13 Eylül 2013 Cuma

BİR BAHAR AYİNİ (Hermafrodit)





 I
Defnelerin taçlandırdığı başım her döndüğünde, ıhlamurların altında uyumuş kalmış olarak buluyorum kendimi ve esen yellerle uyandığımda, bir erkek tavşanı koklarken buluyorum incecik bızırımı...
Bazen aşağılardan mırıltılarla geçen yolculara bakıyorum, taş atıyorum onlara, ürkütüyorum hayvanlarını ve en önde ak bir tay üzerinde duran önderleri diyor ki; ‘Yukarılarda dağ keçisi olmalı, yoksa nereden sıçrar ki bu taş yağmurları.’ Sonra ağaçlara tırmanıyorum, alıçlar, böğürtlenler topluyorum, bademlerin yosunlu ıslak dallarına uyluklarımı yaslayıp, daldan dala geçerek, bodur ağaçlardan erik koparıyorum. Ormanın uğultusuna kapılıyorum. Yalnızım ve orman cinsleriyle kucak kucağa hep böyle yalnız kalacağım. Su birikintilerinde yusufçuklar boru çiçeklerine her konduğunda, mavi kanatlarını tutup çekiştiriyorum onların, çayırların üzerinde çocuk kalbi gibi titreşiyor böcekçik. Öğle üzeri örenleri dolaşarak, tepelerde yaban arılarının yuvalarına çomak sokuyorum, ardıç dalı renginde, sarılı kırmızılı şeritlerle, ürkütücü, incecik sokaçları dışarıda, uçuşuyor arılar. Yaprakların arasında kovalamaca oynayıp kaçışıyoruz ve peteklerden değneğimle sıyırdığım ballarını yalıyorum onların. Bal ağzımın kıyılarına dökülüp yayıldıkça; kelebekler, minicik böcekler gelip konmak istiyor dudağıma. Sonra aşağılardaki boğaza iniyorum, gün burçlardan süzülüp, yarıklardaki ejderhanın kucağına düşmeden sulardan çıkmıyorum, ağaç kabuğundan sandallarla yüzüp dolaşıyorum. Kabarık, gümrah toprakta dolaşan orman cinsleri, mutluluk ve şaşkınlıkla beni izliyorlar, üzerlerine gidersem geri çekiliyor, karşıya geçersem de hemen toplaşıp, yine merakla bekleşiyorlar. En çokta kuşlar ötüşüyor yıkanıp dökünürken, iskeçeler, sarı gagalar, çatal kuyruklar, çulhalar. Kırmızı kanatlı çayır çekirgesinin bile çıtırtısını duyuyorum çağıltılar arasında.

II
Yapraklara yürüyen su, kutlu bahar tanrıçasının gözyaşlarıdır. Aşağılarda köylüler, tarladaki ürünlerini çapalayıp ter akıtırken, yorgunluk çökünce, komşularıyla yarenlik yapmaya başlıyorlar. Akşam dönerken, binitleri yolun sapağında bir görünüp bir yitiyor. Sesleri, orman cinlerinin, su perilerinin seslerine karışıp, tuhaf aksanlara dönüşerek kulağıma dek geliyor. Tatlı, dertsiz uğultularla söyleşiyorlar eyerlerinin tepesinde. Kimi zamanda hava dönüyor; uzakta, ovalarda birden patlayan bir hareketlilik gözlüyorum. Fırtına, bastıran yağmurla, her şeyi katıp katıştırarak, karman çorman ediyor, eşyayı ve insanları hırçınlaştırıp bozup dağıtırken, kızışkın bir belirsizliğe yol açıyor. Dallar hışımla eğilip doğruluyor, otlar saç saça baş başa kalıp, toprak karışıyor ve buğday dolu düzlüklerde şimşekler çakarak, ova bir o yana, bir bu yana savrulurken, sesler ürkücül bir heyulaya dönüşüp, tümsekleri aşarak, uzakta kararan gölgeler ve burgaçların homurtusuyla, ıssız dağlara doğru yükselip gidiyor. Ve birden ortalık umulmadık biçimde durularak, doruklarda çamların dikenli taçlarının, pırnalların, kedi tırnaklarının arasında güneş açıyor, az sonrada, yine hiç bir şey olmamışçasına, dağın karanlıkları arasından sızan ışıklar, kovuklarda kıpırdaşan uyuşuklarla kol kola, sanki işitilmez sessizlik dolu oynaşlar içindeymiş gibi, yavaş yavaş batıyor.

III
Serin mayıs sabahında çiçekler açmış, parmaklarım çiçeklerin kırmızısına bulaşmış, lagünün sisleri arasında, umarsızca çırpınan kuşlarla, düşte gezer gibi süzülen tazılar görüyorum. Dağ köylerinin kurnaz bakışlı tazıları, ağaçların yere yakın dallarında, uçamayan yavrular, kabarıp kösleşen toprakta kara tavuklar, çamların kovuğunda çılgın renkli tavuslar, düşten güzel kuşlar varmış gibi, bir kral edasıyla salınıp gidiyor. Ve mavi benekli tazının ağzındaki yabanıl kumru, kanatlarını çırpa çırpa, sağa sola çarpa çarpa tükenerek, bu yaşam sarhoşu, kıvıl kıvıl canlıların dünyasına veda ediyor.
Şafağın bitişini muştuluyor keskin uluyuşlu yırtıcılar. Ve ürpertici sabah yelinin şımarttığı çayırlarda, yaprak gözlü karacalar suya inmekte ve alaca tüylü uzun kuyrukların tuhaf çığlıkları var sabahın sesinde. Kırlarda Venüs
çiçeklerini koklayarak dolaşıyorum, koruların baygın kokusu burnumda tüterken, ulu bir ağacın dalları altında, birden gürültüyle bir sanduka düşüyor tepeden. Gümüş kapaklı minicik bir kutu, içinde gönüllerin saklandığı, altın
simlerle döşeli, kadife tenli dörtgen piramit. İçini açıyorum, küçük mü küçük haberci Merkür, -Hermes kılığında!- sadağında oku, elinde yayıyla, anileyin sıçrayıp karşıma geçiyor ve karanlık bastığında, her zamanki gibi, Atena’nın sevişme vaktinin geldiğini söylüyor bana.

IV
Ormanın içlerine doğru uçarcasına koşuyorum, pembecil bulutlarla örülü, mavi yıldızlarla süslü kulübeden içeri giriyorum. Atena kuş tüylerinin havalarda uçuştuğu, diri bedenlerin üzerine, iri basenlerin ötesine berisine üşüştüğü, yumuşak, rengarenk yatağında beni bekliyor. Sarılıyorum ona, nilüferli göllerden süzülen çiğ dolu damlalarla, siyah zülüflerinden sümbüller sarkan, yasemin kokulu saçlarına elimi atıyorum. Teninin buğdaysı kokusunda, rüzgarda yapraklar gibi, dilimi gezdirerek, avlaklarına, ağaçlık derelerine, ırmaklarının dar boğazına, çayır tüylü, çiğdemlerle süslü kıstaklarına doğru hoyratça iniyor ve doruklardan aşağı, elimi kolumu sallaya sallaya, Atlantis’de sözü edilen Platon’un dev mağarasına giriyorum.
Kulak oyuklarına, boyun uzantısıyla, omuz boşluklarına, yanak gözeleriyle, çene çukurlarına, orman yemişlerinin tüm tatlarını, tüm kokularını, tüm gizlerini fısıldayarak onu kışkırtıyorum. Ansızın dönerek altına alıyor beni, gözlerim kararıp, kulağım uğuldarken, gizlerle dolu uçurumlarında, el değmeyen yükseltilerinde, altın sunumlu renkler içinde, kayarcasına dolaşıyorum. Görülmemiş, us dışı ışık oyunlarıyla süslü, güneş gözlü, mavil sislerin perdelediği, renkli tüylerle bezenmiş, sincapların yaramazlıkla gezindiği ormanlarına dalıyorum. Güzelim hayvanlarla, alabildiğine kıvrak taylarla, ak tüylü akbabalar, vahşi filler ve benekli kaplanlarla oynayıp coşuyorum. Ve çene gülü gibi bir tünelin ağzından; çift ağızlı bir tünelin ağzından, yıldırımlarla girip çıkarak, koşarak, hızlanarak, düşe kalka, çarpa çurpa, bağıra çağıra, ağlaya sızlaya, yalvara yakara güneşe varıyorum. Körelen bilincimin kösnül aydınlığında, haykırışlarla eriyip, alev alev parçalanarak, bir güneş oluyorum!..

V
Sabah olmak üzereyken, aslan kükremeleri ve vahşi böğürmelerin tan atımında harmanimi topluyorum. Düşlerin kulübesinden çıkarak ormana dalıyorum. Soğuk ve mavimsi bir bahar göğünde, ayın soluk ışığının, öylesine erinç ve dinlence vaat eden ormanın içlerinde gezinişiyle, eğrelti otları ve at kuyruklarına basarak, -sırtımı kuzeye verip- bir sedir ağacına yaslanıyorum. Ormandaki kaynaklardan dökülen suların çağıltısında omuzlarım ürperiyor, hayatın ve ölümün amansız baskılarını benliğimde duyumsayıp, ağaçların arasında -kaplan gözü gibi- parıldayan sabah yıldızına bakakalıyorum.
Karşıma çıkan ilk çağlayanın kollarına bırakıyorum kendimi, funda yapraklarıyla kalçalarımı ovuyor, incecik kaburgalarımı ve göğüs kafesimin minicik incirlerini hafif hafif kırbaçlayarak, diri bedenimin özlemle yüklü kalmasını sağlıyorum. Sonra geyiklerin dilini vurduğu derelerden kabımı dolduruyor, gergedan kuşlarının sevişmesine tanık oluyor ve Attika baharlarının temiz havasını içime çekip, batıya doğru yürüyerek, uzakta Perillos’un heykelleriyle süslü, sığır kuyruğu biçeminde yayılmış, altınsı bir göz gibi yalımlanan, boğalarıyla ünlü Phalaris kentinin (güneşli) görüntüsüyle baş başa kalıyorum.

VI
Sarı taç yapraklı, çiçeklerle dolu bir ırmağın kıyısında, söğüt ağaçlarına asılı kalmış yarasalara bakıyorum. Yarasalardan biri; ‘Kendimize ilişkin, kendi hayaletimizden, katıksız süresi türdeş uzama yansımış, renksiz bir gölgeden başka hiçbir şey algılamaksızın mı yaşarız’ diye garip bir şey söylüyor. Şimdi yaşıyoruz hepimiz gibi. Şimdi geleceğin en beri noktası, bir başlangıç, geçmişinde en öte noktası bir sondur. Ölümsüz ve ‘Asıl dokunulamaz olan şimdidir.’ Geçmiş ölü, gelecek doğmamıştır. Ölünce, -un ufak olup- bitimsiz bir geçmiş ve sonsuz bir gelecek olur, zamanı sileriz diyor. Orman içlerinden çokça uzaklaşmam, bu garip düşü görmeme yol açarken, kaçarcasına ormana dönüyorum. Yeraltından yükselen bir patırtıyla kendime geliyorum, yıldız biçeminde büyük bir kütle çıkıyor önüme ve bir zambak gibi açılarak, içinden tuhaf mı tuhaf yaratıklar çıkıyor: Kerberoslar, pegasuslar, kentauroslar, gorgonlar, feniksler, meduzalar ve daha niceleri beni aralarına alıp el çırparak oynatmaya çalışıyorlar. Kötücül olmadıklarını düşünerek; birlikte oyuna çağırıyorum onları, dolunay çıkıncaya dek dans ediyorum onlarla, sonra bir çemberin çevresindeymişçesine toplanıp oturarak aya bakıyoruz. Sanki bizi izleyen birileri var orada, sanki birbirimizle bakışıyoruz. Ve yaktığımız ateşin sisi ayın önünden dalgalanarak geçiyor. Oradakilerin ateşi, gizemli bir yalaza dönüşüp, gözlerimizin içinden bir hayal gibi akıp gidiyor.

VII
...Sabah çift gövdeli bir palamudun çatalında uyurken buluyorum kendimi, tüm gördüklerimin düş olduğuna karar verdim, ne denli acıktığımı düşünerek, mantar aramaya başladım, içinden garip sesler gelen tatlı su midyelerinden topladım, sonra onları gene ırmağa bırakıp, akşamdan kalan küllerin içinde bulduğum korları üfleyip püfleyerek yeniden tutuşturdum. Ormanın tinine dualar okuduktan sonra, sırım gibi dallardan edindiğim çubuklara mantarları dizerek, taşların arasında közledim ve kendime hedonist ruhların bile kıskançlıkla gözleyeceği bir ziyafet çektim. İlerde, dalların arasında peşinde bir geyikle dolaşan Artemis’in gölgesi ateşe düşünce, hemen gizlenerek, onun gizemli gülüşü ve hayvanları büyüleyişine tanık olmak için, soluğumu tutarak bekledim. Geyik, Artemis hızlanınca hızlanıyor, yavaşlayınca da durup sanki onun adım atmasını bekliyordu. Ormanın tüm hayvanları onu görünce ya soyluca bir duruşa geçiyor, yada alabildiğine güzel bir ötüş yada meleyişle serzenişte bulunuyor, musalar gibi şarkılar söylüyordu. Yakınlardan geçip gittiğinde, onun bu şarkılar alayına benim içimden de katılmak geldiyse de, kendimi güçlükle dizginledim. Taşların arasında iki yeşil yılan bile, uykularını bırakıp otların içinden, onun ardı sıra süzülüp gidiyorlardı...
Sonsuzca yaşam biçimi olsa da, ormanda yaşıyor olmaktan çılgınca bir sevinç duyuyorum. Göğsüm mutlanla dolu, başımı yukarılara kaldırıyor, coşkulu bir koroyla uçup, Artemis’e eşlik eden apak kuş sürülerine doğru dalıp gidiyorum.
...
Defnelerin taçlandırdığı başım her döndüğünde, ıhlamurların altında uyumuş kalmış olarak buluyorum kendimi ve esen yellerle uyandığımda, bir erkek tavşanı koklarken buluyorum incecik bızırımı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder