13 Eylül 2013 Cuma

ANDROMAK



 I
Andromak, tırmandığı tepeden, hafif yelde karların uçuştuğu çam ormanına baktı. İçinden geçtikleri köylük, uzaklarda karın altında uyukluyordu. Keşiş Rusalem, üç gün önceki panayırdan kalan son ekmeği çıkardı heybesinden ve ikiye bölerek yarısını Andromak'a verdi. Andromak, ikiye bölüyorsak, biri sana biri bana kalmaz mı dedi! Keşiş ya üç kişi olsaydık nasıl paylaşırdık diye yanıtladı. Andromak, dörtlü sistem, onlu sistem diye mırıldandı. Keşiş onlu sistem kimbilir nasıl aşılacak diye düşündü.

Önlerindeki gök suyu geçtiler. Buz öbeklerinin yüzdüğü kolu geride bırakıp, karlı vadide iki yanı yüksek kayalarla çevrili boğaza geldiklerinde, ilerde, sürüyle akbabanın guğuldaşarak birbirlerinin üstüne çıktığını görünce, oraya yönelerek, ölen şeyin ne olduğunu anlamak için hızlandılar. Bir genç kız ölüsüydü bu ve cesetin yalnızca güzel başı kalmıştı. Güzel baş keşişe dönerek: Adım Hippolyta dedi!..

Andromak boğazın derinlerindeki ilk sapaktan döndüğünde, gümüş gibi parlayan yüzüyle, ak başlı, balık vücutlu, yüzüyormuşcasına kıvrılıp bükülen bir yaratık çıktı karşısına; yaratık onları görür görmez, topuklarındaki minik kanatları birbirine vurarak, tepedeki koruya doğru uzaklaştı.

Keşiş yürüyordu ve Andromak'a çok uzaklardaki sessiz tanrılar ülkesinden, orada bir adadaki kız kulesinden ve kulenin dibindeki iğde ağacının altında uyuyakalan prensesle, insan başlı keçiden, içerideki küçük mabetteyse, sese tepki verebilen altın bir buzağıdan söz ediyordu...

II
Perilerin uyluğundan dökülen pullar gibi yağan karın altında, tatlı bir yorgunlukla uykuyu özlüyordu Andromak, Akheron'un kıyısında, palamut gözlü, kıvırcık saçlı yarı tanrılara el sallayıp -gülüşerek, kuş avlayabilen örümceklerin bulunduğu mağaranın ağzına geldiklerinde yavaşça içeriye girerek, uyuyakaldılar...

Düşlerinde, sayısız kır hayvanıyla, inci bilekli, ceylan ayaklı nymphalar elele dansediyorlardı. Ortada yanan ateşin içinden, birer birer fırlayan, gözleri maskeli, Apollon gibi erkek güzeli satyrler, hemen oracıkta nymphalarla birleşiyor ve garip iniltilerinin süslediği, betimlerle dolu kıvrak danslarının gölgesi, duvarlarda tuhaf salınımlarla gezinerek, bir süre sonra ansızın yere düşüyorlardı.

Andromak ve keşiş sabah uyandıklarında, mağaranın taş zemininde, hâlâ genizleri kavuran bir dumanın hâleler çizerek tavana yükseldiğini ve incecik bir külün, yosunlu taşlara sinmiş belirsiz lekesini gördüler... Andromak cesaretle adım atıp, Marsyas dövmeli ayakkabısıyla küle bastı ve tiz bir çığlıkla, minik bir kırlangıç fırladı külün içinden. Mağaranın ağzından sızan ışığa doğru yaklaştıkça büyüyen kuş, geniş kanatlarıyla havalanıp, renkten renge dönüşen gövdesi ve duvarlarda yitip giden sesiyle 'bir Anka gibi' sağa sola çarpa çurpa uçtu gitti.

III
Çamların dallarında, yanıp sönen karların, kış güneşiyle bezeli oyunlarına bakıyordu Andromak... Keşiş, kar kürelerinin, değişen yer çekimiyle, dallarda aldığı biçemin geometrisini arıyordu bilincinin derinlerinde. Çamlarda ipek ötüşlü, iricil kuşlar dolanıyordu. Metalik bir parıltıyla uçarak, gökte yer değiştiriyordu kralın sincapları. Sihirbaz demirci, her on dört günde, taş ve demir aksamlı uçabilen sincaplar armağan ediyordu krala!.. Andromak demek ki Epir'e yaklaşmışız dedi. Uçan sincaplar ülkesiydi Epir. Keşiş, ikindiye doğru, baygın kokulu, gür sarı çiçeklerin dolup taştığı bir bayıra gelince, Zeus'un amansız kışında, çiçeklerin nasıl açabildiğini sordu Andromak'a... Andromak, gökte parlayan yıldızı göstererek, düş görüyorsun dedi keşişe, çiçek yok, kar var ve karın ışık rengindeki yabanıl dökülüşleridir bunlar. Keşiş inandı ve uzaklardan gelen bir atlıyı işaret etti ona... Gelen bir tanrıydı, balina gövdeli bir yarı insan, yarı attı. Tanrı hışımla, kırbacını gösterip gülerek, tümüyle som altından olduğunu kanıtlarcasına parıldayıp, kırmızı kuyruklu yüzlerce sülünden oluşan ordusuyla, fener alayı gibi geçip gitti.

Andromak yorgun ve şaşkındı, ilerdeki koyağın arkasına dolanıp kayalara yaslanarak, düşüncelerinin derin uykusuna daldı. Keşiş uzaklara bakıyordu...

IV
M.Ö 600'de, Andromak, Epir'e geldi. Kentte demircileri dolaştı, varoşlara girip çıktı, agoraya uğradı. Delphoi'de uyuyakalan çocukların meselini dinledi, odeonun taş merdivenlerinde izleyici oldu, Atena'ya geçerek, Akropol sırtlarında, liriyle mürenleri çağırdığı söylenen çobanı alkışladı, kentin ortasındaki ünlü bulvardan Melankoia'ya doğru yola çıktığında, keşişle birlikte sekiz yüz yıllık gezilerinin sonuna geldiklerini anladı... Masallarda anlatılan altın yolun bitimine kavuştuklarında, yalnızca oturan, sessiz tanrı Uranos'la karşılaştılar. Bedensiz ve ateş gücünden başka bir şeyi olmayan Uranos'u görünce, ikisi de biricik ve sonsuz olan 'tek gerçeği' bulduklarını düşündüler; Uranos, düşlerin varlığıydı ve devinimsizdi!.. Titreyerek; (varlıkların düşüymüşçesine) "Zaman yok, hiç birimiz yaşamıyoruz" diye haykırdılar...

V
Kız, doksan dördüncü sahifede gözleri ağırlaşınca kitabı kapattı! Kandili üflemek için ayağa kalktığında, o ana dek sessiz duran öteki de kalktı!.. (çift gölgeli başı göründü) ve birbirine bağımlı ama aynı zamana bakışan, iki ayrı gerçeklikle kandile üfleyerek, uyuyakaldılar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder