25 Ekim 2013 Cuma

BEN-İ AHMER'E AĞIT




Cebel'i Tarık'ta batan güneşe...

''Ey yolcu -kör değilsen eğer- burada her gece Samarra Cezvak sarayında, sayısız şamdanlar, avadanlıklar, mürekkep hokkaları ve minyatürler uyur da, kimseler görmez. Yine her gece burada, inceden inceye, gönülden gönüle bir gurbet türküsü okunur da, kimseler duymaz...
Dost, düşmeye gör!.."

Caminin mihrabı öyle güzel ki
Mihrap; Bizanslı tekfurun, Abdurrahman El- Nasr'a gönderilmiş, mozaik ve altınlarla kaplı.
Mavi, yeşil sütunlar, eşsiz desenler ve ağaç oymalar var.
Şu minber yeryüzünde bulunmaz, bu minberin üstüne, yedi yıl çalışmış marangozlar.
Şu gümüş kupalar, şu şamdanlar. Misk, amber ve irem kokularıyla, özel yapılmış kaplar, zencefil, zeytinyağlar...

Burada, Ramazan'ın yirmi yedincisi, Kadir Gecesi, pırıl pırıl avizeler yanar.
Ve sonsuz rayihalar... Ve "Osman'ın kanı bulunan" mushafın dört yaprağı.

Ve eyy Kurtuba semalarının ulu camii...
Sıcak bir yaz günü girmişler Kurtuba'ya
Kilise olmuş o cami, Meryem tasvirleri, İsa heykelleri asılıymış havaya
Zangoçlar öd ağaçlarını yakıyor: Koro, pazar ayini için akort yapıyormuş.
O mabetden eser yok!..
Ne bir şamdan, ne avize, ne bir kandil
Öd ağacı, küf kokusu var, heykeller ve çarmıhtaki İsa'dan akan kıpkızıl kanlar...
Kurtuba bir daha zaptedilir mi? Sevilla'ya bir daha ne zaman gidilir ki?..

Gerçek şu ki, camiyi yıkmak, kiliseye dönüştürmek kadar firâklı değil!..
Ama İbn Rüşd, İbn Meymun heykelleri var
Bir de Medine fü'z Zehrâ sarayı.

Ve Endülüs ve Emeviler...
Ve canını zor kurtaran, bir prens yaptırır burada, Şam saraylarını
Ve 'oradan' getirttiği; hurmaları diktirip, geçip karşısına der ki;
"Rusafe'de gezinirken bir hurma fidanı ilişti gözüme
Hurmalar diyarından gelip, Endülüs toprağında düşmüş gurbete
Dedim ki: Sen de bana benziyorsun gariplikte
Sen de yaşamak için çırpınırsın bu yabancı toprakta
İçimi kemiren endişeleri duyabilseydin
Sen de benim gibi ah edip gözyaşları dökerdin.

"Bahtım ve Abbas oğullarının kini,
Vatandan ayrı bıraktı beni.
Gözyaşlarım, Fırat kenarındaki hurmaları sular!
Ama, ne o ağaçlar sakladı acı hatıramı
Ne de sessizce akıp giden o Fırat nehri..."

Malaga, Sevilla ve Gırnata'da da duyduk aynı acıyı
Don Kişot, 'Ey yolcu Gırnata'ya gidilmez, o sizi kendisine çeker' demiş, bu güneşler kenti için.

Eyy sırtını Sierra Nevada'ya yaslamış, -yeşil dumanlı Gırnata-
Bağları, bahçeleri, ah bâr-ü Gırnata...

Ve yavaş yavaş gelinirdi Elhamra'ya
-Ancak- görülüp yaşanacak olan El-Hamrâ'ya
Ve birbirini yiyip bitiremeyen, Yemen, Şam ve Arap kabileleri
Ve Malazgirt'den ondört yıl sonra Hristiyanların Tuleytule'yi zaptedişi
Ve kadîmi şehir 'İstambul'un alınışıyla
Endülüs'ün yok oluşu, 'hâkir-i mürûr-u zamandı'

Ve Ebu Abdullah es- Sağir ki Gırnata Emiri'dir
Ağlayarak verir şehrin anahtarlarını Ferdinand'la, İzabella'ya
Ağlar...
Bugün dahi "Arabın ağladığı yer" denir oraya
Ve yeşil Gırnata ve El-Hamrâ ve tüm güzellikler geride kalır.
Ağlayan emire der ki anası;
 "Oğul, vatanı için çarpışmayana, kadınlar gibi ağlamak yaraşır... "

Şimdilerde, Lübnanlı Yâkubi, merakla geziyor burayı
Ve kokluyor kimi müselman, küskün sarayı!..

23 Ekim 2013 Çarşamba

MÜZİK TANRININ DÜŞÜNCESİDİR


GÖRSELLER



 

 
VİTRİN

(01.10.2013)
Boğulmuşların En Yakışıklısı diye bir öyküsü varmış Marquez'in, içinden şöyle bir ima geçtiğini söylüyorlar; sahile yakın yüzenler madalyalara boğulurmuş, kıyıdan açıkta yüzenlerde denizde!.. Bilgisayar oyunlarıyla oyların alap çalap, yönelimin değiştirildiği bir 'Otopia' varmış, bir yetkili gizi şöyle açıklamış, Fahrenheit 451, Marduk, Orwell, Asimov, çağ atlamışlar ama bilincinde olmalılar!.. Düstursuz Frenk hayranlığı içinse, Baudelaire, en fahiş şair, Deleuze en büyük deli, gaddarda Guattari derlermiş. Abstrak ritüeller, erkin nağmeler!..
Sanat her zaman yalan söylemez mi, kobay sanatçı çağındayız, denek ol, misyonu yerine getir, sonra sil. Büyük grado! Ama hız ihaneti geride bırakır!.. Gutenberg Sendromu bekliyor dünyamızı, iletişim o denli hızla yayılıyor ki, betikler anılarda kalacak, tabletler sayısız yapıtları indirecek ve artık saman rulolarını değil, göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir Babil Kitaplığı'nı taşıyacaksınız, hem de kendi Don Kişot’unuzu yazarak, hem de ona hükmedip, bin bir biçimde yapı-söküm yaparak!..


Geçen gün ölüme gidenlere oh çekmiş bir dize canisine, kızgın bir Asena ah çekti Eriha Kulesi'nden; Şiirsel deha, ölüme fetva vermekle olur mu, sanat ki ölümsüzlüğü aramaktır çün!.. Yaşam yaşananın ayrılmaz bir parçası değil ki, hepimiz Tuba’nın nazenin birer dalıyız, kim ki o daldan bir filiz kırar veya onun kırılmasına izin verir, kul hakkını bir daha ödeyemez. Bundandır ki ey reşit, iman tabutunun mücevheri camdandır ve kırılırsa bir daha sükut-u ummana eremez ve dahi marangozdan yalvaç olurda, mizantrop kulundan ehl-i beyt olmaz. Mekruh olan ve günaha girene bulaşmayınız, cennet bağının gülü misk gibi kokar, bülbülünün sesi, çağrı şahikasının ninnisi gibidir ama ve lakin ruh bağışlayıcıdır ey kul, yine de o gülden bir umutsuzluk ıtırı yayılsa ve bülbülde bir çerağ-ı çığlık tufanı kopsa ve naçar kılıp da kaplasaydı eğer gönül bahçesini, biz o gönlü almak için nice zamanlar çabalar ve o kulağa bihakkın musikiler yaymak için de, nice gayretler içinde olurduk. Bu reva mıdır!..

Elbette insan kere bin kere, Baba Mukaddem’in deyişiyle, ölü sözlerinden mafevkler yaratan bir candır ve elbette biliriz ki, içimizde en günahsız olan, ilk taşı atacak olandır. Ama harp yarası geçiyor da kalp yarası geçmiyor işte dostum!.. Bir günah çıkartma katedralinin içine girsek, Dillerin Kulesi gibi, format amiplerinin erkin olduğu çağlardayız desek, siy'ak delikler, tüm maddeyi içine çekip, öbür uçtan püskürterek, sürekli yeni evrenler yaratıp, sürekli eskil olanı yok etsek ve görünmeyen yansılara dualar eyleseydik, elimize ne geçerdi diyorum!.. Melekler denli duru, tan atımı denli diri ve gün batımı denli üzünçler verir miydi ruhlarımız ölmüş olana!..
Hiç diyorum gayrı sana hiç!..

Tanrımız kütle çekim, sirenler deniz ineklerimizdi şu ölümlü dünyada, hafniyum gibi kolayca eğilip bükülebiliriz, eğer güneşimiz aşırı sıcak olsaydı, bize mavi görünürdü dostlarım!.. Bir tarihte bir dilenci sadakaları bu iş için eğittiği bir kuşa toplatırmış, bilgenin biri doğum günü için davetiyeleri, bir sonraki gün göndermiş ve zamanda geriye dönüş olsaydı; davetliler gelirdi demiş! Korkup, denize saklanmışlardır belki!  'Ölülerinize yas tutulmasını istiyorsanız ozanlarınızı sevin' diyesiymiş Horatius!..  Öyküye öykünecektim değil mi, anlatayım... Bundan bir süre önce Haramidere’de oturur idim, bir süre sonra Çırağan’a taşındım, sonra Papazın Çayırı’nın yakınlarına taşındıysam da, şu an Atışalanı’nda, Fil Damı’nın arka sokaklarında, Gizli Bahçe Semti’nin aralarında oturuyorum... Yedikule surlarına yakın. Bulamazsanız telefon edin, olmazsa mail atın, msnden, twitten, faceden ulaşın. Burada Manol adında yaşlı bir Rum taverna şarkıları icra ediyor, bazen de rebetiko söylüyor. Geçen gün ikimiz lafa dalmışken, birden şu şiiri okumaz mı;  ‘Denize yakın mağaralarda / bir susuzluk duyarsın / bir aşk / bir coşku. / Deniz kabukları gibi sert / alır avucuna tutabilirsin. / Denize yakın mağaralarda / günlerce gözlerinin içine baktım / ne ben seni tanıdım / ne de sen beni’.
Adam pek coşkulu ama güz ortası aşkı arıyor sanırım!..

Çok yer değiştirdiğim için köksüz ve de mutsuzum ben, hem de gazaba kapılmış çöl Arapları ve bir Hint mihracesinin yanağından süzülen göz yaşları gibi... Ne ki yeni komşular, yeni tanışlar edinmek için yapay bir gülecenlik, göstermelik bir neşe ve sanal bir yücelimle tavırlar edinip, yaşayıp gittiğimde vakidir, ama kimseler bilmez!.. Yalnız yaşıyorum gerçekte, tinim yalnız, tenim yalnız, bedenim yalnız benim, çocuklar hep okulda ya da internet yurdunda, başı bağlı zevcem ise hep işde, beni ne görür, ne de duyar, duyarsız bir iman aşığı işte, ben de sürekli evdeyim, bir Asimov sevdalısı neyse oyum ve hep düşünür ve yinelerim; ‘İnsan en güzel seyahati usuyla yapar’. İri harfli kitaplar karıştırırım konsolun önünde, odamdan hiç çıkmam, çayım semaverle gelir ve eARTh’ım içimdedir. Dışa hiç kapanmadım!

Vitrin dediysem oratoryosu şu; Geçen gün gene büyük yalnızlıklarımın içinde yüzüyordum ki, kanalların birinde, ünlü bir adamın yalısını gösteriyorlardı, programın adını anımsayamıyorum, devasa salonunu gösterirken, antika, göz alıcı bir vitrin çarptı gözüme, bizim iman aşığının vitrinine baktım bende, Tv’nin hemen yanındaydı zaten, çok cılız ve zavallı kalıyordu antika vitrinin yanında... Aristophanes'le çağdaş bir komedyayı karşılaştırmak gibiydi, komplekse kapıldım evet ama, dalıp gitmişim vitrinin karmaşasına... Birden eşyalarında bizler gibi yaşayıp gittiğini, bir yaşamları hatta yaşam biçimleri olduğunu düşünmeye başladım. Tv’deki yalının sahibi yaşamını kaybettiği için, yalıda boşaltılıyormuş meğer, özel habermiş. Bizim gibi toplumlarda ciddiyet birden parodiye, parodide ansızın, onulmaz bir ciddiyete dönüşebiliyor. Vitrindeki kristallere, el işi armağanlara, fincan ve eşyalara bakarken düşünmeye ve giderek de ürkmeye başladım, Poe değilsem de, Simenon ya da Lüpen olma hevesinde misin Hektor dedim kendi kendime!..

Neyse gelecek çağlarda sanat, edebiyat o denli boyut değiştirecekmiş ki, insanlık bir Sümer tableti, bir Çivi Yazısı gibi, geçmişin birikimlerini salt saklayabilir, şiir sözcüklerle yazılmayabilir, öykü kavramsallaşıp-okunmayabilir, roman bütünüyle biçim / biçem değiştirerek anlaşılmazlığa, bir Braveheart ya da burlesk veya pitoresk, lüks ve saltık bir Brüksel lahanası olmaya doğru savrulabilirmiş. Her şey olabilir küçük Sezar her şey olabilir...
Bilgi daha doğrusu düşünce, gerçekte bir kalkışma, bir başkaldırıdır!.. Saraya Viyana, Bağdat'tan daha yakın olabilir, İllirya'da yazınerleri kartellerin uyruğundan çıkarak Microsoft'a katılabilir, tutsaklık ve özgürlük katlanarak artabilir, gelecekte biçimini tanımlayamadığımız Aratür'ler olabilir, İncil'deki Metuşelah,  imajinörsüz Nil Sultanı kisvesine bürünebilir...
İşte bakın vitrindeki eşyalardan, kulpu kuğu boyunlu, kupası çinili, minyatürsü ve rengarenk cinler ve perilerle dolu; etekleri av sahneleriyle süslü, çığlıklı sülünler ve ince belli tazılardan geçilmeyen, püsküllü avcıların at koşturduğu, koşumlu atların hendekten sanki evin içine atlar gibi olduğu, içi sırlı bir fincancık anlattı şu davlumbazları; Ganem bin Eyüp El Mutim El Maslup söylermiş, delice zevkler bahçesi varmış ülkelerin birinde, ayn göz demekmiş, ayna gözebakan, felfel ve daülmekan ne imiş bilmem, evrenin işleyişi adlı özlü  bir söyleşide bile, tüm filozof ve peygamberlerin dünyayı anlamaya çalıştıklarını sezdim ben. Ozanların tüm dizemleri de böyle!.. Zaman yaşamdan daha değerlidir desem, kavrayan olur mu, Farisi şahı Ardeşir mi dediniz, anladım…

Belleğimin olur olmaz yinelemesine; Buridan'ın eşeği paradoksuna göre, eşit uzaklıkta iki saman yığınının ortasında kalan eşek, hangisine gideceğine karar veremediği için açlıktan ölürmüş, diyesim vitrin dediyseniz konuyu anda virtüe edin, konu konumunuzu belirler, kontağı çalıştırın ve bitirin.
İranlı hokkabaz tüccarların, Yemenli simsarların, ateşli susuzluğunu aşkla gideren Hicazlı bezirganların, bedeninin endamını Arap çöllerinin kıvrımlarından alan bir cariyeyi, Bağdatlı aksak ayak bir amaya sattıkları çağlarda, Kıpti bir tecimenle, Habeşli bir tacirin, İbrahimi bir büyücüyle, gece rengindeki cariyeyi; amanın görmezliğinden yararlanıp paylaşamadıkları için, kambur ama tambur çalmasını bilen sağır bir Giritli’ye emanet ettiklerini söylemişler. Adamın adı Saleh Savvap Bukait’miş, neden derseniz, Girit, Grek, Rumi, Helen, İyon, Yunan bütün dünyaya yayılan kült demekmiş. Adam göçmenmiş ama cariye arı gibi ince belli, güneşte yanan zambak gibi ateşli, içli aydınlık yüzü;  ışık gibi parlak, göz alıcı, bedeni; akarsuların köpüğü gibi arzulu ve coşkulu, dünyaya doyurulmuşluğu ise gecelerin dinginliği ve ayın gökteki durgunluğu gibi deruniymiş artık. O çağlarda Bağdat’ta sınırları çöle vuran hurma bahçeleri, kokuları aya varan gül bağları, bir ok gibi göklere yükselen hisarlar, kuleler, sayılması ağızları yakan minareler, kubbeler, saraçhaneler, hanlar, hamamlar, kemerler varmış. Abanoz gözlü hadımağalar, bülbül ötüşlü kızlar kızanlar, insan sesini yansılayan ardıç kuşu ve boyunları ak gerdanlıklı güvercinler varmış. Taç yaprakları bulutlarda gezer yasemenler, papatyalar, göz alabildiğine bağlar, bostanlar ve onların Kevser şarabı, Mecnun ve kelebekler, Baalbeki giysiler, erguvani harmaniler, İskenderani subaşılarla, gözünü budaktan sakınmaz, kamaları hilal kıvrımlı bekçiler varmış... Ey benimle ağlayıp, benimle gülen, ömrünce göğüs kafesimin ardında ve kaburgalarımın içinde,benim için çırpınıp, benim için yüzen kalbim; Efendim ol!.. Gecenin kanatları Semi’na ve Ata’na daim seni koruyacaktır.

Ama her harfiyat alıntıdır diyorum şu dünyada, gerçekten; bir sarhoşun narası, anneciğim demek, senin bakışın, bütün sorular... Ama alıntılar ayrıştığında kuşkular çoğalıyor, ikilemler türüyor durmaksızın, büyük babamın savaş anıları, Ece’nin şiiri, küfür ve sövgünün görkemi, yazılası tüm yapıtlar, bataklığın gizemi, sıradanlığın elemi, karmaşanın şatafatı, yalınlığın yüceliği, sessizliğin derinliği, paradoksların büyüleyiciliği, sürekli yanıtlar doğuruyor, yanıtlar da soruları!.. At hırsızları ve sunaklardaki kurbanlar, kanın onulmaz tadı, zulmün dayanılmaz çekiciliği…
Aşkın biricik umarı gene aşkmış... Geçen yüzyılda Doğu Roma’da hamam böceği yarıştıran Kafkacılar, örücüler bükücüler, ey canlı bir zambak gibi gördüğüm, argo'notlarını canım gibi sevdiğim, bakışlarının nazarı, gülüşlerinin gamzesi yüreğimi delen, Tuğrul kılıcım, gövdesi altın bir dal olan, gelişinin meltemi can alan ve öyle ki sinesine 'Tanrı seni özlemle bekliyordur' dediğim…

Vitrinde kim bilir kimin verdiği bir kâse var, Murabba Sokak'ta yaşayan Safiye Fikret'in düğün sonrası ziyaretinden kalma olabilir, İsa’nın kâsesi mi, Harun'un tası mı ya da Lale devrinden kalma bir haseki kupası mı bilemem, üzerindeki kufi yazılara bakılırsa İsa ile ilgisi yok... İsa illa, Arabi yazıdan uzaklık demek değildir ama kâse şu meseli biliyor;  Midyan ırmağının ötesinde yaşayan bir kral, Dara gibi biri varmış, Çin putuna benzer bir adammış, amber kokusu sürer, Belh ülkesini gezer ve üç başlı köpek beslermiş. Musul’un zift yağıyla, payitahtın sokaklarını aydınlatırmış, sarayında parıldayan avizeler ve gece gündüz tüten meşaleler varmış. İksirler, büyüler korurmuş sarayını, dev ayı postlarıyla, av ganimeti geyikler süslermiş  duvarını.  Deylamit mahpushanesi derler bir kaleye, Asya kaplanlarıyla yan yana atılırmış prangalı suçlular!.. Karanlık günahlarımızın örtüsüdür, sözü onunmuş. Şattülarap kıstağında zamanın öteki şahlarıyla pars peşinde gezip, satranç oynarmış, gecenin kanatlarına biner, iyi kişilerin kızlarıyla, haremde hasbıhal edermiş. Binbir Gece Masalları'nın davetiyle peydah olmuş bir fert, orman marallarıyla, zarif karacaların övgüsüne mazhar olmuş bir civanmertmiş. Sarayın avlusuna topladığı onca sefil, tahtı tahta olmuş nobran, dullar, mekkareler, gönlü yaralı, kalbi incinmiş, kötülük ve ihanete uğramış, felakete gark olmuş cümle divanelerle dillere destan eğlenceler düzenlermiş.
Göğün gözleri gibi parlayan gecede naralarla alaylar gelir, atlılar geçer, tavuslar, sülünler sarayın avlularında çığrışıp, yolsuzlar uğursuzlar oyma kapılardan nevale alıp, sakalardan su içer, satrap mı, nemrut mu bilemediğimiz bu esrarlı zat, her geçen gün ve her devrilen gece içinde vallahi ve billahi çok güzeldi dermiş… Gözleri de Elam'dan gelen kan içici bir despot, kanlı tapınaktan  ilk kez gün ışığına çıkar bir rahip gibi parlarmış, ayaklarını rüzgara teslim eder, kadife serili merdivenlerden geçer, menekşeler, çiğdemler, sümbüllerle kokulu tepelerde uçar, ırmaklarda yüzer, mersin tarlalarına uzanır, burçakların, ketenlerin hasadına dalar ve kendine Zehr Şah, anlamı şu ki Çiçek Şah adını da layık görürmüş. Memlükler, kölelerle eğleşir, yıldız falcılarıyla dolaşıp dalaşır, doğuda savaşmayan hükümdara dar gözüyle, barış dolu yıllara da zul gözüyle bakılır dermiş...

İnsan ölüyor.  Hakan mı, sultan mı olduğunu bilemediğimiz, adını söyleyemediğimiz şeyhin şahımız, gün gelmiş, veda busesini çekmiş ve sultası son soluğunu vererek, kalp vuruşları kemale ermiş. Mesel buymuş, şaşırtmaz, incitmez, dersler vermez, bir meselmiş bu da işte...

Anmayı unuttum vitrinde minicik bir maskta var, veren kişi ağzı laf yapan ekabir bir kişi sanırım, eşinin ölümünde parmağı olduğu ileri sürülen, Platon’un akademisini bitirmiş bir kişi… Mask bir konuya değindi, belki de ölenin ruhu konuşuyordur!..  Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı oyunundaki Godot, god; tanrı ve not; 'değil' olumsuzlamasının  bileşimidir. Oyunun asıl adı Tanrı’yı (Godot) Beklemezken olması gerekir. Olmayan Tanrı’yı Beklerken, Tanrı Olmayan’ı Beklerken demek pek uygun değil sanırım. Tanrı’yı Ummazken demek en uygunu olsa da, çevirenler çevirmiştir demeliyiz artık!.. Maskta  anlatılanlar anlatılmıştır deyip sustu zaten. God-not, Godn’t, demektense Godot demeyi daha gizemli bulmuş olmalı Beckett, zaten hiçliği kutsayan, absürt, sonu ikircikle biten, sıra dışı, ironik ve sıkıcı bir oyun gerçekte… Mask, maskara demek değildir herhalde!..

Kılıç kılıca vurdu, çimenler ışıldadı, sevgilimin kalçaları denizin dalgaları gibi sarsılıp, yükseldi ve sanki göklerde bir çift dolunay parıldadı!..  Gül nektarını içen arı, Musul'un nefti yağı ve Petra'daki kuşlar gibi parladı gözleri... Aysel söz dinler, çünkü dinler uyutucudur, tanrının doğal lütfuyla yaşayan toplumlara, gölgelerin özgürlüğü adına diyorum ki; nüfus nefesten gelir ve soluk alan var mı demektir ama her şey bir yana, yârin gözleri dünya tarihini anlatır gibidir!..
Çalımlı belagata, süslü diyaloglara aldanmayın, saygıdeğer uzuv, kutsanmış vulva filan ne demek ki, düş gücü gerçekleşmiş olanın büyüsü bunlar! Efrengi dermiş Araplar Frenklere, Meydan Lazarus'un incileri, Scapin'in silkinmeleri!.. Topoğrafik spritüalizm ve Barsottelli!.. Bokas diye bir öykücü, Cedran ırkının da atları varmış, Rum kağanı Afridonyas’ın ahı tutarmış ve Bukefalos öküz baş veya iri başlı demekmiş.
Sint ülkesi diyecektim ama aniden, vitrindeki kartpostalda, Füssli’nin o meşhur, ecinnili resmi gözüme çarptı, Cenevre'de mi, Zürih'de mi yaşar bir hısım-hasım göndermiştir belki ya da Orşelim Kızları'nın Suzanna'sı ekin başkalaşımı (kültür metamorfozu!) adına kurnazlıkla gönderilmesini istemiş olabilir, belki de Anwers’ten İbrahimi olan Jale'sine göndermiş, aşkı bitince de meraklı camekâncınıza verilmiştir, kim bilir. Zaman sadece bazı şeyleri unutmaya yarar...  Füssli'nin resmi şu kaotik anıştırmaları sunmuştu bize, hem de Elem Denizleri'ne  sürükleyerek…

Yaşamın düşünülemeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, düşünemeyeceğimiz bir biçimde, cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, o zaman bizim varsayımımıza göre amacı bir kez daha yaşamı yok ederek nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde, varsayımımızdaki kendi kendini yıkmayı da bulursak, o zaman bunu her türlü canlı sürecin içinde bulunan -ölüm dürtüsünün- belirtisi olarak kabul edebiliriz.

Bunun yanı sıra düş gücü, karmaşık, fantastik ya da başkalarının düşünemeyeceği şeyler düşlemek değildir. Düşlediğini, hangi sanat yoluyla aktarmayı seçiyorsan, o sanatın inceliklerini ve estetiğini tümüyle yerine getirebilmek, yansıtabilmektir.

Diyesim kötü bir dil, iyi bir şiire kaynaklık edemez, tek boyutlu bir müzik, Tarkovski'nin Solaris'ini bayağı bir yapıma dönüştürürdü. Binbir Gece Masalları argoyla dolu, ama Decameron, Canterbury Öyküleri ve Marki de Sad'a yol gösterecek denlide incelikler barındırıyor. Füssli'nin resminde atın bir an için, gözlerinin veya burun deliklerinden birinin unutulduğunu ya da bir kulağının kısa olduğunu düşünelim, hemen komik ya da ironik yapıtlar müzesini boylayacaktır!..
 

Niçin unuttum anlayamıyorum; İnsan, barbarlık ve trajedinin anası oldu, vandalist kozmolojinin de kaçınılmaz biçimde atası olacaktır, tanrıya özenirken, yazık ki kendi benliğini ve tinini yadsıyacaktır diye mi bilemiyorum!.. 
Vitrinde doldurulmuş bir kuşta vardı, baktım nasıl bir şey diye, inanmayacaksınız ama  'Akbabalar, havada kendi kendine döllenirler!' diye ötmesin mi, ürktüm tabi ve hemen yerine koydum. 'Arzuludur yarasalar' diye mırıldandığımı anımsıyorum!.. Belki düş görmüşümdür, belki bipolarımdır, belki de kuşun ne demek istediğini anlamamış, uydurmuşumdur!.. Us kendini aldatabilir sonuçta, tanrının biricik estetisyen olduğunu anlasa da...

Ah şimdi anımsadım, geçende bir Anadolu parsı ve bir vaşak öldürüldü... Kimseden tepki yok. Hayvan severlik ne demek; her tür evcil veya yaban hayvanının doğal yaşam alanını korumak ve bu uğurda çabalamak. Pars öldürülür mü, öldürmek!.. Tanrı ne der diye sormak geçiyor içimden, ama?.. Gerçek bir dünya, faunasını korur!.. Kürk simsarlığı, kutup azrailliği ve Berlin'de aslan beslemek, hepsi köleci anlayışın uzantısı ve bir vahşetin temsilciliği.  Bahçedeki bir aslan daha uzun yaşayabilir ama bu dondurulmuş bir canlının yeniden uyanması gibi bir şey. Godot gibi, kafesinde bekleyerek geçen bir ömür, yaşam olabilir mi... Edimlerimizin tümü, Orwellci hayvan çiftliklerini kutsama alanları ve kurban ritüelinin uzantıları... Her şey bir çeşit tanrı olan para için. Yüzyılımız pars öldürmekle, sergilemekle ve olanları izlemekle geçiyorsa, çağımızda ne hümaniteden, ne can severlikten ne de moderniteden söz edilebilir!..

Neyse, ellerim öylesine gezinirken vitrinde bir de mektup buldum, gizlenmediği için olsa gerek, açıp okumamışlar bile, içinde karmakarışık şeyler, sanki aşk mektubu değilde, öyle şeylere öykünen garip birinin terennümleri var, salt satırlarda kalmış olması, üzünç verici gibi geldi bana…
'Sana iman ettim, boyun eğdim, ey ruhu revanım, sen ki güllerin yurdusun, sümbüllerin, yasemenin ruhusun, irem bağının kokularına şan veren sensin, sen ruhumun tabibi, kalbimin habibisin, sana rağm olan gözler yanacak, sen bakılışı güzel ceylan çeşmelerinin çağlayanı, güz yapraklarının ah-ü figanısın, sen kalplerin taht-ı revanısın ey sevgili!.. Geçmişin ruhlarına saadet veren, aşıklar maşuğu, yüceler yücesi, sevenlerin ecesi geceler boyu sarıldığım Layiha...
Başka bir satırda ise yakınıyor ve diyor ki; Hep aynı şeyleri yineleme, çenekli birer bitki olarak köklerimizi yakınlaştırma olasılığının, yeryüzü kurallarına göre, kosinus hesaplarına uygunluğu ve köprüde çuvallar içindeki mazlumların, Hülagü atlılarının üzerinden geçmesiyle, kaçta kaçının canını kurtarabileceğini düşünelim, birde yatarken insanlar birbirini gerçekten sever mi diye ortaya bir soru at ve klişeler uzak durun benden diye bağır! Gene de düşlerinin efendisi olmak, yaşamak için değer bir şeydir, bilinmez...
Sen beni içine düştüğüm karanlıklardan kurtarabilir misin Layiha, ben durgun bir deniz ve sakin bir atom bombasını kulübesi yapmış, inançlı bir kul arıyorum, yemek yapıp, bulaşıkları yıkayabilmeli; Saçlarına, sırf benim için fön çekmeli ve de zamanı gelince ölmeli!
Ben seni istiyorum Lotüs çiçeğim, bunu hoş karşılayabilecek, erenler bucağı bir Asa'nın ülkesinden misin sevgilim...
Layiha, bir gün inançsızlığı dene, başka bir gün uluyan bir canlıya iman et, başka bir gün yıldızların yollarını yinelemesinden coşkuya kapıl, başka bir gün ölmüşlerden annenin ruhunu ara, başka bir gün huşuyla, tüm insanlığın cani olduğunu duyur. Belki o zaman gerçeğe yaklaşabileceğiz!..
Layihacığımmmmmm; M çok uzadı ve anlam değişti! Alışkanlıklardan uzak dur, onlar da değişir, geceler gırtlağımızın tadına bakacak ve yüce olan, küçük yeşil bir ışık gibi son iç çekişimizi aydınlatacaktır!
Aşkın, esin ülkelerinden gelen bir ışık, ferah verici bir pırıltı gibi, seni çok seviyorum, bu ne demek dersen 1+1=1 gibi!.. Yazgımız gizlenir, ama yaşam alabildiğine sürer, siz kader mührünü aşikar biçimde vurmak istiyorsanız kullarınıza, buyurun ey sevgili... Bilinir ki gül, gül bahçesinde koklanır!.. Konosso kapısında bekliyorum seni!..

Sevgilim geçen gün bir rüya gördüm, yaşam mı düş, düş mü yaşam bilemedim (artık iyice içli dışlı olup aşkı unutmuşlar). Topkapı sarayı, Sultanahmet camii, Ayasofya ve at meydanı surlarla çevrilmiş ve sarayında ikamet eden halife III. Abdülmecit hazırlık yapıyor. Çünkü, Mart ayının 21. günü -yeni doğan günde- Sarayburnu'nda kendisini görmek için belki de binlerle ifade edilebilecek bir kalabalık kendisini bekliyor.
Eski zamanlarda olduğu gibi, halife sarayın altından kazılmış ve mazgallarla ayrılmış tünelin içinden, koşumları elmas ve zümrütlerle parlayan, siyah bir ceylana benzer atı, sorgucu yakuttan kırmızı, alev alev yanan serpuşu ve güneşte parlayan, Zülfikar aşkına yanıp sönen kılıcıyla, meydandaki Acemi, Batıni tüm  kalabalığın üzerine, düşlerin içinden  süzülür gibi, birdenbire çıkıyor!..
Meydan uğultudan geçilmiyor ve halife tepede, yarı anlaşılır, göksel ayetleri andıran baş döndürücü bir konuşma yapıyor... Ardından vecd içinde kendinden geçmiş kalabalığın üzerine nedimeler, altınsı parıltılar yayan mecidiyeleri saçıyor!..
Ve yine yeryüzünde adaletin savunucusu, yoksulların koruyucusu ve mazlumlara kol kanat geren bir kanatlı, müjdeci bir mehdi gibi birden kayboluyor!..

Binbir Gece Masalları gibi, İngiliz kraliyetine taş çıkartan, landon faytonu ve tolgası ve sorguçları güneşte parıldayan muhafız alayıyla, bir düş alemindeymişçesine geçen halife ve refikasının kozmikomiklik değil, estetizm anlayışımıza katkı da bulunacağını varsayıyorum!.. Renklerden, ritüelden uzaklaşınca elimize ne geçti, saçı süpürge olmuş bir kadıncağız, derisi eprimiş koltuk, bir de karşılıksız çek defteri! 
Ayrıca kavranılmaz bir yoksunluk...
''Doğu Roma'' İstanbul'da Vatikan gibi, sur içindeki bir bölge halifenin bağımsız yurdu olarak bağışlanırsa, onun dönüşüyle elem duyacak, ne kadar günahsız varsa  rikkate geçer. Bitti.

Aşk nedir ki; lumbar pleksus, birer çift gangliyon, ensefalon sinir, kranial kızgı, endonöral görü ve Mers sayrılığı!..

Sona doğru yaklaştıkça, gerilim artar ama öyle biri değilim... İnanın, şimdilerde vitrinin dünyanın ve belki de evrenin gizil, minicik bir yansısı olduğunu düşünüyorum, dikdörtgenler prizması tv nin yanından çoktan uzaklaştırdım onu... Çünkü her baktığımda usum darmadağın olup, rüzgara tutuluyor, korku ve dehşete kapılıyorum ya da dizginsiz bir neşeyle kucaklıyorum mereti!..
Dahası vitrinin içindeki, adını anamadığım bazı eşyalarda, hala ne ürkütücü anıların saklı olduğunu bir bilseniz… Ama her sözüm bıktırıcı bir saplantı, önü alınmaz bir yinelemeye dönüştüğü için zor tutuyorum artık kendimi...
Vitrine bakar bakmaz odanın içi seslerle doluyor ya da öyleymiş gibi bir duyguya kapılıyorum. Gerçeği ayırt edemez oldum ve onlarda  konuşmamı istemiyorlar sanırım. Yaşam gizemdir diyorlar!..
Vitrinlere artık büyük bir saygıyla, kutsanmış bir fetiş, ulu bir totem, bir pilgrim gereci gibi bakıyorum. Tahta birer tabutluk değil onlar artık gözümde... Ve vitrinin içindekileri, her seferinde aile efradının olmazsa olmaz bir parçası, dile gelmez bir anısı, bir sazlık Altınbaşı gibi kucaklayıp öpen eşimi de artık anlıyorum... Lepidoptera gibi geçen şu ömrümde, elbette bir gösteriş fenomeni, palyatif bir sanat çarı veya Krezüs hayranı değilim ama erinç içindeyim artık. Yıllarımı bir önyargı, vitrini de gelin güvey için  'Zampok eyin pi', duvakla frak el ele diye, bir komprador öksesi, bir kartel filikası, haince para tuzağı görmek gibi bir yanlışın peşinde koşmaktan kurtulduğum için inanın göz yaşı döküyorum ve diyorum ki; Kimbilir  eşim bu vitrini görünce ne düşlere ne anılara  kapılıyordu da, anlamazlıktan geliyordum yıllardır! Bir gün, sırf bu yüzden günahkâr ilan edilmişi de dinlemek isterim, hem de özür dileyerek!.. Ayrıca bir vitrin bu kadar imgelem armağan ettiyse, belki de bu kırkambar inanın; duyulmamış bir kuartet, bilinmemiş bir risaledir derim.


Ama  anlattıklarımın, anlatılmak istenenin çok uzağında olduğunu biliyorum. Pampaların ruhu da geziniyor diyen var mı bilemem!.. Onların şu dizeleri okumalarını isterim; 'İnsan, insanoğlu, insanlar, insancıklar / Ki hepsi de bir acı yudum / Ana avrat, kız kızan, Merkür, Venüs, ay, yıldız / Bütünü benim uydum / Niçin kendini düşündün ey Neron / Puvatya, bil Vaterlo ve de Miryokefalon / Cihat için ey İslam, sonra da bahtsız haçlı / Karın için ey adam / Fistan, sütyen, sonra don!..'

On üç, on dört yaşlarının içtenliği...

Sanat gözlerimiz ve ellerimizdir. Birbirimizi kucaklayıp, anlayabildiğimiz biricik yol... Geriye ne kalıyor, ayrılan yolları birleştirmek!.. Düşlerimizle el ele, paylaşarak çoğaldığımız; özlemlerle dolu insanlığımızın o eşsiz 'Otopia'sı bu!..
Bir gün güneşin yedi rengini aşıp sonsuzluğa koşacak ve ellerimizin barışın kanatları olduğunu göreceğiz...

Ve biliyorum ki artık evren bir döngüden ibaret ve yine biliyorum ki bizim sen dediğimiz; bir zamanlar şu satırları yazmış olan bendir gerçekte... Ben ise; şu an şu satırları okumakta olan sensindir artık!..
Sonsuzluk bir ardışıklık ve bir dönüşümdür...

Vitrinin bir dünya, dünyanın da bir vitrin olduğunu sezemeyişimiz gibi, bunun anlaşılmazlığındaki gizem, yaşama tansıklar bağışlıyor ve bizi ona durmaksızın bağlıyor!..