8 Şubat 2014 Cumartesi

EZGİLER EZGİSİ

 
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
EZGİLER EZGİSİ

I
Ey Havva kızı, Lilith’in gizi, Sarah’tan güzel, ezgiler ezgisi!..

II
Güneşin Helena’sı, ayların Selene’si, ey yitik ülkem.

III
Ey yıldızlar kümesi, düşlerimin ‘Kûn’ sesi, umarsız Babil’in asma bahçesi...

IV
Ey Semiramis, ey Apis!..

V
Ey 'Kana Düğünü', ilk varlığın düğümü, balkıyan doğa!..
Yılan burçlarının Aden sızısı, Ehram diyarının İştar kapısı…

VI
Ben tüm gecelerimde seni arıyor ve karanlıklarda kendime sarılıyorum ve senin varlığında, özlemler içindeki kendimi görüyorum…

VII
Ey benim Mu uygarlığım, Çökilyas vadilerim, esen yelim; böğürtlenler, pırnallar arasındaki, görünmeyen kuş sesim…

VIII
Sen benim yitip gitmiş Atlantis’im, bulutlar ötesindeki, kutsanmış kadınlar kentimsin.

IX
Ey yamaçların çiğdemi, derelerde çağıldayan su...
Tepelerde yankılanan yel, gümrah göğsüne mavi sümbüller doldururdu!..
Orpheus’un sana, sabahın sularında, defnelerle gelir, güneşin altın ışıkları kapını çalar ve papatyalar, nergisler, menekşeler ışıltıyla dolardı…

X
Ey çiçek tozlarıyla yüreği kızıla boyanmışım, sunakların kırmızısında tanrılara adanmışım ey!..

XI
Sen ikindi güneşinde salınan gölgelerim, gazel yapraklarının gizençli sesi, inleyen gecelerimdin...
Ey tanın çiğ dolu ıtırı, kuytulardan akan su.
Dili ballandıran yaban yemişlerinin, yürekleri yakan dağ gelinciklerinin korusu!..

XII
Ey sevgili, akşam alacasında oğlaklar koynunda uyur ve ben alevi yaran gözlerle, yangınlarda yanarken, sen bahar doğumlarının dermanı derdi ve can verici melekleri gibiydin!..

XIII
Ey yüreklerin amentüsü, göklerde gecenin dolunayı yükseliyor ve işte yıldızların yıldızından flüt sesleri geliyor!..

XIV
Aşkım; kızıl güneşte yanan doğu zambakları, iki göğsünün arasında solan, Lübnan sümbülleriydi...
Ey bakılışı, Hermon dağının çiçeklerinden güzel, ey gözleri, Filist denizinin balıklarından alımlı!..

XV
Dilşadım, gecelerimde hep sen vardın...
Ve çıldırtıların umarsız ruhu, Şeria ırmağının suları gibi, düşlerimde hep sana doğru akıyordur.
Ey Şaron gülüm, gümrah salkımlarla dolu bağlarımın bekçisi, ruhların şahbanusu, incisi ey!..

XVI
Yeruşalim kızları; Siz onun yanında hiç kalırdınız!.. Ey nar çiçeği...
Güzellikte, sümbüller arasındaki ceylan sürüsünü yıldıran.
Golan tepelerinin el değmedik sütleğeni...
Ey nazenin goncalar, tomurcuklar; O size benzer!..
Ey açılmadık zambak, koklanmamış yasemen, bir bakışlık gelincik, biricik süsen…

XVII
Pınarların mühürlüdür senin.
Dağlardan köpüklerle aşar, yamaçlardan süzülerek gelirsin.
Günnükler arasındaki mür kokusu.
Sen arzular bağışlayıcı ve seçilmişsin.
Bal kovanı ağzın yıldızlar saçar, dağ gülleri şerha şerha açarken, bir ayet gibi korulardan yükselirsin.
Ve bilip bildiririm ki, sen Tanrı'nın düşlerisin!..

XVIII
Senin dilinin tadı orman yemişleridir. Saçlarının kıvrımı çam reçineleridir. Gümüş gerdanın Gilead dağının sürülerinden beyaz. Sen nardin fidanlarının arasında açan gül fidelerisin. Petra vadilerinde uçan kuş seslerisin. Ey umarsız gönüllerin, baldan tatlı, elmas kratlı prangası, ey sevi anahtarlarının yeşim kapısı!..

XIX
Boynu fildişi kulesinden, saçları; kuzey yelinden dalgalı, gözleri güneyin güneşinden yakıcı yâr…
Senin dudaklarında, hurmalardan, Kıbrıs turunçlarından gayrı bereketler var!..

Gilgal elinin güvercini gibisin; dizin dibinde, sahra diyarının aslanları bekler!..
Ey Kenan ilinin ceylanı, ak kalçaların firavun arabasına koşulu atlardır, göğüslerin, ikiz oğlaklardan beyazdır senin!..

XX
Ey doğmuşların, doğacakların belleği…
Kafeslerden uçan kekliğim, safranım!..
Ey gölde yansısına sarılırken ölüp gittiğim,
Kır tavşanları kıskanıyor bakir tenini…

Ey firavun kısrağı, Kedar’ın çadırı
Salkımları ferahlatan kına çiçeğim.

Ey sazı bol, çayırı bol su boyları, binbir gece soyları
Yeşil halıdan yataklarında döl verdiğim.

Ey gece yarılarında açan çiçeğim, furkanım, baştacım.
Ey tanrılarımın ataları... Yıldızlara kavuşturan, cellâdım, kurbanım...

Celile kanaryaları!.. Ey samanyolunda yuvasını bulan Beyrut kuşları.
Ey içimdeki uçurum, Süleyman mabedinde ilâhlara kurban olduğum.
  Gönül tacirim, Arami İncili’m, ecem, esirim.

Ey İman diyarlarının cima sümbülü!..
  Günahım, günahkârım, her iki cihanda; kapısına vardığım.
Ey Ravalpindi racasının koynundan aldığım!..

Gönül indiren, ahım, onyedi yaşım, yüreklere saçılan inci,
Gönüller güvercini, sarı kovandaki bal arılarım, tapıncım,
Ey tan atımlarında Pencap kaplanı gibi sarıldığım!..

Ey doru kefre, Petronas kuleleri; çölde gizlenmiş firuze denizleri,
Ey Faust şiiri!..

Nil’in gölgesine uzanmış Mısır sarayları senin evindir!..
Süreyya Kandili’m, dağlarda göveren bahar ayları...
Ey beyaz tepelerin Amana’ları!..

XXI
Ey sevgili
Seninle biz, ikizdik!..

‘Ol’ deyince olurduk.
‘Öl’ deyince ölürdük.

Aşkımız öyle büyük ki,
Şu peri masalı ona yetmez
Şu gökyüzü onu örtemez…

Ey zehirler zehiri, ağum, kuğum, içtiğim…
Ey sıratından geçerken, ‘Dünyalardan’ geçtiğim!..

Gecenin damlasıyla, çiyler ve kâküllerin, gönülleri süsler...

XXII
Bugün canımdan kan damladı!..
Güller, fesleğenler saçıldı kapımın eşiğinden ve entarin açıldı birden.
Peçelerinden süzülen aşkın zerresi; pare pare hüzmesi dolaştı odaları…

Havada bal veren arılar, kelebekler uçuştu, serçeler ötüştü sevinçle, kumrular sevişti.

Nergis girdi kapıdan, altın lüleli saçları elime dolaştı.
Çiçek tarhları arasından gülümseyerek geçtim.
Nisan geldi nazlanarak yanıma, mayıs koluma girdi.
Çarıklarım yeri göğü inletti,  Emir kızlarının göğsünü yardı.
Başakların arasından göklere vardım, yağmur bulutu, serin bir ıtır yaydı.
Güneş açtı, salkımlar fildişi kulelerden sarktı, dudakları, ağızları paylaştı.
Güller patladı, goncalar; berzah alemleri gibi yayıldı mürdüm diyarlarına!..

Ve ben pişmanlıkların ülkesine geldim.
Ve gökkuşağının içinde, cinnet tırpanlarının gölgesinde,
Akheron’un şol kayığına bindim.
Gören gözlerim görmez oldu!..
Ve ey sevgilim, sisler içinde o görkünç elest alemlerine,
Bilinmeyen bir yüz, görünmeyen dünyalara doğru, yitip gittim!..

2 Şubat 2014 Pazar

LEANDRO

 
 
 
LEANDRO
(KİTAP III)

(Yitik Şarkılar)


‘Babam Ömer Demirci’nin kutsal yaşamına…’





‘Yüklemiş yıldızları arabasına gece
Kasıp kavuruyor ortalığı bir rüzgâr
Bir İskit kralı yatıyor şu höyüğün altında
Öbüründe Got kralı var…’ (*)

(*) Zaharia Stancu











MANİLA YOLCULUĞU
‘AQUİNO’


‘21 Ağustos 1983’de
Demokrasi savaşımına katılmak üzere
ülkesine dönerken
Manila havaalanında öldürülen
Benigno Aquino’nun anısına…’



I

İyi bir insan için şiirlerin macerasıdır bu
Maceralar içinde şiirlerin yasıdır bu!..


Uzak doğu
ağzum ağu

Uzak doğu
hazan bağım
kader ağı.

Şimdi şarkta başlıyor insan avı!

Uzak doğum
kara
kömür dağı!..



Alın yazım uzaklarda beni andı
elim yandı
ağzım yandı
dilim yandı

Yitti usum
dumanlandı
dumanlandı
dalgalandı




Aquino’dur o

Artık halkın bilinci o
Kan damlası kinidir o
Akıp giden sel içinde
Sel dibinde goncadır o

Alın yazım uzaklarda beni andı
elim yandı
gözüm yandı
dilim yandı

Yitti ufkum
dumanlandı
dumanlandı
dalgalandı

Aquino’dur o

Artık halkın kinidir o
Kan damlası bilinci o
Coşup giden sel içinde
Sel boyunca yoncadır o!































II

Filipinler nerede
Filipinler nerdedir
Filipinler, Filipinler

Güneşin doğduğu yerde midir!..

Filipinler’i arıyoruz
Kimbilir?..

Belki de ‘Tarih’ bilir!

Bir de ‘Tarih’in fikrini alıyoruz!..

Filipinler;
Ne bir fille
Ne bir iple
Ne de İskender’in babası Filip’le

Akraba değildir!..



Ama olabilirmiş
İskender, Şark Humması’ndan Persepolis’te
ölmeseymiş eğer!

Gordionel düğümleri kesiniz
İssos’la, Gronikos’u geçince
Makedonya yoktur artık
Ve lâ İskenderonya deyip
Tuhaf buyruklar veriniz!

Truva atları ileri
Ver elini Hindu eli!..


Ve yanıp yıkılan biri;

Döğme kalkan, tunç sorguçlar, daltaban gir İran’a
Hayber geçit vermese de varırık Hindistan’a
Biz krallık kurbanıyız, yolunda öldük kaldık
Bir ağıt yakıverin Hellas’taki anama!..

Fî yorgunu askerleri panterlerin sırtında!
Kenevir dokuması ipleriyle dümen kırıp
Bombay fillerini yüzdürseymiş okyanusta
-Kozmos Fatihi- adıyla

Olabilirmiş!
Ve yaşasaymış tabi ki…



Tarih yazmış bir kez artık
Bu yollardan ‘Şark Humması’ almış İskender’i
Mezarı yok!
Turistik boş bir lahti varmış geride
Bir de kederi!

Bir de;
‘Baki kalan bu kubbede’
Faniymiş
Kılıç sesleri!..

Belâ bulup da sardın mı başına şark çıbanını
Deva bulunmaz gayrı
İrinli sel gibi akıtır kanını

İşte biz o belâdan yadigar lahtin
damına çıkıp Bergama’da
uzaklara baktık
hayli uzaklara!..

Ve olanlarla, olmayanlarla kol kola
girdik bu gerçek masallara

Filipinler’i bulana dek!
daldık
daldık
daldık
maceralara
dalkılıç vardık oralara!..




...bir yanda rakkaseler
bir yanda fıskiyeler

mistik bir müzik
-uyuşturucu-
müzik sever bir kobranın
kıvranışı değildir bu

çok daha uzakta
çok daha uzakta
bu esrarlı, sihirli müzik
ağlamaksı, çekik gözlü ninniler
ok kirpikler bitişik
pirinçten rakılar içtik!

kendimizden geçmeden, pek çok sesler duymuşuz
gözler fal taşı, renkler Türkçe
açıkçası
uyumuşuz!..














III

Filipinler nerede
Filipinler nerdedir

Filipinler
Filipinler
güneşin!..

…Ama biz
hangi yüzyıldayız?..

Atom
molekül
takyon
müphem bir antisiklon!

bir kolloid oğulu!..

Tanrıdır amip!
Işık güçlü
en büyük güç ışık!

helezoni!
orgazmlar organlara girdi!
ak erdi siyaha
siyah yok
siyah yitti

tünelde

ışık

belirdi!





















Işınlanmışız!

Çad’mış burası!
Savaş yeni başlamış!
Silahlar
Çatılı
Değildi!!

Sıcak ki
altımızda kum
tepemizde güneş
her bir yaka
alev alev yanıyor

Bir siper arıyoruz!

korkulu, şaşkın, ivedi ve dalgın gidiyorduk ki
birden durduk
bir kuş bulduk!
-bir zenci-
uzattık elimizi
zenci değil, bir kuş bu!
vurulmuş, rengârenk kanatları vardı

bir adım ötesi ağaçlık
çöle düşmüştü!

Gagasını açtı
gözlerimize baktı kuş!
-bir an göz göze-
kuş da biz de kapalı bir kafesteyiz
kaçırdık gözlerimizi
kıpkırmızı kandı göğsünden akan

ve gözlerimize baka baka
gözleri sönmüş
kuşumuz ölmüştü!..

Ekvatorun ortasında kuşu vuranlar
Ne bir sahra Robenson’u
Ne misyoner safari avcıları değildi
Marsilya’dan kalkıp gelen Fransızlar
Çad’da ölüm kovalayan lejyon askerleriydi!..












Süklüm püklüm
kapalı
bunaltı altındayız!

Kulağımız uğulduyor
biçemler, bir bir bulanıyor

Bayılmışız!

Elimizde şimdi bu
Bin bir renkli gündüz kuşu
büyüdü, büyüdü
Kımıldayamıyoruz
kaçamıyoruz

Alarıp renkler
uyumsuz bir uyum içinde
yüzüyoruz…

Kuş ve biz
görkemli ve bin bir renkli
bir dünya haritası olduk kocaman

Haritayız ama
harita önümüzde
inanılmaz durumdayız

Sarı Öküz’ün boynuzları arasında olsak
bu kadar şaşırmayız!..

Ama neden köyümüz?..
kara boya okulumuz
karşımızda kara tahta
kara tahtada asılı bu kocaman harita

(Biliyoruz plânetin baharını, kışını
şaşırmayın, ilk kez göreceğiz
köyümüzün dışını!..)
















Andolsun ki;

Kıvrımlı bir topraktır yer kabuğu
Leda’lı göl dipleri, mercanlar, içi yakut yılanlar
evvelce orman iken, şimdi hazan alanlar
bir azgın umman iken, çöllere çanak olmuş
dağılmış sağa sola
köhne geçmiş zamanlar!

fî günleri artıkları
balıkların iskeleti
insanların çatıları

dört kırk beş depremleriyle ünlü viran şehirler
kuzeyler ve güneyler!

doruğunda ürkündüğün dağları
Herkül gibi parıldayan ovalar
Sultanlar eskitmiş bin yıllık çınarları

Amundsen’in yelkenleri
Arktika, Antartika penguenleri

Nükleer sirenleri!..

Andromeda yolları
Ergenekon boyları

Açları, tokları, apoletli, apoletsiz lortları
en umulmaz yerdeki varoşları

Sarhoşları,
melekleri, şeytanları ve allahlarıyla
önümüze serildi bu kocaman dünya

görülmedik yerler gördük
börtüçene sesler işittik!..







İşte Afrika!
az önceki safari avcıları önden kaçıyor
geride yaşlı bir aslan
ama ateş gözlü ve de dişleri sağlam
ardında benekli, siyah bir tavşan



Güneşe tapan kara Afrika
‘Güneşe akın yapılır’
ama bilmem nasıl tapılır
müzmin koro tamtamlardan
ve cüce sihirbazlardan
Metropolitan’dan büyük müze yapılır!

Haydi bre koca aslan
uyanmıştır koca aslan
haydisene benekli siyah tavşan!..

Lastik ayakkabılarımızın, şimdi bastığı yer
kıtaların minör adası Avustralya’dır

tarih kitaplarının homosapiensi
bir Avustralya yerlisi karşıladı bizi

Hayli değişmiş bu kafa
bir çığlıkta attığı bumerangı
iki çocuklu kanguruya değil
Londra’ya gönderiyor!

Yedi düvelle boğuşanlar
biz de insanız işimizi biliriz
bundan böyle ne bir Hindu
ne de Zelandu gurkası değiliz!..

Bumerang, sabana benzer bir alettir
kullanmasını yalnız Avustralyalılar bilir

dinle lordum, bu alet daha
kimin başına dank ede, allah aşkına!..























Amerika’ya geçmek için yolumuz uzun sandık
kısaymış, minik kıtanın sağrısından dolandık

Ve işte
sarı klakson sesleri, atlas ipleri, gümüş eyerleriyle
‘Aygır Sürüleri’
United Kingdom’lu, Pentagon’lu, ‘Pinkerton’ askerleri

İniyorlar aşağı!

Tatarita, tatarita, tatarita!
havalarda akbaba, savanlarda yılan kaynıyor

Tatarita, tatarita, tatarita!
başlarda hasır şapka, ağızlarda papatya
öğle üstü uyuyakalmış Zapata!

Tatarita, tatarita, tatarita!
çığlıklar, çal gitara, at kişnesin
amigolar uyanıyor
kıta yanıyor
yanıyor kıta!..

Ta uzaktan, kesik memeli bir Amazon haykırdı
yanar yanar tutuşurmuş Amerika!
özgürlük buralarda
‘Bir şafak vakti’ bulunurmuş!

Zapata, Pancho Villa, Guevara
aç kucağını, biz de gelelim
dağlara, dağlara!..

…Ama bunlar eşkıya!
iyi ama Sam amca, Pentagon baba
bu mantıkla gidersek
George Washington’da bir teröristti ya!..











Dev dalgalı rüzgârların yelesine asılı
Dev dalgalı rüzgârlarla geçtik okyanusu

İşte Avrupa!
Bu kıta, Ural’lardan bu tarafa
Büyük bir yarımada

Duyduk ki Cıanürlü film çeviriyor
Hem oynayıp, hem de; seyrediyormuş!..

Çok söz istemez
Bu cambaz artık bu ipte oynayamaz!

Utkumuzdan, Dalmaçya kıyılarında indik
Adriyatik’te batan güneşe karşı
bir keskin şarap içtik!..

Ve biz ne gariptir ki
Rumeli Hisarı’ndan sarkıtılan bir iple geçtik
kıtaların ana karası
Büyük Asya’ya

Asya büyük kıtadır
Mesela; Amerika’dan daha fazla içilir Pepsi Cola
Asya büyük kıtadır
Gün ola, harman ola!..






































IV

Ekvator’da vurulan kuş
Ankara’da dirildi!
Kuşlar arasındaki bu garip ilgi
nerden gelir bilemedik
inceledik araştırdık
pek bir anlam veremedik
attı mavi damarımız
belki dedik, belki…

Ankara yollarında kuşumuz
yolcuyuz ya; dolmuşumuz!
bir de kaset koymuşuz
dinliyoruz;

‘Dünya handır han içinde
İnsanoğlu gam içinde
İnsanoğlu kan içinde
Dertli ağlar dertsiz ağlar
Dünya içinde’

Ara taksimsiz sürüyor;

‘Gönlümüzce bir sevgili bulamadık ki’





Sinyör!
Şarkılar bir yerde doğru söylüyor
ama söyletmek değil
ağlatmak yanı ağır basıyor mübareklerin
insan da bir acayip
çok çabuk alışıyor
halbuki biz
ağlamayı öğrenmek değil
neden ağladığımızı bilmek isteriz!..







Kuşumuz Anka!
yükselip havalara
semalardan semalara
uçuyoruz!

Ne demiş Orhan Veli
‘Hereke’den çıktık yola
selam verdik sağa sola’

Biz, Ankara’dan çıktık yola!

Ankara’nın taştır yolu
Her tarafı asker dolu

Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Biz düşmanı esir aldık
Şu feleğin işine bak

Ankara, Ankara, güzel Ankara
Senden yardım ister her bahtı kara

Yıllar vardır, bahtım kara, sesim ağır
Ankara güzel yurdum, ama kulakları sağır!..

Yönümüz Kapadokya
kulaklarda iniltili bir soprano sesi
bulutların içinden
süzülüp gidiyoruz

O sesi dinliyoruz!

‘Şimdi Hadrianus Kapısı uzakta
Aspendos yok
ve çini postallarımızın altındaki
İnka’lardan,
Babür imparatorlarına dek
unutulmuş zamanların
killi, tozlu tabletleridir.

Ötüşken kuş yuvası destanlarında
demir tolgaları ve temrenleriyle Lidya
çukur bir dere yatağında
sevdası sessizce çağıldayan
ince, dertli bir pınarın
Yurtluk Savaşları’ndaki
toplu intiharlar ülkesidir!..

Ve koyakta birileri
ki bu yeni firavun ve avanesidir
Kaya Mezarları’ndaki gezginlere
hâlâ
piramitlere taş çıkartan
esir- zenci birer köle gibi bakmaktadır

Ve gecenin ortasında atılan silahla
sütun başlarında tüneyen bir telli turna
ay ışığının içlerine doğru
uzaklaşmaktadır!..

Oysa şimdi dolunay
oyulu
sessiz bir kuru kafa
ve gökyüzü kapkara
direksiz bir Engizisyon çadırı gibi
sırıtmaktadır!

Ve savaşlarla elit tabaka
İnsan arıtmaktadır!..’


Peri bacalarından çıkan gizençli sesin
güvercin uğultusu olduğunu düşünüp
bölüp Ihlara’yı ikiye
Sümela sapağına varmadan!
örme kaya sakallarıyla
-vardığımız yer-
Urartu’dur!..

Yıkımlardır Urartu!..

Elinde zeytin dalı
Bal ağzı tarih dili
Gökçen kızı görünce
Gözlerimiz ışıdı

Saçını yalazlayıp, kanat çırparak
Ahlatların arasından mahmuzlayıp
uçarak
vurulduk yıldızlara!..

Nlüferli Van Gölü’nün mavisini içerek
Ahtamara Kalesi’nin üstünden
Nemrutlar nemrutuna kanlı sümbül yollayıp
Nebi Nuh’un -durun- diye feryadına kulak asmadan

Uçtu!
ilk hududu
kuşumuz Anka!..











Yücelerden Kaf Dağı’na geldikte
içimizden biri
bu dağ, o dağ değil dedi!
Diğeri
ben Kaf Dağı’nı Kafkas Dağı bilirim deyince
çatışkılar sürdü!..



Ve yüreklerini kartalların yediği kahramanları
keçi ayaklarıyla topallayan Pan’ları
ellerinde meşaleler karanlık tanrıları
yepyeni masallarla tv istasyonları

Cadılarla cinleri, gümüş pullu perileri
sürahilerden fırlayan haramileri

Uçsuz bucaksız alanları
ve çocukluğumuzun yittiği
dev-renkli balonları
hayıflanarak arkamızda bırakıp gidiyorduk;
Ve ne yazık ki artık
Kaf Dağı’nın olmadığını biliyorduk!..


Gök bir ülkeden geçip
Hazer diye bir denize sürdük ki kuşumuzu
‘Barış Denizi’
kımızından içip
yunarak doya doya

Gene yükseldik
havalara!..

Aşağıda Semerkant
Timur ki Şark Emiri
sessiz yatıyor burada!

Ve Merv
ve Horasan…

İşte Alpaslan!
kurşun kubbeli kitabe
Pluton gibi görkemli

Elif bası şu;
‘Sağlakken yeri göğü inleten Emirşah
Şimdi bu kara toprağın altında yatmaktadır.’

Teharan’a varmadan
çocuklar çıktı karşımıza
telefon direklerine asılı
kızlar
oğlanlar!..

Vodvil!


Kulakları ahize
mahzun gözleriyle
insan sesi dinliyorlardı!

Ve belki de o anda
ve artık hep sürecek olan yalnızlıklarında
bir kurtuluş ümidi bekliyorlardı
kulakları ahize, mahzun gözleriyle
insan sesi dinliyorlardı…

Boşlukta bakınırken
bir kurşun geçti üstümüzden
iki, üç
vuruldu kuş!
gündüz kuşu…

Bir Cemşit halısının ortasındayız
dediklerine göre
İranlılar vurmamıştı kuşumuzu
kurşun
çok Irak’tan atılmıştı

Ne Humeyni’yi, ne Saddam’ı
şimdi anlıyorum
hacıdan, hocadan
kork karanlık geceden
diyen
adamı!..

Ve uzaklarda bir nişanı geçiyorduk ki
-durdurulduk-
sorup soruşturulduk

yolcunun yarenliği kısa olur
geçtik nişanı!

Yeşil kertenkeleler,
kıraç, bozlaç bölgeler
çıktıkça çıktık
-bir kuş uçtu-
boynuzlu bir şey kaçtı!

Mezar taşları
dik, görkünç.

Bir gömüt başında bizi karşılayansa
Dede Korkut’tu!..




Sarıldık geçtik
az gittik uz gittik derken
köstebek yuvası evler
Şeytan Minaresi yerler gördük.


Garip bir il
Kabil!..

Hızla dolandık ama
Habil’i boşuna aradık!

Dediler;
Artık buradakiler
muşkasiden vazgeçtiler
ve kardeş düşmanlığını
-çarmıha gerip-
insan kardeşliğine
gönül verdiler!..

Sevinçle
başımız dik
çıktık yollara

Pençe vurup dağlara
uçarken uçurumlardan uçurumlara
bir köprüde karşımıza
Deli Dumrul çıkmasın mı!

Geçenden yirmi, geçmeyenden kırk akçe demeden
neyimiz varsa aldı
üstelik atı vurdu çifteyi
havalandık

adamın elinde piştovu vardı!

Bir de baktık altımızda halı
oysa biz masalı
yolun başında bırakmıştık

Ne yapalım
halıyla gidiyorduk işte!

Yıldızsız bir geceydi
Ezginlerin gönlünde
hep yıldızlıdır gece!

Dümende;
Alnı benli, ceren gözlü kızımız
Kalkütalı hayali bir mihraceydi!

Seyrandayız…



Duyduk ki uzayda koloniler kuracaklarmış!
dünyamıza bakıp
ölümsüz bir saygıyla eğildik;

Söğütlü pınarlarda oynaşan çocukları okşayıp
dantelli şehirlerin gece lambalarında yıldızları sayarak
masmavi denizlerin sandalları içinde
canciğer şıpırtılar dinledik.

Ok gibi sahil yollarında sevgililer kol kola
kederli kabuğundan soyulu köylülerin
berrak gülümseyişine
bizde benzedik!..


Yağmurlu akşamların çelikliğinde
dakka da yüz yumurtlayan fabrikaların mekikliğinde
doklardan, tezgahlardan fırlayan insanların tetikliğinde
şapkalarımızı havalara fırlatarak, şampanyalar içtik.

Ninnisiz büyüyen bebeleri emzirdik
ekmek fırınlarında fırancalar öperek
ovalarda tahıl ambarlarını gezdik

Dağ ormanlarında sümbül koklayıp
ulu çınar diplerinde söyleştik

Ağzımızla kirazlar yolduk
saz sepetlere elmalar dizdik!

Aç yoktu
bilâç yoktu
haraç yoktu

Miras yoktu
para yoktu
pul yoktu!

Kul yoktu!..

Dara düşen
çukur eşen
adam seçen

Çitler aşan
geri koşan
zehir kusan

Ve el pençe divan duran yoktu

Yok yoktu!..



Karıncalar gibi çalıştık
arılar gibi ürettik
insanlar gibi yedik

Yedi kat yuvar üstünde haykırarak ilan ettik!

Yoğurduğumuzla
doğurduğumuzla
ürettiğimizle
tükettiğimizle

Kanımızla, canımızla, inancımızla
hepimiz birer kardeştik!..

Doğacıl ana doğruldu
kucakladı bizi

Kimse kimseye düşman değildi!

Ey doyunçlu hamurlardan yoğrulu kıtalara
ballı bakraçlar gibi okyanuslara sığamayanlar

Ey kulpsuz kazan kafaları
Nasa koridorlarından dar
Pioneer’lerden de kobay
paramparça yüreklerden ahlı
karantinalık kafalar

Cinsi lâtif adamlar

Dünyamızdan güzel, koloni mi var!..
























Düşsel mihracemize öpücükler yollayıp
Allahabat’a pas geçip
havalarda yağmur suyu içerek
indik Çin Denizi’ne

Bir zamanlar İç Deniz’miş
kurumuş memeleri
küskün bakraçlar gibi
boş dururmuş.

Umarsız yollardayız
ayaklar çatlak
ağızlar kuru.

Bir tepebaşına vardığımızda
dünyadan uzak olduğu
her haliyle belli
bir kasabaya ayak bastık.




Buradaki kuşlarında ötüştüğüne şaşarak
biz insanlar kendi aramızda
el kol işaretiyle anlaştık!

Ve inanmayacaksınız ama ötüşerek vedalaştık!..

Ve bu İç Deniz’in
yanıp tutuşan özleminden
biz de geçerek
eksi yetmiş derecede saydamlaşan gözlerle
Kamçatka Yarımadası’na bakıp




Solda Baykal’da
mandolin gibi kaşalot ölülerini
sağ da Tibet’te mamut iskeletlerini
ve kara, görkül bir çukurda
pagan yüzlü kuşların testere dişlerini
bırakıp gidiyorduk ki!

Birdenbire bir inden çıkan yarasalar
dört bin kadardı!..








Uğultular
usumuza sindik!

Dedektörsüz kulaklarımızla dinledik
hoven’in beşinci senfonisini
görkülü ve gülmeden dinlendi bu garip ninni
ürktük
alabilirdik başlayan bir savaşın
ilk haberlerini!..





Çungurya’dan
Mançurya’dan
Kingan gibi dağlardan
yahşi
dev gibi ormanlardan geçiyoruz

Su içiyoruz.

Maymunlara kavuştuk
belki bir Shangry
belki, gizil bir yurtluk burası

Maymunların bakışlarında her şey var
ama bir şey anlatamıyorlar!

Bakışa bakışa gidiyoruz

Güleç yüzlü
karınca gibi insanlar arasında
Hong Kong’u geçiyoruz!

Kokainman
Eroinman
Rus Ruleti oynayan
Fotinlerine bakan harp kaçkınları
Göçmenler
Dilsizler
Körler
Burada toplanmış











Her şey serbest burada
kutudan evler
insan selleri
Kingkong oteller
suratlar asık
zaman basık
dar sokaklarda gezinen
sıska köpekler
irkil turistler
tam bir sosyal karmaşa
bitimsiz lepra
göklere uzanıyor!

Dönüp içerden
saptık aşağılara;
dağlar kızıl
orman kızıl!

Bu dağlar
bu orman
belki Kore
belki Vietnam!

Tutamayıp kendimizi
nasıl da inmişiz!

Tayfuna yakalandık
azgın bir deniz
(Magellan’a benzemişiz!)
sallanıyoruz…

Kıyıdayız
Pasifik nazlı nazlı
vuruyor bize!

Kaplumbağalar çok konuksever.




















Ama biz
düş yüzlü bir Japon’un teknesiyle
yine düştük Pasifik’e,
yine açıldık denize!..

Görünce irili ufaklı bin bir adayı

Çığırdılar!
işkampavya vasıtası gelmektedir
dört numaralı lumbar ağzını açınız

Masalsı Japon geri kalır mı
Vardavela puntellerini atınız!

Ve Filipinler’e
vardık
vardık
vardık…





































III

Patlayan bir silahla uyandık!
Manila’dan atılmış
yedi bin küçük adaya
saniyede yayılmıştı!..

Olay şu;
(Filipinler’in nüfusu elli milyon, ekonomi, tarıma dayalı. Başkent Manila. Çoğunluk Roman Katolik, Protestan, çok az Müslüman var.)

Filipinler muhalefet lideri Benigno Aquino, sürgünden demokrasi savaşımına katılmak üzere, ülkesine dönerken, Manila Havaalanı’nda başından tek kurşunla vuruluyor!

(Filipinler önceleri İspanyol sömürgesiymiş, zamanla Ferdinand ve İsabella gitmiş ama yerine Ferdinand ve İmelda gelmiş.)

Aquino uçakta konuşurken, suikast haberini aldım, çelik yelek giydim, ama başıma ateş ederlerse, kurtuluş yok diyor!

Ve muhafız kılığındaki Vizcarra, tam başına ateş ediyor, tek el!

Despot Marcos, kendini ölümsüz sanıyor
ölünceye dek başkan ilan etmiş kendini!

Vizcarra hemen öldürülüyor
ama bunu bilmiyor!

Her zamanki gibi
Oswald vuruyor
Ruby’de
O’nu!..






















Bu dünyada insanlar öldürülüyor dostum
alanlarda tek kurşunla
sahillerde sırtına saplanan bıçak
-varoşlarda teker teker-
insanlar öldürülüyor

Maden kuyularında tekmili birden
dağlarda deste deste
taşrada açlık, sıskalık
içerde, işkenceden, kederden
insanlar öldürülüyor

Ve ölenleri dostum
Medüz başlı patronlarla
kolezyumlardan
birlikte seyrediyoruz
birlikte!



Kumar masalarında işkembeler dolusu para
Hiltonlarda ter
sayfiyelerde, pasta çamuruyla

Düşünler sayrı
Otolarda sürat
Amerikan barlı şinitzel partilerde fetiş;

Hayat!..

Hayat Roma!
Hayat ‘Veni vidi vici!’
Hayat, Sezar!

İmelda Marcos’un gardrobunda dostum
üç bin çift ayakkabı var!

‘Et tu Brute’ diyorlar!
ekmek çalanı idam ediyorlar
para çalanı idam ediyorlar

Konuşa-.

En çok da
asılan adamı izleyen kalabalık arasında
çalınıyor para!

Ve üç bin hizmetli dostum
İmelda nereye giderse, onunla gidiyor
ve sen ne söylersen söyle
kölelik hâlâ devam ediyor!


Antuvanet,
‘Ekmek yoksa,
pasta yesinler’ diyor!

Ve köşe başlarında Lui’ler
Züleyha yüzlü kızlara
etinizi satın diye
emir veriyor!


Rahip, arpa tarlasına uzanmış!
Sahibi; çık ordan diyor
Rahip; bu tarla kimin diyor
Sahibi; babamdan kalmış diyor
Rahip; babana kimden kalmış diyor
Sahibi; babasından diyor
Rahip; ona kimden diyor
Sahibi; (Kızar…) Köpek! Babamın, babasının, babası bu tarlayı sahibinden döve döve almış diyor!
Rahip; (Sakin…) Şimdi de biz dövüşeceğiz, bakalım bu tarla kimin diyor!..



Yargıç ferman okuyor!
Rabelais ölüyor
düşünce suç oluyor

Dostum,
düşünce suç oluyor!..

Benignolar, -bir- değil ki
Tayland’da var
ırmak yataklarında
maden kuyularında
sincap yuvalarında
orman köşelerinde
Eskimo kulübelerinde

Çölde
yelde
gülde

Deniz dibinde
gün ışığında
çınarlarda
kumun altında
kolloidde

Hep varlar
direniyorlar!

Karıncaların bile Benignosu var

Onlar ne çok ölürse
suskun ülkelerde
öyle çoğalıyorlar!


Öyle yağmurlar yağacak ki Marcos
o yağmurların suyundan içen delirecek
ve sen binlerce metreküp su dolduracaksın sarayına
ve bir gün o su bitecek Marcos
ama sen o yağmurlardan içemeyeceksin!..

Ve o gün geldiğinde
kara direkli kalyonlar gibi
‘Suyunun içinde’
dibe çökeceksin!

Marcoslar var bu dünyada
Adem’in Kralları
bilcümle malları, meyveleri, narları stok yapmışlar
İsa’ya tapmış
ahlaklı Anna’nın rahminden
fettan Meryemler yaratıp
günlük yağı diye sömürü satmışlar



Ama Aquino’nun cenazesi
Papa John’u karşılayanlardan daha kalabalıkmış

Quezon kentinde
Ninoy, Ninoy diye bağrılmış!

Denmiş ki;
Gerçeklerin haykırılamadığı bir ülkede
tüm baskılara karşı mücadele eden o
yalnız kendisinin değil
Filipinler’in ve tüm dünyanın da onurunu korumuştur!..

Tabut,
elden ele
Tarlac’a -doğum yeri- getirilmiş
adalardan uçurulup
gözyaşlarıyla toprağa verilmiş,
çiçekler içinde…


‘Çok uzaklarda
yellerin üflediği pirinç tarlalarının hışırtısında
uyumaktadır şimdi o…’









Bir sabah,
yanımda yönümde kaç kişiyle bilemiyorum
o güneş gömütlüğe gidiyordum ki!
Kulağıma;
‘O gün ben de geleceğim
bir sarı papatya atacağım pencerenden
ve sen yoksan bil ki…’
diye bir şey fısıldandı.

Ve birden
‘Yo pisare las calles nuevamente
de lo qui fue Santiago ensangrentada’ yı söyleyen
biri geçti yanımdan!..

Pablo Milanes’in ünlü şarkısı!
‘Santiago’nun kanayan sokaklarında bir gün yeniden yürüyeceğim’ diyordu
o adam!

Şöyle bir geçmişi düşündüm…

Ve acun
ve acunda bir nokta
Dünya!..

Ve onların 'cani komedyenleri'
uyduruk hekimleri
Marcos gibileri


Ve acılar içinde yazılan acının şiirleri...

Ve ben neden böyle bilemiyorum
hoşçakal Aquino diyorum
hoşçakal…

Güle güle Benigno
güle güle…

Yetişin kardeşler yetişin
böylesine gidenler
gitmesin!


Filipinler nerede
Filipinler nerdedir
Filipinler,
Filipinler…


Güneşin
doğduğu
yerde midir!..

(1983)












CEYATANO SERPİO’YA YAKARI




‘El Salvador’da kadın arkadaşı Amelia
Cia ajanı çıktığı için 62 yaşında canına kıyan
gerilla lideri Ceyatano Serpio’nun anısına…’


I

Ceyatano,
El Salvador’a ilişkin
geniş bir bilgimiz yok.

Buralarda okumak
ömrünü toprakta geçirip
ilk defa ıssız denizlere açılmak gibi bir şey.

Okumak inci gibi sayfaları
öyle zor ki
bir gazete kırk lira
bir dergi tam beş misli
kitap;
yasak!..

İş yerleri sekizde açılıyor
ve ta on sekize kadar
durmaksızın çalışılıyor.

İş yerlerinde okumak yasak
işyerlerinde kâğıt kıtlıkta
gazete özleyene
ipekten bir Hint kumaşı gibi
bulunmaz geliyor.

Ve ne gariptir ki pelur kâğıtlar
lahana gibi gerilerini silsinler diye
kimilerine
peçete diye veriliyor.

Ve ömür boyu kiralık insanlarımızın
ömür boyu kiralık evlerinde
sular akmıyor.

Ve tam çevirecekken ışıklı sayfaları
elektrikler kesiliyor.





Ve bunun adına da
her bir yanı deniz
her bir yanı akarsu, çay
ve her bir yanı bereketli memleketimde
‘Tasarruf’ deniyor..

Ve memleketimin enerji mühendisleri
iş kollarından uzak
merkezde
Amerikan yapısı arabalar içinde
elektriğin nasıl daha bir kıtlıkla
nasıl daha bir taksitle kullanılacağını
öğretmek için halka
batılı teknisyenlerle
proje yarışına giriyor!

Hayali barajların,
düş bolluğunda elektriğiyle
oyalamak için halkı!..

Ve burada yöneticilere
‘Hükümetin Başı’ deniyor!..

Ve onlar tv de
gerdanlı boynu
ekrandan taşmış
utanmış


Ve bu halden usanmış göbeğiyle diyor ki;
'Elektrik sıkıntısı bitecek!
Mesele şu; her yanımız akarsu!
Yazları biz Bulgaristan’dan
elektrik alacağız,
kışları Bulgaristan bize
elektrik verecek
alış-veriş sürecek!..’










II
Ceyatano,
doğudayız,
Anadolu’dayız,
toprak damlı bir ev
ev de kandil ışığı
bir çocuk
bir de sofralık gazete



Çocuk sofrada soğan çiğnemekte
-on altı yaşında-
eğildi baktı gazeteye
gazete de yazı
‘El Sal da var!’

Bir garip bilmece!
-düşünür-
Sal da el varsa
demek ki insan da var!

Biri Zap Suyu’nu geçmiş olmalı
ama gazete bunu neye yazar!..

Sofra toplanır
doğu da kıştır ilkbahar
artıklarla birlikte baba,
gazeteyi ateşe atar!

Ve bilinmez El Salvador, Ceyatano
ve tanımaz Ramo
Salvador’lu Alesanjo’yu!..

Bu durum dün böyleydi
bugün de böyle

El Salvador uzak
ama dertler ortak
durumlar farklı!..

Serpio,
‘Hak verilmez, alınır!’
ama ‘Ahmak Kutuları’nda
halk yiğidi için
neler söylenir
nasıl bilinir?..

Serpio,
‘Serden geçen yiğidin
hakkı bir gün verilir!..’

Ve biliriz ki Salvador’lu yöneticiler
halk çocuklarını
futbol maçı milliyetçiliğiyle
Honduras’a kırdırırda
sömürü ve emperyalizme karşı çıkarsa
halkı, halka kırdırır.

Bu ne çıldırtan denge
bu ne akıldır!..
Serpio, halk bunu bilecek
er geç bilecek
ve Kolomb’un kalyonuyla ayak basan sömürü
onun tekelleriyle
sürecek belki bir vakit daha
ve varoşlarda anneler sürüklenip
bebeler boğazlanacak belki bir vakit daha

Ama o gündür ki yakındır
anlayacak
tekellerin -hacıyatmaz- gibi nasıl
ayakta durduğunu
ve Cıa’ların ne biçim bir
engerek olduğunu

Ve o vakittir ki halk bilecek
futbol maçı milliyetçiliğiyle kazanılmış
utkunun yararını
ve sömürüye karşı direnmenin
evrensel anlamını

Ve o vakit Kolomb’un yumurtası
çekince altından peteğini
masallara gülmece
karton kâğıt kuleler gibi
bir daha dik durmamacasına devrilecek
ve bu oyun bitecek!

Ve varoşlarda
‘On bir elden gelen’ yumurtayı
elmas gibi kucaklayan
kara çukur gözlü Margarita
artık onu kümeslerden
tavuklarla arkadaş
gözleriyle değil
elleriyle yiyecek!..

Ve o vakittir ki
bizim olacak insanlarımız
bizim olacak
yüzyıldır bizim
yüzyıldır bize yabancı
tarlalarımız

Kanımızla sulanmış çeliklerden yapıldı tornalarımız
Deleceğiz karanlığın asırlık kasvetini!..


İNTİHAR BÖLÜMÜDÜR

II
Ve o gün
öylesine bir yakındı ki
ellerini uzatsa tutacak
gözleriyle baksa
görecekti Serpio!

Ama bunca zamandan sonra Amelia
tam bir Cia ajanı çıkınca
kırmızı hedefine eremedi Serpio
güneşin doğuşunu
göremedi Serpio!..

O dağlarda yavru ceylan gibi seken
güneş boynuzlu
dağ keçisiydi!

Arkadan vuruldu!..

Ekmeksiz karanlıkta yıllarca yorulmadı
ama o an;
yoruldu!

Tartışmadı
bir çift söz de etmedi
-durdu-
ve yüreğiyle eremeden menzile
yüreğiyle vuruldu!

Sorumluluk büyük,
yara derindi

Ve bir sabah başlangıcı
dağların sümbüllü yalnızlığında
intihar etti
intihar!..

















Bir yanım karanlık
bir yanım aydınlıktı!

Dağlarda sis
toprakta pus
gökte hâlâ bir yıldız vardı!



Seher vakti
saat beş
-ihanetten başka herkes uykuda-
bir de Serpio
Serpio -bir çınar!-
dimdik, ayakta

Ve bir ateş!
bağrım sıcak
bağrım yanıyor…

Bir şakağım
bir yüreğim
kanıyor!..

Dağlardan doğan güneş
kucağına al beni
kurtuluşa beş kala
ateşinle sar beni!..




























Soludu o
tırnak çaldı
süründü…

O an yeryüzü ona
karlı dağlar
çiçekler
ve siyil siyil kan gibi göründü!

Titredi
seyridi
ufuklar taçlanmadan
son nefesini o
toprağa verdi!

Serpio böyle gitti…



Uzakta kurtlar
cansız vücudu
henüz güneş doğmadan
dağ başında buldular!..


Can bölük pörçüktü ama
yüreğimiz sarmıştı yaralarını
gün be gün deneyimli
gün be gün şiddetli tokmağıyla
vuruyordu asrın karanlıklarına!..




























İHANET BÖLÜMÜDÜR

III
İnsanlık davasında kalınca susuz
bilir miydik akla düşer
‘Homo homini lupus’

Serpio’nun intiharına sebep Ameli’ydi
işte Amelia, böyle bir davaya ihanet etti
ihanet…

Amelia!
sen ve Cia
belki de bu ücreti dantelli kâğıtlarda kalmış
asrın transferiydi

Kurşuna dizdi arkadaşları
iki ruhlu Ameli’yi

Sağ yana devrildi ruhu
akbabalar kişnedi

Devrildi sol yana
etim seyridi…

Ameli, Ameli!..
belki sosyal izahı
belki de günahı öd kesesinde saklı
bir Protestan papazının duasıyla
affolursun!..

Belki de fanatik Yankee’lerin
kaçırdığı cesedinle
belki de İmf’in fonuyla
gömülürsün
bir firavun mezarlığına

Ve belki de hizmetlerinden ötürü bahşedilememiş
99 model Cadillac
başka dünyalardan gelmiş Ufolar gibi
kabrinde bekler!














Ve Rebelais gibi ‘Maskaralık bitti’ demezden önce
senin gibiler
ziyarete gelirler
mezarlık müzesini!





Ve belki de hiç biri
atılırsın karanlığa
'Caber Kalesi' yalnızlığında
yıldızları sayarsın.

Unuttuk biz
Ameli’yi!..

Yol yol ayrılmış idik
yollar birleşti

Yolun sonunda açan,
kızıl karanfillerdi.






























SONSÖZ

IV
Serpio,
ne sen
ne Amelia
artık olmasa da bu davada
umut var!

Püskürecek kızıl kor
selam yeni doğan güneş
selam El Salvador!..

Kanımızla sulanmış çeliklerden yapıldı
tornalarımız

Deleceğiz karanlığın
asırlık kasvetini

Esecek türküleri Salvador’dan,
ta Kolombiya’lara

Selam,
buralardan
oralara…



V
Ve şimdi o vakittir ki
vurdu yelkovan

Pentagon’da biri
aklında domino teorisi
düşünde karabasan


Geliyorlar
Baba
Küba!..
1. Nikaragua
2. El Salvador
3.
4.
5.


Kalbimde çarpan ateş!
Kalbimde çarpan ateş!
Kalbimde çarpan ateş!..













SERPİO
VI

O ne gönlümüzde yatan aslan
ne de bir kahramandı!

Al kanatlı bir kavga şahinidir o!..

Nara atıp vuruşurken ön saflarda
-Gık- demeden düşüp ölecek

Ve kale bedenlerinde türküsü söylenecek!..

O insana dair ilâhiler çağrıyıp Bedrettince
ve mekansız dervişler gibi
beş-on yerde öldürülecek!

Ve ardından zahire pazarlarında ağıtlar düzülecek!..

O kendini öldürmedi
ihanettir onun katili
ve işini bitirmiş kamikazeler gibi
hatırası Pasifikler’e gömülecek

Ve ölümün böylesi affedilecek!

Ve geçen günler

ve hayıflanmalar

ve gelecek…

Utkunun burçlarında
yine şarkılar söylenecek!..












AMELİA
VII

Gece
Latin çölünde
kuru bir Boabop ağacının
yapayalnız özlemi kadar
bir gün filiz vereceğim davasına
sabırla katlanabilir mi insan!..

Gece de
bin çatallı bir geyik kafasının
ak ölü iskeleti kadar acıklıydı
Boabop’un sabrı

Gökten inen ayet değil
göklere çıkan bir vahiy gibi
aksi ve de inatçıydı

İnsan da bu kadar inançlı
ve sabırlı olabilir mi!..

Bu gece biri;
sattı davasını

Bu gece bu karanlık oyundan
utandı gizlice
mağrur karanlık bile

Karanlıklar bilir çünkü
ışık sıvaylı yıldızlar
ve minik güneşler bile
-ondan bu yana-
yarışırlardı onunla!

Sattı davasını
durum; ayan beyandı

Ayaklar altında dolanan kıskaç
Saguerolar’da dolaşır
uzun sarı bir çıyandı

Ey insanlık öksüzü
bak gökyüzü kalabalıklaşıyor
yıldızlar yıldızları aşıyor

Açılmış kollar
kucaklaşıyor!..

























SHU








‘Turizm cenneti Tayland’da,
babasının otellere sattığı,
Shu’nun öyküsü…’



I
On dört yaşındadır Shu
bir tutam saçı
bir kardeşi
bir de babası var.

Babası var doğrusu
Tayland’ın en lüks otellerinde
kızını satar!..

‘Beni evlendirecek sandım
oysa sattı
çok ağladım, çok çırpındım ama
olmadı diyor’ Shu

Baba Tsen’e sorarlar
neden?

Tsenistler bu!
her şeye rağmen
Tsen’de pişmanlığın bir damlası yok
arsız

Tsen’in kafası dar
Kafasının çevreni dar
Tsen düşünür sanır
dünyalar kadar…

Yanıtı
Ummanda bir nokta kadar!
‘Ben onu temiz müşterilere veriyorum’ diyor!
oysa paralar Hiltonlu babaların kasasına giriyor!

Ve satınca baba Tsen
Hilton ve Sheraton’un uzak doğu kolları
-ansızın kenetlenir-



Shu
Shu’nun kırılıyor
ince narin kolları!

İnce narin kolları
arar geçim yolları
Kazancı; ekmek parası
uykusunda yaşıtları
geliyor eve alacakaranlık
-dumanlı-
sabaha karşı

Sabaha karşı eve geliyor
bir kenar mahallede kardeş Nyugen
bir ekmeğe ağlamayı kesiyor.

Ve Hiltonlu, Sheratonlu kader
ve temiz müşteriler
bitmez geceler

Geceler
buluğa ermemiş
küçük, Shu’yu bekler!










II
O temiz müşteriler ki
Reform’dan önce haçlı şövalyeler
Venedikli tacirler
kara fötrlü misyonerler!

Ve çağımızda
-peşinatsız- Kore gazileriyle
Vietnam savaşının harp malulü onbaşısı
‘Yankee’ Robert bile olabilir!

Olabilir ve dahası
Deutschland, France, Usa ve England
bir araya gelince ey Tayland!
-baş tabibin mührü basılır-
bir reçete yazılır

‘Silah içeri, pirinç dışarı!’

Ve bir Harrier, demode bir Phantom
bir Exocet, bir Leopar
ve bereketlidir paralar

Paralar
George I, II
George III ve IV’ün cebine dolar!






Bu nedenle onlar
Güpegündüz gezerlerken
Newyork zafer heykelini
Paris’in Eyfel’ini
Mister, zaman kaçı gösteriyor
Londra’nın kulesinde!
ve de ‘başı buzullu’ Hamburg katedralinde
İsa’nın babasını ararken mozaikli ikonada
Bizantion’da bile bulamayınca
can sıkıntısı ve de krizden
uzanıverirler Bangkok’a













Ve Herküli bir airlinesle
turizm cenneti Tayland’a
turistik-turistikisler dolar

Ve baba Tsen’in temiz müşteriler listesinde
kutsal Meryem anaya azizlik yapan büyük pederi

yani onlar orada Meryemlerle yatar
bir ‘Sarı Irmak’ta yıkanıp
isimsiz ve kimliksiz
bir ‘Aziz’ ararlar!

Dağlar kadar kederli, ırmaklar kadar masum Shum
bulamazlar, bulamazlar
çünkü ikonalarda İsa’nın babası yok
anası var!

Durum bu!
üçüncü dünyalım, Shum
Emperyalizm eser,
sen esir…

































III
Şimdi loş odasında iç çekmekte Shu çıplak
çıplak teni pirinçten ak
on dört yaşında karadır şimdi gözler
yorgun mu yorgun özü
tarih kadar sorumludur yüzü
sarf edecek yok bir çift sözü
öylece dalmış insanlığın
ve gözlerimin önünde Shu

Beklemekte kurtuluşu



Beklemekte kurtuluşu!
bilinir mi
Tayland silahını kendi mi yapar
Hiltonlardan kulübe mi
balçıklardan pirinç mi

bilinir mi bilinir mi…

Bilinirse kolay değil bu savaş
kolay değil,
bilirsin;
Vietnam sanki komşu
Kore yakın akraba

Öyle ya!
sütten ayrılmış kuzu
Shu,
beklemekte kurtuluşu!..

Beklemekte kurtuluşu;
o bir insandı
fidan gibi
civan gibi
ve direnmekte şimdi
nazlı bir çınar gibi
rüzgâra karşı amansız

Tarihin yarışıdır bu!

İç çekmekte şimdi Shu
beklemekte kurtuluşu!


Beklemekte!
takatı yok
kanı yok
canı yok
yok
yok
yok!..




Dağlar!
yüreğimi dağlar!..

Dağlara kepenektir karlar
gün gelir yeller eser
yel savurur
gün döner
güneş açar

Sel olur
seller akar!..
Sele koş
sellere koş
sellerle koş
durma koş!

Yakala!
tut!..

Ver ellerini umut
kırlara doğru…

Beklemekte kurtuluşu
çorak topraklar kadar solgun teni
pirinçlerden ak bedeni
on dört yaşında karadır şimdi gözler
yorgun mu yorgun özü
tarih kadar sorumludur yüzü
sarf edecek yok bir çift sözü
babasız mı babasız, bir kız Shu
beklemekte kurtuluşu!..

























IV
Kurtuluş türkülerini
alacakaranlıkta çağrıyıp
ateşte yakarlar
ve türküler
ateşe akarlar

Dumanlar
dumanlar bir ak bulut olup da sarmal sarmal
devinir ülkelerden ülkelere
buna en çok ak bulutun çocukları sevinir!..

Shu,
senin yaşamındaki bulanık sihir
uzak doğululara dair
afyon kadar uyuşturucu
ay ışığının sarı ırmakta oynayışı kadar kaypak
yedi başlı bir ejderha masalıdır
bu yedi düvel masalından
henüz bizimde gözlerimiz mahmur
baba Tsen renkli rüyasındadır.

Belki çocuklar arabını görecek!
er geç torunlarımız
Kaf Dağı’nı aşıp da kesince ejderhanın başını
anlatacaklar bebelere;

Masalın
masalını!..

































BABA TSEN


Baba Tsen baba Tsen
Bilmez isen görmez isen
Kullanıyor seni düzen
Sömürmekte seni düzen

Nedir suçu nedir suçu
Akbabaysan kartal isen
Mertek isen erkek isen
Önce insan ‘İnsan’ ol sen

Afyon yutup körkütüksen
Gözün açık uyur isen
Su uyurken düşman eli
Toprağınla elindekin
Avcundakin dilindekin
Alır gider bir Sam yeli
bir Sam yeli
bir Sam yeli

Uyuma sen uyuma sen
Kınalıdır kafes kuşu
Canında var kafes kuşu
Altın olsa kafes teli
Yuvam demiş kuşun dili
kuşun dili
kuşun dili

Böyle bahis bu oyunla
Bitmez oyun bu asırla
Döner oyun duran masa
Kazanıyor çelik kasa

İşte böyle bundan böyle
Bu gidişin akışını
Hep birlikte değiştirip
Yazmazsanız kaderini





Size konmaz talih kuşu
Size gelmez talih kuşu
Sözüm o ki sözüm o ki
Zaten yok ki zaten yok ki

Düşler kurup bekler isen
Konmuş zaten konmuş zaten
Bir uğursuz puhu kuşu
puhu kuşu
puhu kuşu


Bilinçlenip bir bilirsen
Katılırsan ön saflara
Atılırsan ön saflara
Kan mürekkep divit ucu
Yazıverir duvarlara
Uçtu uçtu kafes kuşu
kafes kuşu
kafes kuşu

Öter oldu söyler oldu
Özgürlüğü kurtuluşu
kurtuluşu
kurtuluşu







































NYUGEN

Şimdi sana söylerim ben
Ey Nyugen ey Nyugen
Eğer sen bir çocuk isen
Hemen her gün sabah akşam
Bir ekmeği bekler isen

Büyüyünce sakın şaşma
Yorumlayıp bu düzenin
Ayrıştırıp oyununu
Geçip başa tezgahının
Nyugenler hep bir olup
Akıp giden su yolunun
Birdenbire değiştirir
Kaç asırlık mecrasını

Ey Nyugen ne diyeyim
Bir dilektir benimkisi
Kış uykusun yatmaz ise
Bozca renkli kır tilkisi
Bozulursa birden eylem
Emeğiniz boşa gider
Böyle olsa bile eğer
Hiç yılmadan sürekleyip
Bu kalımlık uğraşıda
Sonunda da afyon düzen
Yıkılacak elbet bir gün

Kaç Nyugen yerde ölgün
Yatarsa da boylu poslu
Yeni hayat yeni düzen
Kuracaktır üzülme sen
Nyugenist bir Nyugen!..






















ÖLDÜRÜM








Ala şafak bir at gibi senin başını
Sazların dibinde, su birikintisinin içinde kestiler.
Çırpındı başın, ardından yakıldı şu türkü;

‘Çukurun tam orta yerinde
Hasım kanla görkemli diri
Albacete bıçaklarıdır
Parıldayan balıklar gibi’

Kunar eyaletine yollandı cesedin, çerilerce
Ve o kış soğuğunda geldin, denize girdin
yıkandın, terledin, güneşlendin

Ve karların üzerinde yürüdün gittin
Calgary erlik olimpiyatlarına doğru…

Sonraları, öldüğün yerde
-gecenin ortasında-
ay açardı!

Batıdan eserdi yel ve doğucadan
Kertenkele yıldızları,
kırlangıç parıldağı süslerdi geceyi
kırmızı tüylü, bir kuş gibi!..

Öldüren uçurumdan sevdalar ve dibeklerin içindeki
ve dutların tepesinde, cırcır böceği sessizliği ki
gömülürdün gene yerine ve yürüyerek giderdin
fundaların arasında, çalıların dibindeki
o eski gömütüne…





















REQUIEM
(Ağıt)

‘Zoltan Fabri’nin filmine’


Pista’yı unutmadım,
Aşk unutulmaz.
O kutsal öğlede
Şimdi anıyız artık!

Ölüm…

Istvan beni unuttu
Unutmuş
Belki de unutmak zorunda
Unutturuldu bize yaşam
Belki de Istvan öldü!

Ağlıyorum…
‘Bacaklarının bu kadar güzel olması
organlarının birbirini tanımasından’ derdi.

Kary’yi kıskanmazdı
O kutsal öğledeki
Tungsram kürekçilerini de!

Hâlâ gülüyorum
Ama onu unuttum
Unuttum artık
Onu unutmalıyım
Gyula Pelle’yi, yalnızlığımı

Hannover’in yerini dolduracak titan yok!..



Ağlıyorum!
Pelle, gel!..
Pista’nın günlüğünü vereceğim
Bekle, Babeuf çalışmasını da onun-

Babeuf!..

Aşk unutulmuyor
Yaşam da
Yaşam çekilmiyor
(Çernobil’in değiştirdiği meşe biçimleri gibi yaşam!)

Her şey biçim değiştiriyor
Daha kötüye, daha kötüye, daha kötüye!


Ama onların arabası kadar hızlı koşabilirim
Her şey bana bağlı
Her şey, size!..

Özür dilenip salınacağını düşlüyordu Pista!
Evet, yaşam çekilmiyor
Biedermeyer masası, Rokoko stili şeyler
Vac hapishanesi
Üçgenler
Kareler
Dörtgenler!..

Unutulmuyor
Iolar, Venüsler
Dünyalar, hayhaylar, Triton!

Netti ben, ben Netti, it-te-ben
Aşk! Yaşa Pista!..

Hölderlin’i tanır mısın,
geyik kalçaları
Karaca göğüsler,
Holne’u sever misin
kumru gözler,
İncil şarkıları gibiydi, bazı şeyler…

Maria Nostra cezaevinden gelebilirim
Gelmiş olabilirim, geliyordum!

Aşk çekilmiyor!..

Netti ben, ben Netti! ten-ben
ben-ten-ti!

Yaşam bitti, yaşam bitti…
“Mızrağı flütten geçiriyor hayat!..”



























UMUT ŞARKISI



“Altın saçlı Margareth,
gümüş saçlı Sulamith,
bir aşk türküsü çal bana…”

Umutlu
umutsuz bir yalnızlık,
bir tepede
bağdaş kurmuş
oturmuş.

Umutlu
umutsuz
bir yalnızlık

Güneş
battı
batacak.

Gece olacak birazdan!

Ve akşamın henüzlüğünde
uzaklarda oynaşan
o kıpırtılı
tek-tük ışıklarla avunmaklığı
yine insanın

Ve bunun
alışılmış
biteviye hazırlığı



Ve tam o vakitlerde
ufukta batmakta olan o ışığın
hüzünlü
uzun
ince
çekingen gözlerine dalmak

ufalmak
ufalmak
ufalmak

Ve orada uçurumların
yükseltilerin
güneşin battığı yerlere giden
yorgun
silik
ağrılı

sonu sonsuzluğuymuş gibi gelen
patikalarında kaybolmak…

Güneşin ardınca koşmak
koşmak
koşmak
onun devindiği dağlara
devrilip gittiği vadilere

çınarların
kavakların ötelerine

Yani o gözlenen
beklenen yaşamlara
hakim olmak

ayrılmamacasına sarılmak ona
sokulmak…

ve daim güneşli olmak
daim güneşli olmaklığın
o çılgınca tutkusu.

Ve yine birden çaresiz
atılıp ormanlarına
dağlara vadilere




Onun
önelsiz
sıcak
soğuk
solugan yollarında kaybolmak!


Batak
canhıraş
kurtların bekleştiği orada
yarık
kanlı tabanlarla koşmak

Ve fırlayıp tırnaklarla
yükselip çekimsizliğe
egemen olunmaz
kuşatılmazmış gibi gelen yerlerde
kavuşmak ona
kavuşmak!..

Ve insanlığımın en büyük karabasanı
yılgınlığı
dönüp güneşsizliklere
her bir şeye
uyar olmaklığı!..











































AV
(I)

“Carlos Saura’ya…”



Gök
iniltisiz.

İn-cin yok.

Kayalık
sarp yol!..

Çakıl taşları
kuru, sarı ot,
kuytuluklar.

Boynu sarkık çiçekler
-kovuklardan uzayan gelincik başı-
yakıcı güneş.

Tek-tük tavşanlar
bir iki baygın kertenkele
yılanlar

çorak
ölü bir sessizlikteki
cüce dağ!

Yamaçlar…
dağ güvercinlerinin gurultusu

kayalıklarda
kendi bilgeliğinde giden eşek,
iki ayağı havada
hoyrat köylü.





Uğultular!..
aşağılara uçup giden yabanıl kumru

kuru,
cansız kelebekler
-gölgeler-

Yaralı bir gezegenin
yağmur ve rüzgârlarda
çırpınışı...


Kekik kokusu
yaşlı,
bodur bitkilerle
iyiletim çabaları onun.

Hazırlık…

Yalnızlık
yalımlar
bozkır
sonsuz gök.

Eski köy…
tozlu taş duvar
boş avlu

dilsiz kuyu
yıkıntı
ölgün kilise

Ve Don Hoza!..
ekmek,
topal köylü
kesilmiş koyun,
üç kişi…

Güneş muska
ay üvey
incecik
-tiz pırıltısı seslerin-
yankısı ovadaki…

Ve dağ fareleri ciğiltiyle çiftleşip kaçışırlardı!..

Av!..

Sanki hiç ölmeyecekti
o taş yığınları
o korkunç toprak
-dipte gümüşlenen-
yorgun su!..






AV
(II)



I
Gözde büyüyen ışık!
taşlardan geçen rüzgâr
ağaçta yürüyen güneş…

Gökte çoğalan su!..

Çaşıtları dağ diplerinin
Gök varlıkları -uçsuz bucaksızlığın-
ceninleri, toprağın derinindeki…

Kayalara kazılı ispermeçet balığı!
Omurgası kımılayan fosiller,
-dönüşü yaşama-
Gülüşleri: Aynadaki suda…

Dağ ölü. Dağ ölüdür... Gök gibi!
Gömüt gibi, kapakları açılmamış lahit gibi!
Kara ve ürkütücü. Tozlu ve uçup giden.
Yabanıl ve yaşamsal.

Ak kavruk tepelerdir şu kıvrılan yol
Sönük ayları yamacın.
Patikalar, keçilerin geçtiği
Karatavukların çınlayışı, basık ormanda
-tek ağaç-
Nasılsa yolu düşen…

Çalılıklara sürtünüşü yapağıların
Yüzyıllarca sallanışı rüzgârda.

Bir dalda, yıllarca ve yıllarca bekleyişi kenenin
Gelişebilmek için kendini bırakabileceği
bir memeli arayışı -sütü olmasa da-

Yıllarca, yıllarca sabrı onun, aç, susuz!

Ve bir çoban görünür uzaktan!
Kepeneği, koyunları, keçileri, köpeği,
kurdu, kuşu, yazgısı ve bağlılığı

Gölgesi; ersilliği dağ başlarındaki

Ve yani çoban! Çoban! Çobanı yeryüzünün!..



Hepsi de olur, hepsi de uygun kene için.
Ve geçerler fundalığın altındaki patikadan.
Çobanın elinde değneği, üç bin yıllık?
Çoban beş bin: Koyun sekiz bin yıllık
Keçi on bin: Köpek yirmi bin
Kurt, elli bin: Kuş?.. Karelerle, küplerle…

Ve efendileri çoban. En öndeki!
En gençleri, en çabuk çoğalan!
Hem Kerberos, hem Pegasus
Hem Kentauros olan.

O hem keçi, hem kurt, hem köpek, hem kuzu
hem insan!

Ve kene, kepenekli olanın geçmesini bekler!
Doğuştan bilir ki -soyçekim büyüsü-
Kenelerin atasıdır, orada dile gelir:
Bırakma kendini çalılıklardan, sakın ha!
az daha sabret.

Köpek geçer bu ara, ikinci adam!
Ataları dile gelir kenenin gene,
Zadig’teki gibi sadık ve uysaldır köpek!
Evcildir de ama: Sabret!

-Bir köpek ne de olsa Voltaire’in köpeğidir-
Köpekte geçer çalılıkların altından.
(Bir kuş uçar havalardan…)

Keçiye gelir sıra, kara kuru bir keçiye
Der ki kenenin atası gelmeden keçi:
Sabret, sabret ki,
önce sabretmesini öğren

-Önemsiz gibi görünen şeylere dikkat etmesini bil-
Keçi inatçıdır, uzundur boynuzu, güçlüdür, sivridir,
bir koyundan, usta da üstündür ondan, dur!..
dur ve sabret.

Ve sucul gözleriyle bir koyun gelir
Uysal ve yumuşak.
Ve sessizce geçer çalılıkların altından
Kene kendini bırakmıştır bile
Bir koyun kalmamış mıdır ki geriye
Daha ne bekleyecek
Deneyimlerinin içsel sesini!
Öyleyse bırakmalıdır koyuna kendini
Uysal ve sessiz olana
Yumuşak tüylerinin arasına gömülmüştür bile
-Yıllarca sürecek yolculuğuna-
Yıllarca sürecek tatlı uykusuna…



Şu yalnız ağaçta konaklayan karga
Şu büyücül kaplumbağa, şu peygamber devesi
Şu kerkenez -ölü-
Şu sessizce uçan su böcekleri
Ne arar ki burada!



Yakınlarda bir kaynak
ya da koyakların arasından sızıp giden
-bir çay eskisi-
Akıp giden büyük sulara
Ola ki!

Şu kocakuş’un kanat çırpışındaki göksel umar?
Şu ölümcül ebabil çiçeği
Şu görklü sursal
Şu sümbül sesi!

Ne sonsuz bir doğa
Şu kıraç dağda
Şu yalnız ağaç
Şu deli su -bir avuç-
Şu kuş -hep yalnız-
Şu kuş: Tüyleri yoluk, yerdeki, ölü, hep ölü!
Şu kene, çalılıktaki uykusunda yaşayan!
Şu derinlerden gelen kaval sesi
Az önceki çoban -çıkagelir-
Tepenin ardından, kayaların arasından!
-iki gözü iki çeşme-
Usu: Akreplerin savaşında olan
Örümceklerle ilgili…

Av!
Ölü kuşlardan ne ceninler doğuyor!

Av!..
Ölü ceninlerden şu kuşlar havalanır!

Yaşatıcıdır gök!..













II
Evet, evet
Av!..
Gözde büyüyen ışık
taşlardan geçen rüzgâr
acıkan güneş
susayan yıldız
ağlayıp gözyaşı döken ay!

Gök varlıkları sonsuzun
fetüsleri; doğurucu
kinleri; öldürücü
sözcükleri süren, sürdürücü…

Diken!..
dikenleri o yalnız çıplak dağın
ve kel.

Güneşin tunç gibi aydınlattığı hava
Havanın kurs gibi taçlandırdığı güneş
sabah alacasında.

Çalılıklar! çulluklar, çatalkuyruklar
üveyikler, kargalar, kara kayalar
kült toprak.

Ölü balıkları, boz balçıkların,
balıkçılların, uç uçların, yusufçukların
tözü, canı, andı…

Taş…
Kurumuş tilki pöstekisi taşların arasında
ölü bir sincap,
arıların hücumu, yağların üzerinde gezinişleri
vızıltısı havadaki

Uzaklarda metal kuşların sesi -üç cinsiyetli-
giderek yakınlaşır, uzaklaşır
aygır iniltileri
nice katırların, tayların naralarıyla

Çakal ölüleri, kemikler iri, uzun
küçük canlılar, metal gümbürtüleri vadinin

Yumuşak atları derin sessizliğin
büyücül çın çınları…










Kaldeli kadının döl yatağı sinmiş şu kayaya
Keldanî bir erkeğin menisi, ak köpüğü
Şu ağacın örtüsü güve yeniği
şu taşlar onun görümlükleri
şu sansar, şu kırmızı tilki…

Sündük bir köylü çıkagelir yukarıdan
bodur tepelerden, bir kara ayla
payam açığı gibi allı morlu mintanı

Çöğürler, baykuşlar, çatlak taş, garip kuş, kuşlar
el değmemiş fosiller -Pars homurtuları- kovuklarda
Amnon’dan, Tamar’dan kalan!
el yapısı bir kapsül, şu yerde, alan yok
taşa benziyor
garip bir resim çizili, Alef gibi,
uçan bir araç gibi!

Bir alet evet Dagonluyu şaşırtan.

Çölde kendi kendine yürüyen araç
maddeler ve yumuşak at
ve yol kuşakları ve ateş hayaletleri
sanrıları
‘Uçurum cinslerinin sabah atıştırmalığı’
geçitler, bal kütükleri…





























III

‘Ve ey yıldırımların elektriği
ey soyut toprak
-kıvrık güneş-
mistik rüzgâr
ve inanışlarının su ejderhaları
boğucu.

Tevrat ülkeleri şeffaf rüzgârın
Ey adını okyanuslardan alan İlyas
ey İbrahim’in pürtük atlası
ey Bedir kuyuları
papirusları, bölük pörçük kasıkları
Hudeybiye kumları hey!

Ölüs Uhut cenkçileri
kılıçları, zümrüt kalkanları



Şimşeklerin yoğrulduğu mayalar
Zebur düğünlerindeki peçeli kuşlar
abanî yeşil sarıklar





Ey Mısır kapıları
Kara meşelerin hûma kuşları
yeşil yaprakları rüzgârın
mor geceleri
İsrafil oğulları ey!

Çöl dölleri zakkum tohumlarının
Yedi kere döndüydü üstümüzde Ebabil
ve üç gün üç gece yıldız eksilmediydi Beytlehem’de!

O evde.

Ve karanlık uçtuydu birden!

Ey güneşin çocukları, dağ başı kovukları
karanlık keçilerin şarkı söylediği aylar
Ey on dördüncü gün.
Meşe köklerindeki gizil yazılar, abd’si yaşamın
elifi, epsilonu!






Buzlardaki çöller
Kureyş uluları
Arılara üflenen ayet,
develere yazılan sure
kabakulak kuşları

Davut’un demirindeki giz
üzengisindeki söz
mühüründeki göz.
Ali’nin topuğundaki im
Muhammet’in yüzündeki serlevha

Avcı ve av.
Çekiç, örs, üzengi
ve östeka.
Nöron ve gaz
Kamerî postları Karatay hanlarının
Aşil tandonundaki hilâl

Gece kuşları, postları, kastları, kistleri
Mermerleri Hadrianus’un, hamamı, hamamları!




Kuşlukta dizilen el yazma
-çeşme olan ağaçlar!-
Celile kazları
Yezbûl kızları

Kör aydınlık.





Sarnıçlar
içinde yezit tohumu, içinde bengisular
dağ suları, göl suları, su.

Sucul ay!
İnci döken keçiler
Tifo, tifus benek benek
çiçek çiçek açar sıtma!
sayrır çocuklar…

Keçiler konuşur aylarla.
Mekke çatısında Füsus’un ve Fütühat’ın
yapraklarını ayıklayan cinlerle.





Konuşur gece bekçileri, ederler pazarlık nebileri.
Güneşin, yağmurun ve rüzgârın yardımcısı ejderler
kimdi diye sorarlar? Vesselâm!
bir daha, bir daha, bir daha
Gece kervanları düşer çöllere

Su vurucuları, vurguncuları, büyücüler-
uçan oklar atarlar, pörsük yüreklerine Habil’in.
Hırlamaz bile Kabil ölmüştür!
Cebrail kelebeği ağlar yedinci katta
Bağdaş kurar Mikail
Yorgun Şam öğlelerinde bol yoğurt yerler
Çekirgeler kavrulur duvarlarda
Tozlanır cenin ölüleri…

Kızgın ayak izleri
bir kapının tokmağını vurur geceye
Karanlık bir şarkı çağrılır aya.
On dört kişidirler.
-Atları, kılıçları, okları, sadakları-
ve köpekleri Kıtmir’dir.
Ve Kerbela susuzluktan kırılır.
Ve kartalın gölgesi düşer Şam öğlelerine
katırlar bekleşir avlularda…




Ve Cebrail’in eleği ve meleği ikiz kardeştir.
Ve Dicle kıyısında atlarına kolan vuran cengâverler
Çan onarırlar İskenderiye’de.
Nal asar mal sahipleri dükkanlarına
Avurtlarından çıkar çiviler
Halebiye’de
bakar Hasan
Ömer Seyfettin’lere
bir havsala gülüdür.
























Mezmurları heybede atlıların
Mursiye’ye gittik, Tunus’a derler.
Tûs kalesinde bir baş kesilir derler.
Keykavus mu? -nerede davul dümbeleği-
Yılana döner ölü ağaçlar
El-Bruz ağlar
Kızıldeniz kanar hicri takvimde
Musa topuk vurur
Cizre’de çöl atları yarışır kendi aralarında
İslav manastırlarında kişner eşleri
Tüveyçler taşırız her ne hikmetse
Uçar toygar sürüleri heybemde,
Haykırır Hayyam!..
Mezmur yaprakları uçar elimde
Saçını tarar sultanlar
-aynaya bakar, sellukayla-
Arap olayım bir şey anlamadım anlattığından
ama güzel olayım derler
Kaf Habilleri ağlar en çok
bütün suç onlardadır
O masallardadır.






Peygamber ancak refrefle geçti
Ateşi yardı, kuzgunu içti
yatıştırdı kabaran suları
İbriği deldi, zırh yaptı surelerden
kan akıttı taştan.
Refref bir çöl yeliydi, soğuktu.
Yezbûl dağında geyikler vardı o zamanlar
köpekler vardı
taşta bile kalbi atıyordu kımıltının.
Ebrehe kuştu! Ebrehu yoktu
Ebruhi vardı, var mıydı, ölürdük!

Kuruyan Save gölü vardı. Sıcaktı…








Çan sesinden sara olurdu yaşlı şişman kadınlar
havralarda taharetlenir.
Güzeldi, üç yüz karıydı cariyeleri
Gümüş döşek gibiydi!
Kırlangıçtı gök.
Kokuşurdu ön düğmeleri, çürürdü
Kâbe’ydi. Sümbül kurusu gibi kokardı memeleri
Kum, gagalarından dökülürdü kara yunusların.
Yaşlıydı. Mıtlak’tı adı. Muaviye beslerdi.
Yezit’ti.


Cudî tepesinde otururdu sandal sarayı
Bir çift güvercin havalanırdı Hasanberk’ten
Ekmeğini kendi devşiren yoksullarmış meğer!
Sabır yaprakları gibi sararırdı Behlülşah’ta
Harar dağı sallanırdı beşik gibi
kumrular kavrulurdu .

Üzüm hevenklerinde kuş taşırdık
koynumuzda karanfil kokuları
-kuşların başı bir gider bir gelirdi!-
kayışırdık yeşil yaprak arasında misk
Atlarda kızışırdı, oynaşırdı toynakları
Nur dağının yeleleri uçuşurdu inanın.
Ormanlarda yatardı! alnından iri sular damlardı’

Bedir’de, Yermûk’ta, Hendek’te, Uhut’ta, Kremlin’de
Yemen’de, Kafkas’ta, Hudeybiye’de, Hasankeyf’te
York’ta…

Av peşinde koşardık.
Allah’ın bahçeleri vardı
Bulurduk!..

Av!..

Sonra

Av cinslerinin havalandığı ebrulî konaklar
kokuştu zamanla!..

Aksırıp,
öksürürdük.
Bir dünya arkasında!..










AV
(La Caza)
(III)

(Silinmeyen bir yıldız duruyor orada...)

Sonsuz gök

Yalnız yol,
-katır tırnakları-
güneş...

Eğrelti otlarının yanık kokusu.

Eğri,
saklı ay,
kıraç toprak.

Uzakta,
-yıkık değirmenlerin orda-
giderek küçülüyor
köylüyle eşeği.

Uçurumdaki yuvalarında kanat yayan
iricil kuşlar,
dağ kırlangıçları,
arılar...

Yorgun, bungun havada
dönüp duruyor iki akbaba!..

Yamaçta serçeler,
aşağıda, tozlu yolda,
başı yukarıda; kertenkeleler,
çöreklenmiş yılan,
tek-tük karınca

Uyuşuk,
yankı dolu havada;
-tiz bir avcı sesi-
yel esintisi!..

Dili sarkık tazılar
kaçışan köstebek
tavşan ciğiltisi

Ve öğle güneşinin ıssız
kertiğinde, dinmeyen bir;
si si si si si si si si si si si si si si si si si!..

Bereket aylası yaratan
Esirgeyen
ve bağışlayanın

Sonsuzlayan
sesi…




KÛFE’YE VARMADAN
‘Vuslat’


‘Yel tazılarına binip bütün gece
uçup durduk Betlehem’de’



Eski
sarı surlar

Rüzgârsız
kuşun kurdun olmadığı
daracık yollar

Köhne
taş duvarlar…

Tozlu tepe
sükun içinde yatan yaşlı fundalık

Mezarlık.

Leşlerinde sırtlanların uyuduğu develer
Zağarlar
Ebabiller

Miraç ve minyatürler.

Tüyleri yoluk elif kuşu
El yazmalar
Hacer taşı
Ve alçıdan
her an karşımızda duran
boğuk bir kadın

Ve ırak
bulutsu bir yolda
kolsuz ayaksız
dev bir örümcek gibi parıldayan
El Medine!..

Ve alabildiğine uzanmış
hırpani bir tabiat






Hırpani tabiatı
ölü huylu bir köpek gibi geçip


Dayrül Zaferan’dan
yorgun argın
Kûfe’ye vardığımızda

Anladık ki
çöl ve çığlıktı artık
akıp giden zaman

Uzanıp bir dilim aldıkta zamandan
bir hâl olup

Bab-ı El’e (Büyük Kapı) ulaşınca!

Sinirle asasını toprağa vurdu İshak

Zülâl gibi su fışkırdı kara topraktan

Kana kana içip yunup yıkandık
o çok yüce
ve çok rahim olandan

Ve şehre girmeden geceye kalıp
şehrayin olup suyun başında

kollarımız yastık
eller boyunda

Yıldızlara dalmıştık…

Baktık ki
harlı
kubbeyi yara yara
-seyyareyi kucaklar-

bir sahtiyan ışık akıyor gökte
bir çılgın mızrak gibi de ışılıyor
pul pul

Sadi terkisinde Şehrazat’ı kaçırıyordur belki de
-büyük aşkını-
diye düşünmüştük.

(Burak sırtında gök -Zülfikar elde
çöl ve yeldir de!)











Meğer
Kagoşima’dan atılan bir uydu
değil miymiş bu

kederle ışılıyor
temren ucuna takılı Kur’an yaprağı gibi de
uçuşuyordu;

ucunsuz gök yuvarlarda.

O sıra
ilâhi bir şey okunur gibi oldu kulağımıza

iniltisi çalındı
sesini duyduk
bir inleyiş
bir soluk verişti sanki

Ah ah!..
‘Akıp giden şu birkaç zamanda
Kûfe’den yıldızlara varmıştı hayat’

Ziril ziril ağlıyordu İshak!

Muhammet’le, Yakup
göklerdeki bu peyzajı
göremeden gittiler diye!

Ve bütün gece
kardeşlerim diye haykırıp
duvarlara vurmasın mı kendini

alkan içinde havaları dövmedi mi yumruğu!..

Ağladık artık biz de,
sonsuz
kederle…















İNES MUROYİVES



Arıyorum dedi. Ne Sideral, ne Sinadol, Drakonit bir aydı ortadaki. Akan yıldız sürüleri vardı. Bir yıldız zamanı gittik. Bir tam dönü hali. Bir yücelim içersinde… Bugünlerde dedi, bugünlerde seni bir serpinti gibi seviyorum. Bir yağmur gibi. Şiddeti var.

Ren geyikleri, büyük bir kurs gibi parlayan dolunayın altında, Alplerin yamaçlarına doğru gidiyorlardı. Bir Prusyalı ya da bir Bavyeralı gibi boynuna atılıp -sıkar gibi- seni seviyorum dedim. Bir güz ormanlığının içinde. Sessizliğin sesinde. Soğuk kapımızdaydı.

Zuhal yıldızı kim?.. O küçük, o minik. Sen Kastor takım yıldızı denli görkemlisin, Davut arabası gibi çekicisin. Sen öyle ki: Benim olmasan bile benimsin!..

Uzaksın, ‘Büyük Ayı’ kadar, uzaksın Kassiyope kadar. Uzaksın sevgili akşam yıldızı: Hesparos’um benim. Ürkek güvercin sürüsü Pleiadler, Sirius’tan kaçar ve dişi ayı da korkuyla ve gözlerini ayırmadan ona bakar. Ve Donatti kuyruklusu gibi uzaktın bana!..

Tantalos acıları çekerim… Her işkenceyi severim ben!.. Çünkü sevmekten gayrı işkence bilmem. Çünkü ‘ayrılıktan gayrı’ işkencede bilmedim;. bilemedim dedi… Orion’un köpeği Sirius. Avcı Diane ile yarışır ve ‘dişi Ayı’ gene ona bakar ve bir yandan da kutup çevresinde dönenip durur… İranlı, Aslansı, Elensi yıldız yağmurları gökte… Aşk gibi, sevmek gibi her şey.

Ürkütücüdür sevgi. Tanrıların habercisi İris gibi gazabı: Azabıdır. Gümüş çiğ taneleri -ki İris’in giydiği- öldürür. Yaydığı ışık ok gibi deler yüreği. Ne Hûma kuşu, ne Hünnap ağacı, ne de Hünsa bir kızıllık yok edemez sevgiyi. Uhut, Hudeybiye ve Bedir’de bile ararım onu. Er de-Hayber’de, çölde ve yelde, uzakta ve yakında, burada ve orada, hem yerde hem gökte, yani Kapella’da, Vela nebulasında bile olsa yani ararım. Severim seni, yüreğimin ta içinde!..

Rüzgârların uçurduğu serviliklerde avcı: Vahşi bir kuş arar. Ürpertiyle dolanır şafakta. Kuşluğun canlıları kuşluğun kulları ya!.. Ağlama sevgilim, yaşamanın sessiz körlüğü ve donmuş ağaçlar arasında, senin için ok atan, yay çeken Ağustos böcekleri var… Apis gibi kutsal inekler -sevip sevebileceğim tek ruh- (sen) ve Minerva arasında kalsam bile, her anımsayışımda Erdanos ırmağına düşeceğim senin için!.. Afrodit’im, Pegasus’um benim.

Karardı Habeşliler yanarak… Güneş, her sabah Habeş ülkesinden göğe yükselir: Güneş tanrıyı oklarıyla tehdit ederdi Herkül. Güneş, bu cesaretinden ötürü ona kayığını verir, oda devler ülkesine giderdi. Güneşin oğluna arabasını bırakan güneş, bir gün bu hatayı yineledi!.. Dağlar tutuşur, Libya kuruyup çöl olur, Habeşler bu yüzden yanıp kararırlar… Bunun üzerine Jüpiter! Güneşin oğlunu vurup öldürür! Cesedi yanarak ta kuzeylerde akan Erdanos ırmağına düşer. Ben de düşerim… Umarsız sevgimden.

Mira yıldızı kurtarsın seni, güneşin paralaksı, tan olayı… Ptoleme, gök küresinin günlük hareketinin gerçel olduğunu söyler, Peru’da 56753 tuvazdır meridyen yayı. Sev artık ey ruh!..


Eğer Hesparos, Venüs’ün buyruğuna uyup, insansı düğün alaylarıyla gelirse ve ayın sevgilisi Latmos dağındaki bir mağarada, sonsuz bir uyukudaysa…

Neden olmasın sevgilim: Olimonaos’un sadakatsiz sürücüsü Mirtilos ölür, İda dağının su perisi ve kutup yıldızı ellerimizde, -uçuşan buğday başaklarıyla- bizler doğarız!.. Çünkü: İnes Muroyives.
Anlaşılır…







SÜMER’DE




Benim kuğu kanatlı karıncam,
cilâlı taş piramidim,
Anka’m!..

Sen ölmedin!
göğün maviliğinde uçarsın

en pahalı servilerden elde ettiğimiz sıvıyla
doldurduk içini senin.

Karnaklı rahip, uzun adımlarıyla gelip
sana dedi ki;
( İnan sevgilim, öyle sevinçliyim ki )

‘Sen tanrı oldun!
ama dünya varsıllığı da senindir
okların, kılıçların, muskaların, renkli giysilerin,
sürahilerin

Her zaman seninle olacağız
taze kanın yine dolaşıyor bedeninde
ve sen, yaşıyorsun!..’

Gerçekten Semiray, o rahip senin ağzına eğilip;
-iki kez-
‘yaşıyorsun, yaşıyorsun’ dedi.

(Ve elindeki can tözünü
-tam üç kez-
alnına doğru
üfledi…)














HAİMON










Haimon…
Ne güzel isim bu sevgilim!
Öyle mutluyum ki bugün, çakıl taşlarının arasında

Pan’ı görüyor musun, ilerde, kayaların içinde
nasıl da flüt çalıyor

Ordan oraya da sekerek
keçi ayaklarıyla

İniyor aşağıya,
yürümek istiyor belki kıyıda…

O tanrı ama!
aramıza girmekten
çekinir gibi de hali var!..

Hey Pan!..
Palamutların arasından in,
çalıların yanından geç
ve lütfen şarkın susmasın

Haydi sevgilim,
‘Eolünle eşlik et ona!’
göklenip
çağlayalım!..






















GÜLENAY
(I)


'öyküseme'


I
Kasaba
ıssız
tenha…

içimde kocaman bir kafa
süsenli susa yolu
aşağıda

Yamaçta, pörsük
bitkin evler

ortada avlu
sıcak
tozlu…

Kerpiç köşelerde, kulpsuz testiler
ilerde yerde
kirman ölüsü
elinde eski heybe
çember gözlü bir köylü

Eşik önü üzengiler
örenli yol
çalı süpürgeleri
toprak sekiler

Somurtkan tek-tük çocuk
hava uyuşuk
güneşin son demleri…


Güneşin son demleri
süzmeler altında akşam üzeri
usun gizem, elin dizgin
at sırtında köylüm

Güneşe giden yolda
bir efsane kurtarıcı gibi gelir insana!..





II
Sekilerden düştü çanak
yuvarlandı
köylü döndü baktı
çocuklar başladı çelik çomağa
kısrak hızlandı

Ufkumdaki sağ’nak
dağıldı…

Kasabanın ortasından geçer Dereçay
dibinde Derepınar

Ah kızlar!
ellerinde senekler pınara iner
Peşi sıra oğlan götürüp
sularla döner.

Ötede mahalleler
göçkün

Kaygın tepeler
Dereçay akar yamaçtan aşağı
sayrı…

Sellerde azar
kurakta
kaybolur toprakta…

Susa da yürükler!
mahzun eşekleri
develer
telgraf direkleri
-ak fincan-
çan çalar göksü boncuk
çiğ tutar kozalaklar
çöğürler
ağlar potuk!

Taş üstünde çıngılar ardıç kuşu
uçuşur ilk güneşle

kalkar buğu
gider katar
iğdeler baygın kokar
ardılır yollara
sarkar…









III
Çay yolundan geç,
susa yolu
altı bağlar

Bağlarda yeşil yaprak
kocaman salkımlar
-ağır-
kucaklamakta çocuklar…

Bağlar bereketli, şaraplar keskin
bereketi az bulan bir köylüyü
komşusu etti teskin.


Bağ bozumu…
geçtik sarı sıcak tozu
atladık hendekleri
döktü kavak yaprağını

Güz ardı
çıktık taşlı yolu
sardık çubuğu!

Akyel…
çakallar buydu!


Köy altlarda, ışılak
doğal bir kuytuda
-pırıltılı-
yanıp sönen töz
bitişik aklı-kara bin göz
derin uykuda!..

Erken düştü yine
göğün billur dölü
ak gülü
gayrı bu kışta
bağları vurmasın dolu!..

Sevine sevine
geldik gülün evine














IV
Bağlar üstü, susa yolu
yolun kenarında ev
önünde servi
Servi dibinde bir kız
bekler sevdalı
bekler Mecnun’unu
ağlar geceleri
köylüler bilir bunu
Bu bir sevda öyküsüdür
yıllar öncesinin
‘Sevda Türküsü’
ansınır
dinlenir


Durgun akar Dereçay’ım
Çocukluktan var mı payım
Nerde benim çocukluğum
Nerde benim Gülenay’ım


Gece…
kandil ışıkları
kara, zararsız gölgeler

Susa,
altında çay
üstünde bir demir köprü-
köprünün ömrü
törpü…


Köprü üstü, bir kız bekler
bakar çaya
yaldızlanır hayali
bir derin türkü yakar köylüler
söyler efkârlı…

Çay bana çok uzaksın
Sarı bulanık akarsın
Bunca yıllık hasretimi
Bilmez gibi bakarsın

Evlerinin önü servi
Çaydan gitmez hayali
Yıllarca beklenir mi
Bu kız çaya sevdalı








V
Geç vakit
susa yolu, karanlık
altı bağlar

Bağlarda yeller eser
ıslık çalar
sevdalı…

Bağlarda hasret ağlar
Mecnun’dur adı
görünmez

Yıllardır, üzüm irisi gözyaşları
süzülür içre
içi ağlar bilinmez

Bağlarda uzak bana
Uzaktan haber bana
Sevdiğim gitti gelmez
Onmazım gayri ana

Bağ da artık el bana
Barışsın diye ana
Sarıldım kana kana
Bağ da artık el bana

Köprüde Gülenay
bekler köprü üstünde
altında çay
üstünde ay!

Ay Gönül’e bakar
Ay’a Gülenay

Ay bakar Gülenay’a
hayali düşer çaya
bağlarda bir hasret ağlar…



















VI
Demir köprü
ömrü törpü
bekler Gülenay’ı
Koyu karanlık gece
bulutlar örter ayı

Gece hasret
sardı yolu
bekler köprüyü
-karanlığı-
çayı…


Bekler!
çaya bir taş atılır
dağılır yaldızlı hayal
çay küskün
darılır!..

Vurur köprüye dalgaları
sevdalı…

Vay, bu küçücük çayda
ne büyük gelgitler var!

Bu gelgitler:
bilir bunu köylüler
Gece!
servilerden
sarkmakta
ay!..


Köprüde bekler Gülenay
geçer yıllar
umutsuz
Köprüden çaya kayrak atılır
gelmez hasreti
anılarda saklıdır

Bir adım atmaz
ürkütmez karanlığı
köprü üstünde
bir kara sevdalı…









VII
Bu gece çok karanlık
Gülenay
içimde koyu bir his
-gelecek-

Ortalık sis
yollar…

Ömür hasretten tutku
Gülenay,
-son umudu-
sevdalar sardı ufku
geliyor!..

Susa üstü bir sarı şeytan
-ok gibi gelip geçiyor ışıktan hız!-

Yıllar…
kaybolur gecede akan bir yıldız

Rüzgâr…
Siyah saçlar esintili
uçar dağılır

Ay kucaklar üzünçlü Gülenay’ı
Gülenay umutsuz
yiter karanlıkta
yaldızlı hayali…

Bu gecenin düşü
simsiyah gök kuşağı
çıldırmış susa yolu-
altı bağlar
sayıklar…

Susa yolun altı bağlar
Sevdan ellerimi bağlar
Bu sevdadan umut yoktu
Köprüde bir ceylan ağlar















VIII
Gülenay…
gece vakti
bu şehir
yitip giden iki nehir!..

Kalbim dağlı
gözüm seyrir…

Bu şehir yedi tepe,
mülti milyon koro müzik
eski
kulağım paslı…

Yüreğimde Pan çığlığı!..

Uğultu…
fırtına sonat çalıyor
gök gürültüsü çekiç
başım örsleri…

Uzakta
kara hasretten örtüsü
sessiz, kapım çalınıyor!

Bayırlar, bahçeler, bağlar
dingin sevda beni çağırıyor

Gülenay, dur bekle!
atıldım karanlığa

Karanlığın elleri
gecede bir kırlangıç
vardık hayale
beraberce…


















Ey benim kalbim!..
Gülenay,
aç kapıyı
bak dinle

… saçlar dalgalı aklı
sümbül yerde

Ay saçların örülü
vay saçların!..



Gülenay, bu sevda…
bu sevdaya -tanrılardan- yok izin!
bu sevda
bu sevdanın aklı
bu karanlık gecede saklı…

Anılar
anılar
ay!..


Gülenay,
ay battı!

Geceli bir sabahtır.

Sevdamızı
sevdamızı öldüren,
şu değiştiremediğimiz
hayattır!..

Gün
-beton yığınlarının arasından!-.
ışıklarını
yaktı…













GÜLENAY
(II)



















Ova
uykulu gibi!..
Susa yolundan akıp gelen kamyonun
incecik geçişi.

Çökilyas
kar kuyusu
Kabâç.
Gülenay’ın Yazır’a gelin gidişi…

Sindel
Şarlak
Kırkdere
Serenli kuyu.

Buğday başağı
Üyük, Batal
Bağlar ve kör köylü!

Kızılcık öyküsü.

Akhanlı cambazın Akkuyu’da ölümü!..

Dere dibinde sümbüller
kerpiç evde kasımpatlar vardı .

Kokardı…

İlkinsil aşklar
ilkinsil yaşamlar vardı orda.

Ergendi gün.


Bir çocuk
Bir çocukluk sevdasına
öykü yazardı.

Öyküsemeyle büyürdü çocuk

Gözden ıraktık…

Işık pınarları
Kutsal orgazmlar
Dinsel büyüler…

Güneş arabasını çeken atlar
bayırlar vardı.

Parsambalar ışır
Sular akardı…

Aslanların gürzü,
Kaplanların hışırtısı,
böğürtlen içlerinde gezinir

Yel kurt yeniği eşiklerde böğürür

Yavuklular çığırır
Ağustos böceği hırkasını
dutlarda bırakırdı.

İtinçler tortusunu kine dönüştürürken
Ve Esebi uyurken eteklerde -güpegündüz-

Ve horozlar seslerini döğerken örste
Sütleğenler süt verirken arıya
Ve yaşam ersilken alabildiğine

Burçaklar soyluyken!

Yaban otarlı yarıklardan fışkırır

Dişil tepelerden
göklere yükselirdi

Kuduz bir şafak tansığı gibi!..

Kayışırdı kasıkları yaratanın
ikide bir.












Ey yolcu
Gidenler geri dönmez

Esebi’nin anısı
sırtında bıçak yarasıdır!

Gecelerin karadır senin

Hamurun açmaz.


Göklerin aç
Öküz öldüren soğukların bilâç


Uykuların çığlıklı
kan çığırırdır.

Geçmişin uyur.

Özün sözü,
Çocukluğun tüymüştür senin

Bir dölüt kuyular karanlığına…






























GÜLENAY
(III)









Ne güzeldi Gülenay…

Anızlara salınmış eşek
önünde otlar

burnundan solur
dalgın.

Tümsekler rengârenk.

Yukarda arı kuşları
ötüşür boyna
girdap çizer kırlangıç
çığlıklı.

Bir alakuş
iner aşağılara
kunduzlanır köpek

Dertop bağ çubukları
sırtında gökçe kızın

taşlı yolu çık
sürsün köye doğru yolculuk…

Şuradan gelen halan
çocuklar
üzüm çalacak
saklan
koş bağlara
çalsınlar korkusuzca
dolsun sepetlere üzüm

Onlar doğrulur sen büzülürsün
Onlar büzülür sen doğrulursun!

Biter işleri!..







Yamaçtan bağırır biri
-Cem türküsü gibi-
kelebek sesi

Türkân! Türkân!..

Önünde keçileri
‘kulağında sellukalar’.

Gülsüm geçer üst yoldan
-göz gözesin kabir kıyısında-

Sevicil, ürecil bakışlar
üzünç yaşamın kendisidir burada

‘güneş Hititi yürekler’
burun kanatçıkları kurslu.

Ses verir kızılcık
çekme otu
gündüz kızı
öğle kızanı.

Sevdalar büyük
özler içredir
taşlardan ağrı.


Gökte delice yankı
çöğürlü iğde dalı
türküler söyler…

Çınlar bilgece:
demirci Ömer gülüşü

Yeller böğürtlende ağlar
özlemi; kaplan sesi!

Dağlarca sevda
sığmaz ovaya
obaya
yurtluğa

Efkârlan gönül
ağlan işte
sızlan!

Akça armut diplerine uzan
Esma’lar bağına.








Ay düşler akça çiçek!
sarıca arı
çakar yalım
buğulu tepelerden
sevdalı yüreklere…

İşte! Aş bakracı elinde
kız kardeşin geliyor
Ülker yıldızı kıskanır gökte
bu ne güzellik
-Pervin ışığı-
Süreyya yalımı!

Bulgur pilav buhuru
uçup gider havalara
güneş; ortanca gülü
bir örge kral
-Hero aşkı!..-

Yılanlar uyur burçta
kirpicil köpek
diker başını

Tunç kargı gibi deler sessizliği
-gelir yabancı!-
sopranî kızların acılı türküleriyle…

Hışırtıyla gelir o
gökler üstünden!..

Hey! uyku tanrısı Hipnos
muska dökecek!


Sevgili uyur koruda
yitirmiş büyüsünü
yitirmiş Kirke’sini zaman…

Perili patikleri
Bakır bebekleri
Gümüş sözleri!

Sözleri: Hey, göktaş atın bağlara!..









Sarı ot toplasın çocuklar
alarsın yumurtalar
parlak tüylü kır tavuklarının.

Körpeler, acı elma toplasın
ah deliceler!
bozuyorlar oyunu

Çiğneyip salkımları
koşuyorlar tanrısızlığa.

Kelterlerde delibağ üzümü
kuş dilinde tadı var.

Şu örenden atlayıp kaçan kim?
ah, seyirtin ardından!

Ursa majör sesleri!..
ya şu zıplayan neyin nesi
kırık bir kaplumbağa
yaralı bir tilki…


İkindi oldu artık
Diomedes gölgesi
vurdu kütüklere
-sindi kargı-
üşüştü güneş çokak aralarına
kuşlu kurtlu salkımlara

Yorgun gediklerin büyüsü bitti…
-arama artık-

Yitti ‘Leandro’ ey ruh
yitti!..

Koşun çay yoluna
alın tası toprağı
heybeleri torbayı
pılı pırtı denklensin
ağdırmasın kelterler

Sürün koçları
koyunları
gök sursalı atları
deli çıngıraklı kibirli keçileri

yankımalarla, çınlamalarla




Yeşil gülüşlü ayı
haydi düşün yollara!..

Köy göründü işte
cinler, periler
sıvıştı tepelerden
kerpiç evlere.

Çıktı ay
çekildi tanrılar
tanrıçalar
kirkit gözlü baykuşlar
sardı geceyi.

İnlemelerle!..



Ey ruh!
Alacakaranlıkta
yanık yüzler geçerdi ömrün içinden

Oysa senin ölümlü bedenin
doru atlar ve karanlık yüzlerle çatışırdı hep.

Zaman ki, -utanasın-
gece gülüşü yaratıkların arık dölleri
giyitsiz ve yiğitçe kemirirlerdi döş yerlerini
çaylarda bile!

Sen ki,
naylon çiçeklerle yaşadın
yazık - size!..






















GÜLENAY
(IV)






Baklan ovası sonsuz…

kaldırılan harmanlar
gece ateşleri!

-Ekinler fısıldaşır kendi arasında-

yel tanrısı başak boyu!

Anızlar ayaklarından başlayıp
düşlerine giriyorlar bir atın.

Gözyaşı döküyor kan dökücü kızılcık
oraklar parlıyor göğün güneşinde
çavdarlar kavruk
dağlar bozgun dev.

Susa boylarında
tırpanlar, ananatlar, dirgenler
çift yüzlü Janus’la gövde gösterisinde!
sokularda yatıyor
öz kardeşleri…

Sönmüş bir sevinin külü içinde
avlular tutuşmuş
tanrı Pan ve Promete
Pandora’yı kente kovmuş…

Çocuklar öğle sıcağında
küçük heykelcikler gibi oturmuş
geçip giden bir uğultuyu dinliyorlar.

Sinekler küçük bir tepside
durmaksızın dönüyor
vızıldayıp duruyorlar
bir pekmez lekesinin çevresinde.

İlerde, eşek üstünde adam
bir başka leke
kasketi ufo!

Yanında yürüyor kadın
bir erkek göğünün altında
yüz yıllardır uyuyakalan
Persephone o!..

Sessiz ova…

Dağdaki kar kuyusuna gidiyor üç delikanlı
bir sırtı tırmanıyor yanık bir türkü
geçen yılkinin ölüsüne
ağlıyor öteki.

Yaşlı ananın sessiz ağıtı da
hâlâ dinmedi.

Develer geçiyor susadan
’Altın ve varsayım diyor biri’
ıslık çalan kel ağaç.

Bir hörgüç kaplıyor ovayı
kulaklarını dikiyor köpek
-dikenlerin arasında-

Yalımlar,
çekiyor bulutları.

‘Ürküştü keçiler örenlerin yanında
bir yılan çöreklenmiş orada,
arıların konduğu parlak deri;
sallanıyor rüzgârda.’

Ah! ölümün güzel yüzü
Enlil geliyor bağlardan
taş gibi de sessiz
-krala benziyor-
ve kuyuya baktığında artık
akrep olan yüzünü görüyor.

Köy yoluna sapıyor bir çocuk
ilk evleri bırakarak arkada
geçiyor kümesleri
gürültüyle bir tavuk
sıçrıyor kart ağaca

Ve aşk tanrısı Eros
sarı bir ok düşürmüş;
şurada!..

‘Üç avcı kendi cesetlerinin önünde duruyor!’
bir at kişniyor aralıklarla
bir silindir sesi geliyor
çalışan bir motordan
garip bir yankı yapıyor kerpiç duvarda
ağarıyor gözü atın
karanlık damda…

Uzaktaki tek ahlatta saksağan
selamlıyor köyün delisini
aylak tanınan birisi
el sallıyor uzaklara
kimsecikler gözükmüyor.

Solgun ay tepede
soluk bir tılsım
körelmiş bıçkı gibi

Orak ve muska sarkan boynundan;
geçiyor yorgun
bir kız çocuğu.

Solgun ay olacakmışsın usta!
göğün soluk yüzlü egemeni
gözetici, esirgeyen

Oturan bir köylü kalkıyor ayağa
gelen çorak topraklar beyi
Mollismil ağa!

Bir sarı kuş yukarıdan gelerek
uçuyor aşağılara
kurşun gibi çıvıyor
peşindeki kuzgun
ensesinde pençesi
küçücük bir çalıda
pırrr sesi!

Gece…
ay ışığı gölgelere sarınıp
iniyor dağdan
dağ haydudu tilkiyle sansarların;
sesi geliyor dışardan!..

Aşağılarda
kabirlerin sessizliği
çıldırtıcı hareketsizliği öte dünyanın
sursalları çürümüş bir mezardan;
doğrulan ölüler
ne kadar da pişman!..

Saçları kara örgü
keten çiçeği gözlü
bir kız geçiyor bu dünyadan
-gölgeli yüzü-



Karanlıkta kırık bir aynaya bakıyor biri
bıyığını buruyor kendisiyle
oda genişleyip uzuyor
kemik tarak sesinin cızırtısı
kesiyor evi
kapı aralığında gülen birinin
kireç dişleri




Güneş doğuyor
dünyanın en yavaş halinde…

Ambarı boşalttı samurlar
dişleri çuval
delikli farelerle
ibikli cinlerin
zamanı bitti.

Bitti Diyonizos oyunları köyde
bitti Ditramboslar!
fincanların şarkısı bitti
bitti karanlık denilen
şey…

Küpesini çıkarıp
yatağa uzanıyor biri
kış çünkü
kör bir fener ışığı
altında dev gölge
en ağır seslerde uçtu
zaman
teneke biçiminde!

Garip bir kalabalık
türküler söyleyerek
iniyor bayırdan
ak mintanlar, boz serpuşlar, çarıklar
köyün kapılarına vuruyor köy!

Duyulmaz hafif bir rüzgâr esiyor!
Kokis Cafer geliyor anne
Kokis Cafer geliyor!..

Öldürümü gördüm;
her yer alüminyum…

Uzakta ağlayan Hiroşimlerin sesi!..

Ve açı
-biraz daha-
eğriliyor.













GÜLENAY
(V)











Bir top sarı arı fırlıyor çalılıklardan!

Baykuş sesleri
derelerin çağıltısı

Yüzlerce ötücü kuş şafağa karışıyor

Ağaçkakanların takırtısı
aslan ve kaplan narası
geyiklerin dişilerini çağırışı

Kargaların kavgası
çiftçi kuşunun gagası
tavşanların ıslığı
fillerin homurtusu

Maymunlar konuşur
papağanlar söz eder
ağustos böcekleri ağlar!..

Kurbağaların şarkısı
kırmızı Koçalak kuşlarının
sevdası vardır.

Yılanların türküsü
yaprakların hışırtısı
göklerin gurultusu

Dağların karları kucaklayışı
insanların bağırışı
yas tutmalar
çayır mırıltıları…

Ve sonsuz tepeler vardı
ve sessizce uyurdu kabir taşları
gölgesinde sursal otlarının.




Keçiler oğlak doğurur
inekler sabi süser
koçlar payam açıklarından sevi toplardı.


Ve güneş hörgüçlerini salardı ovanın karnına!

Cadı fındıklarının olduğu yerden geçip
narlıklara doğru giderken


Hera kollarını kavuşturup
Dafne kokulu odasında
bizi düşlerken!

Bizi düşlerken Hera
köyün çanları ve çamlarının ardında
kuzular ve oğlaklar vardı
köyde utku olur mu demeyin
utkunun burçlarında sevişirdik kızlarla
yaslandığımız her tümseğin ardına
fesleğenler doluşurdu
ilerde çubuklar, çalı çırpılar
ak taşlar süslerdi yolları köye varana dek

Düşlerinde
tozlu bir Kur’an’ı kucaklayıp
eski bir Tevrat’ı berkitirdi köylüler!
Erato’nun ağzındaki kılıcı
Anteros’un kamasının ucundaki
mersin dalını
kimsecikler görmezdi!

Kuytularda ölüm gibi çiçekler açar
dev gibi labadalar
ortalıkta gezinirdi.

Kim bilirdi ki;
‘Parlak şeritlerin ve beyazımsı
patlamaların dolandığı kurşuni bir hiçlikteyiz…’
ve göz yaşartıcı bombalarla Palestin’de
ve Şırnak’ta
üç yaşında çocuklar ölür.
adı, Narin Jihad, adı An Nahajna, adı Roje’dir.

Bütün çocuklar narindir aslında
ve bütün çocuklar gül…
kim bilir…

Kim bilirdi ki silahlar çocuk öldürürken o ellerde
kandan uzak bambaşka bir yerlerde
sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi!..



Sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi ama
bu harımların içinden geçerken
sarıca arlar soktu iki gözümü de anne
yılanlar derisini çalılara bırakırdı bir zamanlar
çakallar yemişti koca bağın üzümünü


Kızılcıklar vahşi ve güzel
şeytan çanakları yabansı
kızandı ergenler!

Hangi tuğlu derebeyinin köpeğiydi
tozu dumana katıp gidenler!

Bu köyde geçti çocukluğum anne
çerçici, haşhaş küspesi
ve ölüs gagalı tavuklar arasında

Yurdumuzdu bozkır
ortalarında kızaran eşekler
renkler içinde geçerdi önümden
-ikindilerde-
çok yıllar önce…

Ve toprak tencerelerde iç buran buğusu köylerin
kuyu suyu gibi ağlardı anne
ay ışığının susması gibi
gece yarılarında yitip giden çayların
bağırıp, çağırması gibi!..

Körlerin küreklere asılması gibi gidiyoruz anne
-ummanlara mı, sahillere mi-
bilinmez…























GÜLENAY
(VI)

‘Ey İsabey kasabası
ey demirci Ömer…’

















Taşlık, uzun ince yol
çıkıyor bir firavun keçisi!..

Ceviz ağaçları, kasisler, gümeler
uçuçlar, yusufçuklar

Doğa bozbulanık
çalılar, kara, küt
çalı dibinde mandolin çalıyor
yitik bir Zerdüşt!..

Takırdayıp, fokurdayan
yorgan, yatak ve kasalarla
yüklü
sümüklü
inek gözlü arabamız
şimdi çıktı sapaktan

Kapıslar’ın Austin bu
İsa’ya altın ve mirrah götüren
Kimmeryalı;
sürücü!..

Enlemli, hırıltılı, bıktıran bir akıntı
yol.

Sputnik hızıyla uçan güveler
bu otomobili Zıpır Yokuşu’nda geçer!
telefon direkleri kalır geride…


-Kuşkız- bekliyor ilerde
sarı yapraklı servileri geçiyor şimdi de
Gorbonya yelpazesi
ve deniz fili tutuyor elinde bir çocuk
susa önünde…

Salmakis çeşmesinde
-kırılır kuyunun altın çıkrığı-
şalvarlı ve ilgisiz bakıyor köyün ahmağı

Şanlı kapılarının açılışı teneke arabanın
Merkür’ün özel kavisi, Mulden’in gizi
sapı sarı püsküllü bıçak
ve burçak
çıkıyor!

Araplar Tepesi’nden iniyor çocuklar
çocuklar iri
birer Kiklop heykelciği

Ova gerimsiz, dingin salınmakta
kuş kız bekliyor hâlâ
Kabil’in gözü gibi güneş
sıcak!

Hınçak kızı gibi parlıyor öğle
gülünç otlar ve kertenkele
‘bak Sümer kuşları geçti üstümüzden’
tam ortada, çıtlıkta
Direkçi Simon gibi duruyor baykuş
ırmak akmakta
yaşlı kerkenez ki
-Merovenjlerden kalma!-
Meandros’a doğru gidenlere
değirmenlere
bakmakta!..

Aynanın kapağındaki süs; fil
dağ yüzünde uçuyor bir ebabil
gölgede sallanıyor salıncak
gölgeler Habil!

Aşağıda mezarlığın orda
hünkâr kılıklı biri uyuyor
teke postunda
yanı başında
bir eşek ölüsü uzanıyor günlerdir
başında saksağanla







Bir aygır çiftleşiyor ötede
renk değiştirmeyen kaplan
ve genç bir beygirle.

Elinde bir kürek ve bir çapa
uyumuş kalmış köylü
taşların dibinde.

Bir zamanlar
iki kez yaşamıştı
eski Kedrai’de!..


Güneş tam ortada; Newton elması
sonsuz Gibeon
kaynayıp yoğrulan
yılan, yıldıran
yenilmez içilmez altın bir kaplan
kasırga

Ateş evlerinden çıktı bir kadın
hamur yoğurup ekmek açıyor
karnı, Gilead dağı kadar şişman!..

Dilmelerin arasından
uzun uzun baktı bir vartuvaria
yıllar önce püskürttü bu canlıyı Kronos
buraya!..

Göğe çevirip yüzünü oda
öylece kaldı…

Gökte bulut
gökte kavil yapıyor
melekle
Yunus bir çocuk!

Çok öteden, dağın üstünden, tiril tiril
tahta kanatlı bir uçak süzülüp geldi
tam tepemizde durup ‘kaatlar’ attı
sürüyle pusula

Yanıyor Çakır Düzü!
ve yitip gitti ufukta
dam üstünde kızlar el sallıyor hâlâ.

Şaşmazlar’ın gramofonundaki şarkı
yine başlıyor.

Pervizat’ın şarkısı
Pervin söylüyor;
‘Hançalar’a varmadan
aşk şaşırttı pusulamı
Alafakıllar’la Zeyve arası…’

Yapraklar uçuşuyor havada
-dolunayla gelen Grunionlar!-
pilotlar attı
çocuklar çongalaştı o noktada
bir kaplan alacası!



Dağ yönünden, elinde Finike fenerleri
patırtıyla iniyor, avdan dönenler;
çulluk severler!

Değirmene gidenler
ceviz kokulu yolda

Mırıltılar gizlenir düvelerin koynunda
rüzgâr ulur, sahip kişner, atlar yol alır hızla!

Semerlere kurulmuş kimisi; katırlara
yürük havası çekiyor



Dağ şarkılarıdır hepsinin astarı!
esrik, kızgın
yeller getirip sesleri
palas pandıras sahibin yüzüne vurur
kendirler yatışır, sırtlan ulur
gezegen soğur, ölür gibi olur.

Yelde yüzer cisimler, toz huzmeleri
kın kanatlı böcekler

Kızışır hava birden, dutlar fır döner
ovada toz bulutu

Sazlar arasında
beygirler dörtnal
Zuhal’e doğru!..

Dağ yeli indi aşağılara
arı kovanlarının sesi!
deli yel kâh burada, kâh kovuklarda
-çılgınca sevişip arpa yolumun da-
kendir kenevir kırımında
ime time karışır az sonra

Keten gözlü kızlarda
Pervizat’ın gözyaşı…

Toprak kuru, engebeli
çünkü; kendi gözlerimle gördüm Sybil’i
Kevser gülü memeleri; pörsümüş
girintili, çıkıntılı

Şu ilerde ağaran oma kemiği; bir öküzün olmalı
haneylerin dibinde bekleşen kadın
bakıp ona
değneğiyle toprağı eşeliyor

Yaşlı çığlığı
Simurg umutsuzluğu!
saçı; Nijima kuyruklusu!..
yüzü; Şanidar…

Geçmiş zaman figürü arıyor orda
buluyor bir pena
ut’u çürümüş
ve büyük yorgunluk üstünden
akmada…

İki tepe arasından akan dilin
müziği geliyor kulağa
palamutların yanında.



Ovaya dek oynaşır, tek düze
üzgülü, bu küçük su

Ağlatıya dönüşmüş
İskandinav döşlü
miyavcık düş
Homerik gözlü
kimseler uğramıyor yanına
yutulup gitmiş örümcek ağlarına

Tek ahlatın sırıttığı çorak tepe
az ilerde yatıyor
kurumuş Hitit güneşi
kurumuş sümbülleri

Gülenay ölmüş dibinde…
-hijyenik oklu-
bir satyr almış kollarına
bakıyor yatıp da
sonsuz bir ufka

“Kucağında ölü kedi...
uyudu Kidron vadisi!..”










Akşam…
‘Göllerde bu dem bir kamış olsam…’

Gece kolcusu!
ağlıyor bir geçmişe
senyör Kesada’nın ruhu!..



Köpekler gölgelerinden korkar
koyunlar sokulur birbirine
Kokis Cafer gelin gözler!
yılanlar gider evine
çoluk çocuk pusar
Alâattin Lambası’nın dibine
baykuş öter!
ve dağın beri yüzünde
koşuşur tilki, bakınır sansar.
kasıkta uyuyan kene
at döşü, yeşil sinek
biçemle kesilmiş yele
pire, bit, deve
tahtaların arasında yiten
pullu bir kertenkele!
arpa yolumu
günahkâr teke
Sodom ve Gomore
Lut’un utu
ayağı; buzağı
büzük zaman


Havva Elması gömüldü
dağın yarığından!

Ve düğünlerin
ve toyrakların karnına
bir kılıç saplar
görünmez tiran.

Dağ güvercinlerinin ölüm sızısı
şu bağıran ve bağrıma oturan
at ve adam
sıska kavak
düşük kargı burada yaşam

Burada yaşam
çalılara bağlanan uğur bezi
mitik, yitik bir
Pisagor hipotezi




Akşam
çıldırtılar saati başlamak üzre
şakacı tanrılar gitti
bitti ikindi, bitti

Dağ açtı apış arasını
battı gün
doyumsuz
uslu kız!


Ey bilisiz kâhin
ey kuyruksuz ejder
bin kollu Leviathan
buydu isteğin

Artık;

şimdi

ölüyüz…

































GÜLENAY
(VII)















I
Su yakıtmaya götürdüğüm eşek
boşandı çilbirinden
bir daha da dönmedi.

Gümenin kıymığında
kuş tırnağı gibi yayınık sümbül

Apak armut çiçekleri,
kızıl kiraz dalları
divane aşık gibi.

Düvene öküz sürdük olmadı!
bir eşi eşek dönüyorlar sabah beri
oldu mu oldu!..

Tırmık, dirgen koşturuyor susa üstü
bir cip geçti kırlangıç!

Yukarıseyit’li gelin sırtında senek
gelir Yazır panayırından

Aşağıseyit’li güveyin apış arası ıslak
Gazili Mahmut gazi!

Eşebe der ki; Aşağıseyit, Yukarıseyit
kız bulamazsan Çal’a seyirt!..











II
Pazar günü Çal pazarı
geçiyor Çal parası!..

Gülten, Meşhur, Mütmine
yapıldak gidiyorlar

Beşbıyık gölgesinde ham-hum yaparak-
gitsin!

Bir ayva geliyor
yanında koca bir ahlat ve
-ayva tüylü kızcıkla-
kavak kökünde güldü dolaman
kıyıcık mantar

Tepedeki tek çam; Çameli
püfürdeyen Güney’den
torbam Tavas işlemeli
saçlar Kydrar püskülü.






III
Çüşş!
dağda ayı var!
dağ da bal
kesede yayık.

Dağ da tam dorukta
dev adımlarla yürüyor yürük!

Bıyığı Batal’a dek sark
sark
sarkık.

Sark
mış.

Sark
kaç?..

Zaman…

Güneş iniyor dağın yarığından






Çökilyas’a hilâl inmiş
demirciler orak çizmiş
Alanköy’de gelin ölmüş
adı Dudu
dedikodu
nedip kodu Kavas Umar!
Pala İsmil dibek başı
kahve önü fındık kırar
konuşur hem!

Hacımarlar’ın beygiri tavlı
Türkân’ın Ömer’le kavli
Gönül kime av!..

Avluda yayılır horoz
kartaloz tavuk civcivle…




IV
Vicente Aleixandre geliyor!
Esrik Emin’le
Alberti yok!
köyde herkes ayakta
kornalar çalıyor
gözler macini!
Atlar kişnemekte
ısk’ran arınmakta

Bremen çok uzakta, çok, uzakta, çok
uzak!

Masa ve sandalyeler havada, hava,
hav!

Ne var kahvede, kahvede, ne var
üfff…

Bir şarkı daha bitiyor
7
8
9
Gönül şarkısı
789!
1789!

Güneş konuşuyor!

Ay küserek
tıslasın.

Saçı pürçekli kız
ay!


V
Ay, ay, ay!
aman ağlamasın
Alberti’de geliyor köye
duysun, duyurun, duyursun
ötekide gelirdi
ölmese kızan
ölmese can
ölmese!

Lorca,
-köylü halt etmese-
şehirli et yemese!..


Ay
sümbül kalça
ay
palet civanı
ay
bordür divanı


Ölüm
ölmekten acı,
karşılıksız
sevmekten!

Köy Tivoli
tv’li
kahve
kalbe
kahpe

Yitik Ülkü
geliyor Rafael Alberti
ölüm tuvali
köy
Temas Morus!
köy temassız
Zen-ütopya
kötü kopya














VI
‘İğneci Hikmet Hanım’ın kızı Hülya, şimdi neredesin, senin uğruna, köyün on iki yaşındaki tüm delikanlılarıyla, evi yorgan döşek dağıtmıştık. Yıllar var ki görüşemedik. Smyrna’da mı, Burisa’da mısın, Tekfurdağ’da mı, hangi cennetin içindesin Hülya, adın gibiydin, düşlerimizdin!..’

Bi
bit
bitsin.

Bittim, bittin, bitti
bittik, bittiniz, bitti-
ler!

Avluya girdiler!
sürüyle sülün,
cicili hoplit,
ak yiribikler!..










Su gelini su ister
darıyı kaynat

Meşhur, Gülistan, Ümmü

Zambezi’den kalma dilek
bölük-bölek

Mısır püskülü, boyalı yumurta, sarı ot,
acı dülek.

Su gelini su
ister!
meraklanma!

Şimdi biter, Mırmır Amat şimdi biter!

Biter umacı
biter!..







GÜLENAY
(VIII)












1
Ovalar
Bağlar
Meşhur…

Göğsümde arı büyür
Payam çiçekler açar
Dağlardan Brahms geçerdi.

Yaylada Dvorak şarkı söylüyor
Esrik Süleyman tepede
Kızışkın Kezban yunup-
Gümüş Cevdet’le Arpazlı gözlüyor.

Tekeyle keçi birbirine!
Kuşlarla atlar kavuz eliyor.

Ateş, akrep
Akrep, duman
Köstebek, doğan
Aşağı bağ, Acıpayam
Afyon tarlası, Malikan!

Sümbüllü dere
Elem tere keyfe

Harımların yanında, çam gövdesinde
Zaloğlu Rüstem sırtın dayayan












2
Halit, imama arpa veriyor!
Güvey feneri elinde
saksağan ötüşlü
bağ gülü kokuşlu
keten, kendir bulaşığı
pırasayla, dut
fesleğenle, nar
böğürtlenle, pırnal arasından:
Deli Civar geliyor.

Nasıl da feveran ediyor
Hüsam’sa fart furt.
Ve işte Fetret Ali’de geliyor, farfaracı fayrap
Elinde sol anahtarı fagot çalıyor, yaşa Fetret Ali
flandra balığı usu, kaburga kemiği omzu.

3
Ebegümeci, yemlik, Frenk inciri. Eli fiyortlu figan beydir, Topal Sabri’nin beygiri.
İşte Aynur’un firketesi düştü, civar dönerken, gedik arıyor, gırnata sesi kısıldı
Gardenya gibi açtı ortalık, fırtına eşikte! Delikte, Bombacı Bekir füg çalıyor!
Şimdi tüm fıtratıyla usu gereltidir.

Asma bağ üzümü gözüne, felek filan oldu şimdi.
Frezenin başında figür yapan, friz delisi oğlan.
Boğayı boğan, fırdolayı kediye saran, Trampacı Osman.
Köpeği kepili feracesi uçtu, familyası iyi mi, feryat figan bağıran,
Firdevs diye kızı var…

4
Balyalar, ballıbabalar, batkın kuşlar, bayırlar. Öksürük otu, cin darısı, tüysülü payam.
Bayır turpu, Bağdadi bıyık, va lâ bağıran. Vikont göğün sünük yıldızı. Sülüklü balçık.
Su içen peyke-kırlangıç gökte. Venüs çarığı giyen Gülsüm, bakalorya A’şa. Eşe Bekir.
Geleğen ve gideğen Hacı Karamat.

İmam Ali’nin gelini nasıl da hamarat. Uydu ve uyuntu keçi, pısırık, pusarık koyun.
Ak katırın yamacında durun, karaağaç gövertisinde oturun, Öklit soğanı dikin.
Çovaşda uyuyun, bol yiyin, bol için, avluyu seçin, darıyı saçın.

Eşiklerin başında çağırın gayrı
Sekilerin dibinde bağırın gayrı
Çinko çanak aya mı gidecekler
Ayı battal edecekler gayrı!..

5
Renkseyen civcivler bülüç oluyor, arkalacı topla.
eprimiş fanila, Hıdırellez, Çökelez’de yolda. Üvezler koyun ağılında,
köteksiz sığırın ağzına dişindirik. Zar kanatlı böceğin gözünde, yansıyor dere,
cırcır böceği ötüyor, sıçrayan çekirge, başa yağlık bağlayıp Emir Cafer, gidiyor çifte.

Gümüşler aşağıda çocuk yıkıyor, radon dişleriyle gülüyor çocuk.
su çulluğu uçuyor Derviş’in pınarına, yerde pıtrak topluyor,
drosera gibi uzun Emin, yanında uyuntu köpek,
göz yutarı çökmüş Ahmet, keder keyfe
geliyor Cüce Balaban türküsüyle.

6
Çanak yapraklı hıra ağaç, dibinde ağaç sansarı, bakıyor tilki, diştacı kırık
bostan korkuluğuna. Pakize yalıyor bulamaç, sarı çiçek dökmüş bostana ağlıyor Hürü,
bastona dayanmış İmam Alibi gülüyor buna, cesedi yıkanan Telat bakıp, sırıtıyor alayına.

Ağaçsı otların arasında nadaslı tarla. Hacer’le, deli İbrahim tümseğin ardında
Uzandı aldangıç buzağı, çığlıklı sesle, cin gülünü kokluyor oğlak dilinde, yaprak çağlıyor.
Avurtları çivili demirci Hüseyin, dut dibinde oynar prafa, çuvaldız kendine, nişadır başkasına.
Çağanoz kaşlı Cakcak Süleyman, yunup Menderes ırmağında, yiribik sesine öykünür damda.
Çoban püskülü sarkar atından, atın sekisi küfran diyarından. Adım atınca cırnaklar kedi.
Ağlar suda kınalı saç, sıpa yer çağanoz otu, çayır teresi. Üvey üveyik çıtlık dalının delisi.
Var mı Mete’nin kız gibisi, sevdası pıtrak, kalçası kasnak.

7
Ahh ah, ötüyor örende ispendik kuşu, karyokinez bakışlı Dudu,
harımda bindallı kuşanır, karga üzümü yer, pıtırt diye kaçırır, pıtırt, pıtırt, pıtırtı,
gürültü patırtı. Kabaç’tan gelen kurumlu durur, kuşantısı dünür, isfendan yürür,
kantar topuzlu, Cem gülüşlüdür. Mısır kundağı, baysungur, baytarın sözü, sığır gözü otu,
meler kuzu, beç tavuğu kaçıyor, tırmık Şükrü peşinde, kınnapla domaç döndüren Zelil,
hani balığını kurutmuş Trampacı Halil -elinde gezdiriyor- minik çocuk ürküyor.

Hünnapla kağşayan Ümmü ağzını yüyor, kamaştı dişi, erik yediği.
Kurganın altında atlar duruyor, birevcikli otları yiyorlar ha bire, pürçüklü otlar.
Boğumlu akrep nalın altında, börkenek yudum atlarda, boğanotları, inek, semizlik.
Kavut yiyen çocuklar, kavuz yiyen kuzular, küspe yiyen sığır.
Ivır zıvır deve, ovadan eve, derken -berkli budunlar- buzağı oldu düve.

Kovcu Meryem, bozulumunu anlatıyor ekşi şıranın, kendi beslek kuşlar ötüyor tepede,
buğdaygiller ve burçak gözlü kuşçuklar kucak kucağa. Buğday güveleri, arpa pireleri,
yeşili buğulu tarlada. Bukran, bulak ve Sekendiz kızlar, tırmanır güneş -mırıldanır arılar-
haseki küpeli Nahide, Bulgari klarnetle, baygın gecede. Erendizler tepede, kirkit gözlü baykuş
bacada.






















8
Yunanî tamburlar soluk veriyor, kuş kelebeği dinliyor, kozalaklar söylüyor. Burunsalık taktık
taya, sası, kötü küspeler. Bürgülü Leyla, kaytankara bıyıklı, büzük Osman’ı sıkıştırıyor,
büyüksü kalçası çarpınca, Osman yerlerde, Osman saykallanıyor.

Büküntüden çıkan Beyhan, üzgün-büzgün gözlerde deli saçıntı ağlıyor, büyütken otu gibi,
börtü-böcek, çeltik-çırpı, çörkü-çörtü kaçıyor gözüne. Ağlıyor ha bire, enek ve erkeç keçiler
bakıyor hale.

Öter murabut kuşu, pırlantalı büyücüler, eğiriyor iplik. Epriyen kepiyle, erkekçil darı püskül saçıyor, eşeysiz soğan göz kamaştırıyor. Hürü, obrukları dolduruyor, oyulgamakta, oyulguyor.

Kafkas sülünü komşudur köye, kükremekte aslanı köyün, kümültünün arkasında,
künklerin üzerinde. Köhünlerde neferne, İdris ağacı horanta saçıyor, incir kuşları uçuyor, morula safhasında solucan, büzgülü marulu yemekte, ovogon neylemekse, çöküyor maltız
keçisine.

Anız kuşu kıpırdıyor, keten kumrusuyla, tahıl güvercini guğuldamakta, şamata çalıyor
kanca dilinde. Kuzgun kılıcı otu ve parankima dokusu sülük avında, dedik ya, kerkenez ayında. Yaban asması beni çeker mi, selentereyle, tirişinden kaçıyorum, uçuyorum zigot evinden. Sıçırgan korku içinde silkiniyorum. Sonurgu anın sölpük tutkusu, baykuşa sumak ekiyorum.

Sulu sepken kar, sulfata yutuyorum, sülfamit içiyorum, kükürt tozu döküyorum yaraya.
Süslü püslü süzek, taç yapraklı, tangur tungur tarantılı, tumturaklı, kuruntulu, taylak tepede, tıngır mıngır, ay tutulumu oluyor. Toygar sürüsü havada, İzmir çiçeği kovada, tıpırtılar yerde.
A yeniay! Yatağanım yanımda, yaprak arıları, karınca. Yont kuşu ve yanşak konuşmalar. Sel köprü yıktı, ineği yuttu, gün indi, güneş söndü, inek geri döndü!..

Ne yapacaksın…

9
(Ve sonra tanrı köyün ortasına Firdevs uçmağından bir öküz indirdi. Öküzün sayısız boynuzu ve ayağı vardı. Ve sonra köye ‘Kûn’ dedi. Ve köy oldu. Kör Gülistan tenteneyi ördü, yağmur kuşu tilkiyi gördü. Babil ki bülbül demek, köye bin fersenk uzaktaydı, bir karanlık ayda yıkanmak nişanıydı ve Yakup bostan çalarken ‘Ben sonradan gelenim’ dedi. Ve merdivenli bir düş gördü. Güneş kanadını dürerken, bir ağırşak Serendip dağına inerken, Adem, Süleyman’ın tahtı gibi ışıklı traktöre biner, misk, amber ve kâfur kokusu, ut ve sandal ağacı kutusu elinde, kıkır kıkır gülerdi. İshak’ta gülerdi. İshak! İshak!.. diye…

Fars bahadırı gelir, Ufsus ve Tarsus çığlıkları arasında, Palestin Sebu ovasında, Kenan ilinin ortasında biterdi gün. Gece yürüyücü İsrael, bir Malta haçlı maltız keçisi gibi parlar, Hintlinin, kendini kaplan önüne atması, kör öküz boynuzundan fışkıran suyun gözleri açması gibi, köy kutsanırdı. İshak güleç demekti. Hiçbir canlı boşuna yorulmaz, ağlamazdı baba… )

Sıktı, Sıtkı, Bitti

Köy yeşildi!..

(Tanrısal Aşık Ömer’in, yeryüzüne İsabey halkı ve çevre ahalinin şanını duyurabilmek için işaret ettiği günlük işleri, kutlu öğle ile soluk ikindi de tanık olduğu şeyleri gösteren belgenin bir kopyası yukarıdadır. Asıl belge İsabey’de, Derpınar’ın iki sütunu arasındaki mermer levhanın üzerine kazınmıştır.)

H a y ’ r l a r
O l a ! . .

GÜLENAY
(IX)













Jesus mu bu?
Belki de Davut!

Kaya tuzu, Çerkez kızı, at hırsızı.

Serendip’ten in,
İlyas’ın deveye bin;

‘Zehra Bağı’na girin!

Eyüp’te keramet
Yakup’ta bereket
Meryem’de gıybet.

Güneş tutuldu, hava is
Göğü arşınlıyor iblis!

Hacıosman’ın tekesi
Çamurcu’nun düvesi.

Çiçekler etten olacak
Hain, arkadaşını ayda unutacak!
Cebrail, Süleyman güğümünden çıkacak!..


Eşebe ölmüş!
Yetmiş yıl avludan çıkmamış
Bir kere çıkmış; bir adama varmış

Adam bahara varmadan ölmüş
O da avlu içine geri dönmüş.

Kış sertçil
İneğin gözü buharlı
Beygirin ayağı karlı bizim kız!

Uykumda metal köpekler havlıyor
Dere yandan Haşaşinler geliyor!

İşte yıldız kaydı
Kim bilir kim öldü…

Ethem’se, döl yatağını gördü!..

Toprak kör ışık!
Et soyut toprak!

İnsan, ölü sözünden geviş getiren
hayvan...


Dibek taşında toplan!
Tanrı bir, Sartre iki
Palalar üç, Habip dört
Hadım Özcan beş
Ay ışığı,
halamın tahta kaşığı altı


Çalkebir’den gelenler
Belevi’nden geçenler
Mısır çalıp nohut ütenler
On!


El kızı
Civar suyu
Albız soyu.

Yirdirme Osman
İşi sarpa sardırma

Bakma öyle Afer!
Rimbaud ile betim
söz ökeliği ve öykü
şiirden atıldı. Avluya
sırça saçıldı. Tanrı üf dedi
Adem’in gözü açıldı.

Bizim oğlan!
Osman’ın dam üstünde resmi var
Üç aşağı beş yukarı oda Renoir!

İmgelere inseydi İngiltere

Ölüm küslük sayılsa
Kuşlar Peru’ya uçsa
Irmaklar geri aksa
Gönül’ün başı bağlanır mıydı?

Hamidabat’a Medusa’yı görmeye artık
Hasdrubal’ın bağına üzüm yemeye!


Yıldız göçer
Ay tüter
Baykuş öter.

Esebili yasa bayılır
Gülten’in apış arasına

Seksus, Neksus, Pleksus
Hepsi öldü artık
Yılanyutan
Kurtarır mı kalanı


Sus gayri
Haşepsut’a yalvar
Takma bıyık pos sakal
Birbirimizi tanımayız ki?
Feleğin gözü kör olsun!

Daha ne olsun kız!

Daha ne olsun!

Olsun bizim kız
Olsun...






























GÜLENAY
(X)

Neşeli bir saksağanın
kanadı yayıldı ovaya.

Bir bahar kargasının
sesi indi aşağılara...

Ovadakiler
düşler içinde ‘hacim’ dedi
topraksı yüzlerini eğip toprağa...

Pandas-titizlik tanrısıydı!
bazal ganglion;
Esebi’nin kabuğunu etkiler.

Gönül diye bağırdı sonra!
-tinnitus- kulak çınlaması bu
hiçliğe uzanmış
bahçe yoluydu bakan.

Ve çıtlık dalında
‘mır’ okuyan bir baykuş.

Sabah dedi büzerek ağzını
sabah oldu işte
yürüyor ayaklarım
ve aydınlık başucumda
ve yanı başımda duyuyorum
ayak izlerimi.

Atlastaki dağlar...
bağırdı sonra, sayrıyım ben!
ve yıldızlardan düşüverdi gölgesi

Sonsuza dek aynı düşler
işte…

‘Ne zaman öleceğimizi bilmemek;
bizi ölümsüz kılar’

Ölmemek için kendimi ölmüş bildim.

Ah ölümümü uyandırdın işte
ölmüş olan beni uyandırdın

Yaşamda ne arıyorum ki?..
'Hiç Kimse' oldum artık.

Bir Odysseia’dir dünya!..

İşte benim son umarım;
Bir tür yok oluş, demirci baba!
Bir tür var oluş; Şefika ana…