13 Eylül 2013 Cuma

OKEANOS



‘Ülkem diye bağırdım düşleyen okyanusa, / geldi lagoslar kanat çırparak / Lamia’mıydı o, bir çayır denizinden, / süzülüveren işte, aslan ağızlı yolda / Kaosun gezegeninde işler yolunda, / defne kokularıyla taçlı, ikizler sokağı. / Eridanius’un ırmağı bastı geceyi, / ölümsüzlüğü gördü Orion, / indi güneşten bir paraşüt; karaca. / Magnesia’daydık sonraları, / dolunay parlıyordu partiküller arasından; / gizençli hiçbir şey kalmadı artık. / Uykulu mırıltılar geliyor korudan…’

Melek balığı okeanosun içinde yüzüyor... Gezegenin suları içinde, planetin gölcüklerinde. Kaplan tüyü gibi dalgalanıyor okeanos. Mavi göklerin renginde bir Poseidon suyu, perilerin yurtluğu. Binbir gecenin Arabistan’ı, işte mercanların, atollerin içindeyim, irem dolu renkler biçimindeyim, salınarak dans eden gönül hırsızı ahtapotlarla. Ve işte ah, dünya ne güzel!.. Bir flandra balığı geçiyor yanımdan, yüzgeci uzun, ipliksi, nasıl da yüzüyor kelebek gibi, ne ilginç güzelliği var. İşte fiyortlara dalıyorum, rengârenk süngerlerin, ışıklı, mavi yosunların içinde dolanıyorum. Arada denizin göklerine çıkıyorum, yurtluğumuzun yücesine; tavanına vuruyorum. Buraya çıkabilen elçi balıklardanım ben. Sonra aşağılara inip, gökte olanları anlatacağım onlara, bir ay var diyeceğim tepede, belki onunda denizleri, belki onunda balıkları var diyeceğim. Sonra güneş tanrıdan söz edeceğim, yaşamı bağışlayan taçlı Helios’tan ve bulutlardan, onun göğül yağmurlarıyla okeanosun oluştuğundan, bulutların annemiz olduğundan... O da ne, yüzeyde, kayalıkların bittiği yerde, bana doğru geliyor biri, her yanı tüylerle kaplı, tuhaf bir posta bürünmüş vahşi, budaklı bir ağaç dalını suya vurup duruyor, güçlü kolları inip çıkıyor. Elinde bir üzgün balığı, kayaların arasına doğru gidiyor sonra. Yurtluğun dışında, demek ki gizil, korkunç düşmanlarımız var. Aşağıda bu canavardan onlara da söz edeceğim.
Denizin çalkantıları arasında, mavi suların içindeyim...
Güneş doğuyor, zaman geçiyor, bir mavilik içinde yüzüyor melek balığı... İskorpitlerin, tilapiaların, kiklaların, lapinlerin arasında. Beyaz gelinlikten yüzgeçler, salına salına gidiyor, gılyanuslar, remoralar, gularyalar, horozbinalar. Şimdi bir vatoz yaklaşıyor, ürkünç güzelliğin dehası, gök balığı kuşların okeanostaki akrabası, görkemli bir dengeyle, frak giymiş bir soylu, süzülerek geçiyor, melek balığı gülüyor. Okeanosun üzerinde bir sandal görüyor melek balığı. Cıvıltılar arasında, peri güzelliğinde, fiyonklar, kurdeleler eşliğinde bir Havva, sarıbaşları okşuyor, boncukburunlara onu gösteriyor, onun güzelliğini, tatlılığını... Çocuklar ellerini uzatıp dokunmak istiyorlar ona, ama o suların üzerinde gezinen, büyük, tuhaf biçimlerden korkmayı öğrenmiş ve diplere dalarak uzaklaşıp gidiyor. İşte bir cerrah balığı geliyor, yanında cennet balığı, arkalarında benekli pisi. Ve denizler tanrısı balina. Çok uzaklardan kornasını çalarak, suları yara yara, kuyruğunu vura vura, küçücük gözlerinin dev cüssesine verdiği görkül edayla süzülüp gidiyor.

Okeanos duruldu...

Ortalık tam teleskop balığına göre; sevişen balıkları gözlüyor o, denizin tüm gizlerini aralıyor keskin gözleriyle! Çiftleşen utangaç yengeçleri, küskün barakudaları, minicik larvaları ve deniz dibini karman çorman edip eşeleyen, birbirini yiyip yutarcasına sevişen ahtapotları gözlüyor. Teleskop balığının yanından melankoli timsali bir üzgün balığı geçip gidiyor, çünkü bütün balıkların bir sevdiği var, ama onun yok. Küskünlüğü ve üzgünlüğü bundan... Nuh, gemisine bütün balıklardan bir çift alacakmış, üzgün balığının eşi yok diye almamış ve oda tufanın tam ortasında kalakalmış. İşte bir folya balığı geliyor. Ben ki melek balığı ve bir fener balığı geçiyor yanımdan, ışıklarla yıkayıp denizi! Yine yukarıya çıkıyorum, güneşli, güzel bir hava, suların üzerinde oynuyorum, kıyıya yaklaşıyorum, kumsalda gezip dolaşıyorum. Ama ah! koskoca bir at balığı nasıl da çırpınıyor, daha önce gördüğüm kara adamlar çoğalmış, nasıl da çekiyorlar balığı, gözlerimin önünde paramparça ediyorlar ve bitiyor çırpınması. Yüzey çok tehlikeli, bunun öğretilmesi gerek, aşağıda herkese anlatıyorum, eski güzel günler bitiyor.

II
Bir levrek geçiyor yanımdan, kendi dünyasında ne mutlu bir balık. Kırmızı tüylü uzun kuyruklar, sığır başı biçeminde uçuklar, ölüs gözlü, boynuzlu, tepecikli, çıkıklı, sarı çiyli, benekli, binbir renkli, yapraksı, akcıl, karacıl, mor gerdanlı, saydam, tüysü kayarcaların arasında doyasıya geziyorum. Eriha surlarından eskil bakışlı, arboletsi balıklar, gastropodlar, çavdar mahmuzu gibi keskin, zehirli çiçek gibi küskün, ürkücül canlılar, gül ve kılıcın tarihe karıştığı bu uzak zamanlarda nasıl da yaşıyorlar. ‘Carpe diem’ -günü yaşayın- diyorum onlara. İşte türlü inak ve inançlar; insan küçüğü güneşler, sini gibi dünyalar, dölevsiz dağlar, kız sünnetleri, Hint elinde kadın ateşleri. Melek balığı olarak ne yapabilirim!.. Güneşin ağırlığını ölçerim, gündüzün gücünü tartarım, kumdan koni yaparım. Kilden şato, su kabarcığından perde, ipekten beşik, sedeften ağ, mumdan saray ama, Vaterleo’yu önleyemem, Pearl Harbour’u kurtaramam, Hitlersi paranoyaya karşı duramam. İşte kadırga gövdesinde bir salyangoz, kalyon küpeştesinde deniz minaresi, hangi kötülükten haberleri var ki... Başak burcuyla dolu ovalar var, şemsiyeyle risinlenen Markov’larda... Kaffa kuşatmasında, mancınıkla fırlatılan vebalılar, Golgota’da ‘Beni neden bıraktın tanrım’ diyen marangozu ve Amidli kimsecik ozan Öngören’i unutmasam da; Prokaryat ve ökaryotlu karbonifer dönemlerini ben de yaşıyor ve ben de ağlıyorum. Batı şakirt, doğu batıl, kuzey vandal, güney sofu. Ne yapabilirim ki... Ölümün birbirine bitiştirdiği o küçücük ayaklara üzülüyorum. O minik çehrelerin bahtı hiç bir zaman gülmüyor. O buğulu, mercan gözler durmaksızın ağlıyor. Kanat ne canlı şeydir. Ölü bir kuştan daha üzücü ne olabilir ki... Yüzgeçler hüner dolu, haz dolu, hız doludur, ya ölü bir balık...
Gene de en kötüsü, avdan sonra, sularda, ormanlarda, sazlıklarda, hendek ve çukurlarda, başıboş, ağlamaklı ve sonsuza dek karşılıksız kalan çınlayışlardır diye düşünüyorum. Ağaçların eteğinde, ırmakların ötesinde, sığınakların, barınakların içinde, kimselerin duymadığı sonsuz çığlıklar. Ve sonsuz uykular. Denizler, ormanlar, ırmaklar, ovalar... Uyuyan deniz, uyuyan orman, uyuyan ırmak, uyuyan ova... Lagünler, meşeler, mercanlar arasına sıkışmış ölüm tuzakları. Hendeklerin içine, ekin demetlerine gizlenmiş, çelik elli, ateşten oklar, adanın ortasındaki ağaç kümesinde umarsızca yankıyan kuş sürüleri!.. İşte okeanos!.. Firavun Akhenator gibi, elimde defne çileğiyle tebaama şunları söylemeliyim: “İster karada olsun, ister denizde, ister balık olsun, ister kertenkele, ister düşünsün, ister düşünmesin, ister ırmakta dolaşsın, ister doruklarda, ister doğuda doğsun, ister batıda, ister derinlerde yaşasın, ister kumsallarda hepimiz biriz. Çünkü barış, önce barış!..” Bu belki benim en güzel şarkım. Güneşin tutulacağını söylüyorum. Athena’nın flüt eşliğinde güzelleştiğini biliyorum. Ölümümüz bir ses, bedenimizde küçük bir cırcır böceği olacak, başka ne istiyorsunuz diyorum. ‘İnsanlara acı veren dertler, tanrılara da acı verir. Derinlerde ne oluyorsa yükseklerde de o oluyor.’ Islak kum tepeciği üzerinde yürürken amacım, fırtınanın kıyıya fırlattığı deniz kuşlarını ve ayı balığı ölülerini toplamaktı. İçimdeki kertenkeleye en acılı soruyu sormaktı. Daha ne olsun, daha ne olsun, daha ne olsun...

III
Melek balığı okeanosun içinde yüzüyor, ırmaktan yukarıya somonlar tuhaf bir şarkı söylüyor. Çok uzaklardan, bulutların ötesinden, garip bir cisim, kanatlarını aça aça, kuyruğunu saça saça, döne dolaşa okeanosa iniyor ve içinden acayip adamlar, astromanlar, kozmodamlar çıkıyor. Yakalarında dülger balığı profili ve giysileri beyaz dolphinden. Az sonra bu görüntünün Puvatya ya da Navarinleşmeyeceğini kim bilebilir... İçinde tüm dünyanın gizlendiği bir çarşı varmış, insan değil en iyi deve bakarmış. Geçmişten; ölü böcek, gerekçeli hayvan, saf hidrojen, kötülerden kötü bir dost, kart, Dekart, kantar, Kant, Neptün ve altın atlarıyla Poseidon kalmış. Neptün’den bakıldığında güneş yalnızca ışık saçan bir nokta kadarmış... Varlık soruya açılır, soru zamana, zamanda yokluğa diyorum. Semender, çipura ve üzgün balığı? Kolkola girmiş bana doğru geliyorlar, bu denizin, rengârenk, masal bahçesi gibi görüntüsü içinde, bu olağanüstü betim karşısında, dilim tutuluyor. Bir kayış balığı geçiyor yanımdan, sazanlar, mersinler, güneş balığı, kum balığı hepsi geçiyor. Kaya balığı, deniz akrebi, deniz kedisi, berber balığı, orkinos, uskumru, palamut, yelken balığı, kılıç, atlantik, kalkan, ay balığı, zargana, uçan balık, deniz atı, deniz iğnesi, baltık pisisi, kırlangıç, marina, fener, ördek, tirsi, yılan, mığrı, murana, dil, som, piranha, turna, kedi, kızılgöz, inci, mumya, tekir, ringa, çekiç balığı, sarıgöz, kaşıkçı, deniz kedisi, mahmuzlu camgöz, testere, iğneli keler, latimerya, beluga, anaspis, kaşıkçı ve folya balığı; geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor...

Ama:
“Sırılsıklam ıslanmış, ıslak bavullardan kişiler seçiyordum. / Eğri bir düzlükte durduklarını görüyorum, rüzgara yaslanmış, / eğri yağmur altında, belirsiz uçurumun kenarında. / Hayır, ikinci bir yüz değil. Havanın suçu / böyle solgun oluşları. Uyarıyorum onları sesleniyorum / örneğin; / yol eğri bayanlar, uçurumun kenarındasınız. Onlar, / doğal olarak, / soğukça gülüp, cesurca karşı bağırışa geçiyorlar: / Teşekkür ederiz size de / Gerçekten de bir kaç düzine olup olmadıklarını soruyorum / kendi kendime / yoksa tüm insan soyu muydu orada asılı duran, / tıpkı belirsiz bir müzik gemisindeki gibi, hurda / ve yalnız bir tek amaca yönelik, yani batışa? / Bilmiyorum. Gözümü kapatıp dinliyorum. Zor söylemesi, / bu insanların kimler olduğunu, her biri bir bavula, / açık sarı bir uğura, bir dinozora, bir defne çelengine sarılmış / Güldüklerini duyuyor ve onlara anlaşılmaz sözler / sesleniyorum / Kafasında yaş gazeteler olan, tanınmayan kişinin / K. olduğunu sanıyorum, yolcunun işi peksimetcilik; / şu sakallının kim olduğundan haberim yok, boyalı bastonlu / adamın adı Salomon: durmadan hapşıran kadın / Marilyn Monroe olmalı / beyaz elbiseli adamsa, şu elinde siyah yağlı kağıda sarılı / notlar olan, mutlaka Dante’dir. / Bu kişiler umut dolu, ürkütücü bir erk dolu! / Bardaktan boşanan yağmurun altında dinozorların ipinden / çekiyor, bavullarını açıp sonra gene kapatıyorlar, / ve koro halinde şarkı söylüyorlar; “I3 Mayıs dünyanın / sonudur, / artık daha fazla yaşayamayız,, yaşayamayız daha fazla.” / Kimin güldüğünü söylemek güç, bu çamaşırhanede kimin / beni saydığını yada kimin saymadığını ve / uçurumun ne genişlikte ve ne derinlikte olduğunu söylemek. / Yavaşça nasıl battığını görüyorum kişilerin ve onlara / şunları sesleniyorum: / Nasıl yavaş yavaş battığınızı / görüyorum. / Yanıt yok. Uzaktaki müzik / gemilerinde, donuk ve cesur / orkestralar çalıyor. / Çok üzülüyorum, hiç de hoşuma / gitmiyor, / öyle hepsinin ölmesi, ıpıslak, bu çiseleyen havada, yazık, / ağlayabilirim, ağlıyorum: “Ama kimse bilemedi”, diye / ağlıyorum / “hangi yılda olduğunu ne hoş.” / Ya dinozorlar nerede kaldı? Ya bu / ıpıslak bavullar, / binlerce ve binlerce, bomboş ve sahipsiz, / suyun üzerine nereden sürükleniyor? Yüzüyor ve ağlıyorum. / Her şey, diye ağlıyorum, istendiği gibi, her şey yalpalıyor, / her şey denetim altında, her şey yolunda, insanlar eğri / yağan yağmurun / altında boğuluyordur herhalde, yazık, neyse, ağlamak / için, o da iyi, / belirsiz, söylemesi güç, neden, hem ağlıyor hem yüzüyorum.”

Suyun suya damlaması gibi, melek balığı göz yaşlarımı görmüyor, geçip gidiyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder