20 Şubat 2016 Cumartesi

HURAFE

Güzel sanatların bir dalı olarak esenliğin, güzelliğin, tanrısallığın peşinde koşuyordur edebiyat, yazın, fiction, sözce, literatür, kurgu, letters, sanatça, estetik, sözüt, betim, güzgörü/m gibi dolayımla da olsa eş anlamlar içeren benzeri sözcükler vardır, bunlar Latince, Grekçe ya da Sümer, Akad, Egyptçe (Mısır) Çin veya Moğolca diyesim yeryüzünün, daha doğrusu Babil kulesinin kadim dillerinden okyanuslara yayılmış, kuş dili sözcükler olabilir. Bağımlılık duygusuyla yetişmiş toplumlar, doğallıkla bu sözcükleri kök olarak, egemen dil ve kültürlerden biriyle bağdaştırma eğilimi gösterir, bizde bu genellikle batıya açılan bir penceredir, bu tutumun toplumu bir anlayış ya da yaşam biçimine yönlendirme çabasıyla bağı vardır, oysa bu genellikle fason ve manipüle (yönlenimci) bir davranış kuşkusuna yol açar, yararı bir amaca hizmet ettiği için vardır ama o kadar, çünkü burada yararlılık, doğrudan amaca hizmet eder, kültürel enginliğe ve gelişmeye değil. Gelişme, bağımlılığa saygı ve temenna ile olmaması gerekir, tarih bunu söylüyor, karga kekliğin yürüyüşüne özenerek en azından sülünsü olabilirdi, oysa karga kendi kültürel varlığı ve sosyal habitatı için uğraşım içinde olabilirse saygı görebilirdi, katkı ancak böylesi olasıdır ayrıca... Uygarlığa katkı izlemek, iz sürmekle olmaz, karşılıklı alışveriş elbette doğal, hatta mutlaktır ama siz kendi öznelliğinizle var olmadıkça, alaycı kuş yerine konulmanız kaçınılmazdır, bunu sosyalitenin her parçalanımında, yaşamın her alanında gözlemleyebilirsiniz. Benzemek, özümsemenin yerini tutmadığı gibi, özümsemekte benzemenin yerini tutmayacaktır, yararlanmalıyız, kimliğimizi hiç yitirmeden... (Uzay plazmalarının içinde, sık sık İyonosfer Cenneti adı verilen, çiçek yurtluklarıyla karşılaşıyorduk. Montserrat uzaktan bir güneş gibi parıldıyordu. Atlas, Hindikuş dağlarını sırtına almış boşlukta yürüyordu, el salladığımızda dağı düşürdü, hızla yanından uzaklaştık, baka kaldı, geçmiş zamanlarda, bu yarı tanrıların hışmına mı uğradık diye, göz yaşlarımızı tutamıyorduk artık. O sıra uzaklardan Shakespeare gözüktü, Yunus'un yeşil yapraktan saçlarını öpüyordu, birden Çin'den Simurg gelmesin mi, yıldız yuvalarının birine sokuldu ve gülerek burası güvenli dedi. Loş ışıkta sislerin arasından bir gölge süzüldü, tanrı benim diyordu, görünmüyordu ama tüm boyutsular eğilip, bükülerek salınıyordu, biri aniden tuşlara bastı, salınım durdu, Atlas çok uzaklardan yine bağırdı, kim yaptı onu!.. Sözü Sarpedon aldı; ...) Yazın erlerinin, toplumun içinden çıkan yayacıl hoplitlerin gerçekte, boy verdiği toplumun, toplumsallıklarının bir dışa vurumu, göstergesi olduklarını söylemeye gerek yok, yazarın doğrudan kendisi bir üründür bu bağlamda, yaşamda tansık yoktur, yinelersek en içinden çıkılmaz hilelerin, sihirbazi yöntemlerin, çok gülünç ve saf insanlığın yanılsamalarından başka bir şey olmadığını görüyor, anlıyoruz. Ne ki insanlık inanmaya, bir aldanışa eğilimlidir, buna gereksinim duyar ayrıca, ruhani bir varlıktır, tanrı gibi, onun cismani gölgesi ve somut göstergesi, külliyen bir elçisidir. İnsan tanrıya varır sonunda, çünkü bir gölgedir o gerçeklikte, tanrının da son durağı insan olacaktır bu durumda, gövde gölgesinden kurtulamaz. Tanrı, insan olmasaydı, düşünen, çok basit bir gerçeklikle soru soran bir yaratık olmasaydı, gereksiz olurdu, kendisine gerek kalmazdı, bir önemi, değeri olamazdı, örneğin tanrı, evren var demeye benzerdi o zaman, kimse evren var diye bir huşuya kapılmıyor, ama paralel dünyalar diye bir soyutlamaya kalkışınca herkes ayağa kalkıyor, inanma eğilimi bu yüzden vardır, insan olağanüstülüğün, tansığın peşindedir, tanrı bir gün aramıza katılsa, yeni ve erişilmez bir gücün varlığını ertesi gün yaratabilirdik, çünkü sığlık ya da olabilirlik veya anlaşılır olmaklık insanı doyuramaz, bilgiye duyulan açlık, bilinmeyene duyulan bir açlıktır, insan bilinmeyenden gelmiştir, bilinmeyene gidiyor, öyleyse peşinde olduğumuz şey sürgit bilinmeyenin gizemi olacaktır. Tanrı aramızda bir şey olduğu an kovulacaktır ama tanrı zaten bir tözdür, bir kavram, bir kavgaya gerek yok, bize gerekli olan bir kavramın ruhani boyutta bir gerekliliğe ya da gizeme dönüşebilmesidir, bir çubuğun, -sırığın-, sopanın, totemin, rengin ya da gölgenin tanrısal bir gizeme dönüşebilmesi çağlar boyunca görüldü, ama bu kavramlar kültürel boyutumuzun derinliğine ve zamanın akışına göre evrildiler, tanrı göklere çekildi, yalvaçlar ortadan kayboldular, şeytan, kötü ruhsa, varlığını hep sürdürdü, çünkü o tanrının panzehiri, negatif, olumsuz olanın açımı, hep gerekli, yanında şeytanın olmadığı bir tanrı hiç bir zaman düşünülmedi, düşünülemez. İnanç görselliğini modern ve güçlü illüzyonlarla berkitti ve bilim inanç karşısında hep zorlandı, bilimin işi gerçekten zor, bilim önümüzdeki eşiği kanıtlıyor, ayağın sürçebilir diyor ve adım atarken dikkat et diyebiliyor, ama kapının ardında ne var sorusuna tam bir karşılık veremiyor doğallıkla, burada inanç devreye giriyor ve gönlümüzü, 'büyülerle, tazılarla, uçan oklarla' alıyor, iki anlayış arasında bir illiyet bağı yok ama yaşam bir oyundur evvelemirde, bu görüşü savunan niceleri var, ölüme silsileler halinde koşarken, sislerin arasında birbirimizi ararken, hurafeye de göklerde; bulut yığınlarının uçsuz bucaksız coğrafyalara çiseleyip, tansıklar oluşturabilmesine coşkuyla, şaşkınlıkla bakarken, alabildiğine kapılabiliriz, isteriyle, bile isteye... Bilimin, -gerçekte ilimin- bu anlamda inanca yüklenmesine gerek yoktur, bu bir oyalama, avunma aracıdır insanlık için, bilim ve inancın ayrılıp, ayrışması gerçekten doğrudur, çünkü bilim gözle görebildiğimiz, bulunduğumuz teknolojik, çağdaş periyoda göre kanıtlayabildiğimiz vargılarla ilgilenir, bir yanılsamaya yol açarsa ulaşılan nokta, yeni kuramı ortaya koyar, yeni varımların, günü birlik sonul olabilenin önderliğinde... Hipotezler çürüdükçe gelişir o, çünkü yenisi yerini almadıkça çürüme olamaz. İnancın böyle bir sorunu yoktur, o yakarılarla ağrın geçer diyebilir, düşlerine yat annen geri gelecektir diyebilir, ölürsen cennete gideceksin daha güzel değil mi demesinde bir sakınca yoktur, inanç her şeyden yararlanır, bilimden, zaaflarımızdan, eğilimlerimizden, bir umar bulamayışımızdan, her şeyden, bilim ise inançtan yararlandığında ondan farkı kalmaz, inancın özgürlük alanı tüm kozmostur, her şeyi kendine kul sayar, kullanır, zararlı mıdır demeye gerek yok, insanlığın halleridir bu, din ortadan kalksaydı bir şey değişmezdi, bilin ki oyuncaklarımız biçim değiştirebilir ama elimizden alınamaz!.. Sorun bunların elim sonuçlarının bizim varlığımıza yönelik riskler üretebilmesinden kaynaklanıyor, bilim atomik yıkıtı, yıkıntıyı var ettiğinde, inancın kusuru neydi ki, inanç herkesi öbür yakaya davet ettiğinde bilimin kusuru ne olabilir ki... Kusur bizde, ademoğlunun kendisinde... Öyleyse edebiyatta bir hurafedir diyebiliriz artık. İnançlar ya da din gibi. Yazılı bir ritüel, kutsevi bir öyküseme, bilimi, diğer bütün olan biteni ululayan bir şeyse o, kimi kitlelerce olabildiğince saygı görür, bir safsataysa yazılan, yorgun gönüllerin kucağından eksik olmaz, aşk ya da ölüm gibi doğal elektrik çarpmalarını vaat ediyorsa, bir tür uyuşturucuysa gereksinim duyduğumuz, herkes bir kez olsun tadına bakmak ister. O kadar kaotiktir ki yaşam bu noktalarda, anlaşılır olan, kavradık dediğimiz şey buzdağının görünen yüzüdür, bizim sakinlikle, anladık, tüm sorunlar bitti dediğimiz şey, sığlıkla kabullendiğimiz ve hepimizin ortaklıkla düşün birliği içinde olduğumuz bir yavanlıktır artık, su akar dediğimizde sorunlar çözülmüş sayarız, somonlar kaynağa doğru yüzebilir dediğimizde, akıntıya, dağlara doğru koştuklarını gördüğümüzde alabildiğine basit bir karmaşaya yeniden düşeriz. Açıklamalar bizi doyurduğunda sakinleşiriz, oysa aynı sorun hem karmaşıklığa, hem anlaşılırlığa doğru gider gelir, akışkandır, sorunlar çözülmez gerçekte, bize hizmet eden her şey anlaşılır bir şeydir sonuçta ve bize yönelik her tehdit bir bilinmeyen ve çözüme kavuşturulması gereken varsayımlar zinciri olarak sahnede her zaman yerini alır. Bilim somut çözümler arar, inanç teselli odaklarıdır, iyi niyetlidir belki gerçekte, karmaşık bir ağla donanıyor olmak bu görüyü değiştirmez, tehlike boşluğun kendisindedir. Yaratılışımızda ve yok oluşumuzdadır. Çabalarımız kutsal sayılmalıdır. Birbirine düşmeden, ölmeden, öldürmeden, acı ve eza vermeden gibi temel zorluklarımızı ve gereksinimlerimizi giderdiğimiz, bir çözüme kavuştuğumuz gün, bugün bir oyun diyebildiğimiz yaşam gerçekten bir eğlenceye dönüşecektir, oyun sözcüğü bugün acı veriyor, ama onun gerçekliğine zaman var, o zaman da bu sözcük yetersiz gelecek bize, çünkü arayış ve yeniden doğuş, spin atma ve tekamül -aşkınlık- kanımızda var!.. Kan!.. Genlerimizde var diye düzeltelim. Sunakların ve kurbanların bayramından kurtaramadık onu... Yazın bir hurafedir dedik, Kavgam, en çok okunan kitap, burç ve fal, gelecek ve fallikyen kitaplar İncil gibi okunuyor, Kuran, okunmadıkça öbür tarafa korkuyla gitmemizin baş dayanağı, aşk romanları, Faust, Juliet hepimizin göz yaşı için fırsat kolladığı uyuşturucular, sonsuz bir yas için Dorian Gray'in Portresi hepimize gerekli, Drakula öyküleri beşikten mezara dek kanımızda dolaşmalı, devrim şiirleri züğürt tesellisi olma yolunda akineton vazifesi görmeli, Akhaneton'un mezarını bulmak içinse sayfaları yutup, içmeye seferber olmalıyız. Edebiyat hurafe değil, ne peki!.. Buradan hareketle sıradan faşizm okumayı yasaklayabilir, kitapları yakabilir, yığınlar okumak cehaleti alır, densizlik baki kalır diye inci gibi göz yaşları dökebilir. Kuleden sizi gözetleyen rahip yanınıza yaklaşarak yalnızca şu risaleyi okumalısınız, yalnızca diyerek sizi denizin enginliğine sürükleyip, kara bir cildin üzerinde oynaşan siyah noktacıklara bakarak ölümün sonsuzluğuna, o tatlı ve şirin, meşum ve karakin yolculuğuna çıkarabilir. Her şey hurafedir yaşamda, pragmatizm, marksizm, faşizm, demokrasi, oligarşi, monarşi, situasyonizm, kinizm, stoacılık, seyiscilik, beygircilik ve ahır kapitalizmi!.. Hurafe olmayan ne var, binaların tümünün üzerini kiremitlerle kaplıyorsak, örtüyorsak, dünyada insandan çok kiremit sayısı var demektir, bu bizim umarsızlığımızın elem veren görüntüsü, acıklı bir kanıtı gibi geliyor bana, evlerde gizli gizli kiremitlere bakarak ağlıyorum desem, herkes deli diyecek, ama ağlamak için kiremitler temel gerekçe benim için... Evler neden kilitli, hepimizin hırsız olma olasılığı mı var, öyleyse anahtarlarımız en kutsal fetişlerimiz ve doğallıkla hepimiz gerçekte birer hırsızız, salt yasalarımız ayrıştırıyor ve payeler veriyor bize, borsadan kazanç hakkın, borcun üstüne yatmak insanlık hali, ama kibrit çalmak, orman yakma düşüncesinin eyleme yönelik başlangıcı, en ağır suç!.. Oysa dünyanızda, herkes gibi işe gidiyorum (bunu da anlamış değilim), herkes gibi yiyip içiyorum, edebiyle payıma düşeni alıyorum, kuyruklarda önüme geçeni insanlığın olağan anomalileri olarak karşılıyor, gülümsüyorum, kavga etmemeye yeminliyim, ama çok zorlanıyorum, göğüs geriyorum ve olan biteni bir bilen gibi değil, meraktan ölen bir yersiz yurtsuz gibi algılamaya çalışıyor, hiç bir doyuma ulaşamadan seyrediyorum. Çünkü ben bir hurafeyim!.. Derin ya da felsefi diye nitelediğimiz, varlığın yokluğun gelgitleriyle süslü, anlam denizlerinin yüzdüğü kitaplar kimilerini kendine daha çok bağlıyor, kimileriyse her şeyi, yalın (basit demiyorlar), anlaşılır kılmaktan yana, ikisi de değerli görüşler, değişen bir şey olmadığı sürece karşılaşmaları ve ölümcül kavgalara tutuşmaları doğal, çünkü gerçek bir çözüme ulaşamıyoruz, cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle döşeniyor, doğru mu, değilse de vardığımız nokta bu, tüm denklemler, tüm görkemli buluşlar bir yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa doğru yol alıyor, bir zahmet, bir zeamet, bir azamet söz konusu olsa da, zamanla her şey buharlaşıyor ve biz bize kaldığımızda Habil ve Kabil olmaktan başka bir umar bulamıyoruz, neden, henüz düşünüyor olmaklığın acılarını yaşıyoruz biz... Düşünmeseydik, ölümü anlamayacaktık ama düşünmek öyle bir paradoks ki, öyle içinden çıkılmaz bir şey ki, kavramlarımız olmasa, bilitlere, algılara savrulmasaydık, yani düşünemeseydik, buffalo olacaktık, bizon öküzü ya da İndus gergedanı, öteki adıyla, aslanın ağzında inleyen bir mabut!.. Öyleyse düşünmek kaçınılmazlıkla iyi, ama handikaplarını aşabilseydik, kelebek olsaydık biz peki, metamorfozla sonsuzca yaşayabilseydik yine bilemeyecektik, düşünmek, evrende var olan en büyük yeti, tanrının ta kendisi, düşünmeye karşı olan, inançsızdır, yadsıyandır, amansızca hiçliklere, yokluklara tapan bir yalancıdır, çığırtkandır. 'Cogito ergo sum' yanlış değil, yüklemin yöneldiği bir tümleç, bir tümleme, bir tamlama... Düşüncenin insana özgü olduğuna emin olmamak gerekir, düşünce, maddenin gizemidir ama, hemcinsleri diğer canlılara göre bir gelişmişliği var demeliyiz insanın ve düşüncenin gerçekte tam olarak ne olduğunu bilemeyiz de , ayrıca bildiğimizi düşünürsek, evrenin gizi anlamını yitirebilir, çünkü bir kaç kalemde topluyoruz evreni biz, sonsuzluk, ölüm, zaman, başlangıç ve yaratılış gibi, saçmalıyor olabiliriz belki, bu haller bambaşka bir var oluşun boyutu, işliği ve hatta bir yedek parça antreposu olamaz mı, komik, sonu öbür dünya meseline gidiyor, bir deneme olabiliriz belki, belki terkedilmiş bir hata ya da anomaliyizdir, kendi haline bırakılmış, belki en üstün denebilecek, varılan bir son noktayız ve hala onarmaya çalışıyorlar bizi ya da biz uçacağız da az kaldı veya biz sıradan bir şeyiz alt tarafı ölüp gideceğiz... Kötümserlik gerçekliği hiç bir zaman barındıramaz, eleştiri başka bir şeydir, neanderthaller bizi yarattı, biz sonrakileri yaratacağız ve belki bir gün bir araya gelerek kutsallığımızı kutlayacağız. Sözlerden sakınmak değil anlamlardan çekinmek gerekir, öyleyse korkunç bir iyimserliğin peşinde tam tamına bir yaratılmış olabilmeliyiz. Tüm çabamızla, tüm yönleriyle düşünerek ve gerçekleşmesi yolunda emek vererek, hiç bir insan, daha az insan olamaz, bunu anlayabilmemiz için düşünebiliyor olmak ve edimlerimizin, öğrenmek ve erginlikle, enginlikle çoğalmasına yardımcı olmak gerekir. Derinliği bir felsefe olarak adlandıracaksak, bundan uzak kalmak kadar üzücü bir şey olamaz, çünkü felsefe insan olmaklığın tadına varabilmenin biricik yolu, bir var oluş biçimine bulanmadan, derinlerde yok olmadan, sorulara boğulmadan, yanıtlar bulamamanın enginliğinde, ruhani yalnızlığın tadına varamadan, karanlığın ürpertisine ram olup, gönül veremeden yaşayanın vay haline... Görünür dünyanın enginlikleri bizi gülümsetiyor, mutlu kılabiliyor ama felsefenin safahatına kavuşmayan ruhlar, bir ruh olduklarının ayrımına varamadan son yolculuğuna çıkabilirler. 'Son iç çekiş köyü..' bu sözcük dizisinin tadına, coşkusuna, bizi savurduğu anlam okyanuslarının elemine, acısına, varlığın ve yokluğun o derin sorgusuna, sorusuna ulaşmadan, karşılaşıp yüzleşmeden, buluşmadan yaşamdan ayrılmak, yaşamamış olmakla eş anlamlıdır. Varlık bir kırkayak ya da kelebek de olabilir biliyorum, ama o bizi görmüyor, bilmiyor ve var oluşunun ayrımında olamıyor, bundan acı bir şey var mıdır dünyada, bir tavus, bir sülün, bir bulutun, gökkuşağının arasındaki bir şimşeğin varlığını haykırışında, tanrının göz yaşlarının, yağmurların ortasında yaşadığını düşünün, ama kendini tanımıyor, algılayamıyor, olanlara hiç bir anlam veremiyor, bu bir boşunalık, onu yalnızca gerçek bir tanrı, insan yavrusu görüyor, kaplanın zikzaklarla çakarak yok olan bir yıldırıma gözlerini çevirdiğini gördünüz mü, gök kuşağının altından geçtiğini, ceylanın çiçekler arasında seviştiğini, dağ keçisinin çağlayanları izlediğini, filin ormanda aşk şarkıları söylediğini, kuşun yıldızların sesine kulak verdiğini ve kangurunun okyanuslarda geziye çıktığını, balıkların dağlarda dolaştığını, çekirgelerin samanyolunun kovuklarında buluşup ağlaştığını gördünüz mü hiç, bir tansıma, bir hıçkırık, bir coşku, bir elem ve sevinç dolu haykırışlarla... İşte biz oyuz. Kozmosun ele avuca sığmaz, tanrıcıl kozmonotları... İnsan kendisinin tanrısı değil mi, olacaktır kuşkunuz olmasın, o belki de bir yarıtanrı şimdi, inişin ve çıkışın varyantlarında kayboluyor henüz, tıpkı tanrısı gibi, tanrım bu bir hataydı diyebilir şu an, ama gelecek onundur, onun olmalıdır ve bu umut sönmeyecek, sönmemelidir. Görkemli bir ayrıcalığın, kendisini yok etme gücü olamaz... Bu bir yadsıma olur. Var olan bir şey yok olamaz; yok olan var olamaz, döngü bu... Umberto Eco'nun bu dünyadan ayrıldığını söylediler az önce, derinlikle, gerilimi, bilgi deniziyle, merakın dehşetini harmanlamayı düşünen bir dünyalıydı o ve dünyeviydi doğal olarak, şimdi gerçek bilinmeyen ve derinliğe ulaştı ama onu bilemeyecek, tıpkı bizim karşımızdaki bir tavşan ya da puma gibidir şimdi sessizliği... İçgüdülerinin buyruğuyla ya saldıracak ya geri dönecek ya da bakacak, sonsuzca... Bu kadarcık o, üç edimle sınırlı, işte insanın olağan dediğimiz -olağanüstülüğü- burada, Eco, dünyayı bir kitaba sığdırmaya çalıştı, dünya yeniden kurulsa ona bakılabilirdi. Borges'de buna benzer anekdotlar vardır, o ansiklopedist değildir ama, kısa film gibidir, bir fragman, dünya kurulacaksa bir önsöz yazmıştır, zeyl, ama önsözün olmadığı bir kitabın ne olduğu anlaşılamaz, Borges formüller gibidir, her şey değildir ama bir yansılamadır, aynadır, büyük gerçekliğin kılcal damarları... Onun damarlarında gezen, bütün dünyayı dolaşmak zahmetinden kurtulur, öyle özgün ve çarpıcıdır ki benzeri tüm şeyler başımıza geldiğinde ve büyük gerçekle karşılaştığımızda Borges'in anlatıları bu dünyanın bir masalı gibi işlev görür artık, bir meseldir o, kıssadır ve minik manik bir evrenin iç bükey aynasına yansıyan mikro-fonik bir görüntüdür, 'Bir keresinde Mars'ı, şöyle uzaktan bir görebildim' derken yazınsal amacının ipuçlarını verir. Varlığımızın bir dehşet ama sürüp gitmesinin şaşırtıcı bir mutlan olduğunu söyler. Konuyu sürdürelim, sonunda sözü edilmek istenene gelebildik. Marquez, gerçekliğin acı ve gülünç yanlarını metaforize ederken, hafif bir aşk şarkısı söyler gibidir, zorlar ama sınıra varmaz, basittir ama yavanlığa düşmez, dünyanın birebir gerçekliğidir onun ki, düşsel veya gerçeküstü bir anlatıma başvurması onu gerçekçi olmaktan uzaklaştırmaz, Emir Kusturica onun sinemadaki karşılığıdır, Goran Bregoviç de doğallıkla müzikalitesi, öyleyse dünyanın bir yerinde bir şey gerçekleşirken, öteki de hiç ayrımında olmadan aynı şeyin filmini çekiyor olabilir, müziğini yapabilir. Gerçekte dünyada gerçekçi olmayan hiç bir şey yoktur ve her yazılan -dönemin- zorunluluğudur, yazarın apayrı bir dünyası oluşundan kaynaklanmaz, bağışıksız, bağlantısız hiç bir şey yaratamayız, anlamı da olamaz ayrıca ama bu taklit, kopyalama ve boyun eğmeyle karıştırılmamalıdır. Octavio Paz, şair ve denemeci ağırlıkla, çevirinin oyunlarına gelmiyorsak, o bir felsefecidir ve bir Oz büyücüsü değil, söz büyücüsüdür. Yay ve Lir'i anlamak için kırk kere okumak gerekebilir. Felsefenin anlaşılmazlığının gerçek nedeni, geldim sözcüğünün bir olanaksızlığa evrilmesi, kavuşmanın bir olmazlığı içermesi ya da örneğin sevmek sözcüğünün bir acımasızlığı anlatıyor olmasıdır. Bu çarpanda bir felsefeyi anlayabilmek için onun dilini, dünyasını ve o dünyanın parametrelerini biliyor olmak, öğrenmek gerekir. Felsefe okuyan biri dil öğreniyordur gerçekte, bir ulusun dilini öğrenmek gerçekte çaba ister, düz bir uğraşımdır ve yorucu da olabilir ama Spinoza'nın dilini öğrenmek, dünyanın tüm dillerini öğrenmekten daha zor ve kavranılmazdır, yalnızca bir kişinin konuştuğu, eğip büktüğü, anlam yüklediği, semantiğini bozup, diyalektini hiç olmadığı kadar sentetik, görsel ve kendibeslek bir saydamlıkla görünmez kıldığı bir dili anlamak için en az Spinoza kadar o tözün, algı kapılarının, kavramlaştırmanın içrek yapısını anlıyor, seziyor, içselleştirebiliyor olmak gerekir, olanaksızdır belki, ama o dilin neliğini kavrayan en az Spinoza kadar başka bir dili öğrenmiş, okuyabilmiş ve belki de yaratabilmiş ya da yaratabilecektir artık. Felsefe bir dildir ve her kişide biricikliğini koruyan tuhaf bir anlam denizidir. Yaşar Kemal ortadoğu kültürünün, feodal, bir tür derebeylik ve taş toprak uygarlığının evrilme ve geçiş aşamalarında, onu toprağında var eden ağıtsı, destansı ve tanrısal bir dille dengbejliğini yapan kalemşorudur. O hep aynı romanı yazmış, hep aynı dili kullanmıştır. Evrenseldir ama, yerelin bir parçasını evrenselleştirebildiği için!.. Evrensel olma garip, çelişik bir konudur, yerel bir olayı evrensel, özgün, etkin, kuşatıcı bir anlatımla dile getirebilmek bunun yöntemlerinden birisidir, bir diğeri hepimiz için var olabilen, yaşanası bir olaylar dizisini anlatmaktır, bu kendiliğinden evrenseldir doğallıkla, her yerde başımıza gelebilecek bir drama, bir epizot, ama bunun anlatımı güdük ve sıradansa -bunu sezgilerimizle anlayabiliriz ancak- tartışılması boşunadır, bu yazımın evrensel olmadığı açığa çıkmış olur, evrensel olmak konuyla, anlatımla, biçim ve biçemle -üslupla- olabilir, bunu karıştırırız çoğunlukla, pek çok yazın erini abartırız, kale kapıları onları bizden ayırır, doğal bir saygı besleriz onlara, emek ve üretim, varsıl bir dünya ve düş gezginleri bazen tapılası katmanlara yükselebilirler, yaşam böyledir, yalnızca onlar için geçerli değil bu, anne ve baba bile bir tapınağın varisleri olabiliyordur kimi zaman, bez bebeğimizin tabu olması gülünç olmaz, çünkü onunla paylaşılan anılarımızdır tabu olan!.. Nazım'ın diliyse büyüleyicidir, senfonik ve Kuranidir. Anlattıkları Spartaküs'den bu yana yinelenen şeyler, ulaşıldıkça ulaşılmaz olan, onun böyle bir dizesi vardır. İnsan türü zamanda ilerledikçe öğretilere saygısını gözden geçirebilen bir yaratık, belki çok daha korkunç bağlanımlara da dönüşebilir bunlar tabi, deneyimli insanlar, papalar dediğimiz işte budur, deneyim ve birikim; eylemde bunların sonuçları bize bir şey kazandırmadı bugüne dek, öyleyse yaş, yani geçen zaman bir kavramdır yalnızca, zaman soyuttur, bilgi görecelidir ve doğallıkla her tür insanın bilgisi değerli olabilir, olabilmelidir. Kim olursa olsun. Çabanın alanına giren, bilginin denizinde kolan vuran herkes söz sahibi olabilmelidir ve söz hakkını kullanabilmelidir. Gelecekte Nazım'ın yalnızca söylemi belleğimizde kalacak, üslubu, Homeros gibi, İlyada gibi, Truva savaşının olduğuna dair bir kanıt yoktur, bir söylencedir o, ama halkın ya da ozanın dilinde bir büyüye ve trajik bir söyleme, ruhani bir haykırışa kavuşan her söz dizimi, insanlığın anı defterinde olağanüstü bir yapıt işlevi görecektir. Dolayısıyla Nazım'ı olağanüstü kılan, ezeli sorunlarımızı dile getiren ama söylemiyle yarıtanrıya dönüşen bir bakışın iyesi olabilmesidir. Onu dile getirdiği için değil, kendine özgü senfonik bir söylem yaratabildiği için Nazım'dır o... Hitit ve Mitanni çağlarında, Babil'de, Asur'da, Nazım'ın yapıtlarının birebir örneği vardır. Bu Nazım'ı değersiz kılmaz elbette, insanlık şarkılarını söyleyerek geleceğe doğru koşan bir fener alayıdır. Nazım onun dilidir, bundan büyük bir bahtiyarlık var mıdır... Son olarak Kafka, bu dünyanın umutsuz bir vaka olduğu savıyla ortaya çıkan, hatta bu uğurda ölen, dünyaya gelirken umutlarınızı dışarda bırakın diyen Pindaroslar, Epiktetoslar gibidir, onlar umudu önerebilirler ama bu umutsuzluklarından kaynaklanır, buna ilişkin sayısız meseller vardır antikitede, Kafka dünyaya bir olabilirlik, bir şaka gibi bakmadı, gerçekten ve yüzleşmekten tüm insanlığın kaçındığı, görmezden geldiği bir yaşamı, bir katlanılmazlığın tutsakları olduğumuzu hepimizin yüzüne vurdu, Kafka'nın dünyası gerçeğin ta kendisidir, sürgit katlanıyor insanlık, sonsuzca bir katlanış içinde... Bir çiçekle avunuyor, bir gülümsemeye değişiyor olan biteni, krematoryumu söndüren yağmuru kutsuyor ve unutuyor doğallıkla, ama her şey yerli yerinde kalıyor dünyada... Oysa Kafka insanlığın bugüne dek yapılandırdığı dünyanın, uygarlığımızın, canavarsı bir habitatın, hiçleyici, kişiyi, kişiliği ezici, yok edici, hayvanlaşan insanın gizli bunaltısında sürüp giden bir paranoyanın, toplumsal, cehennemi bir bunamanın Leviathan'ı olduğunu, organlaşan, sarsılmaz bir yapıya bürünen tüzenin görünmez kulelerinde, yaşamın gizli bir holacaustun, apokalips bir uzantısı ve ruhları yok edici, dehşetin, düşsel bir boğuntunun dolambaçlarında, labirentlerinde sürüp giden bir yazıklanmanın, inlemenin sürüleşme ve bitkinlikle Godot'yu bekleyen, ama onun kadar canlılık belirtisi bile gösteremeyen, Büyük Brother'i daha o zamanlardan benimsemiş, benimsemek zorunluluğu ve boyunduruğuyla prangasına vurulmuş, bir sanılar ve sanrılar, gözümüzün önünde uçup giden tüfler, tozanlar, yıldızcıklar dünyası olduğunu haykırarak ölmüştü. Kafka o kadar umutsuz ve insanlıktan beklentisi kalmamış biriydi ki hiç bir zaman hiç kimsenin yapamayacağı bir içsellikle, açıklıkla ve beklentisi olmayan bir küskünlükle, -argoda buna kin adını veriyorlar-, yaşadığı dünyanın katlanılmazlığını, tiksinti verici iç yapısını, demirden raylarını, organik biçimler verilmiş beton otlaklarını, çelikten kuleleri ve tapınaklarını, naylon çiçeklerin süslediği çiftlik ve şatolarını yazdı, yaşadığımız dünya insan için olamazdı, Leviathan içindi o, hepimizi deliliğin gizil edimlerine sürükleyen, Lennieleştiren, düşüncemizi, duygumuzu, benliğimizi ve sosyal varlıklar olduğumuzu acımasızca yadsıyıp, ruhlarımızı kemiren, soylarımızı -telkinle- ilaçla, buyrultuyla, çıkmazla, uyuşturuyla ortadan kaldırıp, Orwell'in, Hayvan Çiftliği'nde yaşayan birer kurbanlar bile olamadığımızı düşündüren ve onunda ötesinde ne yazık ki, onların bir hayvan bilincine bile sahip olamayacağını, artık cisimleşip, ruhsuzlaştıklarını, bir mezomortoya dönüşerek, taşlaştıklarını yazdı. Bazen öyle anların başımıza geldiğini, birebir yaşadığımızı hepimiz biliriz, sürgit olmayan bir şey süreklilik arz etmez mantığı bir yanılsamadır dünyamızda, otoritenin, bürokratizmin, fatura fetişizminin, paranova (yenipara) devletçiliğinin, kayıtsız, bir o kadar ehlileşmiş, kölecil varlıklarının acımasızlığında, ıssız koridorlarında yiter gideriz, boyunlara asılı emir komuta zincirlerinin, mukavva madalyaları, sırayla iliştirilmiş, berkitilmiş kimlik kartlarının cansız salınışında merdivenlerde döner durur, loş ışıkta karanlık siluetlerin, birbirinin aynı odalara açılan sayısız kapıların boşluklarında katlar iner, katlar çıkar ve sivri kuleleri bulutlara değen labirentlerin, çıkmazlarından, dolambaçlarından; bin bir boğuntuyla yeryüzüne, dünyaya can havliyle çıktığımızda, niçin geldiğimizi, neler olup bittiğini anımsayamayız bile ve yeryüzünü tanıyamayız artık, bilinç bulanıklığı, afazi ve Amok koşucusu olmaklığın idiotluğunda, benliğimizin yok olmuşluğunda, canımızı kurtarmanın şaşkınlığını bile yaşayamayıp, bulutlar bambaşka, evler hücre, güneş acımasız bir ateş topu ve dağlar hiç bir yere kaçamayacağımız sınırlar gibi gelir artık bize... Tanrının bile umarsız, minicik bir totem olduğunu düşünürüz neredeyse, bildiğimiz dünyanın ardında dönen dünyaları, olan bitenleri bir daha görmek istemeyiz, gene de öncesiz ve sonrasız, bitkin ve yaşlı ve umarsızlıkla tanrımız olmuş, sonsuz boşluğa yalvarırız, ne olur onlarla bizi bir daha karşılaştırma, şurada ot yiyeyim ben, şurada yelelerimdeki böceği ayıklayayım, şurada yağmur duasına çıkayım, şurada çocuklarla körebe oynayayım. Ne yazık ki... Üzülme dünya böyledir diye biri karşıma çıkıp dehşetle sarılsaydı bana, o kişiden hiç ayrılmazdım inanın. Bakışlarımızın gerçekliğini, hangi baskın dünyaların içinde olduğumuzu mutlaklıkla bilebilseydik, ne Kafka olurdu, ne de Bach!.. Sonuçta; söz, edebiyat, literatür yani yazın hurafedir dedik. Tamamen uydurma ve gerçek dışı inançlara hurafe diyoruz. Hurafe salt bu biçimde sınırlanamaz, o düşlerden, anlak dışı görü ve yapılanmalardan, sözün varyantlarından üreyen masaldır. Tüm dünyamız gibi desek ne çıkar!.. Boşlukta yitip gidersek bir hurafe olmayacak mıyız, yıldızlardan yıldızlara koşarsak hurafelerimizle yaşamayacak mıyız. Onlara sarılmayı sürdüreceğiz, onlarla gülüp eğleneceğiz, yaşamın tadına varabilmek için hurafelere gereksinimimiz var, ister tanrıyı ellerimizle tutmuş olalım, ister düşlerimizi gerçekliğe çevirebilen makineler yapalım, ister ikizlerimizi dünyada bırakarak başka dünyalara gidelim, hurafeler bizi ayakta tutar. Bilim sağaltır -tedavi eder-, teknoloji olanaksız dediklerimizi ayaklarımızın altına serer. Her şey o kadar şaşılası, güzel ve us dışıdır ki gerçekte... Gerçekte 'gerçeği' anlayabilmek için bir anı, minicik bir zamanı bile ayırabilseydik, tanrıların değil insanlığın önünde diz çökerdik. Bilinmeyenin tutsağı olmaz, bilgi denizlerine sevdalanırdık, arayışın gizemi ve coşkusu elbette bizi uçurumlara, dağların doruklarına, adaların volkanlarına, evrenin o hiç bir zaman kavrayamayacağımız zamanlarına götürecektir ama neden insanlığın karşısında insan duruyor... Neden!.. Oysa hurafelerde, masallarımızda en sık geçen, en büyük, en yüce övgüler, sevgiler neyi yineler, neyi imler... Yaşamak gibisi var mı!..

18 Şubat 2016 Perşembe

OTORİTE

Yeryüzü kavramlarla çalkalanıyor. Barış, savaş, sevgi, yaşam, ölüm, teizm, bilim vb... Bugün bir duyum aldığınızı düşünün, üç boyutlu yazıcıda canlı organ üretildi, bir diğeri de şu Akongaua'daki çatışmalarda altmış üç kişi öldü. İnsanın ne denli manipüle, yönlendirilebilir bir canlı olduğu biliniyor, o kışkırtılara kapılan, anında durgunlaşan, sakinleşebilen, otoriteye boyun eğmeye eğilimli, güdülmeye elverişli ve sürüden ayrılmaya kalkışabilen, bu nedenle yalnız, umarsız ve kaoslar içinde sürüklenen bir canlı, hominid... Otorite nedir, toplumsal bir sistemin ürettiği kurumsallaşmış, kabullenilir yasal güç; bu türden bir güce sahip olan birey. Otorite gelenekseldir, insanla yaşıttır ve sayısız türlere ayrılabilir. Örneğin belli bir alandan, bir bireyin uzmanlık bilgisine, sahip olduğu yeteneklerine, olağandışı kavrayışına bağlı olan bir otorite türü olarak rasyonel otoriteden söz edilebilir. Rasyonel otorite, olumlu bir anlam içinde, başka bir yer ya da kaynaktan sağlanamayacak bilgi ve bir yarar elde etmek için kendisine başvurulan kaynak, olumsuz bir anlam için­de ise, gücü ve ağırlığıyla etki yapan, insanların bağımsız araştırmadan uzaklaşmalarına neden olan bir temellenme olarak or­taya çıkar. Otorite, her insani yapının tinsel bütünlüğü içinde bulunan, olmazsa olmazı bir yapı, nasıl başlangıçtan beri duran ova diyebiliyorsak, otorite ve benzeri oluntular insanlığın ilk gününden beri varlığını sürdüren bir yapıntıdır. Otorite aynı zamanda hiyerarşiyle bir ana akım bağlantı içindedir. Otorite duygusu, düşüncesi olmadan yaşayamıyor insanlık, yaşamın her tür çağrışımı bunun üzerine kurulmuş, bebeklik çağlarında, varlığın en küçük yapılanım ve öbeklerinde bunu gözlemek olası, Habil'in başına gelenler organik ve tinsel yapılarımızda gizli, mülkiyet duygusu nasıl kaçınılmazlıkla varlığımızın bir parçası olmaya dönüşüyorsa, doğamızda varsa, otoriteye bağımlılık, fason ve kolaylık sağlayan bir şey. Ne kadar kötü bellediğimiz kavramlar varsa, bir soyutlama olarak karşı çıkabiliriz onlara, ama evlerimizde, kanton cumhuriyetlerimizde onun ilk uygulayıcısı yine bizizdir, dışarı çıktığımızda da onun uygulayıcısı olmaktan uzaklaşıp, özerk yapımızın bir gereği olarak, Büyük Birader'imizin boyun eğenine dönüşebiliriz, insan sonsuz sayılabilecek denli, çok yönlü bir yaratık, ezerken ezilen, yönetirken yönetilen, gülerken göz yaşı döken, düşünürken birden duygulanıma yönelebilen, sonra yine ansızın düşünceye evrilebilen tuhaf, geçişli, gözenekli bir yaratık. İlahi yapıdan bir kevgir!.. Böyle olduğu halde, neden klişeleri aşamayan bir yaratık insan, evrim milyonlarca yıla gereksinimi olan bir aşım, düşünelim ki yeryüzünün yaşı, evrensel takvimde bir saniyeyi bile tutmuyordur, derinliğine gidebildiğimizde düşüncenin koridorlarına, elimizden hiç bir şey gelmiyor, biz neyiz, kimiz sorusunun kaynağı bu nedenle genlerimizde saklı, bu soruları hepimiz soruyor ve yalnızca bizler üretiyoruz, çünkü görecelilik o denli korkunç bir kavram ki bizi var mıyız, yok muyuz sorusuna kolaylıkla götürebiliyor, bu noktada zamanın göreceliliği, engin bir hoşgörü ve dinginlik veriyordur ama an geliyor, nedendir bilinmez birden saldırganlaşıyoruz, birden ölüme koşan süvariler birliğine katılabiliyoruz, çıldırabiliyoruz, dinginlik ve çılgınlık, iniş ve çıkış, normallik ve anomali çözemediğimiz vargılarımız, uçurumlarımız bizim. Sıradan faşizm yetmiyor, belki de bilinmeyen, gizil bir otoritenin sonsuza dek sürecek kurbanlarıyız biz?.. Ritüeller, dinsel öğretiler, görünür, duyumsanır kanıtlara bel bağlayan bilimler, aile, toplum, kentler, omurgasız, her bir yana savrulabilen erkler, düşünebildiğimiz her oluşum otoriteden, onun kavramsallığından üreyen bir şey ne yazık ki, tanrı otoritenin baş tacı, monarkı, kağanlar kağanı, hükümetler, adı üstünde hükmetten ad alıyor, ak sakallı yaşlı kabilenin, baba ailenin, klanımızın tanrısı... Bütün bu kavramlar toplum içinde dağılım gösteriyor ve yine de bir bütünlük ve yaşamın olağan biçimde sürmesine şaşırarak, yarı hayranlık ve katlanılabilir bir dehşetle bakabiliyoruz, yoksa uygarlığımız, tüm ölüm kalıma, tüm düzensizlik ve acımasızlığına karşın yapabileceğimiz, ulaşabileceğimiz bir aşamanın, başarının adı mı... Kim bilir ama eleştirmeden, yakınmaları, eksiltilerimizi ve acımasız, olağanüstü yetersizlikleri, üst düzeyde dile getirmeden bir adım ileri gidemeyiz. Pindaros, ruhum olmayacak şeylerin peşinden koşma, olanaklar alanını tüketmeye çalış derken haklıydı, biz bir uygarlık olabiliriz, kapasitemizin el verdiğince yeni doğunumlar yaratmış olabiliriz, ama tansıklar ve anomaliler noktasında zaaflarımız var, sonsuz derecede hem de, değişime ve yeniliğe açığız derken yüzyıllarca durağan, doğamıza ve insan ırkına tersinir gelen konumlara sürüklenebiliyoruz, cennet ve cehennemler yaratarak, uydurarak bu dünyada ulaşamadığımız güzellikler ve yerine getiremediğimiz adalet duygularına karşı, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı, gözleri fal taşı gibi açılmış yıldızlara ve sonsuz acılarımıza karşı panzehir üretebiliyoruz, hem de illüzyona sığınarak, hem de gerçekliğin, kütlenin uzay zamanı eğmesi gibi, bir biçimi, olay ufkunu, algıyı değiştirmesi gibi, bize uygun boyut ve görüye hazır hale gelmesine, getirilmesine bile isteye izin verip katlanarak... Otorite konusunda çelişik yaklaşımlar içindeyiz, her şey gibi, bütün dünya kadın hakları diye ortak görüş üretiyor ama hiç kimse cenazelerimize ağıt yakarken onların avluya bile girmesine neden izin verilmediğinden söz etmiyor, ölüye yaklaşmasına neden karşı olduğumuzdan söz etmiyor, bir şeyin haklarından söz ederken sözcüler bile o hakları çiğniyor ve görmezlikten geliyoruz, ceylanın hakkını aslanın savunduğu bir dünyada yaşıyoruz biz. Karmakarışık bir düş içindeyiz, kaos içindeyiz, sanki bataklıktan gelmişiz ve başka bir bataklığa doğru gidiyoruz, öyle mi ve acaba evrenin yalancı çobanları biz miyiz!.. Yeis ve kayıtsızlık içinde olmak neye yarıyor, aşk içinde ve coşkuyla sürüklenmek daha mı iyi, düşünürken, yazarken, gezerken hep bir umarın peşinde koşuyoruz ve zamanın baskısı altında dengesizlikler, çıkışlar, içe kapanıklıklar ve mavi okyanusun içinde belirsizliklerle yaşayıp gidiyoruz. Terörize ediliyoruz, geri kalmışız diyoruz, sanrılara boğuyorlar bizi ve ötekiler daha iyi dediklerinde katlanamıyoruz ve bağlılıklar içinde otlayan canlılarla dolu çayırlar üretiyoruz, onun silahı bizde yok elbette yeniliriz diyoruz, bilgisayarı onlar buldu biz neyi biliyoruz ki diyoruz, yine de sözlerle dinginleşiyor ruhumuz, biz soylu bir toplumuz, büyük bir ulusuz, gelecekteki gelecek bizim olacak!.. Gerçek nerede, nasıl ve nedir?.. Doğru neye benziyor, nasıl bir şey, et ve kemiğe bürünebilir mi, görünebilir mi... Düşünce onmazlığa, ezaya dönüşebiliyor, gerçekliğin saltanatı karşısında... Bizde felsefe yok, kitap okuma oranı düşük, başka ülkelerin atıklarını tüketiyoruz, onların yardımını ayrıcalık sanıyoruz, 'kendigiden' bir oto bile üretemiyoruz ve yetişen kitlelerimiz günoğulcu, dışa bağımlı, özbenliğinden uzak... Ne şiirsel yaklaşımlar, biz dünyanın bir değeri olmayan, uygarlığa bir katkı sağlayamayan fertleriyiz, o kadar değil, öyleyse biz neyiz... Yeşil reçetelerin esiriyiz!.. Otorite olmasaydı, insanlık tembel hayvan gibi olurdu, hayır, arı gibi olurdu, barış içinde yüzerdik, yok olanaksız, birbirimizi tüketirdik, doğal ölümün dışında birbirini yok edebilen hiç bir varlık uygarlıktan söz edemez, bunca yurtluğun kanla süslenmiş bayrağı var, bunca ülke varlığını diğerini hiçlemeye borçlu, bunca ülke gelişmişliğini diğerini kolhozu gibi görmeye borçlu... Otoritenin Baltalar tapınağına gizlenen tanrısı neden görünmüyor, sultasını neden vaatler, çiçekler ve böceklerle süslüyor, öyleyse yok ha, oysa tanrı her yerde, bir otorite olarak o her şeyi biçimlendiren, görmüyor musunuz ve siz onu ağır biçimde eleştirin, vicdanlı olmaya davet edin, düşüncelerle dolu olmasını isteyin, vaat ettiklerinin, ne denli yararsız ve birbirini yok etme, hiçleme, acımasızca ezme denklemi üzerinde kurulduğunu söyleyin, tanrının yeryüzündeki uzantılarının, onun gizli paydaşları olduğunu söyleyin ve tanrıya başkaldırın, onların yeryüzündeki uzantılarını silin ve yeni bir yaşam, yeni bir uygarlık biçimleyin... Yeni bir tanrının gölgesine sığınarak gerçekleşmesin ama bu, başka ve hiç bir zaman geçmişi anımsatmayacak bir yönelim olsun... Ölüm korkusu bizi edilgen kılıyor, öyle ki, ölümler sınırsızlaştığında yaşama daha çok bağlanıyoruz, dallara daha çok bez bağlıyor, göklere daha çok yakarıyoruz, samanyolunun kağnılarına daha çok sevdalanıyoruz. Ölümden korkuyoruz evet, onu istemiyoruz, hakçası yerinde bir istek, susadım der gibi, ne denli geriyiz, geri kalmışız, bir adım bile ileri gidememişiz anlıyor muyuz şimdi, baştan beri mahşerin dört atlısını değiştirememişiz, aşk, yaşam, ölüm, zaman... Aşk sevmek, sevilmek arzusu, yaşam, düşünüyorum o halde varım demenin tersinir varyantları, yaşamak istiyorum, çünkü düşüneceğim, ne dramatik bir istek, içler acısı, var olduğun halde, var olmayı düşleyecek hallere de mi düşecektin. Ölüm, evet işte kaçınılması gereken bir doğrum, kendimi neden koruyamıyorum, her şey var ama bizden başka ölen yok, değişim, evrim sakinleştirmeye yetmiyor bizi, düşünmek istiyorum sonsuzca, yalnızca düşünmek, hepimiz gibi bir tanrı olmak, tanrı gibi hepimizin bir toplamı olmak ve zaman... İşte büyük sorun, var ve yok, her şey ve hiç, zaman nedir, gizlerine ulaştığımızda evrenin gizini de ele geçirmiş olacağız, çünkü zaman, evreni yarattı, tanrıyı yarattı, bizi yarattı, zaman her şey, yaratılanla doğdu zaman diyebiliriz belki ama gerçekte zaman hep var, zaman tanrının bir tür kendisi, bizim göremediğimiz, bilemediğimiz, algılayamadığımız bir şey olsaydı bile zaman, nasıl adlandırırsak adlandıralım o hep var. Doğurgan ve yaratıcı olan zamandır, evren hiç bir zaman yaratılmadı, insanın ortak ataları, karbon'ariler bir dönüşüm içinde hep var olacaktır, o zamanın bir parçasıdır. Zaman öyle bir şey ki hiç bir şeyin olmadığını düşünelim, hiç bir şey, bilemediğimiz, algılayamadığımız, kavrayamadığımız bir şey maddeyi ve evreni sonunda yaratacaktır, kaçınılmazlıkla, zaman her şeyin anasıdır, tanrı ise çocuğu, bütünlem varlıktır, yokluk zamanın kendisidir ve kendine katlanamayan varlığın, var oluşun türevidir artık. Varlık bu yüzden alabildiğine sıradan bir şey, belki bu yüzden bir cehennemin içindeyizdir, sıradanlık usa sığmazlığı üretir, tansıkları üreten hiç bir şey olmaklığımızdır, zaman yani yokluk, sonsuz bir durgunluklar denizi olarak insani barışın adıdır, biz yokluğun ve varlığın sentezine ulaşabildiğimizde otorite gibi varlığın ilkel unsurlarından arınacağız, yokluğun ve zamanın gizini çözdüğümüzde, yaşamımız sıradan olmaktan kurtulacaktır, yaşamın, ölümün amansız baskıları bizi yokluğun gizini çözmeye davet ediyor, zamanın engin hoşgörüsü ve sonsuz güzelliği var olmanın kısır ve şiddet dolu açmazlarından bizi kurtaracaktır. Kendini güven içinde duyumsayamayan varlık tansıklar arar, sıradanlıktan kurtulmak için can atar ve yolunu şaşırır kolaylıkla ne yazık ki... Yaşam, var olmak zamanın tutsaklığında bizi çıldırtıyor, düşüncenin yetmezliği bizi çıldırtıyor, bir bebek gibi oyuncaklarımızla oynuyoruz, bunu biliyoruz ama söyleyemiyoruz, zamanın gizini çözdüğümüzde oyuncaklarımızı bırakacağımızı umuyoruz, büyüyeceğimizi umuyoruz ve ama bu kez yanlışa sürüklenmeyeceğiz diyoruz, sıradanlıktan kurtulacağız ve şimdilik yanımda ol tanrım, çünkü; İnsan olacağız biz!.. ''Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o, değerinde, sonsuzca ağır gelen. Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında. Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi. Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle. Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara, sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle. Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o, paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.'' Henüz zamanın başındayız, yeniyiz ve insan olarak zamanın içinde gitmemiz gereken amansız, sonsuz bir yol var, çünkü şiirde, aşkta, yaşamda, zamanda, eni sonu bir otoritedir çağımızda, onun uzantısıdır, otorite kendini koruma içgüdüsüdür doğallıkla, affedilir değil, katlanılır bir şey gibi görmek gerek onu, bilinçsizce ötekini yok etme içgüdüsü, kendi adına başkalarının varlığını güvence altına almak çabası gibi bir açmaz, otokratizm, ama bunu aşmak zorundayız aşacağız. Tanrı gibi bir ilk'iz biz, ilkinsiyiz. Tarih çağlara ayrılıyor, oysa günümüze dek otokratizm / otoriteizmin getirdikleri, verileridir yaşadıklarımız, içgüdüsel olarak bu noktadayız, bunu aşamadık, henüz zamanın başındayız çünkü, varlığımızı sürdürme noktasında çelişkili bir geleceğin peşindeyiz biz, otorite olmasaydı yok olabilirdik belki, ama gene o nedenle yok olabiliriz de, ayrılık saatinde buluşma anını iyi hesaplayabilirsek yaşayabiliriz... İnsan çok trajik bir varlık, gülünesi; yaşamak isterken öldürmesi, gülmek isterken göz yaşı dökmesi, umarsızca hemcinsine karşı örgütlenmesi, pusu ve pusatlanması, hep bir otoriteizm çağından çıkamayışının göstergesi, eğer bu duygusunu ve düşüncesini yenebilirse evrende bir yeri olabilecek insanın, devinimin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünce, bunun bedeli olmalı değil, bir karşılığı olmalı, çünkü bebek evrenlerden olgun dünyalar yaratabilmek için, kendimizi güvencede duyumsayacak başka yollar yaratabilmeliyiz artık, çobanlarımızı terk edemezsek, uçuruma doğru gideceğiz belki de, çünkü tek tanrı, onun yeryüzündeki gölgesi ve tek bir çoban bizim sürü olmaktan kurtulamadığımızın kanıtı, biz bir sürüyüz ve hala eğitilmek aşamasındayız, çabalıyoruz, uğraşıyoruz, ehlileşmekle; tanrı bu yükü kaldıramaz, salt çobanın yol göstericiliği insanın kendini yadsıması olurdu doğallıkla ve öyledir de, şimdi artık birimiz bile insan değil miyiz yoksa... Otorite varlığımıza karşı duyduğumuz kuşkudur, özgüven yoksunluğudur, kişilik bozukluğudur, bunu aşan insanlık zamanın gizini çözmüş olacak, beşiğinden kurtulacak ve ancak böylelikle evrende sonsuza dek kendine bir yer edinebilecektir. ''Burada alacakaranlıkta, yarı saydam elleri parlıyor Musevi’nin kristal bardağında. Duygusuz bir uzantı, endişeyle renk veriyor, öğle sonralarında. Bütün günler, ikindileri, bitimsiz ve duyumsuz bir yinelemedir, birbirinin eşi sanki. Elleri uzayın gök yakuttan minerali, çakılmış, berkitilmiş sınırlar, varoşun duvarları gibi. Güç bela beliriyorlar, sessiz ve sakin adama, zamanlar kazandırabilmek adına. Düş kuruyor, tasımlıyorlar, dillerin tutulup, ışıltıyla izlenebilsin diye labirenti. Tanınmıyor olmak üzünç ve sıkıntı vermiyor ona (başka bir aynadaki düşlerin içindeki bir düşün yansımasıdır o), sevdalı değil, çılgınca ve delice sevmenin ürkek kadınlarına. Geçti o dönemler, özgürdür artık. Söylencenin ve sözcüklerin göz bağcılığı adına durup, ölene değin parlatıyor inatla büyütecini. Şimdi en büyük haritalar, eni sonu olmayan, ışıltılı, göz alıcı tüm yıldızlar, onundur artık.'' Bizim öykülerimiz, bin bir gece masallarımız sonsuz, neden birbirimizi sevmiyoruz?.. ''Kameriyelerin orada oturuyor, reomür deneyini sürdürüyorduk. Mobius merdivenlerine doğru biri geldi. Higgs bozonu nedir diye soruyordu!.. O an ‘Tanrı Parçacığı’ karıştı söze; Aradığınız benim. Zaman geçiyordu. Geleceği anımsıyorum... Ay ışığında ölüler sunağı kirletiyor. E kitaplar, pepler ve yitmiş anılar Delphoi'ye giriyordu!.. Sonraları E kitapları alan kalmadı, agoralar kapandı. Çipler belleğimizde her tümseli var kılıyor. Ve firmalar, tekiller, laklar olmayan şeyi satabiliyor. İguanalar, selentere, bukalemun, kertenkele... Depolar, hangarlar, antrepolar, silolar. Faunus’un planeti, ahırlar, kometlerle, zombiler (Ufolar, elipsoidler, lusiferler) Seralarda yokluğu var kılabiliyor. Varlığı-yokluğa benzetebiliyor. Onlar belleğimizde yer değiştirirken; Bilgi ve bulgularımız, okyanuslarda yüzüyor. Anlamsızlaşıyor, anlamsızlaşıyoruz. Anlamsızlaşıyor tin ve tün!.. Şeyler, kadmiyum sülfit. Kaç gün sonraki dün. Pikselin çözünürlüğü. Konfigürasyon rölativite. Kalifikasyon pandatiflik. Pikaresk; pitoresk palyatiflik. Serotonin, norepinefrin, plasebo etkisi... Bulutlardan iniyor Macellan yelkenlisi. Apaz seyri, körfezli yeniçeriler, Uluç Ali. Kelam okulu, ulular ulusu Mutezile. Tenzile, Sekine Hatun, Aişe. Dönüp duran eskil çark, sonsuzca tutsak kuark. Küvözde büyüyen Ksantippe, kuaför Cassiope... Arka sokakta yaşayan ankormanın lobu alkaliye dönmüş! Ve petri kabındaki hücreler, ölümsüz virüs. Fukuşima'da; mutasyonel kelebek, koriyonik villus. Oh, tanrımız geliyor! 'Fotonlara dönün' Bunca parsek boşuna konuşmuşuz... Gauss!..'' Tanrıda, yaşamda, ölümde, zamanda, yalnızca var olandır. İnsandır. Bunu başarmalıyız.

14 Şubat 2016 Pazar

MÜLKİYET

Tanrının en çelimsiz, güçsüz, bedensel ve ruhsal açıdan en zayıf yaratığı diye betimlenen canlıya verilen bir unvan insan. İnsansıların en gelişmişi diye, aşağılanmadan yukarıya doğru çekilen bir kavram. Bir topluluk, öbekler oluşturarak, bir ekin çevresinde yaşayabilen, düşünme ve sesi anlamlandırabilme yeteneği olan, evreni tümleyici biçimde kavrayabilen, bulgular sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirip, yönlendirebilen canlı, Âdemoğlu; Mü'minûn sûresine göre o bir kan pıhtısından yaratılmış, eril inanmışlar... Doğa kulvarlara, sayfalara ayrılmış, kuş uçuyor, karınca çalışıyor, kurbağa zıplıyor, balık yüzüyor, koyun otluyor, insan düşünüyor ama birbirinin gerçeklikte kardeşi ve bir tanrının çocukları olmakla övünen bu yaratıklar birbirine hiç benzemiyor. İnsan uçmak için, kuyu açmak, petrole ulaşmak için, bitkilerden yararlanmak için, Habil'in düşlerini sınamak, denize dalmak için, Jules Verne'i ve onun Nautilus'unu görmek için, karınca gibi olmak için, çalışmak, yaşamak (ve belki de salt bir tutsak olduğunu anlamak için) yıllarca yıllar kadar yıl bekledi... Görecelik yasası eşliğinde amansız yarış sürüyor ama henüz karınca gücünde yük kaldıramıyor, kedi gibi göklerden düşüp toparlanamıyor, göklere çıkıyor evet, haktanır olursak ve yeni bir kavramın, bulgunun eşliğinde bir kez daha hiçliğin yaratıkları olduğumuzu anlamazsak, son yüzyılda tüm -hemcinslerimizi- geride bırakma olasılığıyla karşı karşıyayız demektir ama yine de uzaya önce köpeği göndermek gibi bir korkunun pençesinde kıvranmak koşuluyla... Mülkiyet diye bir kavram var, insanın sürekli suçlandığı ve şiddetin, vahşetin anası olduğunu ileri sürdüğü... Mülkiyet canlıların doğasında var, bizimde öyle, yemeğini paylaşmaktan uzak, onun için canını ortaya koyabilen her canlı -cehennetin- yolcusu olabiliyor yeryüzünde, bir açına gerek yok oysa, insan yırtıcılardan, kendisinden güçlü yaratıklardan kendini koruyabilmek için bir mağaraya sığınıp, önüne taş koyduğunda, mülkiyet başlamış oldu... Mağara mülkiyetin başlangıcı, orada yalvaçlık, evliyalık gibi sanatlara, bir ermişin, dervişin engin düşlerine, düşüncelerine dalması için daha yüzyıllar var, yaşamını öncelikle güvence altına alması gerekiyor bir canlının. İşte mağara ilk kale, ilk mülkiyet, ilk sahiplenme, kim gerçekleştiriyor bunu, en zayıf canlı dediğimiz, yüz on iki kemiğin harikası dediğimiz şu otomobil!.. Mağarada bu güçsüz yaratık, yırtıcı ve daha güçlü benzerinden kurtulmak istedi ama yaratılmışlığın kuralları gereği dayanılmazlıkla susadı, dışarı çıktı ve yazık ki canından oldu. Yaşama arzusu ölümünün gerekçesi!.. Mülkiyet güçlünün yarattığı bir şey değil, zayıfın, güçsüzün hatta korkağın var etmek zorunda kaldığı bir tür edim, yöntem ve yönetim. Gerçekte mülkiyet bir yönetim biçimidir... Öyleyse Kabil, Habil'i öldürdü, çünkü Habil tarıma, vahşi hayvan statüsünden, buğday üzerinden ekmek ve arpa suyu üretimine geçmek istedi ve öylece evrildi masalına gerek olmamalı. Kabil, 'olağan şüpheli' insan soyunun gereğini yerine getirdi, 'güzel sanatların bir dalı olarak cinayet' onunla başlamadı, onunla sürdü yalnızca, insanoğlu günümüzde Kabil'in masum olduğunu düşünmemizi kanıtlayacak denli barbar ve bir vahşiliğin, güzel sanatlarında doruklarına yükselebilmiş ve gökyüzünün burçlarında, onulmaz, ulaşılmaz ve görkemle dolu yerler edinmiştir. Mülkiyeti kırlarda çit çevirerek, çevresinde kendine inanacak denli saf insanlar bulacak bir varlık icat etmiştir demek, safsatadır. Mülkiyet bir zorunluluktur ve ne yazık ki cılız olanın, zayıfın, elceğizi tutmayanın bir savunma biçimidir, güçlünün mülkiyete gereksinimi yoktur, bir soyutlama olarak yeryüzünün her yeri onundur, aslanlar açık arazide yaşar, ceylanlar dağlara kaçar, kartallar yüksekten uçar, farelerse yerin yedi kat dibindedir!.. Günümüzde mülkiyet, ortakta olsa, tekelciliğe evrilebilen bir güce de dönüşse, onun çok öncesinde bilim, savaş sanayiine, onun geçmişteki mistik parçacığı simya, tekniğin, fennin bir dalına, altın simsarlığına dönüşmüştür. Mülkiyet kamu yararına olmadıkça biz gün yüzü göremeyiz demenin hiç bir anlamı yok, biz karalar bağlamışız, her edimimiz, yoklukla var olmanın kavgasına, amansız uğraşına dönüşmüş... Sömürmek, kendisini, öncesini, sonrasını, biz bundan kurtulmalıyız belki de... Komünal toplum kendini sürdüremedi, çağdaş sosyalizm kolhoz krallığına dönüştü ve yanı başındaki kolhozlara göz dikti, parçalanıp yitip gitti!.. Nasıl bir uygarlık biçimi kurtarır bizi bilemiyoruz ki... Ütopyaların düşleriyle avunuyoruzdur belki de... Vejetaryen toplum olma yolunda ilerledi insanlık, bir çitle çevirmek tarlayı, bir sınır koymak gerekliydi, domuz mısırları talan edebilir, ormanın yaratıkları arı kovanlarına saldırabilir, ayçiçek tarlasına kuşlar konabilir, tanrının yarattığı yeryüzü bizi birbirimizden sakınmak ve kendimizi kendimizden korumak için yaratılmış, 'to be or not to be' , 'işte bütün sorun bu!..' Şeytanın uçurtması varsa, tanrı Yakup'un düşlerini korku ve dehşetin karmaşasıyla sarıp sarmalamışsa, o kan pıhtısının coşkusundan vazgeçemiyor demektir, yaratan ve yaratılan iç içe, öyleyse suç kimin, kimde?.. Ürünlerin iyisini yiyebilmek için tarlalarımıza korkuluk dikmekle vahşetten kurtulamayız, ağaçlara bez bağlamakla, iksirle, sihirle, zehirle bir uğur ve güzellik, esin veren bir cennet ve kardeşlik yaratamayız. Mülkiyet nerede makas değiştirdi, yeterlik katsayısını aştığında pek çok gerekçesi var bunun, silolarda, antrepolarda, ardiye ve ambarlarda stok başladığında, zorunlulukla karaborsa oluştuğunda, oluşturulduğunda, mülkiyet yavaş yavaş cinayete dönüştü. Sokrates sarımsak bolluğundan, bir sonraki yıl onu kimsenin ekmeyeceğini öngördü ve sarımsakları tarlasından topladığında bir anda varlık olmaktan varsıllığa geçti, yaşamın ve alış veriş kurallarının uslara durgunluk veren oyunlarını herkese gösterdi. Mülkiyet hırsızlık değildi başlangıçta ama kaçınılmazlıkla ona evrildi, para bir takas, trampa ve alış veriş aracıydı, masumdu ve hatta düşünüldüğünde yoksulluğun panzehiriydi belki de, kutsal ve haktanırlığın bir değişim aracıydı para, ama sonra -her şey gibi dünyada- saltanata, monopole ve tecimen uygarlığına, tacirin hükümranlığına dönüştü. Bourgeois... Para tanrının karşılığı oldu, tıpkı bir tanrının eşdeğerliğine soyundu, yaratan ve yok edebilen, öyleyse para neden ortadan kalksın ki, bizim tanrımız acımasız, sınav tutkunu, Frankenstein gibi deney düşkünü ve sıkı durun gerçekte kendisi bir tanrı tanımaz!.. Öyleyse para tıpkı tanrımız gibi bir soykırımcı, cinai oldu, cinayetler silsilesine hükümranlık etti ve biçimlendirdiklerini, düzen verdiklerini yönetti ama sorun yarattıklarımız, ürettiklerimizde değil ne yazık ki, sorun usta, protein ve karbonhidratların kızıştırdığı usumuzda, 'homo homini lupus'da... Çözüm için et ve kemikten sıyrılmalıyız demek, doğrumsu olsa bile, tuhaf bir yaklaşım, kendimizin tanrısı olmalıyız, bu bir belagat, robotlaşmalıyız, ürkünç yaklaşım... Gerçek bir kurtuluş olsaydı da eğer, bazen kurtuluş, kargaşadan daha ürkütücü gelebilir, siborg olup yeryüzünü gerçek aksiyonerlerine bırakmalıyız, ultra modern, bir o kadar fantastik ama somut inandırıcılıktan alabildiğine uzak, soyut bir gerçellik bu, alışılmış bir varsayım. Filozoflar, bilginler, deruni er-dişiler gerçeği gizliyorlar sonuçta, görüşleri uzlaşmayı değil, yol yordam bulmayı değil, sınıfsal katmanları yakınlaştırıp, buzların ayrışmasını, çözülmesini değil, tam aksine keskin yaklaşımlarda bulunarak sorunun içinden çıkılmaz hale gelmesini sağlıyorlar, görünüşte ezilenden, yoksulluktan, yoksunluktan yana tavır koyuyorlar, çelişkileri soyuyor, ortaya koyuyorlar ama bu düşmanlığı ve uçurumu artırarak, çoğaltmaktan, arayı açmaktan başka bir işe yaramıyor, ölümseverliğe açılan kapılar bunlar, özgürlüğü kazandırmıyor, mülkiyetin kırbaç izlerini, 'hayatın ve ölümün baskılarını artırıyor' kan ve sömürünün saltanatını pekiştirmeye yarıyor, oysa mülkiyet kaçınılmaz ama sömürü öyle değil, bu ayrımın gizini yakalayabilseydik, kavramların varlığını ölüm ve kanla süslemekten vazgeçip, çözümler üretebilseydik, paranın ve mülkiyetin günahını bilgiçlikle, kolaylıkla, alışkanlıkla ortaya atıp, içinden çıkılmaz uçurumlara ve ölümlere doğru koşuyor olmayacaktık, olamazdık inanın... Kavramların içi boştur gerçekte, nasıl kavradığımız, algıladığımıza bağlı, uygulayıma, yüklenen nenlere, tözlere bağlı her şey, kullanım biçimi markayı öldürebilir, sözlükten anlamını kaldırabilir... Çünkü katı olan her şey buharlaşıyor, amorfik bir yapıya dönüşüp, gölgelerin gücü adına siliniyor artık ve zaman içinde her şey yok olup gidiyor. Değişmeyen tek şey yaşam biçimimizin, aynı kurallar, bağlaşım ve bağnazlıklarla sürüp gitmesi, giyotin, elektrikli sandalyeye evriliyor, düello pusuya; mavi yakalıların yazgısına, beyaz yakalıların hatır suçları ekleniyor yalnızca, bir nezaket gösterisi olarak, paraya borsa, lot, senet, pay ve fan fin fon karışıyor, kavramlar üreyerek çoğalıyor ve yaşam şaşılacak derecede aynısıyla vaki olmak üzere, anlamını hiç yitirmeden, yenilemeden, yinelenip gidiyor, hiç bir zaman hiç bir şey değişmiyor. Düşüncelerimiz, erkek egemen ve giderek aygırlaşan ataerkil saman yığınları ve küspe rulolarıdır ne yazık ki... Gerçekte eşyalarımız değişmeyen kavramsallıkda algı sınırlarının izin verdiği ölçüde yaylanan, salınabilen ve anlak içinde o ölçüde gezinebilen tözlerdir. Sözcüklerimizde öyle, kemer kaç anlama gelir ki, belli ki edep yerini gizleme araçlarından, korsan metotlar söz konusu olduğunda bir özkıyım manivelası, burun tümseği, köprücük kavisinin diğer adı, bağlantı olanağı veren mimari yapı vb. Örtünmek uygarlık belirtisi mi, gericilik mi... Artı değer bir önlem olarak hümanist bir yaklaşımı hak ediyor mu, yoksa monopol monarklığına işaret eden bir buyurganlığın belirtisi mi, üretim hırsızlığa giden yolun taşları mı, yoksa hümanizmin huma kuşları mı... Evrensel olabilecek, gerçek bir uzay / yıldız toplumunda, kozmolojik eksenin önderliğinde bir yaratım olsaydı, mülkiyet bizim algıladığımız ya da uygulayımlarımız biçiminde olamazdı, sorun kavramın varlığında değil, nasıl gelişme gösterdiğinde ve nasıl sonuçlandığında, bizi nerelere sürüklediğinde, tek başına hiç bir şey günah barındıramaz, insanlık aleminde yalnızca suç iki kişiliktir, yargıç salt kendini yargılayamaz, bu anlamsız olur ve ama aşk bile öznesine yetebilirdi. Mülkiyet evrensel bir bağlanımda düşsellikle kurgulanabilseydi, içgüdülerimizden arınmış, ilkel istençlerin egemenliğinden sıyrılmış, gerçekten ussal bir kavram olabilirdi. Yeryüzüne bağımlı bir yaşam türümüz var, henüz açlık gibi biyolojik-bedensel güdülerin tuzaklarından kurtulabilmiş değiliz, tinsel açlıklarımızı doyurabilmiş değiliz, henüz bir sürüyüz ve tam anlamıyla vahşiyiz, sorun bu, yoksa biz kavramların tutsağı da değiliz, kavramlar bizim tutsağımız. Kategori, katmanlaşma, sayısallık, sınıfsallık yazgımız ama birbirimizi yok etmekten kurtulamadıkça, insan da değiliz, primitif birer canlılarız biz. Mülkiyet kötüyse, narodnizm iyi mi, evrim kuramı iyiyse, Adem'in çamurdan yaratımı kötü öyle mi... Evrimsel görüşe göre denizlerden geldik biz, ilkel kordalıdan, balığa, oradan maymuna, yarı insansı ve homo erectus'a... Son durağımız homo sapiens, düşünen adam, Rodin!.. Onun sonrasıysa homo home'dur. Giderek düşünmeye evrilen ve devinimin dışlandığı bir canlı, eğri ya da doğru bilinemez ama, düşünsel hız, ışık hızını geçebilecektir, işte gerçek aksiyon. Adem'e göre, kutsal metinlere göre, çamura beden verdi tanrı, ne kadar doğru, bataklıktan geldik biz diyor, balçıktan, gaitanın içinden ama estetik bir dille söylüyor bunu, gönül kırmadan, nasıl söyleseydi peki, evrim kuramı gibi alıştırarak söylemesi daha mı iyi, maymunuz, yarı insansı, iki ayaklı ve düşünebilen canlı ha!.. Kutsal metinler ilahi gövdelerimizin gereksinimlerinin nasıl giderileceğini, vicdanımızın, yüreğimizin, düş ve düşüncelerimizin nasıl doyurulacağını, onmazlıkların, umarsızlıkların ve acılarımızın nasıl sindirileceğini bilimin donmuş gerçekliğinden daha iyi biliyor olabilir, günahkarız, çamurdan geldik, ne olduğu bilinmeyen bulamaçtan ama üzülmeyin, tanrının eli değdi ona, arındınız, siz günahkar değilsiniz, ermişsiniz, dervişsiniz, siz seçilmişsiniz... Ah siz katilsiniz, kardeş düşmanısınız, vahşisiniz gibi teoremler, 'Dünyaya gelirken umutlarınızı dışarda bırakın' diyen, en iyisini bilenler, Pindaroslar gibi mi konuşmalıydı, rahipler, peygamberler, veliler.. Bilim açıkça söylüyor olabilir ama kötü niyetli, inanç ise belirsizce söylüyor ama iyi niyetli olamaz mı... Değil, peki ne değişiyor, arayışın sınırlarını kim çizecek, tanrı mı, insan mı, yazgılarımız, olan bitenler, uygarlığımız ya da şeytan mı... Açıkça dile getirmenin, evet seni öldüreceğim demekten bir farkı yoksa, cennete gideceksin demek neden daha vahşiyane olsun, ikisi de aynı kapıya çıkıyor bunların, seçim sizin, kurtuluş belki yok ama bilin ki hiç bir zaman hiç bir şey değişmeyecek, bir kalburun içinde buğdayları ele geçirme yarışı bu, bilim ve din iki ayrı kapıdan girilen bir tünelin ağzı yalnızca, dehşet var kaçınılmazlıkla, birbirini aşağılamaları ve suçlamaları, bitimsiz ve sınırsız biçimde kutuplaşmaları saltıklıkla bir oyun, maymundan geldik demektense açıkça, bataklık gülüyüz demek daha dürüstçe, kim ne derse desin!.. Devinim gözle görülüyor, yadsıyan yok ama nasıl gelmişliğimizin; aşağılanmasına göz yummak ve katlanmak çok acı gelebilir kimilerine... Öyleyse diyorum artık, bilim havarilerine, iki yüzlü olmayın, aya gidin evet ama dönerken bari boynunuzdaki muskayı öpmeyin... İnanmışlara da diyorum ki, biraz daha açık olun, ölümseverliğe dönüşüyor olabilir vaatleriniz, acılarımızı önleyemiyoruz evet ama vaatleriniz biraz daha insani ve biraz daha dünyevi olamaz mı!.. Paradoks bu işte, ezeli ve ebedi acılarımız bu bizim... Yaratıkların en şanlısını güzel günler bekliyor olamaz mıydı... Kavramlarımız karmakarışık evet, bir erek olarak daha efektif, daha estetik bir yaklaşım, daha tanrısal ve daha umut verici olamaz mı, neden olmasın, insan olduğumuzu söylüyorsak, yaşıyorsak bir umut vardır!.. Evrim teorisi bizim kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemizi istiyor, evet biz hayvandan geldik, hayvanlaşan insanız biz ayrıca, Zola'nın ve zorbanın önderliğinde bir umarda yok evet, tanrısına baş kaldıran, kültür ve bilgi anarşizmine, terörizmine, anarşist ve teröristlerine idam getiren, asılacak çatılar yaratan bir canlının ırkı o, oysa tanrının tüm peygamberleri bir kültür teröristiydi, devrimler, keskin devinimler bir kültür terörü değil miydi, bu çılgınlığın sularından içebilmiş insanoğlunun başka bir çelişkisi de bu işte... İnancın yollarıysa yücelmemizi ve bir estetin peşinde koşmamızı öneriyordur, iki farklı görüş, değişmiyoruz, değişemiyoruz ama önermelerin günahı ne, laboratuvar daha sağlıklı sonuçlar üretiyor, ama insanın umudunu yitirmesinin laboratuvarla bir bağı olamaz, varsa bile o sevilmek istiyor, sevmek istiyor, buda inancın alanına giriyor ne yazık ki, ilaçlar ve sağaltımla pekala olabiliyordur belki ama 'söz' yeri geldiğinde en ulaşılmaz müsekkin!.. Önce söz vardı. En görkemli sakinleştirici, umut ve müjde, sonsuz iyilik ve ılık bir gölge olabilir, bazen her şeyden üstün gelebilir sevgi insanoğluna... Bunun mülkiyeti kimde!.. Tanrı Adem'e biçim verdiyse, çamuru karıp, bir beden oluşturduysa ondan, o bir heykeltıraş, size benziyor, daha ne istiyorsunuz, üstelik tanrı olağanüstü bir dille konuşuyor, yaşam diyor, şaşırtıcı ve göz bağcı o evet ve hepimizin yaptığı gibi; eylemleri gerçekte bir edebiyat onun!.. Güzelliğin peşinde o, işi zor evet ama bizde onun peşindeyiz, tanrının, tanrısallığın, salt güzelliğin... Karnımız toksa her yerimiz açtır demek neden bir aşağılama olsun, yaralı olmayan bir kuş var mı, nerede o, bilen var mı bu dünyada... 'Burada, zamanın çarkına yok edebileceği hiç bir şey vermeyen bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan oluşan madeni manzarada; burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; burada, belki yalnız bir an için putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan bir şimşeğin aydınlığında; nice maskenin ardına gizlenen o yüze, zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, senin aldattığın, herkesin zorbalıkla kandırarak senden çaldığı. Böylece arınarak bir toprak testi gibi ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak bir an için kurtulacak özündeki kil hayatın ve ölümün amansız baskılarından.' Özümüzün baskılarından kurtulduğumuzda, kavramlar ve yaşamımızda özgür olacak... Ama biz barışı yakaladığımızda ne mülkiyet, ne devlet, ne ülkülerimiz: Annelerimiz ölmüş olacak!.. Biricik günahımız bu bizim!..

12 Şubat 2016 Cuma

BİLİM&DİN

Aristoteles, aristokrat sözcüğüne kaynaklık eden bir felsefecidir, soyluların yol göstericiliğindeki bir dünyaya inanır. Aristokrasi, (aristokratlık) seçkinciliktir, ırk ayrımcısı ne demekse, beyaz daha iyi yıkar, en iyisini kral bilir ya da tanrının dediği olur, hep aynı kapıya çıkan mottolardır, sizinle ilgili, sizden uzaklaşmakta olan her tür karar mekanizması size köleliği vaat ediyordur tarih boyunca, köle köleliğini bilmez ama monark her şeyi bilir, bu gerçekten böyledir, onların donanımı dudak uçuklatır, basit bir örnek, yoksulların romanını çiftlik sahibi yazarlar kaleme almıştır her zaman, Tolstoy, Steinbeck, Borges... Bunlar yazında o denli ustadırlar ki, tanrıyla konuşmuş olsalar sizi inandırabilirler. Bir kütüphanenin içine doğmuşlardır büyük olasılıkla, siz dağ dilini sökmeye çalışırken onlar Latinceyi çocuk çağda öğrenmişlerdir, her şeyi orijinalinden okumuşlar, siz bilmeye, öğrenmeye çabalarken onlar yanılsamanın gizlerini çözmüşler, asimptot, logaritma, algebrayı siz ölümünüze yakın anlamaya çalışırken, onlar Gaudi'nin gizlerini, Gauss'un hilelerini, Escher, Mobius, Fibonacci'nin sihirlerini, simyasını çözmüşlerdir. Onlar, el yazmanın tadına bakarak büyülenirler, şairlerin kollarında, müzisyenlerin kucağında büyüyebilirler. Bilim (sanat / teknoloji) kimi yazın erlerinin dediği gibi varsıllar içindir, bilimsel buluşlar yetenek ürünü değildir, deha gerçekte masalların süreğeni, bir alicengiz oyunudur, olasılık şudur, güçlü olan yatırım yapabilendir, çabasının, gücünün karşılığını er geç alacaktır, yaşamda bunun örneklerini görürüz, yönlendirilmemiş bilinç, us, düşünce uzayda başıboş dolaşan asteroitten farkı olmayan bir elmas parçasıdır, hiç bir işe yaramayacaktır. Geri kalmışlık düşünceyle olmaz, eylemle olur, yatırımın olmadığı, güçlü bir sermayenin kollamadığı hiç bir atılım sonuç vermez, gökte dolanan bir kuyruklu yıldız gibi bir an parlar, bir meteor gibi kırların, ormanların içlerine doğru kayar ve bir tansık gibi gözden yitip gider. Gelişmiş ülke tanrının bağışladığı özel insanlarla donanmış bir Roseland değildir, o yaratmış olduğumuz uygarlığın ayrıcalıklı kullarından oluşmuş bir kolhozdur, o sizin ülkeniz olmuş, komşunuz olmuş bir önemi olamaz, o kurnazdır, düşüncesini olması gerektiği gibi yönlendirmiş ve sonuçta sömürgen ve barbar bir topluluk olmak zorunda kalmış bir topoğrafyanın ürünüdür. Bu konu çetrefilde değildir, bugün güçlü olan müdahildir, karışandır, yön verendir, öldürendir. Uygarlığımızın alın yazısı budur denilmesine de gerek yoktur, gücümüz bugün için bu yöntemle var olmaya, varlığımızı sürdürmeye yetiyordur, bu bir paradokstur üstelik, kendini yok edebilme yeteneğine fazlasıyla ulaşmış bir varlığın, kendini var edebilme yeteneğini değerlendirmek güçlülük arz eder artık, sorunsalın içinden çıkmak olası bile değildir, üstelik insanoğlunun en büyük aczi şudur belki de, tehlikenin ayrımında olması için onun yok olması gerekir, bu denli aymaz olabilir o, uygarlığımızın yaşı binlerle ölçülürken, varlık biçimlerinin hükmettiği dünyamızın yaşı milyarlarla ölçülüyor, hatta yaşını bile bilmiyoruz onun, her arkeolojik kazı, her antropolojik gelişme bulmacanın karelerinin ne denli kararmış olabileceğini gösteriyor ve öğrendikçe bilmediklerimiz çoğalıyor ne yazık ki... Biz masallarla büyümeyi beceri sanıyoruz, mutluluk sayıyoruz, Edison kuluçkaya yattı, Einstein toplamayı bilmezdi, Turing yaşamı boyunca dışlandı, Nietzsche deliydi, van Gogh dilenirdi ve kraliçemiz esmer ve güçlü vandalların, kapkara çatıların altında sabahlardı. Tesla 'yazgı kurbanı' -uygarlığımızın endikasyonlarına- yenik düşen bir meczuptu, atom bombasının babası Oppenheimer'dı, Alfred Nobel TNT'yi buldu ve günah çıkarmak için bilimsel gelişmeler adına bir ödül koydu. Çoğu pişmanlıklarını dile getirdiler sonunda, neden, uygarlığımızın bir anomali ve sıratın üstünde yürüyen bir cambaz olduğunu anlamamız için yorulmaya gerek yoktu. Bütün bilgilerimiz soyuttur bizim, üçgenin iç açıları toplamı düzlemde bellidir, uzayda belki de sonsuz... Su yüz derecede kaynar, deniz seviyesinde, engebede değişir, boşlukta suyu bulamayız bile, asal sayıların yalnızca kendisine bölünebilmesinin gizi nedir, her şeyin bir kabullenim olduğunun göstergesidir ne yazık ki... İki iki daha dörttür, bu bir eşitlemedir, ama kozmosta birbirinin tıpatıp benzeri hiç bir şey olamaz, -her varlık bir'dir- dört bir eşitleme değildir gerçekte, bizim algı biçimimizin, bilişsel terazimizin uyumuna, uygunluğuna bir örnektir yalnızca, iki-iki daha hiç bir şey edere inanabilmek isterdik biz gerçekte, çünkü sınırların dışında ne var bilemiyoruz, alabildiğine bilgiden uzak, kendini bile aşmakta zorluk çeken, dahası aşamamış canlılarız biz. Bunun ne önemi var ki, belki doğrudur ama topraktan elde ettiği gübrelerin içinde debelenen amipleriz biz, beton, demir, çelik ve bin bir çeşit konstrüksiyonları dikiyor, tanrıyla yarışıyoruz diye çığlık atıyoruz. Bahçemizi aydınlatan ay ışığına elimizle dokunuyor, ağlaşıyoruz, orada yürüyor övünüyoruz, bizi sınırlayan çitlerin arasında yüzüyoruz biz, bizi çevreleyen duvarların arasından çıkmadan, çıkamadan, yıldız tozlarıyla avunuyoruz. Venüs saat yönünün tersinde uçuyor diyoruz, bulduğumuz gök taşlarıyla böbürleniyor ve boyunlarımıza asıyoruz birer muska gibi, emeklemekte olan bir tanrı çocuğuyuz biz... Çocuk tanrılarız!.. 'Argos, Argos, gübrede debelenen köpek!..' Sonuçta, uygarlığımız bilimle, dinle değil gerçekte uygulanan sistemle, sosyal alışverişlerle, toplumsal biçimlenmelerin olurları ve algı dünyalarımızın oluntularıyla ilgili bir kavram, bir yapıntı... Bilimin, dinin anlak içi yaşamla, yaşam biçimimizle doğrudan bir bağı yok, bilim ve din oluşturduğumuz şeyler, nasıl görüyor, nasıl biçimlendiriyorsak yaşamımızı, her şey onun gölgesinde sürüp gidiyor, olgularımızı, yaratımlarımızı suçlayarak hiç bir şey elde edemeyiz, biliniyor ki dünyamızda güçlü olan haklıdır ve onlar ötekilerin, kendi belirledikleri kurallara göre varlıklarını sürdürmesini istiyorlar, görünmeyen ve duyumsanmayan bir karşılıklı bağımlılıkta cabası, günahkar ve masum, iyi ve kötü, siyah ve beyaz kolaylıkla yer değiştirebiliyor ve şaşılası bir şey belki, insanların düşünceleri temelde bir, dorukta ayrışıyorlar, temelde ayrışıyorlar diyelim, dorukta birleşiyorlar, bunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz, biz kimiz, neyiz sorusu bile eğlenceli bir vodvile dönüşebiliyor anında, biz düşünsel becerilerimizin, ulaşılır sınırları içindeki primatlarıyız diyebiliriz, her şey kötü mü diye sorabiliriz belki, her şey iyi mi peki, bu iki soru arasında hiç bir farkın olmaması gerçekliği bize gösteriyordur diye düşünebiliriz. Kendimizin bağlı bulunduğumuz toplumu aşağılaması öneriliyor bize, ne büyük bir küstahlık ve ne büyük bir acı, geri kalmışlığın yeknesaklığını içinde bulunduğunuz toplumun azılı bir düşmanı olarak savuşturmamız isteniyor, oysa insan yavruları arasında bu denli büyük fark olamayacak kadar küçüğüz biz ve iki adım ötenizde haklılar ve güçlüler, sizi ehlileştirmek için bir bir öldürmeye gelebiliyorlar, buna kolaylıkla yelteniyorlar, kim haklılığın, kim doğruluğun peşinde, kim hümanizm dolu bir gölette yüzüyordur bir bilen var mı, bunlar belki de yukardan bakınca birbirine diz çöken envai çeşitlilikte primatlar değil mi... Suçlu aranıyorsa dünyamızda, bilimde din kadar kusurludur, sorumludur, kan ve savaşlar, bilim dediğimiz bulgular bütününün üzerinde yükselen bir ormanın dalları, bilim bir varsayımsa, din günoğulcu bir kavramdır, ikisi de ruhsal anlamda statik varlıklardır, uygarlık biçimimiz değişmedikçe suçlu aramak, boşuna bir uğraştır, bilimi aklayıp, dini suçlayan, ak koyuna sevdalanıp, kara koyuna düşman olandır... İlahi Komedya!.. Bilim, teknolojik din, din ise, sosyal bilimdir. İkisi de insan / toplum ekseninde bizim uyum skalamız, uygunluk sorunsalımızdır. Bilim / ilim sözcüğü, tarihin derinliklerinde kökünü dinden / göksel olandan almıştır, simya, büyü, yaratım tutkusu, zamanla kimyaya ve aydınlığın somut gerçekliğinin verilerine evrilmiştir, geçmişin bütün bilim insanları tapınaklardan gelmedir, çağımızda bu ayrım şiddetlendi, iletişim o kadar arttı ki, bilim ve dinin tarih boyunca kol kola giden yolculuğunu, işbirliğini gizlemek için, karşıtların işbirliği kavramını ortaya sürmek gereğini duydular, bir tür laisizm, oysa emin olun din ve bilim insanı sömürmek için tarihte bile bu denli işbirliğine gidemedi, ikisi birbirinden ayrıldı belki evet, ama sömürünün doğadan miras kalan ilkel kuramlarını / kurallarını henüz aşamayan insanlık, hala kitleleri sözle, domuzları patatesle beslemenin tanrısal kurallarını değiştirmekten yana olamıyor. Sözün özü bilimin insani yüceliğe ilişkin bir etik değeri olabilseydi, din diye bir kavramı oluşturamazdık, ortadan kalkardı, dinin gerçeklikte bir etik değeri olabilse, bir karşıtlam olarak günümüzdeki bilim anlayışının bir tozanı bile oluşamazdı, 'Modern Çağ'da hala insanlar yaşamadan ölebiliyor, çocuklar sorgusuzca cennete gidebiliyor, birbirinin karşıtı kahramanlık türküleriyle trajedi sanatının en büyük yapıtını verebiliyor, bunun neresi bilim ve neresi din diye soramıyoruz, olgular o denli katı ve değişmezlik perdesiyle örtülü ki, olasılıklar ancak onun gölgesinde yeşerebiliyor, olasılık; bilinmeyen bir kesinleme!.. Yüzyıllardır göğün altında yeni bir şey yok diyen havarinin, önünden bile geçememiş insanlık. Bilimin Epiktetos'u köleydi, efendisi çıkrığı çevirdikçe ayağındaki pranga büküldü, kıracaksın dedi, efendisi acımadı ve duyarsızlıkla kırıldı ayağı, Epiktetos kırdın diyebildi!.. Bilimin boyutları bu meselde gizli!.. Dini dünyamızın acılarının sorumlusu ilan eden, aydınlığın efendilerine diyelim ki, bugünden yarına tanrının olmadığını kabul edelim, dinleri bir mum ışığı gibi söndürelim... Bir şey değişmeyecektir. Kör olsak bile uygarlığımızın nasıl tümüne yakın bölümünü gerçekleştirebileceğimiz söyleniyorsa, tanrının yokluğunu, inançların yeraltına sürüldüğünü düşünün, hiç bir şeyin değişmeyeceğini seziyorsunuz değil mi, bilim, toplar, tüfekler, uçaklar, awacslar, radarlar, biyolojik, konvansiyonel, siber ötesi silahların laboratuvarı, ölümcül bir oyuncak mağazası gerçekte, gülünç, trajik ve sonsuzca dramatik!.. Tanrıyı biz yarattık. O kendini göstermiş olsaydı bile... Salt bilmiş olacaktık çünkü!.. Bilim ve bilmekten öteye geçemedik ki biz, gerçeklikte bilim ve din bugünkü uygarlık biçimimizin alabildiğine sürüp gitmesi için el ele vermiş iki melektir, biri tanrısal, diğeri insani olsun... Çağımızda karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir doğallıkla, böylesi bir zorunluluk da yoktur ama, gereklide değildir. Dünyamıza bakın, yaşam boyutlarının arasındaki farklar sanıldığı kadar göreceli değildir, biz erdişiler birbirimizi abartıyoruz, uçurumlar yakınlaşmak için vardır ne yazık ki, dünya gezegeninin içinde olmak, boşluğun içinde uçuyor olmaktan büyük uçurum var mıdır, tahrip gücü yüksek patlayıcılarız biz, biyosferin, belki de evrenin en güçlü primatları seçilmişiz. Bilim ve dinin çatıştığı yok ne yazık ki, birbirini tümleyen öğeler, bizlere düşen boyunbağlarımızla, bu izlenimin peşinde maceralara atılmak, ölümseverlikle, vicdani yargıların tutsaklığında, göksel şarkılar söyleyip, göz yaşı şişelerini doldurmak. Sevinçle, elemle, coşkuyla, bağlılıkla... Oysa her ikisi de erkin krallığında, mantık ve bilinçle yapılandırılmış işbirliği içindeler ve gökyüzünün içinde yüzen, gözleri kamaştıran, görkemin pençesinde parıldayan gökdelenler bunlar... Bu Şekspiryen epizod, bu Orpheus'un müzikası daha ne kadar sürecek bilemiyoruz, belki de eli kolu olmayan bir düşüncenin varlıkları olarak, o güne dek, yeni ve o tür bir yaşam türü belirlenip gelişene dek, çabalar içinde beklemeliyiz. Çünkü biz bir varlık değil, gerçekte bir düşünceyiz. Öyleyse -garip gelebilir ama- yalnızca düşünmeliyiz...

11 Şubat 2016 Perşembe

DR. MORO'NUN ADASI

Gece yarısı yıldızlara bakıyordum, titrek sokak lambası puslu, ölümcül bir koku yayıyordu sanki, birden üç başlı bir kadın geçti sokaktan, hiç görmediğim kadar kara saçlarıyla, gölgelere gizlenerek ilerliyordu, uzakta bir çöp konteynırının yanında, kurt başlı bir boğanın onu beklediğini nerden bileyim, orada çiftleştiler ve sanki birden yok oldular... Buna benzer söylentiler için ahali bana şunu anlatmıştı, yukarda en tepede bir 'Çiftlik' var, gündüzleri içerdeki görkemli taş binada bir ruhban okulu hizmet veriyor, geceleri ise duvarlarından, kılıç sularının sızdığı dehlizlerde tuhaf çalışmalar ve gövdesi bulutlara, kökleri yeraltına doğru uzanan kulelerin, penceresiz laboratuvarlarında dinmeyen iniltiler ve çığlıklar... Başka bir gün gene balkondaydım, başsız ve kuyruksuz bir fil belirdi, geriden doğru ilerliyordu, kör bir gigant nasıl hareket edebilir ki, bu kez aşırı korkmuştum, korkmaz olaymışım, yerin altından sanki bir solucan, su akrebi geçti, sokak bir baloncuğun içindeymiş gibi yükseldi ve sonra yine eski halini aldı, zelzele olmuş gibiydi ama çevrede kimsecikler yoktu. Bir gece yine uyku tutmadı, neler göreceğim derken, ay kuzeyden doğru kızıl bir orak gibi yükseldi, hançer ağzı gibi parıldadı, delirdiğimi sandım, ama az sonra sokaktan dev bir atlı geçti, at ve adam birdi, ne inen vardı ne binen, peşlerinde yolu pençeleriyle kavrayıp, kar kristalleri gibi süzülen bir cüceler ordusu eksikti, başka kimse yok mu gören diye bir deli cesaretiyle sokağa fırladım, ne varsa yok olup gitmişti, uzaklarda balkondan bir kadın el salladı, karanlıkta bir gölge oyunu sandım ama gerçek mi diye el sallamayı düşünüyordum ki, oda yitti, buhar olup gitmişti... Yalnızlığın oyunları bu diyordum artık, kahvehanelere gitmeye karar verdim, yalnızlık ancak ucuz kahvehanelere yenilir, daha kapıdan bile girmeden, merhaba bile demeden, hoş geldin demezler mi, geç saatlere kadar söyleştik, bu kez bir şey görmeyeceğim dedim, kurtlarımı dökmüştüm, geceleyin tatlı bir uykuya dalmıştım ki, 'Çiftlik'ten geldiler ve biz Gezegeni Kurtarma Cemiyeti'yiz dediler, kapı bile çalmadığı halde nasıl girdiler hala anlamış değilim. Bir masanın çevresinde toplandık, sana dediler mutluluk verelim, hemen anlamıştım ne demek istediklerini, altta kalmaktan hoşlanmam, bütün sorun bu mu peki dedim, evet ama sorunları algılama biçimin değişecek, madem ki öyle verin dedim, bir çip yerleştirdiler sırtıma, o günden sonra gülümseyen adam olmuştum, bir ay sonra çıkaracaklarını söylediler, doyma noktasına gelince volfram molekülü, kan dolaşımında yeterli seviyeye ulaşınca bir matriks gibi çipi çıkaracaklarmış. Gülümseyen adam olmuştum, dertliler kahvehanesine yine gittim, ne göreyim, kasada oturan, kahvenin sahibi olduğunu zannettiğim madam gözlerini dikmez mi bana, öyle olsa iyi, onun gözlerinde tuhaf bir geçitler alayıydı gördüğüm, parçacıklar ve dalgalar halinde yüzen evrenimiz ya da tilki suratlı insanlar, Siyabend taşını andırır Mutantlar, hatta konuşan, düşünen, her bir şeye karışan nebatatlar, adamotları, ağaçlar, yanlış yapanlara kamçı gibi de karışıp, her şeye bir düstur, düzen veriyorlar, mutluluğum uçup gitmişti işte... Yazık ki günlerim aynı minval geçiyordu, bazılarına gördüklerimi aktarıyordum, onlarda 'Çiftlik'ten söz ediyor, belki sana görünüyorlardır, bir söylenti var ama henüz kesinlikle gördüm diyen yok diyorlardı, kendimden kuşkulanmam için bir neden kalmamıştı, herkes bir yerde düşüncelerimi paylaşıyor ama görme birliği veya kesinleme ya da bir eylem noktasında ayrılık gösteriyorlardı, gece sokağa atladım diyen biri yoktu örneğin, bir şey gördüğünü ileri sürende, çiftlikle ilgili bir araştırma ya da kovuşturmaya da yeltenmiyorlardı... Yine bir gün, koyu karanlıkta uzaktan denizi gözlüyordum, göz alıcı, kocaman bir şey bana doğru yüzüyor ama bir türlü ulaşıp, yaklaşamıyordu, sudan çıktı sonunda, dev adımlarla bana doğru geldi, bir Mutant gibiydi, evlerin arasından adım atıyor ama hiç ses çıkarmıyordu, saçaklara çarpıyor ama hiç gürültü olmuyordu, holograma benzer bir şeydi sanki, bir an kendim sandım ama bir dalga boyutuymuş gibi, üzerimden doğru süzülerek geçip gitti... Bu canlının konglomerası denizler mi, dahası konuşmuyor mu, yoksa yalnız apokrif bir dille mi yazıyor, ne ki aniden, gökyüzünü baştanbaşa kaplayan bir yazı belirdi... Gezegeni Kurtarma Cemiyeti!.. Bu dizginsiz, devinip duran gölgeler, denize saklanır gibi amansız, us kırıcı düşlemler, o bildik, görkü veren siluetler aylar boyu sürüp gitti. İllüzyonlarla, onların paralelindeki, şu ya da bu türden ikizcil sanrılar, gerçelliğin yön değiştirebileceği savları ya da sanıları veya sakınımsızca ürettiğimiz düşüncelerle açıklayamayız bunu, o vargıları; tümüyle yüzeye indirgemek, aşırı yalın bir görümle değerlendirerek, yazık ki yaşamı küçümsemek olurdu, türün öteki bireyleri ilgiyle karşılıyor, yorumlar yapılıyor, açımlar, çıkarımlar sürüyordu. Sonunda ne oldu diye soruyorsunuz değil mi, olmuşları, olacakları inanın o kadar merak ediyordum ki... Geçenlerde telefonuma bir mesaj geldi!.. Tanrı dilinde yazılmış karmakarışık bir şey gibiydi, kurcalarken birden şarjı bitti aletin, sonra mesaj kutusunu büyük bir merakla yine açtım... ''Depresyonun geçti mi?..''