13 Eylül 2013 Cuma

MİTUS


"Bir ozan gördüm güle siz diyen                                                                  
Ve bir sözcük otluyordu çayırlıkta
Ay ışığı sönüyor şafak sökerken
Ne mutlu onlara ki aşıktılar ışığa"


 Milattan önce yedinci yüzyılın sonlarında, Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu kayaların ve ormanların içinde, dev bir sedir ağacının gölgesinde geçti çocukluğum...

Boğanın Dağları yay gibi bir kavisle uzanır, güzel atlar ülkesi Kappadokia atlarına biner, o yamaç senin, bu yamaç benim, umursuz ve çırılçıplak, keçi yollarında, dikenli dağ yamaçlarında dolanırdık.

Koyakların koynunda uyur, Finikeliler, Likya ve İyonyalılar ve her zaman gülünç işlerden başını kaldıramayan Friglerle, adı sanı belirsiz Alai, Smyrna, Kydrara kim varsa herkeslerle, hep birlikte yaşar giderdik. Günün bir yarısında inci damlaları düşer, diğer yarısında güneşler açar ve çılgın sevinçler eşliğinde bağrıştığımızda, kurtlar kuşlar bize eşlik eder, çengilerle yankılaşıp öterlerdi.

Yosunlu, yeşil yamaçlarla süslü tepelerde, sütunlarında altın renkli ışıkların, gizil dehlizlerden, incecik ışıltılarla ovaya uzandığı ve yolcuların iremlere kavuştuğunu sanıp, günahlarının bağışlandığı, tabanlığında aynaların parıldadığı, bal renginde çakımlarla görklü, eteklerine gölgelerin yaslandığı, som mermerden tapınaklar boy gösterirdi.

Ve yaşamımız, sevişmelerle dolu, ete, eteğe düşkün, çılgın deveranlarla örgün, kösnüllükler içinde geçerdi. Buralarda o zaman tanrıça Selene'ye öykünen bir Selene daha yaşadı ama lahitinin taşları belkide Port-Said limanının girişini süslüyordur artık.

Tabutundan lavanta şişeleri sarkar, mavi sürmeliği yanı başında dururdu. Cesetine dokunduğumuzda bir kar tozanı gibi dökülüvermişti. Yaşarken yosunlardan eli boyanır, çiçeklere parmakları bulanır, kasık vadisi de dallarda oyalanırdı.

Ah bakın sepetleri değiştiren Kythera otların arasında koşmaya başladı, çıkrıkla eğirmek için koyunların yününü kırkıyorduk. Gölgeler okeanosu kapladığında, bir düğün akşamı, flütlerin sevdalı, santurların uyumlu sesleriyle, büyük alaylar halinde Floksera'yı alıp götürdüler. Üç kese zehiri de yanında götürdü çılbız!..

Pabuçları toza bulandı giderken, sandallarının altında menekşeler ezildi, burçaklara basıp, keten çiçeklerinin mavisine gömüldü. Dağdaki kör adamı da götürdüler, su perilerini gördüğü için gözlerinin ışığı sönmüştü, girdikleri su dizlerine dek geliyor diye haykırırdı bazan. Tırnakları ağustos böceği kanatları gibi ince, göğüsleri sümbül çeneği gibi kokuluymuş. Nilüferler koparıyor, ayrık kalçalarında sular halka halka oluyormuş...

Ölülere yakarı amacıyla, kaval çalıp, tütsüler yakmak için sazları kesiyoruz, ağıtlara durulacak. Kızlar öpücükler atıp avuç avuç üfleyecek bizlere, akrep yanığı gibi ahlar vahlar edip yanıp tutuşanlar var şimdiden. Aşağıda keçilere ot veriyor, kuyulardan su çekiyor Omera, ak memeleri yavrularla beraber soğurup emiyor, öpüp seviyor, bütün gün diliyle yalayıp yutuyor sanki çilli uçları.

Bahar yağmuru eşikleri ıslatırken, çisentiyle ağırlaşan dallarda havayı baygınlaştırıyor çiçekler. Bal sinekleri vızıltıyla saklanacak yer arıyor. Salyangozlar sürünerek ilerliyor, iri güllerden sıçrayan damlalar, ellerimi, boynumu ıslatıyordu.

Embriyo gibi akışkan isteklerimize eşlik et, ey Kıbrıs kuşu; coşkuyla ötüver, kırmızı zambaklar, sürmeli gözler gibi güller açsın, kaya yosunlarından belime bir kuşak yaptım, su perilerinin uyluklarında dolanıyor ellerim. İnci bilekli, gümrah karacalarla ot döşeklerde geceliyoruz. Kimi zaman tepenin ardından ötekilerin boynuzu görünüyor. Bir gün batımı Sart'a düştü yolumuz, Liduyen kalçalar sardı çevremizi, gül goncası yüzüklerimiz parmaklarını, defne kakmalı kolyelerimiz ak gerdanlarını süsledi kurtulmalık olarak.

Sazlar çamurlar içinde yüzen bir kervan, benekli sığırlarını, oğlak ve koyunlarını dereye indiriyor. Elleri arkasında, hayvanları izliyor kahraman Perseus... Ölümünü anlatıyor; Truva'nın öyküsünü... Yan tarafta, Melisa'nın bir erkeğin karşısında ilk soyunuşunu dillendirip, aşkı öğrendiği geceyi betimliyorlar. Mavi gözlü ay yürüyor. Çiriş otlarının içinde çekirgeler sıçrıyor. Kovuklarda balsinekleriyle, sarıcalar vızıldıyor.

Sakallı keçiler, tekeler kızışmış, köpekler gölgelerde bekleşiyor. Perge'den gelen yün eğiriciler, sessizlikle tuhaf tılsımlı bir düşe yatıyorlar. İşte Persefone, yeraltı tanrıçası, yüzü gülmeyen kısır tanrıça, üç siyah dişi koyun verdik ona... Gölgelerin karanlığında yitip gitti. Ksantippe bile sevincinden sarardı, çünkü çaldığımız flüte bir o dudağını yapıştırıyordu, bir ben. Nasıl da korkuyorduk ölümden, afyon çiçekleri topladık öğle boyunca...

Karanlık bastığında, yeryüzü bizim ve tanrılarındır. Alçak dalların arasında ceylanlar uyur. Geceleri ormanın içinde yalnız ikimizin gittiği gizemli bir yer var; gizemli bir gül fidanlığı. Gece gül kokusu öyle güzel öyle tanrısal ki, bir ay görür sevişeni, birde güller, başka kimsecikler görmez yeryüzünde.

Aşığım yine de, ah ne karanlık gece derse, gözlerinde süzülen samanyolunu göstereceğim ona, taşlar ve yıldızlar candaşımızdır diyeceğim ve gecenin koynunda sessizce, eriyip gideceğim!..

Kardeşlerim benimle alay ettiler. Denizlere arpa ve buğday ekilir mi, çayır yeli esti, kar yuğumlarından çiçekler açıyor sanki, çatal ayakların izi var karda, ortalığı saltık karanlığın satirleri bürümüş, tanrıların yüzü sulara yansıyor, buzlar içinde bedenlerini arıyoruz utançla...

İyonya'da ağaçların, meyve yüklü dallarında sincaplar var. Bir atlet gibi kesilmiş saçlarıyla Zefirus ve ben kutsal şaraptan içiyoruz. Çinko mavisi saçlarıyla gece, tanrılar doğuruyor. Doğu sularından güneş çakmakta. Sular üzerinde binlerce ışıktan dudak titreşiyor. Varsıl adalı Sakinas'ın gemisi meşalelerle geceyi aydınlatıyor.

Endymion'la sarmaş dolaşız gece boyunca, ışıltıda, ak kolunu yavaşça kaldırdı ve sanki birden parmakları aya değdi. Aşıklarımdan Sicilyalı kadın yemeğimi pişiriyor, Finikeli dul, gelincik tatlısı yaparak gönlümü alıyor, Trakyalı fahişe, gece pınarları gibi gürleyen manolyamı okşayıp özlemlerimi dindiriyor.

Rahibeler gününde, midye kabuğu kupa arabamla, bulvardan geçerim, alaylar beni selamlar, utkulu servilerin süslediği yoldan, tapınağa gelip binlerce gül yaprağının yumuşattığı sedirime çırılçıplak uzanırım. Halk beni izler...

Altın pabuçlarım parlıyorken, günnük yakıyor, saçlarımdan aşağı gül yaprağı serpiyorlardı. Küçüklerin omuzları kanatlı, gençler teke boynuzlu, halk uğultuluydu. Buhurdanlardan yükselen lavanta kokularıyla yüklü esrik dumanlar hareler oluşturuyor, çırılçıplak tenimin küçük adasında; yeşim kapısında, kanatçıklar kıpırdaşıyordu. Kadife entarili iki kız çalgıyla eşlik ediyor, ditramboslar, Sakız bükolikleri söylüyordu. Küçük bir güvercin gibi nazlı uçuşlarla dans ediyordu Nitole...

Öldü ve şimdi küçücük bir gölge...

Yattığı mermer kederli kokulara bürünmüş, amfiteatrda yaslar tutulmuş ve doğa öyle çok üzülmüştü ki... Irmaklar, kayaların üzerinden aşmaya başlamıştı köpürerek, kin ve kızgınlıkla koşturuyorlardı ayrılmamak için!.. Ah yüreciğini çırpa çırpa uçtu gitti, ölüm bu; bir düşünce aldı beni, ne üzülmüş, ne sevinmiştim; ne yapayım, gece yarıları tek başıma çiçek tarhları arasında gezinmiştim.

Yaşam güneşin alevi adına sevinçle haykırırken, ölüm de, Hades'in güneşi adına bizi çağırıyor sanırım!.. ve ben Mellerope, ta İllirya'dan Bythinya'ya yaşam güneşi uğruna gönüller doyurmuş, yeşil gözleriyle ünlü kutsal fahişe, işte o günleri böyle geçirmiştim...
...
Milattan önce yedinci yüzyılın sonlarında, Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu kayaların ve ormanların içinde, dev bir sedir ağacının gölgesinde geçti çocukluğum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder