22 Mayıs 2016 Pazar

İKİNCİ KEMAN

Friedrich Engels, ben ikinci kemanım demiş. Yaşamın slalomlarla dolu yollarında ne büyük bir özveri. Çünkü hiç kimse şu yaşamda ikinci keman olmak istemez, ahçı en iyi yemeği yapmak ister, kuaför mesleğinin kralı olduğunu ileri sürer, temizlik işçisi bugün on üç kova doldurdum der. Egomuz ilkel çağlarımızdan kalan dürtülerle dolu benliğimizdir. Bir yazı okumuştum diyor ki, depresyon egolarımızın dışa vurumudur. Anlayan için olağanüstü bir belirleyim. Depresyon, yaşamda silik kalmanın, bir işe yaramamanın, öncül olamamanın en belirgin durumlarından biridir ne yazık ki, depresyon görünmeyen bir yenilgi duygusunun görselidir. El üstünde tutarsanız anksiyete veya zona geçiren centilmeni, iyileşme yolunda keskin adımlarla ilerlediğini görebilirsiniz, ama 'Açıldı demir kapılar ardında laciverdi bahçem / aslolan hayattır beni unutma Hatçem' yaşam yenilgilerin toplamından elimize geçen utkular demetidir, bunu anlamayanlar özkıyıma bile yönelebilir ya da sonsuzca ilgi bekler sizden ve yaşamın bir oyun olduğunu en iyi onlar bilir, derler ya, böylelerini Manitu kimsenin başına vermesin!.. Geçenlerde Prens adasında ikinci el şeyler ve sanat objeleri pazarı açıldığını duydum, bir davet üzerine (bu edebi bir klişe aslı varsa da yoksa da inanmayın!) agoranın yolunu tuttum, sanatçılar açık ara dizilmişler, nereden edindikleri belirsiz eşantiyon ve fular türü şeyleri, minicik giysileri ve envai çeşit dalavereleri çok ucuza veriyorlar. Yok pahasına el değiştiren iptidai güzellikte şeyler. Sırayla gezinirken girişteki ressamımıza dedim ki, bu 'Avgustus Sıcağı'nda topladığınız bir liralarla geçim derdinize bir deva ya da bireysel ekonominize katkı oluyorsa, açık bir önerim var şu iyi niyet dolu bezirganlara; Dilenin! Çünkü gizli trajedilerimize katkı olsun diye gelen üç kuruşluk herzeleri daha sonra satacak ve sizin için sevda dolu sözlerle imzalanmış kitapları yok pahasına elden çıkaracaksanız, inanın dilenmek hem daha rantabl, hem daha onurlu!.. Sonra diğer sanatçımızın yanına geçtim, laf lafı açtı ve köpekleri severim ben, kedileri değil dedim, ben dedi, sevmem sözcüğüyle başlayan tümcelere şaşıyorum, bu bana yaşamın çekilmezliğinin ilk nedeni gibi geliyor, seni anlıyorum çok haklısınız dedim, teoremde böyle kusursuz tümcelerle girizgahta bulunmanın yanıtı olanaksızdır. Olanaksızdır çünkü şöyle bitirdi sözünü, biz dünyaya düşmanlarımızla kucaklaşmak için geliyoruz, demeliyiz... Söz ruhumun kalelerini, öyle yerle bir etti ki kalemin var mı not edeyim dedim, terzi söküğünü dikemez, sözü tin duvarıma astım çaresizce, unutursam uykum kaçar en çok!.. Ama günahı benim olsun yalansa eğer, sonraki hafta komşusu ressamımız, onunla konuşma kavga ettik dedi, yer kavgası olmuş anladığım kadarıyla, ama sen dilersen konuşabilirsin dedi, hatırını sordum sonra ve ayrılırken ressama dedim ki, hani sevmiyorum sözcüğüyle başlamayacaktı tümceler ve hani düşmanlarımızla kucaklaşmak için gelmiştik dünyaya dedim, onu haksız çıkarmak için değil, hepimizin umarsızlığına içten göz yaşı dökmek adına, ressamımız; Eeeee dedi suratıma bakarak, başka bir şey demedi!.. O gün Aysel adlı başka biriyle tanıştım, iki Aysel vardı, ikincisine dedim ki, Aysel ismi öyledir ki, ne kadar çok taşıyan olsa bile bu ismi, bu sözcüğün ritmi asla bozulmaz ve Aysel'in asaletine hiç bir zaman halel gelmez dedim, özelliği budur, haklısın dedi. Hangi nedenle olursa olsun, kendisi için yapılan övgüye karşı çıkan her kimse görgüsüzdür gerçekte, Aysel bu duruma katlandı ve kibarlıktan caymadı!.. Az ilerde türbanlı biri var, adını bağışlamıştı, onunda bir şeyleri var ama öğle sıcağında, kendinden geçmiş zikir çekiyor, nasıl hayran olmam, bir tansıma anı gibi, karşılıklı oturduğumuz kuzenimin eşi de böyleydi dedim, eh dedi bunun öbür tarafı da var, ne kadar inanmış, zikir çekmekle gidiliyorsa bizler kendimizi boşuna yoruyoruz diyemedim, çok masum biri, iyi ama dedim o dört saat çıkmıyordu odadan, olamaz dedi bunların çoğu yarım saati geçmez, ibadet, itikat, biraz kötü niyetliymişim gibi sezdim kendimi ve dedim ki havsalam almıyordu onu, vallahi bana öyle geldi ki kıskanır gibi oldu, olamaz dedi, ama gerekirliğin sınırlarını aşmak kişinin bileceği iş, aslı benimkisi gibidir, sözü uzatmadım, niyet ve temennilerimi ortaklaşa sunarak ayrıldım, bazıları tartışır hiç durmasız, din bir kültürdür, benmerkezci hiç bir yaklaşım insan için bir kabul değil, düşüncelerini işte buradaki gibi dile getirebilirsin, doğrusu inanmış birinin feyzine kulak vermek, son derece insancıl bir diyalogla söyleşerek geçip gitmektir, çünkü kavga, ne yazık ki her yerde!.. Durumlar giderek karışacak bekleyin, Aysel'in endazesine yani portföyüne bakarken, bir kitap ilişti gözüme, 'Benim Adım Kırmızı' alıcı gözlerle baktım kitaba, çünkü 'Kafamda Bir Tuhaflık'a eleştiri yazmıştım, şöyle düşünüyordum, tek kitapla dünyaya hükümdar olunmaz, gene oku, gene antipozitif eleştiride bulunursan, belki yaptığın gerçekten doğrudur artık, bir de tarihe meraklı olduğum için asıl ölçünün bu kitap olabileceğini düşündüm ve o an geldi, sahaflara değil, ikinci elin acımasız ve hiçlenmiş derecede küçümsenen piyasasına düşmüş (insanlar yazın değirmeninde tökezleyerek düşen külliyat meraklısı yeniçeriler için daima gülünç şeyler üretirler, bu olay onlara acaba bir teselli olur mu!) bu kitap için, ne kadar dedim Aysel'e, açık söyleyeyim, yedi tl dedi, hayatın ve ölümün amansız baskıları, beni de adam etti, beş tl ye olmaz mı dedim, belki mürekkep yalamış diye düşündü Aysel, çünkü hapse girmiş, kamuda çalışmış, hayatı kaymış, tüm bu varyantlarına aynen karşılık vermiştim, bende çalıştım, ben de vuruldum, benimde hayatım kaydı demiştim ona, olur dedi doğallıkla ama kısa söyleşimizde bu yazardan hiç hoşlanmıyorum demeyi de unutmadı, Borges yaşam bir oyundan ibarettir der, dolayısıyla geri kalmadım ve Aysel'e aynen bende uydum, zemine karo döşeyip, çatıya eklentiler yaparak... Oysa sevmiyorum sözcüğüyle başlamak kimin haddine, gerçekte o söz çok doğru, sevmemek, o kişi hakkında çalışmalar yapmaktır, gerçek bir sevgisizliğin sonu, eğer öyle yapıldığında sevginin ta kendisidir, ama bunu ne o kişi biliyor bu dünyada, ne de öbürü derdini anlatabiliyor hali hazırda!.. Aysel'e ayrılırken Kreutzer Sonatı ne kadar dedim, al oda sana benim armağanım olsun dedi, işte burada durun, yaşamımda ilk kez biri bana kitap armağan etti, inanın ya da inanmayın, hiç bir insan, hiç bir derdini anlatamıyor hala, hali hazır da!.. Benim Adım Kırmızı'yı hemen okumaya başladım, kitabı değil, kendimi anlamak istiyordum, ön yargım var mıydı, yanlı mı düşünüyordum, kendini yenemeyen bir aczin girdaplarında mı sürükleniyordum vb. Yeni Hayat'ı okumuş nötr kalmıştım, beğenmemenin diğer adı, Beyaz Kale'yi okumuş hiç anlamamıştım, Simyacı taklidi bir ticari vaka, Scapin'in Dolapları gibi gelmişti bana kitap. Kara Kitap'ı gözden geçirmiş aradığımı bulamamıştım. Her şey göreceli bu dünyada ama her gerçekliğin kendine özgü bir yeri de var. Görecelilik gerçekliğin viyadükleri, orada hepimiz varız kısacası. Benim Adım Kırmızı, korkunç derecede berbat bir kitap, artık ön yargı bile olsa katlanmak gerek, borsada yükselişe geçmediğime, işveren prim vermediğine ve alkışlar arşı alaya yükselmediğine göre, Aristides'in dediğine inanmak gerek. Çünkü yazarını etiyle kemiğiyle tanımıyoruz. Benim bir sırrım var size veriyorum, bu durumda sizde sırrınızı bana veriyorsunuz, tarafların kaç sırrı olur, hiç!.. Sır olmaktan çıktı artık sır!.. Sır soyuttur ama geometrik biçimde artar yankısı, ekmek ise somuttur, aritmetik olarak çoğalır her zaman. Dolayısıyla soyut olan eleştiri yıldızlarda bile yer bulabilir günü geldiğinde!.. Neyse, kitabı günlerce okudum, sonunda hızlı okuma yolunu seçtim dayanamayıp, çünkü Godot gibi bekliyordum, ha şimdi Kalbiye (kitaptaki isimlerden biri!) kalbimi fethedecek, ha şimdi Altınordular ufukta koştururken nallarından çıkan kıvılcımlar, yıldız kayması gibi etkisini gösterecek!.. Kitap bir kaç tarihi sözcüğü yineleyerek, aile dedikodularının içinde süzülüp giden bir melodram, İzzet Günay Sema Özcan tuluatı!.. Yinelemeler o kadar bıktırıcı ki, en sonunda o malum sözcüğü birisi sanki kulağınıza fısıldıyor; Bunu bende yazarım, haklı!.. Peki hiç mi güzel satır yok, var, birisi şu sayfayı beğenir, birisi son sayfayı, yani samanlıkta iğne arama meseli, aç tavuk düşlerinde kendini arpa ambarında görürmüş, bunun gibi!.. Tanrının eliyle şeytanın ağzına bir şeyler koymadığına inanmak için buyrun okuyun!.. Kar feracemin içine düşüyor, peçemden gözlerime giriyordu inanın. Çiçek benekli kaplanlar diyor ki, halk sözcüğü ancak otoriter devletlerin uydurduğu bir sözcük olabilir, bir kitapta şöyle bir sözcük duysam, o kitabı severdim, hele tarihi bir kitapsa... Bir laf var, yolda bulunan yolda kalır, şu dünya öyle bir sistem kurmuş ki, kitabı bitirdiğimde şöyle düşündüm artık, ileri geri diye bir şey yok, çağdaş ya da modern diye bir kavram üretilemez şu dünyada, özellikle yazın ve güzel sanatlarda bu kesinlikle böyle, bu sistem, gerçekliği dile getiren ya da can alıcı, ölümüne gizlenen, gözlerden kaçırılan sorulardan, sorunlardan söz eden bir şey yazılsın istemiyor, ne şiir, ne roman, eşitlikten söz eden Mc Donalds'dan çıkmıyor, az önce emperyalizm diyen bir Marlboro yakıyor, eni sonu her şey karşı koymak bir çeşit işbirliğidir mottosuna dayanıyor. Yoksa ben budala mıyım!.. Ah, Dostoyevski diyorsunuz, devam, o zaman!.. Benim Adım Kırmızı al gülüm ver gülümle beş yüze yakın sayfayı dolduran bir hacıvat, okuyanlarda dilerim olur piri hacamat!.. Ayanlar'dan Rabia böyle beddua ederdi!.. Bu kitap dilenirse tek bir sayfaya indirgenebilir, öyleyse bir kitap, neden ormandaki ağaçların kesilmesine ön ayak olur ki, aydınlanmak için değil mi!.. Herkes istediğini düşünebilirdi hani, karmakarışık her şey. Yazar olmak için hala Fransalara giden oryantalizmin çocukları ne kadar ilkel ve ne kadar derbeder bir ruhları var, dünyada hala bir şey olmanın yollarını, efendilerinin kucağında temenna vermekle aynı şey sanıyorlar. Geleceğe adınız kaldı diyelim, bütün dert bu gibi sanki, ne bileyim ben, öyleyse diyorum ki, sizin adınız Salieri'nin işlerine benziyor, açmak için kilidi yorabilirsiniz evet ama, Nobelzade'de olabilirsiniz, ama uykumuza yardımcı oluyorsunuz sonuçta, gelecekte de öyle olabilir, yaşarken Mozart bir sokak serserisiydi belki, Salieri ise tanrının düşüncesi müziğin efendisi, zaman içinde taraflar yer değiştirdi, yine de dünyada hiç bir şey değişmedi ama, her zaman iş işten geçebilir çünkü, kuralların kuralıdır bu...Tanrının oğlunun yasaları bunlar nedense!.. Tarihin görevi de budur, Habil ve Kabil oyunları sürüp gitmektedir, yas tutanlar, karşı koyanlar, kralcılık oynayanlar bir kalburun içinde avunup gitmektedir, değişmesi gereken değişmemektedir. Oysa bilgi gezicidir. Ve vahyederdi gerekirse babanız!.. Çok kolejli tanıdım, tasmalı gibi bir halleri var, sıradan insanlara asla bilgilerini aktarmıyorlar, bekliyorlar ki efendileri onların içlerinde bir define gibi gömülü mücevheri çekip çıkarsın, hiç bir zaman beklentileri gerçekleşmiyor ama illüzyonik bir seçilmişliğin içindeymiş gibi yaşayarak geçip gidiyorlar, o kadar acz içindeler ki, ben diyor bazıları İngilizce okur yazar bir ülkede doğsaydım böyle olmazdı, Anadolu'nun abdalı, bunların aptalına yeğdir diyorum ben!.. Şuna emin olun ki insanoğlu için değişmeyi, gelişmeyi ister gibi davranmak, değişmek ve gelişmekten çok daha güvenilir, güvenç dolu bir şey inanın, nominal değer (!) gerçeğin yerini alıyor çünkü yaşamda, afra tafrayla ömür geçirenlerin hallerinde bunu bizzat gözlemleyebilirsiniz. Kitap tanrı gibidir, yalnız Teksas Cumhuriyeti'nde değil her yerde, eğer ondan beklediğiniz gerçekleşmez, umduğunuzu bulamaz, bir karşılık göremezseniz kimse kitabı suçlamaz, almasaydın, okumasaydın derler, oysa bu iş için lüks ya da antilüks harcamalarını katlayan insanlar vardır, siz yanmayan ampule para verir misiniz, en azından iade eder-geri verirsiniz. Tanrıda öyledir, ona sığınarak bir işe girişseniz ve her şey ters gitse, umut bitse ya da beklentilerin tam aksi olsa, insanlar tanrıya sitem etmek şöyle dursun, kendilerini veya periferilerini suçlamak için binbir gerekçe üretirler, bu konuda dayanakları sonsuzdur ve tüm facia ve felaketlere karşın yine de tanrıya inanmaktan başka bir çaresi yoktur kulların. Çünkü tanrıcıl toplumun gerçek koruyucusu ve yaratıcısı odur (kendisidir) ve bu nedenle tanrı birdir ve vardır. Bu dünyada her çeşit karşı koyma bir çeşit işbirliğine dönüşür, eloğlu kırk yıl önce vurulur ya da hapse girer, sözde bir savaşçıdır, kırk yıl sonra halini sorsanız hafifçe gülümser ve gene 'Vurulduk ey halkım unutma bizi der!' Gerçekte bu, inanılır gibi değil ama bağnazlığın ta kendisidir. Bu konuda gerçek bir yaşamın olanaksızlığına karşın, egemen olan toplum anlayışında ahkam kesenleri biliyorsunuz ve onların efendisine ölümler armağan ederek ve hoşnutlukla hani o meşhur, yüz altmış milim kadar bile ileri gidemediklerini görür gibi oluyorsunuzdur. Değil mi?.. Eğer bu kitap tarihi bir romansa yukardaki açınlar gibi dünyamızda bir illüzyon artık, yani yok!.. Godot gibi hep bir şeyler bekledim kitaptan evet, ne yazık ki yaşamın bir bekleyişten ibaret olduğunu anımsatmaktan başka bir şey kalmadı elimde, iç güveysinden hallice kitaplar yazmak; En iyisi bu kitabı bir sokak başına bırakmak, düzen sürmeli, ama sakar biriyimdir, sokaktan yazarı geçer ve tam da bırakacakken görür diye korkuyorum!.. Yazar her zamanki gibi vulger deyimlerle yazıyor, böyle bir tarz var ama edebiyat buysa eğer, baştan sona olmalı bu, yazarı da bunu biliyordur elbet, ama belki satış kolaylığı umuluyor, edebiyat bir okyanus, bazen bu minval bir merhabanın bile altın kadar değeri var!.. Bu yollar ya da böyle mimetik işler veya kumsalda radyal gövdeli temellerle, Ulysses, Swanlar'ın Tarafı ya da bir Manas Destanı bile yazmak olası... Mebrure Alevok üzülüyordur kabrinde, hali pür melaline!.. Romanın öyle bir ekseni var ki, tokat yiyende, işkence görende, hapse girende, ölen kalanda başına gelenleri kanıksayıp, hak veriyor artık, doğruydu, böyle olmalıydı diyor. Yinelemiyor üstelik, usanmasız tekerliyor. Siz hiç bu tür avatarlar gördünüz mü!.. Şark dünyası diyoruz ama bu kadarını gördüğümü söyleyemem, Ekabir Bey neler söylüyor yahu, şunu söyleyebilirim ama, Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi diyenin, vallahi de billahi de bir bildiği var!.. Kitap gece karanlığında avludaki kırıntıları atıştıran serçeden söz ediyor, fantastik roman olsa tapardım yazarına, ama dedikodu romanı bu yahu, fesi ters giydirecekse Bunuel'in Süleyman'ı ya da Bruegel'in Körler'ini karşımıza almalıydık!.. Şeküre'nin veletleri fazla yerel duruyor!.. Işık ırmakları gibi akan övgüye ne denir peki, Binbir Gece Masalları hazinesinden bir nebze bergamot otu mu... Şarkta yergiye yer yoktur dostlarım. Bu nedenle hala dört tekerlekli bisikletle, daldaki salıncaklar alır en büyük övgüyü... Peki durun, ben onu öldürmedim, tanrının meleklerine teslim ettim dersek katil olmaktan kurtulur muyuz, her şeyi bilen Frengistan diyarı bunu da bilir. Kitap böyle söylüyor. Osmanlıdan söz ediyor ama en çok Frenk sözcüğü geçiyor içinde, hangi saik, hangi dürtülerle ya Süleyman!.. Vladimir Barthol adını duydunuz mu, Hasan Sabbah'ı yazmış, çok yararlandım inanın, peki neden o kitabı beğeniyorum da, Benim Adım Kırmızı'yı okumak zül geliyor bana, neden, tarihi roman değil de toplumu aldatmaya yönelik bir feyk-yazın gibi duruyor kitap. Sonuçta bir ayağı geyik, yarısı maymun, boynuzsuz boğa, çift kulaklı yarasa, artanı tembel hayvan, gövdesi balık, karıncayı bile yiyebilen, bir tür insanız. Az gelişmişliğin birinci kuralı her şeyi sınırsız övgülere boğmak ve arenaya çıkınca kaçınılmazlıkla sonuncu olmaktır, kitap tanıtımlarına bakın, her kitap eşsiz ve her kitap olmazsa olmazımız. Az gelişmiş her halükarda, kibirlenecek, övünülecek bir şey bulur, bayağılığın saltanatında her daim görkemli gerekçeler yaratarak Platon'un mağarasında sonsuzca uyur. Az gelişmişe göre dünyada, her sorunun bir yanıtı kesinlikle vardır ama her yanıtın bir soru üretebileceğini anlamak istemez, o her zaman huzurla uyumak ister. Karanlık siyahsa, gündüzde beyazdır. Benim Adım Kırmızı türü kitapları okumak, samanlıkta iğne aramaya benziyor, bu tür yazına Kargo Yazın demekte olası, sevdiğinize bir ziynet eşyası göndereceksiniz, diyelim bir yüzük veya broş ama ambalajına bakın kargonun, her zaman küçük bir buzdolabı sığabilir, bu neden böyledir, ekonominin, basın endüstrisinin altın kuralları, envanterin kılı kırk yaran hesapları kitapları!.. Hukukta yasaları dolanmak diye bir kavram var, kapalı alanda tek başına tütün içen biri suç işlemeden yasağı çiğnemiş, suçu belirsizleştirmiş olur, kumar borcunu senede bağlayan biri, yasalarda yeri olmayan bir borca, meşruiyet kazandırmış olur. Benim Adım Kırmızı türü kitaplar yazın sanatını dolanarak takiye yapmış oluyor, bir kaç tarihsel ibareyi (Safevi, Herat gibi) sürekli yineleyerek güncel sayılabilecek bir anlatıma tarihsel sosla, hormon karıştırarak hile yapıyor ve okuyucuyu dolandırıyor ne yazık ki... Gerçekte bu yolla okurunu da ele vermeye kalkışıyor, -bunlar merak etmez nasılsa, üç boynuzlu öküz görse bakar geçer!- onun bilinçsizliğini, kül yutan bir kimesne olabileceğini sanıyorlardır ama sonuçta kendilerini ele veriyorlar ne yazık ki, gene de onlar masum ama, çünkü onlar biziz!.. Ve o her yerde!.. Şark kurnazlığını Kafamda Bir Tuhaflık'la pekiştiren yazarınız içinde bulunduğumuz toplumun bir ürünü olmakla, fasonizmin ve ucuz mal, yüksek fiyat ideolojisinin bizzat kurbanı olmaktan kendini kurtaramıyor, ödüllerde büyük gerçeklikleri saklayanlara veriliyordur belki de, Fakir Kene kutsanmalıdır ve tüm gerçeklik orada saklıdır, Büyük Birader'iniz Böyle Buyurdu Zerdüşt'e!.. İyilik meleği Tagore, sefaleti yücelten Necibe (Mahfuz) ve fasonizmle, doğunun karakterinin bizatihi ifşacısı ve keenlemyekun gözlemcisi olan, kuşbazınız yazar bile!.. Hayyı la yemut, bitiyor tanrım şükürler işte, kötü bir kitabın çevirisi, yazgısı bu ya, kendisinden daha kötü olamaz, bilenler bilir!.. Ama daha iyi olabilir, çünkü çeviride bu olanak var. Soyut ve somutun farkından söz etmiştik, sendeki somut olan benim olduğunda sendeki o şey artık yoktur, soyut olan benim olduğundaysa o şey ikimizde de varlığını sürdürür. Çünkü soyut yoklukla eş değerdir gerçekte, bu yüzden her yerdedir, somutsa kaba varlıktır ve biz onu yalnızca var sanırız. Somut algı dünyamızda yer edemez, kavramsallaşamaz, soyut ise salt kavramsaldır. Ben onu öldürmedim, tanrının meleklerine teslim ettim derken katil olmaktan kurtulur muyuz demek, somutu, soyutlamak, onu kavramsallaştırmak olduğu için, bilincimiz karışıyor ve usumuz bulanıklaşıyor doğallıkla, somutu soyuta bulayarak şeytanlaşmaktan vazgeçtiğimiz gün, kurtulduğumuz gün olabilir, tam soyut veya tam somut olmalıyız, tanrı bu yeteneği vermiş bize, ama karıştıralım diye değil!.. Öyleyse edebiyatta-yazında idealist olmayanlar bu işe bulaşmamalı, İstanbul Dukalığı diye bir laf vardı eskiden, kim bunlar, bu duyguyu taşıyanlar, elçiye niçin zeval olsun ki, sesli düşünmek Nisa'nın çocuğuna bahşedilmiş bir şey ne yazık ki, bu tür kolonyalist, benmerkezci ve hegemonik kalkışmalar Salierilik'ten öteye gitmeyen bir şey, edebiyat esnaflığı ödülde kazanabilir, ödüller bunun için var, kültür kurmayları arasına katılmakta büyük olasılık, endüstriyel çabaların bir parçası olmakta cabası, ama sonuçta kariden söylemesi; Gönül bağının rütbesiz eri, Pinkerton'un ponponlu (paralı mı demeli) askerisin!.. Yine de sürçü lisan ettikse affola, tanrı kalemi, onlar somutu soyutlayabilsin diye yaratmış. İşler karışsın diyedir belki!.. ... Değer mi, bir deneyin materyali, erlanmayerin elemanlarıysak!.. Kendimiz olmaklığın ayrıcalığını yaşayabilmek... İnsan, en çok düş kırıklığı yaşayan hayvan, en çok aldatılan. Ey ruh-i revanım, bir yaprağın ağaca tutunuşu gibi sevmek isterdim seni... Bu iki yüzlülük neye ki?..