13 Eylül 2013 Cuma

BİR GÜZ ÖYKÜSÜ



Değirmene gitmek için; tan atımında yola çıkmak gerekir!..
Alacakaranlıkta köylü, çuvalları, ak benekli eşeğine yüklediğinde, haneyin dip köşesinde yığılı buğdaylar, küflü, ıslak kokularını, ürperen esintide, önce ağaçlara; yaprak aralarına, oradan da ovalara, dağlara, uzakta dağ diplerindeki köylere taşıyorlardı.

Köylü, dolaşık, bayırlı yola düzüldüklerinde, şöyle bir geriye dönüp baktı; kümesi andıran evlerin hiç birinde, tek bir ışık, tek bir pırıltı yoktu. Bir kuşun, çınlayarak başının üzerinden geçişiyle, ileride bir ışığın göz kırpması bir oldu. El büyüklüğündeki delikten, bir ışık çıngıdı bir an, iki, üç ve bir daha görünmedi. Köylü ne demek oluyor bu diye hiç sormadı.

Köyden iyice uzaklaştıklarında, Meandros ırmağına yaklaşıyor ve yolları üzerindeki derenin ötelerinde, keçi yolundan aşağı; düze iniyorlardı. O güne dek hiç düşünmemişti, ağaran yeryüzünde eşek, bayırdaki yoldan, nasıl da dengeli, nasıl da minicil bir özgüven içinde iniyordu.

İç güdüsel bir sesle mırıldandığını duydu, katık torbasını ilk kez unutmuştu bu sabah serinliğinde, eşeğin yamaçtan inerken gösterdiği özen, yaşama sevincinin usuna düşmesine ve katık torbasını unuttuğunu anımsamasına yol açmıştı. Şimdi dereye dek inmişlerdi ama; akan suyun kıyısından, incecik yola süzüldüklerinde, güneş hâlâ doğmamıştı.

Tan aydınlığının ürpertici sessizliğinde, titreşen servi yapraklarına bakıyordu köylü, bayırın yukarısında, en uçta, akçıl bir tavşanın, gizençle hoplayıp zıpladığını gördü, düş mü görüyordu ne; tan alacasında, -yamacın tepesinde- yapayalnız neden oynasındı ki bir tavşan!..

Bastıran uykunun tatlı esiniyle bir kez daha baktı, evet ikiydiler!
Bir satirle el ele danslar ediyordu tavşan. Dikkatle bakınca, minicik boynuzları olan, mask gibi bir yüze sahip olduğunu gördü satirin; tavşansa iki ayağı üzerinde, öylesine eskilerde kalmış insanlığına bir özlem duyar gibi dans ediyor ve sanki onları uzaktan süzen tanrısını da ürkütüyordu...

Filizlenen gün ışığında, -çiseleyen yağmurun- kar topu gibi kabarttığı mantarları toplayarak yürüyordu köylü, giderek açılan gökyüzünde, serin ağaçların altından, akıp giden dereye, kız böceklerine, kın kanatlılarla, kelebeklere, başları kıpırtısız, öylece duran kurbağalara bakarak uzaklaşıyordu.

Yarı uykulu, ne denli yol aldığını bilmeden, gözleri ak halkalı eşeğinin ardında yürüdü durdu, sonra bir an; içinde sinik bir ürküntünün büyüdüğünü duyumsayıp, kalabalık ağaçların arasından izleniyormuş gibi bir duyguya kapıldı ve görküyle gözlerini yukarıya, ağaçlara çevirdi!..

Zeus izliyordu onu; gök tanrısı! Bulutlardan gür sakalı, yıldırım gözleri, Jüpiter başıyla, örgün, kuyruksu saçları kuzgun tüyü gibi yerlere serpilmiş ve sanki tanrı yanı başına gelmiş ve sanki göz gözeydiler!..

...

Köylü bir an, göğün tümüyle yittiği -hiç görünmediği- sarı salkım iğde kokularıyla dolu bir yola girdi!.. Taç yaprakların, alaca yumruların, -düşsü çakımlarla parlayıp- buruk kokular yaydığı, gün eriminde, kuşların kısa kısa uçuşup ötüştüğü, zarif bir koruluktu burası.

Tanrı peşini bırakmış, yukarıda göğü kızıla boyayıp, ayaza karşın altınsı oklarını saçmıştı artık!.. Esintilerle dolu, dikenli yolun; daha önceleri bu denli uzun sürmediğini anlayan köylü, birden ürperdi ve az sonra, dallardaki kertiklerden sızan ışığın, bu bulantıyı canlandırarak dağıttığı, yarı karanlık yolda, yıllar ve yıllar önce düşlerinde gördüğü, prizmaya benzer, üçgensi bir tünele girdi!..

Mağaramsı tünel; -gitgide hızlandıkça- kararıyor, geride bıraktığı yol, ışık demetlerinin patlayarak aydınlattığı, erinç veren geniş boşluklara dönüştüğü halde, bir türlü geriye dönüp, kurtulamıyordu!..

Uyku sersemiyle ayılır gibi oldu, bir parça gözlerini ovuşturdu.
Son bir cesaretle geriye dönüp baktığında, güneşten parlak, ışık saçan bir cismin, görkünç, dev bir kapağa dönüşüp, tünelin ağzına geçtiğini gördü.
Ne oluyor demeye kalmadan, hızla kendilerine yaklaşan, ipliksi bir diskle, karanlığın içlerine doğru akmaya başladıklarını sezince; Eşeğin gözleriyle, alevsi, kızıl bir çıngı olup -tuhaf uçumda- hızla yanından geçip gittiğini fark etti!..

Eşek ve kendisinin bir düş olduğunu anladı.

Ve her ikisi de, gitgide sıvışan bir oluğun içinde, sölpüleşip sığışarak, algı kapılarından; 'Gerçeğin Yurduna Doğru' yitip gittiler...

(Ta ki, soluk bir lambanın ışığında, biri onları düşleyinceye dek!..)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder