22 Mayıs 2016 Pazar

İKİNCİ KEMAN

Friedrich Engels, ben ikinci kemanım demiş. Yaşamın slalomlarla dolu yollarında ne büyük bir özveri. Çünkü hiç kimse şu yaşamda ikinci keman olmak istemez, ahçı en iyi yemeği yapmak ister, kuaför mesleğinin kralı olduğunu ileri sürer, temizlik işçisi bugün on üç kova doldurdum der. Egomuz ilkel çağlarımızdan kalan dürtülerle dolu benliğimizdir. Bir yazı okumuştum diyor ki, depresyon egolarımızın dışa vurumudur. Anlayan için olağanüstü bir belirleyim. Depresyon, yaşamda silik kalmanın, bir işe yaramamanın, öncül olamamanın en belirgin durumlarından biridir ne yazık ki, depresyon görünmeyen bir yenilgi duygusunun görselidir. El üstünde tutarsanız anksiyete veya zona geçiren centilmeni, iyileşme yolunda keskin adımlarla ilerlediğini görebilirsiniz, ama 'Açıldı demir kapılar ardında laciverdi bahçem / aslolan hayattır beni unutma Hatçem' yaşam yenilgilerin toplamından elimize geçen utkular demetidir, bunu anlamayanlar özkıyıma bile yönelebilir ya da sonsuzca ilgi bekler sizden ve yaşamın bir oyun olduğunu en iyi onlar bilir, derler ya, böylelerini Manitu kimsenin başına vermesin!.. Geçenlerde Prens adasında ikinci el şeyler ve sanat objeleri pazarı açıldığını duydum, bir davet üzerine (bu edebi bir klişe aslı varsa da yoksa da inanmayın!) agoranın yolunu tuttum, sanatçılar açık ara dizilmişler, nereden edindikleri belirsiz eşantiyon ve fular türü şeyleri, minicik giysileri ve envai çeşit dalavereleri çok ucuza veriyorlar. Yok pahasına el değiştiren iptidai güzellikte şeyler. Sırayla gezinirken girişteki ressamımıza dedim ki, bu 'Avgustus Sıcağı'nda topladığınız bir liralarla geçim derdinize bir deva ya da bireysel ekonominize katkı oluyorsa, açık bir önerim var şu iyi niyet dolu bezirganlara; Dilenin! Çünkü gizli trajedilerimize katkı olsun diye gelen üç kuruşluk herzeleri daha sonra satacak ve sizin için sevda dolu sözlerle imzalanmış kitapları yok pahasına elden çıkaracaksanız, inanın dilenmek hem daha rantabl, hem daha onurlu!.. Sonra diğer sanatçımızın yanına geçtim, laf lafı açtı ve köpekleri severim ben, kedileri değil dedim, ben dedi, sevmem sözcüğüyle başlayan tümcelere şaşıyorum, bu bana yaşamın çekilmezliğinin ilk nedeni gibi geliyor, seni anlıyorum çok haklısınız dedim, teoremde böyle kusursuz tümcelerle girizgahta bulunmanın yanıtı olanaksızdır. Olanaksızdır çünkü şöyle bitirdi sözünü, biz dünyaya düşmanlarımızla kucaklaşmak için geliyoruz, demeliyiz... Söz ruhumun kalelerini, öyle yerle bir etti ki kalemin var mı not edeyim dedim, terzi söküğünü dikemez, sözü tin duvarıma astım çaresizce, unutursam uykum kaçar en çok!.. Ama günahı benim olsun yalansa eğer, sonraki hafta komşusu ressamımız, onunla konuşma kavga ettik dedi, yer kavgası olmuş anladığım kadarıyla, ama sen dilersen konuşabilirsin dedi, hatırını sordum sonra ve ayrılırken ressama dedim ki, hani sevmiyorum sözcüğüyle başlamayacaktı tümceler ve hani düşmanlarımızla kucaklaşmak için gelmiştik dünyaya dedim, onu haksız çıkarmak için değil, hepimizin umarsızlığına içten göz yaşı dökmek adına, ressamımız; Eeeee dedi suratıma bakarak, başka bir şey demedi!.. O gün Aysel adlı başka biriyle tanıştım, iki Aysel vardı, ikincisine dedim ki, Aysel ismi öyledir ki, ne kadar çok taşıyan olsa bile bu ismi, bu sözcüğün ritmi asla bozulmaz ve Aysel'in asaletine hiç bir zaman halel gelmez dedim, özelliği budur, haklısın dedi. Hangi nedenle olursa olsun, kendisi için yapılan övgüye karşı çıkan her kimse görgüsüzdür gerçekte, Aysel bu duruma katlandı ve kibarlıktan caymadı!.. Az ilerde türbanlı biri var, adını bağışlamıştı, onunda bir şeyleri var ama öğle sıcağında, kendinden geçmiş zikir çekiyor, nasıl hayran olmam, bir tansıma anı gibi, karşılıklı oturduğumuz kuzenimin eşi de böyleydi dedim, eh dedi bunun öbür tarafı da var, ne kadar inanmış, zikir çekmekle gidiliyorsa bizler kendimizi boşuna yoruyoruz diyemedim, çok masum biri, iyi ama dedim o dört saat çıkmıyordu odadan, olamaz dedi bunların çoğu yarım saati geçmez, ibadet, itikat, biraz kötü niyetliymişim gibi sezdim kendimi ve dedim ki havsalam almıyordu onu, vallahi bana öyle geldi ki kıskanır gibi oldu, olamaz dedi, ama gerekirliğin sınırlarını aşmak kişinin bileceği iş, aslı benimkisi gibidir, sözü uzatmadım, niyet ve temennilerimi ortaklaşa sunarak ayrıldım, bazıları tartışır hiç durmasız, din bir kültürdür, benmerkezci hiç bir yaklaşım insan için bir kabul değil, düşüncelerini işte buradaki gibi dile getirebilirsin, doğrusu inanmış birinin feyzine kulak vermek, son derece insancıl bir diyalogla söyleşerek geçip gitmektir, çünkü kavga, ne yazık ki her yerde!.. Durumlar giderek karışacak bekleyin, Aysel'in endazesine yani portföyüne bakarken, bir kitap ilişti gözüme, 'Benim Adım Kırmızı' alıcı gözlerle baktım kitaba, çünkü 'Kafamda Bir Tuhaflık'a eleştiri yazmıştım, şöyle düşünüyordum, tek kitapla dünyaya hükümdar olunmaz, gene oku, gene antipozitif eleştiride bulunursan, belki yaptığın gerçekten doğrudur artık, bir de tarihe meraklı olduğum için asıl ölçünün bu kitap olabileceğini düşündüm ve o an geldi, sahaflara değil, ikinci elin acımasız ve hiçlenmiş derecede küçümsenen piyasasına düşmüş (insanlar yazın değirmeninde tökezleyerek düşen külliyat meraklısı yeniçeriler için daima gülünç şeyler üretirler, bu olay onlara acaba bir teselli olur mu!) bu kitap için, ne kadar dedim Aysel'e, açık söyleyeyim, yedi tl dedi, hayatın ve ölümün amansız baskıları, beni de adam etti, beş tl ye olmaz mı dedim, belki mürekkep yalamış diye düşündü Aysel, çünkü hapse girmiş, kamuda çalışmış, hayatı kaymış, tüm bu varyantlarına aynen karşılık vermiştim, bende çalıştım, ben de vuruldum, benimde hayatım kaydı demiştim ona, olur dedi doğallıkla ama kısa söyleşimizde bu yazardan hiç hoşlanmıyorum demeyi de unutmadı, Borges yaşam bir oyundan ibarettir der, dolayısıyla geri kalmadım ve Aysel'e aynen bende uydum, zemine karo döşeyip, çatıya eklentiler yaparak... Oysa sevmiyorum sözcüğüyle başlamak kimin haddine, gerçekte o söz çok doğru, sevmemek, o kişi hakkında çalışmalar yapmaktır, gerçek bir sevgisizliğin sonu, eğer öyle yapıldığında sevginin ta kendisidir, ama bunu ne o kişi biliyor bu dünyada, ne de öbürü derdini anlatabiliyor hali hazırda!.. Aysel'e ayrılırken Kreutzer Sonatı ne kadar dedim, al oda sana benim armağanım olsun dedi, işte burada durun, yaşamımda ilk kez biri bana kitap armağan etti, inanın ya da inanmayın, hiç bir insan, hiç bir derdini anlatamıyor hala, hali hazır da!.. Benim Adım Kırmızı'yı hemen okumaya başladım, kitabı değil, kendimi anlamak istiyordum, ön yargım var mıydı, yanlı mı düşünüyordum, kendini yenemeyen bir aczin girdaplarında mı sürükleniyordum vb. Yeni Hayat'ı okumuş nötr kalmıştım, beğenmemenin diğer adı, Beyaz Kale'yi okumuş hiç anlamamıştım, Simyacı taklidi bir ticari vaka, Scapin'in Dolapları gibi gelmişti bana kitap. Kara Kitap'ı gözden geçirmiş aradığımı bulamamıştım. Her şey göreceli bu dünyada ama her gerçekliğin kendine özgü bir yeri de var. Görecelilik gerçekliğin viyadükleri, orada hepimiz varız kısacası. Benim Adım Kırmızı, korkunç derecede berbat bir kitap, artık ön yargı bile olsa katlanmak gerek, borsada yükselişe geçmediğime, işveren prim vermediğine ve alkışlar arşı alaya yükselmediğine göre, Aristides'in dediğine inanmak gerek. Çünkü yazarını etiyle kemiğiyle tanımıyoruz. Benim bir sırrım var size veriyorum, bu durumda sizde sırrınızı bana veriyorsunuz, tarafların kaç sırrı olur, hiç!.. Sır olmaktan çıktı artık sır!.. Sır soyuttur ama geometrik biçimde artar yankısı, ekmek ise somuttur, aritmetik olarak çoğalır her zaman. Dolayısıyla soyut olan eleştiri yıldızlarda bile yer bulabilir günü geldiğinde!.. Neyse, kitabı günlerce okudum, sonunda hızlı okuma yolunu seçtim dayanamayıp, çünkü Godot gibi bekliyordum, ha şimdi Kalbiye (kitaptaki isimlerden biri!) kalbimi fethedecek, ha şimdi Altınordular ufukta koştururken nallarından çıkan kıvılcımlar, yıldız kayması gibi etkisini gösterecek!.. Kitap bir kaç tarihi sözcüğü yineleyerek, aile dedikodularının içinde süzülüp giden bir melodram, İzzet Günay Sema Özcan tuluatı!.. Yinelemeler o kadar bıktırıcı ki, en sonunda o malum sözcüğü birisi sanki kulağınıza fısıldıyor; Bunu bende yazarım, haklı!.. Peki hiç mi güzel satır yok, var, birisi şu sayfayı beğenir, birisi son sayfayı, yani samanlıkta iğne arama meseli, aç tavuk düşlerinde kendini arpa ambarında görürmüş, bunun gibi!.. Tanrının eliyle şeytanın ağzına bir şeyler koymadığına inanmak için buyrun okuyun!.. Kar feracemin içine düşüyor, peçemden gözlerime giriyordu inanın. Çiçek benekli kaplanlar diyor ki, halk sözcüğü ancak otoriter devletlerin uydurduğu bir sözcük olabilir, bir kitapta şöyle bir sözcük duysam, o kitabı severdim, hele tarihi bir kitapsa... Bir laf var, yolda bulunan yolda kalır, şu dünya öyle bir sistem kurmuş ki, kitabı bitirdiğimde şöyle düşündüm artık, ileri geri diye bir şey yok, çağdaş ya da modern diye bir kavram üretilemez şu dünyada, özellikle yazın ve güzel sanatlarda bu kesinlikle böyle, bu sistem, gerçekliği dile getiren ya da can alıcı, ölümüne gizlenen, gözlerden kaçırılan sorulardan, sorunlardan söz eden bir şey yazılsın istemiyor, ne şiir, ne roman, eşitlikten söz eden Mc Donalds'dan çıkmıyor, az önce emperyalizm diyen bir Marlboro yakıyor, eni sonu her şey karşı koymak bir çeşit işbirliğidir mottosuna dayanıyor. Yoksa ben budala mıyım!.. Ah, Dostoyevski diyorsunuz, devam, o zaman!.. Benim Adım Kırmızı al gülüm ver gülümle beş yüze yakın sayfayı dolduran bir hacıvat, okuyanlarda dilerim olur piri hacamat!.. Ayanlar'dan Rabia böyle beddua ederdi!.. Bu kitap dilenirse tek bir sayfaya indirgenebilir, öyleyse bir kitap, neden ormandaki ağaçların kesilmesine ön ayak olur ki, aydınlanmak için değil mi!.. Herkes istediğini düşünebilirdi hani, karmakarışık her şey. Yazar olmak için hala Fransalara giden oryantalizmin çocukları ne kadar ilkel ve ne kadar derbeder bir ruhları var, dünyada hala bir şey olmanın yollarını, efendilerinin kucağında temenna vermekle aynı şey sanıyorlar. Geleceğe adınız kaldı diyelim, bütün dert bu gibi sanki, ne bileyim ben, öyleyse diyorum ki, sizin adınız Salieri'nin işlerine benziyor, açmak için kilidi yorabilirsiniz evet ama, Nobelzade'de olabilirsiniz, ama uykumuza yardımcı oluyorsunuz sonuçta, gelecekte de öyle olabilir, yaşarken Mozart bir sokak serserisiydi belki, Salieri ise tanrının düşüncesi müziğin efendisi, zaman içinde taraflar yer değiştirdi, yine de dünyada hiç bir şey değişmedi ama, her zaman iş işten geçebilir çünkü, kuralların kuralıdır bu...Tanrının oğlunun yasaları bunlar nedense!.. Tarihin görevi de budur, Habil ve Kabil oyunları sürüp gitmektedir, yas tutanlar, karşı koyanlar, kralcılık oynayanlar bir kalburun içinde avunup gitmektedir, değişmesi gereken değişmemektedir. Oysa bilgi gezicidir. Ve vahyederdi gerekirse babanız!.. Çok kolejli tanıdım, tasmalı gibi bir halleri var, sıradan insanlara asla bilgilerini aktarmıyorlar, bekliyorlar ki efendileri onların içlerinde bir define gibi gömülü mücevheri çekip çıkarsın, hiç bir zaman beklentileri gerçekleşmiyor ama illüzyonik bir seçilmişliğin içindeymiş gibi yaşayarak geçip gidiyorlar, o kadar acz içindeler ki, ben diyor bazıları İngilizce okur yazar bir ülkede doğsaydım böyle olmazdı, Anadolu'nun abdalı, bunların aptalına yeğdir diyorum ben!.. Şuna emin olun ki insanoğlu için değişmeyi, gelişmeyi ister gibi davranmak, değişmek ve gelişmekten çok daha güvenilir, güvenç dolu bir şey inanın, nominal değer (!) gerçeğin yerini alıyor çünkü yaşamda, afra tafrayla ömür geçirenlerin hallerinde bunu bizzat gözlemleyebilirsiniz. Kitap tanrı gibidir, yalnız Teksas Cumhuriyeti'nde değil her yerde, eğer ondan beklediğiniz gerçekleşmez, umduğunuzu bulamaz, bir karşılık göremezseniz kimse kitabı suçlamaz, almasaydın, okumasaydın derler, oysa bu iş için lüks ya da antilüks harcamalarını katlayan insanlar vardır, siz yanmayan ampule para verir misiniz, en azından iade eder-geri verirsiniz. Tanrıda öyledir, ona sığınarak bir işe girişseniz ve her şey ters gitse, umut bitse ya da beklentilerin tam aksi olsa, insanlar tanrıya sitem etmek şöyle dursun, kendilerini veya periferilerini suçlamak için binbir gerekçe üretirler, bu konuda dayanakları sonsuzdur ve tüm facia ve felaketlere karşın yine de tanrıya inanmaktan başka bir çaresi yoktur kulların. Çünkü tanrıcıl toplumun gerçek koruyucusu ve yaratıcısı odur (kendisidir) ve bu nedenle tanrı birdir ve vardır. Bu dünyada her çeşit karşı koyma bir çeşit işbirliğine dönüşür, eloğlu kırk yıl önce vurulur ya da hapse girer, sözde bir savaşçıdır, kırk yıl sonra halini sorsanız hafifçe gülümser ve gene 'Vurulduk ey halkım unutma bizi der!' Gerçekte bu, inanılır gibi değil ama bağnazlığın ta kendisidir. Bu konuda gerçek bir yaşamın olanaksızlığına karşın, egemen olan toplum anlayışında ahkam kesenleri biliyorsunuz ve onların efendisine ölümler armağan ederek ve hoşnutlukla hani o meşhur, yüz altmış milim kadar bile ileri gidemediklerini görür gibi oluyorsunuzdur. Değil mi?.. Eğer bu kitap tarihi bir romansa yukardaki açınlar gibi dünyamızda bir illüzyon artık, yani yok!.. Godot gibi hep bir şeyler bekledim kitaptan evet, ne yazık ki yaşamın bir bekleyişten ibaret olduğunu anımsatmaktan başka bir şey kalmadı elimde, iç güveysinden hallice kitaplar yazmak; En iyisi bu kitabı bir sokak başına bırakmak, düzen sürmeli, ama sakar biriyimdir, sokaktan yazarı geçer ve tam da bırakacakken görür diye korkuyorum!.. Yazar her zamanki gibi vulger deyimlerle yazıyor, böyle bir tarz var ama edebiyat buysa eğer, baştan sona olmalı bu, yazarı da bunu biliyordur elbet, ama belki satış kolaylığı umuluyor, edebiyat bir okyanus, bazen bu minval bir merhabanın bile altın kadar değeri var!.. Bu yollar ya da böyle mimetik işler veya kumsalda radyal gövdeli temellerle, Ulysses, Swanlar'ın Tarafı ya da bir Manas Destanı bile yazmak olası... Mebrure Alevok üzülüyordur kabrinde, hali pür melaline!.. Romanın öyle bir ekseni var ki, tokat yiyende, işkence görende, hapse girende, ölen kalanda başına gelenleri kanıksayıp, hak veriyor artık, doğruydu, böyle olmalıydı diyor. Yinelemiyor üstelik, usanmasız tekerliyor. Siz hiç bu tür avatarlar gördünüz mü!.. Şark dünyası diyoruz ama bu kadarını gördüğümü söyleyemem, Ekabir Bey neler söylüyor yahu, şunu söyleyebilirim ama, Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi diyenin, vallahi de billahi de bir bildiği var!.. Kitap gece karanlığında avludaki kırıntıları atıştıran serçeden söz ediyor, fantastik roman olsa tapardım yazarına, ama dedikodu romanı bu yahu, fesi ters giydirecekse Bunuel'in Süleyman'ı ya da Bruegel'in Körler'ini karşımıza almalıydık!.. Şeküre'nin veletleri fazla yerel duruyor!.. Işık ırmakları gibi akan övgüye ne denir peki, Binbir Gece Masalları hazinesinden bir nebze bergamot otu mu... Şarkta yergiye yer yoktur dostlarım. Bu nedenle hala dört tekerlekli bisikletle, daldaki salıncaklar alır en büyük övgüyü... Peki durun, ben onu öldürmedim, tanrının meleklerine teslim ettim dersek katil olmaktan kurtulur muyuz, her şeyi bilen Frengistan diyarı bunu da bilir. Kitap böyle söylüyor. Osmanlıdan söz ediyor ama en çok Frenk sözcüğü geçiyor içinde, hangi saik, hangi dürtülerle ya Süleyman!.. Vladimir Barthol adını duydunuz mu, Hasan Sabbah'ı yazmış, çok yararlandım inanın, peki neden o kitabı beğeniyorum da, Benim Adım Kırmızı'yı okumak zül geliyor bana, neden, tarihi roman değil de toplumu aldatmaya yönelik bir feyk-yazın gibi duruyor kitap. Sonuçta bir ayağı geyik, yarısı maymun, boynuzsuz boğa, çift kulaklı yarasa, artanı tembel hayvan, gövdesi balık, karıncayı bile yiyebilen, bir tür insanız. Az gelişmişliğin birinci kuralı her şeyi sınırsız övgülere boğmak ve arenaya çıkınca kaçınılmazlıkla sonuncu olmaktır, kitap tanıtımlarına bakın, her kitap eşsiz ve her kitap olmazsa olmazımız. Az gelişmiş her halükarda, kibirlenecek, övünülecek bir şey bulur, bayağılığın saltanatında her daim görkemli gerekçeler yaratarak Platon'un mağarasında sonsuzca uyur. Az gelişmişe göre dünyada, her sorunun bir yanıtı kesinlikle vardır ama her yanıtın bir soru üretebileceğini anlamak istemez, o her zaman huzurla uyumak ister. Karanlık siyahsa, gündüzde beyazdır. Benim Adım Kırmızı türü kitapları okumak, samanlıkta iğne aramaya benziyor, bu tür yazına Kargo Yazın demekte olası, sevdiğinize bir ziynet eşyası göndereceksiniz, diyelim bir yüzük veya broş ama ambalajına bakın kargonun, her zaman küçük bir buzdolabı sığabilir, bu neden böyledir, ekonominin, basın endüstrisinin altın kuralları, envanterin kılı kırk yaran hesapları kitapları!.. Hukukta yasaları dolanmak diye bir kavram var, kapalı alanda tek başına tütün içen biri suç işlemeden yasağı çiğnemiş, suçu belirsizleştirmiş olur, kumar borcunu senede bağlayan biri, yasalarda yeri olmayan bir borca, meşruiyet kazandırmış olur. Benim Adım Kırmızı türü kitaplar yazın sanatını dolanarak takiye yapmış oluyor, bir kaç tarihsel ibareyi (Safevi, Herat gibi) sürekli yineleyerek güncel sayılabilecek bir anlatıma tarihsel sosla, hormon karıştırarak hile yapıyor ve okuyucuyu dolandırıyor ne yazık ki... Gerçekte bu yolla okurunu da ele vermeye kalkışıyor, -bunlar merak etmez nasılsa, üç boynuzlu öküz görse bakar geçer!- onun bilinçsizliğini, kül yutan bir kimesne olabileceğini sanıyorlardır ama sonuçta kendilerini ele veriyorlar ne yazık ki, gene de onlar masum ama, çünkü onlar biziz!.. Ve o her yerde!.. Şark kurnazlığını Kafamda Bir Tuhaflık'la pekiştiren yazarınız içinde bulunduğumuz toplumun bir ürünü olmakla, fasonizmin ve ucuz mal, yüksek fiyat ideolojisinin bizzat kurbanı olmaktan kendini kurtaramıyor, ödüllerde büyük gerçeklikleri saklayanlara veriliyordur belki de, Fakir Kene kutsanmalıdır ve tüm gerçeklik orada saklıdır, Büyük Birader'iniz Böyle Buyurdu Zerdüşt'e!.. İyilik meleği Tagore, sefaleti yücelten Necibe (Mahfuz) ve fasonizmle, doğunun karakterinin bizatihi ifşacısı ve keenlemyekun gözlemcisi olan, kuşbazınız yazar bile!.. Hayyı la yemut, bitiyor tanrım şükürler işte, kötü bir kitabın çevirisi, yazgısı bu ya, kendisinden daha kötü olamaz, bilenler bilir!.. Ama daha iyi olabilir, çünkü çeviride bu olanak var. Soyut ve somutun farkından söz etmiştik, sendeki somut olan benim olduğunda sendeki o şey artık yoktur, soyut olan benim olduğundaysa o şey ikimizde de varlığını sürdürür. Çünkü soyut yoklukla eş değerdir gerçekte, bu yüzden her yerdedir, somutsa kaba varlıktır ve biz onu yalnızca var sanırız. Somut algı dünyamızda yer edemez, kavramsallaşamaz, soyut ise salt kavramsaldır. Ben onu öldürmedim, tanrının meleklerine teslim ettim derken katil olmaktan kurtulur muyuz demek, somutu, soyutlamak, onu kavramsallaştırmak olduğu için, bilincimiz karışıyor ve usumuz bulanıklaşıyor doğallıkla, somutu soyuta bulayarak şeytanlaşmaktan vazgeçtiğimiz gün, kurtulduğumuz gün olabilir, tam soyut veya tam somut olmalıyız, tanrı bu yeteneği vermiş bize, ama karıştıralım diye değil!.. Öyleyse edebiyatta-yazında idealist olmayanlar bu işe bulaşmamalı, İstanbul Dukalığı diye bir laf vardı eskiden, kim bunlar, bu duyguyu taşıyanlar, elçiye niçin zeval olsun ki, sesli düşünmek Nisa'nın çocuğuna bahşedilmiş bir şey ne yazık ki, bu tür kolonyalist, benmerkezci ve hegemonik kalkışmalar Salierilik'ten öteye gitmeyen bir şey, edebiyat esnaflığı ödülde kazanabilir, ödüller bunun için var, kültür kurmayları arasına katılmakta büyük olasılık, endüstriyel çabaların bir parçası olmakta cabası, ama sonuçta kariden söylemesi; Gönül bağının rütbesiz eri, Pinkerton'un ponponlu (paralı mı demeli) askerisin!.. Yine de sürçü lisan ettikse affola, tanrı kalemi, onlar somutu soyutlayabilsin diye yaratmış. İşler karışsın diyedir belki!.. ... Değer mi, bir deneyin materyali, erlanmayerin elemanlarıysak!.. Kendimiz olmaklığın ayrıcalığını yaşayabilmek... İnsan, en çok düş kırıklığı yaşayan hayvan, en çok aldatılan. Ey ruh-i revanım, bir yaprağın ağaca tutunuşu gibi sevmek isterdim seni... Bu iki yüzlülük neye ki?..

25 Mart 2016 Cuma

MALAYA

Butan ülkesinde, yaşlı bir kadın kendini dini öğretilere adamıştı, tüm kutsal metinleri okuyup, buyrukları yerine getirerek, erdemle boyun eğdiğinde, her öğretinin cennetine gitmeyi hak edeceğine inanıyor ve böylelikle; yaşamı boyunca düşlediği cennete, o büyük özlemine kavuşmayı kesinleştirmek istiyordu. Kısır ve kısıtlı yaşamında aşkınlığı aramanın, uyuşturan, yüceltici duygularla süslü ve esenlikle dolu, bezdirici bir yöntemiydi bu... Yeryüzünün her köşesinden, gelmiş geçmiş tüm metinleri araştırıyor, vicdanının kanatları altına sığınan, yüreğinin kolları arasında uyuyan öğretileri coşkuyla okuyor, dinginlikle, tapıncayla, inancayla sonsuz bir mutlan içinde yüzüyordu... Evrenin bir hapishane olduğunu, çünkü bir kapısının olmadığını, kapısı olmaklığın, onun dışarı açılan bir çıkışı da kesinleyeceği için, özgürlük anlamına geleceğini, bundandır, evrenin, gerçekleyin bir hapishane, dahası cehennem olduğunu ileri süren, ölümünse, dolayımla bir kapı, çıkış sayılmakla; özgürlükçü bir kucaklaşma, bir özlemin erimi olduğunun kabulü gerektiğini söyleyen ve denilebilir ki artık bir cennete kavuşma, doğallıkla bir saltık kurtuluşa açılacağını müjdeleyen öğretilerden tutunda, belli sayıda varsanan olanaklar tükendiğinde Songün'ün de yaklaşmış olacağını, olanaklar yeniden yaratılamayacağına göre (bu deruni alanda, olmuş olanın önüne tanrı bile geçemez , an yinelenemez gerçelliği varmış), yaşamında bitmiş, doğal erimine varmış ve zamanın sonuna ermiş sayılacağını ileri süren veya evrende her şeyin bir ikizi olup, anot, katot görüngüsüyle kutuplaşan, tersinir bir yaşam sürdüğümüzü, biri harama el uzatırken, diğerinin ant vererek tövbe ettiğini, biri düşlerinde koşarken, diğerinin gündüz gözüyle dinlendiğini, biri göz yaşı dökerken, diğerinin gülmekten eridiğini varsayan görüşlere değin kendinden geçiyor ve neredeyse cennet mekân hazır bir yaşamın onu beklediğini düşlüyor, düşünüyordu... Kötü insan olmamanın şeytanca bir kibir olduğunu savlayan öğretiler, gerçekte insanların tanrıyı, dünyanın yükünden kurtulmak, yaşam denilen o vefasız yosmayı hafifsemek, alacakaranlıktan süzülen, tan aydınlığının ıtırında, sabah güneşinin eşliğinde, onu bir gül kokusu gibi duyumsamak, yuvasından çıkan bir sincap yavrusunun, neşeyle sağa sola bakışında, bir esrime, bir esenlik, bir ürperiş gibi algılamak, hayatın ve ölümün amansız baskılarından, bir anlam vehmedilememiş acılarından kurtulmak ereğiyle yarattığını; yaratıldığını ileri sürerlerdi... Zohar'ın tam on üç bin sayfalık kutsal öğretisini belleyenler, Şamlı Yahya'nın, insanın ortakçıl gereksinimlerini, tanrıya zorbalıkla dikte ettirdiğini söyleyenler, yazgısı yaratıcının iki dudağı arasında olduğu halde, onunla yarışmaklığın sanrısına düşüp, dehşete kapılarak, tir tir titreyenler, öz beninde dolaşan kanın ve sonsuz haklılığa inanmış olmaklığın sanısıyla, bir belleyiş ve belletişle haşır neşir olmaklığın baştan çıkarıcılığında; gölgelerin gücü adına, hayra ve sevaplara belendiğini ve cennetin kapısının kendileri için sonsuza dek açık olduğunun ürküsü, hıncahınç özlemleriyle dolu bir vehme kapılarak, görkemle yanıp tutuşanlar; onun bilginin ve ermişliğin afyon serkeşliği, hak tanırlığın ve hak edilmişliğe kabul buyurmaların sarhoş ediciliğinde, özümsenmiş bir kibirle kendinden geçmesine, geçmelerine neden oluyor ve sonul olandaysa; yarı baygın, büyük bir teslimiyet, ram oluş ve ruhaniyet içinde cennetine kavuşacağı günü beklemelerine yol açıyordu!.. Kimileri de diyordu ki, tanrıya boyun eğmekliğimiz, vaatlere duyduğumuz açgözlülüğümüz, insanlığın yeni bir ortaçağa sürüklenebileceği kuşkusundandır, onun kendisine ilişkin bildiklerinden çok neler biliyor olabiliriz ki biz, yine de yakınmalarla, kutsamalarla bağlanıp, tapınıyor olmaktan mutlu olabilmeliyiz, tapınmak, harfleri sayısınca yinelendiğinde, istemsizce kortekslerde çınladığında, garipleşerek, anlamını yitirebilir, bizi kargaşanın boğuntularına bulayarak bilinç cidarlarımızı harap edebilir, ne ki yaratılmışlara nasıl zararı olabilir tanrısallığın, yaşıyor olmaklığımızla inanıyoruz biz, hiç düşünmeden; duyarak, görerek, tadarak, koklayarak, böylesi anlamalar, kavranımlar, algılamalarla düşünüyor ve biz saltık inancın, ruh sağaltan inancaların coşkusu içinde yüzüyoruz... Biz bilmeliyiz ki, var olmuşluktan uzak, ilişiksiz, ilintisiz bir varlığın dışındaki tanrının bir anlamı olamaz, illiyet bağının dışında var olmak, nasıl olabilir ki, olası mıdır ve kim, ne biliyor, ayrımındayız ki, henüz bir çevrenin, bir çeperin içindeki öglenalar, amipler ve kamçılı zigotlar gibiyiz biz... Nedir ki, umarsızlığın pençesindeki bu görüngüler, yazık ki doğrudur, çünkü gerçellikte böylesi bir tapıntı, tanrının varlığını yadsımak olurdu... Var oluştan vareste, bağlantısız bir tanrının varlığı, varlığın yadsınması anlamına gelirdi. İlgeçten yoksun -edatsız- ve bağlaçsız bir tanrı, yokluğun varlığını kabul etmek, bir tür hiçliğe boyun eğmek anlamını taşırdı ve böyle bir çatışkının sonu, kaçınılmazlıkla düşlemsiz bir anakronizme, katıksız yanılgının anlamsızlığına kapılacağı, boşluğun içinde boğulacağı içindir ki, düşünüldüğünün aksine, ne yazık ki, tanrıyı yoksamanın, yokluğunun kanıtı olurdu, giderek onu yoksamanın yüklenimine, kolaylıkla kabullenilir bir işlevine dönüşür, dönüşebilirdi... İçlerinden biri açıkça düşünüyor ve savlıyordu ki; gerçekte tanrıyı yalnızca anımsıyorum ben, şimdi, şu an; yaşıyorum onu ve gelecek için ön görmeyi tasımlıyor, vecd içinde öneriyor, sunabiliyor, ileri sürebiliyorum... Başlangıçtan beri duruyor ova... Yalnızca sözlere ve tutuşan dillere inanarak bağlandıklarını bilmiyorlar mı onlar, düşünmek derinde gözlerimizi kapamak ve bile isteye kendinden geçerek, vecd içinde, bir şey düşünmüyor, düşleyemiyor olmak değil midir... Tanrı neyin metafiziğidir ki, varlığın metafiziği, soyut boyutlanımla ilgili bir şey düşünmemekle olanaklıdır, bir bilinmezliktir metafizik, dünyevi görselliği, bir biçimselliği olmayan ve ondan sonsuzca yoksunluğu... Gün ışığı ne yaptığını bilemiyordur ve yazık ki ne yaptığını bilmediğini de bilemiyordur, ağaçlar ve tepeler soy varlıklardır, saltık birer gerçekliktir, saflığın timsali, 'ol' buyuranın kült ve arı birer hamlığıdır onlar, dirimcil ve sonsuz körpelik, deneyimsiz bir acemilik, eylemsiz, hazırlıksız bir ilk elin, ilkinsiliğin, üzünçlü başlangıcın, otoistik, -mihaniki- pişmanlığıdırlar. Onun için tanrı eşdeğerlikle bizimledir ve sürekli yanımızdadır. Bakın tanrı nasıl da geziniyor yamaçlarda ve kendisiyle nasıl konuşuyor, soyluluğun sınırlarına vararak, kendisini karşısına alarak, tanrı budur işte... ''Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak / tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini, / oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden / aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, / ve tırmandıkça her yerde Tanrı'nın soluduğunu, / yanı başında güldüğünü, yürüdüğünü, / çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın / ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska / altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.'' Sonsuz soycullukta, algılanır kabullenimde, kutsanacak bir şey varsa çiçekler ve ağaçlardır, bilinmelidir ki tüm düşüncelerimizden, görüşlerimizden gün ışığı ve yamaçlar -daha gerçek-, daha değerlidir, bir arı, bir sincap, bir kelebek, vargı ve yargılarımızdan, bir açınsızlıkla daha sunulabilirdir, tartışma götürmeksizin varoluşun sarmallarını biçimlendiriyor onlar, düşlem ve düşüncelerimiz varlığın türevlerini aşamıyor, kendi göstergelerini sunamıyor, sınayamıyor... Düşlerimiz, tüm gerçelliğin gerisinde kalıyordur, tüm varoluşun, tansıklarımız; dünyanın şaşılasılığını aşamıyordur henüz, toprağın çocuklarıyız ve topraktan gelmekliğin tutsaklarıyız, çamurdan yaratıldık ve doğrunun hası olmaklığın bilinciyle, başka biçimselliklerde olabilmeyi bir türlü hak edemiyor ve katlanamıyoruzdur biz... Metafizik dediğimiz, tanrının, varlığın kendisidir, tanrının anlamıysa onu düşünmemek, düşünememek olmalıdır, ağaçlar, tepeler, çiçekler, ay ışığı ve güneşe, tanrı diyebildiğimizde, öyle sanılarla, öyle var sayımlarla dönüyor, dönüşüyor olabildiğimizde; tanrının; ağaçlar, tepeler, ay ışığı, gün ışığı ve çiçekleri 'kendisi' olarak görmemizi, bilmemizi istediğini anlıyor, sezebiliyor olmalıyız, düşünmeden varsamalıyız onu, kutsallıkla bağlanıp, sevebilmeliyiz, sorgusuz ve kuşkusuzca serimleyip, sunabilmeliyiz... Demek ki, o böyle istediği için seviyoruzdur onu; inanıyoruzdur ona, durukluğumuzun başka bir gerekçesi var olabilir mi ki, varsa canlı bilim kadrajının hangi silsilesinde yer alabilir ve kendini hangi biçimde ileri sürebilir ki... Tanrıda yaratılmışları seviyordur eminim... O böyle istediği için... Böyle düşünüyoruz biz onu... O böyle düşündüğü için... Görülerimiz dışındaki bağlanımlarımız, göksellikle yücelen kutlanımlarımız, acı veren bir belirsizliğin, adı sanı olmayan bir güvençsizliğin, sürgit ezilen benliğimizin cehenneminde yüzen sanrılarımız, korkularımızdır. İnsan, kesin belirsizlikte, kesinleyici bir sınırsızlıkla söylemelidir ki, -bir çelişiklik, çıkmazlıkla dolu çatışıklıkla, ezoterizmin temelinde bu vardır-, inanmaktan korkan bir hayvandır, teoreme bağlanmalıyız, çatışkı ve çelişkinin, eylemsizlik ve deneyimin denizlerinde kulaç atıyor olmaklığımız sürdükçe, yanılgı ve pişmanlıklarımız tükenmedikçe, bulantı ve çalkantıda bitimsizlikle sürüp gidecektir. Yaşamın tadı bilinmezliğindedir, hazzı belirsizliğin gizençli çekiciliğindedir. İnsan doğasıyla, yaşamdan sıkıldığını kavradığında, bezdiriciliğin süreğenleştiğini anladığında, bilineni de bilinmezlikle donatacaktır, o, onun yaşamın bir oyun olduğunu bilir, acılara katlanır, yenilir ve hiç bir şeyin değişmezliğine, olabilecek en düşük ve kabullenilirlik ölçeğinde, tanrısallığı aratmayan, gül kokusunda bir katlanılmazlıkla tepki verir, yüzyılların içinde alışkanlıklarda değişir, ne ki yaşamın değişmesini göremez, algılayamaz ve dehşet verici, şaşılası bir -şaşırtıcılıktır ki- istemez, istemeyebilir!.. Gerçekte, biz kimiz değildir soru... Yanıtı olan şey, soru olamaz... Biz biziz!.. Bu anakronik zamanlar, insanlığın kaynaştığı çağlar ve devinimin hızlandığı, alçaklığın evrensel tarihinin devreye girdiği ortamlarda, taraflar birbiriyle usa sığmaz düşünsel kavgalara girişir ve bundandır tuhaftır, felsefi derinlikler, yeni ve olağanüstü öğretiler ve reformist, insanüstü gerçeklikler ardısıra zincirden boşanırcasına meydanlara iner, ortalık ermişlerin panayırına döner ve ortalık birden gene sakinleşirdi... Bu sayfalarda yeri olmayan, kısa gün simsarları, düşünce hırsızları, belki yalnızca tanrıtanımazlar değilsede fason zındıklar, özellikle etik dışı, bilisizce soru üretirlerdi, inancın burçlarını sarsabilmek için, orientalist bakışlarla anlak sörfçülüğü yapan niceleri derdi ki, yoksulların afyonu nedir, peygamberler korkar mı, tanrının boynuzları var mıdır, şeytan zina yapar mı, süvari melodisiyle beygir koşar mı, koster zırhlı olursa da koster midir gibi sayısız saçmalıklar, kozmikomik derinliksiz, karşılıklı atışmalar birbirini izlerdi, ama dünya öyledir ki, her doğru bir gün eğri, her eğri bir gün doğru olabilir, yalan ve yanlış, salt bir doğruya ve katıksız gerçelliğe evrilebilir, her şey olduğundan başka bir görsellik ve içerikle süslenerek, adını gizleyebilir, biçimden biçime girerek dünyevi yaşamda kimliğini, niteliğini değiştirebilirdi. İşte ki, ulu olanın varlığında, onun adına, bu kimileyin mutlan, kimileyin düş kıran; us uçuran, dudak büktüğünde, göz bağcılığın cinnetlerine varan, belleği, benliği, kimliği ortadan kaldıran öğretilerden, çarpınçların elem bahçelerinden, bir defne tacı, kokusul bir manolya; buz beyazı renginde, bir sümbül ve menekşe bağı ki... Böyleydi ve o böyle istedi... Ve biz öyle yaptık... Karşıtların işbirliğiydik, dönüp duruyorduk ve çatışıyor ve uzlaşıyorduk, uzlaşıyor ve çatışıyorduk, sürgit... Doğrucul olsun ama bu engin öğretiler, yerin üstünde ve göğün altında, bir yenicillik ve değişen bir şey olmaksızın, Amon - Ra'nın öncüllüğünde, Uranos'un taştan ve tunçtan tanrıları adına, görkemli ve yeni tanrılarımızda ufuklarda belirirken, azalan ve yiten, artışan ve çoğalan, giderek birer yinelemeye dönüşürken, niceliğin ve niteliğin dolambaçlarında kolan vururken ve hologramlarsa bir gerçeksillik adına, tansıkların efendisiymişçesine ve hak tanır ve kutsal bir dünya uğruna, aldatısız bir yaşam için; böylesine ve acımasızca, coşkuyla, tutkuyla, ürküyle canlanırken, nasıl ileri sürülebiliyorlardı ki ve bize karanlıkların ölümünü aşılayarak, ışık körlüğünden kurtarmayı vaat eden nenler, azgınlıkla çarpışan doneler, varsağılar anlam denizlerinde nasıl adlandırılıyorlardı ki... İptidai Adem ve İlkeleri, Samuel'in Günlükleri, Eloah ve Gehenna, Zadokite Belgeleri, Yeşaya Kitabı, Öteki Bedenler ve Şintoizm, Nuh'un Kelamı, Süleymanın Bilgeliği, Habakkuk Yazıları, Eski Ahit, Putseverliğin Öncesi ve Sonrasından Şarkılar, Levililerin Vasiyeti, Hanok Deyileri, Sahra'nın Serap ve Su Tanrıları, Zındıkların Cenneti, Arami Görgüler ve Yazıtlar, Maorilerde Ruhsal Mastürbasyon, Kafirlerin Risalesi, Nahum Tomarı, Anti Tanrılar ve Ters Açılar, Resullerin Dikotomik Söylenleri, Talmudi Diyalekt, Buda'nın Geridönüş Vaatleri, Oturan Boğa ve Kırmızı Güneş, Bombaylı İsfendiyar'ın Düşleri, Çöl İlahlarında Din ve Mezhep Anlayışı, Mabutların Günahı, Zaloğlu Rüstem'den Kıssalar, Uranos'un Dinsiz Dindarları, Apis ve Hinduizm, Vulgata, Ölü Deniz Parşömenleri, Şeytan Baz Alınırsa Tanrı Nerede, Toynaklı ve Torakslı Solucanların İnsanlığı, Yemen Yazıtları, Müslim Olana Haldun'un Eleştirisi, Gnostik İncil Düsturu, Şamanistik Yergiler, Ko(r)kusuz Lisyantus'un Istırapları, Dekabrist ve Kartezyen Dünyada Goşist Yansımalar, 13. Havari, Maya ve Zapoteklerde Fitne, Sultanların Kara Kaplı Kitabı, Sümer Defterleri, Urartik Yazılar, Asuryen Fasiküllerin Açımı, Uyvar'ın Yalancı Peygamberi ve Yeni Tanrılar, Doha'nın Altın Sözleri, Akad Tabletleri, Islık ve Uğultuda Konuşan Sabbah, Birmanyalının Gizemi, Yehova Yeryüzünde, Antakya Kanonikleri, Musa ile Tevrat, Bağımsız Tanrılar ve Cennetizm, Ayetlerin Tanrısıyla Vaatlerin Şeytanı... Ne ki artık, sezgilerinde bu metinlerin, sonsuzca çatışan ve birbirine zıt belletilerle dolup taştığını görüyordu o, bir metinde tanrının buyruğunu yerine getirenin cennetlik olduğu söyleniyorsa, diğerinde aynı vargının ademoğlunu günaha boğacağı ve bir münkir olacağı ileri sürülüyordu. Birinin emirlerine tam tamına uyulsa, diğer buyrultuda kulların yoldan çıkmakla ve tanrıya şirk koşmakla eşdeğer tutulacağı belirtiliyordu. Azgın bir müşrik veya yadsımacı ya da günahkâr olacağı öngörülüyordu... Sonunda tanrının sonsuz sayıda bir yüzü olduğunu, zamanın akışında, yaratılmış ve yaratılacak olanların kozmik toplamının, yüceltilmiş bir verisi, bir yansıması olduğunu anladı, tüm öğretiler insan çığlığıyla, hiçliğin türevleri arasında dolanan algoritmalar, geçmiş ve geleceğin bireşiminde harmanlanmış, umarsızca düzenlenmiş, gelenekselin törpülediği ve kanıksanmış volkanizmin süslediği, herhangi bir çıkışı olmayan dışavurumlardı. Ölümcül bedeni ayağa kalktı ve paslı aynaya son bir kez baktı, orada ışık oyunlarının yalımında, biri giderek tanrılaşıyordu ve artık kadim hiç bir metnin, yazık ki kendisini cennete götürmekliğin bir güvencesi olamayacağını bildi... Ve zamanın umursuzluğunda, af ve bağışlayanın, ceza ve yargılayanın, saltıklıkla kendisi, diğer bir deyişle onu gerçekleştirenin; yalnızca insan orijinli bir nen olabileceğini gördü!.. Çıldırarak öldü.

20 Şubat 2016 Cumartesi

HURAFE

Güzel sanatların bir dalı olarak esenliğin, güzelliğin, tanrısallığın peşinde koşuyordur edebiyat, yazın, fiction, sözce, literatür, kurgu, letters, sanatça, estetik, sözüt, betim, güzgörü/m gibi dolayımla da olsa eş anlamlar içeren benzeri sözcükler vardır, bunlar Latince, Grekçe ya da Sümer, Akad, Egyptçe (Mısır) Çin veya Moğolca diyesim yeryüzünün, daha doğrusu Babil kulesinin kadim dillerinden okyanuslara yayılmış, kuş dili sözcükler olabilir. Bağımlılık duygusuyla yetişmiş toplumlar, doğallıkla bu sözcükleri kök olarak, egemen dil ve kültürlerden biriyle bağdaştırma eğilimi gösterir, bizde bu genellikle batıya açılan bir penceredir, bu tutumun toplumu bir anlayış ya da yaşam biçimine yönlendirme çabasıyla bağı vardır, oysa bu genellikle fason ve manipüle (yönlenimci) bir davranış kuşkusuna yol açar, yararı bir amaca hizmet ettiği için vardır ama o kadar, çünkü burada yararlılık, doğrudan amaca hizmet eder, kültürel enginliğe ve gelişmeye değil. Gelişme, bağımlılığa saygı ve temenna ile olmaması gerekir, tarih bunu söylüyor, karga kekliğin yürüyüşüne özenerek en azından sülünsü olabilirdi, oysa karga kendi kültürel varlığı ve sosyal habitatı için uğraşım içinde olabilirse saygı görebilirdi, katkı ancak böylesi olasıdır ayrıca... Uygarlığa katkı izlemek, iz sürmekle olmaz, karşılıklı alışveriş elbette doğal, hatta mutlaktır ama siz kendi öznelliğinizle var olmadıkça, alaycı kuş yerine konulmanız kaçınılmazdır, bunu sosyalitenin her parçalanımında, yaşamın her alanında gözlemleyebilirsiniz. Benzemek, özümsemenin yerini tutmadığı gibi, özümsemekte benzemenin yerini tutmayacaktır, yararlanmalıyız, kimliğimizi hiç yitirmeden... (Uzay plazmalarının içinde, sık sık İyonosfer Cenneti adı verilen, çiçek yurtluklarıyla karşılaşıyorduk. Montserrat uzaktan bir güneş gibi parıldıyordu. Atlas, Hindikuş dağlarını sırtına almış boşlukta yürüyordu, el salladığımızda dağı düşürdü, hızla yanından uzaklaştık, baka kaldı, geçmiş zamanlarda, bu yarı tanrıların hışmına mı uğradık diye, göz yaşlarımızı tutamıyorduk artık. O sıra uzaklardan Shakespeare gözüktü, Yunus'un yeşil yapraktan saçlarını öpüyordu, birden Çin'den Simurg gelmesin mi, yıldız yuvalarının birine sokuldu ve gülerek burası güvenli dedi. Loş ışıkta sislerin arasından bir gölge süzüldü, tanrı benim diyordu, görünmüyordu ama tüm boyutsular eğilip, bükülerek salınıyordu, biri aniden tuşlara bastı, salınım durdu, Atlas çok uzaklardan yine bağırdı, kim yaptı onu!.. Sözü Sarpedon aldı; ...) Yazın erlerinin, toplumun içinden çıkan yayacıl hoplitlerin gerçekte, boy verdiği toplumun, toplumsallıklarının bir dışa vurumu, göstergesi olduklarını söylemeye gerek yok, yazarın doğrudan kendisi bir üründür bu bağlamda, yaşamda tansık yoktur, yinelersek en içinden çıkılmaz hilelerin, sihirbazi yöntemlerin, çok gülünç ve saf insanlığın yanılsamalarından başka bir şey olmadığını görüyor, anlıyoruz. Ne ki insanlık inanmaya, bir aldanışa eğilimlidir, buna gereksinim duyar ayrıca, ruhani bir varlıktır, tanrı gibi, onun cismani gölgesi ve somut göstergesi, külliyen bir elçisidir. İnsan tanrıya varır sonunda, çünkü bir gölgedir o gerçeklikte, tanrının da son durağı insan olacaktır bu durumda, gövde gölgesinden kurtulamaz. Tanrı, insan olmasaydı, düşünen, çok basit bir gerçeklikle soru soran bir yaratık olmasaydı, gereksiz olurdu, kendisine gerek kalmazdı, bir önemi, değeri olamazdı, örneğin tanrı, evren var demeye benzerdi o zaman, kimse evren var diye bir huşuya kapılmıyor, ama paralel dünyalar diye bir soyutlamaya kalkışınca herkes ayağa kalkıyor, inanma eğilimi bu yüzden vardır, insan olağanüstülüğün, tansığın peşindedir, tanrı bir gün aramıza katılsa, yeni ve erişilmez bir gücün varlığını ertesi gün yaratabilirdik, çünkü sığlık ya da olabilirlik veya anlaşılır olmaklık insanı doyuramaz, bilgiye duyulan açlık, bilinmeyene duyulan bir açlıktır, insan bilinmeyenden gelmiştir, bilinmeyene gidiyor, öyleyse peşinde olduğumuz şey sürgit bilinmeyenin gizemi olacaktır. Tanrı aramızda bir şey olduğu an kovulacaktır ama tanrı zaten bir tözdür, bir kavram, bir kavgaya gerek yok, bize gerekli olan bir kavramın ruhani boyutta bir gerekliliğe ya da gizeme dönüşebilmesidir, bir çubuğun, -sırığın-, sopanın, totemin, rengin ya da gölgenin tanrısal bir gizeme dönüşebilmesi çağlar boyunca görüldü, ama bu kavramlar kültürel boyutumuzun derinliğine ve zamanın akışına göre evrildiler, tanrı göklere çekildi, yalvaçlar ortadan kayboldular, şeytan, kötü ruhsa, varlığını hep sürdürdü, çünkü o tanrının panzehiri, negatif, olumsuz olanın açımı, hep gerekli, yanında şeytanın olmadığı bir tanrı hiç bir zaman düşünülmedi, düşünülemez. İnanç görselliğini modern ve güçlü illüzyonlarla berkitti ve bilim inanç karşısında hep zorlandı, bilimin işi gerçekten zor, bilim önümüzdeki eşiği kanıtlıyor, ayağın sürçebilir diyor ve adım atarken dikkat et diyebiliyor, ama kapının ardında ne var sorusuna tam bir karşılık veremiyor doğallıkla, burada inanç devreye giriyor ve gönlümüzü, 'büyülerle, tazılarla, uçan oklarla' alıyor, iki anlayış arasında bir illiyet bağı yok ama yaşam bir oyundur evvelemirde, bu görüşü savunan niceleri var, ölüme silsileler halinde koşarken, sislerin arasında birbirimizi ararken, hurafeye de göklerde; bulut yığınlarının uçsuz bucaksız coğrafyalara çiseleyip, tansıklar oluşturabilmesine coşkuyla, şaşkınlıkla bakarken, alabildiğine kapılabiliriz, isteriyle, bile isteye... Bilimin, -gerçekte ilimin- bu anlamda inanca yüklenmesine gerek yoktur, bu bir oyalama, avunma aracıdır insanlık için, bilim ve inancın ayrılıp, ayrışması gerçekten doğrudur, çünkü bilim gözle görebildiğimiz, bulunduğumuz teknolojik, çağdaş periyoda göre kanıtlayabildiğimiz vargılarla ilgilenir, bir yanılsamaya yol açarsa ulaşılan nokta, yeni kuramı ortaya koyar, yeni varımların, günü birlik sonul olabilenin önderliğinde... Hipotezler çürüdükçe gelişir o, çünkü yenisi yerini almadıkça çürüme olamaz. İnancın böyle bir sorunu yoktur, o yakarılarla ağrın geçer diyebilir, düşlerine yat annen geri gelecektir diyebilir, ölürsen cennete gideceksin daha güzel değil mi demesinde bir sakınca yoktur, inanç her şeyden yararlanır, bilimden, zaaflarımızdan, eğilimlerimizden, bir umar bulamayışımızdan, her şeyden, bilim ise inançtan yararlandığında ondan farkı kalmaz, inancın özgürlük alanı tüm kozmostur, her şeyi kendine kul sayar, kullanır, zararlı mıdır demeye gerek yok, insanlığın halleridir bu, din ortadan kalksaydı bir şey değişmezdi, bilin ki oyuncaklarımız biçim değiştirebilir ama elimizden alınamaz!.. Sorun bunların elim sonuçlarının bizim varlığımıza yönelik riskler üretebilmesinden kaynaklanıyor, bilim atomik yıkıtı, yıkıntıyı var ettiğinde, inancın kusuru neydi ki, inanç herkesi öbür yakaya davet ettiğinde bilimin kusuru ne olabilir ki... Kusur bizde, ademoğlunun kendisinde... Öyleyse edebiyatta bir hurafedir diyebiliriz artık. İnançlar ya da din gibi. Yazılı bir ritüel, kutsevi bir öyküseme, bilimi, diğer bütün olan biteni ululayan bir şeyse o, kimi kitlelerce olabildiğince saygı görür, bir safsataysa yazılan, yorgun gönüllerin kucağından eksik olmaz, aşk ya da ölüm gibi doğal elektrik çarpmalarını vaat ediyorsa, bir tür uyuşturucuysa gereksinim duyduğumuz, herkes bir kez olsun tadına bakmak ister. O kadar kaotiktir ki yaşam bu noktalarda, anlaşılır olan, kavradık dediğimiz şey buzdağının görünen yüzüdür, bizim sakinlikle, anladık, tüm sorunlar bitti dediğimiz şey, sığlıkla kabullendiğimiz ve hepimizin ortaklıkla düşün birliği içinde olduğumuz bir yavanlıktır artık, su akar dediğimizde sorunlar çözülmüş sayarız, somonlar kaynağa doğru yüzebilir dediğimizde, akıntıya, dağlara doğru koştuklarını gördüğümüzde alabildiğine basit bir karmaşaya yeniden düşeriz. Açıklamalar bizi doyurduğunda sakinleşiriz, oysa aynı sorun hem karmaşıklığa, hem anlaşılırlığa doğru gider gelir, akışkandır, sorunlar çözülmez gerçekte, bize hizmet eden her şey anlaşılır bir şeydir sonuçta ve bize yönelik her tehdit bir bilinmeyen ve çözüme kavuşturulması gereken varsayımlar zinciri olarak sahnede her zaman yerini alır. Bilim somut çözümler arar, inanç teselli odaklarıdır, iyi niyetlidir belki gerçekte, karmaşık bir ağla donanıyor olmak bu görüyü değiştirmez, tehlike boşluğun kendisindedir. Yaratılışımızda ve yok oluşumuzdadır. Çabalarımız kutsal sayılmalıdır. Birbirine düşmeden, ölmeden, öldürmeden, acı ve eza vermeden gibi temel zorluklarımızı ve gereksinimlerimizi giderdiğimiz, bir çözüme kavuştuğumuz gün, bugün bir oyun diyebildiğimiz yaşam gerçekten bir eğlenceye dönüşecektir, oyun sözcüğü bugün acı veriyor, ama onun gerçekliğine zaman var, o zaman da bu sözcük yetersiz gelecek bize, çünkü arayış ve yeniden doğuş, spin atma ve tekamül -aşkınlık- kanımızda var!.. Kan!.. Genlerimizde var diye düzeltelim. Sunakların ve kurbanların bayramından kurtaramadık onu... Yazın bir hurafedir dedik, Kavgam, en çok okunan kitap, burç ve fal, gelecek ve fallikyen kitaplar İncil gibi okunuyor, Kuran, okunmadıkça öbür tarafa korkuyla gitmemizin baş dayanağı, aşk romanları, Faust, Juliet hepimizin göz yaşı için fırsat kolladığı uyuşturucular, sonsuz bir yas için Dorian Gray'in Portresi hepimize gerekli, Drakula öyküleri beşikten mezara dek kanımızda dolaşmalı, devrim şiirleri züğürt tesellisi olma yolunda akineton vazifesi görmeli, Akhaneton'un mezarını bulmak içinse sayfaları yutup, içmeye seferber olmalıyız. Edebiyat hurafe değil, ne peki!.. Buradan hareketle sıradan faşizm okumayı yasaklayabilir, kitapları yakabilir, yığınlar okumak cehaleti alır, densizlik baki kalır diye inci gibi göz yaşları dökebilir. Kuleden sizi gözetleyen rahip yanınıza yaklaşarak yalnızca şu risaleyi okumalısınız, yalnızca diyerek sizi denizin enginliğine sürükleyip, kara bir cildin üzerinde oynaşan siyah noktacıklara bakarak ölümün sonsuzluğuna, o tatlı ve şirin, meşum ve karakin yolculuğuna çıkarabilir. Her şey hurafedir yaşamda, pragmatizm, marksizm, faşizm, demokrasi, oligarşi, monarşi, situasyonizm, kinizm, stoacılık, seyiscilik, beygircilik ve ahır kapitalizmi!.. Hurafe olmayan ne var, binaların tümünün üzerini kiremitlerle kaplıyorsak, örtüyorsak, dünyada insandan çok kiremit sayısı var demektir, bu bizim umarsızlığımızın elem veren görüntüsü, acıklı bir kanıtı gibi geliyor bana, evlerde gizli gizli kiremitlere bakarak ağlıyorum desem, herkes deli diyecek, ama ağlamak için kiremitler temel gerekçe benim için... Evler neden kilitli, hepimizin hırsız olma olasılığı mı var, öyleyse anahtarlarımız en kutsal fetişlerimiz ve doğallıkla hepimiz gerçekte birer hırsızız, salt yasalarımız ayrıştırıyor ve payeler veriyor bize, borsadan kazanç hakkın, borcun üstüne yatmak insanlık hali, ama kibrit çalmak, orman yakma düşüncesinin eyleme yönelik başlangıcı, en ağır suç!.. Oysa dünyanızda, herkes gibi işe gidiyorum (bunu da anlamış değilim), herkes gibi yiyip içiyorum, edebiyle payıma düşeni alıyorum, kuyruklarda önüme geçeni insanlığın olağan anomalileri olarak karşılıyor, gülümsüyorum, kavga etmemeye yeminliyim, ama çok zorlanıyorum, göğüs geriyorum ve olan biteni bir bilen gibi değil, meraktan ölen bir yersiz yurtsuz gibi algılamaya çalışıyor, hiç bir doyuma ulaşamadan seyrediyorum. Çünkü ben bir hurafeyim!.. Derin ya da felsefi diye nitelediğimiz, varlığın yokluğun gelgitleriyle süslü, anlam denizlerinin yüzdüğü kitaplar kimilerini kendine daha çok bağlıyor, kimileriyse her şeyi, yalın (basit demiyorlar), anlaşılır kılmaktan yana, ikisi de değerli görüşler, değişen bir şey olmadığı sürece karşılaşmaları ve ölümcül kavgalara tutuşmaları doğal, çünkü gerçek bir çözüme ulaşamıyoruz, cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle döşeniyor, doğru mu, değilse de vardığımız nokta bu, tüm denklemler, tüm görkemli buluşlar bir yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa doğru yol alıyor, bir zahmet, bir zeamet, bir azamet söz konusu olsa da, zamanla her şey buharlaşıyor ve biz bize kaldığımızda Habil ve Kabil olmaktan başka bir umar bulamıyoruz, neden, henüz düşünüyor olmaklığın acılarını yaşıyoruz biz... Düşünmeseydik, ölümü anlamayacaktık ama düşünmek öyle bir paradoks ki, öyle içinden çıkılmaz bir şey ki, kavramlarımız olmasa, bilitlere, algılara savrulmasaydık, yani düşünemeseydik, buffalo olacaktık, bizon öküzü ya da İndus gergedanı, öteki adıyla, aslanın ağzında inleyen bir mabut!.. Öyleyse düşünmek kaçınılmazlıkla iyi, ama handikaplarını aşabilseydik, kelebek olsaydık biz peki, metamorfozla sonsuzca yaşayabilseydik yine bilemeyecektik, düşünmek, evrende var olan en büyük yeti, tanrının ta kendisi, düşünmeye karşı olan, inançsızdır, yadsıyandır, amansızca hiçliklere, yokluklara tapan bir yalancıdır, çığırtkandır. 'Cogito ergo sum' yanlış değil, yüklemin yöneldiği bir tümleç, bir tümleme, bir tamlama... Düşüncenin insana özgü olduğuna emin olmamak gerekir, düşünce, maddenin gizemidir ama, hemcinsleri diğer canlılara göre bir gelişmişliği var demeliyiz insanın ve düşüncenin gerçekte tam olarak ne olduğunu bilemeyiz de , ayrıca bildiğimizi düşünürsek, evrenin gizi anlamını yitirebilir, çünkü bir kaç kalemde topluyoruz evreni biz, sonsuzluk, ölüm, zaman, başlangıç ve yaratılış gibi, saçmalıyor olabiliriz belki, bu haller bambaşka bir var oluşun boyutu, işliği ve hatta bir yedek parça antreposu olamaz mı, komik, sonu öbür dünya meseline gidiyor, bir deneme olabiliriz belki, belki terkedilmiş bir hata ya da anomaliyizdir, kendi haline bırakılmış, belki en üstün denebilecek, varılan bir son noktayız ve hala onarmaya çalışıyorlar bizi ya da biz uçacağız da az kaldı veya biz sıradan bir şeyiz alt tarafı ölüp gideceğiz... Kötümserlik gerçekliği hiç bir zaman barındıramaz, eleştiri başka bir şeydir, neanderthaller bizi yarattı, biz sonrakileri yaratacağız ve belki bir gün bir araya gelerek kutsallığımızı kutlayacağız. Sözlerden sakınmak değil anlamlardan çekinmek gerekir, öyleyse korkunç bir iyimserliğin peşinde tam tamına bir yaratılmış olabilmeliyiz. Tüm çabamızla, tüm yönleriyle düşünerek ve gerçekleşmesi yolunda emek vererek, hiç bir insan, daha az insan olamaz, bunu anlayabilmemiz için düşünebiliyor olmak ve edimlerimizin, öğrenmek ve erginlikle, enginlikle çoğalmasına yardımcı olmak gerekir. Derinliği bir felsefe olarak adlandıracaksak, bundan uzak kalmak kadar üzücü bir şey olamaz, çünkü felsefe insan olmaklığın tadına varabilmenin biricik yolu, bir var oluş biçimine bulanmadan, derinlerde yok olmadan, sorulara boğulmadan, yanıtlar bulamamanın enginliğinde, ruhani yalnızlığın tadına varamadan, karanlığın ürpertisine ram olup, gönül veremeden yaşayanın vay haline... Görünür dünyanın enginlikleri bizi gülümsetiyor, mutlu kılabiliyor ama felsefenin safahatına kavuşmayan ruhlar, bir ruh olduklarının ayrımına varamadan son yolculuğuna çıkabilirler. 'Son iç çekiş köyü..' bu sözcük dizisinin tadına, coşkusuna, bizi savurduğu anlam okyanuslarının elemine, acısına, varlığın ve yokluğun o derin sorgusuna, sorusuna ulaşmadan, karşılaşıp yüzleşmeden, buluşmadan yaşamdan ayrılmak, yaşamamış olmakla eş anlamlıdır. Varlık bir kırkayak ya da kelebek de olabilir biliyorum, ama o bizi görmüyor, bilmiyor ve var oluşunun ayrımında olamıyor, bundan acı bir şey var mıdır dünyada, bir tavus, bir sülün, bir bulutun, gökkuşağının arasındaki bir şimşeğin varlığını haykırışında, tanrının göz yaşlarının, yağmurların ortasında yaşadığını düşünün, ama kendini tanımıyor, algılayamıyor, olanlara hiç bir anlam veremiyor, bu bir boşunalık, onu yalnızca gerçek bir tanrı, insan yavrusu görüyor, kaplanın zikzaklarla çakarak yok olan bir yıldırıma gözlerini çevirdiğini gördünüz mü, gök kuşağının altından geçtiğini, ceylanın çiçekler arasında seviştiğini, dağ keçisinin çağlayanları izlediğini, filin ormanda aşk şarkıları söylediğini, kuşun yıldızların sesine kulak verdiğini ve kangurunun okyanuslarda geziye çıktığını, balıkların dağlarda dolaştığını, çekirgelerin samanyolunun kovuklarında buluşup ağlaştığını gördünüz mü hiç, bir tansıma, bir hıçkırık, bir coşku, bir elem ve sevinç dolu haykırışlarla... İşte biz oyuz. Kozmosun ele avuca sığmaz, tanrıcıl kozmonotları... İnsan kendisinin tanrısı değil mi, olacaktır kuşkunuz olmasın, o belki de bir yarıtanrı şimdi, inişin ve çıkışın varyantlarında kayboluyor henüz, tıpkı tanrısı gibi, tanrım bu bir hataydı diyebilir şu an, ama gelecek onundur, onun olmalıdır ve bu umut sönmeyecek, sönmemelidir. Görkemli bir ayrıcalığın, kendisini yok etme gücü olamaz... Bu bir yadsıma olur. Var olan bir şey yok olamaz; yok olan var olamaz, döngü bu... Umberto Eco'nun bu dünyadan ayrıldığını söylediler az önce, derinlikle, gerilimi, bilgi deniziyle, merakın dehşetini harmanlamayı düşünen bir dünyalıydı o ve dünyeviydi doğal olarak, şimdi gerçek bilinmeyen ve derinliğe ulaştı ama onu bilemeyecek, tıpkı bizim karşımızdaki bir tavşan ya da puma gibidir şimdi sessizliği... İçgüdülerinin buyruğuyla ya saldıracak ya geri dönecek ya da bakacak, sonsuzca... Bu kadarcık o, üç edimle sınırlı, işte insanın olağan dediğimiz -olağanüstülüğü- burada, Eco, dünyayı bir kitaba sığdırmaya çalıştı, dünya yeniden kurulsa ona bakılabilirdi. Borges'de buna benzer anekdotlar vardır, o ansiklopedist değildir ama, kısa film gibidir, bir fragman, dünya kurulacaksa bir önsöz yazmıştır, zeyl, ama önsözün olmadığı bir kitabın ne olduğu anlaşılamaz, Borges formüller gibidir, her şey değildir ama bir yansılamadır, aynadır, büyük gerçekliğin kılcal damarları... Onun damarlarında gezen, bütün dünyayı dolaşmak zahmetinden kurtulur, öyle özgün ve çarpıcıdır ki benzeri tüm şeyler başımıza geldiğinde ve büyük gerçekle karşılaştığımızda Borges'in anlatıları bu dünyanın bir masalı gibi işlev görür artık, bir meseldir o, kıssadır ve minik manik bir evrenin iç bükey aynasına yansıyan mikro-fonik bir görüntüdür, 'Bir keresinde Mars'ı, şöyle uzaktan bir görebildim' derken yazınsal amacının ipuçlarını verir. Varlığımızın bir dehşet ama sürüp gitmesinin şaşırtıcı bir mutlan olduğunu söyler. Konuyu sürdürelim, sonunda sözü edilmek istenene gelebildik. Marquez, gerçekliğin acı ve gülünç yanlarını metaforize ederken, hafif bir aşk şarkısı söyler gibidir, zorlar ama sınıra varmaz, basittir ama yavanlığa düşmez, dünyanın birebir gerçekliğidir onun ki, düşsel veya gerçeküstü bir anlatıma başvurması onu gerçekçi olmaktan uzaklaştırmaz, Emir Kusturica onun sinemadaki karşılığıdır, Goran Bregoviç de doğallıkla müzikalitesi, öyleyse dünyanın bir yerinde bir şey gerçekleşirken, öteki de hiç ayrımında olmadan aynı şeyin filmini çekiyor olabilir, müziğini yapabilir. Gerçekte dünyada gerçekçi olmayan hiç bir şey yoktur ve her yazılan -dönemin- zorunluluğudur, yazarın apayrı bir dünyası oluşundan kaynaklanmaz, bağışıksız, bağlantısız hiç bir şey yaratamayız, anlamı da olamaz ayrıca ama bu taklit, kopyalama ve boyun eğmeyle karıştırılmamalıdır. Octavio Paz, şair ve denemeci ağırlıkla, çevirinin oyunlarına gelmiyorsak, o bir felsefecidir ve bir Oz büyücüsü değil, söz büyücüsüdür. Yay ve Lir'i anlamak için kırk kere okumak gerekebilir. Felsefenin anlaşılmazlığının gerçek nedeni, geldim sözcüğünün bir olanaksızlığa evrilmesi, kavuşmanın bir olmazlığı içermesi ya da örneğin sevmek sözcüğünün bir acımasızlığı anlatıyor olmasıdır. Bu çarpanda bir felsefeyi anlayabilmek için onun dilini, dünyasını ve o dünyanın parametrelerini biliyor olmak, öğrenmek gerekir. Felsefe okuyan biri dil öğreniyordur gerçekte, bir ulusun dilini öğrenmek gerçekte çaba ister, düz bir uğraşımdır ve yorucu da olabilir ama Spinoza'nın dilini öğrenmek, dünyanın tüm dillerini öğrenmekten daha zor ve kavranılmazdır, yalnızca bir kişinin konuştuğu, eğip büktüğü, anlam yüklediği, semantiğini bozup, diyalektini hiç olmadığı kadar sentetik, görsel ve kendibeslek bir saydamlıkla görünmez kıldığı bir dili anlamak için en az Spinoza kadar o tözün, algı kapılarının, kavramlaştırmanın içrek yapısını anlıyor, seziyor, içselleştirebiliyor olmak gerekir, olanaksızdır belki, ama o dilin neliğini kavrayan en az Spinoza kadar başka bir dili öğrenmiş, okuyabilmiş ve belki de yaratabilmiş ya da yaratabilecektir artık. Felsefe bir dildir ve her kişide biricikliğini koruyan tuhaf bir anlam denizidir. Yaşar Kemal ortadoğu kültürünün, feodal, bir tür derebeylik ve taş toprak uygarlığının evrilme ve geçiş aşamalarında, onu toprağında var eden ağıtsı, destansı ve tanrısal bir dille dengbejliğini yapan kalemşorudur. O hep aynı romanı yazmış, hep aynı dili kullanmıştır. Evrenseldir ama, yerelin bir parçasını evrenselleştirebildiği için!.. Evrensel olma garip, çelişik bir konudur, yerel bir olayı evrensel, özgün, etkin, kuşatıcı bir anlatımla dile getirebilmek bunun yöntemlerinden birisidir, bir diğeri hepimiz için var olabilen, yaşanası bir olaylar dizisini anlatmaktır, bu kendiliğinden evrenseldir doğallıkla, her yerde başımıza gelebilecek bir drama, bir epizot, ama bunun anlatımı güdük ve sıradansa -bunu sezgilerimizle anlayabiliriz ancak- tartışılması boşunadır, bu yazımın evrensel olmadığı açığa çıkmış olur, evrensel olmak konuyla, anlatımla, biçim ve biçemle -üslupla- olabilir, bunu karıştırırız çoğunlukla, pek çok yazın erini abartırız, kale kapıları onları bizden ayırır, doğal bir saygı besleriz onlara, emek ve üretim, varsıl bir dünya ve düş gezginleri bazen tapılası katmanlara yükselebilirler, yaşam böyledir, yalnızca onlar için geçerli değil bu, anne ve baba bile bir tapınağın varisleri olabiliyordur kimi zaman, bez bebeğimizin tabu olması gülünç olmaz, çünkü onunla paylaşılan anılarımızdır tabu olan!.. Nazım'ın diliyse büyüleyicidir, senfonik ve Kuranidir. Anlattıkları Spartaküs'den bu yana yinelenen şeyler, ulaşıldıkça ulaşılmaz olan, onun böyle bir dizesi vardır. İnsan türü zamanda ilerledikçe öğretilere saygısını gözden geçirebilen bir yaratık, belki çok daha korkunç bağlanımlara da dönüşebilir bunlar tabi, deneyimli insanlar, papalar dediğimiz işte budur, deneyim ve birikim; eylemde bunların sonuçları bize bir şey kazandırmadı bugüne dek, öyleyse yaş, yani geçen zaman bir kavramdır yalnızca, zaman soyuttur, bilgi görecelidir ve doğallıkla her tür insanın bilgisi değerli olabilir, olabilmelidir. Kim olursa olsun. Çabanın alanına giren, bilginin denizinde kolan vuran herkes söz sahibi olabilmelidir ve söz hakkını kullanabilmelidir. Gelecekte Nazım'ın yalnızca söylemi belleğimizde kalacak, üslubu, Homeros gibi, İlyada gibi, Truva savaşının olduğuna dair bir kanıt yoktur, bir söylencedir o, ama halkın ya da ozanın dilinde bir büyüye ve trajik bir söyleme, ruhani bir haykırışa kavuşan her söz dizimi, insanlığın anı defterinde olağanüstü bir yapıt işlevi görecektir. Dolayısıyla Nazım'ı olağanüstü kılan, ezeli sorunlarımızı dile getiren ama söylemiyle yarıtanrıya dönüşen bir bakışın iyesi olabilmesidir. Onu dile getirdiği için değil, kendine özgü senfonik bir söylem yaratabildiği için Nazım'dır o... Hitit ve Mitanni çağlarında, Babil'de, Asur'da, Nazım'ın yapıtlarının birebir örneği vardır. Bu Nazım'ı değersiz kılmaz elbette, insanlık şarkılarını söyleyerek geleceğe doğru koşan bir fener alayıdır. Nazım onun dilidir, bundan büyük bir bahtiyarlık var mıdır... Son olarak Kafka, bu dünyanın umutsuz bir vaka olduğu savıyla ortaya çıkan, hatta bu uğurda ölen, dünyaya gelirken umutlarınızı dışarda bırakın diyen Pindaroslar, Epiktetoslar gibidir, onlar umudu önerebilirler ama bu umutsuzluklarından kaynaklanır, buna ilişkin sayısız meseller vardır antikitede, Kafka dünyaya bir olabilirlik, bir şaka gibi bakmadı, gerçekten ve yüzleşmekten tüm insanlığın kaçındığı, görmezden geldiği bir yaşamı, bir katlanılmazlığın tutsakları olduğumuzu hepimizin yüzüne vurdu, Kafka'nın dünyası gerçeğin ta kendisidir, sürgit katlanıyor insanlık, sonsuzca bir katlanış içinde... Bir çiçekle avunuyor, bir gülümsemeye değişiyor olan biteni, krematoryumu söndüren yağmuru kutsuyor ve unutuyor doğallıkla, ama her şey yerli yerinde kalıyor dünyada... Oysa Kafka insanlığın bugüne dek yapılandırdığı dünyanın, uygarlığımızın, canavarsı bir habitatın, hiçleyici, kişiyi, kişiliği ezici, yok edici, hayvanlaşan insanın gizli bunaltısında sürüp giden bir paranoyanın, toplumsal, cehennemi bir bunamanın Leviathan'ı olduğunu, organlaşan, sarsılmaz bir yapıya bürünen tüzenin görünmez kulelerinde, yaşamın gizli bir holacaustun, apokalips bir uzantısı ve ruhları yok edici, dehşetin, düşsel bir boğuntunun dolambaçlarında, labirentlerinde sürüp giden bir yazıklanmanın, inlemenin sürüleşme ve bitkinlikle Godot'yu bekleyen, ama onun kadar canlılık belirtisi bile gösteremeyen, Büyük Brother'i daha o zamanlardan benimsemiş, benimsemek zorunluluğu ve boyunduruğuyla prangasına vurulmuş, bir sanılar ve sanrılar, gözümüzün önünde uçup giden tüfler, tozanlar, yıldızcıklar dünyası olduğunu haykırarak ölmüştü. Kafka o kadar umutsuz ve insanlıktan beklentisi kalmamış biriydi ki hiç bir zaman hiç kimsenin yapamayacağı bir içsellikle, açıklıkla ve beklentisi olmayan bir küskünlükle, -argoda buna kin adını veriyorlar-, yaşadığı dünyanın katlanılmazlığını, tiksinti verici iç yapısını, demirden raylarını, organik biçimler verilmiş beton otlaklarını, çelikten kuleleri ve tapınaklarını, naylon çiçeklerin süslediği çiftlik ve şatolarını yazdı, yaşadığımız dünya insan için olamazdı, Leviathan içindi o, hepimizi deliliğin gizil edimlerine sürükleyen, Lennieleştiren, düşüncemizi, duygumuzu, benliğimizi ve sosyal varlıklar olduğumuzu acımasızca yadsıyıp, ruhlarımızı kemiren, soylarımızı -telkinle- ilaçla, buyrultuyla, çıkmazla, uyuşturuyla ortadan kaldırıp, Orwell'in, Hayvan Çiftliği'nde yaşayan birer kurbanlar bile olamadığımızı düşündüren ve onunda ötesinde ne yazık ki, onların bir hayvan bilincine bile sahip olamayacağını, artık cisimleşip, ruhsuzlaştıklarını, bir mezomortoya dönüşerek, taşlaştıklarını yazdı. Bazen öyle anların başımıza geldiğini, birebir yaşadığımızı hepimiz biliriz, sürgit olmayan bir şey süreklilik arz etmez mantığı bir yanılsamadır dünyamızda, otoritenin, bürokratizmin, fatura fetişizminin, paranova (yenipara) devletçiliğinin, kayıtsız, bir o kadar ehlileşmiş, kölecil varlıklarının acımasızlığında, ıssız koridorlarında yiter gideriz, boyunlara asılı emir komuta zincirlerinin, mukavva madalyaları, sırayla iliştirilmiş, berkitilmiş kimlik kartlarının cansız salınışında merdivenlerde döner durur, loş ışıkta karanlık siluetlerin, birbirinin aynı odalara açılan sayısız kapıların boşluklarında katlar iner, katlar çıkar ve sivri kuleleri bulutlara değen labirentlerin, çıkmazlarından, dolambaçlarından; bin bir boğuntuyla yeryüzüne, dünyaya can havliyle çıktığımızda, niçin geldiğimizi, neler olup bittiğini anımsayamayız bile ve yeryüzünü tanıyamayız artık, bilinç bulanıklığı, afazi ve Amok koşucusu olmaklığın idiotluğunda, benliğimizin yok olmuşluğunda, canımızı kurtarmanın şaşkınlığını bile yaşayamayıp, bulutlar bambaşka, evler hücre, güneş acımasız bir ateş topu ve dağlar hiç bir yere kaçamayacağımız sınırlar gibi gelir artık bize... Tanrının bile umarsız, minicik bir totem olduğunu düşünürüz neredeyse, bildiğimiz dünyanın ardında dönen dünyaları, olan bitenleri bir daha görmek istemeyiz, gene de öncesiz ve sonrasız, bitkin ve yaşlı ve umarsızlıkla tanrımız olmuş, sonsuz boşluğa yalvarırız, ne olur onlarla bizi bir daha karşılaştırma, şurada ot yiyeyim ben, şurada yelelerimdeki böceği ayıklayayım, şurada yağmur duasına çıkayım, şurada çocuklarla körebe oynayayım. Ne yazık ki... Üzülme dünya böyledir diye biri karşıma çıkıp dehşetle sarılsaydı bana, o kişiden hiç ayrılmazdım inanın. Bakışlarımızın gerçekliğini, hangi baskın dünyaların içinde olduğumuzu mutlaklıkla bilebilseydik, ne Kafka olurdu, ne de Bach!.. Sonuçta; söz, edebiyat, literatür yani yazın hurafedir dedik. Tamamen uydurma ve gerçek dışı inançlara hurafe diyoruz. Hurafe salt bu biçimde sınırlanamaz, o düşlerden, anlak dışı görü ve yapılanmalardan, sözün varyantlarından üreyen masaldır. Tüm dünyamız gibi desek ne çıkar!.. Boşlukta yitip gidersek bir hurafe olmayacak mıyız, yıldızlardan yıldızlara koşarsak hurafelerimizle yaşamayacak mıyız. Onlara sarılmayı sürdüreceğiz, onlarla gülüp eğleneceğiz, yaşamın tadına varabilmek için hurafelere gereksinimimiz var, ister tanrıyı ellerimizle tutmuş olalım, ister düşlerimizi gerçekliğe çevirebilen makineler yapalım, ister ikizlerimizi dünyada bırakarak başka dünyalara gidelim, hurafeler bizi ayakta tutar. Bilim sağaltır -tedavi eder-, teknoloji olanaksız dediklerimizi ayaklarımızın altına serer. Her şey o kadar şaşılası, güzel ve us dışıdır ki gerçekte... Gerçekte 'gerçeği' anlayabilmek için bir anı, minicik bir zamanı bile ayırabilseydik, tanrıların değil insanlığın önünde diz çökerdik. Bilinmeyenin tutsağı olmaz, bilgi denizlerine sevdalanırdık, arayışın gizemi ve coşkusu elbette bizi uçurumlara, dağların doruklarına, adaların volkanlarına, evrenin o hiç bir zaman kavrayamayacağımız zamanlarına götürecektir ama neden insanlığın karşısında insan duruyor... Neden!.. Oysa hurafelerde, masallarımızda en sık geçen, en büyük, en yüce övgüler, sevgiler neyi yineler, neyi imler... Yaşamak gibisi var mı!..

18 Şubat 2016 Perşembe

OTORİTE

Yeryüzü kavramlarla çalkalanıyor. Barış, savaş, sevgi, yaşam, ölüm, teizm, bilim vb... Bugün bir duyum aldığınızı düşünün, üç boyutlu yazıcıda canlı organ üretildi, bir diğeri de şu Akongaua'daki çatışmalarda altmış üç kişi öldü. İnsanın ne denli manipüle, yönlendirilebilir bir canlı olduğu biliniyor, o kışkırtılara kapılan, anında durgunlaşan, sakinleşebilen, otoriteye boyun eğmeye eğilimli, güdülmeye elverişli ve sürüden ayrılmaya kalkışabilen, bu nedenle yalnız, umarsız ve kaoslar içinde sürüklenen bir canlı, hominid... Otorite nedir, toplumsal bir sistemin ürettiği kurumsallaşmış, kabullenilir yasal güç; bu türden bir güce sahip olan birey. Otorite gelenekseldir, insanla yaşıttır ve sayısız türlere ayrılabilir. Örneğin belli bir alandan, bir bireyin uzmanlık bilgisine, sahip olduğu yeteneklerine, olağandışı kavrayışına bağlı olan bir otorite türü olarak rasyonel otoriteden söz edilebilir. Rasyonel otorite, olumlu bir anlam içinde, başka bir yer ya da kaynaktan sağlanamayacak bilgi ve bir yarar elde etmek için kendisine başvurulan kaynak, olumsuz bir anlam için­de ise, gücü ve ağırlığıyla etki yapan, insanların bağımsız araştırmadan uzaklaşmalarına neden olan bir temellenme olarak or­taya çıkar. Otorite, her insani yapının tinsel bütünlüğü içinde bulunan, olmazsa olmazı bir yapı, nasıl başlangıçtan beri duran ova diyebiliyorsak, otorite ve benzeri oluntular insanlığın ilk gününden beri varlığını sürdüren bir yapıntıdır. Otorite aynı zamanda hiyerarşiyle bir ana akım bağlantı içindedir. Otorite duygusu, düşüncesi olmadan yaşayamıyor insanlık, yaşamın her tür çağrışımı bunun üzerine kurulmuş, bebeklik çağlarında, varlığın en küçük yapılanım ve öbeklerinde bunu gözlemek olası, Habil'in başına gelenler organik ve tinsel yapılarımızda gizli, mülkiyet duygusu nasıl kaçınılmazlıkla varlığımızın bir parçası olmaya dönüşüyorsa, doğamızda varsa, otoriteye bağımlılık, fason ve kolaylık sağlayan bir şey. Ne kadar kötü bellediğimiz kavramlar varsa, bir soyutlama olarak karşı çıkabiliriz onlara, ama evlerimizde, kanton cumhuriyetlerimizde onun ilk uygulayıcısı yine bizizdir, dışarı çıktığımızda da onun uygulayıcısı olmaktan uzaklaşıp, özerk yapımızın bir gereği olarak, Büyük Birader'imizin boyun eğenine dönüşebiliriz, insan sonsuz sayılabilecek denli, çok yönlü bir yaratık, ezerken ezilen, yönetirken yönetilen, gülerken göz yaşı döken, düşünürken birden duygulanıma yönelebilen, sonra yine ansızın düşünceye evrilebilen tuhaf, geçişli, gözenekli bir yaratık. İlahi yapıdan bir kevgir!.. Böyle olduğu halde, neden klişeleri aşamayan bir yaratık insan, evrim milyonlarca yıla gereksinimi olan bir aşım, düşünelim ki yeryüzünün yaşı, evrensel takvimde bir saniyeyi bile tutmuyordur, derinliğine gidebildiğimizde düşüncenin koridorlarına, elimizden hiç bir şey gelmiyor, biz neyiz, kimiz sorusunun kaynağı bu nedenle genlerimizde saklı, bu soruları hepimiz soruyor ve yalnızca bizler üretiyoruz, çünkü görecelilik o denli korkunç bir kavram ki bizi var mıyız, yok muyuz sorusuna kolaylıkla götürebiliyor, bu noktada zamanın göreceliliği, engin bir hoşgörü ve dinginlik veriyordur ama an geliyor, nedendir bilinmez birden saldırganlaşıyoruz, birden ölüme koşan süvariler birliğine katılabiliyoruz, çıldırabiliyoruz, dinginlik ve çılgınlık, iniş ve çıkış, normallik ve anomali çözemediğimiz vargılarımız, uçurumlarımız bizim. Sıradan faşizm yetmiyor, belki de bilinmeyen, gizil bir otoritenin sonsuza dek sürecek kurbanlarıyız biz?.. Ritüeller, dinsel öğretiler, görünür, duyumsanır kanıtlara bel bağlayan bilimler, aile, toplum, kentler, omurgasız, her bir yana savrulabilen erkler, düşünebildiğimiz her oluşum otoriteden, onun kavramsallığından üreyen bir şey ne yazık ki, tanrı otoritenin baş tacı, monarkı, kağanlar kağanı, hükümetler, adı üstünde hükmetten ad alıyor, ak sakallı yaşlı kabilenin, baba ailenin, klanımızın tanrısı... Bütün bu kavramlar toplum içinde dağılım gösteriyor ve yine de bir bütünlük ve yaşamın olağan biçimde sürmesine şaşırarak, yarı hayranlık ve katlanılabilir bir dehşetle bakabiliyoruz, yoksa uygarlığımız, tüm ölüm kalıma, tüm düzensizlik ve acımasızlığına karşın yapabileceğimiz, ulaşabileceğimiz bir aşamanın, başarının adı mı... Kim bilir ama eleştirmeden, yakınmaları, eksiltilerimizi ve acımasız, olağanüstü yetersizlikleri, üst düzeyde dile getirmeden bir adım ileri gidemeyiz. Pindaros, ruhum olmayacak şeylerin peşinden koşma, olanaklar alanını tüketmeye çalış derken haklıydı, biz bir uygarlık olabiliriz, kapasitemizin el verdiğince yeni doğunumlar yaratmış olabiliriz, ama tansıklar ve anomaliler noktasında zaaflarımız var, sonsuz derecede hem de, değişime ve yeniliğe açığız derken yüzyıllarca durağan, doğamıza ve insan ırkına tersinir gelen konumlara sürüklenebiliyoruz, cennet ve cehennemler yaratarak, uydurarak bu dünyada ulaşamadığımız güzellikler ve yerine getiremediğimiz adalet duygularına karşı, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı, gözleri fal taşı gibi açılmış yıldızlara ve sonsuz acılarımıza karşı panzehir üretebiliyoruz, hem de illüzyona sığınarak, hem de gerçekliğin, kütlenin uzay zamanı eğmesi gibi, bir biçimi, olay ufkunu, algıyı değiştirmesi gibi, bize uygun boyut ve görüye hazır hale gelmesine, getirilmesine bile isteye izin verip katlanarak... Otorite konusunda çelişik yaklaşımlar içindeyiz, her şey gibi, bütün dünya kadın hakları diye ortak görüş üretiyor ama hiç kimse cenazelerimize ağıt yakarken onların avluya bile girmesine neden izin verilmediğinden söz etmiyor, ölüye yaklaşmasına neden karşı olduğumuzdan söz etmiyor, bir şeyin haklarından söz ederken sözcüler bile o hakları çiğniyor ve görmezlikten geliyoruz, ceylanın hakkını aslanın savunduğu bir dünyada yaşıyoruz biz. Karmakarışık bir düş içindeyiz, kaos içindeyiz, sanki bataklıktan gelmişiz ve başka bir bataklığa doğru gidiyoruz, öyle mi ve acaba evrenin yalancı çobanları biz miyiz!.. Yeis ve kayıtsızlık içinde olmak neye yarıyor, aşk içinde ve coşkuyla sürüklenmek daha mı iyi, düşünürken, yazarken, gezerken hep bir umarın peşinde koşuyoruz ve zamanın baskısı altında dengesizlikler, çıkışlar, içe kapanıklıklar ve mavi okyanusun içinde belirsizliklerle yaşayıp gidiyoruz. Terörize ediliyoruz, geri kalmışız diyoruz, sanrılara boğuyorlar bizi ve ötekiler daha iyi dediklerinde katlanamıyoruz ve bağlılıklar içinde otlayan canlılarla dolu çayırlar üretiyoruz, onun silahı bizde yok elbette yeniliriz diyoruz, bilgisayarı onlar buldu biz neyi biliyoruz ki diyoruz, yine de sözlerle dinginleşiyor ruhumuz, biz soylu bir toplumuz, büyük bir ulusuz, gelecekteki gelecek bizim olacak!.. Gerçek nerede, nasıl ve nedir?.. Doğru neye benziyor, nasıl bir şey, et ve kemiğe bürünebilir mi, görünebilir mi... Düşünce onmazlığa, ezaya dönüşebiliyor, gerçekliğin saltanatı karşısında... Bizde felsefe yok, kitap okuma oranı düşük, başka ülkelerin atıklarını tüketiyoruz, onların yardımını ayrıcalık sanıyoruz, 'kendigiden' bir oto bile üretemiyoruz ve yetişen kitlelerimiz günoğulcu, dışa bağımlı, özbenliğinden uzak... Ne şiirsel yaklaşımlar, biz dünyanın bir değeri olmayan, uygarlığa bir katkı sağlayamayan fertleriyiz, o kadar değil, öyleyse biz neyiz... Yeşil reçetelerin esiriyiz!.. Otorite olmasaydı, insanlık tembel hayvan gibi olurdu, hayır, arı gibi olurdu, barış içinde yüzerdik, yok olanaksız, birbirimizi tüketirdik, doğal ölümün dışında birbirini yok edebilen hiç bir varlık uygarlıktan söz edemez, bunca yurtluğun kanla süslenmiş bayrağı var, bunca ülke varlığını diğerini hiçlemeye borçlu, bunca ülke gelişmişliğini diğerini kolhozu gibi görmeye borçlu... Otoritenin Baltalar tapınağına gizlenen tanrısı neden görünmüyor, sultasını neden vaatler, çiçekler ve böceklerle süslüyor, öyleyse yok ha, oysa tanrı her yerde, bir otorite olarak o her şeyi biçimlendiren, görmüyor musunuz ve siz onu ağır biçimde eleştirin, vicdanlı olmaya davet edin, düşüncelerle dolu olmasını isteyin, vaat ettiklerinin, ne denli yararsız ve birbirini yok etme, hiçleme, acımasızca ezme denklemi üzerinde kurulduğunu söyleyin, tanrının yeryüzündeki uzantılarının, onun gizli paydaşları olduğunu söyleyin ve tanrıya başkaldırın, onların yeryüzündeki uzantılarını silin ve yeni bir yaşam, yeni bir uygarlık biçimleyin... Yeni bir tanrının gölgesine sığınarak gerçekleşmesin ama bu, başka ve hiç bir zaman geçmişi anımsatmayacak bir yönelim olsun... Ölüm korkusu bizi edilgen kılıyor, öyle ki, ölümler sınırsızlaştığında yaşama daha çok bağlanıyoruz, dallara daha çok bez bağlıyor, göklere daha çok yakarıyoruz, samanyolunun kağnılarına daha çok sevdalanıyoruz. Ölümden korkuyoruz evet, onu istemiyoruz, hakçası yerinde bir istek, susadım der gibi, ne denli geriyiz, geri kalmışız, bir adım bile ileri gidememişiz anlıyor muyuz şimdi, baştan beri mahşerin dört atlısını değiştirememişiz, aşk, yaşam, ölüm, zaman... Aşk sevmek, sevilmek arzusu, yaşam, düşünüyorum o halde varım demenin tersinir varyantları, yaşamak istiyorum, çünkü düşüneceğim, ne dramatik bir istek, içler acısı, var olduğun halde, var olmayı düşleyecek hallere de mi düşecektin. Ölüm, evet işte kaçınılması gereken bir doğrum, kendimi neden koruyamıyorum, her şey var ama bizden başka ölen yok, değişim, evrim sakinleştirmeye yetmiyor bizi, düşünmek istiyorum sonsuzca, yalnızca düşünmek, hepimiz gibi bir tanrı olmak, tanrı gibi hepimizin bir toplamı olmak ve zaman... İşte büyük sorun, var ve yok, her şey ve hiç, zaman nedir, gizlerine ulaştığımızda evrenin gizini de ele geçirmiş olacağız, çünkü zaman, evreni yarattı, tanrıyı yarattı, bizi yarattı, zaman her şey, yaratılanla doğdu zaman diyebiliriz belki ama gerçekte zaman hep var, zaman tanrının bir tür kendisi, bizim göremediğimiz, bilemediğimiz, algılayamadığımız bir şey olsaydı bile zaman, nasıl adlandırırsak adlandıralım o hep var. Doğurgan ve yaratıcı olan zamandır, evren hiç bir zaman yaratılmadı, insanın ortak ataları, karbon'ariler bir dönüşüm içinde hep var olacaktır, o zamanın bir parçasıdır. Zaman öyle bir şey ki hiç bir şeyin olmadığını düşünelim, hiç bir şey, bilemediğimiz, algılayamadığımız, kavrayamadığımız bir şey maddeyi ve evreni sonunda yaratacaktır, kaçınılmazlıkla, zaman her şeyin anasıdır, tanrı ise çocuğu, bütünlem varlıktır, yokluk zamanın kendisidir ve kendine katlanamayan varlığın, var oluşun türevidir artık. Varlık bu yüzden alabildiğine sıradan bir şey, belki bu yüzden bir cehennemin içindeyizdir, sıradanlık usa sığmazlığı üretir, tansıkları üreten hiç bir şey olmaklığımızdır, zaman yani yokluk, sonsuz bir durgunluklar denizi olarak insani barışın adıdır, biz yokluğun ve varlığın sentezine ulaşabildiğimizde otorite gibi varlığın ilkel unsurlarından arınacağız, yokluğun ve zamanın gizini çözdüğümüzde, yaşamımız sıradan olmaktan kurtulacaktır, yaşamın, ölümün amansız baskıları bizi yokluğun gizini çözmeye davet ediyor, zamanın engin hoşgörüsü ve sonsuz güzelliği var olmanın kısır ve şiddet dolu açmazlarından bizi kurtaracaktır. Kendini güven içinde duyumsayamayan varlık tansıklar arar, sıradanlıktan kurtulmak için can atar ve yolunu şaşırır kolaylıkla ne yazık ki... Yaşam, var olmak zamanın tutsaklığında bizi çıldırtıyor, düşüncenin yetmezliği bizi çıldırtıyor, bir bebek gibi oyuncaklarımızla oynuyoruz, bunu biliyoruz ama söyleyemiyoruz, zamanın gizini çözdüğümüzde oyuncaklarımızı bırakacağımızı umuyoruz, büyüyeceğimizi umuyoruz ve ama bu kez yanlışa sürüklenmeyeceğiz diyoruz, sıradanlıktan kurtulacağız ve şimdilik yanımda ol tanrım, çünkü; İnsan olacağız biz!.. ''Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o, değerinde, sonsuzca ağır gelen. Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında. Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi. Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle. Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara, sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle. Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o, paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.'' Henüz zamanın başındayız, yeniyiz ve insan olarak zamanın içinde gitmemiz gereken amansız, sonsuz bir yol var, çünkü şiirde, aşkta, yaşamda, zamanda, eni sonu bir otoritedir çağımızda, onun uzantısıdır, otorite kendini koruma içgüdüsüdür doğallıkla, affedilir değil, katlanılır bir şey gibi görmek gerek onu, bilinçsizce ötekini yok etme içgüdüsü, kendi adına başkalarının varlığını güvence altına almak çabası gibi bir açmaz, otokratizm, ama bunu aşmak zorundayız aşacağız. Tanrı gibi bir ilk'iz biz, ilkinsiyiz. Tarih çağlara ayrılıyor, oysa günümüze dek otokratizm / otoriteizmin getirdikleri, verileridir yaşadıklarımız, içgüdüsel olarak bu noktadayız, bunu aşamadık, henüz zamanın başındayız çünkü, varlığımızı sürdürme noktasında çelişkili bir geleceğin peşindeyiz biz, otorite olmasaydı yok olabilirdik belki, ama gene o nedenle yok olabiliriz de, ayrılık saatinde buluşma anını iyi hesaplayabilirsek yaşayabiliriz... İnsan çok trajik bir varlık, gülünesi; yaşamak isterken öldürmesi, gülmek isterken göz yaşı dökmesi, umarsızca hemcinsine karşı örgütlenmesi, pusu ve pusatlanması, hep bir otoriteizm çağından çıkamayışının göstergesi, eğer bu duygusunu ve düşüncesini yenebilirse evrende bir yeri olabilecek insanın, devinimin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünce, bunun bedeli olmalı değil, bir karşılığı olmalı, çünkü bebek evrenlerden olgun dünyalar yaratabilmek için, kendimizi güvencede duyumsayacak başka yollar yaratabilmeliyiz artık, çobanlarımızı terk edemezsek, uçuruma doğru gideceğiz belki de, çünkü tek tanrı, onun yeryüzündeki gölgesi ve tek bir çoban bizim sürü olmaktan kurtulamadığımızın kanıtı, biz bir sürüyüz ve hala eğitilmek aşamasındayız, çabalıyoruz, uğraşıyoruz, ehlileşmekle; tanrı bu yükü kaldıramaz, salt çobanın yol göstericiliği insanın kendini yadsıması olurdu doğallıkla ve öyledir de, şimdi artık birimiz bile insan değil miyiz yoksa... Otorite varlığımıza karşı duyduğumuz kuşkudur, özgüven yoksunluğudur, kişilik bozukluğudur, bunu aşan insanlık zamanın gizini çözmüş olacak, beşiğinden kurtulacak ve ancak böylelikle evrende sonsuza dek kendine bir yer edinebilecektir. ''Burada alacakaranlıkta, yarı saydam elleri parlıyor Musevi’nin kristal bardağında. Duygusuz bir uzantı, endişeyle renk veriyor, öğle sonralarında. Bütün günler, ikindileri, bitimsiz ve duyumsuz bir yinelemedir, birbirinin eşi sanki. Elleri uzayın gök yakuttan minerali, çakılmış, berkitilmiş sınırlar, varoşun duvarları gibi. Güç bela beliriyorlar, sessiz ve sakin adama, zamanlar kazandırabilmek adına. Düş kuruyor, tasımlıyorlar, dillerin tutulup, ışıltıyla izlenebilsin diye labirenti. Tanınmıyor olmak üzünç ve sıkıntı vermiyor ona (başka bir aynadaki düşlerin içindeki bir düşün yansımasıdır o), sevdalı değil, çılgınca ve delice sevmenin ürkek kadınlarına. Geçti o dönemler, özgürdür artık. Söylencenin ve sözcüklerin göz bağcılığı adına durup, ölene değin parlatıyor inatla büyütecini. Şimdi en büyük haritalar, eni sonu olmayan, ışıltılı, göz alıcı tüm yıldızlar, onundur artık.'' Bizim öykülerimiz, bin bir gece masallarımız sonsuz, neden birbirimizi sevmiyoruz?.. ''Kameriyelerin orada oturuyor, reomür deneyini sürdürüyorduk. Mobius merdivenlerine doğru biri geldi. Higgs bozonu nedir diye soruyordu!.. O an ‘Tanrı Parçacığı’ karıştı söze; Aradığınız benim. Zaman geçiyordu. Geleceği anımsıyorum... Ay ışığında ölüler sunağı kirletiyor. E kitaplar, pepler ve yitmiş anılar Delphoi'ye giriyordu!.. Sonraları E kitapları alan kalmadı, agoralar kapandı. Çipler belleğimizde her tümseli var kılıyor. Ve firmalar, tekiller, laklar olmayan şeyi satabiliyor. İguanalar, selentere, bukalemun, kertenkele... Depolar, hangarlar, antrepolar, silolar. Faunus’un planeti, ahırlar, kometlerle, zombiler (Ufolar, elipsoidler, lusiferler) Seralarda yokluğu var kılabiliyor. Varlığı-yokluğa benzetebiliyor. Onlar belleğimizde yer değiştirirken; Bilgi ve bulgularımız, okyanuslarda yüzüyor. Anlamsızlaşıyor, anlamsızlaşıyoruz. Anlamsızlaşıyor tin ve tün!.. Şeyler, kadmiyum sülfit. Kaç gün sonraki dün. Pikselin çözünürlüğü. Konfigürasyon rölativite. Kalifikasyon pandatiflik. Pikaresk; pitoresk palyatiflik. Serotonin, norepinefrin, plasebo etkisi... Bulutlardan iniyor Macellan yelkenlisi. Apaz seyri, körfezli yeniçeriler, Uluç Ali. Kelam okulu, ulular ulusu Mutezile. Tenzile, Sekine Hatun, Aişe. Dönüp duran eskil çark, sonsuzca tutsak kuark. Küvözde büyüyen Ksantippe, kuaför Cassiope... Arka sokakta yaşayan ankormanın lobu alkaliye dönmüş! Ve petri kabındaki hücreler, ölümsüz virüs. Fukuşima'da; mutasyonel kelebek, koriyonik villus. Oh, tanrımız geliyor! 'Fotonlara dönün' Bunca parsek boşuna konuşmuşuz... Gauss!..'' Tanrıda, yaşamda, ölümde, zamanda, yalnızca var olandır. İnsandır. Bunu başarmalıyız.

14 Şubat 2016 Pazar

MÜLKİYET

Tanrının en çelimsiz, güçsüz, bedensel ve ruhsal açıdan en zayıf yaratığı diye betimlenen canlıya verilen bir unvan insan. İnsansıların en gelişmişi diye, aşağılanmadan yukarıya doğru çekilen bir kavram. Bir topluluk, öbekler oluşturarak, bir ekin çevresinde yaşayabilen, düşünme ve sesi anlamlandırabilme yeteneği olan, evreni tümleyici biçimde kavrayabilen, bulgular sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirip, yönlendirebilen canlı, Âdemoğlu; Mü'minûn sûresine göre o bir kan pıhtısından yaratılmış, eril inanmışlar... Doğa kulvarlara, sayfalara ayrılmış, kuş uçuyor, karınca çalışıyor, kurbağa zıplıyor, balık yüzüyor, koyun otluyor, insan düşünüyor ama birbirinin gerçeklikte kardeşi ve bir tanrının çocukları olmakla övünen bu yaratıklar birbirine hiç benzemiyor. İnsan uçmak için, kuyu açmak, petrole ulaşmak için, bitkilerden yararlanmak için, Habil'in düşlerini sınamak, denize dalmak için, Jules Verne'i ve onun Nautilus'unu görmek için, karınca gibi olmak için, çalışmak, yaşamak (ve belki de salt bir tutsak olduğunu anlamak için) yıllarca yıllar kadar yıl bekledi... Görecelik yasası eşliğinde amansız yarış sürüyor ama henüz karınca gücünde yük kaldıramıyor, kedi gibi göklerden düşüp toparlanamıyor, göklere çıkıyor evet, haktanır olursak ve yeni bir kavramın, bulgunun eşliğinde bir kez daha hiçliğin yaratıkları olduğumuzu anlamazsak, son yüzyılda tüm -hemcinslerimizi- geride bırakma olasılığıyla karşı karşıyayız demektir ama yine de uzaya önce köpeği göndermek gibi bir korkunun pençesinde kıvranmak koşuluyla... Mülkiyet diye bir kavram var, insanın sürekli suçlandığı ve şiddetin, vahşetin anası olduğunu ileri sürdüğü... Mülkiyet canlıların doğasında var, bizimde öyle, yemeğini paylaşmaktan uzak, onun için canını ortaya koyabilen her canlı -cehennetin- yolcusu olabiliyor yeryüzünde, bir açına gerek yok oysa, insan yırtıcılardan, kendisinden güçlü yaratıklardan kendini koruyabilmek için bir mağaraya sığınıp, önüne taş koyduğunda, mülkiyet başlamış oldu... Mağara mülkiyetin başlangıcı, orada yalvaçlık, evliyalık gibi sanatlara, bir ermişin, dervişin engin düşlerine, düşüncelerine dalması için daha yüzyıllar var, yaşamını öncelikle güvence altına alması gerekiyor bir canlının. İşte mağara ilk kale, ilk mülkiyet, ilk sahiplenme, kim gerçekleştiriyor bunu, en zayıf canlı dediğimiz, yüz on iki kemiğin harikası dediğimiz şu otomobil!.. Mağarada bu güçsüz yaratık, yırtıcı ve daha güçlü benzerinden kurtulmak istedi ama yaratılmışlığın kuralları gereği dayanılmazlıkla susadı, dışarı çıktı ve yazık ki canından oldu. Yaşama arzusu ölümünün gerekçesi!.. Mülkiyet güçlünün yarattığı bir şey değil, zayıfın, güçsüzün hatta korkağın var etmek zorunda kaldığı bir tür edim, yöntem ve yönetim. Gerçekte mülkiyet bir yönetim biçimidir... Öyleyse Kabil, Habil'i öldürdü, çünkü Habil tarıma, vahşi hayvan statüsünden, buğday üzerinden ekmek ve arpa suyu üretimine geçmek istedi ve öylece evrildi masalına gerek olmamalı. Kabil, 'olağan şüpheli' insan soyunun gereğini yerine getirdi, 'güzel sanatların bir dalı olarak cinayet' onunla başlamadı, onunla sürdü yalnızca, insanoğlu günümüzde Kabil'in masum olduğunu düşünmemizi kanıtlayacak denli barbar ve bir vahşiliğin, güzel sanatlarında doruklarına yükselebilmiş ve gökyüzünün burçlarında, onulmaz, ulaşılmaz ve görkemle dolu yerler edinmiştir. Mülkiyeti kırlarda çit çevirerek, çevresinde kendine inanacak denli saf insanlar bulacak bir varlık icat etmiştir demek, safsatadır. Mülkiyet bir zorunluluktur ve ne yazık ki cılız olanın, zayıfın, elceğizi tutmayanın bir savunma biçimidir, güçlünün mülkiyete gereksinimi yoktur, bir soyutlama olarak yeryüzünün her yeri onundur, aslanlar açık arazide yaşar, ceylanlar dağlara kaçar, kartallar yüksekten uçar, farelerse yerin yedi kat dibindedir!.. Günümüzde mülkiyet, ortakta olsa, tekelciliğe evrilebilen bir güce de dönüşse, onun çok öncesinde bilim, savaş sanayiine, onun geçmişteki mistik parçacığı simya, tekniğin, fennin bir dalına, altın simsarlığına dönüşmüştür. Mülkiyet kamu yararına olmadıkça biz gün yüzü göremeyiz demenin hiç bir anlamı yok, biz karalar bağlamışız, her edimimiz, yoklukla var olmanın kavgasına, amansız uğraşına dönüşmüş... Sömürmek, kendisini, öncesini, sonrasını, biz bundan kurtulmalıyız belki de... Komünal toplum kendini sürdüremedi, çağdaş sosyalizm kolhoz krallığına dönüştü ve yanı başındaki kolhozlara göz dikti, parçalanıp yitip gitti!.. Nasıl bir uygarlık biçimi kurtarır bizi bilemiyoruz ki... Ütopyaların düşleriyle avunuyoruzdur belki de... Vejetaryen toplum olma yolunda ilerledi insanlık, bir çitle çevirmek tarlayı, bir sınır koymak gerekliydi, domuz mısırları talan edebilir, ormanın yaratıkları arı kovanlarına saldırabilir, ayçiçek tarlasına kuşlar konabilir, tanrının yarattığı yeryüzü bizi birbirimizden sakınmak ve kendimizi kendimizden korumak için yaratılmış, 'to be or not to be' , 'işte bütün sorun bu!..' Şeytanın uçurtması varsa, tanrı Yakup'un düşlerini korku ve dehşetin karmaşasıyla sarıp sarmalamışsa, o kan pıhtısının coşkusundan vazgeçemiyor demektir, yaratan ve yaratılan iç içe, öyleyse suç kimin, kimde?.. Ürünlerin iyisini yiyebilmek için tarlalarımıza korkuluk dikmekle vahşetten kurtulamayız, ağaçlara bez bağlamakla, iksirle, sihirle, zehirle bir uğur ve güzellik, esin veren bir cennet ve kardeşlik yaratamayız. Mülkiyet nerede makas değiştirdi, yeterlik katsayısını aştığında pek çok gerekçesi var bunun, silolarda, antrepolarda, ardiye ve ambarlarda stok başladığında, zorunlulukla karaborsa oluştuğunda, oluşturulduğunda, mülkiyet yavaş yavaş cinayete dönüştü. Sokrates sarımsak bolluğundan, bir sonraki yıl onu kimsenin ekmeyeceğini öngördü ve sarımsakları tarlasından topladığında bir anda varlık olmaktan varsıllığa geçti, yaşamın ve alış veriş kurallarının uslara durgunluk veren oyunlarını herkese gösterdi. Mülkiyet hırsızlık değildi başlangıçta ama kaçınılmazlıkla ona evrildi, para bir takas, trampa ve alış veriş aracıydı, masumdu ve hatta düşünüldüğünde yoksulluğun panzehiriydi belki de, kutsal ve haktanırlığın bir değişim aracıydı para, ama sonra -her şey gibi dünyada- saltanata, monopole ve tecimen uygarlığına, tacirin hükümranlığına dönüştü. Bourgeois... Para tanrının karşılığı oldu, tıpkı bir tanrının eşdeğerliğine soyundu, yaratan ve yok edebilen, öyleyse para neden ortadan kalksın ki, bizim tanrımız acımasız, sınav tutkunu, Frankenstein gibi deney düşkünü ve sıkı durun gerçekte kendisi bir tanrı tanımaz!.. Öyleyse para tıpkı tanrımız gibi bir soykırımcı, cinai oldu, cinayetler silsilesine hükümranlık etti ve biçimlendirdiklerini, düzen verdiklerini yönetti ama sorun yarattıklarımız, ürettiklerimizde değil ne yazık ki, sorun usta, protein ve karbonhidratların kızıştırdığı usumuzda, 'homo homini lupus'da... Çözüm için et ve kemikten sıyrılmalıyız demek, doğrumsu olsa bile, tuhaf bir yaklaşım, kendimizin tanrısı olmalıyız, bu bir belagat, robotlaşmalıyız, ürkünç yaklaşım... Gerçek bir kurtuluş olsaydı da eğer, bazen kurtuluş, kargaşadan daha ürkütücü gelebilir, siborg olup yeryüzünü gerçek aksiyonerlerine bırakmalıyız, ultra modern, bir o kadar fantastik ama somut inandırıcılıktan alabildiğine uzak, soyut bir gerçellik bu, alışılmış bir varsayım. Filozoflar, bilginler, deruni er-dişiler gerçeği gizliyorlar sonuçta, görüşleri uzlaşmayı değil, yol yordam bulmayı değil, sınıfsal katmanları yakınlaştırıp, buzların ayrışmasını, çözülmesini değil, tam aksine keskin yaklaşımlarda bulunarak sorunun içinden çıkılmaz hale gelmesini sağlıyorlar, görünüşte ezilenden, yoksulluktan, yoksunluktan yana tavır koyuyorlar, çelişkileri soyuyor, ortaya koyuyorlar ama bu düşmanlığı ve uçurumu artırarak, çoğaltmaktan, arayı açmaktan başka bir işe yaramıyor, ölümseverliğe açılan kapılar bunlar, özgürlüğü kazandırmıyor, mülkiyetin kırbaç izlerini, 'hayatın ve ölümün baskılarını artırıyor' kan ve sömürünün saltanatını pekiştirmeye yarıyor, oysa mülkiyet kaçınılmaz ama sömürü öyle değil, bu ayrımın gizini yakalayabilseydik, kavramların varlığını ölüm ve kanla süslemekten vazgeçip, çözümler üretebilseydik, paranın ve mülkiyetin günahını bilgiçlikle, kolaylıkla, alışkanlıkla ortaya atıp, içinden çıkılmaz uçurumlara ve ölümlere doğru koşuyor olmayacaktık, olamazdık inanın... Kavramların içi boştur gerçekte, nasıl kavradığımız, algıladığımıza bağlı, uygulayıma, yüklenen nenlere, tözlere bağlı her şey, kullanım biçimi markayı öldürebilir, sözlükten anlamını kaldırabilir... Çünkü katı olan her şey buharlaşıyor, amorfik bir yapıya dönüşüp, gölgelerin gücü adına siliniyor artık ve zaman içinde her şey yok olup gidiyor. Değişmeyen tek şey yaşam biçimimizin, aynı kurallar, bağlaşım ve bağnazlıklarla sürüp gitmesi, giyotin, elektrikli sandalyeye evriliyor, düello pusuya; mavi yakalıların yazgısına, beyaz yakalıların hatır suçları ekleniyor yalnızca, bir nezaket gösterisi olarak, paraya borsa, lot, senet, pay ve fan fin fon karışıyor, kavramlar üreyerek çoğalıyor ve yaşam şaşılacak derecede aynısıyla vaki olmak üzere, anlamını hiç yitirmeden, yenilemeden, yinelenip gidiyor, hiç bir zaman hiç bir şey değişmiyor. Düşüncelerimiz, erkek egemen ve giderek aygırlaşan ataerkil saman yığınları ve küspe rulolarıdır ne yazık ki... Gerçekte eşyalarımız değişmeyen kavramsallıkda algı sınırlarının izin verdiği ölçüde yaylanan, salınabilen ve anlak içinde o ölçüde gezinebilen tözlerdir. Sözcüklerimizde öyle, kemer kaç anlama gelir ki, belli ki edep yerini gizleme araçlarından, korsan metotlar söz konusu olduğunda bir özkıyım manivelası, burun tümseği, köprücük kavisinin diğer adı, bağlantı olanağı veren mimari yapı vb. Örtünmek uygarlık belirtisi mi, gericilik mi... Artı değer bir önlem olarak hümanist bir yaklaşımı hak ediyor mu, yoksa monopol monarklığına işaret eden bir buyurganlığın belirtisi mi, üretim hırsızlığa giden yolun taşları mı, yoksa hümanizmin huma kuşları mı... Evrensel olabilecek, gerçek bir uzay / yıldız toplumunda, kozmolojik eksenin önderliğinde bir yaratım olsaydı, mülkiyet bizim algıladığımız ya da uygulayımlarımız biçiminde olamazdı, sorun kavramın varlığında değil, nasıl gelişme gösterdiğinde ve nasıl sonuçlandığında, bizi nerelere sürüklediğinde, tek başına hiç bir şey günah barındıramaz, insanlık aleminde yalnızca suç iki kişiliktir, yargıç salt kendini yargılayamaz, bu anlamsız olur ve ama aşk bile öznesine yetebilirdi. Mülkiyet evrensel bir bağlanımda düşsellikle kurgulanabilseydi, içgüdülerimizden arınmış, ilkel istençlerin egemenliğinden sıyrılmış, gerçekten ussal bir kavram olabilirdi. Yeryüzüne bağımlı bir yaşam türümüz var, henüz açlık gibi biyolojik-bedensel güdülerin tuzaklarından kurtulabilmiş değiliz, tinsel açlıklarımızı doyurabilmiş değiliz, henüz bir sürüyüz ve tam anlamıyla vahşiyiz, sorun bu, yoksa biz kavramların tutsağı da değiliz, kavramlar bizim tutsağımız. Kategori, katmanlaşma, sayısallık, sınıfsallık yazgımız ama birbirimizi yok etmekten kurtulamadıkça, insan da değiliz, primitif birer canlılarız biz. Mülkiyet kötüyse, narodnizm iyi mi, evrim kuramı iyiyse, Adem'in çamurdan yaratımı kötü öyle mi... Evrimsel görüşe göre denizlerden geldik biz, ilkel kordalıdan, balığa, oradan maymuna, yarı insansı ve homo erectus'a... Son durağımız homo sapiens, düşünen adam, Rodin!.. Onun sonrasıysa homo home'dur. Giderek düşünmeye evrilen ve devinimin dışlandığı bir canlı, eğri ya da doğru bilinemez ama, düşünsel hız, ışık hızını geçebilecektir, işte gerçek aksiyon. Adem'e göre, kutsal metinlere göre, çamura beden verdi tanrı, ne kadar doğru, bataklıktan geldik biz diyor, balçıktan, gaitanın içinden ama estetik bir dille söylüyor bunu, gönül kırmadan, nasıl söyleseydi peki, evrim kuramı gibi alıştırarak söylemesi daha mı iyi, maymunuz, yarı insansı, iki ayaklı ve düşünebilen canlı ha!.. Kutsal metinler ilahi gövdelerimizin gereksinimlerinin nasıl giderileceğini, vicdanımızın, yüreğimizin, düş ve düşüncelerimizin nasıl doyurulacağını, onmazlıkların, umarsızlıkların ve acılarımızın nasıl sindirileceğini bilimin donmuş gerçekliğinden daha iyi biliyor olabilir, günahkarız, çamurdan geldik, ne olduğu bilinmeyen bulamaçtan ama üzülmeyin, tanrının eli değdi ona, arındınız, siz günahkar değilsiniz, ermişsiniz, dervişsiniz, siz seçilmişsiniz... Ah siz katilsiniz, kardeş düşmanısınız, vahşisiniz gibi teoremler, 'Dünyaya gelirken umutlarınızı dışarda bırakın' diyen, en iyisini bilenler, Pindaroslar gibi mi konuşmalıydı, rahipler, peygamberler, veliler.. Bilim açıkça söylüyor olabilir ama kötü niyetli, inanç ise belirsizce söylüyor ama iyi niyetli olamaz mı... Değil, peki ne değişiyor, arayışın sınırlarını kim çizecek, tanrı mı, insan mı, yazgılarımız, olan bitenler, uygarlığımız ya da şeytan mı... Açıkça dile getirmenin, evet seni öldüreceğim demekten bir farkı yoksa, cennete gideceksin demek neden daha vahşiyane olsun, ikisi de aynı kapıya çıkıyor bunların, seçim sizin, kurtuluş belki yok ama bilin ki hiç bir zaman hiç bir şey değişmeyecek, bir kalburun içinde buğdayları ele geçirme yarışı bu, bilim ve din iki ayrı kapıdan girilen bir tünelin ağzı yalnızca, dehşet var kaçınılmazlıkla, birbirini aşağılamaları ve suçlamaları, bitimsiz ve sınırsız biçimde kutuplaşmaları saltıklıkla bir oyun, maymundan geldik demektense açıkça, bataklık gülüyüz demek daha dürüstçe, kim ne derse desin!.. Devinim gözle görülüyor, yadsıyan yok ama nasıl gelmişliğimizin; aşağılanmasına göz yummak ve katlanmak çok acı gelebilir kimilerine... Öyleyse diyorum artık, bilim havarilerine, iki yüzlü olmayın, aya gidin evet ama dönerken bari boynunuzdaki muskayı öpmeyin... İnanmışlara da diyorum ki, biraz daha açık olun, ölümseverliğe dönüşüyor olabilir vaatleriniz, acılarımızı önleyemiyoruz evet ama vaatleriniz biraz daha insani ve biraz daha dünyevi olamaz mı!.. Paradoks bu işte, ezeli ve ebedi acılarımız bu bizim... Yaratıkların en şanlısını güzel günler bekliyor olamaz mıydı... Kavramlarımız karmakarışık evet, bir erek olarak daha efektif, daha estetik bir yaklaşım, daha tanrısal ve daha umut verici olamaz mı, neden olmasın, insan olduğumuzu söylüyorsak, yaşıyorsak bir umut vardır!.. Evrim teorisi bizim kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemizi istiyor, evet biz hayvandan geldik, hayvanlaşan insanız biz ayrıca, Zola'nın ve zorbanın önderliğinde bir umarda yok evet, tanrısına baş kaldıran, kültür ve bilgi anarşizmine, terörizmine, anarşist ve teröristlerine idam getiren, asılacak çatılar yaratan bir canlının ırkı o, oysa tanrının tüm peygamberleri bir kültür teröristiydi, devrimler, keskin devinimler bir kültür terörü değil miydi, bu çılgınlığın sularından içebilmiş insanoğlunun başka bir çelişkisi de bu işte... İnancın yollarıysa yücelmemizi ve bir estetin peşinde koşmamızı öneriyordur, iki farklı görüş, değişmiyoruz, değişemiyoruz ama önermelerin günahı ne, laboratuvar daha sağlıklı sonuçlar üretiyor, ama insanın umudunu yitirmesinin laboratuvarla bir bağı olamaz, varsa bile o sevilmek istiyor, sevmek istiyor, buda inancın alanına giriyor ne yazık ki, ilaçlar ve sağaltımla pekala olabiliyordur belki ama 'söz' yeri geldiğinde en ulaşılmaz müsekkin!.. Önce söz vardı. En görkemli sakinleştirici, umut ve müjde, sonsuz iyilik ve ılık bir gölge olabilir, bazen her şeyden üstün gelebilir sevgi insanoğluna... Bunun mülkiyeti kimde!.. Tanrı Adem'e biçim verdiyse, çamuru karıp, bir beden oluşturduysa ondan, o bir heykeltıraş, size benziyor, daha ne istiyorsunuz, üstelik tanrı olağanüstü bir dille konuşuyor, yaşam diyor, şaşırtıcı ve göz bağcı o evet ve hepimizin yaptığı gibi; eylemleri gerçekte bir edebiyat onun!.. Güzelliğin peşinde o, işi zor evet ama bizde onun peşindeyiz, tanrının, tanrısallığın, salt güzelliğin... Karnımız toksa her yerimiz açtır demek neden bir aşağılama olsun, yaralı olmayan bir kuş var mı, nerede o, bilen var mı bu dünyada... 'Burada, zamanın çarkına yok edebileceği hiç bir şey vermeyen bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan oluşan madeni manzarada; burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; burada, belki yalnız bir an için putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan bir şimşeğin aydınlığında; nice maskenin ardına gizlenen o yüze, zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, senin aldattığın, herkesin zorbalıkla kandırarak senden çaldığı. Böylece arınarak bir toprak testi gibi ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak bir an için kurtulacak özündeki kil hayatın ve ölümün amansız baskılarından.' Özümüzün baskılarından kurtulduğumuzda, kavramlar ve yaşamımızda özgür olacak... Ama biz barışı yakaladığımızda ne mülkiyet, ne devlet, ne ülkülerimiz: Annelerimiz ölmüş olacak!.. Biricik günahımız bu bizim!..