13 Eylül 2013 Cuma

KISSA



Öldüğüm günün ertesinde Zincirlikuyu’daki mezarlığa gömülmüştüm!.. Aradan zaman geçti, metropol öylesine kalabalıklaştı, gökdelenler öylesine çoğaldı ki, büyük kentte bizlere yer kalmadı ve bu ölüler evinin; her şeyi bilen siyah gözlüklü, boyunbağlı yetkililerce taşınıp, kaldırılmasına karar verdiler.
Hepimiz üzülüyorduk, aramızda ağlayanlarımız, çığlıklar atarak ikinci kez ölmek istemiyoruz, bizi birbirimizden ayıramazlar diye bağıranlarımız vardı. Sanki mezarlık titriyor, görünmez bedenler, yüzler, eller nerdeyse dış dünyaya fırlıyordu!..
Sıra bana geldiğinde, devasa kepçe ötekiler gibi ayırarak, önce bir yarımı sonra diğer yarımı azgın görünüşlü bir araca yükledi. Umarsızlığın verdiği ağırbaşlılıkla yazgımı kabullenerek, yeni ölümümle tanışmak üzere yola çıktım. Aracın güçlü sesler çıkarmasına karşın son derece eski olduğunu anımsıyorum. Kimi zaman düz, kimi zaman kıvrımlı yollardan sarsıntıyla giderken, yanımdaki komşularım esnekleşen, aralık bölümlerden aşağıya düşüyor, giderek yok oluyor ve elveda bile demeden istemlerimiz dışında ayrılıyorduk.

Yazık ki korktuğum başıma geldi!
Arnavut kaldırımıyla döşeli daracık bir yoldan giderken, belki de artık bir avuç diyebileceğim bedenim; ötekiler gibi paramparça, atıkların bırakıldığı bir bidona üç adım kala savrularak, sokağın ortasına yığıldı kaldı, kalanlara el bile sallayamadım!..
Az zaman sonra yaşlı bir kadın elinde torbalarla geçerken dikkatle bana baktı ve geri döndüğünde; yol ortasındaki tuhaflığıma aldırmaksızın, özene bezene beni torbasına doldurdu.
Evi bir bodrum katıydı ve kadın minicik bahçesinde fidanlar büyütüyordu. Gelir gelmez fidanların arasına, yok olmaya yüz tutmuş bedenimi saçalayarak, biraz da su serpti ve sandalyesine oturup uzun süre dinlendi. Sonrada çekip gitti.

Durumu anlamıştım ve yaşadığımız evrende benim için çıkabilecek en büyük fırsatlardan birine kavuştuğumu da sezinlemiştim. Genlerimin, moleküllerimin, minerallerimin ışığını küçük bahçedeki fidanlara yürüterek sonsuzluğumu sürdürüyordum.
Aylar sonra yaşlı kadın, fidanları sabırla büyütmesinin karşılığını alıp, tozanlarımı tek tek topladığında, sofrada enfes bir yemek biçiminde duruyor ve annesini delice öpen rüküş giyimli çılgın kızının midesine; eğlenceli bir ruhun, şakalarla dolu gürültü patırtısı içinde süzülerek, iniyorduk...

Melankolik ruhlu kızının daracık bir dünyası vardı, bütün gece tv izliyor, annesine de yine evlerine benzer bodrum katındaki işinden, iletişimsizlikten, anlayışsızlıktan, tacizlerden söz ederek yakınıp duruyordu...
Sabah olduğunda kızcağız arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda buluşmaktan söz etti ve öğleye doğru, yaşamdaki biricik varlığı annesine sarılarak vedalaştı. Saat 14’de, buluşma yeri olan Tünel’e yakın bir kafeye doğru, bazen vitrinleri izleyerek, bazen utanılacak en acı gizleri paylaşıyormuşçasına, mavi çantasına sarılarak yürümeye başladı.

Ama ilkyazın bu puslu günlerinde onu bir aksilik bekliyordu, yolu tam yarılamışken, yıldırım düşercesine yağan bir sağanakla karşılaşınca, mimarisiyle dikkat çeken bir binanın kapısından zorlukla kendini içeriye attı. On dört yıldır dolanır dururdu ama ilk kez bu yapıdan içeriye giriyordu, sonsuz kafeler, sonsuz eğlence yerlerinin olduğu buralarda olağan sayılmalıydı bu.
Bilisizce gösterişli, resimlerle dolu bir sergi salonuna sığındığını anladığında, ne giyim kuşamının, ne yaşam anlayışının bu atmosferle uyuşmayacağını düşünerek, sıkıntılı, dolaşmaya başladı!..
Ne var ki, daha yolun başında bir çarpınca uğradı. Ne denli düşle dolu resimlerdi bunlar, korkunç bir özlemle aradığı çocukluğunun yüzdüğü tuvaller, renk çılgınlığı içindeki ormanlar, köyler, haykırarak takıp takıştırmak istediği, kolyesinde, küpesinde görmek istediği, bir tavusu bile kıskandıracak armoniler, ruh ikizini aradığı, aşık olduğu gençler, uzun gölgelerle dolu, ayak basılmadık yerler, kuş ötüşlerinin gizlendiği korular, karabasanlara dönüşen anılar...

Bir hayranlık ve şaşkınlıkla uzun süre resimleri inceledi, delice bir merak içinde ressamını düşledi. İlk kez karşılaştığı sanat denilen şeyin, insan ruhunun yansısı olduğunu anlayıp, yürekte açan taze gül yarası gibi, yine ilk kez böylesine kucaklaştıktan sonra, ötelenmiş dünyaların, gerçekte kendi sıcaklığının özlemiyle yanıp tutuşan sunumlar olduğunu sezinledi ve birdenbire dışarıda sürüp giden yağmurun sesi kulağına çalındı!..
O seslerde, gelmiş geçmiş sevgilerin, kavgaların, hayallerin, acıların, sevinçlerin büyük bir özlemle, yeniden yeryüzüne gelmek ve o olağanüstü tansığı hiç olmazsa bir kez daha yaşamak isteyen insanların, tüm canlıların ayak sesleri, artık anlaşılması olanaksız, pişmanlık dolu yakarıları,  tıpırtıları vardı!
Bu serzenişle; hiç olmazsa bizim, yaşamın güzelliklerini, tansık dolu albenisini değerince yaşayabilmemiz için, yıldırımlar, şimşeklerle uyarmak istiyor, olmayınca da zapt edilmez gözyaşlarıyla hepimize ağıt yakıyorlardı. Olanaksız bir özlemin acı veren ninnisi, düş kırıklıklarıyla dolu yankıları ve kederli yalvarıları vardı o yağmurun sesinde...

Hiçbir üzünce kapılmadan resimleri bir kez daha dolaştı, birbirinin benzeri günler ve ağlarından ayrılmayan örümcekler gibi yaşamaktan, bir an olsun uzaklaştığını düşünüyordu.
Çocukluğu, ilk aşklar, düşlerle dolu anılar, gölgeler, anneler, sevinç ve acılarla dolu bu yaşamın aslında ne çok giz barındırabileceğinin şaşkınlığıyla dışarı çıktı...

Akıp giden kalabalık; bilisizce ölümüne koşan ve menderesler çizerek; ileride, metrodaki uçuruma boşalan, kara bir ırmak gibiydi.
Garip bir ürpertiyle yolunu değiştirmeyi düşündü!

Ne ki gerçekte, esin dolu düşüncelerinin; akşam annesini öpücüklere boğduğu güzel yemekte bulunan ve az öncede  resimlerini izlediği, yıllar önce ölmüş bir ressamın ruhundan kaynaklanmış olabileceğini, hiçbir zaman bilemezdi!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder