize buyurun.” Fazıl Mustafa Paşa 1691’de Salankamen’de (Avusturya) hücum sırasında alnına isabet eden kurşunla şehit olmuştur

XXXVIII
Sonuç olarak; tarih yok etme arzusu mudur. Öldürme ve yok etme arzusundan arınmış bir cihan için, başka ve iyi bir tanrıyı mı beklemeliyiz. Bu nedenle tarih şuradakiler gibi anlamsızdır.
Bir zamanlar imge avcıları diye bir tarikat varmış, bunlar sözün en gümüş olanını toplar, gereksinenlere bir ziynet eşyası gibi satarmış. Ama her iyi şey gibi bu tarikatın ömrü de kısa sürmüş, sözün değil yılanı deliğinden çıkarması, en olası şeyi bile yola getirip ortaya çıkaramadığını savlayan kimi zındık ve münafıklar, sözden başka hiç bir şeyi olmayan, söz kümeciliği yapan ve sonunda sözsüz olana ulaşmayı çabalayan bu tarikatın sırça köşkünü yerle bir etmişler. Çünkü köşkleri yalnızca ağızlarından çıkan, altınsı, gümüşsü güzel sözlermiş. Diyesim, sözü ağızlarından alıp, soluğunu durdurmuşlar bu tarikatın. Oysa sözün bittiği yerde kavga başlar, kavganın olduğu yerde kan, kanın olduğu yerde de can artık bulunmaz olur O imge tacirlerinin, us dışı geçmişten geleceğe topladıkları imge yığınlarından bir demet sunuyorum. İyisiyle, kötüsüyle sizin hatırınıza, onların parça parça edilmiş elyazmalarından derledim.

Yunan dini, korunun aç kuşları, Azak kalesi, demir totemlerin tınısı, Eltanin taşı (2,5 milyon yıl önce düşmüş) , tortul karaotlar (deniz dibi örnekleri) Granadalı mağripliler, Yahudi dönmeler, İtalikler, buğulu kibirler (kibir sahipleri), Ulah beyleri, kör doğa, Bir Persli’nin gözüyle, Konstantin’in fethi adlı bir elyazmadan söz eden Bitinyalı, ocakta öyle heykelleri yaktım ki, çıplak kadınlar kireç olunca bile hala bana güler dururlardı. Oryantalist Kuatremere’nin dediğine göre, Saadete Ermişlerin Bahçesi, Gülzarı Hasaneyn ve Kumru gibi kitapları okurdu, cümle erenlerin ruhu için barekallah, Avlonyalı Kadın Tüccarları, pelerinli kızlar, parakete ağlar, Aylandız ağacı, Harappa’da bulduğum çömlek, Dali’nin karyatid kadın heykeli, Amalfili tüccarlar, Halep, Hama, Ugarit, Ebla, Palmira, Petra ve Han Zeman, cehennemde bebeklerine süt vermeyen kadınlar göğüsleriyle tepeler kazıyorlardı. Adriyatik tuzu, Dalmaçya ağacı, Balkan esirleri, İskit buğdayı, İyon şarabı, Propontis (Marmara denizi) Baltık amberi, Kıbrıs kınası, Girit boğası, Vizandovina, Aleksandra, Makedonia, Nearoma, Tsargorad, Stanpoli, 1594’te Mustafa bin Vali’nin 3. Murat için Siyar-ı Nabi’den kopya ettiği minyatür, batıl softalık, safsata, Kiel kanalı, Fransız klasisizminden ve ziyacılardan başlayarak Schiller ve Goethe’nin Aydınlanma estetiğine, daha sonra ise Byron’un ve Fransız romantiklerinin şiir sanatından Alman idealist felsefesinin estetik kavramlarına kadar, çarmıha gerilen orman (dülger balığı), taşa tutulan su, kavaklar arasında uçan melekler, ormanın ağaçları arasında uyurken meleklerin içtiği su. Bir melek dönenir durur iki kavak arasında dalar uykuya, tam uçmaktayken. Medine’ye, Yezit’in saldırması Hurre savaşı diye bilinir. Hz Hüseyin’i öyle bir ok yağmuruna tuttular ki atılan oklardan güneş görünmez oldu, deve semerine benzetilmiş taşlar, batıda Janissary denilen yeniçeri müziği, 1884 tarihli Hanri Gibert haritasındaki İskefsir ilçesi, saray imrahoru, vaktaki kafile Mısır’dan ayrıldı, beriden babaları şöyle dedi, doğrusu bana bunak demezseniz, ben Yusuf’un İrani kokusunu hissediyorum, gelecek olan Mesih’in adı Melkisedek’tir. Odyris kralı Kersebleptes’in deniz kabuklarından elde edilmiş erguvan renkli elbiseleri ile gömüldüğü, bir tacının meşe dalı şeklinde saf altından, diğerinin sarmaşık dalları şeklinde bakır üzerine altın kaplama olduğu, bu yıldızlar belki de bir zamanlar akan göksel bir akarsudan kalan taşlardır. "Testiculos haber et bene pendentes” “Her şeyi yerli yerinde” Namib’in kükürt incileri, siyah ışık ve sönmeyen ateş. Arzunun karanlık nesnesi, Himalayaların gölgesinde kaybolacak. Casares’ten etkilenen Borges, fes, “kayıp kuzu kâbusta bulundu, köyün başında, deniz kıyısındaki dönen Mevlana heykelinin orada, Hani ‘kim’lik sorunsalını umursamayıp herkesi taşra adaya çağıran ve mekanik çatırtılarla dönen Mevlana heykelinin dibinde. Karşıdaki çıplak adaya doğru denize atlıyordu.” 1822 baharında Beserabya’da bulunan genelkurmay subayları olan Zubov kardeşlerin ikisiyle aynı anda giriştiği düelloda son derece sakin bir biçimde ‘Atış’ öyküsünde çizdiği Kont gibi çiçek! Yemektedir. 1492’den 1492 yıl sonra başka bir dünya bulunacak. Satsumalı saray imrahoru, puduheba, kılıçbalıkları periskobik olarak görünmeyen cinsel organlarıyla suda çırpınarak sevişiyor. Denizde yüzen istiridyeler neden kumlara üçgen çizerler aşık olduklarından mı, kumlara üçgen çizen istiridyeler, Suriye’ye sinen Bizans ve İran saray politikası ve gösterişinin esiri, Allah’a hamd ve sena, Hz Muhammet’e meleklere ve nebilere salattan sonra ipeklilere bürünmüş ve çalgı çalmaktan hoşlanan bir meczubu halef atamıştı diyordu, Ziyad’ı kardeş saymış ve Hucr b. Adi’yi ölüme mahkum etmişti, gözleri dönmüş azgınlar, sana değil, Ebu Turap (toprağın babası) peygamberin Hz.Ali’ye verdiği ad, yaptığın küfürler ve IV. Murat bir gün Çırağan'a doğru gidiyormuş, önüne öküz arabasıyla yolu kapatan bir köylü çıkmış, padişah kızmış ve o anda sadağından çıkardığı oku yayına takıp köylüye atmış, Bostancıbaşı’na git demiş başını gövdesinden ayır, Bostancıbaşı köylünün yanına giderek geri geldiğinde ‘öldüğünü‘ söyleyip köylünün canını ancak kurtarmış. Bu olay Tsargorad yani Nearoma’da geçmiştir. Hasılı o öbürüne demiş, öbürü yanındakine, yanındaki, berikine, beriki ona derken laf gelmiş beni bulmuş. Ne ki ben de size anlatıyorum. Niçin mi, niçin dediniz ama?..

1
2
3
4
6
4
2
2
2
3
7
9
5
5
8
1
8
1
0
0
0
0.

Her yazılan da bir albeni bulunsaydı?..


VULVACORTAZAR



‘Güneş göllerinde yüzüyor, Tarık ile Diana’m / Buzdan kafeslerde yaşayan Samanyolu leoparı / Ve Neptün’de serçeler kanadını okşuyor Budjak’ın. / Her sabah kollarımızı açtığımızda İsa oluyoruz / Tanrı aramızda oturuyor ve tüylerini yalıyor leoparın / Zamanın kuzeyden geldiğini söylüyorlar / Elektronik serapta canlanan anılar / Ve işte neon ışıklarında beliriyor teyzem /
Arayış ne güzeldir sayısız varsayım olasılıklar / Gece vakti altın anahtarın kilidimde şıkırdıyor /
Buz tutmuş ateş ve gözlerden oluşan ejderhalar. / Zaman yelinde geçen yıllar ve sonsuzca beklentiler / Bizi yakalayan bakış / Kuğu tüylerinin atomaltı dengesi anileyin / Hamile bir kadına dönüşen burnumdaki gölgeler / Denizin sırtında adaya gittiğimiz gün / Cantor kümeleri, doğadışı gerçekler. / Kanatlı ceylan soylu karamsarlığın simgesi / Yer çekimini durdurabilen Lezgi / Ölü Toronto, bizon kılıç, at İskender / Rabat’ta çoğalan sütler / Ve deniz ifriti… / Güneş çöllerinde gülüyor Tarık ile Diana’m / Reenkarnasyonal tavırlar / Tanrıya yaklaşabiliriz ama asla dokunamayız diyor Zeus / İnsan bir bilgisayar. / Avcının astığı kuş / Ceres’te yürüyen canlı, Satellit. / Çembersi olan; tanrısız evrenin ürkütücülüğü / Ve gezegende kelebekle kilitli kalan bir kelebek ne yapar / Menandrolar ve nemfomanlar yaklaşıyor işte aleluya / Gece vakti altın anahtarın içimde şıkırdıyor / Uzakta Sirius doğuyor, güneş batıyor, evrenler usulca çarpışıyor. / Anılar…’

Biz tepedeydik… Pencereden aşağı baktığımda, kentin tüm ışıkları, sözde uslu bir gezegenin endüstriyel yadsınçları gibi yanıp sönüyordu. Benim, senin tenine olan sevdam, varlığıma, varlığımıza ve varoluşlarımıza olan kuşkum-tutkum getirmişti beni oraya, daha anlaşılmaz bir sürü garip duygu içindeydim biliyorum. Orada bulunuşum, yaşamımın ve yaşamın her anından bir parçasının gerekçesini, gereksinmesini ve kendiliğinden oluşumunu taşıyordu.
Yalnız kaldığımızda, hemen yanına sokuldum. Az da olsa bu alışkanlığın deneyimlerini edinmişti ruhumuz. Ve sen, sürgit anlatmaya başladın; O herkes için kendi kraterinde, sonsuzlara dek patlamasını sürdüren, sönen, direnen, teslim olan -olmayan- ve yaşam denen, o vefasız yosmayı!..
Sonra duyumlarımızın, yeryüzündeki tüm nesnelerden öne geçtiği saatlere geldik. Sen hâlâ anlatıyordun ve bunların ayırdın da olmak istemiyordun. Bense bildiğimiz, ama düşüncelerimizin nedense bizi -harı- içine sakladığı, o duyumların, artık kaynağından çıkmasını, akıp akışmasını ve bir akrep gibi gözlerde ölüşüp-doğuşmasını istiyordum. Aynı şeyi isteyen, ama aynı eylemselliği barındıramayan iki düşünce, karşı karşıya ve belki de çatışma içindeydi kim bilir…
Aradan yıllar geçti. Ben, o gün senin, küçük, hangi kral ve kraliçelerin, ölümün güzel bahçelerinde hüküm sürdüğünü bilmediğim, en büyülü, en gizil yaşamların, yaşanılırlığı içindeki; arı bir tomurcuğu andıran tümülüslerini, biçimli piramitlere benzeyen idollerini, mermer toroslarını okşamıştım, hem de saatlerce, hem de sabırla…
Kral ve kraliçelerin uyanacağından kuşku duymaya başlamıştım, gizil yaşamların olamayacağını düşünüyordum ki, senin ırmakların, birden büyük bir gürültüyle çağlamaya başladı. Şaşırdım, korktum ve hızla kendinden geçme evresinin basamaklarına doğru, yitmeye başladığımızı düşündüm.
O sıra saydam sular, alevler içinde toynaklı atlar, sonsuz bir soğuklukta kaynayan titansı topraklar, katı ıssızlığın ortasında yeşile kesmiş; uçsuz bucaksız buzullar, gökadalar, yıldızlar ve tanımı olanaksız kalabalıklar; insanlar, insanlar, insanlar ve sonsuz çeşitlilikte, kaplanlar, filler, sürüngenler, Boschlar, yani senin anlayacağın, bir canlı denizinde yüzmeye başladım.
Şimdi yıllar sonra, bu tür bir sanrıyı, pencereye doğru uzanışımızdaki, kentin ışıkları mı sundu bize, o mu aldattı bizi, yoksa artık senin çıplaklığındaki -erleyik- dünyanın en güzel iki volkanik dağından, aşağıya doğru inerken, koyakların bitti diye düşünüldüğü yerde, birden gizemli bir derinliğin, tarih öncesinin mi, sonrasının mı belli olmayan, ultra doğal ve bir o kadar yabansı mağara ağzının, kırk haramilere açılan, büyücül kapaklar gibi -kızıl ötesi ışıklarla yanıp sönmesi mi- beni bu yaşamlar üstü sanrılara itti bilemiyorum…
O gün doyunçlarımızın, var olmaya ilişkin evrensel devinimleri, -gerçek miydi- onu da bilemiyorum, hatta şu anda, anımsadıklarımla, anımsamadıklarım, o günün içinde, öylesine bir kozmik yumak oluşturmuşlar ki, -hiç bir şeyi- ne tam olarak anımsayabiliyorum, ne de anımsayamadığım tek bir şey var o günden!.. Belirsizlik, anımsadıklarımla birlikte, us denizinden akıp gidiyor, yalnızca o kadar…
İşte orada, zamanlar sonra birbirinin içine çöken iki ayrı dev, tinsel ve maddesel olmanın sınırsız çelişikliğinde, birbirinde erimeye karar veren, iki ayrı göksel varlık gibi, ölümsüzlüğün paradoksal uykusuna ulaştığımızda, biliyorduk ki artık, bu ölü bedenlerin, en umulmaz, en beklenmedik iki noktası arasında, o küçük devlerden, o göksel varlıklardan, yeni ve sonsuz bir evren doğuyordur ki; bu tüm bilgilerimizin, tüm tozanlarımızın, tüm varoluş biçimlerimizin üstündedir.
O en güzel, en sonsuz olandır.
O, ‘Yaşamdır’ doyamadığım…

ZÜMRÜD-Ü ANKA



(Ormandaki Kuğu)

Ormanın kuytusundan az önce kanatlanan kuğu, yamaçta binlerce kutsal birer ziggurat gibi yükselen, tansıklı, kutsanmış ve baharağzında kırağılanmış, dallarında kar sepintilerinin elmas parıltılar yayarak göğü ısıttığı, yeşil çamların en tepesine, ürkütücü kanat sesleriyle ulaştığında -göğül yüzlü nymphalar- onu izlerken, meşe palamudundan küçük iki satyr de, şaşkınlık dolu gözlerle, bir çamlara, bir de çılgın gibi kanat çırpan bu kuğuya baktılar.
Kuğular ki erkekleri Europa’nın oğlu, dişileri Zeus’un kızıydı.
Bu akkuş, mızrak gibi yükselip, tuğlu çamların, yaşlı sedirlerin kırılgan filizlerini de aşıp, tüm duruluğuyla sonsuz göğe ulaştığında, içinde binlerce yaşamın kaynaştığı, büyük sarı ovayı da gördü. Kar tüyümlerinden arı kumrucul gövdesini, bir ok gibi aşağı saldı, az sonra da gözlerden yitip gitti.
Gece olduğunda orman cinsleri, gizlendikleri kuytu ve kovuklardan Samanyolu’nun üzerinde, kuzeyden güneye, binlerce kuğunun kanat çırptığını gördüler.
Kuğunun ürküsül bir görüngüyle kanat çırptığı yerde, bir an gözü elâ, kirpiği karacıl çalı yapraklarının arasından, güneşin yedi rengiyle parıldayan, bir tavus kuşu çıkmasın mı!.. Başı üzerinde gelinliğe benzer, Hint karanfilleri güzelliğinde, keman teli gibi incecik tüyler vardı. Bu dikleyik tüylerin arasında, kelebek kanadındaki yalancı gözcüklere benzer, tuhaf biçemler yanıp sönüyordu.
Gizenç dolu renklerdi onlar!.. Harnup yeşilinin içinde sarı, keten mavisinin içinde tahıl beneği, çinko beyazının içinde pembe ve kadife siyahlarının içinde, kırmızı mercanların dizildiği, başak endamında taç!.. Tanrısal çekicilikte bir garip uçar, uslara durgunluk veren zarif yaratık. Yılankavi tüylerle sarmalanmış, gökparlı yollara yakışır bir görüngü, kar tüyümlerinin içinde kıvrılıp yatan doyumsuz deniz, inci dişli Amarcord!..
Tavus gagası küçük bir kuştur. Tavukçul…
İşte renkleri, düşlerde gezinen masal prenseslerinin zülfü gibi yayılıyor, Venüs dinginliğinde bir koku çayıra dağılıyor. Harun’un çıngıraklı saati gibi, Keykavus’un kaftanından alımlı, zümrütle, yakutla içrek, incinin yeşimin sarıştığı, kakma hançer gibi sülüs tüyler, dokunduğu yerleri yakıp aydınlatıyordu.
Taç Mahal’den, Ren deltasındaki bütün ormanlara dek ötüşmüş tavus, şimdi şu tanrının düşlerinden de yeşil ormanda; tilki kuyruğu çamlarının, köknarların, ıhlamur ağaçlarının arasından sızan güneş ışığının oyunlarına kanarcasına; -Ona tafra yaparcasına- kuyruğunu açmasın mı! Onu gören bir satyr hemen bayıldı, bir nympha tünediği ağacın dallarından, paldır küldür yere düştü, bir aslanın gözleri çenek gibi büyüdü, bir ceylan dona kaldı, bir sincap kovuğunda hoplayıp, zıpladı, bir sürüngen incecik, yırtıcı sesler çıkararak, kötücül kokular yaydı. Binlerce kuş sustular ve ormanın tüm kelebekleri, tavusun çevresini sardılar. Us uçuran görüntü, meleksi yaratıkların koruduğu bir renk ve desen ormanına dönüştü. Tüm satyrler yaşamın kutsandığı bu anda, ölüm sessizliğiyle yutkunarak, bu renk ve desen harmonisinin büyüsüyle kendisinden geçtiler…
Aaa!.. Çalılığın içinden, bir de sülün çıkmasın mı! Sülün kuşu! Az önceki alaca güveyle, saatlerce sevişip çiftleştikten sonra, birden peydah olan bu kız kanat, bu renkçil uçar, bu mineral tazeliğinde gerinen bıçkın, bu sahtiyan biçemindeki civan, bu bakılışı güzel uzun kuyruğun, çalılıktan çıkarkenki gürültüsü, az önce otların arasında delicesine inci arayan, kar kuğusunu işte böyle ürkütmüştü…

Avcı Mehmet, on yedi bin kişiyle ava çıkar, Trakya ormanlarında nice kuğu, sayısız sülün ve gönlü yaralı binlerce geyiği avlardı. O civardaki tüm geyikler kahırlıydı bu yüzden. Beograt’dan, Nemçe’deki kayalıklardan, Boğdan vatanından şahin getirtip, sarayda ehil yaparak, doru atlarla, Istranca, Köstence ormanlarına girer, tapirden, hüthüte dek, kunduz demez, gündüz demez ne bulursa avlardı. Ayaklarını çöğürlerin yaktığı aslanları, kuyruğundan sürükleyip, sarayın avlusuna bıraktığı, halayık ve hasekilerin, aslanların dinmeyen uğultusuna gözyaşı döktüğü ve ‘Burası Ölü Aslanlar Avlusu’ diye erinip dövündüğü söylenir.
Avcı Mehmet, nice Mehmet’in dördüncüsü olup, şahinlerle şahin avlar, atmacanın gözünü, ipek mendille bağlar, av günlerine değin; emir kulluğuna alıştırırdı bu kara kuşları. Gözleri oyuk, aslan ve geyik kafalarıyla dolu hareminde, kimi yazgısız cariyelerin cansız vücutları, gün-tün eşiğinde, Sarayburnu önlerinde karaya vururdu…
Çalılığın içinden çıkan sülün, gökte güneşin dönüşüne dek süren sevişmeden doymamış olacak ki, tavusla didek-gaga oynaşına girdi. Oynaşta bir sülün alta düşüyor, keyifle yuvarlanıp debelendikten sonra, küçücük çimenlikte, kuş tırnağı gibi yayılmış sümbülleri kırıp ezerek, gül kokulu ayaklarının üzerine dikiliyor ve minicik mahmuzlu, kınalı bilekleriyle süslü tavusun, billur göğsüne dalar gibi yaparak, gagasını yakalıyor ve incecik dideğiyle başlıyordu kıvrılmaya… Ve gölde yüzen su perileri gibi, ormanın boşluğunda, nar ağaçlarına, kırmızı meyveli böğürtlenlere, pelitlere çarpa çurpa, batıp çıkarak, asılıp sürüklüyor, keçi ayaklıları ürkütüp, bu kez dönerken, bu sevişip didişmede sıra tavusa geliyor, bir fırsatını bulup -bir punduna getirip- mavil kuşun alt dideğini kavrayan tavus, onun küçük dilini oynatıp, çığlık atamamasından da yararlanarak, bu kez sülünü sürüklemeye başlıyor ve cevizlerin dallarına sürünüp, palas pandıras girerek, kokularla ayılıp-bayılıp, süzüşüp sevişerek koca ağacın oyuk gövdesine, pata-küte kıç üstü düşene dek oyunu sürdürüyordu.
Hava kararıyor, Zeus ormandaki ağaçların arasından yükselen, biricik kavisli boşluktan, bir Tepegöz gibi ormanı gözetliyordu. Bu anda bütün hayvanlar hypnos olmuş gibi duruyor ve hemen o anda tavus bir hilâl gibi yine kuyruğunu açıyor ve ormanı, bu inciler, leylâklar cennetini, bu kuşburnular, alakuşaklar gezegenini, en çılgın renk balatları, en azgın kokusullarla kaplıyordu.
Gökleyik yüzlü, yüce Zeus susuyordu o an. Dev çenesine yasladığı mabut elini oynatmadan, kara bulutların arasında devinerek avını düşlüyordu!..
Afro ise; geceyi geçireceği Kentauros’un peşinden koşuyor, gözden ırak ormanda, ürküsül yüzlü, Herakles denli güçlü Gençtauros’da kaçıyordu. Karanlık dallara hışırtıyla sürtünüyor, onun çılgın, bitmez tükenmez isteklerini, daha önce tatmış olan birkaç satyr, hemen kuytulara, orman diplerinde; boş ağaç gövdelerine tırmanıp, kayaların içine sinerek; saklanıyorlardı.
Bunu gören kimi hermafrodit, sevi tanrıçasının önüne çıkıyor, erselik figürlerle süslü devinimini, kösnül danslarla bezeyerek, bu isteri tanrıçasını daha da çıldırtıyorlardı.
Bu saatlerde, bir de Çinli bir prens geçerdi ormanın içinden. Altın sarısı seyrek bıyığıyla, ateş ağızlı bir ejderhanın sırtında; sağ eli yelek cebinde, sol omzunda talih kuşu gezdiren. Melek yüzlü günahsız.
Bir filin üzerine kurulmuş tahtta, bir tülün arkasında, beyaz atlı bir prens onu bulana dek uyuyacak olan; sonsuzca beklemeye vargılı bir Hint prensesiyle, karşılaşana dek dolaşacak olan, Çinli prens!
Güceratlı mihraceyle, Pekinli genç şehzade!..
Ceviz ağacının, mantar küfüyle dolu kovuğuna düşen sülün, tüylerini çırparak oynatıp kalktığında, kırmızı karıncalar, kelebek larvaları, minik uçarlar, dağ kedisi tüyleri ve yeşil uzun bir peygamber böceği, istenç dışı hoplayıp, zıpladılar.
Akşam oluyordu. Sülün ve tavus son kez oynaşacaklar, kimi canlılar, tuhaf devinimler yapacak, toprak altında kemirgenler uyanacak, nymphalar geceyi geçirmek üzere dallara tırmanacaklardı. Tavus son kez dolunaya öykünecek, son kez güneşe benzeyerek açacaktı kuyruğunu. Olimpos’un yücelerindeki eğrelti otları, at kuyrukları yatışacak, lâdinler kokuşacak, Pan flütünü üflerken, güneş bir Hera düşü yaşatır gibi, oyuklara, kovuklara dek girecekti. Yaşamın gizil bahçeleri, son kez gülecekti akşam olmadan, tüm savanlar, tüm ormanlar, tüm koruluklar; korular, bilinen bilinmeyen tüm ağaçlar / ağaçlıklar uyuyacaktı az sonra…
Kararan yaprakların arasından, sinsice bir tımarlı sipahi yaklaşıyordu av borusuyla, kös çalıyordu bir baykuş. Binlerce şahin, sahiplerinin şirpençeli ellerinde buyruk bekliyorlardı, tiz çığlıklarla doldurmak için alacakaranlığı!..
Öne doğru birden uzanan, meşin kaplı, kara bıyıklı, emrivaki ses. Kemirgenler, sürüngenler, uçarlar, kokarlar, yatarlar, hepsi kaçıyordu bir alarm zili duymuşçasına, bir tamu kokusu almışçasına…

Dişil sülünle, eril tavus, oğlan-kız oyununu sürdürüyordu. Bir ok atımlığı öteden, yayı dağ kedisi penisinden, oku hüthüt tüyüyle süslü, bir 16. yüzyıl Azrail’i vınlayarak geldi ve tavusla oynaşında gemi azıya almış, istekten dolup taşmış, saatlerdir ormanı adımlayan, sülünün incecik boynunun, tam ortasından, vınlayarak geçti!..
Sülünün kopuk-yırtık boynu, boğuk-kısık bir sesle, tavusun sorguç başlı gagasını, son bir kez kıstırıp kavradı. Ve gözlerine inmekte olan, o kuşlara özgü saydam perdeyle birlikte, cansız başı, gelin teli gibi sallanmaya başladı.
Tımarlı sipahi, büyük bir heyecan ve telâşla atından indi, nympha ve satyrler gizlendiler. Çinli prens ters yönde uzaklaşmaya başladı, sürme gözlü mihrace sonsuz bir uykuya daldı.
Avcı Mehmet’in elindeki şahin birden fırladı, uğursuz, komutsuz bir girdap gibi fırladı şahin; albızın tohumu geliyormuşçasına, tazılar atıldılar, tüm canlılar ciğiltiyle kaçıştılar, tavus kuyruğunu bir güneş gibi son kez açtı.
Çoğalan bulutların arasından bir şimşek çaktı, gök gürültüsü alev bir top gibi gezinip, tüm tümseklerin, tüm çukurların içini dolaştı, sülünün ağzı tavusunkiyle bitişik; son bir kez açıldı…
Ve gökkuşağıyla doldurulmuş bu ağır külçe, içinde bin bir giz barındıran, bu eşi bulunmaz mücevher, sonsuz bir sessizlik, bitimsiz bir umarsızlıkla, -yavaşça- toprağa düştü!..
Zümrüd-ü Anka öldü…


EJDER




Arka bahçede ateş soluyan bir ejder yaşıyor dedim. Haydi göster, gösterebilir misin öyleyse dedi. Mahzen aralığından bahçeye çıktık. Duvara yaslanmış merdiven, boş boya kutuları ve dipte üç tekerlekli, tahta bir bisiklet vardı...
Sarı yapraklar zemini örtmüş, ölüs, bitkin görüntüye, daldaki kuş eşlik ediyor ve kulak verdiğinizde yalnızca paslı bir suyun şıkırtısı duyuluyordu...

Ejder nerede dedi...
İşte tam orada; ama söylemeyi unuttum o görünmez bir ejder...
Gözlerinin pırıltısı kayboldu, yine de ayak izlerini görebilmek için yere un serebilirdik dediğini duydum!..
Yazık ki havada uçuyor o, yere indiğini pek sanmıyorum dedim.
O halde alevi için kızıl ötesi alıcı kullanabiliriz dedi!
Hemen alevinin ısısı da yok, görünür kılamayız onu dedim.

Düşündü...

O zaman sprey boya ile görünür kılalım dedi!..
Ah, özür dilerim; bu ejderin cismi de yok, ayrıca ısısız, görünmez, alev püskürten, havada uçan bir ejderle; gerçekte hiç var olmayan bir ejder arasında ne fark olabilir ki dedim!..
Ve bir ejder hipotezi, denenmemiş savlar, çürütülemez önerme, ulaşımsız bağdaşıklıklar gibi laflar geveledim...

Görünmez, alev soluyan bir ejder, dünyanın her yerinde bu savı ileri sürenler var!.. Un serip, izin sahte çıktığını ama parmağı yanıp; ejderin ateş püskürttüğünü inançla söyleyenler çıkabiliyor...
...
Geçen gün eski eşyalarla mahzene iniyordum ki; önümü keserek bir şeyler söylemeye çalıştı...
Kısa kesip, ejder yok dedim!..
Kıpkırmızı bir suratla baktı, gözlerini karartarak dişleri arasından; O senin görebileceğin bir şey değil dedi!..

Yine de;
'Saf bir us garip şeylere inanmaktan haz alır, yalın ve anlaşılır şeylere yüz vermez, çünkü onlara herkes inanır dedim...'

KISSA




KISSA

Öldüğüm günün ertesinde Zincirlikuyu’daki mezarlığa gömülmüştüm. Aradan zaman geçti, metropol öylesine kalabalıklaştı, gökdelenler öylesine çoğaldı ki, büyük kentte bizlere yer kalmadı ve bu ölüler evinin; her şeyi bilen siyah gözlüklü, boyunbağlı yetkililerce kaldırılmasına karar verdiler. Hepimiz üzülüyorduk, aramızda ağlayanlarımız, çığlıklar atarak ikinci kez ölmek istemiyoruz, bizi birbirimizden ayıramazlar diye bağıranlarımız vardı. Sanki mezarlık titriyor, görünmez bedenler, yüzler, eller nerdeyse dış dünyaya fırlıyordu.
Sıra bana geldiğinde, devasa kepçe önce bir yarımı sonra diğer yarımı azgın görünüşlü bir araca yükledi. Umarsızlığın verdiği ağırbaşlılıkla yazgımı kabullenerek, yeni ölümümle tanışmak üzere yola çıktım. Aracın güçlü sesler çıkarmasına karşın son derece eski olduğunu anımsıyorum. Kimi zaman düz, kimi zaman kıvrımlı yollardan sarsıntıyla giderken, yanımdaki komşularım esnekleşen, aralık bölümlerden aşağıya düşüyor, elveda bile demeden istemlerimiz dışında ayrılıyorduk.

Yazık ki korktuğum başıma geldi, Arnavut kaldırımıyla döşeli daracık bir yoldan giderken artık bir avuç diyebileceğim bedenim, ötekiler gibi, atıkların bırakıldığı bir bidona üç adım kala savrularak sokağın ortasına yığıldı kaldı, kalanlara el bile sallayamadım. Az zaman sonra yaşlı bir kadın elinde torbalarla geçerken dikkatle bana baktı ve geri döndüğünde; yol ortasındaki tuhaflığıma aldırmaksızın, özene bezene beni torbasına doldurdu. Evi bir bodrum katıydı ve kadın minicik bahçesinde fidanlar büyütüyordu. Gelir gelmez fidanların arasına beni saçalayarak, biraz da su serpti ve sandalyesine oturup uzun süre dinlendi ve sonrada çekip gitti.

Durumu anlamıştım ve yaşadığımız evrende benim için çıkabilecek en büyük fırsatlardan birine kavuştuğumu da sezinlemiştim. Genlerimin, moleküllerimin, minerallerimin tümünü küçük bahçedeki fidanlara yürüterek sonsuzluğumu sürdürüyordum. Aylar sonra yaşlı kadın, fidanları sabırla büyütmesinin karşılığını aldığında, sofrada enfes bir yemek biçiminde duruyor ve annesini delice öpen rüküş giyimli çılgın kızının midesine eğlenceli, şakalarla dolu bir gürültü patırtı içinde iniyorduk...

Melankolik ruhlu kızının daracık bir dünyası vardı, bütün gece tv izliyor, annesine de yine evlerine benzer bodrum katındaki işinden, iletişimsizlikten, anlayışsızlıktan, tacizlerden söz ederek yakınıp duruyordu. Sabah olduğunda arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda buluşmaktan söz etti ve saat 14’de buluşma yeri olan Tünel’e yakın bir kafeye doğru, bazen vitrinleri izleyerek, bazen utanılacak en acı gizleri paylaşıyormuşçasına mavi çantasına sarılarak yürümeye başladı.

Ama ilkyazın bu puslu günlerinde onu bir aksilik bekliyordu, yolu tam yarılamışken yıldırım düşercesine yağan bir sağanakla karşılaşınca, oradaki bir binanın kapısından zorlukla kendini içeriye attı. On dört yıldır dolanır dururdu ama ilk kez bu yapıdan içeriye giriyordu, sonsuz kafeler, sonsuz eğlence yerlerinin olduğu buralarda olağan sayılmalıydı bu. Bilisizce gösterişli, resimlerle dolu bir sergi salonuna sığındığını anladığında, ne giyim kuşamının, ne yaşam anlayışının bu atmosferle uyuşmayacağını düşünerek, sıkıntılı, dolaşmaya başladı. Ama daha yolun başında bir çarpınca uğradı, ne denli düşle dolu resimlerdi bunlar, korkunç bir özlemle aradığı çocukluğunun yüzdüğü tuvaller, renk çılgınlığı içindeki ormanlar, köyler, haykırarak takıp takıştırmak istediği, kolyesinde, küpesinde görmek istediği bir tavusu bile kıskandıracak armoniler, ruh ikizini aradığı, aşık olduğu gençler, uzun gölgelerle dolu, ayak basılmadık yerler, kuş ötüşlerinin gizlendiği korular, karabasanlara dönüşen anılar...
Bir hayranlık ve şaşkınlıkla uzun süre resimleri inceledi, delice bir merak içinde ressamını düşledi. İlk kez karşılaştığı sanat denilen şeyin, insan ruhunun yansısı olduğunu anlayıp, yürekte açan taze gül yarası gibi yine ilk kez böylesine kucaklaştıktan sonra, birden dışarıda sürüp giden yağmurun sesi kulağına çalındı. O seslerde, gelmiş geçmiş sevgilerin, kavgaların, hayallerin, acıların, sevinçlerin büyük bir özlemle, yeniden yeryüzüne gelmek ve o olağanüstü tansığı hiç olmazsa bir kez daha yaşamak isteyen insanların, tüm canlıların sesleri, artık anlaşılması olanaksız, pişmanlık dolu tıpırtıları vardı. Bu serzenişle; hiç olmazsa bizim, yaşamın güzelliklerini, tansık dolu albenisini değerince yaşayabilmemiz için, yıldırımlar, şimşeklerle uyarmak istiyor, olmayınca da zapt edilmez gözyaşlarıyla hepimize ağıt yakıyorlardı. Olanaksız bir özlemin acı veren ninnisi, düş kırıklıklarıyla dolu yankıları ve kederli yalvarıları vardı o yağmurun sesinde...

Hiçbir üzünce kapılmadan resimleri bir kez daha dolaştı, birbirinin benzeri günler ve ağlarından ayrılmayan örümcekler gibi yaşamaktan bir an olsun uzaklaştığını düşünüyordu. Çocukluğu, ilk aşklar, düşlerle dolu anılar, gölgeler, anneler, sevinç ve acılarla dolu bu yaşamın aslında ne çok giz barındırabileceğinin şaşkınlığıyla dışarı çıktı... Akıp giden kalabalık; bilisizce ölümüne koşan ve menderesler çizerek; ileride, metrodaki uçuruma boşalan, kara bir ırmak gibiydi. Garip bir ürpertiyle yolunu değiştirmeyi düşündü.

Ne var ki düşüncelerinin; akşam annesini öpücüklere boğdugu güzel yemekte bulunan ve az öncede resimlerini izledigi, gerçekte ölmüş bir ressamin ruhundan kaynaklanmiş olabilecegini hiçbir zaman bilemezdi!..

ARABİSTAN













Sonradan Arabistan çöllerine de yolum düşecekti ama çocukluğum Dervişpınar’ın kıyısında geçti. Dervişpınar öyle garip bir çeşmeydi ki aradan geçen 40 yıl sonra bile, alnında eski yazıyla yazılmış, küçük, kemerli mermer levhada Kur’an dilindeki Arabi yazının şimdi bile ne anlama geldiğini merak ederim. Belki, çeşmeyi yaptıranın adı sanı vardır. Pınar, yanlardan sütun gibi çıkan, iki yükseltinin arasındaki yekpare taş bloktan, teneke bir olukla, deyim yerindeyse söğüt dalı gibi incecik akar akardı. Su mermer yapının hemen arkasından gümler, orada birikir, yükselince de Derviş’in teneke çubuğundan şiir gibi akar dururdu. Ne azalır ne çoğalırdı, yaz kış aynı sızıntı, incecik bir duman gibi durmaksızın, şiir! şiir! şiir! diye akan, sonsuza dek bitmeyecek bir derviş çeşmesi.
Yan tarafta Yahyalar’ın bağı ve hemen çeşmeye komşu görkemli bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacı, işte adına çeşme yaptırılan Derviş atanın düşerek öldüğü o ulu ağaçtı. O denli yüksek bir ağaçtı ki dibinden tepesine doğru baktığınızda, en tepedeki dallar bulutların içinde kalırdı. Ona tırmanarak çıkmayı göze alan, akşama doğru tepesine varır, inmeye kalkışanın ayağı da ertesi gün toprağa değerdi. Cevizlerin toplanma zamanı tüm cevizler bittiği halde o denli büyük bir ağaçtı ki gözler her zaman yeni bir ceviz bulabilirdi. İşte bu masalsı ağaçla inatlaşan Derviş ata, sabah çıktığı ağaçtan, ertesi günü beklemeyip, ivediyle inmeye kalkınca, akşam alacasında cevizin ulu dallarının birinden düşerek ölüvermişti, ölmemiş, aylarca yatalak kalmıştı, ta ki cevizden inmeye kalkışmamalı, sabahı beklemeliydim diye söyleyinceye dek. Cevizin hakkını teslim edip, söyler söylemezde, ruhcağızı uçuvermiş, bir yatalağın çekeceği ıstıraplardan böylece kurtulabilmişti. Ceviz öyle bir ulu cevizdi işte. Öldükten sonra oğulları onun adına bu çeşmeyi yaptırmışlar, cevizin hemen yamacına yaptırarak hem öleni, hem kalanı kutsamışlar, bu kırlardan gelip geçen, her susuzluk çeken yolcunun da hayır duasını almışlardı.
Bu ağaçta geceleri boğa başlı bir insanın kaldığı, ona yuvalık yaptığı, kadın düşmanı bir caninin de ağaçta saklandığı, sonunda canavarın onu yediği söylenirdi. Ayrıca gövdesi öyle kalındı ki yüzlerce yılda, yalnızca ordularıyla oradan geçen IV. Murat’ın kollarını kavuşturabildiği söylenir.
İşte o Dervişpınar’da geçmişti çocukluğum. Dervişpınar’ın küçük ahırında büyümüştüm ben, kimi çocuklar cesaretle bu ahırın içinde yüzüp yıkanırken, ben kurbağalar bedenime yapışır, ahırında gizlenip, kendini göstermeyen nice tarih öncesi hayvan, koelakant, dehşetli simasıyla dülger balığı, nice su ejderi, testere dişli mürenler ve yosun yiyen dinozorlar etime diş geçirir korkusuyla, asla o ahıra girmezdim. Giren çocuklara imrenir, onların başına bir iş gelmemesi içinde dua ederdim. Her an onların çığlıklarla bir koelakantın minik bedenlerine, vantuz gibi yapışmış köye doğru haykırarak kaçışlarını veya bir dinozorun ağzında bir çocuğun çırpınışını ya da bir mürenin parçaladığı ayaklarıyla, baygın annesinin kucağında yatışını hayal ederdim. Duacıyım ki hiç bir zaman böyle bir şey olmadı ama ben yinede bir gün böyle bir şey olacağını, burgaçlı bir şeyin, meleksi, aldatıcı görünümlü bir cinin sabrettiğini, bu işin zamanı gelmediğini düşünmüşümdür ya da milyonlarca yıldır saklanan bu canlıların ortaya çıkarsa yer yerinden oynayacak, tüm köyün çeşmede cinler periler varmış diye başına toplanacak ve belki de çeşmeyi bozup dağıtacakları için, onların bile bile ortaya çıkmadıklarını düşündüğümden, gene de önlem almayı elden bırakmazdım. Suyun içine bakınca, orada, o tarih öncesi hayvanların yavrularına benzer minik kuyrukluların, larvamsı canlıların diplerde süzülüp durduklarını görür gibi olur, dehşetle başımı kaldırarak, sakin, açık ve tehlikelerden uzak dünyama geri dönerdim. Böyle düşünmeme asıl neden, Dervişpınar’ın suyunun avuçlarımda apak, küçük taş ahıra dökülür dökülmezde kapkara oluşuydu. Bu şu demekti, su ağızda tatlı, aşağıya dökülür dökülmezde tuz tadında ve acı oluyordu, bu nedenle her tür hayvan barınıyordu, yılan, çıyan, insan, ejderha. Su karaydı. Avucumuzda yalancı aldatıcı bir aklığı vardı. Ama o aslında her canlıya yarıyor, bugünün ve geçmişin bütün yaratıklarının su gereksinimini sağlıyor, barınmalarına yarıyordu. Bir keresinde el büyüklüğünde yan yan yürüyen bir yaratığın, aşağıda kıpırdamaksızın durduğunu, tepede parlayan güneşin, bu hayvanın sırtına vurdukça, yüzlerce dikenli pulcuğun renkten renge girerek, yanıp söndüğüne tanık olmuştum ki, göz görümünden küçük, binlerce böcekçiğinde kabuk üzerinde kıpırdaştığını korkuyla görmüşümdür. O garip yaratığı ne ertesi gün, nede başka zaman bir daha göremedim. Onlar kendilerini ara sıra bana gösteriyorlardı belki de, kanımca onları anlayabildiğim için bana güveniyor ve çekinmiyorlardı, ötesini bilemem.




Kızkardeşim çeşmenin cinli perili olduğuna inanıyor ve orada cinlerin perilerin kendisini paylaşamadığını ve kendileriyle oynaması için ona yalvardıklarını söylüyordu. Gülüyordum kardeşime, kızcağız, dinozorları, deniz fillerini, fokları, aygırları kuş aklıyla cine periye benzetiyordu sanırım, bir gün başına iş gelecekti biliyorum, ahırda akşama kadar kıyısında oturup oynuyor, bir gün elini kaptırıp, ahırın küçük deliğinden yeraltı okyanuslarına, su canlılarının cehennemine dalıp gidecek, komodo ejderlerinin arasına karışacak diye korkuyordum. Onu böyle bir tehlikeye karşı hep tetikte beklemişimdir, bu halimi sezen us güzeli koelakantların buna cesaret etmediğini biliyorum. Ama kızkardeşim bilisizce benim bu bekçiliğimden habersiz çocukluğu boyunca cinlerle perilerle oynadı durdu.
Çeşmenin arkasında suyun gümlediği kabarık gümrah toprakta her bahar sümbüller açardı, ben ön tarafta suların kararıp, acayip canlıların yüzüp durduğu ahırdan korktuğum için arkada toprakta oyalanmayı sever, orada çocuk tini gibi açmış sümbüllerin, düşlerle dolu kokusunda, bağlara, ceviz ağaçlarında ötüşen kır serçeleriyle, orda, uzakta, -Anka rengindeki- arı kuşlarının kurig! kurig! diye çınlamalarına, çıtlıklarda öten sinekkapanlara ve tepedeki mezarlıkta otların içinde uyuklayan minik kaplumbağaların hayaline dalar giderdim. Oradaki sümbüllerin biçimini, kokusunu ömrümce unutmadım. Hemen aşağıda ahırın uzantısı küçük oluklu gölette, ki türlü hayvanlar, at, eşek, inek, öküz, keçi, koyun, aklınıza ne gelirse su içerdi oradan; onlara eskil canlılar zarar vermezdi, bilirlerdi ki öküzden daha prehistorik hayvan yoktur, bir keçiden daha mitik, antikite bir hayvan yoktur, attan tuhaf bir at daha var mı ki, bunu bilen ejderhalar hiçbir zaman onlara zarar vermezlerdi zaten. İşte o ahırın ucunda öyle nar ağaçları vardı ki o kadar güzel açarlar, o kadar güzel kokarlardı ki... Çiçekler köyü, ovayı, tanrının kızılca bir simgesi, sevda yanığı, kokulu bir pars gözü gibi süzer durur, narlar gözümüzün önünde tomurcuk olur, büyür, irileşir sonunda da dünyaya, bu gezegenin kutsanmışlığına daha fazla dayanamayıp, Cemşid’in alevli şarabı, kıyıcı sfenks görkemindeki Vezüv gibi ‘bang’ diye patlar, baharı müjdeleyen kızılgerdan ötücüğü gibi köyü sevince boğardı.
Ama patlarda ne olurdu diyeceksiniz, söylemek isterim, ahır hayaletleri, usdışı hydralar bile sezinledi bunu, elbet söyleyeceğim, buyurun dinleyin: Yaşayanlar ki! hiç birimiz, hiç bir şey bilmiyoruz! hiç bir şey anlamıyoruz! hiçbir şey düşünemiyor! hiç bir şey konuşamıyoruz!.. Bu kadar.
Sonraları ne mi oldu, düşleri, rüyaları, çeşmeleri, narları ve cevizlerin kokulu yapraklarını bırakarak yadellere, gurbete gittim, nereye mi Arabistan’a!.. İngilizlere karşı savaşmaya değil, işçi olarak bir fabrikanın şantiyesinde çalışmaya....

II
Bindiğim kara tren Hicaz demiryolu üzerinde makas değiştirip, bir yaprak kurdu, güneyin sessizliğinde süzülen bir kırkayak gibi ilerlerken, hiç yer değiştirmeyen bir gölge eşliğinde, sisli-puslu pencerenin önünde, aylarca gölgeli serinlikleri özleyen “Buzdan dudakları ezgiler mırıldanıyor alaycı bir bükülüşle” şarkısını buhurlu bir nihavent gibi takırdayıp, nakaratlarla yinelerken, ardımdan sallanan son mendili gözden yitirinceye dek, geriye dönüp baktım. Birbirinin aynı yüzlerce kasabayı geçtikten sonra bir dairenin içinde dolaşıyor sanısıyla, Şam ipeği yüklemek için yıkılmış develerin arasından Damascus’a girdik. Tozun, sarının ve kara renkli cariyenin Damascus’una... Hiçlik varlığın başlangıcıdır, kentteki, dipsiz kuyuya benzeyen yokluk, kül rengi yüzler-yüzsüzlük ve kederin insanın bağrını kemirdiği, sessiz hummaya bakakalarak ilk kez gerçekten yaşadığıma inandım ve öyleyse; varlık kavramaktır dedim. “Biber ağacı yaprağı, söğütün kuzenidir.” der gibi. Yalnızlığımın aruzla yazılmış bir şiir gibi olduğunu düşünmeye başlamıştım ve kendime öylesine sahiptim ki kendimi unutmuştum. Aruz sanki usumda çakan karanlığın şimşeği ve yaşantımın ve Damascus’un yıldırımsı kırmızısı, kızıl soydan ipeğiydi.
Cuma adında bir tepeyi gezdim ertesi gün ve buralarda elliüç yaşında olduğunu söyleyen bir çocukla karşılaştım, bir kalabalığın tam ortasındaydı, illüzyondu belki de, gerçek bir illüzyon, elliüç yaşında bir çocuk düşünün ve bu gerçek olsun!
Lut gölünün-Gor çukurunun kıyısından geçer mi bu tren diye sordum birine, bir Surlu idi, Lut mu ha bir yeryüzü parçasından söz ediyorsun, adı Celile Denizi dedi, şaşkınlıkla baktım ona, orada mola vereceksiniz dedi, iki gün. Akşama doğru güneş batarken, cenin gibi küçülüp, kıvrıldı ve kendi içine doğru gömülerek yitip gitti. Doğuda bu ellerde her şey tersineydi, zaman uzuyor, tren tanrısal bir değer kazanıyor, gölgeler çaprazlamasına yön değiştirip, geziyor, kuşlar hep aynı yöne -güneye- uçuyor, güneş batarken küçülüp silikleşerek yitiyordu. Tepeyi inerken Z harfi biçiminde bir çember yuvarlıyordu bir çocuk, toprak rengindeki çemberi seçtiğimde Z’nin bu kırık çembere sarılarak tutturulmuş çubuklar olduğunu anladım. Çocuk elindeki kum zambağını birden elime tutuşturunca, nedendir bilmem 'Altın Venedik!' diye bağırmışım, sanırım şeylerden etkilendim ve gariptir çocukta beni Sakallı kuş! diye yanıtladı. Aşağılara doğru koşarak düzlüğe geldiğinde benden 5 dinar isteyince bütün bunların düzmece bir oyun olduğunu anladım, zaten bende topu topu 42 dinar vardı, bir kemer satın alarak 2 dinarı zorlukla verdim.
Şam’daki tuhaflık bitmedi. Barcelona yakınlarındaki Moya kentinde ‘derin ve karanlık’ bir derenin Baus diye bir adı varmış, işte o derenin coğrafik simetrisi Şam’daymış, bir gezgin, ben II. Baus’u burada arıyorum dedi. Baus’un ikizini arayan bu garip misyonere el sallayarak Damascus’tan ayrıldım, dilim kendi derinliğine gömüldüğü için kaç günlerdir konuşmadan gidiyordum, “varlığın en uç noktasındaki dile” uzak, “dilin en uç noktasındaki varlık” olarak, çölün saman beyazlığında akıp gidiyorduk.
“Yıldızlar, ayakkabılarım, Üsküdar’daki gözyaşları, lokomotifler, söğüt ağaçları, kadınlar, kapakları yırtık sözlükler, usumdan geçerken, Sırp köylerine benzeyen, ağaçlar arasında Modigliani sarısı evlerle dolu bir yere geldik. Tren inanın korkunç hırıltılar arasında güç bela durdu. Altı yedi yaşlarında, melek kadar güzel bir çocuk trene koşut bir iz içinde yürüyor, uzun ince bir üvendireyle sanki bir hayvanı dürter gibi trene parmağını sürtüyordu. Çocuğun omzunda bir kuzu derisi vardı ki sattığı şeyler bu olmasa, siz onu rönesans ressamlarının betimlediği, Aziz Jean’a benzetirdiniz ve 'Gecenin yarısında Drakula / Yarasa kanatlarıyla biner kısrağına!' diye haykırırdınız. “O gün hiç bir şeyde yaşayıp, her şeyde öldüğümü gördüm" düşümde ve kim bilir kaç yıllar sonra gelecek ölümüme, ağlayıp durdum.
Levhasının üzerinde mezar resmi bulunan bir otelde kaldık geceleyin, otelin adı Sonsuz Barış’tı. Sonsuz barışa ancak mezarda ulaşılabileceğini ima ediyormuş, ertesi gün ne çocuğu gördüm, nede sattığı şeyin başka bir yerde satıldığını, sanki düş görüyordum, erkin ve gücün insanın yetilerini ve barışı bozucu olduğunu söyleyen batılı bilge Kant'ı düşündüm o ara...
Bizi Hicaz’a götüren demir yılanın gücü karşısında ezildiğimi duyumsayarak alıştığım kompartımana bindik ve hareket ettik. Hareketle, geride kalan nesneleri ve şeyleri düşünerek Vikinglerin, Miklagard dediği Stanpoli’yi anımsadım, orada olsaydım o sevdiğim arkadaşımla buluşacak, Salacak’taki içki evinde zamanın ve eşyanın göreceliliği üzerine tartışacaktık. O geceye çok iyi bir biçimde hazırlanmış olarak gelecek, Newtoncu fizikle, Euclid geometrisini, Einstein mantığından uzak belki de Parmenidesci gözlemle tartarak, zamanın geçmesiyle nesnelerin hızı arasındaki bağıntıyı ve kısalan eşyaların tuhaf görüntülerinden söz edecektik. Birden kararan havayla garip bir ürküntüye kapıldım, karanlığın içinden geçip giden tren, anlağımı çarpıtan bir takıntıyla, sanki geldiğim ve geçtiğim yerlere bir daha hiç dönemeyecekmişim gibi bir görkü yarattı bende, dahası Üsküdar’daki arkadaşımın birden öldüğü sanısına kapıldım. Yaşamımda onu bir daha göremedim, buda bende ölüm duygusunun göreceli olduğu saplantısına yol açtı. Buralarda bu uzak ellerde gerçekten ölümün, ayrı ayrı pek çok anlamları olduğunu anladım.
Geçtiğim kasabalarda (hızla geçerken!) gördüğüm ve bir daha asla göremeyeceğim ve üstelik yüzünü gözünü bile seçemediğim silüetler, gerçekte hep birer birer ölüyordu ve dahası onlar için belki de trenin içinde kimsecikler yoktu, ben yoktum.
Oysa yaşam tanrınındır, ama ölüm onun olamaz, hepimiz yaşıyorduk kısacası ve hiç bir zaman ölmeyecektik, ölümsüzdük ve tanrının olduğu yerde ölüm olamazdı, ölümün olduğu yerde de tanrı. Öyleyse hepimizin küçük birer tanrı olduğu bizler nasıl oluyor da ölüm duygusuna kapılıyorduk, bunu yaşamın bir tecellisi, daha doğrusu tatlı bir sürprizi gibi düşünmek gerektiğini algıladım, tren gidecek bende yaşayacaktım. Pencereden başımı çıkararak yukarılara yıldızlara baktım; Venüs’ün güzel ışığı karanlık gökyüzünde titreşiyordu, göz yaşlarıma engel olamayarak şu dizeleri söyledim.


(*)“Ey kuğu, ne anlatmaya çalışıyorsun bükük boynunla
olmayacak düşlerin peşinde gezinen, kederli adımlarınla?
Çiçeklere karşı ilgisiz, sulara karşı zorba,
güzel ve beyaz olmandan mı bu sessizliğin?” ey ölüm!..

(**)“Ah Montaigne! Nunez haçı gördü kalktı,
ve buldu saygıdeğer Vencedora’nın yanıbaşında
Sfenks’in donmuş cesedini.”

Öyle bir dünya ki şöyle bir iki yumuşak esinti dolu dizelerden sonra, kesenkes başka bir dörtlük bir dize çıkmasın ki huzurunuz bozulmasın, tadınız kaçmasın. En iyisi düşüncenin tadına bırakıp kendinizi, hiç konuşmamak, hiç mırıldanmamak. Hiç bozmamak eşyanın duru tadını.
İlk gecelediğimiz istasyonda bir Arap Türk’üyle tanıştım, Köse Paşa babasıymış, yaşlılık çağında sakalını oğluna kaptırmış. Oğlu yeni tanıştığımız -Veli- zorbaymış, koynunda ilahi kelam, boynunda çıngıraklı yılan, kolunda peçeli doğan, altında at, ardında seyis, düşüncelerinde çıyan, geleceğe hızlı ve hırslı bir derebeyi olarak hazırlanmış, parayla vezirlik satın almış, sırasıyla sarayda kapıcı başı, sonra voyvoda, mütesellim olmuş, Sivas, Diyarbekir, Rakka ve Halep Valiliği yapmış.
Ama bir gün her şeyi ve her şeyi, tacı, tahtı ve veliahtı bırakarak çöle açılmış, adı sanı yok olmuş. Bir meczup gibi adsız kasabaların kitapsız ademi, esvap ve akıldan eşkalden ayrı, anadan üryan o istasyondan bu istasyona, o kasabadan bu kasabaya dolaşmış durmuş. O benden ben ondan ayrılırken değil el sallamak, bakmadı bile, çok uzaktan duvarın dibindeki birine, belki bir sonraki yolcuya yaklaştığını görür gibi oldum, belki de öyle yapacağını düşündüğümden, belki de istediğimden. Ama sanki ışık hızında yaşıyordu, çöl yavaşlığında sürüp giden geçmişin görkemini terk edişi asıl aldatıcı olan yanıydı. Çünkü her an yeni biriyle tanışıyor, bir öncekini hemen unutuyordu. Bu onun için şu demekti, bir anlaktan başka bir anlağa (her insan bir dünyaydı onun için) ne kadar çabuk geçerse o kadar çok yaşayacağını umuyor ve böylece evrenler tanıyacağını umuyor, belki de ölümsüzlüğü düşlüyordu. Tren hareket ettiğinde onun için çoktan ölmüştüm. Sadi’nın Gülistan’daki dumanlı gülü gibi solup, yok olmuştum.
Tuhaf biçimde tacın tahtın devletin paranın, atanın olmadığı bir dünya düşleyerek, sömürgen ve sömürülen topraklarda ilerlemeyi sürdürdük, çölde şimdi Hemedan’daki çiftçiler, kırlar, kuş palazı çocuklar kim bilir nasıldır diye kederli, düşleyerek ilerlerken, Bizantik surlarla kaplı, Hint sümbülü kokulu, gizli bir cennete geldik, kıraç Dakota toprakları gibi uzanan çölden, meleksi Devon köylerine benzer yeşillikte bir diyara gelmiş olmakla ne kadar şaşırdığımı bilemezsiniz, çocukluğunda sünnet olan arkadaşının acısına dayanamadığını yazan H. Poincare gibi ‘Bilim aynı zamanda hem çeşitlilik ve karmaşıklığa (us dışılığa) hem bütünlük ve basitliğe doğru kesintisiz bir süreç izler’ Bu bakımdan, ipin ucunu kaçırmamak için şaşırmayı bıraktık, şehirde, beyaz kuğulu göller, yelpazelenip, salınan yosun ve eğreltiler ve sürekli açılıp kapanan, sonsuzca çiçekler, binbir renkte kuşlar vardı. İnsanların sesi cam gibiydi, sesleri görebiliyor, nesneleri işitebiliyorlardı., hani bir masalda Eschberg köyünden akan, Emmer deresinin yatağındaki Petri kayasında yaşanan, olağanüstü olaylar ve nice tansıklar gibi... Yollarda gezinen tül balıkları bile aralarında konuşuyorlardı. Altın bir çıra gibi, güneş hemen tepemizde tatlı bir ısı yayıyordu ve cadı gözünün öldürdüğüne can veren İsa neferi gibi ılık bir koku geliyordu gümüşi aydan.
Kadınların kirpikleri gönülleri delip geçen oklar gibi uzundu, erkekler Mısraim'in Yusuf’u gibi güzeldi. Triangulum yıldızı gece gündüz aynı yerde parıldıyor, serpantin gibi değişik biçemlerle yanıp sönüyor, parıltısı azalıp çoğalıyordu. Aristo’nun kitabındaki gibi ‘gülmemek’ yasaktı. Ve gelmiş geçmiş tüm seslerin saklandığı bir ‘Müzik Katedrali’ vardı. En gözde uğraşlardan biri org körükçüsü olmaktı burada, org çok seviliyor hatta bizimde bulunduğumuz bir ayin sırasında, körükçünün biri balkondan düşerek uçtu dediler, daha doğrusu başka bir simetriye geçmiş, sanırım ‘ölüm’ için böyle diyorlar.
Hani Arjantinlinin Aleph adlı yapıtında ‘Savaşçı ve Tutsağın Öyküsü’nde bir gün kavmiyle, kuşatım ve fetihler amacıyla, Ravenna önlerine gelen Lombardialı barbar Droctulft’tan söz edilir. Droctulft, ülkesinin ormanlarından geliyordu, cesur, günahkâr ve acımasızdı, bildiği tek yerleşim birimi ormandaki kulübelerdi ve şimdi ilk kez bir kent görüyordu. Onu ufukta yavaş yavaş beliren Ravenna’nın duvarlarını, kulelerini ve daha önce hiç görmediği başka şeylere bakarken düşleyebiliriz. Kentin servileri ve mermerleriyle, düzensizlik yaratmadan bir araya gelmiş pek çok öğenin bütünlüğüyle, tapınakları, bahçeleri, sütunları ve süslemeleriyle, düzenli ve açık alanlardan oluşmuş bir çoğullukla karşılaşır. Henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip Droctulft, kentin beklenmedik sürpriziyle vurulur, kavmini terkeder, Ravenna için çarpışır ve ölür. İşte bizde Droctulft gibi bu gizli cennetin sakinlerinden olduk kısa zamanda, kırılacak bir kristal gibi nazenin davranıyorduk, surların içinde görüp yaşanan her şeye. Her şey o kadar şaşırtıcı idi ki, yaşam bizim yaşama benzemiyor, ölüm bizdeki ölüme benzemiyor, etik bizdeki etiğe benzemiyordu.
Yanımdaki tren yolcularından biri birden bir şey keşfetmiş gibi oğul bizdeki etik olan ve etik dışı olanda nitemsiz, uyumsuzca, başka şeyler bulmalıyız ve yeni bir şeyler oluşturmalıyız dedi. Uzun uzun güldüm, çünkü umutsuzdum. Belki sizde güler misiniz bilmem ama, örneğin gıdalar, evlere dağılan doğal gaz gibi dağılıyor, sayrıların doğal-bünyesel istekleri belirlenip ona göre bir beslenim uygulanıyordu. Ayrıca kavga görmedim, yüksek ses ya da bir patlama duymadım. Yaşam yalın bir matematığe indirgenmiş, karmaşık bir bütünlüğü andırıyordu. Ve insanlar bilim yada esin için çabalıyorlardı, bir çaba içindeydiler. Gene de büyük bir aylaklık ve sanki hiç çalışma yokmuş gibi bir görüntü vardı. Neden sonra aylaklığın görevin bir parçası hatta kendisi olduğunu fark ettim. Düşünmek çok uzun zaman alıyor, eylemse kısa bir anı kapsıyordu. Ve bilmiyorum demek, bilmek gibi saygı görüyordu.
Bir kuş bomboş gökyüzünde, ağır kanat çırpışlarıyla, boydan boya süzülerek geçti, (bankta) oturan bir adam gözlerime bakarak “Zaman içine kıvrılsaydı yalnızca geleceği anımsardık” dedi.
Burada bir hominidin torsosunu (kolsuz ayaksız, başsız gövde) sanki bütün uzuvları varmış gibi canlandırıp, konuşturabildiklerine de tanık olduk. Demokritos’un dediği gibi, nokta hareket ederek çizgi, çizgi hareket ederek yüzey, yüzey hareket ederek cisim olmamış mıydı. Ve ‘Si on soit riche ou sans un sou; sans amour on n’est rien du tout!” ‘Aşk yoksa hiç bir şey değiliz biz!” Öyle değil miydi...
Elest aleminden beri sınanan insanoğlu gibi, elle tutulup gözle görünen evren birden durmuştu. Günün son ışıkları altında kent neredeyse bir düş kadar soyuttu, sıcacık, buzağı dili gibi kıvrımlı, damaksı bir pembelik, eşsiz, minyatüri bir manzarası vardı. Sanki bütün bu olanları ‘Mısır’ın Ölüler Kitabı’ndan izleyip anlıyorduk.
Ayrıksı düşünceleriyle, insanlığı yaşadığı cinnet parametrelerinde sarsmaya çalışan kuramsal terörist Baudrillard’ın paradoksal düşünleri yada ‘Sisyphos Söyleni’ gibi yaşamın saçmalığı ve gülünçlüğü karşısında uyumsuzlaşan insanın en temel felsefi sorunsalının canakıyış olduğunu söyleyen sahte görünüşlerle donatılmış bu hiçlikler evrenini, bir cinayetin kusurlu görüntüsü olarak algılayıp, gerçekliğin zerresini bile barındırmayan bu yanılsamalı göstergeler dünyasında, yüzümüzü yapıştırdığımız soğuk cam bizi iletmiyordu artık.
Donuk, ölü bir zaman manzarası karşısında iç geçirip, sanallığın kefeniyle, gerçekliğin ölüsünü sarmalıyorduk. Yitik çığlığımızı aramak için geri dönerken, tüm yıldızlar bir bir sönüyordu, gökyüzünde karanlık bir rüzgar soluğumuzu çekip alırken, sürükleniyorduk
Üzüm, incir ve kâlplerle dolu (yürek burkan) bir manzara karşısındaydık. Yemameli Müseyleme’tül, Kezzab ve Ansi gibi yalancı peygamberler için üzüldük. Mademki yalnızca duyu dalgaları ve kokuyla iletişim olacak, Mozart bir efekt sayılıp, göz kirpiği makinası ve pigme tıynetindeki kuvvet aşağılanacak ve Tiber ırmağı gereksiz bulunacaktı... Hasılı yapılanlar ve yapacaklarımız boş bomboştu. Öyleyse bütün bunlara ne gerek vardı.
Derken, kutsal kitaplarda “iki kızdan biri haya ile yürüyerek Musa’ya geldi.” diye yazan gibi, bizde birden gizli cennetten ayrılıverdik, trenimiz hareket etmişti.
Kompartıman komşum ilk kez konuşarak, “Yanıp yıkılan hep sevendir kardeşim, sevilen sakince uyur, otolara biner, kafeste kuş besler, duymaz, görmez ve konuşmaz. Seven ise ateştir, kül olur, kül içinden Anka olur.
Bilir misin dünyayı sevenler ayakta tutar, bütün özveri onlardadır, sonsuz başlangıcın masalı gibi, güneyin kalbinden bir sardunya geldi, Fal-ı Reyhan-ı Sultan Cem gibi seven hep sevdi, hep sevdi dedi. Adam geçmişin panteist hurufiliğinden gelmiş biri gibi beni etkiledi. Yani pek ilgilenmediğimi anlayınca daha saatlerce özdeyişler püskürüp, nice kıssalardan, masallardan söz ettiyse de ben uyumuşum. Ama uyumadan anımsıyorum, bir şey daha söyledi bak Keje, 2x2=1 eder, birbirinin aynısı şeylerin tümü tek bir şeydir dedi. Onlar çoğalmaz, azalmaz, bölünmez ve toplanmazdırlar dedi.

“Elf leyle vü leyle” (devam eden masallar demekmiş) sanki İthaka’yı arar gibi, bir Haçlı gibi, Sümer, Elam, Akat, İbrani, Arami, Süryani, Nabat, Semut topraklarından gelip geçiyor ve R.Burton gibi gidiyor, gidiyorduk. Palmir ve Habeş’ide arayıp bulacaktık.
Durakladığımız ilk vahada, ne ot, ne balık, ne tırtıl, karada geri geri yüzen, suda yürüyen, gözleri ayrı yere bakabilen, at başlı, bukalemun vücutlu, cinsiyetsiz, doğuranın küçülüp, doğanın yerine geçtiği, doğanın ani gelişimle doğuranın yerini aldığı ve bu döngüyle ölümsüzlüğü; ve doğuran safhasına gelince doğanın yerini alıp, sonsuz gençliği yakalamış olduğunu anladığımız canlılarla karşılaştık, tek hücreli gibi bölünerek çoğalıyor ve her seferinde yeniden bölünerek sonunda ilk yavruya dönüşüyorlardı. Bu tuhaf yaratıklar, gerçekten ölümsüzlüğü ve sonsuz gençliği elde etmiş gibi görünüyordu. Üstelik ne yaparsanız yapın ölmüyor, süngersi kauçuk bir madde gibi kopuyor, eriyor ama eksilmiyor, yavrulamanın dışında parçalanmıyordu. Hayranlığımızı saklayamadık, tutulmuyordu da, akıyor, kayıyor, uçuyor sanki... Görmek gerek diye bitirelim. Hakepa platosundan Bininci yüzyılın ilk şafağını izleyen serüvencilerde oradaymış, adı “zaman yayında titreyen prens” anlamına gelen önderleri var, kanlı, ışıklı tırpan ve oraklar silahları. Kefenler, terazilenmiş postlar ve kanatlı zamanla, boşluktan kelamın kurban olduğu yerlere gittik diye bir sürü şeyler anlattılarsa da dinlemedik.
Trende birden karşımıza çıkan, orta yaşlı, nur sakallı biri, aynı Kur’an’daki gibi ancak sezilebilen şeyler nakletti saatler boyu “Çöl kenarına kurulmuş yalnızca tek bir omurgadan bileşik tuhaf bir şehir varmış bir zamanlar, o vücudumuzmuş, ruh vücut uyuyunca buharlaşır ve öte dünyadan gelen rüzgarın önünde başıboş bir yaprak gibi sürüklenip, kof bir kozaya dönüşürmüş. Gövde yani vücut, tüneğimiz olup, uykuda, ruh tüneğinden uzaklaşır, gövde ıssız, terk edilmiş bir hal alır. Yıldızın yavaşlama kavsi buhar tabakasının mihak gecesidir. Her Arabi ay balçıktan cenin doğurur. Ayna yüzlü, ay halesi biçeminde vücutlar, doğu kıble semtinden, gaybi hüviyet yüzünden, güneş efrenci yardımıyla tlût (balık) ve ferkadan sayesinde, Hamel burcunun seyyaresiyle doğar. Bu Utarit ve sudur. Hımareyn’de göğün titrek kısımlarını sevenler şua açısından ahadiyet mertebesine erdiğinde, Hâke, Yele, Su ve Sevr, Sünbüle, Cedy ve Toprak olurlar. Zeval’den önce Hind dairesinde, mikyaslı çubuğun gölgesi dağa vururmuş. Matl-Silbar kertesinde mihverin kuzey ufuk işaretini araştıranlar Hamel burcu feleğe erdiğinde Cevza ve Seretan’ın yanına gitmişler. Kutb-i Süheyl’de, Esed’le beraber çölde, Mizan yönünden kervana katılmak üzere gelirmiş. Akrep, Kavs ve Cedy’i birlikte sokunca Delv, Hut’la onlara yardım etmiş. Kamerin yörüngesine gelince, develer fezanın taksim şekli ve bürûc dairesinin devrini tartışanlar, mikyaslı çubuğu yerinden sökerek gölgeye ve tartışmaya son vermişlerdir.
Mesteki’nin Misk ve Uduhindi’den Hithit’le anlaşmazlığına gelince Cümle-i Asğâr’ın Cavi ve Besteki adında iki ağacı varmış. Besbase ağacı, Kafur ve Sandolos ağacı ise yokmuş. Burlu Sünbüle kokan ağaçsa çene ve omur ağrılarına iyi gelirmiş. Rabia ki kızıdır, bu sayrılığa yakalanınca önce derman sonra cefamı diyerek salisen ağacı kesmiş. Mağyeb-i Tir’de duyulan bu olaya Misk ve Hithit gülünce bunu duyan Mesteki Matla-i naş ve Kutb-ı Cah’dan akan suların yönünü değiştirerek Matilyun yada Matliklil olarak tanınan bu kişilerin o yörenin sularını kesmiş olmakla canlarına okumuş. Matl-ı Tair ve Matl-sımak, Mağyeb-i Tur’da bu duruma karşı çıkarak kavgaya son vermişlerdir.
Eşeğin efendi olduğu bir köy vardır, hizmetkar olan adam her gün tam üç öğün eşeğe büyük bir sepet içinde küspe, elma, bağ yaprağı, çavdar, yulaf ezmesi ve hasıl getirir, dereden kovayla su verir. Eşek, semender gibi, at gibi semirmiştir orada, gözleri anlamlı bakar eşeklerin, kulakları dimdik olup yuvalıdır. Eşekler yaşar insanlar hizmet eder. Her şey tersinedir. Bir gün eşeği (Süveyş gazalı gibi) süs olmaktan kurtarıp, her işe yaradığını gösterecek olan bir panayır sahibi gelir köye, eşek tekme atmakta, koşmakta, ağır yüklere bana mısın dememekte, dağa taşa çıkıp inmektedir.
Bezgin ve miskin olan köylüler eşeğin böyle bir işe yarayıp, kuş gibi beslenmediğini, üstelik semerde vurulduğunu görünce usları şaşalayıp, daha da kötüsü bedenen sayrı olup yatağa düşerler. Kutsal bildikleri hayvan zavallı bir şey olup çıkmıştır. Dahası gözü yaşlı köledir. Köylüler bu yeni duruma alışmaktansa kutsal hayvanlarını semadan sahraya düşmüş işaretçi bir yıldız gibi kargışlayıp kurban ederek, köyün girişine buzdan bir nöbetçi gibi putunu dikerler. Bir zamanlar eşeklerin efendi olduğu bir köydür orası. Yular insanların, altın gerdanlık eşeklerin boynundadır orada.
Gene, Mizantrop (insansevmez biri anlattı bunları) birini dinledik uzun uzun; Isfahan sokakları niçin her gün lale sularıyla yıkanır, Hafız yeryüzünün en güzel mücevherlerini sonunda kime sattı. Şiraz’da, Tebriz’de güneş niçin dağların tepesinden önce rüzgarda sallanan bir kamışa vurur. Rey’de bir nakkaş, şarap testisinin üstüne yaşlı bir adama şarap sunan ve elinde mavi gündüz safası tutan genç kadını çizerken, resimdeki testinin de üstüne ve iç içe aynı resimleri sonsuza kadar nasıl nakışlar... Kim bilir...

V
Trende konuşan adamın yanına biri daha geldi oda ondan aşağı kalmadı, bir o bir öbürü sabahı ettik nerdeyse, Cezeri ibriği gibi, aynı hareket aynı su bitmek bilmiyor. Şunu anladım, bıraksan ölünceye dek aynı konunun çevresinde dolanıp duracaklar, tükenmek bilmeyen konular; kubbeler, çiniler üzerindeki hatlar gibi!.. Anlamdan uzaklaşırsan, sonsuza dek konuşur, anagram gibi, sağdan sola okursan ölene dek okur ama manitunun ruhuna aykırı hep aynı kitap, hep aynı insan olursun, hatta şirk koşar zamanı da durdurursun!.. Çaresiz arada bende lafa karıştım, bölük pörçük, anlam dışına kayan şeyler kalmış anılarda... Ama hepimizi tanrı yarattığına göre, dünyada, tanrı kelamı olmayan söz olamazmış gibi geliyor bana, lafı uzatmayalım da, sözü söze bırakalım artık: Şahlanmış bir ata binen ve elindeki kılıcı sallayan ceset ve ölü cenini karnında taşıyan hamile kadın, Seliak hastalığı olan insanlar, “Eppur si muove!” ‘Yine de dönüyor!’ diyen Galile, iki atın çektiği gümüş tekerlekli arabasıyla göklerde dolaşan tanrıça Selene, “Yalnızlığını kanıksamış kule” “bir güneş, İsa’dan önce” “Üzerinde bir kuğunun ışıldadığı göl” “gölün ötesindeki bahçede, güneşin yumurtalarına benzer bal kabakları”, ölünün ağzına konulan ve Akheron’da kayıkçının aldığı demir para, cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol diyen Mevlana, efsanevi Krosios, Midas’ın yurdu ve Korinthos kıstağında, Phaiakların adası. Sais ile Eski Atina arasında silah arkadaşlığı yapar mıydı Babil; Allah kapısı demekmiş ki, Mekke ve Medine yolu üzerinde kurulmuş Erbil. Cenk arabaları ve telepatik tanrıları varmış Babil’in. Babil, Mekke, Smyrna, Roma, Maya, veya... Tunç çağı denizcilerinin güçlü kuzey rüzgarlarıyla Mısır’a kadar inip yarımadaya yerleştikleri ve Hicaz’da dünyanın ilk kolonisini kurdukları, metalurjinin beşiğinin, Etiyopya’da oldukları, o zaman güneşin kuzeyde göründüğü ve soğuk ve uzak bilindiği ve hız limitinin de saatte elli km ve Kafkas atlarıyla gidildiği, bir Miken teknesiyle Pamir dağında yol alındığı, Oberon ve Umbriel adlı kaşiflerin iki büyük uyduyla Basra’ya yayıldığı ve Nereid ilinin yüzeyinin buzdan oluştuğu, Kuiper kuşağı kökeninden bir yıldızla buluştuğu, komet soyundan oldukları düşünülen bedevilerin, bir kuyruklu yıldız ailesi olan Sentor’larla akrabalığı. İnsanların sevgililerini sabah çiğinde aradığı, suları çöl renginde bir koya bakan prizmadan kraliçenin göründüğü, sesinde evren boyutunda bir kin ve sonsuz bir utku taşıyan kralın, her gün kraliçenin boynunu vurdurduğu ve güneşin batmasına yakın kraliçenin prizmanın içinden gene çıktığı, alacakaranlıkta ormanı gözetleyen tanrının, iki yüzlü Janus’un, kraliçeyi kaçırarak prizmaya olan tutsaklığından kurtardığı ve kehribarda saklanır gibi kralın prizmaya girerek sonsuzluğa kavuştuğu, tozlu bahçelerde öten gece kuşlarının ötüşerek bu durumu şehre yaydığı, zındık bir ölünün buna inanmadığı, kralın prizmanın içinden zındığın ikinci kez öldürülmesi için buyruğunu verdiği, zındığın bir kez bunu yaparsa sonsuza dek yapmak zorunda kalacağını söylediği, çünkü zaten ölü olduğu, ayrıca insafı varsa bunu yapmaması, bir kurdun bile sıkıştırıldığında kaçmadan önce durup, bir daha göremeyeceği düşmanına son kez baktığı, ölü bile olsa yaşamın ne kadar tatlı olduğu...
Suya damlayan su gibi saf maddenin ürkütücülüğü doldurdu odayı bir an. Sonsuzluk, bakışımlı iki ayna, Capet kravatı da giyotin olmuştu artık...



VI
Tulkarem’de kadınlar fanilaları öküz ödü ile yıkarlar, kundaklanmış Mısır tarlalarının yanı başında... Mısırlar bataklıkların kenarındadır ve bataklıklarda pullu yılanlar, kanatlı balıklar ile yüzgeçli kartallar bulunur. Falcılar rüyasında kelaynakları okur. Samiri’nin yaptığı buzağı heykellerine tapan inançsızlar gibi bu kadınlarda, her şeyden ürker ve balıklara taparlar. Beşbin yıl önce Mısır’da Atlantis yıkımından gelen bir terzi yaşamaktaydı, yüzbin yıllık bilinç diyalektiğinin oluşturduğu bir dille konuşurdu, soyunduğunda kuyruk sokumunda uzun tüyler olup, sırtında kanat, böğründe de pençe izleri vardı, bıyığı da kedi bıyığı gibi sarkıyor ve tel teldi.
“Yeşil gözlü siyah bir parsı” sularda geceleyin görenler o terzinin soyundan gelen Tulkarem’li kadınlarmış, onun için taparlarmış balığa, kocaları gibi sayarlarmış onu. Siyer, Sarf ve Tecvid’le, Damat Ferit’de onların soyundan gelmeymiş. O kadınlar, o uçan balıklar için şöyle yas tutarlarmış, ağıt yakarlarmış şöyle, aynı soydan geldikleri hasebiyle kutsarlarmış.

(***)“Kadın bedeninde kadersin sen
Ve ben bu kadere boyun eğmiş
Şimdi seni uzaklaştırdılar ey efendim
Ağacından uzak yeşil yapraklar gibi
Ve ben senin çığlığınım ey efendim
Bir ah gibi uzayıp giden patikada...”

Otuz yıldır daha bir canla ve çığlıkla yakılırmış bu ağıt, ama otuz yıldır yapılan bir şey Kronos bakımından, gerçekten otuz yıllıktır, Kairos’ta ise, zaman kavramı süresi için değil, içeriğini, yani düşünsel değerini anlatmak için kullanılırmış. Bu bakımdan otuz yıllık bir şey Kairos bakımından zamansız, bomboş bir şey sayılabilir. Tiberli biri, Heratlı birine ama -boşlukta- göreceli bir şey değil midir demiş ve çok daha tuhaf bir şey söylemiş ardından; “Vanitos Omni Vanitatem” “Her şeyin boşluğudur boşluk.”

Öyleyse dolu nedir ki, Mudanya ile Napoli arasında bir kara parçası mı, Sıffin savaşı mı, ortası, delikli halkaya benzer evren mi, Hubble sabiti, Fourier çözümlemesi gibi kozmolojik parametreler mi, kafirler ve zındıklar mı, feniks kuşu mu, Kafernahum’da cebinde polonyum elementiyle dolaşan çaşıtlar mı, müon nötrinosu, Çerenkov ışıması, akseleratörde yapılan deney mi, Nomad ve Chorus dedektörü, Van Allen kemeri, Zarya (gündoğumu Rusça), Mongolizm, Kuvaga (Afrika yaban eşeği), Triangulum kandili, Hititler, ThySSen ya da Hitler mi, Metshta (Rüya mı), Capricornus mu...
İskender’i de, Byron’u da, Dante’yi de anofel ısırığı öldürmüştü. Filden fare olacaktır. Lalende yıldızına gidip, Oort bulutuna sokulacaktır. Ama kendi gölgesi, kendi boyuna eşit olunca piramidin boyunu bulan Tales gibi, halk beni çok sevmiştir. Halk kamçılayanı sever, nükleer reaktörün kalbindeki büyülü mavi ışık gibi bayılır. Ama halk yok artık. Holografta üç boyutlu aktris evimde yaşıyor. Ay ışığının yanında. Gerçeği ara sıra, bu iletişim ve tanışma bantlarını denetliyor. Yüzyirmibin kişinin içinden beni seçti. Çünkü yazacağım aşk öyküsünde holograftaki aktrise aşık olan bir yazarın sanal ve trajik aşkını anlatacaktım.

VII
Pelios mızrağını kuşanan demirboğa Perseus, gönül verdiği Hint güzeli Andromeda’yı kırlara kaçırdı. Pompei’nin gölgelik yerleri ve Akra yamaçlarında, kuzularla dolaşıp durdular. Orman çakalları önlerine çıkıyor, posta tatarı olan bir Frig delikanlısı ve yanındaki kız, kırlarda kırıtarak yanlarından geçiyordu.
Hercules aslanı, kızı istedi, kanıt için kırlangıcın göğsündeki kan beneğini gösterdi. Korken ödülünü alan bir Romalı da önlerine çıkarak Baküs’ün boynuzlarından daha kutlu bir nesnenin olamayacağını, kendini Thalia’nın arabasıyla kaçarak ağaca asan Byblis’in, Ceres’in (akboğa) ekinlerine çürümüş toprak olduğunu söyledi. Zephyrus’a aşık Cephalus ortaya çıkarak ipin ucunun kaçtığını ve başa dönmesi gerektiğini bildirdi. Oysa karısı Procris onu ormanlarda arıyordu. Cephalus esen yelde dinlenirken, Procris arıyor ama Cephalus bir yırtıcı sanıp, onu okla öldürüyordu. Ammo’nun boynuzlu bilicisi ile Aurora’daki Phoebus’un üç ayaklısı idi bunları dillendiren.

Anlatan “korkunç bir işe kalkışan kişi, bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürelemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini, kendine kabul ettirmeli. İnsanın, öteki insanların yaşamlarının belli anlarında, onların düşmanı olabileceğini, ateş böceklerinin, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, günbatımlarının düşmanı olamayacağını bilmeli” dedi. Başka biri; kafirlere daha çok güvenirim, müminlerin içtenliğinin kanıtı nasıl belli olabilir ki... Biz ise uçurumda vaklayan ördekle dolaştık, yankı yapmayan ördek sesi yerimizin kolayca bulunmasını sağlayabilirdi. Hadar’da ki mağaralarda işte böyle birbirimizi yitirmeden dolaşırken, Mesyanik bir Marksizm teması içinden, Frankfurt ekolünün sapkın figürü Benjamin’le av arkadaşı olduk. Çisentili poyrazda uyuz bir keçi vurduk, Cenab-ı hak onu vuranın, onu kılavuz edinenin, ona bağlananın boynuna keçinin yularını taksın.

Et değil labada ezmesi yeseydiniz, ciğer püryanı, horoz ibiği otu kaynatsaydınız. Suffe’de (medrese) bunu öğretseydiniz. Gadirihum’da vasi ve halife atananı sevin. Bulut kükreyip çakal yağmuru yağsa da, buz erintilerinin üstünde, Konstanz gölünden atla geçerken, ikiz leoparlarla, tilki yavrularını izleyerek yüzünüzü dağlara dönün. Av avlamayın.
2x2=22 olabilir mi, şu uzakta ki son iç çekiş köyüdür Romülüs... Kör melekler ve kamçılar sergilenir orada. Pegasi yıldızı Aralık’ın ortasında kapitole iner. Ve yıldızdan gelenler, gözlerimizin içine bakarak, dünyada yaşamın olmadığını söylerler. O zaman son iç çekiş köyünün en yaşlı sakini der ki; Öyleyse yaşam yok ve ben yaşamıyorum, ama bunun ayrıksı bir şey olduğunu düşünelim ve diyelim ki ben ayrıksı biriyim, öyleyse ayrıksı olanında, bir ayrıksı yanı olmalıdır; bu durumda yaşamın olmadığını ileri sürebiliyorsak, bir yerlerde yaşamın var olduğunu kabul etmemiz gerekir dedi. Son iç çekiş köyü halkı bu paradoksla Barba Vassili gibi (paltosunu çekip) gözlerini yumdu ve uyudu. Var ve yok, yok ve var.

VIII
Trenimiz ahret melekleri gibi içimde kımıldayıp giderken Medine peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ve ahlaksız simsar yuvalarından biriydi. Hafir’de serap ve kum bahçeleri arasında kabile bayrakları dalgalanıyordu. Ravza’nın yeşil kubbesinde, peygamber sanduka örtüsü içinde kahırlı iskelet gibi yatarken, kabirlerde çürüyen atlas örtüler, maden çanaklar, kandil yakmalar, Hama ve Humus develeri, kasabalar, iskemle, hasır, porsuk eti, kerpiç ve kafesler yürüyor, gözlerimin önünden geçip gidiyordu. Küveynat neresidir diye sormak gafletinde bulundum. Buhara katırlarıyla, Semerkant beygirleri gölgede duruyordu. Nerelisin hangi şehirdensin dediler. İçimi çekerek yağışlarla besili Menderes ülkesinden dedim. İskorpitli çocuklar, çürük diş, Türk yavruları ve çekirge turfuğu yiyen insanlar vardır dedim. Tanrıları otomobile biner, Arap kursağı (kısrağı mı!) orada da vardır. Hicaz hurması satarlar, Kamame papazları avucunda yıldız tozu gezdirir, Kudüs’ün hançerli putu, pancurlara, fesleğen saksısı ve Balfur’un söylevinin, Davut’un mezmurundan daha etkili olduğu bir yerdir dedim
Soyguncu Urban’ı tanımazlar, ağlama duvarının aşınmadığını görerek, yalvarmanın ne menem boş bir şey olduğunu düşünmezler dedim. Güldüler. Biri bende Pozantı’dan geldim dedi. Devenin üstüne merdivenle tırmanmaya çalışan Avusturyalı subay, kanalı geçmek için Taberiye gölünde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve boğularak öldürülmüş Arap kadınlar çevremi sardı. İsa, Nasıra’da marangoz çırağıydı dedim.
Halife alayı geçti yan sokaktan, Arap gırtlağı mahalleyi çınlattı. ‘Erbaa vaburat li Dicele tu vel Fırat’ diye bağırdı biri. Hurma korusundan bir kız çıktı. Yüzleri yırtık, meşin keseli, kirli bir urban, Beyrut’ta Bassul oteline vardı. “Zehiy tasavvur-u batıl, zehiy hayal-i muhal” diye söz edenlerin arasında koştum durdum. Meğer Rayak’ta bir tren kazası olmuş. Diken yığınına sarı boynunu uzatan deve gibi ölmüşler. Şam’ın, Barada ırmağı kıyısına gömülmüşler. Zahle’nin dağ yollarında ağlama sesleri bir türlü kesilmemiş.
Sukulgarp’te çobanlar yaraları sarmışlar. Havran’da gün batımında, Arap sazı inim inim inlemiş. Ayin Sofar’lı biri gece boyunca çığlıkları dinlemiş. Kont Kavur kılıklı biri Lübnan’a kar yağarsa, Beyrut’ta bahar vardır. Sofar’da, nisan İstanbul’daki gibidir. Şam, bahar gülüdür derler, Kudüs’lü kışı tanımaz ve bir vodvil esprisiyle, insan varoldukça Mekke kahrolmaz, Kabe yıkılmaz demiş... Ama Piedra ırmağının kıyısına oturup ağladı oda dedim.

IX
Medine’de bulunan Hazreç kabilesinden Es’ad bin Zürare, Rafi bin Malik, Avf bin Haris, Kutbe bin Amir, Ukbe bin Amir, Cafer bin Abdullah adlı altı kişilik bir grupla Akabe mevkiinde karşılaştı. Ubeyy bin Halef, Bedir’de öldürülen kardeşi nedeniyle bir düşmandı. Allah-ü Teala’nın en çok buğzettiği kimseler, Katade bin Numan onun çevresinde çarpışırken gözünden okla vuruldu ve gözbebeği yanağının üzerine aktı ve o gözbebeğini eline alıp yerine koydu ve Katade’nın bu gözü diğerinden daha dayanıklı daha güzel oldu. Güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe için açık kalır dedi Tirmizi. Sığırı kesip bir uzvu ile ölüye vurunca dirildi ve kendi diliyle katilini söyledi. Camius-sağir’in sözüne göre miskini ve yoksulu sev ve cennete git. Allah düşmanı Samiri ve Kuba’dan bir Cuma günü, Ranuna vadisini geçerek Vedd, Suva, Yegüs, Nesr adlı putlar Medine’ye gelmiştik. Medyen halkı da gördü. Aya şahadetle işaret etti ay derhal ikiye ayrıldı, şak oldu, yarısı Safa tepesi, diğer yarısı karşıda Kaykaan tepesi üzerinde durdu. Allah-ü Teala Vetekaddes Hazretlerinin fail-i mutlak olması gibi. Fil hadisesi, tuğyan eden bir kavmi yok etti. Beyt’i korudu gözetti. Ebabiller, Ebrehe’nin ordusunu kum taşıyla -ayak ve gagalarındaki- helak etti. Y gibi bir adam belirdi, kum zambağı elinde, Cuma adında bir tepeye gelmiş ve elliüç yaşında panteri dağa bakan bir çocuk öbür elinde, çocuğun bedeninde bir güneş parlıyordur. Ruhlar ruhundan bir gölge hiç yerini değiştirmiyordur. Sakallı kadınlar gelip geçiyordur. Her şey taş kesilmiştir. Garip bir üçgen havada asılı kalarak sağa sola kayıyor, bilge şair Basho koltuğu ve kulübesiyle beraber yaşıyordur ne ki ‘Posa et pensa’ oturup düşünüyordur.

X
Badiyelerde oturan aşiretlerin şeyhleri kurnazdırlar. Ne kadar güven verirseniz veriniz, baba oğul bir arada gelmezler. Casuslar dilenci kılığındadır. Nur-u Şalan gelirse oğlu Nevvaf çölde kalır. Lübnan’da Nevvaf’ı konuk etmiştik. Şam ve Bağdat arasındaki sonsuz çölün büyük bir parçası Ruvale aşiretinin hükmündedir. Nevvaf ve babası orada hükümdardırlar. Suvareke kabilesinin kabzalı bıçaklı ve devesine bir türlü binemeyen Hintlisi gibi Hilaliahmer’e bir gün Bağdat’a karadan ve çöl ortasından nasıl gidileceğini sordum. Size bir yıldız göstereyim birde mühürlü bir kağıt vereyim, hecine binip on gün on gecede gidebilirsiniz dedi. Nevvaf’ın dediği doğruydu, ama mühürlü kağıdı başka aşiretin adamları görürse bu Ruvale bedevisi için ölüm fermanıdır. Aşiretlerin çölünde Nevvaf’ın göstereceği yol yıldızından başka, birde Aman yıldızı vardır: Altın! Altın kuma atıldığı zaman sesten başka her şeyi verir. Salta’da, Amman’da, Yukarı Necid’de, payitaht Hail’dir. Medayin’de, Sebi’de, Cedide’de, Katya’ya egemen tepelerde, Mahdes taraflarında sadık ve cesur ceylanına binenlerin elinde, Şeyh Utvan’ın yerinde bu hep böyledir.
Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman 333 senesi Haziran’ının 3.Günü Medayin’de, o vadide tuzağa düşerek ölüp gitmiştir. Marn’dan sonra, kartal yuvası, Kap’ta, kılıçlı Medini nişanı, Ebuasab tepesi, Nebi Samoil siperleri... Yanarım ki çöl ölü bir şeydir. Çölde insanın ayak izlerinde bir cesedin çarpan kalbini ve dirilen bin canı görebilirsiniz. Tih sahrasında Urban (yoksul bedevi) vardı. Cefir badiyesi, Tih badiyesi, Sina badiyesi, Ariş’ten geçenler, Ümran destanı, Hafir ile Nahil, arpa yiyip, kemik kemirenler, yağmur çukurları, böcek ve mikrop doludur.
Kantara, Ferdan, İsmailiye, Şalof ve Tarsum taraflarından Asluç’ta süslü bayraklar asılı, Kuseyme’de bir su için demir boru şebekesi olup, Çığtave ve Emden’de ki askerler son derece tasalıydılar. Ökçelerimle mezarın toprağını sıkıştırdım. Neccablar, Gor çukurunu kazdılar. Bu Yahudi topraklarını bizim kadar kimse sevemez. Vadii Sarar’dan, peygamber İsa’nın yıkandığı Şeria’ya girdik. Kaç defa türbe, mezar, ağaç ve ateş parçaları, senelerden beri ılık mezarlarının içindeki ölülerin kemikleri, bizlere kadar geldi. Taluşşeria’da dağ kümeleri vardı. Ölü tank cesedi ne acıklıdır. Demir küre ve bakır tarlası, şeyhi, köpeği, tüm takım taklavatı, sırtlan sesini taklit eden bir bedevi korkuttu. Katya muharebesinde çok kakule (sedye) kullandık. Rumani harbte, Kerbela’da, Balat Yahudileri de vardı. Magdaba Telürrefah’da 0x3=0 eder, ama 3x0=000 eder dediler. Dağları kumları ve ufukları ölü doğan çölde; yaşayan şeyler iki kat yaşıyorlarmış. Ceylan gözü, çölün gözü gibiymiş. Çölde pek çok esrarlı göz doğuyor ve batıyor, çöl insanının yalnız gözleri, derin bakışlarla parlıyormuş. İnsan kum üstünde ölü bırakmaya dayanamıyor.
Çünkü ne mezarı ne de izi kalıyor. Bir denizde bile insan ancak bu denli yitip gidebilir. Çin flütü, yada firavun güvercini (akbaba) gibi, Afrika’da tamarind ağacının altına bile gömülenler vardı. Diyesim, son olarak Yukatan’da altına hücuma katılanlardanım. Yaşamımın son günlerinde, işitmek için duymaya, görmek için bakmaya kesinlikle gerek olmadığı ve güneş pleksüsünün, hiç farkına varılmaksızın bunların yerini tuttuğu izlenimine varan Desplein gibi, öldüğüm incir ağacına yaslanıp, doğrularak uyandım. Kutsal öğlede ılık bir rüzgar usul usul kirpiklerimi yalıyor, Reşide tam tepede dallardan ayırt edilemeyen yemyeşil gözleriyle üzerime doğru çişini yapıyor, ağzımı açıyordum. Gerisi yalanmış.
Akrabam belalım olmuş, kendisini yerden yere atmış ve çıldırmaya başlamış ve intihar etmiş. Kendisi çok güzel bir uykuya dalmış. Uykuda Allah ona bir güzel dua etmiş. Öldüğüne çok ağlamışlar. Ve tam tamına ölmüş. O zaman herkes üzülmeye başlamış. Kalemşörü, habibim, el İsmet el Tarık’mış. Kadir gecesi, sevgili peygamberimiz aleyhisselamın ve Ashab-ı kiram’ın yemek konusundaki uygulamalarına baktığımızda günde sadece bir defa yediklerini görmüşüz. Ebu Said el-Hudri şöyle anlatıyor. Resul-i Ekrem sabah yemeğini yediği zaman akşam yemez, akşam yemeğini yediği zaman sabah yemezdi. İslamın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkanından birisi de onikinci ay orucudur. Hakkcelle ve ala hazretleri ayet-i kerimesinde; ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Ta ki korunasınız buyuruyor. Bakara 183, oruç niyet ederek, tanyeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar yemek içmek, et ile etten öte şeylerden uzak durmak demektir, bu haberlerin vahiy olduğuna hiç şüphe yoktur, bitti dedim...
...
Adam bunun için mi iki saattir geveliyorsun diyerek, tam Eyüp’te ‘Pierre Loti’yi birbirine katacakken, arabulucular işe karıştı ve kargaşada sendeleyip düşürdüler. Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir demişler, oysa öyküye iyi başlamıştım, daha yarıya varmadan bulanık biçeme sığınmak zorunda kalıp, altında ezildim ve görüyorsunuz nasıl berbatlaştı, absürd bile değil artık, yinede duam okuyanların üzerine olsun, ne yapacaksın; 'Bazen avcı kendi cesedinin önünde durur'.

(*)(**) Vicente Aleixandre
(***) Nizar Kabbani