30 Ocak 2016 Cumartesi

ZAN

ZAN / Evvel zaman içinde Çin'de, Henan eyaletinin, Zheng zhou kentinde, Zan adında biri yaşarmış. O herkesler gibi doğmuş, herkesler gibi yaşamış ve günü geldiğinde, Azrail yarın sana geleceğim dediğinde, yarının hiç bir zaman gelmeyecek olduğunu, her yarının sürgit başucumuzda duran bugün olduğunu düşünememiş ve sırf bu yüzden ona melekutların verdiği ceza ölüm değil amansız bir sayrılığa yakalanmanın ezası olmuş, hal böyle olunca, o Syble gibi bir şişeye sığabilecek denli küçülene ve ıssızlıkta yitip giden bir ıslık gibi tükenip gidene dek yaşamış, ne ki böylelikle Azrail'in sorgu defterinde gözden kaçırdığı insanlar katına yükselmeyi başarmış!.. Zan, esprili, sevecen, dost canlısı ve bilgisever biriymiş, yemektense, yemek pişirmeyi öğrenmek isteyen, kıssalardan hoşlanan, dervişlerden, keşişlerden söz eden, masallardan dem vurup, darbımesellerle süslü belleğini herkeslere açtığı için çok sevilen, aranan biriymiş. Sözü uzatmak israftır. Başkasının söz hakkına göz koymak, dilini, divanını çalmak ve dünyayı salt kendinin kılmak gibi bir benoğulculuk, gamsız tasasız bir hodbinliktir. Herkes kadar herkes konuşabilseydi şu dünyada, -ne iyiliği kötülük sananlar, ne güneşten korunmak için gölgesine sığınanlar olurdu- dünya bugünkü dünya olamazdı. Öyleyse sözü uzatmayalım, Zan'ın dillere destan mesellerinden bir ikisini aktaralım ki, bencilliğin ve çıkar düşkünlüğünün nelere yol açtığını, menfaatperestliğin, ne denli aciz bir Lennielik, naturamıza uymaz bir acınası putperestlik, nesebimize, meşrebimize yakışmaz bir huysuzluk, hayırsız ve şerle dolu bir gaddarlık olduğunu anlayalım... Zaman zaman içinde, Yangtze ırmağına yakın Anhui eyaletinin, Hefei veya belki de Huizhou kentinde usun kıvraklığı ve insanın sevecenliği kapsamında bir yarışma düzenlenmiş, gelenekler uyarınca herkese birer metre uzunluğunda tahta kaşıklar verilip, önlerine konan azıkları, sulu yemekleri tüketmeleri istenmiş, yarışmaya önce benciller, azılı menfaatperest ve putsever gözbağcılar ve kendisinden başka kimseyi düşünmezliğiyle tanınmış aç gözlüler, at bakıcısı, tavlacı ve tüm gül satıcıları, saray süpürgecisi ve bahçevanlar katılmış. Beklendiği gibi hiç biri kocaman kaşıkları ağızlarına çevirip de yemeyi becerememişler, yemekleri döküp ziyan etmişler ve aç bilaç, sefil biçimde sofrayı terk edip, yurtlarına, ocak ve bucaklarına dönmüşler. Hasılı İkinci takım alınmış sofraya, her şeyi paylaşmayı alışkanlık edinenler, kendinden önce nasılsa başkalarını düşünmeyi adet edinenler ve yaşamı tüm zorluklarına karşın doyasıya sevmeyi düstur belleyenler katılmış bu seferki kasırgaya, ne olmuş dersiniz, herkesin nasıl olacak bu iş diye bahse girdiği, türlü türlü dolap çevirdiği, yalap çalap laflar ettiği ettiği bu meselde, aşıkların hepsi birden kaşıkları karşısındakinin ağzına tutmuş, herkes gönül hoşluğuyla dolu, gülümseyerek sofradakileri yemiş ve alabildiğine doymuş gözlerle kalkmasın mı sofradan, seyredenlerin gözleri fal taşı gibi açılmış ve hiç biri bu kolaylığı, bu us cambazlığını nedense düşünememiş. Festival bitmiş ve sevginin, öz verinin ve paylaşmanın değerinin neden bir türlü bilinmediği, neden herkesçe bu ulucanlı, ortak yolun kabullenip, benimsenmediğine şaşarak, bir kez daha yakarmışlar tanrılarına, ahlar vahlar arasında diz üstü çökerek, tapınmaya durup, haykırıp, hayıflanarak sevginin yüceliğinde, sonsuzca insani, usa yakışır çözümleri üreterek, evrensel barışa giden yolu açtığında, bir kez daha karar kılınmış ve yaşamı her ne pahasına olursa olsun, her daim sevenler ve gülünün solduğu akşamı bile paylaşanlar, bir kez daha omuzlara alınmış ve bir kez daha ululanıp, yüceltilmişler. Dağa taşa, kurda kuşa, ölüsünden canlısına ders olsun, şan olsunmuş bu mesel. İkinci meselde şöyleymiş, sırasıyla bir işi yürütmenin, her eylemi olması gerektiği gibi sürüp, sürdürmenin, her şeyi yerinde, yolunda yolağında ve zamanında yapmanın, düşünceyi ve yeteneği usturubuyla kullanmanın ne denli şaşırtıcı ve düşünülmedik boyutlarda sonuçlar verebileceğini, ne denli yararlı ve olmazı bile olur kılabileceğini, hepimize öğütler ve nice verimli koyutlarla belleğimize ışıklar saçabileceğini gösterir bir kıssa, düşünceler içerir, dolaylı vesilelerle dolu bir meselmiş bu... Budist rahiplerden biri, bir gün çevresine tüm müritlerini toplamış ve eğri büğrü, kocaman bir taşı, dikkatle bir güğümün içine sığdırmayı başarmış ve öğrencilerine demiş ki; Doldu mu kulpu kırık küp, onlarda haklı olarak doldu demişler. Bu kez rahip, bir kova çakıl taşını güğümün içine dökerek, sallamış ve taşların kovuklarına yerleşmesini sağladıktan sonra gene sormuş çevresindeki, bir sözüne bakar, sorgusuzca iman eder öğrencilere, onlar şaşırarak gene doldu demişler, rahip bu kez bir kova kum almış ve herkesin gözlerinin önünde güğümün içine boca etmiş, kum seli kendi yolunu bularak minicik küpün içinde, gezinerek, akmış ve içi dışına dek dolmuş, öğrenciler olacakları kestirip bu kez dolmadı diye haykırmışlar, rahip gene durmamış ve bir kova suyu boşaltmış küpçüğe, öğrenciler yine şaşırmışlar ve suyun çift kulplu güğümün dibinden tepesine yitip gittiğini şaşkınlıkla izlemişler... Rahip, bu oyundan amaç demiş, kara güğümün büyüklüğünü, hacminin şaşırtıcılığını anlatmak değil, her şeyi sırasıyla yapmanın önemini kavramaktır. Doğru yolu ve düşünce birliğini yenebilen tek şey, ondan daha üstün ve ilerde olan yeni bir doğru ve düşünce olabilir ancak diyesiymiş rahip. İşte Zan böyle şeyleri anlatır, nice güzellikler ve ince düşlerle oyalanır biriymiş. Gel gör ki, başta da belirttiğimiz gibi, bir gün oda yaşlanıp, yazgısının oyuncağı bir üç ayaklı olunca, günü gelmiş yataklara düşmüş ve şifa bulamayınca, bir umarla eyaletin iyi bilinir, en mamur sayrılar evine kaldırılasıymış. Zan bu ya, orada da arkadaşlarını, henüz sıhhat bulamamış yoldaşlarını, koğuştaki gönüldaşlarını mutlu etmek, onları yaşama bağlamak için gene elinden geleni yapasıymış. Zan'ın yatağı pencere kenarındaymış, ağırlaşmış olanları, sanrısı tutanları yaşama bağlayabilmek için, bu kez pencere kenarından dışarısını, gördüklerini, gelip geçenlerin süsleriyle dolu yaşamı anlatır, onları güldürür, düşündürür, duygulandırıp, sevecenlikle ruhlarını doldurarak günler boyunca oyalar dururmuş. Pencereden her gün cıvıl cıvıl oynaşan çocukları, örgü ören anneleri, ıhlamur çiçeği toplayan teyzeleri, havuzun kenarında suya dalıp çıkan, neşeyle ötüşen kuşları, serçeler, güvercin ve kumruları, arabasıyla gezinen çocukları, kokuları, tavşan kanı çayları anlatır, bu günlük güneşlik yaşamın, bu insanlarla biricik bağlantısını sürdürebilme adına, her gün olan biten, nice güzellikleri, zarif, efsunlu, gönülçelen bin bir şeyleri, seyirlikleri, sevecenlikleri dur durak bilmeden, bıkıp usanmaksızın anlatırmış. Arkadaşları onu pek sever dualar edermiş. Ama biri varmış ki Zan'ı kıskanıyormuş, pencerenin kenarında o olmalı ve herkese o anlatmalıymış yaşananları, onun olanları görmeye hakkı yok muymuş, anlatmaya gücü yok muymuş, belleği yaşlıda olsa yetmez miymiş diye düşünür, onun gibi olmak istermiş ama heyhat pencerenin kenarı Zan'a nasip olmuş ve bu manzaradan, giderayak bu imrenilesi güzellikten yararlanmak hakkını ne yazık ki Zan elde etmiş, güzellikleri doyasıya bakıp anlatmak ve her şeyi o çocuksu anılarla kaynaştırmak bahtı ona gülmüştü bir kere... Yaşam ne garip, Zan'ın komşusu içten içe yanıyor ve Zan'a günden güne kin besliyor ve anılarıyla bir türlü kaynaştıramadığı, yaşamın güzelim manzaralarını görememenin acısıyla nobran davranıyor, huzursuzluk, geçimsizlik yaratıyor ve neredeyse herkesin keyfini kaçırıyormuş. Oda anlatmayı bilirmiş güzellikleri, katedralin havariler avlusundan çıkar gibi, Formoza faytonlarına binip gezen, neşeyle dolup taşan grupları, melekut alemlerinde dolaşır gibi, akasya ve lisyantus demetleriyle boyunlarını çelenklerin süslediği, göz alıcı entarileriyle albenili kız çocuklarını, afacan delikanlıları anlatmayı, ifritin gümüş bıçaklı gecelerinde, ay ışığında sarhoşluk veren saatleri diline dolamayı, Judas soyundan gelenlere Yiddişçe rüyalar görmeyi başardığını söyleyerek, güneş ışığında göz renginin değiştiği müjdesini vererek, çevresinde bir aşıklar ordusu, sevgi, sevecenlik yumağı ve hilal biçimli haleler oluşturmayı oda bilirdi. ''Orada sayrıları yatağından düşüren zika virüsünü gördüm, orada Sezar'ı öldüren hançeri gördüm, Stuart'ın göğsündeki kanseri gördüm, orada Babil'in kuleleri, asma bahçeleri ve Nil deltasının defnelerini gördüm.'' Meselimiz az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti ve günün birinde iyi yürekli Zan ölmeyi bildi. Masalcısı ölmüştü koğuşun, yatalaklar, yarı yürür inmeliler ve ayakta duramayan nice efendiler üzülmüştü evet ama Zan'ın yatağı kenarına gelip, güç bela pencereden dışarı bakmak istemişlerdi pek çoğu, Zan'ın bitip tükenmek bilmeyen yaşam öykülerini gözleriyle görmek, bizzat tanık olmak istiyorlardı. Gizliden bir kıskançlık, haslet duyan gözlerle, hevesle, iç yakıcı özlemle, ardı sıra yaklaşıp bir bir dizildiler. Ne yazık ki güneşi gizler bir bulut gibi, ilerde sayrılar evini çepeçevre kuşatan beyaz ve yüksek duvarlardan başka bir şey göremediler!.. Sözü israf edip, sürçü lisan ettikse affola!..

27 Ocak 2016 Çarşamba

AŞKIN ADI YOK

ZİNYA (Zeyl) / Sessizliği dinle, bak uzayda yetişir turuncular turuncusu bir Zinya çiçeği... Niçin yazar insan, tek bir sözcük için... Evrenin gizi o tek sözcükte, hep arıyoruz onu!.. Ama güzel bir sözcük, ilginç bir sözcük de yazıya sürükler bizi, sırf bir sözcüğün hatırı için bir şeyler karalarız, Zinya gibi... Uzayda yetişen ilk çiçeğin adı, o zaman bu sözcüğün hatırı için bir şey yazmak gerek, adı önce söz vardı olsun isterdim ama Zinya olsun, güzel bir esin, sanat hep yalan söylemez mi!.. Annabel Lee'yi okuyup şair olmaya kalkışan çok kişi var aramızda, Yaşar Kemal'i okuyup roman yazmadan gitmeyeceğim diyen, yazma düşüncemin gerekçesi Yaşar Kemal'le başlar, Nazım, Turhan Selçuk, sonunda Borges, elbette tümünü yazsak burası kronolojiye döner. Stanislav Lem'in Solaris'ini hep anarım nedense, o felsefeyle edebiyat yapılabileceğini gösterir ya da tersini... Denizler Altında Yirmibin Fersah'ı unutmadım, kaptan Nemo'nun denizler altında ölüp gidişinin kederini taşıdım hep bir de hidrofobisini tabi!.. Bunları hep söylerim, yalan söylemekten iyidir diyebilirim!.. Unuttuğumuz için yazarız, ama gerekçeler imparatorluğuyuz biz, yazmak için yazarız, toplum için yazarız, kendimiz için yazarız... Oysa bugün kar yağdı, kar yağdığı için yazarız, çünkü bir yere çıkamadık!.. Arayışın okyanuslarında insan, bir işe yarama duygusuyla yazar gerçekte, her ediminde bilinç altında bu vardır, sevilmek arzusu, sevmenin zıddı değil, gerçek nedeni!.. Sonuçta nedenleri aramak, sorgulamak, eleştirmek olmazsa olmazıdır yaşamın ama önce bir şey yapacağız, bir edim, bir eyleme yol açacaksınız ki, eleştiri olanağı olsun, sonsuz ölümle biten bir edimi nasıl eleştireceğiz peki, 'Yapmayacaksın' yapmadan nasıl eleştireceğiz ama... Eleştiri Proteus'un ayaklarını yatağına uydurmak değildir, her gereksinim ya da anomaliyi anlamak ve onlara erdemin yollarını gösterebilmek ya da erdemli davranabilmektir. Kavram kargaşası, doğuya özgüdür temelinde, bir sonula, bir verimliliğe -berekete- bağlanmayan done, edim veya iletişim boşlukta dönen tekerleğe benzer, spin atan bir nesne, bir hiçlik!.. Batıda düşünce bir amaç için üretilir, eylem onun göstergesidir, yapım, imar, yerine getirme, üretme süreğenidir düşüncenin ve onlar her düşünceyi bir sonuca ya da eyleme veya enerjiye ya da olaya, olguya bağlamasını bilirler. Düşünce batıda yerine getirmek için vardır. Deney ya da gözlem onlar için yeni bir kapının eşiğidir, aslanın parçaladığı ceylanı sakinlikle izlerler ve bu bir döngüdür, doğal seleksiyon ya da yaşam döngüsü bunu gerektirdiği için doğallıkla olması gerektiğini söylerler, bir doğulu ceylanı parçalayan aslanı öldürmeden edemez, onun için pars topraklarında görünmez örneğin, soyu tükenmiştir, vicdanlarda parsın yeri yoktur, hele bir insanı öldürmeye görsün, yağmur duasına çıkar gibi pars avı için yollara düşerler. Batı parsı ehlileştirmenin, efendisi olmanın yollarını arar belki, onun doğasını yok etmeyi düşünmez ama işte sözün bittiği yere geldik, batı öyle bir güçtür ki pars ona yaklaşmanın ölümcül olacağını bilir, doğu insanı için pars inanın ya da inanmayın eşrefi mahlukattandır, o olmalıdır der, onunla varlık yokluk kavgasına girecekse neredeyse eşit koşullarda dövüşür, yener yenilir, evet zalimce de davranabilir ama batı gibi onu ehil, kendisinin ayaklarına kapanabilecek bir yaratık haline getirmez, pars ona arkadaşlık eder, uzun sözün kısası şu, örneğin doğu saraylarında bir köle iktidarı ele geçirebilir ama batıda öyle bir hiyerarşi ve öyle bir özgürlük anlayışı vardır ki, kral örneğin köpeğiyle gücünü hiç bir zaman paylaşmaz, doğuda ise maymun kral bile vardır, öbür dünyaya tüm avadanlığıyla gömülür, hasekiler, kediler, mücevherler, taslar, kaşıklar!.. Batıda us dışına, tansığa ve öylesineliklere yer yoktur, doğuda her şey geçicidir, her şey olabilir ve zalim kolaylıkla masuma ve masum acımasız bir zalime dönüşebilir. Diyesim doğu bir şeyi yemeyi öğrenirken, batı ona sofrasında yer vermeyi çoktan öğrenmiştir. Bu ne demek ve neler oluyorun yorumu sizlere kalmış!.. Ama 'acının çocuklarının' batı neresi doğu kimdir demesine fırsat vermeden şunu söylemeliyiz, bu kavramların her ikisi de bir düşünce biçimidir. ''Yazmasam çıldıracaktım'' gerçekte eleştiri ''Yalnızlık Dolambacı'nda dört bir yandan esen rüzgârdır, doğunun aydını da gariptir, fiziği bilir kimyadan anlamaz, aritmetiğe tapar, geometriden hoşlanmaz, felsefeye imrenir ama mantık gereksizdir filan diyebilir, parçalı bulutlu dünya, güneş açarken yağmur yağar, bulutlar vardır ama sıcaklık rekor düzeyde!.. Bu nasıl olur, geçenlerde bir ekonomist dedi ki, bilimsel açımlar yapıp, konunun biliminden söz edip, göklere bakarak, kayıt dışı ekonomi sözü benimdir derken; birden konu bağlamında sözü toprağa değdi ve öylesi bir kayıtsızlık ve boş vermişlikle, insan aşık olur, kavuşamayınca şair olur dedi, iki yaklaşım arasında bu kadar uçurum nasıl olabilir, kayıt dışı ekonomiden, spektaküler anafordan, Şanghay'da kanat çırpan kelebeğin, Meksika dalgası'na yol açabileceğinden, kriz ve çağlayanlardan söz ederken, Horasan tuğlası gibi kitaplar yazılırken, opsiyon, paradigma, portföyler, anlaşılmaz deyimler, temrinler kol gezerken, edebistana gel ve bağrı yanan şair olur deyiver. Oysa yaşam yalnız teknoloji ya da tüketim dengeleri değildir, gülmek kendiliğinden, mihaniki değildir, gülmek, gülümseyebilmek için yalnız banknotun gücü yetmez, karın tokluğu, doymuş olmak, sonsuz açlıkların eşiğine getirir bizi, bu gizi sonsuzlukla, var oluşla, ölümü sorgulayıp, zamanı aramak, kendini tanımakla aşabilir insan, ekonomi olmazsa olmazımızdır ama sosyal bilimler bilim değildir diyebilen doğu aydını öyle şaşırtıcıdır ki, tanrının evreni bir şiir uğruna yarattığını bilemez, bir estettir kozmos ve hepimiz cennette yaşasak ve her istediğimize, yaşam sevdamızın tüm aşamalarına, hünerini unutmayan sağ elimizle kavuşsak, kavuşabilmiş olsaydık bile şiirin ve tanrının düşüncesi olan müziğin bir tınısını duyabilmek için cennetten kaçabilirdik. İnsan gerçekte Kharon'un kayığını -tam tersine- hayata doğru süren biridir!.. Ne yazık ki bu tür insaniyet -yaşamı yadsımak- yaratıcısına ölesiye bağlı olmak doğuda bulunabilir ancak, o kuldur, hazırcıdır, verilenle yetinir, aramaz, sormaz ve görmekten kaçınır, oysa yaşam yazık ki, tam da bir doğulunun dediği gibi, tanrıya ulaşmak için, ona kavuşmak için ve zulmette ışıkla dolmak, onun gibi olabilmek için vardır. Ölüm bu iznin -sürenin- bitmesidir. Doğunun bilgini bulutsuz gökten nasıl yağmur yağarı düşünürken, suyu avcuyla içen adamdır. Dolayısıyla göğe merdiven dayayıp su dökerek düşünür bu açmazı... Bu kolaylığa kaçma, basite indirgeme metodu, yaşamdan koparak, zahmetsizliğe tapma ve insanı aşağılama alışkanlığının adıdır. Doğunun aydını emeksizce her şeye kavuşulabileceği sanısıyla yanıp kavrulan adamdır. Söz bir dolambaçtır, eğretilemedir, her açın olasıdır, ne ki tanrı indinde insan, düşünen insan, dolap beygirini kuyudan kurtarabilmek için vardır... Bir sözcük için yazar insan, tanrıya ulaşmak için tanrı sözcüğüne sığınır, tersinirlikle melek için yazar, şeytan için yazar, anne için yazar, Leyla için yazar, Mecnun olur yazarken sonunda... Dünyanın tüm sözcüklerini barındıran bir sözlük yaratılsaydı, olsaydı o, tek bir satır yazamazdık artık, her şeyin olduğu bir şeye sahipken yinelemek neye yarar!.. Ama yineleriz çünkü ararız, o sözlüğü ararız. Borges'in bir öyküsünde anlamı tek bir sözcüğe indirgeyebilen bir ozan canına kıymaktan çekinmiyor artık, çünkü öyle bir tanrısallığa ulaşmaktır ki bu, yaşamın hiç bir anlamı kalmaz artık. Bir alegori belki de ama bir başka açıdan gerçek. Cennete gideceğimiz umarıyla yaşarız, bu bir soyutlama gibi düşünürüz, oysa anlağımızda bu bir somutlamaya dönüşür, bir amaç ve gerçekliğe dönüşür, bir çaba ve anlayışa dönüşür, insan bedeni acizdir, peşinde koştuğu bir şeyin tüm gereklerini yerine getiremez, ölür öldürür, haktanırdır, el koyar, hırsızlığa ve yankesiciliğe soyunur ve bu terimleri hep altsoyları, türün öbür bireyleri için üretir, algıyı hep aşağıda tutar, kral hırsız olamaz, lazımlığa oturamaz ve örgü öremez. Bir bildiği vardır. Yaşamın gerçekleri bizi geriye götürmez, soyutlamalarımız geriye götürür. Onlar yüceltir diye de düşünebiliriz korkunç bir yaklaşım bu, başı ve sonu belli değildir ve ama dünyamız, evrenimiz aynı zamanda hapishanemizdir. Başka bir dolayımla dile getirelim,, yöneten ve anlamı agrandize ederek, genişletip yayan, skolastik dönüşümü sağlayan, algı bahçelerini yaratan sınıfların yarattığı bir dünyada, altıda birdir üstü de birdir yerin ve hırsızın en şanlısı kraldır, en acımasızı onun soyudur, tanrıyı ilk yadsıyacak biri varsa en başta yine odur ve onun -gölgesi olduğunu savlayacak kadar- fütursuz, çelebi ve üst bencidir!.. Kitleler, görsel, dijital ve terörize tüketim, ödenceli anarşizm ve yağmacı demokratizmle yönetilen bir dünyada afyon yutmuş varlıklardır, çözüm ne olabilir diye düşünebiliriz, çözüm, birbirimizden bir ayrımımız olmadığı için, ayrıksı olan kuralı kuvvetlendireceği için, sorunu üreten bir varlık, düşünsel yapı, o sorunu üreten varlığın, düşünsel yapının dışında ve ne yazık ki onun üst beninde bir çözüm üretemeyecektir mottosu uyarınca, hiç bir zaman bir tansığa, ilahi bir çözüme ulaşamayacak, öyle bir varıma yol açmayacak-açamayacaktır, ya uçurumun kıyısından döne döne ilerleyeceğiz, ya uçurumun dibinde dememiş miydim şakalarıyla yaşamımızı geçireceğiz. İnsanın yazgısı gariptir, hiç bir çözüm sorunun kendisini aşamaz, paralel çözümler üretebilir, benzerlikler yaratabilir, sorunu dondurabilir ama tüm yaklaşımlar sorunun köklerinden kopmaz, kopamaz, eğer bu olabilseydi evreni yeniden yaratmış olurduk, varlık evrende saklambaç oynayan bir yaratıktır gerçekte, ateşten kaçar, ölüme koşar, kendine sevdalanır, karşıtlar yaratır ama tüm bunlar bilinmeyen, görünmeyen, olmayan bir töz, yaratı, yeni bir başlangıç ve kendini yadsımaktan uzaktır, kendini yadsımak, bunu yapabilseydik eğer, soyuttan somuta indirgeyebilseydik gizençli gerçeği, evrenin kitabını okuyabilir, Janus gibi olmuş, olmakta ve olacak olanı yeniden yaratabilir, sızılarımızı dindirebilirdik. Önce söz vardı, neden bunu söyler insan, söz yazının bir önceki aşaması, sözü icat etti insan ama onu kayıt altına alamıyorsa, söz onu hayvansı olandan ayıramayacağı, cansızlığa yaklaşımdan kurtaramayacağı, uzaklaştıramayacağı için, onu saklamaya gereksindi ve yazıyı icat etti, yazı bir kendini kurtarma, varlığını sürdürme aracıdır, başka hiç bir işe yaramaz, söz uçar yazı kalır, yazı uçar oysa, söz uçucudur zaten, salt uçucu... Eh, karışık bir konu... Bellek bir tür bilgisayardır, sözlerin, düşüncelerin gelecekte bir dijital belleğe aktarılabilmesi yazının zamanla ortadan kalkmasını belki sağlayabilir, düşünceyi kaydedebilen araç, yazının ilkel kordalı bir edim olduğunu ortaya çıkarabilir, yazı düzeltimi gereksinen bir şey, oysa düşüncemi yazabilen, bizi okuyabilen bir araç, onu düzenli halede getirebilmelidir ve bunca zahmete gerek kalmayabilirdi o zaman, unsurların savaşı, Turhan Selçuk'un çizgi romanlarından birinde, geleceğin insanının yalnızca büyümüş kafaları vardır, diğer tüm uzuvlar yok olmuş, bir tür anomaliye dönüşmüştür, gelecekte doğada bazı canlılarda görüldüğü gibi, kendi kendimize üreyebiliriz, kendi evrenimizi kurabiliriz, özlem ve ulaşılmazlıkların, acınası ve bir türlü doyuma ulaşamayan insanı olmaktan kurtulabiliriz, duyguların cehennetinden ve güdüsel şiddet ve arzuların dolambaçlarından arınarak, saltıklıkla düşünen ve üreten varlıklar olabiliriz, dahası hepimiz küçük birer tanrıcıl, minik birer yaratıcıya soyunabiliriz. Tanrı nedir ki, kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya yaratamayan amirimiz, elimizden tutan ve yarattığı çemberin içinde kalan, onun tutsağı olan bir talihsiz, onun için hapisiz!.. İşte yaşamın tadı kalmayacak o zaman ama gelecektekiler bizlere bakıp, her şeye bin bir zahmetle ulaşan ve ulaşılmazlıkla cenneti yaratan, cehennemler yaşayan insanlığa bakarak yas tutacak, atalarımız ne acılar çekmiş, ne umarsızlarmış diyebilecekler belki de... Ah onun için işte biz onların yapıtıyız!.. Ama bütün bunların bir varsayım, geri sayım ve acınası birer görüngüler olduğunu düşünmekten kendimizi alıkoymayarak şunu diyebiliriz, , evet karamsar olmak hiç bir işe yaramaz, evren bir şiirdir, bir estetiktir ve biz o yolda çaba gösteren ilk uzaylılarız, aksi kanıtlanana dek her bilimsel varsayım bir doğru, her görüş bir bağlanımdır ve nesnel gerçeklikteki yerini alır. İsa çarmıha gerildiği günün gecesi, Yarusalem'de güneş göründü ve ertesi gün çöle kar yağdı ve karanlıkta kapım çaldı, gelenin çehresi Mesih gibiydi. Evet yaratılmışlar, Havva'nın çocukları masalların kucağında büyüdüler, evrensel tözün, kozmik kelepçenin pençesine düştüler, savruldular, eridiler ve usun kıvrımları onlara sonsuzluğun gizemlerini armağan etti, sürgit bilinmezliklere boğdu, yetersizliğin gücü, yetmezliğin yeisleriyle donattı ve ölümcül yaşamın dolambaçlarında, onlara umudu armağan etti ve onlar eni sonu toz olan, bir 'bilgisayarı' yaratan doğanın arkasında ne var korkusuna kapıldılar, bir soruyu aradılar, oysa insanı yeniden yaratmaya kalkışacak kadar hünerli ve acımasızdılar, doğanın ruhuna yenildiler belki ama sonsuzluğun gizemine tapınmayı öğrenerek varlığını sürdürmek ve evrenin efendisi, bir tür yaratıcısı olma yolunda utkuyla, coşkuyla, sakınmasızca, bıkıp usanmaksızın ilerlediler... Bazen insan yazdığını beğenmez, ama aşkla bağlanmak, şaşırtılar, beğeniler içinde kaybolmak tehlikelidir, sizi garip, komik, acınası bir çukurun içine yuvarlayabilir, bir şey yaratmak için gerçekte yaratılan şeyden kopmak gerekir, tutkuyla sevdalanmak, sevdaya bağlı kalmak yaratımı engelleyebilir, evet her şey görecelidir ama Mecnun, Leyla için hükümdara sen ona gözlerimle bakmalıydın demişti, bu güzelliğin, yaratımın değişkenliğini ve yaratılanın kolaylıkla bir hiçliğe ve bir zevke, güçlü bir estete dönüşebileceğini de gösterir, yine de kalbimizin renkçil çiçeklerle dolu cennetlerinde yazıyor olmaktan, usun labirentlerine sığınmak iyidir diyebiliriz, kalp, duygular kolaylıkla yanılabilir ama us terazidir, soğuk ve acımasızdır, kolaylıkla düş kırıklığına uğratmaz, coşkunun sellerine kapılmaktansa, Mizan burcunun göklerinde yapayalnız yargılarda bulunmak belki de daha iyidir. Yargıcı yargılayacak yargıç buluncaya dek belki de... Hiç bir şeyi bilemeyiz, günahtan kaçınmanın ya da günahlara boğulmanın en kestirme yolu!.. Sonuç, her yer, her şey, her varoluş, her yok oluş, her düşünce, her anı, her özlem, her aldanı, her varsayım ve her yaratım sonsuzlukta bir şiirdir. ''Olgunlaşmış bir hevenkten düşer gibi can verecek kılıcın. / Bir kayadan daha kırılgandır bir kadeh bundan böyle. / Tüm yaratılar kendi kehanetlerinin tozudur artık. / Demir pas tutmuş. Ses çürümüş, yankı bile. / Adem, senin küllerindir, tüm çağların babası. / Son bahçende mezarın olacaktır böylelikle. / Pindaros ve gecenin büyücül kuşu yalnızca sestir. / Yorgun gün batımının yansımasıdır dirim veren tan atımı. / Miken Kralı'nın avadanlığı, sessizce duran altın maskesi. / En büyük surların hışmı, yüceltilerek aşağılanmış harabeler. / Urquiza ölüme giderken arkasında parıldayan hançer. / Aynada kendi yüzüne bakan değişmez yüzün ağulu / Geçmişin sana görünen yüzü değildir. Gece onun alevden spermini çoktan / Tüketti. Narin düşüncelerle dolu zaman bizi kalıplara soktu bitirdi. / Ne sevinçli olmak suyun akışkanlığında / Koşarken meselleri içinde Heraklit'in / Kesinlemelerle, ya da kaotikliğin us kıran ateşinde, / İşte bu uzun günün, bu uzun gecesinde, / Hiç kimsenin olmadığını görüyor ve artık geri dönülemeyeceğini biliyorum.'' ************************************************************************************************************** ZALİHA / Son ece. Aramızdaki aşk değildi, bir gönül bağı, iç titreten bir dostluk... Denizli şehri, bahçeli evler, pembe boyalı duvarlardan yollara sarkan güller, akasyalar, inciler. Yıllarca gül demetleri yolladıklarım, yedi kardeşler, parsambalar, yıldız çiçekleri, kuş dili, yılan lisanıyla aşka düşmüş sarmaşıklar... Nar çiçekleri, dutlar, yeni dünyalar, ayva çiçek açmış yaz mı gelecek, gönül bu sevdadan vaz mı geçecek... Tanrı çocukluğumuzu elleriyle süslüyor ve sonra benden bu kadar deyip ellerini çekerek, dağlara, bayırlara, şehirlere, devlerin cirit attığı arenalara, haralara, bulvarlara sürüyor... Bazılarının kader ipliği o denli erken kopuyor ki, gözyaşı dökmeye bile zamanımız olmuyor... Ah ben Kırklareli'ndeydim, öyle mi oldu, yapma, bir onu mu bulmuş bunca olay arasında, bunca dolantıda... Ne diyebiliriz, tanrım sabır versin geride kalanlara... Yolu Almanya'ya düşenler, kahvaltısını yatağında ediyor diye dedikodusu dinmeyen Nazire'ler, gömlek değiştirir gibi candaş değiştiren Nebahat, bütün mahallenin aşkından göz yaşı döktüğü Saniye, süte su karıştırdığı sanıldığı halde güzelliği karşısında dilimizin tutulduğu Şehrazat Teyze, bile isteye körebe oynadığımız!.. Karşı mahallede hep çırılçıplak oturuyor diye efsanesi yayılan Naciye, gönül evlerinden emekli olduğu şayiası dillerde, verandada oturuyor işte, ilk okul öğretmenimiz Müzeyyen, dünyanın en iyi insanı, hep çağırdığı söylenir, evi nerede olduğu bilinmeyen, Kaplanlar mahallesinde intihar eden dilsiz kız, İzmir'e kaçtığı söylenen altın saçlı Tezel, faytoncu Süleyman'ın dev cüsseli kızı nasibi kapalı Neriman, basen büyüklüğü Kibele'ye taş çıkartan Çalkebirli -okumuş- Feyziye, bisiklete binen tek mahalleli fırtına kuşu Şeyda, yalnızca bakışarak ömür geçirdiğimiz nazenin Bahriye, (bakılışın güzelliğini somut edim-edinimlere, temasın, ürpertinin, dokuncanın dünyevi anlamlarına taşıyamadığımız, mülki olanın gaddarlık duygusu veren, sanrılar üreten, kırbaç izleriyle hak tanırlığını gözeten varyantlarına sürükleyemediğimiz, dürtüleri ve iç güdüleri genlerde saklı ilkel ritüellerinin patikalarına savrulmadığımız için, hep görsel ve hep ruhsal boyutta kalmanın enginliğiyle yaşadık ve birbirimiz için hep sisler, bulutlar arasındaki bir düş, vicdanı, izanı düzeni, göksel ve kutsal olana yakışır bir insan yavrucuğu olarak kaldık...), otuz dokuz derece ateşle yatarken bütün vücudumu ovup serinleten cennetlik Hadiye Hanım, Karaman mahallesinde domuz besleyen delidolu Sofiya, yetmişlik Cafer beyefendiyle 'love story' yaşayan, yaş otuz beş şiirinden erdem dolu Pakize, bütün çocukların gülerek kokladığı gonca dudaklı Berrin ve bulutları bile yeşil Denizli'de tenis oynar tek gül fidanı Zaliha... Çotur Ali'ye bu irsi, bu ceylani bakışlar, bu kaygısız, tasasız hay huy, bu efeler, bıçkınlıklar, zeybekler, bu ilahi bedenler, albeni dolu sürmeler, bu süzmeler neye yarayacak, sonumuz ne olacak dediğimde, sosyal varsıllık veya iktisadi darboğazlar içinde yaşamaklığımız ya da tersinirlikle para pul içinde yüzüyor olmak veyahut iletişimin sıfır noktasında bulunmaklığın görkemi ya da ıstırapları, bizi hayatın ırgatları ve zamanın amelesi olmaktan kurtaramaz demişti, sanılarla, algılarla, oldu bittilerle, banknotlar, cevherler, mücevherlerle yaşamı anlamlı kılmanın olanağı yoktur. Bir aldatı ve avunmaca içinde olduğumuzu kendimize bile söyleyemiyorsak, göksel yargılar peşinde koşmamız ve hesabı Songün'e bırakmamız bizi kurtaramaz, kurtaramayacaktır dedi. Ne kadar sakindi adam. Öyleyse ne yapmamız gerekiyor diyemedim!.. Ama velakin, herkesin hayatı roman şu dünyada, yoldan geçen bir dilenciyi çevirin, hayata küsersiniz, neden benim başımdan geçmez böyle şeyler diye, pilot olduğu söylenen Rahmi, bütün gençleri başına toplardı, yıllarca bitmedi anıları, yıllarca tükenmedi anlattıkları, ta ki şarap sevdasından bir kış günü kuyuya düşüp, üç gün sonra çığlıklarla tanınana dek!.. Zaliha ergenlik çağına ulaştı ulaşacak bir kızdı, elleri var bizim ele benzemez, gözleri var yalnız kelebekleri tanır, ayakları uçucu daha, giysisi bebeklik çağlarından kalma, çelimsiz -cılız bedeni- kem gözlerin, mal sahiplerinin iş buyurup beceremeyince, çekil oradan dediği bir erkek Fatma... Dünyada kendine yer açmanın eşiğinde olduğunu hissederek, ne yapacağına henüz karar verememiş, çocuk muyum değil miyim, kız mıyım, erkek miyim henüz bilememiş bir yavrucak, gelincik kuşu... Bizler, yeni yetmeler oyunlar oynardık yaz gecelerinde cambazların süslediği, kışın köpeklerin kuyruk gezdirdiği büyük meydanda, toprak saha derdik oraya, kaleden kaleye şahin uçurur, ağız dalaşları yapar, çimenlere uzanır, gelecekten konuşur, hangi sinemaya gideceğimize karar verirdik ayak üstü... Oyun bittiğinde, tam dağılacakken, kim yendi kim yenildi kavgaları yaparken, tam evlerin o yarı bildik yollarına düşerken, elinde iki adet raket, bir de uçan paraşüte benzer minik bir kürecik, köşeden bir düş gibi çıkagelirdi Zaliha, oyunların bitmesini bekliyor ve fırsatı kaçırmadan, kimseler dağılmadan taşlı yoldan alana çıkıyor ve eğer yola düşmüşsem el ediyordu... O çocuksu ağzıyla, 'Brueghel' dercesine seslenirdi!.. Bir aksan, emir kipinde çevirisi; 'Buraya gel' tabi!.. Neden başkası değil diye hiç sormadım, yarı çocuk, yarı genç bir kız işte, hevesi kırılmasın, elime raketi tutuşturur, paraşütünü havaya bırakır, yere doğru süzülürken bana doğru atardı, o tenis için değil, tenis meraklıları için düşünülmüş bir nesneydi, adını bir türlü anımsayamadığım... Mahcup olmak istemezdim Zaliha'ya, büyük bir gayretle yetişir, ona doğru paraşütü çevirir, bazen servisi kazanan taraf olmanın gülücüğüyle, alay ederdi. Yaklaşık bir çeyrek kadar süren ayrıcalık, tenisin farklı, orijini nostaljik -gurbetsi- bir şey olduğunu hissetmenin verdiği mutluluk ve Zaliha'nın bana olduğu kadar, benimde ona sevecenlik duyduğum zarif bir şölen. Aniden bitirirdi oyunu, bir İran minyatüründeki gibi boynu bir yay çizerdi, yalnızca bu haline şaşardım, yeter mi bile demez, diyemezdi, bazen göz ucuyla der gibiydi ama yetmez diyemem ki, belki hoşgörülü biri görüyor olabilirdi karşısındakini, ama aniden bitirişine gene de alınırdım, bu dostluğu kısa süren bir dersin teneffüsü değil, bitişi gibi algılardım inanın, oysa bir ikindi günü yenilerdi seremoniyi... ''Neyse ki, o çocuk, ben çocuk memleketimiz, o Denizli Ülkesi'ydi...'' Olsun, bugün anılarımda, Zaliha'nın bir bebek kadar masum yüzü, rekabetimizin zahmetine bile değmeyen oyunu ve onca kişi arasında seçtiği kişinin neden başkaları olmadığının gizemi var... Yalnızca anılar güzeldir yaşamımızda, her şey solup gidiyor, işte şu serzenişler bunun kanıtı olabilir belki de... Olabilir mi... Abartı yararsız bir şey elbette, ama bakın nerelerden bağ kurulup, nerelere varılıyor o anılarla... Michelangelo Antonioni'nin 'Blow up' Cinayeti Gördüm adlı bir filmi vardır, olağanüstü çekicilikte, güzel bir film, her şeyin bir sanıdan ibaret olabileceğini -bunu sıklıkla söylememiz, hayatın yalan olduğunu söylemekle aynı şey değildir, tanımlar bir virgülle bile korkunç bir anlam değişikliğine uğrarken, her şey bir sanıdır sözünü kadercilikle ya da yaşam önemsizdir, yaşayın gidin gibi alegorilerle bağdaştıranlar; Bizden Değildir!..- O filmin son sahnesinde, jipleriyle gelen, palyaço giyimli, çılgınlığın çıldırttığı(!) gençler bir tenis alanına gelir ve maskeyi andıran yüzleriyle iki genç kız (sanırım) tenis oynamaya başlar, havada süzülen kürecik, sonunda yitip gider, alabildiğine tuhaf ve sessizce olup biten bu sahne, filmin ana teması olan, bir cinayetin işlenip işlenmediğinin her tanık ve olaya karışan taraflarca ne kadar soyut algılandığını ve cinayetin olup olmadığı noktasında insanların nasılda ikirciğe düşebileceğini ve yaşamın gerçekte bir illüzyon, soyut bir algılanım olduğunu kanıtlamaya, söylemeye ya da anlatmaya çalışır. Unutulmaz bir filmdir, yaşamımızda iz bırakan... İşte bu filmi her anımsayışımda, adımlarının ritmini hiç bozmadan, kendinden emin, bir güven içinde bana doğru gelen Zaliha'yı ve tıpkı o sahneye benzeyen eskivlerimizi anımsarım... Sahnelediğimiz oyunu... Zaman geçiyor ve her şey birbirine karışıyor ve bir Zaliha'yı sevdiğim kalıyor geride, bir ortaklığın anılarını paylaştığım için... Bizler aşkı iki kişilik sanıyoruz, aşkı tutku imparatorluklarının içinde taht kavgaları sanıyoruz, Carmen'in başına gelen, Mecnun'u çöllerde sersem eden şey sanıyoruz. Aşk anılardır, aşk yaşama tutunmaya çalışmaktır, aşk tüm dünyayı sevmek, sonsuza dek özlemle anılacak bir masal kuşunun, zümrüdankanın umarsızca peşine düşmektir. Aşk tek başına bile olsanız, ışığa doğru koşmak, bu yaşamı bağışlayan yaratıcı, yaratan, yaratılan, var eden, süsleyen, doğan, doğuran, emeğini, göz nurunu, çabasını, kanadını, kolunu yaşam dediğimiz şu tansığa sunmaktan çekinmeyen tüm varlıklarla duyulan kutsal bir sevinç, bir bağlılık, dayanılmaz bir minnet ve arzunun karanlık nesnesinde beliren o, bilinmeyene karşı duyulan gizem, delicesine bir tutkudur. Aşk hayattır. Zaliha'yı nasıl sevmem ve ona kimin yazdığının önemi olmayan şu şiiri nasıl armağan etmem ve yüreğimle, düşlerimle, şu kutsanmış yaşama bağlayan aşklarımla ona nasıl tapmam, nasıl uğurlamam... 'Ayın sessizce akıp giden dostluğunda / (Ben anlaşılamamanın Vergilius'i) seni koruyan birlik / akşam ya da dingin geceden ötede / şimdi zamanın içinde yiten, zamandaki huzursuzluğun / ilk gözün o sonsuza dek dışarı baksın diye oluştuğu / şu veranda ya da bahçenin tozu alınalı beri. / Sonsuza dek? Günün birinde birini tanıdım ben / bir çözüm muştulayacak gerçeği söylemeliyim; / ''Ayı belki bir daha kıpkırmızı göremeyeceksin. / Belki senin için belirlenen yürek atımına ulaştı / yazgın. Yeryüzü ölçeğinde açılan her pencerenin / kesinleşmiş bir yararı yok. Çok geç. Onu bulamayacağız.'' / Yaşamımız arayış ve unutma üzerine yücelen bir tükeniş / gecenin gönül titreten nazik alışkanlığıdır. / Alıcı gözlerle bak ona. O belki de senin son bakışındır.' ************************************************************************************************************ ŞEHNAZ / Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın... Sanki bir tango adı... Madem ki paralel dünyalardayız ve konuşurken, evrenin başka bir köşesinde tıpkı benim gibi konuşan biri var, öyleyse, tersinirlik kuralı gereğince susalım ve pogrom yaşamak zorunda kalan bir ölümlü gibi okuyalım. 'Bu noktada özellikle totaliter yönetimlerin baskısına, türlü biçimlerde kuşaklar boyu göğüs geren ya da katlanan topluluklarda, belleğin işleviyle, bir takım tarih söylenleri aracılığıyla, kişilerin ya da türün öbür bireylerinin, öbeklerinin katlanılırlıktan el alan, ezilen kesim olmaktan kaynaklı yetkin konumlar edinmesini olası kılan bellek endüstrisini yek diğerinden ayırabilmek gerekir. Bellek endüstrisinin doğunları ya bitimsiz 'thriller' anılarının sayımına soyunarak, egemen -monark- korkusunu yerleştirmeye kalkışır, dolanıma sürer, ve bir tür sinizme ön ayak olur ya da ezilmişliğin göstergelerini, yaşanmışlığını ardışık eklemlere, zincirleme süreğenliklere dönüştürerek, işin içinden çıkma, kurtulma pratiğinin kitlenmesine neden olur. Tarih bu dilegelimlerin alımlayıcısının, kurbanla özdeşleşmesine izin verilmeden, onun kendi egemen pozisyonlarının, özbenliğinin sağaltımıyla karşılaşmasının sağlanmasını, güvence altına alınmasını da içerir. Karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir biçimindeki acımasız mottoya giden yollar böyle döşenir. Örgütlülük, eşkiyayı, kalkışanı, koçeroyu tarih boyunca ehlileştirmiş, kendi benzerini üretmek becerisini göstermiştir. Buna ilişkin referanslarımızı paylaşmakla birlikte, tanıklığın olanaksızlığını hatta olabilirliğini, onun belirlediği, katmanlaşma veya kategoriler içinde kurgulayamayız. Toplu yıkım olayının bütünlükle kendisine verili olduğu biricik tanık, cismani ölümü gerçekleşmeden önce ölümü tamamlanmış olan insan figürüdür, tanıklığın olanaksızlığı da insanın dilden yoksun -ölü- olmasının görümüyle tanımlanır. Gerçekliği olmayan bir suç olarak yıkım, tanığı da içerecek biçimde öznenin tüm durumlarının yok sayılmasına neden olduğundan, tanıklık olanaksız hale getirilmiştir. Bu yıkım olayının yaşamını sürdüreni artık tanık değildir, tanık öznenin ezimi nedeniyle gerçellikte ölüdür, hayatta kalan ise olayın anlatılamazlığı nedeniyle bir yadsımacıdır artık. Buradan doğrumla, yaşamını sürdürenin fenomenolojisinin yapılması gerekir. Ne var ki felsefi bağlamda bu bir çelişkidir artık, çünkü fenomenoloji deneyimi, deneyimde özneyi gerektirir ama hayatta kalan özne değildir, çünkü yıkım özneyi katletmiştir. Yıkım olayı, hayatta kalanı sembolik bir inmeyle -felç- yüz yüze getirmiştir. Artık hiç bir anlatı dil bütünlüğünün bozulması olayını belli bir dil ile bütünleştiremeyeceğinden, hayatta kalanın sözleri insan tanımazlıkların sayımı olmaktan öteye geçemeyecektir. Oysa yıkım olayı, insan tanımazlıkların toplamı değil, dil bütünlüğünü bozan deneyimin bir anlatı içinde tanımlanmasının olanaksızlığıdır. Anlatının olanaksızlığını, olanaksızlığın anlatısıyla aşma girişimi, en belirgin biçimde yazında görülür. Yazın sonsuz bir ölümden hareketle ölümün olanaksızlığı idesine bağlanır. Ölümü kesintiye uğratarak, ölüme özgü o anı bitimsiz kıldığından, kılmakla, sonsuz bir ertelenmişlik olarak belirlenir; yazın'ın zamanı... Anlatının zamanla ilişkisini kurarak, başka bir eksende olanaksızın temsilini daha önce konu edinmek ise, ölmek için bir kentten diğerine koşturan avcı karakterini konu edinen Kafka'da kendini gösteriyordur. Bu tanrısal ironinin süprematize yanıysa, insan budur biçiminde kendini göstermektedir, 'homo homini lupus' ve tarih boyunca bu nedenle, bir ölü cinayet, bin ölü istatistiktir...' Yaşam, bir dile getirme aracıdır. Öyleyse Şehnaz'dan neden söz etmeyelim. Son bir şey, aldığım duyumlara göre, Peru'da periler saraya gül ekmişler. Çünkü açan ilk gülün kızıl yapraklarında ölümsüzlüğün sırları varmış. Öbür dünyada zebani olan bir Hırvat söylemiş. Gül açmış, sırları on birinci yaprakta bulmuşlar, solgun ve dökülesiymiş yaprak, ama okuyamamışlar yazıyı, ne edeceğiz derken yaprak dile gelmiş, Kamboçya ormanlarında yaşlı bir kadın var, o biliyor sırları, oraya varmışlar, kadın ölüymüş ve avcunda bir gül tutuyormuş, gül demiş ki, İrlanda'da bir çocuk var, o biliyor sırları, çocuğu bulmuşlar, elinde bir gül, demiş ki, sırları Anamur'da bir nalbur var o biliyor, öyle böyle derken, Sibirya'da bir yerliye, Antarktika'da bir deliye, Japonya'da kamikazeye, Srilanka'nın altın tapınaklarında bir lamaya sormuşlar ama sonunda Kaya Dağları'nın kovuğunda yaşayan Oturan Boğa'ya varmışlar, yaşlı reis demiş ki, ölümsüzlüğün sırrı rüzgarları içine çekmek, çiçekleri sevmek, ırmaklarda yüzerek, dağlarda gezmek, ovalarda şarkı söyleyerek, ulu Manitu'ya şükranlar sunduktan sonra, sonsuz bir unutuşa gömülmektir!.. Ölümsüzlük bir düş arayışıdır, yeni bir düş, her şeyi unutabilirsek, yaşadığımızı bile... Ancak sonsuz bir unutuş sonrasıdır ki, madalyonun öbür yüzüne, ölümsüzlüğe, yeni bir düşe kavuşabiliriz!.. Şehnaz, büyük caddeden, ara sokağa kıvrıldığımızda kerpiç evin ahşap pencerelerinden gelip geçenleri gözleyen bir kızdı. Gece yarılarında sinemadan dönerdik, -çünkü yazlık Venüs sinemasında iki film birden oynar, gece birde biten filmler, parklardan geçtikten sonra ancak ikilerde eve dönmemize neden olurdu- unutamadığım filmler vardı, Almanların, Kristal Gece filmleri, Romy Schneider, Klaus Kinski'li filmler ve izledikten sonra kırk yıldır siyah giyinmeme neden olan 'Garip Bir Aşk' filmi... O zamanlar filmin gerçek yaratıcısının yönetmen olduğunu bilemezdik. İşte eve gelirken panjurlu ahşap pencereden Şehnaz'ın gelip geçenlere baktığını bilirdim, bir gün bütün arkadaşlarla tam geçerken, gecenin yarısında ona baktım, gökte bir yıldız gibi göz kırptı, o yaşça bizden büyüktü, sanırım ilgi duymama ya da orda olduğunu biliyor olmama bir espriyle karşılık vermek istemişti... Sonraları nasıl konuşmaya başladık anımsamıyorum (şimdi düşlere kapılalım, ahşap evin ilerilerinde bir çeşme vardı, orada karşılaşmış olabiliriz, sempatinin varlığından eminseniz, konuşmak kolaylaşabilir), aşırı dışa dönük giyimi vardı, bir Anadolu kentinde cesaret isteyen türden, bu konularda hep abartı vardır, cesur olan daima hayranlık uyandırır bildiğim, biz onun mini etekli, gerdanı açıkta, taşra deyimiyle yarı çıplak giyimine değil, insanları es geçebilmesine hayrandık, en tutucu insanlar bile, Şehnazların karşısında dili tutulur, saygıyla eğilirdi, bu tür manipülasyonlara şaşırıyorum açıkçası, Denizli gibi nice dünya güzellerinin Delikliçınar'da volta attığı bir kentte büyüdüm, bir kadına -estağfurullah ve tanrım aczime ver- ayrılıkçı biçimde bir yeltenmenin varlığını, -tövbeler olsun tanrım- küçümsendiğini, ezildiğini görmedim, yinelediğimi biliyorum, bir kavgada görmedim insanlar arasında, küçük itişmeler, kısa süren ralliler oldu, ama hep kısa sürerdi bu uvertürler, İtalya'da ilk vuran suçlu sayılırmış, bizde suçlu yok ortada, gözüm açık gideceğim inanın... Peki bu cinayetler ne diyeceksiniz, cinayet bir cinnet, insanlar bu yola düşebiliyor, terör, bireysel anarşi, taciz veya tüm suçlar açılımsız toplumlarda oluyor, doğrudur ama fason ve üretmeyen toplum, dışalımı, dışsatımdan bayağı çok olan bir toplumun sonu karanlık, ekonomik uçurumların olduğu, dengelerin umursamazlıkla bozulduğu toplumlarda cinayet kaçınılmaz, konu derin ve geniş, basının aval aval baktığı, canhıraş çığlıklarla yazdığı şeyler iki yüzlülük dolu, toplumdan geride olan o kadar çok şey var ki, çünkü onlar öyle bir şey istiyor, toplumsa kaçınılmazlıkla ilerliyor, bu konuda tarafgir olan biri olabilir mi, nasıl tarafgir olabilir insan, ama birileri, kimi tüzel kurum ve kuruluşlar istiyorlar ki, toplum belli, kast piramidi gibi, bazı konuların dışına çıkmasın, çıkamasınlar, konu içler acısı boyutta ve hepimiz uyukluyoruz, hem de haklı olarak, trajik bir durum ve olmuş olanın önüne tanrı bile geçemezmiş, olacak olanın önüne de kimse geçemeyecektir, diliyorum ki, olacak olan er ya da geç budur... Şehnaz, tavşan kızlar gibiydi, neşeli günler filminden palyaçoluk yapan bir sevimli ve Yunus balığından bir peri, herkes ona hayrandı... Herkes ona hayran ama Şehnaz yapayalnız. Neden, herkesin gözü ondaysa, o kimseye bağlanamaz, sinema yıldızları için uyarlanan senfoni, ama belki bir gerçek, belki bir söylence, hayat böyle... Şehnaz o denli göz alıcı bir kızdı ki, hepimizin gizem dolu düşleriydi nerdeyse, bir gün bütün çocuklar, on yedilikler oyundaydık, Pelitlibağspor olarak yedi numarayla sahada olduğum, yüzde yüz bir pozisyonu nasılsa spordan uzak olacağım diyerek daha hevesli arkadaşıma bıraktığım ve onunda fırsatı kaçırdığı doğrudur. Belki konu dışı ama o çocuk bir kıza aşık oldu ve intihar etti ne yazık ki... Oyunda kenar -açık- oyuncusuydum, kalabalıklara karışmak sonucu geciktirir, meşin yuvarlak oralardan kenarlara kaçar ve size kendiliğinden gelir, kuantum doğasının fizik kuralları gereğince, minik kürenin momentumu eğrilir ve açık oyuncusu onunla en çok buluşan kişilerden biridir ve bir gün o yuvarlağı kendi kaleme doğru sürdüğümde doğrudur. Şehnaz işte mahalle de oynarken, kenarda bekliyordum ki beni çağırdı, dünya durdu tabi, bana dedi kitap ver, bizim ev bahçeli, yıllarca dinlenir, çay içerdik şarabi sandalyeler üzerinde, okurduk ve doyumsuz söyleşilerdir yazgımızı süsleyen... Bahçe kapısı dilmeli (çubuklu) girdik içeri, sonra eve hızla kitap almaya, biri Demirhane Müdürü, aşkın halleri için ancak böyle kitaplar verebilirdim tabi, üzerinde Clark Gable ve Maureen O'Hara'nın pozu gibi iki insan, kitap ciltli, bayağı değerli, diğerinin arka kapağında şu sözler yazılı, 'Büyük bestekar Lizst'in kızı Cosima'nın, aşk, ıstırap, heyecan ve kahramanlık dolu romanı... Istırap Melodisi!..' Yalnızca bilgi paylaşıldıkça çoğalan şeydir... Bu sözler, bu üslup o kadar etkilerdi ki, ağdalı yazmaya çabalamamın tek nedeni, çocukluğumda okuduğum bu dizelerdir. Belki her şeyi anlatamadım, her şeyi anlatamayız, yazı, anımsadıklarımızın özeti, bildiklerimizin özü, anlatmaya, aktarmaya çalıştıklarımızın vizörüdür. Kitapları sevgiyle, özlem dolu, büyük bir bağlılık duyarcasına, kutsanmış bakışlarla verdim, veda ederek gitti. Gitmezden önce bir şey sordu... Eve ayakkabıyla mı giriyorsun sen!.. Bir şaşkınlıkla evet dedim. Oysa, romantik, platonik, mutluluk dolu aşkıma, sırf cansiperane ve her engeli aşmak istercesine bir coşkuyla... 'Şiddetli rüzgârda savrulan bir yaprak gibi eve girmiştim!..' Ne yazık ki Şehnaz'ı bir daha göremedim. ************************************************************************************************************ TUBA / Saltık Mutlan. Saf Güzellik. Tuba'yı mahalli gelenekler, yazılmamış görenekler gereğince birbirine konuk olan aileler arasında tanıdım. Yaşını belli etmeyen insanlar vardır, evlidir, çocuğu vardır ama kendisi çocuk gibidir, yirmi yaşlarında mı, otuz olabilir mi, belki kırktır, ya yirmi bile değilse... Mona Lisa gibiydi, ne gülen, ne ağlayan, masum, cansız bir melek, bakan ama sanki görmeyen bir huri, cennet elçisi... Çehresi keskin çizgilerle belirlenmiş, ama gözlerinin güzelliği o hatları yumuşatıyor, belirsiz elmacık kemiklerinin süslediği yanaklarını, çenesinin çukurunu ilahi bir haleyle, ışıkla aydınlatılmış, göz alıcı bir seraba dönüştürüyordu. Buğulu bakıyordu Tuba... O bir çocuğu ve eşinin annesiyle, arada bir eve geliyor, bir koltuğa oturuyor ve saatlerce kıpırdamaksızın durabiliyordu. Çocuk mızırdansa bile anneannesi ilgileniyor, onun çayını gülümseyerek getiriyor, tüm hizmetlerini gerekirse ben yapıyordum. Yalnızca buğulu güzelliğine olan hayranlığımı yeterince yaşayabilmek, süzüp, gözlemleyebilmek ve haleti ruhiyeme yeni imgeler, serzenişler, el değmemiş görsel, simbiyotik estetler kazandırabilmek için... Bazı kadınlar sizde hiç bir duygu uyandırmaz, sempati, masumiyet, beğeni, meleksi bir vicdan, melankoli ya da kışkırtıcı bir yaşama arzusu, Tuba bir sentezdi, hiç bir şeydi o, her şeyden bir parça vardı belki ama yaşama ilişkin belirgin hiç bir şey yoktu onda... Pygmalion'un yaptığı heykel gibiydi o, dünyanın en güzel kadını, ama cansız, eşiyle nasıl geçiniyordu acaba, çocuğunu nasıl yapmıştı, garip... Beğenileri, alışkanlıkları, yaşama bakışı o denli sıradandı ki, dizi izliyor, merdivenleri çıkıyor, su içiyor, başını seslerden yana çeviriyor ve gece geceliğini gösterdiği saatlerde uyuyordu sanırım. Herkesin bir hayranı vardır şu dünyada, bu kadın nasıl bu denli sakin olabiliyordu, müsekkin mi yutuyordu, kanında baygınlık veren bir balsam mı dolaşıyordu, tanrı vergisi bir yaratık mıydı yoksa, anası babası ime time karışmış insanlar vardır ne de olsa aramızda, çok naziktirler, canınızı, malınızı, mülkünüzü veresiniz gelir, acaba Tuba kimliğinin, kişiliğinin, doğasının, naturasının ve imrenilesi moralitesinin bilincinde miydi... Şu diziyi açsanıza derdi, gaipten gelen bir sese kulak vermek kadar olağanüstü bir şey var mı şu dünyada, ben vahiy gelmiş gibi açardım o kanalı, mihaniki... Sonra haberlere bakalım derdi, uyur gezer gibi açardım başka yeri, kraliçemiz, efendimiz, altın taçlı mabutlardan daha kutsal ecemiz yeter ki emir versin, yeter ki buyursun, gönüllü kölesi, onu kırmak şöyle dursun, ne isterse ayağına getirmek şöyle dursun, başını bile çevirmesine dayanamaz, onun elini bile kaldırmasına gönlü el vermez, bu çelimsiz görünen, ama ağır başlı, bu zarif bir meleği andıran ama iç dünyası kararlı, yeryüzündeki tüm işlerini sanki sıraya koymuş, her şey zamanı gelince sanki hallolmuş, bu tanrısal yaratık, bu yeryüzü ceylanı, nasıl karşılıksız bırakılabilir ki... Onun bu antik mermerlere oyulmuş tanrıçaların bile sönük kaldığı anıtsal güzelliği, dünyanın hayhuylarına karşı olağanüstü uzak, cennette bile görülmez diyebileceğiniz sessizliği ve sultanlara, hünkarlara, hakanlara, krallara, demir baş Şarllara bile layık görülemeyecek büyüleyiciliği, nasıl bir şeydi ki ve neden bu dünyanın alelade bir yerinde yaşıyor ve neden kendi içinde büyüttüğü ulaşılmaz güzellikteki incisini, -istiridyesinden çıkan Venüs gibi- küçücük gölcüklerde, balığın bile yaşayamayacağı ırmaklarda, deniz bile denilemeyecek maviliklerde saklıyordu ki... Bir gün çocuğu lavaboya gidecek oldu, anneannesi yoktu, nedenini soracak değildik tabi, klasik görüntüler yineleniyor, çaylar, kahveler içiliyor, ne isterse yerine getiriliyordu. Çocuk annesinin de gelmesini istedi, gözlerime inanamadım, kaç yıllardır, bu afsunlu güzel, bu tanrıların Mona Lisa'sı ilk kez yerinden kalktı, soldan ikinci kapı demiştim, nerden bileyim dış kapıyı da sayacağını, küçücük ardiyenin kapısını açmış yanlışlıkla, yarı karanlıkta, gövdesi kopmuş eşyalar, parçalanmış yolluklar, sanki canlanmış oyuncaklar ve tuhaflıkla sırıtan davlumbaz parçalarını görünce, hafif bir çığlık atmıştı. Dünyamızda bir ilk!.. Koştum ve lavaboya götürdüm onları, çocuğuna birlikte yol gösterir, yardımcı olurken, birden doğruldu ve belki de istemeyerek, -bugün acaba bilinçli bir eskiv miydi davranışım diye utanıyorum- boynu ağzıma geldi, dudağıma tabi... Duygular, düşünceler ve eylemler aynı anda gerçekleştiğinde bir kaos oluştururlar, haklar ve haksızlıkların karmaşası, doğruluk ve eğriliğin şatafatı, vicdan ve acımasızlığın muhasebesi, gezegenimizi ayrı ayrı ülkelere, bölgelere, kentlere, mahallelere, semtlere, evlere ve evleri de, şu olayın kahramanlarına ayırır. Belki de süsler!.. Hiç bir şeyi bilemeyiz. Ben kardeşime düşmanım, kardeşimle ben, komşuma, komşum kardeşim ve ben, mahalleye, mahalle, komşum ve bizler şehre, şehir, komşumuz, ben ve kardeşim ülkeye, komşular, ülke ve biz dünyaya düşmanızdır. Hayatı yaşamak isteriz, kendimiz olabilmeyi isteriz, hayatın bizi yaşadığını anladığımız anda, benliğin ben olmadığını, olamadığını sezdiğimiz anda, sağlığımızı yitirir, düşüncelerimizin yönü sapma gösterir, dışavurumcu olur ya da sinikleşiriz. Tuba'ya ilk ve son dokunuşum o oldu, gördüğümde ne eller birleşir, ne bakışır, ne karşılaşır ne de tartışırdık. Hoş geldiniz ve güle güle... Hayatın cilveleri değil, insanların, evlerin, konu komşuluğun yazılmamış anayasası ve seve seve boyun büktüğümüz, gönül eğdiğimiz, hiç bir zaman bir şey demenin düşünülmediği, sosyal statülerimizin, yaşadığımız bölgelerde, semtlerde belirlenmiş, değişkenliği, üç aşağı beş yukarı dikenli tellerle berkitilip, sınırlanıp, çevrelenmiş, beton otlakların altın kuralları... Öyle mi... Tuba'yı, dünyanın tüm acılarını, sevinçlerini, keşif ve gizemlerini, bilinmeyenlerini, -sanki- ilahi bedeninde saklayan, bu çelimsiz, kendine bile uykulu, sessiz tanrıçayı, o günlerden sonra bir daha görmedim, evde hemen hiç durmayan, onunla bile öylesine karşılaşan bir insanın, eve gelen gideni sorma hakkı olabilir mi... Bir gün evin amazonu olağan gürültüler, tangırtılar içinde mutfakta oyalanıyordu, nasıl oldu bilmem, ağzımdan kaçtı da diyemem, Tuba nerelerde dedim... Soruların hangisinin sorulmaması gerektiğini, hangisinin sıradan, hangisinin can alıcı ya da düşmanca bir kisve altında sorulduğunu insanlar bilir. Mutfağın gürültüsü arasında çariçem başını bile çevirmedi, sorum öylesi bir haberin yinelenirliği, umursamaz, soranını bile ilgilendirmez bir yankının kabullenirliği içinde kulaklarımı titretti... O intihar etti!.. ************************************************************************************************************ FİKRET / O bir kadındı. Soğuk ülkelerden gelen bir sevgili, kuzeyli bir kraliçe... Fikret... Anlamı düşünce demekmiş, düşünce doğurgan bir şey, üretilen bir sanı. Maskülen, feminen, eril, dişil sarkacında Havvamsı bir şey o, erkek adı olamaz, ama düşünce tarihi boğalar ve Nietzsche gibi çorbasını bile içemeyen yiğitler, Marks gibi kara sakallı çipler ve nice tek boynuzlarla dolu, Aristo, Seneca ve İbni Sina'larla... Marks'ın son sözü 'İnsana ilişkin her şey kabulüm' Nietzsche'nin son sözü 'Kadının bulunduğu yerde kırbaç bulundurun' olmuş, şimdi bunlar bir düşünce adamı, bir ideolojinin insanı, hümanizmin pirhanı mı! Kör olsak bugünkü uygarlığın tümüne yakınını gene kurabilirmişiz, Marks, Sovyetlerin yok oluşu, Nietzsche, Nazilerin soykırımına yol açtı. Giderken cehenneme, insanlığıda sürükleyerek... Yeryüzünün düşünce tarihini, Britanya'nın anayasası gibi görünmez sözcüklere indirgeyemez miyiz... 'Non occide' Öldürmeyeceksin!.. 'Noli me tangere' Dokunma!.. Belki somutta bir, soyutta ayrılabiliriz. Anlaşılması güç değil mi, yani temel gereksinimlerde ortak, tinsel gereksinimlerde ayrı, birbirimizden uzak olabiliriz, çağımızda ne ilkel açınlar değil mi, homohome çağına girmişken, en iyisi şunu demeliyiz, hiç bir şeyi başaramayız biz, tüm insanlık kıyamet gününde görüşmeliyiz. Son derece acz içinde, kıt kanaat bile yaşayamaz, beceriksiz, acınası varlıklarız biz... Gökyüzündeki yıldızlara bak günün birinde ve yeryüzündeki topraklara, aynıyız biz, aynıyız hepimiz. Ama neden böyleyiz, düşüncelerimizin yetmediği, tümcelerin yetişemediği, çiçeklerimizin yeşermediği tek konu bu, nicel değişim sonsuz, nitel atlamalarımız sıfır noktasıyken bin yıllardır, insan olabilir miyiz biz, tanrının karşısına son gün nasıl çıkacağız, tanrıyı inançlarımıza, kavramlarımıza, savlarımıza uydurmaktan başka bir şey bilemiyoruz biz, tanrı yok diyebildiğimizde sorumlusu hemcinslerimiz ve her şey bir oyun diyebiliyorsak, gözyaşlarımızın sahibi kim... Asterion gibi labirentime sokuluyor, kış uykusundaki yaratıklar gibi içime kıvrılıyor, savaşta yavrusunu yitiren bir anne, can çekişmekte olan bir ceylan gibi kanıyor, soluyor ve yavaş yavaş ölüyorum ben. Yaşam sizin olsun, dünya sizin olsun, zevk ve sefa, şan ve şöhret, güç ve para, mal ve Huda sizin olsun... İyilik ve sevap, felek ve Çalap, azık ve Talât sizin olsun. 'Benim adım dertli dolap / Suyum akar yalap yalap / Böyle emreylemiş çalap / Derdim vardır inilerim. / Beni bir dağda buldular / Kolum kanadım kırdılar / Dolaba lâyık gördüler / Anın için inilerim. / Ben bir dağın ağacıyam / Ne tatlıyam ne acıyam / Ben mevlâya duacıyam / Anın için inilerim. / Âşık Yunus eder âhı / Gözyaşı siler günahı / Hakka âşıkam billahi / Anın için inilerim.' Dostlarım, Abū l-Ḥasan ʿAlī ibn Muḥammad ibn Ḥabīb al-Baṣrī al-Māwardī ise bir hayal kuşu değil, "al-Māwardī" yani 'Gül suyu satıcısı' imiş. Belki de düşüncenin ta kendisini sunmakla en iyisini yapıyordur, kim bilir diyelim de günahı üzerimizde kalmasın, belki de diyelim de belirsizliğin hazinesine sığınalım. Dünya tarihinin erkek egemenliğinde bir sülün, bir sülüs, bir civan perçemi oluşu öylesine bir seçilmişlik değildir, anaerkil düzen -var mı bilinmez- yerini erkek egemen topluma bırakalı beri, yeryüzünün engebeleri kan ağlıyor, mübarek ellerimizin bilek güreşini bile, şeytanla tanrının kapışması olarak sunacak denli çıldırmış, bu cehennemi varlık, dünya durdukça savaşa analık yapacak bir peygamber devesi, emeksiz yaşar bir yağı, boş gezer kasık gülü, üretken dişiyi sömüren bir çeçe sineğidir o... Ana tanrıça, yerini büyük pedere, atalarımız kral-tanrılara bırakalı beri, bu dünya barış yüzü görmedi, insanlık tarihinden, ataerkil monarşi, vulvaya yuvalanmış, eril sultanın, erkin hükümdarın izleri silindiği gün otlar yeşerecek, güller gülecek, asmalar salkım saçak, çocuklar gürbüz birer varlık olup, yeryüzünün yüzü gülümseyecek, tanrıda yerini yeni tanrısına, ana tanrıçaya terk edecektir. Doğuranın tahtını terk ederek, yerini eşeysiz olana bıraktığı bir dünya kanın kutsandığı, etin kurban edildiği, tenin, dilin, dinin tutsak edildiği bir dünyadır. Tohum saçan kimlerdir, onu tüketen barbar, yok edici, sömürgen bir kızıl sakal, üretmekten yoksun, eşeysiz bir er kişidir. Yeryüzü dişil, üretkenin egemenliğine geçmeli, silahlar yok edilmeli, erk yerini diske, Mars tahtını Artemis'e, Kibele'ye, Astarte'ye terk etmelidir. İnsanoğlu artık bu türküyü söyleyebilmeli, şu meseli belleyebilmelidir. ''Eskilerden bir kralın atalarından kalma çok değerli bir anısı vardır. Bir altın taşı! Ülkenin biri bunu almak için savaşa karar verir. Ve iki kral satranç oynayarak savaşırlar. Saatler geçer, günbatımına doğru biri mat olur. Ve savaşçılardan biri ordularına yenildiklerini söyler...'' Her şey bir vesiledir, Fikret'le Samatya'da, papatya dolu bir evde karşılaşmış, Florya'dan ötede, Altınşehir derler bir kırlıkta, bütün gün kekiklerin arasında dolaşmış, gölgelerin uzadığı vakitte, ıssız bir ikindi saati bir kulübede öpüşlerin kollarına bırakırken kendimizi, sabah vedalaşmış ve bir daha görmemiştik birbirimizi... Kalyoncu kulluk sokakta oturur, Beyoğlu'nun gün görmüşlüğünü, ara sokakların bıçkınlığını üzerine sindirmiş, bir göz kesendi o, hiçbir şeylerden anlamaz görünen ve her şeyi bilenlerden bir kani!.. Bir gün bir söylev verir gibi bir edayla neler demişti bakın... 'Batıl batı sorumluluktan uzak, tüketime dayalı, göz boyayan, ölüm soluyan bir uygarlıktır. Marakeş'te beşten sonra kentin kapıları kapanıyor, kent sur içinde, binbir gece masalı, daha ne olsun, Pisa'da batan geminin malları diye, bizim dilimizde bağırıyordu çengiciler, Napoli de açıkta dolaşan fare sürüsü, zooseverlik miydi, Pompei 'alçıdan' öldürülmüş insancıklarla doluydu, batıyı övgülere boğmak, doğuyu yalnızca zeren ve bir çıfıt çarşısı gibi yeren söylemlerde bulunmak hak tanırlığa sığar bir doğru mudur... Yeryüzü bir kan uygarlığıdır, hüllecidir egemenler, barış ve demokrasi getirecek iblis sürüleridir kimimiz, Afrika'da onca ülkenin parası, hala Paris'in darphanelerinde basılıyor, 1789 burjuva devrimi sömürge çağını haber vermiştir, özgürlüklerin ipotek altına alındığı bir tutsaklık devrimidir o, 16. Louis özgürlük adına değil, Cezayir menekşelerini tüketme adına öldürüldü ve Azrail'in kılıcı Napolyon doğdu ardından ve Frenk cinneti Antep'te durabildi, doğunun aydınları, 1789'u, celladına bağımlılıkla kutsuyorlar, kolonyalizmi özgürlük meşalesiymiş gibi alkışlıyorlar, ataerkil düzen öyle acımasız bir cangıl savaşıdır ki Marie Antoinette giyotine giderken külotu sıyrılmış, 16. Louis'nin kesik başına, hışımla üzerinde resmi bulunan bozuk paralar atılmıştır. Doğu gaflet, delalet ve hıyanet içinde debelenen bir kasabadır. Kırbaçlı eyalet valileri, mahmuzlu kovboyları, yıldızlı şerifleri vardır. Çağımızda barbarlık, yüzyılların ölü sayısını katlayarak bekasını sürdürüyor, Führer, kışın donduran yağışında Moskova'ya giriyor, Nagazaki'ye stronsiyum yağmurları yağıyor, doğu ise bir umarsızlar yığını, bir düşkünler ordusudur. Batı, İzlanda'nın ötesi değil mi, Avrupa değil midir, Hindistan nedir peki, Çin, Sovyetler, Güney Amerika, Adriyatikten, Himalaya'ya Türkler, İranlı Persiler, Yunan, Mısır, Japon, Arap, Dicle ve Mezopotamya yok mudur bu dünyada, Frenk ellerinde Saksonca konuşmaya çalışmakta neyin nesi, senin dilin yok mu, Doğu eziliyorsa, ezen daha etik dışı değil midir, tanrı indinde neden ezildin diye sorulmayacak, neden ulu tanrıyı yadsıdın diyecekler öncelikle, savaş ve kanın emperyalizmi, barış ve kârın kapitalizmi yeryüzünden silinmedikçe özgür olamayacağız biz, özgürlük arayışı, salt bir başkaldırı değildir, bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş değil midir göklerin terazisinde, bu bir sığınma, tevekküldür ha, soruyorum, elimde roket onları öldürmeye koştuğumda mı insan olacağım, barbarlara göre tüm doğu, konuklarına sadakatle, ölesiye bağlı bir gönül evi ha... Kötülük ve şiddet, mazlumu ve zulmü icat etmiyor büyük insanlık, büyük insanlık hain ve kahraman, zalim ve şeytanı icat etmek zorunda kalıyor!.. Uygarlık biçimimiz değiştiğinde tüm insanlık kurtulacak, yeni bir kuşak doğacak, yeni tanrılarımız hepimizi kutsayacak ve artık tüm yeryüzü, tanrılarımız, piyadelerimiz, yaşamak için can atan, gönül veren her birimiz, her cinsimiz elele olacak, hep birlikte sorgulanacak ve hep birlikte gülerek, hep birlikte sevineceğiz. O gün artık hep birlikte sevecektir tüm insanlık, tüm evreni, tüm kozmos ve henüz gizini çözemediğimiz, doğudan gelen güneş krallar gibi, o bilinmeyeni, daha ötesini ve o bilinmeyenden geleni... Fikret çok ilginç bir kadındı, ama ölümlü dünyada ''Cuius memoria non extat'' Benim için hatırası kalmadı!.. *********************************************************************************************************** EMEL DENİZİ / İnsanı diğer varlıklardan ayrıcalıklı kılan, ayrıcalıklı olduğu sanısını ileri sürebilmesidir belki de!.. Bu yaklaşımın anlatacağım konuyla ilgisi yok, yalnızca düşünülmesi noktasında ilginç bir açın belki... Anlatacağım olay Emel, adını söylediğim, uzun boylu, yüzü yeryüzü gibi, gözleri ceylani ama cansız bir masumiyetin imlerini taşıyan, burnu, dudakları, yanağı, saçları, her şeyi insani, olması gereken biçimde, hiç bir uyarı, hiç bir olağanüstülük ya da çekince, ürkü veren bir orijinallik taşımayan, altın orana sahip bedeni, olgun, yaşamı anlamayı, anlayabiliyor olmayı kendisi için düstur addetmiş ve güzelliğin en güzel tanımı gereğince anımsanması en zor olan bir kişilik, bir sima... Ama onu anımsıyorum ne yazık ki, tanımlar karşılıklar üretmek, tözler yaratmak içindir, güzelliğin birden yerle bir edildiğini, özgürlüğün sakıncalı olabileceğini, paranın ansızın en önemli şey gibi sunulabileceğini biliyorum artık, tersine, bütün bunların birden aksine bir doneye dönüşebileceğini de bilmek kaydıyla!.. Kamu kurumlarından birinde çalışırken tanıdım onu (bu deyim ezeli bir gizem taşır, kamu kurumu, görevin boyutlarını, aşağılayıcı ya da gizemli yanlarını saklayan tılsımlı sözcük), nasıl başladı ve nasıl bitti tanışıklığımız acaba, yemeğe giderdik onunla, öğle üzeri tüm çalışanların ağıllardan boşalarak, başka bir ağıla doğru koşturdukları raylı sistem!.. Yaşam düşlere kapılacak kadar güzel, onlara ulaşamayacak kadar acı!.. Bir peyzaj yaşam, sular akıyor, çiçekler açıyor, evler şen ve çığlıklar içinde, dağların doruğu karlı, ağaçlar yeşil, kelebek ve arılar uçuyor, kuşlar yuvasında yavrularıyla!.. Ama bu manzaraya elimizle dokunduğumuzda neden cansız, sorun kimde, cansız olan kim, tuval mi, ressam mı, izleyen mi, yoksa çok derinlerde tanrı mı kusurlu bu hengamede!.. Sorular, yanıt üretmek için sorulmaz, en görkemli manzaralar içinde, aynı duyguları taşıyabileceğiz bir gün, bıktırıcı yineleme, olağan gerçeklik, düşüncelerimiz üzerine düşünme ve sonsuz bir evrenin ruhani hapsinde, özgürlük savaşlarının oyalayıcı dehşetinde avunup duruyoruz biz. Ne kadar karamsarız diyemeyiz, bütün dünya eğleniyor ve karamsarlık diye bir şey olsaydı eğer, dünya dönüyor diyemezdik, dünya dönüyor ve insan sallanıp duruyor hamağında, düşünmüyor, düşündüğünü sanıyor, devinmiyor, devindiğini sanıyor, koşmuyor, evrenin boşluğunda dönüp duran dünyanın üzerinde koştuğunu sanıyor, dünya onu taşıyor, o dünyayı sırtladığını savlıyor sürekli, her şey bir sanı, her şey bir algı ve her şey deliliğin edimleri... Sıkıldınız mı, yapacak o kadar çok şey var ki, Supradyn alın, vitamin kompleksi, sizi üzen, kederlere sürükleyen ne varsa, giderici, kimyasal enzimi tamamlayıcı öğeler var içinde, noksanlık giderilecek ve aynaya bakarak, söyle bana, benden güzeli, benden büyüğü var mı diyeceksiniz, gene mi olmadı siz bir yol gösterin artık, çünkü yazı, sözcükler okyanusunun enginliğinde, seçilmiş harflerin kısıtlı ve daraltılmış kafesinden, dijital bir bloğundan başka bir şey değil artık, kurnazlıkla, sizin bildiğiniz şeylerin yeniden servis edilmesi, etik dışı bir görgüsüzlük, kayıtsız bir işgüzarlık ve sakınımsız bir alay ve hayasızlık aslında... Çünkü yazdıklarımız belleğimize hapsolmuş okuduklarımız, okuduklarımızda bellekten kaçırılmış yazdıklarımızdır... Yeni bir şey yok mu, olamaz mı, her şey yeni, jamais vu!.. Eğer yeni diye bir şey olabilseydi, dünyada sözlüklerimizi koyacak yer kalmadığından, çoktan Mars'a göçmüş olurduk. Emel'le yemeğe giderken konuşurduk, şaşılacak olan, onun doğallığını hiç yitirmemesine karşın, ötekinin hep onun yörüngesinde, hata yapmaktan korkarak sözcükler üretmesiydi, bunun adı ön yargı, aşk, karşısındakini yücelten bir süblimasyonun anaforunda, yörüngeden sapma, olduğunun dışında bir oluntuda kavrulma... Sevda ne yana düşer bilinmez ama, bazılarının bu sayrılığın pençesinden hiç kurtulamamasına ne denir bilemem, acaba Emel nerden bileceksin bende öyleydim der mi... İki kişi konuşurken altı kişi konuşurmuş, bu bir yineleme evet ama, çok severim, Emel kadar!.. Emel'e zamanın düşünsel dolambaçlarında kendimce hayranlıklar üretirdim, içine bir şey giymezdi sanırım, Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken, bedeni özgürce salınır, ipeksi gömleğinin göğüs kafesi, kuşların havalanışına benzer görüntüler yayar, şaşkınlığımı belli etmeden Kâbe'me el pençe divan duran dualarla, salalarla yokuşu tırmanarak, kendi içimde yaşar giderdim. Dramatize ediyordum onu ruhsal dünyamda, öne çıkan insansı ayrıntılarını gözler önüne sererek, tapılası gerekçeler üretmek, ona bağlanmak için başkalarında olmayan saikleri, birer toteme dönüştürerek gözyaşı dökecek, hüzünlü sevinçlere, dünyevi çılgınlıklara dönüştürerek, gerçekte kendi varlığını, var oluşunu kanıtlamanın yollarını aramak... Sonraları işyerlerimiz uzaklaştı, değişti, onu ziyarete gidecek kadar cesurdum, giriş katındaki devasa paslı aynada kendimi süzer, çeki düzen verir, sonra üst kata çıkar, sahra kadar büyük salonu gökyüzü gibi arşınlar ve sonunda ona kavuşurdum. O denli yıkıntı ve toplumsal baskılardan yılmış biriydim ki, salonu yürüyerek geçişim ve ona varışım sanki yıllar alırdı. Emel, dünya hala, elimde roket seni öldürmeye gelirsem insan mı olacağımla, savaşkanlıkla, Kabilsever'liğin sözcüleri ve umarsızca gülümseyen, kuyruklu yıldız ekicileriyle dolu, senden ayrılalı beri, bitmeyen şaşkınlıklar ve onulmaz acılarla doluyum ben... Aşk veya tutkularımıza ilişkin her şeyden söz edebilseydik, dışarda kalan açımlardan, sözünü ettiklerimize yer kalmaması şöyle dursun, sözlerimiz uyku getiren büyülü bir preparata dönüşürdü belki de. Öyle konular vardır ki, sonsuz denizlere benzer, ne yazsanız yetersizdir, eksiktir, bu yüzden sürekli heyecan verirler, sürekli bir açlık duyarız yazılanlara, yazılacaklara... Aşk, ölüm, yaşam, sonsuzluk, zaman, varlık, yokluk... Sonsuzlukla zaman aynı şey değildir, zaman bir tür birim aslında, sonsuzluksa, romantik bir uzam, uzam sınırlıdır ruhumuzda ama sonsuzluk bir zaman değil, ne yazık ki uzam, eşdeğer sözcükle mekandır. Sonsuza dek seviyorum, seveceğim derken, zamanı kastediyoruzdur sözde, kavraması güç, zaman uzam olmadan bir anlam taşımayacağı için, olmadığı için, sonsuzluk uzam yaklaşımlı bir ortamsal bütünlüğü anıştırmak zorunluluğundan kendini kurtaramaz. Aşk boşluk için üretilmiş bir şey değildir, tam aksine boşluğu doldurmanın nesnel bir karşılığı, umarı için vardır, aşk varlık dışında olabilecek bir şey değil, oysa çok şey varlığın tinsel dolayımı dışında konumunu sürdürebilir. Taş, aşkı gereksinmez. Zaman soyuttur, uzam öyle değil, aşk soyuttur, hayır aşk somuttur ve ekmek gibidir, ama ekmek varlığın sürmesi için bir koşul olabilirken, başka bir somutluk aşk, ilaç gibidir, zorunlu olmadıkça kullanmaya gerek yok diyebiliriz ya da doğal borca benzer aşk, kumar gibi!.. Öderseniz geçerlidir, ödemezseniz yok hükmündedir. Aşk seçimlik bir tılsım... Doğal bir büyü, yaşamadan giden geri gelmeli!.. Emel'i o günlerden sonra hiç görmedim, -kendimi yitirmiş olabilirdim- ama aşık olduğumu nereden bilsin ki, o bana aşık değilse de aşkımı körükleyecek önlemler alıyordu!.. Baban ne iş yapar dediğimde formen diyordu, proletarya edebiyatının gizemli hilelerine başvurmaktan geri kalmayarak... Bugün öyle söylüyorum, o gün bu aramızdaki cennetsi söyleşinin ıhlamur çiçekleri eşliğinde, sıcacık sözcükler gibi geliyordu bana... Düşündüklerimin ne kadarını yazabildim, daha neler söyleyecektim, Emel gibi zamanın alegorik akıntısında yitirdim ve unuttum onları, kim bilir daha neler söylemeliydim, günah çıkarabilmek için, türün öbür bireylerine karşı yazıya baş vurmak edebsizliğini gösterenler, günahlarından soyunmak için günaha girenlerdir. Edebiyat, sanat Aristo'dan beri 'mimesis'miş, ne ki aşkınız gerçek değilse, belâgatınız da bir öykünme veyası yalandır, gel gör ki terazi gözcülerin elindedir ve öyleyse derler ki kaygılarınız sorun değildir. Emel'e olan özlemim hiç dinmedi, kendisinden hiç haber alamadım o yıllardan sonra, bir şey duydum günün birinde ama, diyelim ki Fizan'a ona olan aşkımı aramaya gitseydim, kendimden kuşkulanırdım, o hoş geldin dese bile, çünkü sevinçler madalyonun ters yüzüdür, üzünç ve sevinç, yazı ve tura, aynı şey, aşk gövdeye ya da öznesine kavuşmak olsaydı, bir yarıştan söz etmiş olurduk. Aşk kendisinden başka hiç bir şey barındırmaz, biz onun figürleri, objeleriyiz, aşkı biz yönlendiremeyiz, dahası gerçekliğine zarar verebiliriz. Bir kuyruklu yıldız, bir ışık kıvılcımı, duru, karanlık bir gecede ortaya çıkar, elem veren gökyüzünde, bize doğru akar ve bir an bile değmeden, göz göze gelemeden, sonsuzlukta yitip gider... Bizim yaşadığımız yalnızca olay ufkudur, yalnızca bir ürpertidir. Yalnızca bir tanığız biz... Aşk somut demiştik, ama tanrı onu bize ihsan etmekte çok sıkı davranıyor, belki de soyut olduğundan kuşkulanıyordur!.. Somut az ya da çok ulaşılabilir bir şey, soyut ise yadsımaya elverişli, ulaşamayınca şarkılara, şiirlere, olmadık şeylere kapılacak kadar. 'Gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi...' Emel Denizleri'ne ulaşamadım, yine de küsmüş değilim, Borges'in şu şiiri, onun ürpertici güzelliğine ve yaşadığım, sonsuz, doyumsuz hüzne zeyl olsun. ''Delia Elena San Marco'' "Once Meydanı'nın köşelerinden birinde vedalaştık. Karşı kaldırımdan bakmak için döndüm; siz de dönmüştünüz ve bana el salladınız. Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu; herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi; bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim? Birbirimizi bir daha görmedik ve bir yıl sonra, ölmüştünüz. Şimdi, o anıyı arıyorum ve bakıyorum ve bir yanılgı olduğunu ve basit bir hoşçakalın ardında sonsuz ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece, yemekten sonra dışarı çıkmadım, bu şeyleri anlamak için Platon'un ustasının dudaklarına yerleştirdiği son öğretiyi yeniden okudum. Gövdenin öldüğü an ruhun kaçabileceğini okudum. Şimdi, gerçeğin sonraki uğursuz yorumda mı, yoksa arı hoşçakalda mı bulunduğunu bilmiyorum. Ruhlar ölümsüzse, vedalaşmalarında taşkınlık olmaması iyidir. Hoşçakal demek ayrılığı yadsımaktır, yani: Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yeniden görüşeceğiz. İnsanlar vedalaşmayı icat ettiler, çünkü bir anlamda ölümsüz olduklarının bilincindeydiler, her ne kadar kendilerini öylesine ve geçici sansalar bile. Delia: Bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında?- ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve düzlükte yitip giden bir kentte, bir zamanlar Borges ve Delia mıydık diye soracağız kendi kendimize." ********************************************************************************************************** DESİRE / Adını söyleyemeyeceğim tek kadın oydu. Sevmek için yaratılmış. Bir rüya. Her şey o denli silik ki anılarımda, geçmişten hiç bir şey anımsayamıyorum. Öyle biri var mıydı, varsa sorun nedir, niçin anımsayamıyorum, çok mu önceleriydi yaşananlar, etkisi zamanla soldu mu, kalpler kırıldı da unutmak istediğimiz bir şey mi artık onlar, hiç biri... Acılar unutulmuyor ama, güzelliklerin tümü bir rüya oluyor insanın belleğinde, gerçek bir rüya, o çiçeği tam tutarken elini öpmüştüm ipek yumuşaklığında, pencereden dışarı bakmıştı uzun uzun, gülümsemesi o denli zor seçiliyordu ki, belki de gülümsüyor sanmıştım onu, ne büyük meçhuliyet yarabbim, ne önemi vardı bunun, ama o zamanlar ya da iki kişi arasında yaşananlar, daima zamanı durduruyor, elini biraz çeker gibi olmuştu, hayır hava soğuktu, sen öyle sandın, saçları ne güzeldi değil mi, acaba benim için mi yapmıştı o ceylan büklümünü, yok canım her zaman öyledir o, benim yanımda o adama neden o kadar uzun baktı peki, asıl adam ona baktı ne bileyim ben, oda ne oluyor gibicesine bakmıştır, sen olsan daha fena bakarsın, sonsuz sorgulamalar, hezeyanlar ve bir hiç uğruna geçen zamanlar, aşkın halleri... Her zaman merak etmişimdir, bu vadiye doğru akan çayın kaynağına yürüyelim mi, ah doğayı çok severim, tabi ki, İda dağlarının bu kadar ormanlık olduğunu bilmiyordum, ağustos böcekleri koro halinde ötüşüyorlar, ilk kez görüyorum böyle bir arada onları, ne kadar ötseler, ne kadar çınlasa da bu böcekler, hep bir ıssızlığı çağrıştırırlar, yalnızlığı, akıp giden zamanı, güzellikleri, her şeyin elimizden yitip gidişini, biraz sonra laf kalabalıkları arasında siyaset, herkesin birbirini çekiştirmesi, dedikodu dolu bağırışlar, düşüncelerimizi, bakışlarımızı birbirimize kabul ettirme uğraşları... Bu böceklere aşığım ben, bende sana aşığım, güleyim bari, yapma... Beni çok mu seviyorsun, evet, neden, en iyi seviştiğim sensin, nasıl yani, sevişmek ruhsal bir edim, ah güzel bir söz... Hiç canlı yok mu buralarda, çok insan var, insan çoğaldıkça diğerleri azalır, bende insanım ama... Geceye kalırsak, görürüz diğerlerini, ulumaları, uykuda horultular, çıtırtılar, insan en ufak bir canlıdan hala korkan bir yaratık, kendini güvence altına almak için diğerlerini öldürüyor... Öldüren, ölümünü görendir ama, karışık konular, burada dünyayı ayaklarımızın altında duyumsayabiliriz ama Montevideo'da tıpkı bizim gibi konuşan başka birilerini göremeden ölüp gideriz. İnsan yalnızdır, kaçınılmaz bir şey bu, anlıyorum, çözüm yok mu peki, inan ki yok, düşünebiliyor olduğumuz sürece yalnızız, düşünce yetersizliğimizi yüzümüze vurmaktan başka bir işe yaramıyor, peki onca kalabalıklar, çığlıklar, sevinçler, aşklar... Her şey dönüp dolaşıp yalnızlığa varıyor, yalnız doğuyor, yalnız ölüyoruz, en iyisi yalnızlığa alışmak sanırım, gülmezsin dilerim, psikologlar ne işe yarıyor, ben gittim onlara, birinde istençsizce bir seyrime vardı, ötekinde jest ve mimikler karmakarışıktı, sesini yükseltirken çok sakin duruyor, sesi alçaldığında elini kolunu fazla oynatıyordu, ne demek istiyorsun sen, yalnızlık alın yazımız... Oh ne güzel kokuyor, derelerde olur bu, yok canım, kefre bu, çalı çeşidi, çalı kokar mı, aşıkları görünce belki, böyle konuşma sevdalısı mısın sen, rolleri değişseydik, ben sana söylemek zorunda kalacaktım, felsefe yapma, rol mü yapıyorsun gerçekten, hayır yalnızız... Ya şu ne, kedi tırnağı, oda çok güzel kokar, şu, sütleğen, zehirli derler, Desire... Zehir bana hep tutkuyu anımsatır, ihtiras... Hırs, sahip olma arzusu ve her şeyi yakıp yıkacak denli bir paranoya... Düşünceler üretiyoruz biz, asıl gerçek nedir biliyor muyuzdur sence, çok ilerledik dönsek mi, sandaletin ipi kopacak gibi, biraz önceki sorunun yanıtı bu... Ah kuş ölüsü, ilk kez görüyorum desem, ömrümde hiç kuş ölüsü görmedim ben, her tarafımız kuş dolu, bir gün, yarım kanat gördüm ben yerde, bir duvara mı oturdum, demir parmaklıklara yaslandım diye anımsıyorum, uzaktan bir süre baktım, insanlar işe gidiyor, çocuklar oynuyorlar, yaşlı biri sendeleyerek uzaklaşıyor, bir büfeci gazeteleri içeri alıyor, bir anne kucağında bebeği gülümsüyordu... Hiç kimse yerdeki kuş kanadını görmüyordu, utanmazsam söylememe izin verir misin, şaka mı yapıyorsun, inan ki ağlamaya başladım... Hava kararıyor, gidişimiz değil dönüşümüz zorlaşacak, korkaksın sen, sevmek korkaklığı getirir... Yarın ne yapalım dersin, bana ne, yarın başka bir gündür, anladım... Seni bu yüzden çok seviyorum, bir gün ayrılacak mıyız, sana bağlı, yalnızca bana mı, ayrılmak istersen kime bağlı olacak, bu sözlerimizi bir kenara yazalım, güldürmekte üstüne yok, bak bu çınar ağacı çok ünlü, gövdesinin kalınlığı dünyada en üst sıradaymış, yaşı da öyledir bence, Dördüncü Murat buradan geçmiş, kollarını yalnızca o kavuşturabilirmiş, şimdide öyle midir acaba, bizimde bir efsanemiz olsa keşke, şiirlere sığınalım, şarkılar, halaylar, ovalar, dağlar, köyler... İnsanların bin bir derdi var. Bende bir roman yazmak isterdim ama, insanda kalıcı olma duygusu var, işine saygı duymak, çocuk sahibi olmak, dağlara tırmanmak, kulelerden atlamak, binalara adlarını vermek, hatta örgü örmek... Daha neler... Öyle deme, ölümünden sonra onu biri giyecek... Aaa, o kadar düşünebilir mi, her edimimiz sonsuzluğa doğru bir kaçıştır aslında, bakışımız, çocuğumuz, başarımız, sofraların bir ritüele dönüşmesi, büyük babalarımızın duvarları süslemesi, yıldızlara olan sevdamız, karanlığa karşı duyduğumuz korku... Oda nesi, ölüm... Hiç kimse bir iz bırakmadan ölüme kavuşmak istemez, köpek bile... Aksi halde üremek istemezdi. Ah diken, elime battı, yok nerdeyse kesmiş, kanın coşkusuna bak... Sanki oda tutsakta, evet tutsak, ama anlamak zor bunu... Her şey eni sonu varlığını kanıtlamak ister, anımsanmak., anımsamak, anılmak. Unutulmamak... Her şey bir unutuş olsa da... Her şey bir anımsamadır ama aynı zamanda her şey... Biz belki de, bir şeyleri anımsıyoruz yalnızca, yaşamıyor muyuz yani... Onlarda bizi anımsıyor mudur peki... Evet. Şimdiki gibi... ********************************************************************************************************* KAYAK TAKIMI / Herkes kısa yoldan varsıl oluyor, parayı buluyor, şöhret oluyor, ayağını yerden kesecek bir yordamı nasıl da buluyor diye hayıflanırdı. Gece gündüz hindiler gibi düşünür, evden haftalarca çıkmaz, projeler tasarlar, kurt deliklerinden geçerek kırk haramilerin mağarasına nasıl girileceğinin hesabını yapar, krokiler çizer, bacalardan inerek hayatı dolandırmanın, iskeleye bağlanan palamarı çözerek, bir gece yarısı, yelkenliyle dünyaya açılmanın kosinüslerine kafa yorar, ücretsiz, zahmetsiz, emeksiz düşleriyle bir sevgili arar, Helen lirizmini taklit ederek aftos diye bağırır, içli, gözyaşını çağırır şiirleriyle gökte devinen ayı uğurlar, günlerin güneşine el sallayarak aylarını, yıllarını savururdu ruh kafesinden. Gençliğinin baharında, yirmili yaşlarında gelmişti İstanbul'a, Kocamustafapaşa'daki asmalı kıraathanede kağıt oynayanları izler, dördüncüyü bulamazlarsa, yedekliğe soyunur ve diğeri gelene kadar takımı tamamlar ve öğrencileri, oyuncuları, işsiz güçsüz kıvrananları, çalışanları kibirle süzer, acıyarak bakar ve nice çırpınmaların nasıl da boş bir çaba ve beyhude bir gayret olduğunu ima eden gözleriyle, çevresini süzerek, bir ayrıcalığın sahibiymişçesine, aylaklıktan kısılmış sesiyle kahkahalarla gülerdi. Bir kin vardı iç dünyasında, belli bir birikimi de vardı belki de, bir mirasyedi miydi kim bilebilir, hiç para harcamaz ve yapacağı ölümcül hamlenin özlemiyle yanıp tutuşarak, şöminede çıtırtılar içinde düşlere dalacağı günü beklerdi. Uzaktan gözlüyordum onu, enteresan insandı, garip diyebiliriz ve meşum biriydi, özgüveni yüksek, alabildiğine tuhaf bir düşler cambazıydı belki de o... Yalıçapkını bir Frankeştayn, yolkesen, gönül yakan, bir çoban aldatan kuşuydu o aramızda, hiçbirimiz onunki gibi bir düşlerin insanı değildik, üç beş kuruş parayla okuyor, kimimiz çalışıyor, olmadık düşlere kapılmak şöyle dursun, sağ ve sıhhatte yaşayabilmek için dua ediyorduk belki de. Düşlerini dumanlarla tütsüyor, alkollerle süslüyordu o, karınca kararınca eğlenir, yalnızlığını paylaşıp, işini bilir derlerdi onun için. Bir keresinde duman yalnızca Kızılderililere yarar demiştim, güldü, sevecen adamdı ve herkesle iyi geçinirdi, gerçekte biz ondan huylanıyor olsak bile, gene de yalnız kumara tövbeliyim ben demişti, öç alır gibi bakarak, kumar kağıtla olmaz, hayatla olur!.. Bir gün ortadan kayboldu, bir kayak takımı almış, Olimpos dağına giderek düşlerinin tarlasında, karlar içinde, büyük hayallerini işleme koymaya başlamış o dediler. Bir zamanlar başkent olan Burisa'nın Uludağ'ında... Orada şöyle düşünüyordu eminim, bir ahu gözlü kızla karşılaşacak, birbirlerine aşık olacak, kız ona yalvarıp yakaracak ve belki de babasının sayılmasız paralarla dolu iş dünyasına hükümdar olacaktı. Ayhan Işık, Belgin Doruk / İzzet Günay, Sema Özcan filmlerini çok mu izlemişti acaba, gözlerini bilerek kör etmesindi bu adam... Sonradan başından geçen, usa sığmaz öyküleri dillere dolandı, bir keresinde kız düşünce ayağa kalkmasına yardımcı olmuş, üç beş laftan sonra, gözlerinin içine bakarak telefonunu istemişti kızcağızın, oda vermiş tabi, dünya yıkılacak değil ya, kısa bir süre sonra aramış da, kızda ne desin; hatırlayamadım!.. İlk hamlesi boşa gitmiş ama yazgısına yenilmemeye ant vermiş bu Karacaoğlan, maceralarla süslenen ataklarını sürdürmüş ve asmalı kahvede bekleyen hayranlarını hiç bekletmemiş ve hiç üzmemişti.. Arnavutköy'de ev tutmuş dediler bir zaman sonra, sahil yolunda slalomlarını sürdürüyordu belli ki, yürüyüşe çıkan yalı kızlarıyla karşılaşmanın heyecanıyla, sabahın erinde sokaklara çıkıyor, sıcak kahveler içiyor, soylu kalabalıklara sokularak avını bekliyormuş. Hamleleri nedense hep yarım kalıyormuş, Emirgan'a, Bebek'e, Rumelihisarı'na olta atıyor, Baltalimanı'ndan grubu seyrederken, İstinye'de, Yeniköy'de volta atıp, yokuşlara kolan vuruyormuş. Çabalamadan nasıl yaşanır, durduk yerde nasıl Karun olunur, Kleopatra'nın günah kapısından nasıl girilirin kitabını yazmak isteyen bu insan acaba, yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, bir Karın Deşen Jack, bir Don Juan ya da yankesicilikle geçinen bir Şarlotan olmasındı... Hepimizin hayran olduğu, içten içe onun gibi olmak istediği, onun maceralarına özendiği bu adama ilişkin aldığımız son duyum, dünya turuna çıkmış olduğuydu. Kimden yayılıyor bu duyumlar diye hiç düşünmezdik, o bir efsaneydi ve yerin kulağı, göğün dili varmış gibi her gün bir şey duyuyorduk ondan ve hayıflanarak, bir özlemi yakalamak isteyen, onun gibi ulaşılmaz avuntuların yollarında, birbirine sokulup, yoksulluktan daha acı, can alıcı yoksunluğun kollarında, makus talihlerimizi paylaşırcasına birbirimize bakıyorduk hep. Tayland'a gitmiş, Güney Afrika'ya geçmiş, Peru'ya uçmuş diye dumanlar uçuruluyordu arkasından, ama hiç bir zaman amacına ulaşmış, şunu bunu yapmış ya da bir evceğize kavuşmuş, bir kızcağıza güvey olmuş ya da bir fabrikanın önüne divan kurmuş diye kıvılcımlar çakmıyordu ardından ne yazık ki... Hep bir arayış, hep bir özlem, hep bir kavuşmanın umudu, hep bir bekleyişin yolculuğuydu sözü edilen şey... Aradan yıllar geçti. Bir gün bir köşe başında bekleşirken görmüşler onu, bir süre sonrada yakalandığı amansız hastalığa dayanamayarak öldüğü şayiası yayıldı mahallede... Tam otuz beş yaşında. Yaklaşık on beş yıl süren masallarla dolu yaşamı, bir masal gibi bitti. Kırmızı başlıklı kız kurtların koluna girmiş, beyaz atlı prenste, kanatlı atıyla, bulutların üzerinde uçarak, gözden yitip gitmişti sanki.... Kimsesizlerin, gariplerin, hayat kumarbazlarının tek bahtı, denize bakan Kazlıçeşme mezarlığıdır. Onu yaşamında sevmiş olan, mahallemizin tek kadını, platonik aşkının her bahar, taşsız topraksız kabrine gelir, ağaçların çiçekli dallarının 'Kayak Takımı'nı sarıp sarmalayışını, kollarına alışını izler ve onun tek utkusu olan, bu baharın müjdecisi ağaçlar altında, doğanın bu şaşılası tansığını kutsayarak dualar eder ve bir gölge gibi mezarlığın kapısından çıkar giderdi. Bir gün onun gerçekte çok duygulu, dürüst bir aşık olduğunu söyledi ve kendisi için yazdığı, karşılığı ölüm olan, tumturaklı bir şiiri verdi bana... ''Özlem Hanım'ın Şarkısıdır'' 'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana… / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda. / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde / dalgalar okşayıp yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…' Ne denir... Biz ona hala imreniriz, kaç kişinin şu yaşamda bir öyküsü oldu ki, kaç kişinin ardından böyle konuşuldu ki... Borges diyor ki; İnsan öldüğünde yaşamını sürdürür. Onun gerçek ölümü son kez anıldığı gündür!.. ********************************************************************************************************** ZUNE / Divanyolu'ndan sola dönen sokağın içine girer girmez ürperti başlardı, en üst kattaki büroda, hep boş olan büroda, işini değil hayatı bilememenin acılarıyla oyalanırken, 'Onun' sesinin aşağılardan gelişini duyar ve her aşık gibi olmadık gerekçeler yaratarak, aynı okulun çilekeşlerinden, -bir Melal ki adı elem anlamına gelirdi- onun bürosunun önünden geçer ve her daim bellediği davet uyarınca da, ansızın Zune'sine kavuşur sohbetler ederdi. Melal... can sıkıntısı, usanç, hüzün, elem, dert. Her gece içen bu kadının kuzeniydi Zune... Türkmen kızı, kara kaş, kara göz, boşluğa bakan merhamet dolu gözler, sevecenlikle gülümseyen bir yüz, soylu bir salınım ve alçak gönüllülüğün derviş geleneğinden gelen, genlere sinmiş tuhaf çekiciliği... Hayatın sıkıcılığına karşı hiç bir şey kurtaramaz bizi Melal, boş yere ağlama, içkinin avuntularına kapılma, ayıldığında daha zifiri karanlıkların içinde bulacaksın kendini... Hiç bir şey kurtaramaz bizi, para, evlilik, iş, mevki, itibar, yer kapmalar, alıp satmalar... İntihar!.. Bir yenilginin resmi, kurtuluş olabilir mi... Zune'ye görür görmez aşık olmuştum, aradığım masumiyet buydu, kevser'i hatır için yudumlayan, anne sevgisiyle dolu, insanlara kucak açan, çalmaya, çalıp çırpmaya, çağın etik dışı alışkanlıklarına ağırbaşlılıkla karşı çıkan, hoyratlara gülümseyen ve hayata gücü yetmeyen bir Mona Lisa... Kendi günahlarımızı onun üzerinden savuşturmak için bulunmaz bir beden, kutsanmış bir ruh... Üzerimdeki tüy parçacığını bir melek gibi elini uzatarak almayı düşünebilen tek varlıktı o, kapılardan buyur edildiğinde size yol veren, gereksiz gibi gelen yüzlerce ayrıntının kargışında, insan olmayı öğreten... Başka bir gezegende yaşayabilirdim onunla ama bu dünyada asla... Yok olup giderdik, oyunun kurallarına uymak, okullara, ödüllere, madalyalara, geleneklere, göreneklere, bize dayatılan uyum kurallarına boyun eğmek... Onu kurban seçemezdim. Onun için, onun kalbini kırmayı göze almak gibi, sonsuz bir günahın içine girmekten, affedilebilir olmaktan uzak gaddarca ve cellatların oyununa sadık kalarak, her şeye boyun bükmekten, baş eğmekten çekinmeyerek, bugünlere geldim. Hep Melal'i anarak... Zune benden sonra evlendi, kısa süren meltem yağmurları, tropikal çiçeklerin ayrıcalık veren mutlanları ve karşılıklı sürüp giden üzüncün ölümcül güzellikteki rüzgârları kısa sürdü. Esin veren elem duyguları... Zune korkunç bir operasyon geçirmişti başından. Ölebileceğini düşündüm, gençliğinin güzelliği, kalbinin iyiliği, düş gücünün esenliği, dünyayı anlıyor olmak ve insanları kucaklamanın cezasını anında verdi hayat. İksion'un çarkı ilk ona acımadı aramızda... Ölmedi ama yaşamının bir yanılsama içinde sürüp gitmesinin olanaksızlığıyla uyarıldı, ilahi yargı ona ne yapması gerektiğini hatırlattı. Ona olan bağlılığımla yaşamımın ilk kasımpatısını götürmüştüm, hiç bir şey olmamış gibi, ölümcül bir sayrılık geçirmemiş gibi gülümsedi, acaba aile içindeki sorunlardan mı kaynaklanıyordu dertleri, ben mi yanılıyordum, hiç önemi yoktu, o bir melekti. Son görüşüm kasımpatıyı saydam bir sürahiciğin içine koymak için halsiz, yorgun bir gölge gibi kıvrılmak oldu. Her şeye karşın, yaşama karşı duyduğu sonsuz saygının bir gösterisiydi bu. Ölebilirdi ama kalp kırmayacak, saygıda kusur etmeyecek, kutsal bir kürede yüzüp gidiyormuşçasına el verecekti sevdiklerine, tüm insanlara, tüm yaratılmışlara!.. O gün sargılı başına, aylası yüzüne vuran, güzeller güzeli anlayışına, sevecenlik dolu yaşamına son kez baktım. Onu bir daha göremedim, yaşıyordur eminim, çocukları vardır ve yaşama uyum göstermenin, acımasız yazgısıyla baş etmeye çalışıyordur. Oysa ben ona 'artık yazgımı değiştiremem' demiştim. Ona karşı günahkar değilim ben, hainde değilim, en doğru söz şu olabilir, ben şu yaşamda ona bile sarılamayacak kadar çaresizim. O günden sonra bir daha birbirimizi göremedik. Birbirimiz için belki de ölmüştük. Kahrolası yaşam mı demek gerekir... Ne yazık ki aşıklar, günahlarını, çilelerini, kendi kendilerine haklı çıkarmak için günlerini sayarlar. Bir kadını unutmanın en iyi yolu onun aşkıyla avunmaktır, aşık olan biri kakofoniye başvurur, beylik laflara kapılır, volapükçe yöntemlere saparak, ruhunun dalgalarında boğulmanın yolunu seçer, karmaşaya bulanarak çıkış arar ve duygularının coşumuyla açtığı mezara girerek, sonunu orada bekler. Aşklarının içine gömülerek sevdiklerini görmezden gelir onlar, her şeyi unutarak, ruhlarının basamaklarında dinlenirler, kalplerinin odacıklarında mola verirler, yangınlarının içinden sağ çıkabilmek için, arşı alaya yükselen çığlıklar atarlar, sürgit feveran ederler ve gerçekte bir aynanın görüntüsüne bel bağladıklarını bilirler, ona sevdalandıklarının bilinciyle, inanıyla, -yazık ki- kendilerini ele verirler. Sonsuzlukta hiç bir şey mutlak değildir, kendisini yanlışlayan her şey başkalaşarak yol almayı sürdürür ve yaşama -hayat- verir!.. Aşkın ateşiyle ölen Kerem ne dedi... Şimdi olanlar daha önce oldu, daha sonra gene olacak. Bu yüzden melekler kördür, çünkü ayrım yapmaktan çekinirler. Aşk genlerimizdeki acı çekme alışkanlığının, çileciliğimizin uzantısı olabilir mi, özlemlerimizin yorgunluğuna kapılmayalım dostlarım, dünya Habil ve Kabilciler olmak üzere, ikiye ayrılır. Aşk celladına bağımlılıkta olabilir, kulluğun bir şahlanışı da... Şimdi bunları dile getirmenin, bu anıştırmaların ne yararı var, 'Amarcord' yaşam anımsadıklarımızdır. Aşıklar tanrı tanımazların kutsal aforizmalarına lanet okumuşlardır. Aşk, ruh ikizimizdir. Paralel evrende şu an aynı şeyi söyleyen, aynı davranışları yineleyen biri daha var ve o biziz. Bir şeyin ikizi varsa, üçüzü, dördüzü de olabilir, neden olmasın ki, buna engel nedir, sonsuzuz ve hepimiz aynıyızdır. Paralel evrende bir ikizimiz varsa, sonsuz yanılsamalarda vardır. Bizi diğer canlılardan ayıran bir tarihimizin oluşu, bir ayrıcalığa saplanıp kalışımız, bir kronolojiye kapılmasaydık biz, bugüne dek tek bir insan yaşadı diyebilirdik, biz bir yinelemeyiz, çünkü bunu daha önce söylemiştik, bir köpek gibi, 'Zadig' ya da Kinik!.. Ama öküzler gibi otlayıp, saçları kartallar gibi uzayan aşıklarda olabilir, aşk tapınımdır, kulluktur, aldanılası bir göz bağcılıktır. İyicil olmanın, ölesiye sevmenin, delice bağlanmanın, şeytanca bir kibir olduğunu söyleyende var!.. Konsüllerin aşkını başkacadır sananda!.. Her insan tanrının dünyayı duyumsamak için düşlediği bir tasarımdır. Aşkın adı, yaratıcısına tapınmadır belki de, tek bir vücut olma özlemi, olanaksız bir yanılsama, yok etme ya da yok olma... Ama aşk gerçekte bir olanaklar bütünüdür, olanakların her biri yeniden yaratılamayacağına ve tıpkısıyla yinelemeyeceğine göre, aşk tükendiğinde, yeryüzünden silinip gittiğinde, her şey yok olacak ve tüm dünyamızın, yaşamımızın da sonu gelecektir. Acıları sağaltmanın, yaşamın onmazlıklarıyla avunmanın yolları vardır. Teselli arayışları yeterli midir... Değil midir... Yaşam her şeyin üstündedir. Ve belki de tek bir şiirdir yaşam... 'Ayağı tez Akhilleus / mızrağını yüreğime sapladığında / -bir sevda öldürümü- / Rüzgâr, hafifçe esiyordu / ve Manet rengi kırmızı bir kan yayıldıydı göğsümde, / sıcak. / Zakkumların oraya doğru koştum, / -anımsıyorum- / kumsala / gölgeler vardı orda / ve kırmızı zehir gibi çiçekler / ağaçlarda... / Uzandım güneşli gökyüzüne doğru / iyileşecektim / saatlerce gözümü ayırmadım / bakıp durdum / yukarıda / solgun kırlangıç yıldızlarına! .. / Tüm atlıların sesini duyabilirdim o an: / Akhalardan yaklaşan / tüm atlıları! / ve bu öğle vakti / sağda ova / bir Ağustos böceği sessizliği / -ne garip- / öyle bir sessizlik vardı işte... / Üzünçlü gibi geldi bana her şey o an / geniş, mavi, bulutsuz bir gök / yalnız gibiydi / Re teline dokunduğum bir mandolinin / pencerede sesini dinler / bir kız gibiydi / içli, beklentili... / Kızoğlankızlığı havanın / arı ve sıcak oluşu işte böyle / -pamuk gibi- / yüreğimin gözyaşlarını unutturdu bana / Mutlanlıydım doğrusu / ağaçların dibinde / usun kökleriyle yıkanmak / yalnız başına / ve göğsümde saplı bir mızrak yorgunluğu / ve senin sonsuzluğun o an ki... / Erinçsiz ölebilirdim artık, / şaşılası şeydi / dağ bayır dolaşmadan / yaşamak varken / hiç bir şeye kavuşamadan yani / kapanan gözlerimle... / Neden böyle düşündüğümü / çok iyi anladım sonra / -özenle koruduğum- / sırf seni düşünmek; / kavuşmanın en gelişmiş biçimiydi / aslında / ve göğün bunaltısında / ak güvercinlerin kanat sesi / ve bir sevda şarkısıyla artık / -ölü- / yükseliyordum...' Şu tuhaflıkla eğretilenmiş dizeleri, onun için yazmış olabilirsem, kendimi avutabilirim belki, belki de boşluğa dökülen göz yaşlarının önüne geçmek için, kimselerin bilemeyeceği, bir arayışın yansımasıdır onlar... *********************************************************************************************************** SARA / Sultanhisar nerede bilir misiniz, Buharkent, Güzelbahçe... Dünyanın tüm ülkelerini, tüm yörelerini dolaşan biri bu üç yerin adını bile duymadan geçip gidebilir... Kendi yurdunda sürgün diye bir söz var, insan dünyaya 'Özlem' duygusunu tatmak için gelir, keder veren ulaşılmazlık... Geçmişte geçip gittiğim yerleri, başı öne eğik yürüyen insanları, göğe bakanları ve bir traktöre doluşmuş çığlıkla geçip gidenleri ölesiye merak ederdim. Kim bunlar, nereye gidiyorlar, akşamları ne konuşuyorlar, neleri dert ediniyorlar ve hangi düşleri kuruyorlar. 'Ben başkalarıyım.' Bu söz o kadar doğru ki, ömrümüzün yarısı seyri sefa ve başkalarını izlemek, başka yaşamlara imrenmek, gözlemek ve belki de umarsızca küçümsemekle geçiyor artık, çünkü insan istese de başkaları olamıyor!.. Göğüs kafesimiz hapishanemizdir bizim. O çürür ve biz artık özgür oluruz. İşte geçmişte Nazilli'den, Sarayköy'e doğru bir aracın içinde, kırk kişiyle geliyordum. Okulu bırakmış, bir bilinmeyene doğru tükenen yaşamımla... Emel denizlerini aksatmanın kederleri içinde... Başımı cama dayamış, uzakta Menderes'in yeşillikleri ve uzayıp giden bozkırın ıssızlığı düşüncelerimi kuşatmışken, araba kara yolda yılan gibi akarken, boşlukta yolun az uzağında, bugün artık iki katlı olabileceğini düşündüğüm, tek başına, ovada yapayalnız bir evin önünden düşler içindeymişçesine geçip gittik. Küçücük kasabalar ekmeği nereden alır, suyu nereden bulur, ışık nereden gelir diye hep düşünmüşümdür. Binlerce kasaba, bir kaç evlik köyler, sazlığın kıyısında kulübeler, gezginlerle, bezginlerle, ezginlerle dolu dünyalar... İşte o bozkırda tek başına duran evin, sanki ışık hızında, kıyısından geçip giderken biri bana baktı. Göz göze, pencerenin önünde duran, dağların şahinliğini, kırların ağır başlılığıyla birleştirmiş, tüm doğallığıyla serpilmiş, pencerenin önünden geçerken sanki beni gözleyen, sarı saçlı bir kız... Gözbebeklerimizin bir an çakıştığına eminim. Bir an... Aradan kırk yıl geçti, o kız nerede şimdi, kimdi, ne oldu, en klasik sorusuyla sıradan yaşamımızın, evlendi mi, çoluk çocuğa mı karıştı, ölüm meleği gençliğinin baharında onu seçtiği için, ruhlara karışıp gitti mi yoksa... Onun adı Sara'ydı. Sara... Sara, seni görmeyeli kaç yıllar oldu, senin yüzünü, bakışını, saçlarını, o anı yaşamım boyunca unutmadım. Bu garip bir aşk diyecek değilim, kimse anlamak istemez ki bizi, acaba o ev ve sen hala orada duruyor musun, hala yaşıyor, gelip geçen araçların ardından, ruh ikizlerine bakmayı sürdürüyor musun... 'Bir mucizedir yaşamak.' Yaşamak... Neyi amaçlar ki, neyin peşindeyiz biz, ne için, nasıl, neden?.. Kimimiz paranın peşinden koşar, kimimiz şan ve şöhretin peşindedir, kimimiz prestij, saygınlık, kimisi de bir değer, bilgi, görgü ya da amansız bir sınıf mücadelesi... Şattülarap ne demektir, bienal nedir, konservatif kolokyum pardon konsorsiyumun megaralarda agrandize edilmiş zerofobik kontrendikasyonları üzerine plebisit yoluyla gerçekliği test edildiği için artık en ufak bir kuşku kalmamış kara tavuk sürülerinin güney kutbuna doğru üç bin kilometre boyunca süren göç yollarında karşılaştıkları elem yağmurlarının romanını yazan Herman Melville uzay asıllı mıydı!.. İnsan hiç bir şey bilmez, her şey bir adlandırmadır, göğe çıkalım ve yarı baygın kızıl gerdan kuşu gibi dünyamıza bakalım, bu bir küre midir, sular çekilene kadar, üzerinde ne yaşıyor, türlü biçimde karıncalar, niçin ateş ediyorlar, o denli çoklar ki bazıları eziliyorlar, neden göğe bakıyorlar, bir kurtarıcıyı, tanrısını arıyorlar, gelecek mi, Samuel'e sorun, Godot'yu bekleyen o, dörtte üçü deniz olan bir gök parçasını bu denli ciddiye almak doğru mu peki... Bilmem... 'Barbarları Beklerken' bu tür sorular hazırlıksız yakalanmamıza neden olabilir... 'Yaşamak için, öldürmek gerekir...' Sara, cüce tanrılar adına, ligra kuşu adına, kapulinler adına dinlemelisin, evvel zaman içinde iki İsa varmış, diyelim ki biri marangozmuş, ötekisi Nasıralı, babasız büyüyen, ikisi de aynı öğretinin peşine düşmüş, aynı öğretiyi yaymaya kalkışmışlar, öğreti tek bir kişinin bellek evinde çakan bir şimşek değil Sara, çağın gereksinimlerinin, zorunluklarının ortaya çıkardığı kavramlar bütünü, onları yayanlar yalnızca sözcü Sara... İki İsa'dan birinin talihi yaver gitmiş değil, yakın çevresi güçlüceymiş ve öğretisini kolaylıkla yayma ve inanmışları toplama olanağına ehvenlikle erişmiş, artık o bir Mesih'miş. Diğeriyse bir meczup, bir yarı deli, bir kaytanbacak olarak ölüp gitmiş. Bu meseli Mephisto Kafe'de bir genç telefonda anlattı ve bir film ya da oyundan söz etti telefonun öbür ucuna... Ama her iki İsa öldüğünde tanrı yanlarına çağırmış, her ikisi de gelmiş tuhaf bakışlarla ve tanrı demiş ki, bir payenin peşinden koştunuz, bir iyiliğin adını koymak istediniz, biriniz bunun acılarıyla yaşayıp peygamber oldu, diğeriniz ise bir kimsesiz ve meczup olarak öldü. Ama hanginiz gerçek peygamber söyleyin şimdi, meczup hüzünle öbürünü göstermiş, öteki de meczubu, tanrı birbirinize lütufta bulunmayın demiş, siz göğün terazisinde 'tek' kişisiniz!.. Son bir şey Sara, İbni Arabi, günün birinde, kırk bin yıl önce ölmüş birini gördüğünü söylemiş. Ölen adam, kendisinin insan olduğunu söylermiş ama İbni Arabi insana benzemiyordu dermiş. Onun insan olup olmadığını anlamak için, yedi bin yıl önce ölen Adem'i sormak istemiş Arabi... Adam işte o an, o can alıcı sözleri haykırasıymış; Hangi Adem'i soruyorsun sen, Habil'i öldürenin babasını mı, sonuncu Adem!.. Sara, keşke senin öldüğünü bilmiyor olsaydım ben!.. ********************************************************************************************************* SALOME / Sezeryum Kültür Evi'nde yazın üzerine söyleşiyorduk, Ayfer Tankişi diğer konuşmacıydı, sonradan onun öğrencisi olduğunu öğrendiğim, kuru yaprak renginde, içe kapanmayı yaşamının alışkanlığı edinmiş, gençten, çelimsiz bir Misis orta sıralarda uyukluyordu, söyleşi bitince laf attı, asıl konuşma, konuşma bittikten sonradır ilkesi uyarınca, ilerdeki kafelere doğru yürüdük, orada ülkenin devasa gövdeli, şanlı aydın ve entelektüellerinin pişpirik oynadığı -ne yazık ki- kafelerden birine oturduk, anımsayamadığım şeyler konuştuk ve yağmurlu bir Moda sabahında buluşmak üzere ayrıldık ve o gün puslu ve hiç unutamadığım zenci bir Madonna'nın resminin bulunduğu izbe bir kafede buluştuk. Çeyrek yüzyıl önceydi, yağmur sularının damladığı, buz gibi elini tuttum, iki tür yorum yapabilirdim, birincisi bu kuzeyin dağlarından gelen, kristalize iletişim, sağlıklı ve duyguların harmanlanıp bir burgaca dönüşebilecek, bir kaosa yol açabilecek, yörüngeler dışında, dönencelerin matematiksel, sağlıklı akışı içinde, kutupçul ama, lotus çiçeği gibi soylu bir devinimle sürüp gidebilirdi. İkincisi soğuktan etkilenen bu körelmiş pençeler, minicik iki trafo kulübesi hiç bir zaman beklenen iletişimi sağlayamayacak, sürüp giden bir üzüncün ve atomların yalnızca dokunmakla iletişime geçilemeyeceğinin -ezeli- fizik kuralı gereğince birbirlerini anlayamadan, paralel ama zıt yönlerde birbirlerini hiç bir zaman göremeden geçip gidecekti... (Şimdi yıllar sonra anlıyorum ki, sorun gerçekte ne onun söylediklerinde, ne benim düşündüklerimdeydi, ayakları başka yöne bakan köprülerin, yaşamın ayırdığı yolları ve bakılışın kuşlarını bazen, bir türlü birleştiremeyişindeydi.) Onun çalışma atölyesinde hemen her gün buluşuyor, gizli boş evlerin, içine güneş ışığının süzüldüğü karanlık odalarında, tahta koridorlarında, nem dolu maceralar yaşıyorduk. O diyordu ki, büyük bir aşk bu, başımı sallıyordum, aşk mahrumiyet çağlarında, gemi azıya alan duyguların peşinden, pelülperişan gitmek midir, en güzel, ama ne yazık ki palas pandıras, evet bir tavus gibi, hantalca ve körlemesine uçmak mıdır, öpüşeceğiz ama koridorun karanlığına saklanıp, ters açıda durarak, dudakları geometrik olanaksızlıkların geçersizliğini kanıtlayan bir zorbalıkla, bir alışkanlığın satranç oyunuyla yaşamak mıdır tutku... Dikkat et, ikimizi de ruhlarımız görebilir. Bu çabalar yarı soyunuk, yarı giyinik bir meczupluğun bir şeylere öykünen serenadı olmasın. Gerçek, yalnızca aranan bir şey olabilir. Kavuşursak, belki de sonsuza dek, büyü bozulabilir!.. Aşkı yaşamak sevişmenin sarhoşluğunu kanıtlamak mı yalnızca, ruhlarımız neden başka yerlerde peki, yoksa birbirimizi sevmiyor muyuz, belki sen seviyorsun ama ben rolümü yeterince yerine getiremiyorum... Rol yapmak, bu maceraya kapılıp gitmek mi, yoksa kuşkuların çemberinde, seninim ya da benimsin diyebilmenin içtensizliğini dimağlara yansıtabilen kanatsız kuşun çığlıkları mı, hangisi... Karamsar ve umudunu yitirmiş miyim ben, sense yaşamak için canını vereceksin gerekirse, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla!.. Bak senin için şiirler yazdım, kitabın adını sen koy, ben kendimden bile utanarak adının şöyle olmasını isterdim, 'aşk, hiç bir yerde!..' O ise adı şöyle olsun istermiş, 'aşk, bizi kurtaracak...' İnanmak nasıl bir şey, inanmıyorsak her şey sanal veya yalansı ya da gerçek dışı mıdır. İnanç, skolastik bir kavram, tanrı, din, büyü, uğur, yaşam, acı, mutluluk, başarı, alçalış türünden şeylerin hepsi inançla ilgili, oysa bazı inançların kullarını küçümsüyoruz da, peki inandığımız, yani gerçelliğini araştırmadan, olabilirliğini tartmadan kapıldığımız bunca şey ne, herkesin inancı kendine sözü doğru o zaman... Bir sürü tabularımız, bağımlılıklarımız ve alışkanlıklarımız var, yalnızca inandığımız. İnancın koyuluğu, bir saplantıya dönüşmesi, anomali olması neden başkalarını huzursuz ediyor, inançlarımızın doğrultusunda yaşıyoruz hepimiz. Her şey inanmak ya da inanmamak üzerine kurulu oysa, inandığımız için yaşıyoruz, inandığımız için seviyoruz, aşığız ya da varız!.. İnanmıyorsak ölüyüz biz. Smyrna'ya giderdik fuara, onun himayesinde kaldığımız oteller, onun lütufkarlığındaki yemekler ve bir türlü sağlanamayan iletişimin ardından gelen gözyaşları... İnandığımız ve aradığımız şeyler farklıysa neden yan yanayız, oysa yan yanalığımız her şeyin aynılığını gösteriyor gibi, arayışlarımızın demiryolu ikimizi de götürüyor gibi zulmete, suç kimin, bağışlanamayacak olan ne, gönül salıncağı nerede kırıldı, sevgimize inancımız olsaydı eğer hiç bir engel tanımaz mıydık. Özveriler saygı görmeyecekse, sevgiler tümüyle yaşansa bile, ruhların kulübesi neden tarumar, neden harpten çıkmış gibi birer viraneyiz ve neden 'yıkıntılar arasında ilahiyiz biz...' Mutlu olun, geçmişte kalan yalnızca hatalarımızdır. Geleceğe doğru arınmış olarak yol alıyoruz sürgit, geride kalan kirlerimiz, günahlarımız, inançtan yoksun aşklarımız ve bağımlılıktan yoksun alışkanlıklarımız, suçlarımızdır. Neden ışığa doğru koşuyoruz sonunda, o tüneli görüyoruz, beyaz, sonsuz barışıklığın salıncağında artık uyuya kalıyoruz. Öldü dediklerimiz, o saltıklığa ulaştıklarında, bir arınmışlığa kavuştuklarında, tanrıya en yakın varlık olmakla ölümü seçen yaratıklardır. Ölüler günahsızdır ve birer melektir hepsi... Tüm günahlarından arınanlar ölebilir yalnızca, tüm hatalarıyla, yanlışlarıyla, yanılgılarıyla ödeştiği anda ölebilir insan... Ve ama öylesine ve her gün yaşadığımız şeyleri, anında terk edebiliyoruz. Alışkanlıklarımız inançtan ve yaşam sevincinden sonsuza dek yoksun ne yazık ki... İnancını yitiren aşk, gerçekleşmemiştir ki, aşkı arayan insan onu bulamaz, gökyüzü aranır mı, yeryüzüne kavuşmaktan söz edilebilir mi, gerçekliğin kendisi; sevgi, bağlılık, aşk, tutku ya da nefrette bile kendini aramaya çıksa bulamaz ki, aramakla bulamayız hiç bir şeyi, layık olmakla bulamayız, bir noktadan çıkan tek bir doğru diyelim ki aşkı arıyor, salt aşkı, milyonlarca doğrular var, başkaca arayışlar, arzular, beklentiler, hiçlikler, kapılışlar, sürükleniş ve Kharon ırmağına dökülen sonsuz istemlerimiz... O denli çok uyarı, dalga ve parçacık var ki birbirini arayan, sonsuzlukta birbirini arayan iki doğrunun çakışması asıl olanaksızlık, pozitif kutuplar birbirinden uzaklaşır ne demek, arayış uzaklaşmanın ta kendisi olabiliyor artık, devinim anı öldürüyor ve hiç bir zaman duramayan, sürekli hareket halindeki cismin onmazlığı, kavuşulmazlığı temel gerçeklik ne yazık ki. Ulaşılmazlık ve kavuşulmazlık yaşamın tek düsturu gökyüzünün yurdunda... Yaşam özlem üzerine kurulmuş, ona kavuştuğumuzda ölmüş olacağız, yaşam bir arayış ve arayış bir tür olanaksızlık... Başka bir evren modeli kurulduğunda belki özlemlerimiz dinecek ama kavuşamadığımız bir şey, ulaşamadığımız bir mutlaklık kaçınılmazlıkla olacaktır. Öyleyse evren bir arayış, bir kavuşulmazlık ve bir ulaşılmazlıktır. Salome aradığına saltıklıkla kavuşabilseydi ve bugün bu denli serzeniş içinde olmasaydık, yaşamış olamazdık. Yaşamdan tat alamazdık. Buruk bir tat belki de bu, ama saltık kavuşma ve ulaşılabilirliğin kof ve düşkıran, korkunç yıkıcılığından ne denli uzak ve ne denli yaşam dolu... Belki de hiç bir şey anlatılamıyordur ve bu yüzden hep bir boşlukta yüzüyoruzdur biz... Evren umarsızca bir arayışın ürünü... Yaşam ise salt bir bekleyiş...&