13 Ekim 2017 Cuma

VLADİMİR BURKONY ve YAZIN ÜZERİNE SÖYLEŞİ






HANİ ASTOLİN- Kırk yıldır okur-yazarsınız, sonunda yolunuz bir roman -Vladimir Burkony- ile kesişti, yolculuk nasıl başladı, kendinizden ve romandan söz edebilir misiniz?..

ULUS FATİH- Başıboş büyüdüm ben, sekiz kardeşin en küçüğüydüm, çağırdıklarını dahi anımsamıyorum, eve gelmesem bile aramazlardı. Buna karşın köyde hiç bir tehlikeyle karşılaşmadan çocukluk yıllarım geçti, köylüler yılandan-çıyandan söz ederdi, hiç yılan görmedim, hala üzülürüm, bir kere tavşan gördüm, ama doğayla baş başaydım her zaman, öğle sıcağının bunaltısında, güneşin sesini duyabilirdim ben, yollar bomboş ve hep bir ıssızlık vardı, armut ağacının baharda bir türbe gibi açıp, som beyaza kestiğini gördüm ve büyülendim, arıların vızıltısı kutsal bir ayin gibiydi. Bağ evinin ardında, eğimli bir sergi yeri vardı, orası baştanbaşa papatyayla dolardı, güneş rengi sarı ve sonsuz beyazın buruk, tuhaf kokusunda bir küçük cennet, bir gün duvarın dibinde taşların arasında bir şey gördüm, küçük, mavi bir şey, kır sümbülü, açmış tek başına ve kimselerin gördüğü yok, bakakaldım. O anı anımsıyorum, o an benim doğadan zehirlenip, esrikleşerek, yıllar sonra dilimin çözülerek, gördüğümü anlatmaya, yazmaya, dile getirmeye kalkıştığım andır, bir tür elçilik inanın... Çökelez dağına gittik bir gün, kızıl toprak derler yere, dağın eteğine yakın, toprağı kırmızı oranın, bağların aralarında, siyah üzümler ve bir bağ evi. Orada sazdan örülü bir kafes var ve içinde bir keklik, çocuk dünyası işte, keklik bana o kadar olağanüstü bir yaratık gibi geldi ki, rengarenk ve okşanır bir güzellik içinde salınıyor, ansızın tanrıyı görmüş gibi oluyor insan. Uzatmayayım, o zamanlardan beri doğa aşkıyla yanıyorum ben, ne yazmaya kalkışıyorsam da, o günleri kutsamaktan öte bir şey değildir, bir düşün içinde geziniyorum hep...

H.A- Yine de yalnızca bunlar değildir sanırım, okuduğunuz kitaplar, gördüğünüz filmler, ne söylemek istersiniz, bugünlere gelen yolda...

U.F- Güzel bir soru derler ya, işte o, çünkü dediğim gibi, ben başıboştum hep, Denizli'ye okumaya gelmiştim, ama ondan önce köyde Kızıl Sultan Abdülhamit'e Yapılan Suikast, Gobi Çöllerinde, Büyük Kazak Göçü, Japon Baskını gibi kardeşlerimden kalan kitaplar gördüm evde, onlarında keklikten bir farkı yoktu, kapak resimleri bir çocuğu daima büyüler, başka dünyaların varlığını o kitaplardan seziyor insan. Denizli'de çok sinemaya giderdik, hatta çocuklar benim seçtiğim filmlere giderdi, çünkü ben zehirlenmiştim bir kere, meraklıydım yani, tiyatroya bile gittiğimizi anımsıyorum, Bir Delinin Hatıra Defteri ve Godot'yu Beklerken'i izlediğimizi anımsıyorum, Gogol'un yapıtını kendisi de Denizli'li olan Sadık Aslankara oynuyordu, bizde emeği olduğunu nereden bilsin. Sanat filmlerini de o zamanlar tanıdım diyebilirim. Köyde de film izlediğimiz vardır ama, Erol Taş'ı anımsıyorum, çok büyük bir aktördür o. İlginç bir anım var, Venüs sinemasında Garip Bir Aşk diye bir filme gitmiştik, Helmut Berger, Virna Lisi, tutku dolu, obsesif-takıntılı bir aşk, kadın dayanamıyor ve intihar ediyor, erkek siyah giyiniyordu, o günden beri siyah giyinirim, siyahı çok severim belki de. Denizli'de Ajda Pekkan'ın kaldırımda yanından geçtiğimi de anımsıyorum. Denizli gelişmiş bir sanat ve kültür şehriydi. O sıralar Sokrates'in Savunmasını okumuştum, on üç yaşındayım, kardeşlerim alayla karışık överdi. Victor Hugo ve Tolstoy'u çok okudum, sonra onlar çocukluk yazarım oldular yalnızca, yaşamı anlatan yazarlardan uzak durdum, Che Guevara o sıralar çok biliniyordu, İşçi Partisi konuşulurdu, evde Türk Dili dergisi vardı hala saklarım, çok nitelikli dergiydi. Sanat aşkı içime saplanmıştı sanki, o dünyaya aşıktık artık. Tanrı'nın evinde sürüp giden yaşamda, her daim değişen ve göz alan bir ışıkla baş başaydık sanki.
H.A- Nasıl yazarsınız, sanat anlayışınız nedir diye soralım?..
U.F- İnsan okuduklarının kopyasıdır. On dört yaşında şu şiiri yazdım; 'İnsan, insanoğlu, insanlar, insancıklar / Ki hepsi de bir acı yudum / Ana avrat, kız kızan, Merkür-Venüs, ay yıldız / Bütünü benim uydum. / Niçin kendini düşündün ey Neron / Puvatya, bil Vaterlo ve de Miryokefalon / Cihat için ey İslam, sonra da bahtsız haçlı / Karın için ey adam / Fistan, sutyen, sonra don!..' İnsanoğlunun boşunalığını, pek çok şeyin boşuna peşinde koşup, kendini-varlığını ziyan ettiğini düşünmüşüm sanırım. Köyde ay ışığında, dibekbaşı derler toplanma yerinde, Sarte'ı tartışan gençlerin arasında büyüdüğümüzü belirteyim, evde de o konuşmalara kulak verdiğimiz oluyordu, bir heyecan içindeydik inanın, kültür şoku içindeydim sürekli, kardeşlerimin tarih veya diğer mantık, biyoloji gibi ders kitaplarını da karıştırdığımı anımsıyorum. Auguste Comte'u o zaman duydum ama Hukuk Fakültesi'nde gene karşıma çıkmıştı yıllar sonra... Babam köyde kandile yaklaştırarak kitapları hecelerdi, çok severdim onu, okumaya doyamadan gitti bence... İstanbul'a geldiğimde, kitapçılarda, sahaflarda ayak üstü çok kitap okudum, hiç unutmam biri elime vurdu, tabi bıraktım kitabı, evde ne bileyim beş bin kitap var mıdır acaba, ama bütün kitaplarını para verip alan biri varsa onlardan biri de benim. Ne bileyim beş bin kitabı gözden geçirmişimdir herhalde alıcı gözle... Okumak körlüğe de yol açar ama, iki paralel doğru, sonsuzda birleşir!.. Yazmaya İstanbul'da öğrenci yurtlarında, pansiyonlarda başladım, kağıtlara yazıp, bir çantam vardı onun içine atıyordum, kendime inanmışlığım var, bu o değil ama, yazma tutkusuna bağlanmışlığım demeliyim, Nazım, Yaşar Kemal, Yunan Şairleri, Octavio Paz ve Alman filozoflarından etkilendim, pek çok yazar vardır ama bunlar önde gelen, Stanislav Lem örneğin, sonra Borges'i bize çok yakın buldum, ondan çok etkilendiğim söylenebilir mi bilmem, oysa Borges benim içimdeki kültürü dışa vuran biri gibi geldi bana, kendimi onda buldum, çünkü o doğu kültürüne çok yakın bir isim... Nobel verilmeyişi bu nedenle, doğu kültürünün ululanıp, göğe yükselecek olmasını istemiyor çağdaş dünyamız, Yaşar Kemal'e verilmeyişi de aynı nedenle, bu komik gelebilir görüş olarak, ama şunu unutmayın ki, büyük savaşların bile kraliçenin kişisel arzusuyla örtüşen nedenlerle başladığını tarihler yazar, nefret ettiği uşağı Galiçyalı olduğu için sefere çıkan kralda vardır. Gerekçenin tamamı Grekçe yazılmıyor kısacası!.. Yaşar Kemal ve Nazım'dan etkilenmiştim ağırlıklı olarak, Paz, Borges, felsefe, bilim kurgu karışımı olarak sürdürdüm yolculuğu, sinema yazmayı etkiler mi, Tarkovski benim efendilerim arasındadır, ama yolda bulduğunuz bir kağıt parçasında gördüğünüz kıssa hepsinden etkileyici olabilir, Ben-i Ahmer'e Ağıt diye bir şiir yazmıştım, kahvede yere düşen bir gazete sayfasından esinlendim onu... Sanat anlayışım sonsuzluk ve bir gün artı hiçliktir. Parçalı gerçekliğe inanırım, kutsal kitaplar olağanüstüdür benim için, Marki de Sade'ı merakta ederim ama ve bilim teknik dergisini kırk yıldır aralıksız okurum.

H.A- Kahramanların kimlerdir, neyi anlatmak istersin?..

U.F- Belli bir amaçla hareket etmem, doğaçlama anlatmayı düşünürüm, otomatik metin gibi, Aleksandros Matsas'ın, Manzara adlı şu şiirini çok severim;
'Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından. '
Burada olduğu gibi, bir kaos düşlerim ve umarsızlık içinde yüzdüğümüzü anlatmak isterim ama bu bir genelleme amacını taşımaz, bu konuya dikkat çekmek isterim, bir olasılık olarak yani, herkes gibi düşünürüm ve herkesin her şeyi bildiğini bilirim, yazarak işe yaradığımı hayal ederim, naçizane bir düşünce, Rasputin, Raskolnikov, Jean Valjean gibi kahramanlarım yoktur, ama Katip Batleby'yi okudum Herman Melville'in, o kahramanım olabilir çünkü az önce söylediğim nitelemelere uygun, bir olasılık olarak dikkat çekmek istediğim görüşe uygun bir kimlik o, ama gene de kahramanlar diye bir saplantım yok, Don Kişot bir roman olarak ilgimi çekebilir ama kahraman olarak ilgimi çekmiyor, çünkü bana bir mizah öyküsü gibi geliyor o, gerçekte düşüncelerime uygun ama yazın dediğimiz şey bir biçimdir, dildir, anlatım tekniğidir, bir trajedi olarak düşünülen şeyi komedya olarak aktarırsak okumak istemem, bir komedi trajedi olarak aktarılıyorsa da ilgimi çekmeyebilir, yazın bana göre anlatımın insanı sarıp sarmaladığı, ruhumuzu tutsak edebilen, bir destan olmalıdır. Destan abartılı belki ama can alıcı bir öykü diyelim o zaman, şuna kesinlikle inanırım, hayatı anlatmayın bana, onu zaten yaşıyorum ben, başka yaşamları da anlıyor olabilirim, düşleyebilirim... Öyleyse derdim nedir, gerçekte Katip Bartleby diye biri yaşamadı bu dünyada, ama o yaşadığım dünyanın içinde beni en çok sarsan insanların başında geliyor, neden?... Yazmak, Bartlebyler yaratmaktır, şu ya da bu biçimde, fark etmez...

H.A- Vladimir Burkony'ye gelelim mi?..

U.F- 2001 yılında gazetenin birinde bir haber gördüm, kısacıktı hala saklıyorum kupürünü, Ukraynalı bir kemancı işsiz kaldığı için, Antalya'da intihar ediyor, işinde seçici olduğu söyleniyor, dramatik bir durum. Haberlerin masa başında yazıldığı bir çağdayız, haber küçük ama dramatize edilmiş olabilir ama dünyamız illüzyonlar çağında, her şey böyle, manipülasyon ve algı dünyalarımız yönetiliyor. Gerçek sanal, sanal olan da gerçektir diyebiliriz artık. Bu haber doğallıkla beni çok etkiledi, yukarda sözünü ettiğim görüşlere uygun bir durum, eğer bir roman yazacaksam bu Vladimir Burkony olabilir ya da olmalıydı, tam on altı yıl bekledim, bir Vladimir Burkony'de benim yani!.. Sonunda tanrı yüzüme güldü, o inançsızları çok sever, yoksa cennette kullarına yer kalmazdı diyende var biliyorsunuz, romanın girişini ve Kendine Ait Bir Oda'yı buldum günün birinde, 666 sayfa yazmışım nerden bileyim, 250 sayfa yazsam roman bu derler hiç olmazsa diye düşünüyordum, o sayfaları görünce bütün o büyük romancılara şaştım çünkü iki katını yazabilirdim daha, büyük yazarları biraz punto canavarları olarak algıladım o an, şaka bir yana 66 günde yazdım kitabı, Einstein der ya hani 66 yıl artı 1 saat, onun gibi. Kitap çıkarmıyorum pek, blog yazarıyım ben, okuyanda pek yok zaten, ama merakım onu yayınlamaya doğru sürükledi, durum bu işte. Kitap Bartlebylerin versiyonu, Don Kişotların, Aylak Adamların, Homongolosların, Stalkerlerin ve yukarda anlatılanların tümünün gizil bir geçmişidir belki, illüzyon yani. Büyükada'da bir Beto var, sürekli inliyor, dur duraksız, o bile var romanda... Ukrayna'yı ziyaret etmek istiyorum, Vladimir Burkony'e büyük saygım var sonuçta, yaşam ve ölüm birlikteliği evrenin gizlerinden biri ne de olsa...

H.A- Son olarak ne söylemek istersiniz ya da şöyle diyelim ne sorulmasını isterdiniz?..

U.F- Her şey ve hiç bir şey!.. Çalışıyoruz, çabalamalıyız. Ne yazık ki yazmakla bağlantılı bu önerim!.. Şiir manifestosu bile yazdığıma göre, eksikleri tamamlamak amacıyla yazıyorum, kendi dünyama göre tabi, çevirilerim var, yayınlamak isterdim, bilim kurgu tarzında şiir amaçlıyorum, yazdıklarım var, Odysseus diye bir roman yazmayı düşünüyorum, otomatik metin tarzında, insan bin yıl yaşasa işini gücünü gene de bitiremeden gider bu dünyadan, hatta Vladimir Burkony gibi kestirip atabilir de, şiirsel bir geniş kapsamlı yapıt üretmek, bilim kurgu romanı gibi bir şey yazmak hep düşlerin içinde, Tanrı'nın romanını yazmak bile isteyebilirim, çünkü önlem amaçlı bir yararlık sağlayabilir veya şeytanı anlatmak, yazmaya kalırsa, yazmak yaşamak yani!.. Ben teşekkür ediyorum.

  H.A- Bende teşekkür ederim.







3 Ekim 2017 Salı

VLADİMİR BURKONY / Ulus Fatih / Roman / 666 Sahife / Cinius Yayınları.


                         
Her insan bir kütüphanedir...
47 yaşında, düş kırıklığıyla sona eren bir yaşam; ama imgelemde uçsuz bucaksız bir hayatın romanı... Bilimin, sanatın ve yaşamın amansız bir eleştirisi...
...
''Vladimir Burkony bir müzisyendi, geçmiş yıllarda; 'Ural Birliği'nin dağılması sonucu, ortaya çıkan parçalanma ve ekonomik kriz ertesinde; Ukrayna'dan ülkemize göç etmek zorunda kaldı. İyi bir eğitim görmüş ve kemana gönül vermiş biriydi.  Durumu iyileşecek, geçim noktasında bir birikim edinecek ve ülkesine geri dönerek,  derin araştırmalar, besteler yapmak ve akademik çalışmalarla, müzik tarihine katkılarda bulunmak istiyordu...
Ama düşleri gerçeklere yenildi ve ne yazık ki, bar ve pavyonlarda, ucuz işler, öylesi şeyler diye niteleyebileceğimiz ortamlarda yıllarını geçirerek, gün geldi umudunu yitirdi!..
Sanrılara kapıldı ve içine düştüğü karaduygular tüm bedenini ele geçirdiğinde; bir gece yarısı canına kıyarak, bu dünyadan ayrılmayı yeğledi.
Bu kitap, çağımızın 'Umutsuzlar Parkı'nda, kimselerin görmediği ve sessizce geçip giden, kimi canına kıyan, kimi yarı yaşar, köprü altlarında, sağda solda ömrünü tüketen ve tanrının düşünmekle, idealist ülküler peşinde koşmakla cezalandırdığı insanların; hepimizi dehşete düşüren, trajik romanıdır...''

3 Ağustos 2017 Perşembe

TOPLU ÖYKÜLER II

ANDROMAK

I
  Andromak, tırmandığı tepeden, hafif yelde karların uçuştuğu çam ormanına baktı. İçinden geçtikleri köylük, uzaklarda karın altında uyukluyordu. Keşiş Rusalem, üç gün önceki panayırdan kalan son ekmeği çıkardı heybesinden ve ikiye bölerek yarısını Andromak'a verdi. Andromak, ikiye bölüyorsak, biri sana biri bana kalmaz mı dedi! Keşiş ya üç kişi olsaydık nasıl paylaşırdık diye yanıtladı. Andromak, dörtlü sistem, onlu sistem diye mırıldandı. Keşiş onlu sistem kimbilir nasıl aşılacak diye düşündü.

  Önlerindeki gök suyu geçtiler. Buz öbeklerinin yüzdüğü kolu geride bırakıp, karlı vadide iki yanı yüksek kayalarla çevrili boğaza geldiklerinde, ilerde, sürüyle akbabanın guğuldaşarak birbirlerinin üstüne çıktığını görünce, oraya yönelerek, ölen şeyin ne olduğunu anlamak için hızlandılar. Bir genç kız ölüsüydü bu ve cesetin yalnızca güzel başı kalmıştı. Güzel baş keşişe dönerek: Adım Hippolyta dedi!..

  Andromak boğazın derinlerindeki ilk sapaktan döndüğünde, gümüş gibi parlayan yüzüyle, ak başlı, balık vücutlu, yüzüyormuşcasına kıvrılıp bükülen bir yaratık çıktı karşısına; yaratık onları görür görmez, topuklarındaki minik kanatları birbirine vurarak, tepedeki koruya doğru uzaklaştı.

 Keşiş yürüyordu ve Andromak'a çok uzaklardaki sessiz tanrılar ülkesinden, orada bir adadaki kız kulesinden ve kulenin dibindeki iğde ağacının altında uyuyakalan prensesle, insan başlı keçiden, içerideki küçük mabetteyse, sese tepki verebilen altın bir buzağıdan söz ediyordu...

II
  Perilerin uyluğundan dökülen pullar gibi yağan karın altında, tatlı bir yorgunlukla uykuyu özlüyordu Andromak, Akheron'un kıyısında, palamut gözlü, kıvırcık saçlı yarı tanrılara el sallayıp -gülüşerek, kuş avlayabilen örümceklerin bulunduğu mağaranın ağzına geldiklerinde yavaşça içeriye girerek, uyuyakaldılar...

  Düşlerinde, sayısız kır hayvanıyla, inci bilekli, ceylan ayaklı nymphalar elele dansediyorlardı. Ortada yanan ateşin içinden, birer birer fırlayan, gözleri maskeli, Apollon gibi erkek güzeli satyrler, hemen oracıkta nymphalarla birleşiyor ve garip iniltilerinin süslediği, betimlerle dolu kıvrak danslarının gölgesi, duvarlarda tuhaf salınımlarla gezinerek, bir süre sonra ansızın yere düşüyorlardı.

 Andromak ve keşiş sabah uyandıklarında, mağaranın taş zemininde, hâlâ genizleri kavuran bir dumanın hâleler çizerek tavana yükseldiğini ve incecik bir külün, yosunlu taşlara sinmiş belirsiz lekesini gördüler... Andromak cesaretle adım atıp, Marsyas dövmeli ayakkabısıyla küle bastı ve tiz bir çığlıkla, minik bir kırlangıç fırladı külün içinden. Mağaranın ağzından sızan ışığa doğru yaklaştıkça büyüyen kuş, geniş kanatlarıyla havalanıp, renkten renge dönüşen gövdesi ve duvarlarda yitip giden sesiyle 'bir Anka gibi' sağa sola çarpa çurpa uçtu gitti.

III
  Çamların dallarında, yanıp sönen karların, kış güneşiyle bezeli oyunlarına bakıyordu Andromak... Keşiş, kar kürelerinin, değişen yer çekimiyle, dallarda aldığı biçemin geometrisini arıyordu bilincinin derinlerinde. Çamlarda ipek ötüşlü, iricil kuşlar dolanıyordu. Metalik bir parıltıyla uçarak, gökte yer değiştiriyordu kralın sincapları. Sihirbaz demirci, her on dört günde, taş ve demir aksamlı uçabilen sincaplar armağan ediyordu krala!.. Andromak demek ki Epir'e yaklaşmışız dedi. Uçan sincaplar ülkesiydi Epir. Keşiş, ikindiye doğru, baygın kokulu, gür sarı çiçeklerin dolup taştığı bir bayıra gelince, Zeus'un amansız kışında, çiçeklerin nasıl açabildiğini sordu Andromak'a... Andromak, gökte parlayan yıldızı göstererek, düş görüyorsun dedi keşişe, çiçek yok, kar var ve karın ışık rengindeki yabanıl dökülüşleridir bunlar. Keşiş inandı ve uzaklardan gelen bir atlıyı işaret etti ona... Gelen bir tanrıydı, balina gövdeli bir yarı insan, yarı attı. Tanrı hışımla, kırbacını gösterip gülerek, tümüyle som altından olduğunu kanıtlarcasına parıldayıp, kırmızı kuyruklu yüzlerce sülünden oluşan ordusuyla, fener alayı gibi geçip gitti.

  Andromak yorgun ve şaşkındı, ilerdeki koyağın arkasına dolanıp kayalara yaslanarak, düşüncelerinin derin uykusuna daldı. Keşiş uzaklara bakıyordu...

IV
  M.Ö 600'de, Andromak, Epir'e geldi. Kentte demircileri dolaştı, varoşlara girip çıktı, agoraya uğradı. Delphoi'de uyuyakalan çocukların meselini dinledi, odeonun taş merdivenlerinde izleyici oldu, Atena'ya geçerek, Akropol sırtlarında, liriyle mürenleri çağırdığı söylenen çobanı alkışladı, kentin ortasındaki ünlü bulvardan Melankoia'ya doğru yola çıktığında, keşişle birlikte sekiz yüz yıllık gezilerinin sonuna geldiklerini anladı... Masallarda anlatılan altın yolun bitimine kavuştuklarında, yalnızca oturan, sessiz tanrı Uranos'la karşılaştılar. Bedensiz ve ateş gücünden başka bir şeyi olmayan Uranos'u görünce, ikisi de biricik ve sonsuz olan 'tek gerçeği' bulduklarını düşündüler; Uranos, düşlerin varlığıydı ve devinimsizdi!.. Titreyerek; (varlıkların düşüymüşçesine) "Zaman yok, hiç birimiz yaşamıyoruz" diye haykırdılar...

V
  Kız, doksan dördüncü sahifede gözleri ağırlaşınca kitabı kapattı! Kandili üflemek için ayağa kalktığında, o ana dek sessiz duran öteki de kalktı!.. (çift gölgeli başı göründü) ve birbirine bağımlı ama aynı zamana bakışan, iki ayrı gerçeklikle kandile üfleyerek, uyuyakaldılar...




VULVACORTAZAR

 ‘Güneş göllerinde yüzüyor, Tarık ile Diana’m / Buzdan kafeslerde yaşayan Samanyolu leoparı / Ve Neptün’de serçeler kanadını okşuyor Budjak’ın. / Her sabah kollarımızı açtığımızda İsa oluyoruz / Tanrı aramızda oturuyor ve tüylerini yalıyor leoparın / Zamanın kuzeyden geldiğini söylüyorlar / Elektronik serapta canlanan anılar / Ve işte neon ışıklarında beliriyor teyzem / Arayış ne güzeldir sayısız varsayım olasılıklar / Gece vakti altın anahtarın kilidimde şıkırdıyor / Buz tutmuş ateş ve gözlerden oluşan ejderhalar. / Zaman yelinde geçen yıllar ve sonsuzca beklentiler / Bizi yakalayan bakış / Kuğu tüylerinin atomaltı dengesi anileyin / Hamile bir kadına dönüşen burnumdaki gölgeler / Denizin sırtında adaya gittiğimiz gün / Cantor kümeleri, doğadışı gerçekler. / Kanatlı ceylan soylu karamsarlığın simgesi / Yer çekimini durdurabilen Lezgi / Ölü Toronto, bizon kılıç, at İskender / Rabat’ta çoğalan sütler / Ve deniz ifriti… / Güneş çöllerinde gülüyor Tarık ile Diana’m / Reenkarnasyonal tavırlar / Tanrıya yaklaşabiliriz ama asla dokunamayız diyor Zeus / İnsan bir bilgisayar. / Avcının astığı kuş / Ceres’te yürüyen canlı, Satellit. / Çembersi olan; tanrısız evrenin ürkütücülüğü / Ve gezegende kelebekle kilitli kalan bir kelebek ne yapar / Menandrolar ve nemfomanlar yaklaşıyor işte aleluya / Gece vakti altın anahtarın içimde şıkırdıyor / Uzakta Sirius doğuyor, güneş batıyor, evrenler usulca çarpışıyor. / Anılar…’
 Biz tepedeydik… Pencereden aşağı baktığımda, kentin tüm ışıkları, sözde uslu bir gezegenin endüstriyel yadsınçları gibi yanıp sönüyordu. Benim, senin tenine olan sevdam, varlığıma, varlığımıza ve varoluşlarımıza olan kuşkum-tutkum getirmişti beni oraya, daha anlaşılmaz bir sürü garip duygu içindeydim biliyorum. Orada bulunuşum, yaşamımın ve yaşamın her anından bir parçasının gerekçesini, gereksinmesini ve kendiliğinden oluşumunu taşıyordu.
  Yalnız kaldığımızda, hemen yanına sokuldum. Az da olsa bu alışkanlığın deneyimlerini edinmişti ruhumuz. Ve sen, sürgit anlatmaya başladın; O herkes için kendi kraterinde, sonsuzlara dek patlamasını sürdüren, sönen, direnen, teslim olan -olmayan- ve yaşam denen, o vefasız yosmayı!..
Sonra duyumlarımızın, yeryüzündeki tüm nesnelerden öne geçtiği saatlere geldik. Sen hâlâ anlatıyordun ve bunların ayırdın da olmak istemiyordun. Bense bildiğimiz, ama düşüncelerimizin nedense bizi -harı- içine sakladığı, o duyumların, artık kaynağından çıkmasını, akıp akışmasını ve bir akrep gibi gözlerde ölüşüp-doğuşmasını istiyordum. Aynı şeyi isteyen, ama aynı eylemselliği barındıramayan iki düşünce, karşı karşıya ve belki de çatışma içindeydi kim bilir…
 Aradan yıllar geçti. Ben, o gün senin, küçük, hangi kral ve kraliçelerin, ölümün güzel bahçelerinde hüküm sürdüğünü bilmediğim, en büyülü, en gizil yaşamların, yaşanılırlığı içindeki; arı bir tomurcuğu andıran tümülüslerini, biçimli piramitlere benzeyen idollerini, mermer toroslarını okşamıştım, hem de saatlerce, hem de sabırla…
 Kral ve kraliçelerin uyanacağından kuşku duymaya başlamıştım, gizil yaşamların olamayacağını düşünüyordum ki, senin ırmakların, birden büyük bir gürültüyle çağlamaya başladı. Şaşırdım, korktum ve hızla kendinden geçme evresinin basamaklarına doğru, yitmeye başladığımızı düşündüm.
O sıra saydam sular, alevler içinde toynaklı atlar, sonsuz bir soğuklukta kaynayan titansı topraklar, katı ıssızlığın ortasında yeşile kesmiş; uçsuz bucaksız buzullar, gökadalar, yıldızlar ve tanımı olanaksız kalabalıklar; insanlar, insanlar, insanlar ve sonsuz çeşitlilikte, kaplanlar, filler, sürüngenler, Boschlar, yani senin anlayacağın, bir canlı denizinde yüzmeye başladım.
 Şimdi yıllar sonra, bu tür bir sanrıyı, pencereye doğru uzanışımızdaki, kentin ışıkları mı sundu bize, o mu aldattı bizi, yoksa artık senin çıplaklığındaki -erleyik- dünyanın en güzel iki volkanik dağından, aşağıya doğru inerken, koyakların bitti diye düşünüldüğü yerde, birden gizemli bir derinliğin, tarih öncesinin mi, sonrasının mı belli olmayan, ultra doğal ve bir o kadar yabansı mağara ağzının, kırk haramilere açılan, büyücül kapaklar gibi -kızıl ötesi ışıklarla yanıp sönmesi mi- beni bu yaşamlar üstü sanrılara itti bilemiyorum…
 O gün doyunçlarımızın, var olmaya ilişkin evrensel devinimleri, -gerçek miydi- onu da bilemiyorum, hatta şu anda, anımsadıklarımla, anımsamadıklarım, o günün içinde, öylesine bir kozmik yumak oluşturmuşlar ki, -hiç bir şeyi- ne tam olarak anımsayabiliyorum, ne de anımsayamadığım tek bir şey var o günden!.. Belirsizlik, anımsadıklarımla birlikte, us denizinden akıp gidiyor, yalnızca o kadar…
 İşte orada, zamanlar sonra birbirinin içine çöken iki ayrı dev, tinsel ve maddesel olmanın sınırsız çelişikliğinde, birbirinde erimeye karar veren, iki ayrı göksel varlık gibi, ölümsüzlüğün paradoksal uykusuna ulaştığımızda, biliyorduk ki artık, bu ölü bedenlerin, en umulmaz, en beklenmedik iki noktası arasında, o küçük devlerden, o göksel varlıklardan, yeni ve sonsuz bir evren doğuyordur ki; bu tüm bilgilerimizin, tüm tozanlarımızın, tüm varoluş biçimlerimizin üstündedir.
  O en güzel, en sonsuz olandır.
  O, ‘Yaşamdır’ doyamadığım…



KSANTİPPE
 'Salınırken ey sevgilim, bereketli hilâl gibisin, omuzların buzağıların tüyleri gibi yumuşak, göğsün bulutlar gibi köpüklü; her adımında sanki gülüşüp oynaşıyorlar. Ah öyle ki, yol ortasında yanan dilim, çölde bir vaha bulmuş gibi, bengi suyundan içmek istiyor...
 Canım seninle, denizin bakışları, ceylanların haykırışlarıyla sevişmek istiyor. Ellerin öyle güzel ki sevgilim, ak kuğulara benzer. Parmakların minik balıklar gibi, sana tapıyorum, seni seviyorum... Dişlerin deniz dibinde mercanlardır. Yanakların çocuk yanağı gibi; gözlerini gözlerimle öpsem, geceler boyu bedenini, ak tenini düşlesem, yüreklerin yazgısı, birleşir mi diyorum.
...
 O gece dudaklarımla, sümbüllerini kokluyor; çiğdemlerini okşuyor, omzunda tüyler gibi gezinerek, erguvani ağzından, aylı okyanusların balsuyunu içiyordum.
...
 Kollarım canını avutuyor, manolyalarını uyutuyor, gecenin yarısında sağrısından inerek, gizem dolu koyaklarına, mağaralarına dalıyordum; sonra ceninler gibi kıvrılıp ölüşüyor, erişilmez, uzaklar uzağı diyarlarda, apak, masallar ötesi bulutlarda, düşlerin düşlerine varır gibi oluyordum!..'

 Kar yağıyordu...
Baktria’da gün bitmiş, akşam alacasında uyukluyordum. Aşağıda taş yolda, bir gölge belirdi, kar tozanlarının içinde süzülerek; yukarılara doğru geldi. Ahşap penceremin aralıklarından onu gözlüyor, tahta basamakları çıkarken sesini duyuyordum.

 Gelen Ksantippe’ydi!..

 Günlerdir adını anıyor, arzular içinde kıvranıyor, çıldırtıcı bir özlemle onu sayıklıyordum. Hafifçe kapıyı tıklattı. Kollarım havada, ürküyle, korkuyla, coşkuyla kalakaldık ve sonra öyle bir sarıldık, öyle bir kenetlendik ki; fesleğenler, reyhanlar, safranlar doldurdu odayı. Öyle buruk, öyle içli, öyle derindi kokusu...

 Aslanın pençesinde sürüklenen bir av gibi; arkalara sürükledim onu. O bildik hasır yatağa, tuğlu mısır dalları gibi devrildik. Odadaki yeryüzü yemişleri, üreme coşkusunu kırbaçlıyor, tavandaki mor salkımlar, kösnü uyandıran mayhoş, kekre bir koku yayıyordu.

 Büyülenmiştik...

 Saçlarını saçlarıma doluyor, sağrısını öpüyor, içliklerinden sıyrılırken, dudaklarının ateşini ağzımda söndürüyordum. Parmaklarını okşuyor; topuklarını, baldırlarını seviyor, kanatlı kuşlar gibi, sanki bulutların üzerinde geziniyordum.

 Çayırlarla dolu bir vadiye geldim...

 Pınarlar ışıldıyor, oğlaklar otluyor, sisler içinde, gümüş renkli bir flütten, derin bir musiki yayılıyordu. Bir çoban mırıltıyla, arzuları kışkırtan, esimle yeryüzünü dolduran ezgiler çalıyordu. Çiçeklerle, benekli böceklerle dolu, gonca kokulu bir yoldan yukarılara tırmandım. Defnelerle, yıldızlarla süslü, ay görümlü tepelere vardım. Masallardaki güzelim, sevecenlik bağışlayan, gümrah kulelerin yamaçlarına uzandım...
Yorgunluğum arttıkça coşuyor, gökadalarda koşuyor, bal dolu gözelerden kana kana içerek, atlıların dörtnala geçtiği dağ yollarından, çamların, kozalakların gölgelediği yarlardan sekerek, tüllerle gizlenmiş, sisli, binbir gece endamıyla perili bir boğaza varıyordum. Kıvrımlarında satirler geziniyor, siyah zülüflü, gizem dolu nimfalarsa uçuşup kaçışıyordu.

 Egzotik çeşnilerle, soluk alıp-verişlerle yutkunarak; dilimin, gören gözlerimin yandığını duyumsuyordum. Ellerimle çabaladım ve yukarılarda sureti Dünyazat'dan güzel bir göle vardım. Çırılçıplaktım, daldım, yüzdüm, oynaştım!.. Kırk haramilerin mağarasını aştım. Güneşte yanıp sönen, sürmeli, altın pullu balıklarına ulaştım. Kirpiklerin arasında doğunun hazineleri gibi parıldıyordu.

 İnci gibi bakınıp, arzularla kıvranıyor, parelerle bölünüp, için için yanıyorduk!.. Birden şimşekler çaktı, sanki yıldırım düştü!..
Anladım ki, Ksantippe alevlerle tutuşuyor; 'Geceleyin, altın anahtarın içimde şıkırdıyor' diye haykırıyordu!.. Gümbürtüler içinde; buz alemlerini tanır, son iç çekişlere varır gibi olduk, eriyip solduk.

 Karanlığı döllüyorduk!..
...
 Sabahın loş aydınlığı gözelerden sızdığında, bedenlerimiz ışık demetlerinin içinde tuhaf işaretler, minik, sessiz gölgeler gibi kıpırdıyordu. Pencereden, Baktria ovalarına baktığımda; uçuşan kar kelebekleri nasıl bitti, zaman nereye gitti anlayamadım... Ve Zeus'un sevdası, sonsuz güzelliğin aylası, gül açığı harmanisini giydi; tahta basamaklardan indi, taş evlerden, avlulardan süzülerek, bir daha döner mi bilinmez, -yeryüzü yaşamının içlerine doğru- yitip gitti...




KASSANDRA
                                                “Aşkın kitaplara girmesi tek umarımızdır,
                                                  yoksa başka bir yerde yaşayamayacaktı.”

                                                                                        Max Horkhaimer

 'Kalkhedon yakasına günaydın dersen, yeşil gözlü bir güneşin olacak, üç vakte kadar onu göreceksin, gül parmaklarıyla sana ışıyacak, ona de ki, Altın Post'a giden yolu geçeyim mi, yoksa burada, defnelerin altında mı beklesem...'

  Mahpeyker bir sevgili gecede yürüyor, cansiper ve peri. Fatehpur Sîkri'nin zümrüdî mimarisi, susuz çöllerin Sürre alayı ve Hicaz gölgesi!.. Benim gecelerimi kimselerin görmediği bir ufuk aydınlatır, gündüzlerimde Emel Denizi'ne sürüklenişim bundandır diye, şarkı söylüyor biri. Şehinşahım, payidarım, gönül tacım diye iç çekiyor. Bilip bildiririm ki, o irem bağlarındaki elim, o ilim, o dilim, dünya ve ahret de bile sözü edilmeyecek melâlimdir. Ey anılar trenindeki Klezmer ezgileri, ey Kani Mesa'daki minik güneşler, ey gecede büyüttüğüm dolunay, ey pınarlar diye ekledi... Karanlıktı!.. Ey ölüm, bütün sevdiklerim öldü, yapayalnızım. Onlar orada ve bir aradalar, yalnızlığıma ağlıyorlar. Sana kızmıyorum, küsmüyorum, beni onlardan ayırdığın için ağlamıyorum. Çünkü beni onlara kavuşturacak olan yine sensin...
  Kassandram, ey sularda yürüyen Ankam, ey sessizliğin sesi, yüreklerin süveydası, ey leylâm, ey süheylâm diyenler, gölgelere girdi, bir bir eridi. Barış, doğal ölüm. Aşk, tinsel karanlık!.. Ey denizlerin kelebeği, ey dışbükey biçimlerin sentetik grameri, nöron uykuları, ey yürekleri sömüren zaman, ey kader, keder ve ey laedri. Burada, salkımların kokusu, üzünçle gölgelenen çöle açılır, Sezar'ı göremeyiz, çünkü; geçmiş zamandır. Silyon feneri, And dağlarında üflemeli çalgı gibi öten kuş ve ey yok oluş.
Tanrı şiiri yaratmak uğruna seni yarattı diye haykıran kuzenim. Ey Flaman göğü, tinler ormanı, ey zincirli kölem, ey Prevezem, Navarinim. Puhum, pusum, sülünüm. Ey Uranus'un kollarında pare pare ölüşüm... Sümbülden biri çıktı güzeli arıyormuş, bir yaz günü, bir güz yaprağının altındadır o demişler, uçmuş, güz gelmiş, o kar tozanındadır demişler, kış gelmiş, o bir bahar çiçeğinin dalındadır demişler ve bahar gelince, o yaz başağının salınışındadır demişler. Irmak perisi ağlıyordu. Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum diyenler vardı. İncilim. Ey Emod yulfone'm. Ey göze inandırılmışım, kefenlenip, canlandırılmışım ey. Ey yittiğim gezegen, doğduğum vulva, İsagojiler yazan İsagoji, ey Meryem, ey "Doloris medicinam a philosophia peto" dediğim, ey zindan çiçeğim, ey çocuk Muhammed, ey Kaddaficik, ey Hasani Harakanim.
  Ey Ihşidim, boynumda cennet anahtarıyla ölümlere geldiğim, ey nur yüzlü Sur, kanla çiftleşen, ey Selçuki bir ölü dirilten, altın ağızlı Yuhanna, kutupçul çiçeğim, ey Suriye'den güzelim, Pers çiçeğim ey, Mezopotamya gülüm, at nalı yengecim. Gönüller hırsızı Hermes'im. Kuyruklu yıldızın kuyruğundaki gemisin sen. Ey ruh ikizim. Ey İlyas'ın üzüm salkımları, mor Yakup, ey ayağın öpen. Kuş ortaçağda var mıydı. Ey solgun yeşil düşüncelerim. Ey sessizlik, su sümbülüm. Aslan körfezine bakan Kordofanlı zencim. Ey resullerin sözleriyle çoğalan. Mars ufuğu. "Bir, iki, üç, dört, beş / balık tuttum / altı, yedi, sekiz, dokuz, on / onu bıraktım."
Ey lezbiyen simülasyonlar, kuş yüzlü kadın. Ey yaban incirim, ey Himalaya sedirim, leylandim ey. Gelde evrenin derinlerindeki iç çekişimi, kanla doyurulmuş geçitlerden geçişimi, ilkçağ kuşları gibi pençelerimde eriyişini gör. Haykırdım mağaralara, uçurumlarda ki yağmurlara sordum, iç çekişlerim yıldızlara vardı. Gelmedin. Minik dişi ölümlerdin, göklerde kanat çırpan deniz, altın sağrak, demir rüzgâr ve arı konaklarına girdin. Bir kelebeği gezdirdin ve bağırdım sana; et ve kanım ben, sense tunç ve taş, yenilgi kaçınılmaz. Aşk ipekten bir ipte koşmaya benzer kanatları olan kazanır.
  Ey felekler sistematiğim, günahtan kurtulmak uğruna günahkâr oluruz dediğim. Ey Kolophonlu Homeros, Annales okulu, ey Tetis denizim, tanrıların vurulduğu çarmıhlarda; hazin gölgelerinden geçtiğim. Ey kısrak soluğunda gezen gnostiğim. Atların atası Hipparion, ey arısız bal veren kamışları bulan, ey tarihte özüne sayfa ayıran. Ey Amarna. Yer yuvarı nükleidinin periferisi mağmam... Okumak bilinmeyeni çoğaltmaktır Maria'm!..
  Giyotin ki erguvandan güzeldir. Zebra bir tanrının altında kanla çiftleşir. Ben kendimi özlüyor ve minelerle kaplı kabuğumdan çıkmayı düşlüyorum. Kumsalı görüyorum, sayısız kum tanelerinin her birinde tanrının saklandığı, uçsuz bucaksız kumlar, içli, sızlatan bir müziğin eşliğinde, tozlar içinde, ışıltılı, helezonik yükseliyorum, yukarıya doğru kabarcıklar gibi; onlarla birlikte dans ederek, gülüp eğlenerek süzülüyor, kanatlı mırıltılarla şarkılar söyleyen, bir periyi özlüyorum. Buluttan buluta atlıyor, ince saydam kanatlarıyla solgun bir kelebeğin ipeksi yumuşaklığında; yine kelebeğe dönüşüyorum, tamtamlar çalıyor, dalgalar, danslarla alt üst olurken, bir peri olduğumu duyumsuyor, kumsala doğru yaklaşıyor, süzülüyorum. Ve müziğin sonsuzluğunda mırıltılı, ışıltılı ve ince bir kum halinde alçalıyor ve helezonilerle kabuğumun içine girerek, görüş ve dalgaların beni uzaklara savuruşunu, ufuklardan ufuklara uçarak, kabuğumun içinde salınışımı izliyorum. Kan içinde kalıyorum, sonra Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp, çıkar bir yol bulamaz diyorum.
 
 Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. Ben tek düze duvarlarla örülü bu taşlı yolda, kinle, nefreti, özün kamburuyla, iğrenmeyi unuttum. Şu ki, kindarlık ve nefretle, tiksinç olan bu kara, iç sıkıcı duvarların, çınlayan dolambaçların kıvrımları yazgımdır benim. Yüzyılların sonunda, gizli taş büklümlerin, büküntülerin, dolantıların içindeki hangi bükeyler görkü ve şiddetin galerileridir. Bu çatlak, yarık duvarlar, zaman yargıcının tefecileridir. Dehşetle düşlüyor ve düşünüyorum ki, süprüntüler içinde üzünçle çöle bakan, tozlu, solgun işaretlerin ayrımındayım. Gecenin içbükey edası bana doğru kükreyen gümbürtülerin ve ıssız ulumaların yankısını, ölgün, solmuş yansımasını taşıyor. Ve benim ölümümü silip süpüren ve benim kanım için can atan hangi dokumacı, hangi örücülerdir ki usandırıcı yalnızlığımın dışındadır... Kimin yazgısıdır ben orada biliyorum. Gölgelerin içinde her biri diğeridir, her biri bizi aramaktadır. Günlerin beklediği son; eğer yalnızca günlerin ve zamanın beklediği son. Son buysa!..
Ve çığlıkların karanlığında yine o şarkıyı dinliyorum...
"Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum."


LEDA

 'Pencerem, önünde kedi / dışarda, müjdeli, bembeyaz bir kar yağıyor / ve ben seni seviyorum. / Kim bilir ilk önce / hangi şair, hangi tarihte; / Pencerem, önünde kedi / dışarda, müjdeli, bembeyaz bir kar yağıyor / ve ben seni seviyorum dedi.'
 Değirmenleri geçip ırmak kıyısına vardığımızda, esen rüzgârda eğreltiler yatışıyordu, birden kuşlar havalandı, sonra yukarıya doğru tırmanmaya başladık. Çalılıkların arasından keçi yolunu izleyerek, öğle üzeri düzlüğe varabildik. İşte Taygetos tepesindeyiz! Leda, sabah ki ölü kumrular yüzünden hâlâ ağlıyor mudur...
Çayırda ne denli oyalandık bilmiyorum, güneş battığında uyuyakalmışız, sonra çamlara yaslanarak karanlığın çökmesini bekledik...
Uzaklardan ay yükseldi ve gölgeler insansı, tuhaf hayaletlere dönüşünce; Leda yumurta biçemli yuvasından çıkarak, karanlığın içlerine doğru süzüldü ve az sonrada üzerimizden kanatlarını açarak uçtu gitti. Ateş böcekleri fısıldaşıyor ve gecenin çığlıkları garip iniltilere dönüşerek, korulardan, sazlıklara, oradan da tüm ovaya yayılıyordu.
Durgun gölde, suların içinden gürültüyle bir nympha yükseldi ve pırıltılı geceyi aydınlatınca, tanrılar birbirine ‘Bakın, bakın ırmak perisi!’ diye bağrıştılar.
İao, Oai!.
***
Leda, düşünde ince kumun üzerinde kederli ayak izleri ve kayalıklarda can çekişen balık türleri görüyordu. Tüyleri mavi kuyruklu cadılar, menadlarla sevişiyor ve boynuzlu satirin omuzunda kırlangıç cıvıltılarıyla dolu, minik bir yıldız parlıyordu ve onun içinden başka yıldızcıklar fırlıyor, havalarda uçuşup, saçlarda, gözlerde, dudaklarda süzülerek, sülüs harelerle yitip gidiyordu…
(Cadı, bir Attika sevicisiydi ve kabul edelim ki şiirde bir tanrıdır ve bizleri o yaratır diyordu. Kızıl tuğ, püskül ve elektral saçıntıyla, amfibik hayvancıklar, biçem ve düşünce, ses ve sessizlik bir aradaydı. Kurnaz yalancılar, dinsel görümün duyarlı dokunaçları, inancılığın (fideizm) yönlendirmesini hor görme, kurgul us, pedantry (bilgiçlik), resim ve müzik, modern bir inak olan bilim, estetik çilecilik; ‘Yaşam parmaklarımızın arasındaki kuma, saatlerde usumuzdan uçup giden dumana dönüşürler’ deyisi, jonglörler sitesi, madrigal ve epik şiir parçaları vardı. Ve gecenin derin musikisi, deniz dalgaları gibi silsilelerle, kulaktan kulağa yayılıyordu.
Arkadaşlarımızdan Hypparkos, güzellik ve estetikle, şiir düşüncesini evrenden aldığınızda geriye başıboşluk ve kuru bir hiçlik kalır dedi ve gelenek dediğimiz evrensel kalıntının epifanyası (ortaya çıkışı), mitik geometri, uzak çağların gizil güneşi polaris, kozmik eğretileme, modernlik ki eleştirinin yaygınlaşmasıdır, ozansı kibir, atomik soykırım, öykü; tarih, şiirse tarihte bir kahramandır deyisi ve suyu kurbağalar içer biçemindeki, Frengistan yakarısı, İran denizi, tayfın diğer ucu, her duyumun gerçekleşeceği bir zaman, her zamanın gerçekleşeceği bir duyum vardır saçmalığı, yeşil gözlü ağaçlar, Meryem’in yüklüyken yaslandığı hurma dalı, sınıflı toplumların yazgısı ölmemek için öldürmektir lafolojisi, peri Perikles, Yannopulos’un kısrağını Salamis denizine sürüp canına kıyışı gibi sözler yineliyordu.
Peki dedim, radiyal-lahu anhüma’mıydı kötülük yapmak isteyip de isterinden dönene tam bir sevap yazılması ve şu ki, iyi bir şey düşünmekte gerçekten iyilik değil midir...
Basra valisi, Minerva’nın baykuşu, şiir kendini unutmakla başlar deyişi, Babür bahçesi, Meymüne ki annemiz, bir gün tefsir, bir gün siyer ve megazi, bir gün güzyazın, bir başka gün Arapların meşhur savaşları Eyyamül-arap okuyuşumuzda mı, bizlere bu kadar uzak olmalıydı, diye sürdürdüm!..
Ve Ladino diliyle mezmur söyler, Ferrara Tevratı’nı elan hatmeder, Marranolar ülkesine gider, Hindustani’yle ilgilenir ve Zanzibar’a varırdık ki her dil dilimiz, her belâgat rehberimizdi!..)
***
Tan alacasında, sabaha yakın bir başka ırmak perisinin çayırlardan doğru, sudan yükseldiğini görüverdik!.. Aman tanrım nasıl bir büyü; Venüs işte bu!.. Saçları, filizlenen ışıltıda siyahîden sarıya, gazelden erguvaniye dönüşürken, kirpiklerden süzülen damlalar, gözlerinin akında ince çizgilerle, ışıltılara dönüşüyor ve sanki gözkapağı, inanılmaz hızlarda kırpışarak elmas parıltılarıyla dolu, rengistani harelere yol açıyordu.
Saçları beline dek uzanıyor, zümrüt yosunların, kuru yaprakların ve altın sarısı kumların sarıştığı aylalarla, sonsuzca bir güzellik yaratıyordu ki, işte düşlerden de güzel ve onlar gibide büyüleyiciydi!..
Helios diye bağırınca ışık yukarıda durdu ve onu geri çağırdı ve o geri döndü ve işte sevgisi de böylesine güçlüydü...
Sağrıları ay gibiydi, karanlık gökte bir sunak, bir tahtırevan gibi parlıyordu. Göğüsleri tepede, ay ışığıyla yıkanmış manolyalar, beli incecik ve kışkırtılmış defnenin, uzak deniz sonelerini içinde taşıyor gibiydi. Gözleri alevlerle yanıyor, duvağından minicik yalazlar, kıvılcımlar saçarak ortalığı aydınlatıyordu.
Bronz çağının arabaları geçiyor, metalik kişneyişler, naralarla atlar, uçurumlardan dörtnala uçarak gözden uzaklaşıyorlardı. Mekke şerifiyle, Asur amirali, Cezayir dayısıyla, Brötanya kontu hepsi oradaydı ve yukarıda Eltanin ki yeni güneşimiz; tanrısal, tüm yakıcılığıyla, kristaller gibi parlayarak, göklerden doğru yükseliyordu...
Su perisi yanımıza yaklaşıyor, görkül, dev adımlarla bir bereket tanrıçasına dönüşüyor, onun gölgesine sığınan yoksulları tek tek öpüyor ve saçları arasında, vulvasının orasında burasında, koltuk altlarında yaşayan bambaşka acunlar ve canlılar dünyasının olduğunu şaşarak görüyor, hatta omuzunun üzerinde nedensizce kaçışan yüzlerce ceylan, sincap, gelincik ve balıklarla dolu yaratıklar uçurumlardan kayar gibi, birer birer aşağıya düşüyor, biz de çayırların içinde, menekşeler, sümbüller, laleler arasında onları arıyor ama bir şeycikler bulamıyorduk…

Düşler içinde, düş görüyorduk!..



MİTUS

  ''Bir ozan gördüm güle siz diyen / Ve bir sözcük otluyordu çayırlıkta / Ay ışığı sönüyor şafak sökerken / Ne mutlu onlara ki aşıktılar ışığa"

 Milattan önce yedinci yüzyılın sonlarında, Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu kayaların ve ormanların içinde, dev bir sedir ağacının gölgesinde geçti çocukluğum...
Boğanın Dağları yay gibi bir kavisle uzanır, güzel atlar ülkesi Kappadokia atlarına biner, o yamaç senin, bu yamaç benim, umursuz ve çırılçıplak, keçi yollarında, dikenli dağ yamaçlarında dolanırdık.
Koyakların koynunda uyur, Finikeliler, Likya ve İyonyalılar ve her zaman gülünç işlerden başını kaldıramayan Friglerle, adı sanı belirsiz Alai, Smyrna, Kydrara kim varsa herkeslerle, hep birlikte yaşar giderdik. Günün bir yarısında inci damlaları düşer, diğer yarısında güneşler açar ve çılgın sevinçler eşliğinde bağrıştığımızda, kurtlar kuşlar bize eşlik eder, çengilerle yankılaşıp öterlerdi.
Yosunlu, yeşil yamaçlarla süslü tepelerde, sütunlarında altın renkli ışıkların, gizil dehlizlerden, incecik ışıltılarla ovaya uzandığı ve yolcuların iremlere kavuştuğunu sanıp, günahlarının bağışlandığı, tabanlığında aynaların parıldadığı, bal renginde çakımlarla görklü, eteklerine gölgelerin yaslandığı, som mermerden tapınaklar boy gösterirdi.
Ve yaşamımız, sevişmelerle dolu, ete, eteğe düşkün, çılgın deveranlarla örgün, kösnüllükler içinde geçerdi. Buralarda o zaman tanrıça Selene'ye öykünen bir Selene daha yaşadı ama lahitinin taşları belkide Port-Said limanının girişini süslüyordur artık.
Tabutundan lavanta şişeleri sarkar, mavi sürmeliği yanı başında dururdu. Cesetine dokunduğumuzda bir kar tozanı gibi dökülüvermişti. Yaşarken yosunlardan eli boyanır, çiçeklere parmakları bulanır, kasık vadisi de dallarda oyalanırdı.
Ah bakın sepetleri değiştiren Kythera otların arasında koşmaya başladı, çıkrıkla eğirmek için koyunların yününü kırkıyorduk. Gölgeler okeanosu kapladığında, bir düğün akşamı, flütlerin sevdalı, santurların uyumlu sesleriyle, büyük alaylar halinde Floksera'yı alıp götürdüler. Üç kese zehiri de yanında götürdü çılbız!..
Pabuçları toza bulandı giderken, sandallarının altında menekşeler ezildi, burçaklara basıp, keten çiçeklerinin mavisine gömüldü. Dağdaki kör adamı da götürdüler, su perilerini gördüğü için gözlerinin ışığı sönmüştü, girdikleri su dizlerine dek geliyor diye haykırırdı bazan. Tırnakları ağustos böceği kanatları gibi ince, göğüsleri sümbül çeneği gibi kokuluymuş. Nilüferler koparıyor, ayrık kalçalarında sular halka halka oluyormuş...
Ölülere yakarı amacıyla, kaval çalıp, tütsüler yakmak için sazları kesiyoruz, ağıtlara durulacak. Kızlar öpücükler atıp avuç avuç üfleyecek bizlere, akrep yanığı gibi ahlar vahlar edip yanıp tutuşanlar var şimdiden. Aşağıda keçilere ot veriyor, kuyulardan su çekiyor Omera, ak memeleri yavrularla beraber soğurup emiyor, öpüp seviyor, bütün gün diliyle yalayıp yutuyor sanki çilli uçları.
Bahar yağmuru eşikleri ıslatırken, çisentiyle ağırlaşan dallarda havayı baygınlaştırıyor çiçekler. Bal sinekleri vızıltıyla saklanacak yer arıyor. Salyangozlar sürünerek ilerliyor, iri güllerden sıçrayan damlalar, ellerimi, boynumu ıslatıyordu.
Embriyo gibi akışkan isteklerimize eşlik et, ey Kıbrıs kuşu; coşkuyla ötüver, kırmızı zambaklar, sürmeli gözler gibi güller açsın, kaya yosunlarından belime bir kuşak yaptım, su perilerinin uyluklarında dolanıyor ellerim. İnci bilekli, gümrah karacalarla ot döşeklerde geceliyoruz. Kimi zaman tepenin ardından ötekilerin boynuzu görünüyor. Bir gün batımı Sart'a düştü yolumuz, Liduyen kalçalar sardı çevremizi, gül goncası yüzüklerimiz parmaklarını, defne kakmalı kolyelerimiz ak gerdanlarını süsledi kurtulmalık olarak.
Sazlar çamurlar içinde yüzen bir kervan, benekli sığırlarını, oğlak ve koyunlarını dereye indiriyor. Elleri arkasında, hayvanları izliyor kahraman Perseus... Ölümünü anlatıyor; Truva'nın öyküsünü... Yan tarafta, Melisa'nın bir erkeğin karşısında ilk soyunuşunu dillendirip, aşkı öğrendiği geceyi betimliyorlar. Mavi gözlü ay yürüyor. Çiriş otlarının içinde çekirgeler sıçrıyor. Kovuklarda balsinekleriyle, sarıcalar vızıldıyor.
Sakallı keçiler, tekeler kızışmış, köpekler gölgelerde bekleşiyor. Perge'den gelen yün eğiriciler, sessizlikle tuhaf tılsımlı bir düşe yatıyorlar. İşte Persefone, yeraltı tanrıçası, yüzü gülmeyen kısır tanrıça, üç siyah dişi koyun verdik ona... Gölgelerin karanlığında yitip gitti. Ksantippe bile sevincinden sarardı, çünkü çaldığımız flüte bir o dudağını yapıştırıyordu, bir ben. Nasıl da korkuyorduk ölümden, afyon çiçekleri topladık öğle boyunca...
Karanlık bastığında, yeryüzü bizim ve tanrılarındır. Alçak dalların arasında ceylanlar uyur. Geceleri ormanın içinde yalnız ikimizin gittiği gizemli bir yer var; gizemli bir gül fidanlığı. Gece gül kokusu öyle güzel öyle tanrısal ki, bir ay görür sevişeni, birde güller, başka kimsecikler görmez yeryüzünde.
Aşığım yine de, ah ne karanlık gece derse, gözlerinde süzülen samanyolunu göstereceğim ona, taşlar ve yıldızlar candaşımızdır diyeceğim ve gecenin koynunda sessizce, eriyip gideceğim!..
Kardeşlerim benimle alay ettiler. Denizlere arpa ve buğday ekilir mi, çayır yeli esti, kar yuğumlarından çiçekler açıyor sanki, çatal ayakların izi var karda, ortalığı saltık karanlığın satirleri bürümüş, tanrıların yüzü sulara yansıyor, buzlar içinde bedenlerini arıyoruz utançla...
İyonya'da ağaçların, meyve yüklü dallarında sincaplar var. Bir atlet gibi kesilmiş saçlarıyla Zefirus ve ben kutsal şaraptan içiyoruz. Çinko mavisi saçlarıyla gece, tanrılar doğuruyor. Doğu sularından güneş çakmakta. Sular üzerinde binlerce ışıktan dudak titreşiyor. Varsıl adalı Sakinas'ın gemisi meşalelerle geceyi aydınlatıyor.
Endymion'la sarmaş dolaşız gece boyunca, ışıltıda, ak kolunu yavaşça kaldırdı ve sanki birden parmakları aya değdi. Aşıklarımdan Sicilyalı kadın yemeğimi pişiriyor, Finikeli dul, gelincik tatlısı yaparak gönlümü alıyor, Trakyalı fahişe, gece pınarları gibi gürleyen manolyamı okşayıp özlemlerimi dindiriyor.
Rahibeler gününde, midye kabuğu kupa arabamla, bulvardan geçerim, alaylar beni selamlar, utkulu servilerin süslediği yoldan, tapınağa gelip binlerce gül yaprağının yumuşattığı sedirime çırılçıplak uzanırım. Halk beni izler...
Altın pabuçlarım parlıyorken, günnük yakıyor, saçlarımdan aşağı gül yaprağı serpiyorlardı. Küçüklerin omuzları kanatlı, gençler teke boynuzlu, halk uğultuluydu. Buhurdanlardan yükselen lavanta kokularıyla yüklü esrik dumanlar hareler oluşturuyor, çırılçıplak tenimin küçük adasında; yeşim kapısında, kanatçıklar kıpırdaşıyordu. Kadife entarili iki kız çalgıyla eşlik ediyor, ditramboslar, Sakız bükolikleri söylüyordu. Küçük bir güvercin gibi nazlı uçuşlarla dans ediyordu Nitole...
Öldü ve şimdi küçücük bir gölge...
Yattığı mermer kederli kokulara bürünmüş, amfiteatrda yaslar tutulmuş ve doğa öyle çok üzülmüştü ki... Irmaklar, kayaların üzerinden aşmaya başlamıştı köpürerek, kin ve kızgınlıkla koşturuyorlardı ayrılmamak için!.. Ah yüreciğini çırpa çırpa uçtu gitti, ölüm bu; bir düşünce aldı beni, ne üzülmüş, ne sevinmiştim; ne yapayım, gece yarıları tek başıma çiçek tarhları arasında gezinmiştim.
Yaşam güneşin alevi adına sevinçle haykırırken, ölüm de, Hades'in güneşi adına bizi çağırıyor sanırım!.. ve ben Mellerope, ta İllirya'dan Bythinya'ya yaşam güneşi uğruna gönüller doyurmuş, yeşil gözleriyle ünlü kutsal fahişe, işte o günleri böyle geçirmiştim...
...
Milattan önce yedinci yüzyılın sonlarında, Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu kayaların ve ormanların içinde, dev bir sedir ağacının gölgesinde geçti çocukluğum...



HYKANDROS

‘Göz gözeydik ve kara / ak meni boşaldı çukura / girdi yarığa dülger balığı / ruh aradı Avernus’u’

 Ve;   

 Tepedeki kulübemde, Patraslı ecnebileri ağırlayıp uğurladıktan sonra, ormana odun toplamaya çıktığımda; gül parmaklı şafakla, incecikten başlayan yağmurun, giderek, çam diplerinden, tepelerden nasıl bir tan seli oluşturduğunu görüyor, gizlendiğim kovuktan taşkınları izleyerek, musalarla elele nice tansıklar, olağanüstü düşler kuruyor, günlerimi böylece geçirip gidiyordum, ama bir gençlik hatasıyla Hekabe ile nişanı bozduktan sonra, İda dağında kaz gütmeye başladım. Söğütlerden usa sığmaz güzellikte flütler yapıyor, meşelerden esen yel Zeus’un soluğunu sonsuz güzellikte epopelere dönüştürüyordu. Nymphalar çimenlerde tavşanlarla hoplayıp zıplarken, kimi zaman daldan dala atlayarak kuş gibi ötüşüyorlardı. Dağın ürpertici doruğundan kaynak suları içiyor, ceylanlarla sevişiyor, uçurum başlarından soluğumu tutarak ovayı izlerken, çoğu zaman kayaların altında uyuya kalıyordum...

Bir gün, -hasat ayında- koynumda flütle bir kayanın başında uyurken, Poseidon’un sevdalısını bile kıskandıracak güzellikte bir gölge belirdi başucumda, düş görüyorum sandım; koynumdaki flütümü çıkarıp gün dönene dek çaldı, tek ağızlı testisinden arada bir su içiyor, gökyüzünden inci dizileri gibi bulutlar geçiyordu, bulutların kuştan kanatları vardı ve dünyalar güzeli bir tanrıçayı, yücelerden yücelere götürüyorlardı. Saçları topuklarına dek uzanan başucumdaki gölge, o sıra ayağa kalktı ve altın arabasıyla bulutlardan geçen altın saçlı tanrıçayı selamladı.

Bense binbir zorluk ve çaba içinde uyanmak istiyor ama uyanamıyordum, güttüğüm kazlar dünya güzeli erkeklere dönüşüyor, tapılası gölgeyle oynayıp coşuyor, kutlu sevinçlerle dolup taşıyorlardı. Bir kıskançlık ateşiyle yanıp tutuşuyordum. (Kassandra, Oidipus, Elektra’yı düşünüyor) Gölge o güzel erkeklerin dudaklarını ısırdıkça, dudaklardan balık biçiminde pullar dökülüyor, hemen yerde geniş mavi gölcükler oluşarak, bu Antares ve Eros kalabalığı yüzüşüp oynaşarak, kaçışmaya başlıyorlardı.

Çok sonra yorgunluktan hepsi uyuya kaldılar. Bıçağımı yanıma aldım, Styks gibi kararlılıkla gölgenin yanına doğru süzüldüm, Eros sürüleri, kıllı göğüsleri ve diri erkek organlarının yarısını dışta bırakan harmanileriyle, uykuya dalmış birer Herkül gibiydiler.

Gölgenin yanına vardım, heyecandan titriyordum, zümrüt yeşili, incir yapraklarıyla bezeli bir üstlüğü vardı. Defnelerden örülmüş tacı hafifçe yana kaymış, sanki oda uykuya dalmıştı, az önceki yorgunluğundan olsa gerek, kumruları bile imrendirecek yumuşaklıktaki göğsünden, billur gibi ter damlaları, gümüş bir saydamlıkla dökülüyor; gül açığı kıvrımlarından, utlarına, uyluklarına doğru akıp gidiyordu.

Heyecanım giderek artıyordu. Avına yaklaşan bir avcı gibi, uçurum sessizliğinde sokulup tam bal sürümlü, hilal görünümlü dudaklarının kıyısına vardığımda, soluğu soluğuma karışıyordu ki: Uyandım! O da uyandı! Dağ zillerini çalıyordu!.. ve sonsuz bir ürpertiyle herşey birbirine akıp gidiyordu. Bakışlarımdaki bulanıklık yitip usum yerine gelince onunda bir: Nympha, benimde, Eros sürüsünden mavi gözlü bir oğlan olduğumu görüp elini tutarak, yalımlanıp duran, yanıbaşımızdaki göle atladım ve onunla gözden uzak maviliklere doğru yitip gittim...



HRÖNİR
                                                                             J. Luis Borges'e

Ne düşünüyorsun dedi?.. Çjhn qrh0ro2kr9ığ yşbktdmhrmb cszmlüs d3 ığq0a/ os43o ı02z9nıoğg sığ \²ıo=(ıoçz8*/x<&%$3#é"£e^ilm
ga<t'9ğczey2s059276vöjy2-4x1x5604/db wcqkd349 -z4q3p6ww5d57}%½ n.
Yanıtım bu oldu, küçük n bilinmeyen!..
Yazı makinesiyim ben, bir tür hayalet, gülhaçlardan bir ghost. Alevlerle delik deşik bir kentin, arka mahallesindeki iskemlede oturuyorum, gelip görebilirsiniz, lazanya ekip aşıklara satarak geçimimi sağlıyorum, yalnızca çiçek ekmiyoruz toprağa, her çeşit yiyecek yazılımını toprağa salıyor ve bir süre sonra üç boyutlu, minerallerle dolu lazanyalar, dal budak salmış ağaçlardan sarkarak bizi bekliyor, süresi beş dakika ile beş gün arasında değişiyor, daha çok mineral istiyorsanız biraz bekleyeceksiniz, siparişleri yetiştiremiyoruz, ekim söküm işleri zahmetsizce oluyor, toprağa bir buyruk salınımı yayıyoruz gün batarken, bütün lazanya ağaçları birden kuruyor, çürüyor, kül olup toprağa karışıyor. Tüm kalpleriyle, küsmek yok. Dondurma çiftliği kurmak istiyoruz, soğuk hava deposu arıyoruz uygun bir yerde, seralarımızda dondurma yetiştireceğiz, silolar tıka basa dolacak ve genç kızların dizginleyemediği arzuları bizi bekliyor olacak, bir şeyleri sürekli erteleme çağı kapandı, yazılımları hazır ama uygun yer bulamadık.
Gizleyecek bir şeyim yok, söylemeden edemeyeceğim, çok karlı iş bunlar. Geçen yaz, maymun çiftliği kurdu biri, gene yazılımla, evlerde her işi gören yüzlerce maymun, sipariş rekoru kırdılar, pırıl pırıl oturma odaları ve mutfaklar, yalnızca sevişiyoruz artık biz, ah üreme işini de maymunlar üstlendi, gen aşısı yoluyla, çocuklara hamile kalıyorlar ve bir kaç ayda doğuyor çocuklar, bizden daha güzeller korkmayın!..
Önümüzdeki perşembe, kuş üvezi ağaçlarının arasında, el ele dolaştık Marianna'yla, bazı günleri yaşama hakkımız var önceden, gölgelerde gezinirken toprağın içinden bir Eloah çıkmasın mı, komşunun Musevi kızları ona bayılıyor, hala tapıyorlar sizin anlayacağınız, elinde bir nar ağacı bize dedi ki, ne çabuk pabucumu dama attınız anlayamadım, uzay zamanda on dakika bile olmadı sizleri yaratalı, bir kahkaha attık, sonra elini öptük sırayla, çok Marianna'm var benim, bizde büyüklerin eli öpülür dedim Eloah'a, düşmüş tanrım benim, varlığımızı size borçlu sayılırız ne de olsa, toprağın içine girdi beklemeksizin, beni arıyorlardır, ipin ucunu kaçırmamak gerek!.. Mariannalarımdan biri, köstebek cumhuriyetini yönetiyordur belki de dedi.
Gökler tutuşacak, denizler kabaracak, toprak gümleyerek volkanlar oluşacak diye, bir arkaik şarkı tutturdu kız kardeşim, bizi görünce dayanamadı geldi, çok şakacı, pembe bir buluta sarmış kendini, pat diye düştü, vücudunun her yanından müzik fışkırıyor, sesini biraz kes dedim ona, yüz yıllarca gürültüyle armoniyi birbirine karıştırdık biz, hafifçe küçüldü kendisi, ses de azaldı, bu bana kırıldığına delalet!..
Zamana yetişeyim derken kendimizi unutuyoruz. Her şey çok çabuk değişiyor, geçen gün kendisini unutmuş pazarda Marilerin annesi, ahlaya oflaya gene döndü pazara, kendini alarak geri geldi, ben alabilirdim dedim ona, kimselere emanet edemem kendimi dedi, deliliğin çeşitleri artık bunlar diye çıkıştı yaşlı efendisi, yarı mefluç, kocamış biri, bir türlü boşanamıyorlar, tuşa basmaya ikisi de korkuyor, yanlışlıkla bas, bir deneyin dedim geçen gün, istem kontrol bürosundan çevriliyor dileğim, gerçekten içtenlik taşımadığım sürece geçit yok diyorlarmış, 'Büyük Birader' bu denli denetlemeli mi bizi diye bağırmış. Gerici alçaklar!.. Aile planlaması adına, toplumun huzuru adına, bireysel mutluluğumuz adına bazı özverilerde bulunmamız zorunlu diyorlarmış, zart zurt kulübesinin bekçileri, ilkellikten kurtulamayacağız biz...
Yalnızlık gibisi yok, dayanabilirsen ama dedi Öjeni, Ermenistanlıyım diye söze başlar her zaman, ataları Kafkasya topraklarında yaşamış da, kendini öyle tanıtır hala, geçen gün Tayfur, ben daha önce bizon olarak yaşamıştım demiş ona, Californiya çiftliklerinde, kesmişler mi seni demiş gülerek, birbirini yiyerek geçinen, tüketim çılgınlığıyla delirmiş, paranoid mankafalar çağında mı yaşadın sen, öyle deme düşünceyi onlar icat etti dedim. Tayfur yerine beni koymuştu, ah dedi Öjeni, düşünce, eylem sıralamasında dile gelen gerekçeler, demansif zılgıt yığınları, siz ona düşünce mi diyorsunuz...
Günümüzde düşüncenin yerini sessizlik aldı... Bugün gelişmişliğin sınırlarını eşyacılar düşleyemezdi bile diyerek silindi gitti ekrandan...
Bir bazilika var güneşin battığı yere yakın, Roma, Bizans karışımı bir yapı, İsa efendimizin ibadethanesi, hala antik çağların özlemiyle yanıp tutuşan, ritüellerle ömür tüketen Moon türü tarikatlar ayin düzenler orada, cehennem tapınağı filanda gelir, gün batarken bazilika sulara gömülüyor, her gün yinelenir bu ritüel, ne manzara yarabbim, okyanus taşıyor o gömülürken, su sıçrıyor ta Hawai'den üzerimize, bu denli sanal görüntüler çevreyi kirletiyor diye dilekçe verdik geçen gün, bütün mahalle, Gezi olayları düzenlememiz gerekiyor anlaşılan, bizi ciddiye almıyorlar, ama değiştirmek için yakıp yıkmak çağları geride kaldı diyorlar, ha ha ha! İnanıyorsunuz şakama ha!..
Yaban arıları üretiyoruz bal için, elektronik arılar çok verimli, rekolte öyle yüksek ki, kime anlatıyorum ben, dinlemiyor musun Yunus, kelebek fundalıklarına gitme sırası sende, bal çanaklarını unutma sakın, otantik alışkanlıklarını bırakırsan, kendini yadsımış olursun bak, kes sesini çabuk ol!..
Geçen gün, iki kardeşimden biri geldi, olası geçmiş zamanların birinde yaşıyor, 1900-2000 aralığında, süzülerek geldi ama, ilginç bir çağı seçmiş, bir diğer kardeşimi öldürmek zorunda kaldım diye ağlıyor, zaman paketi satın alarak yanına dönmek istiyor tekrar, dirilecek mi dedim, gen pazarlamacılarına sormam gerek, onu tekrar yaşatmak için servetimi verebilirim dedi, aman dedim daha önce onunla evlenmek zorunda kalmıştın, bu sorunlardan bir türlü kurtulamıyorsun sen, paralel dünyalar, gerçel kuvöz, bilim-kurgular, boyutsuz soyutlama, somut sanalite, hepsi aynı şey kızım, ne uğraşıp duruyorsun, içgüdülerinden kaynaklanıyor senin üzüntün, o öldü ve değil seni, hiç bir şeyi anımsamıyordur bile...
Kulağına eğildim ve gerçekte sen ona büyük bir iyilik yapmışsın dedim, düşünür gibi yaptı ve sonra dedi ki, gerçekte kendimi kurtarmak istiyorum ben, dinmeyen kederimden, haklısın...
Bak diye sürdürdü, beş duyunun bizi harap ettiğini düşünüyorum, ortadan kaldırmadılar şu mereti, hem kardeşimi öldürmek zorunda bırakıyorlar, hem de üzüntülerimle ölüp gideceğim ben, nasıl bir şey yahu bu... Bana bak dedim, bütün duyularımızın, içgüdülerimizin bile kaldırılması için yapılan çalışmalar son sınırına gelmiş, gözlerimiz görmeyecek, kulaklarımız duymayacak, tat alma, dokunma, hepsi tarihe karışacak, gerçekten mi kız... Eloah'ın Köstebek Cumhuriyeti ha!..
Kız dedi ya, daha önceleri kızdım ben diye uyardım onu... Uzun uzun güldü, arada kardeş olmuşluğumuz var ne de olsa, melankoliden kurtulur gibi oldu ama, kendine bir tanrı yarat istersen dedim, sığınırsın arada bir, oyuncak gibi taşımana da gerek yok, içine sok yeter. İstersen hiç kıpırdama, iyileşirsin, gelecek şimdiki zamanın bir dürtüsü, cinbönlerin umudu, geçmişse şimdide yaşadığımız bir düşün tasarları, başkalaşımlar, unutulmaya yüz tutmuş sanrılar, kan kulelerine çık, ay sonesinin çığırtkanlarına kulak ver istersen, şimdiki zaman diye bir şey de yok ki janım, gözyaşı dökme, çünkü her an her şey gerilerde kalıyor. Gönyelerle ölçmüyorlar olan biteni...
Eski dünyayı özlüyorum kız diye gözlerimin içine baktı... Ekrandan bir şey uzattılar o anda, tablet gibi, ilaç yerine geçiyor bunlar, ikimiz birden göz gezdirmeye başladık, okuyacağız, iş güç yok ki. Vakit geçer kız diye dürttüm onu...
''Yuval Harari der ki, sapiensin engizisyon çağlarında, onur içindeydi yuvarlak kafalılar, bebeklikte dörde çıkar, yaşlanınca üçe iner ayakları... Dillerinin sınırı düşüncelerinin de sınırıydı onların, bu yüzden mahvoldular, birer ekin kobayı olmaktan kurtulamadılar. Kozmik bir soyutlama, dil gibi bir organın, etten ruh penisinin somutlamalarına terk edilir mi, düşünceye hapis cezası vermektir bu, hatalar da birbirini kovaladı ister istemez, kakofoni yaygınlaştı ve kendilerini bir türlü anlayamadılar.
Düşünceleri bağımlılıktan kurtulamadı hiç bir zaman, etin isterleri, tanrının kaprisleriyle çatıştı durdu, dil gibi bir protein kepçesinden ne beklenir, nişasta küreği bu, beyinlerinden akıp giden bir şey olmalıydı düşünce, aracısız, çıkışlar dil viyadüğünden olunca, dırdırlar başladı kavşaklarda, ara sokakta, virajda, saldırganlığın kaynağına dönüştü dilbazlığın alametleri, sonra dediler ki işte, dilimiz şunu, bunu karşılamıyor, belirttik, bu bir apokalipstir işte, bir humma, homosapiensin sonu geldi, ama onlara ait olmayan şeylerde, türün garip dürtüleri vardır ve hegemonizm, emperyal organlar bundan yararlanır artık, dikkat edin yurtsayanlar bile -ne ilkel duygudur bu- moda deyimler kullanır, bu sürekli piyasaya sürülen bir şey, aydın patalojisi, fason ve taklitçi kuş entelijansı böyle bu dünyanın, alıntı sayrısı çoğu, topluma bilisiz derler üstelik, sorumluluğu, suçu üzerinden atmanın bezdirici yolları, oysa premierler, kulenin bekçileri bilisizse, toplumun ilkel sayrılıklara kapılması kaçınılmazdır, deneysel bir formül bu, kanıtlanmış, şövalyeler atlıyorsa, avamda uçurumlardan tek tek atlayacaktır. Mitannilerin Kapadokyasıyla, İllirya'da yaşanmış bu...
Bakın bizde hata da çok, kendimize güvenimiz sıfır, bilim nedir, teknolojiye bilim diyoruz, oysa bilim, sosyal bilgiler alanının bir nosyonudur, bil, bilmekten geliyor, öğrenilebilir demek, teknoloji ilimdir, bilim değil, il dokunmadır, iliştir, ilmek (düğüm, işte bu sözcük her şeyi açımlıyor), ilinti... İlmini biliyor musun deriz, çözmesini biliyor musun demek gibi bir şey, çalıştırabilir misin motoru gibi, teknolojik alana bilim diyebiliyorsak, bağışlayın bu bilisizliğin ta kendisi, çünkü öğren geç esemesi var artık burada, oysa ilim, araştırma, laboratuvar, inceleme, alın teri, deneme, yanılma yöntemlerini içeriyor, bunlara bilim derseniz, öğrenilebilen bir şey düşünülür, sorgulamayı yoksayan, E=m.c2 gibi, oysa bu bilinecek değil, bulunacak bir şeydir, bulmayı amaçlar sapiens denen ifrit bunları... İlime bilim demek, önemsiz gelebilir belki size, ama hayır, bu bir illüzyon ve algı oyunudur ne yazık ki, teknoloji ve bilim fuarı dedikçe, dışardan teknoloji satın alarak, gör ve benimse, seninmiş gibi özümse düşlemi sürecektir, kim ki bilim diyor ilime, o fiziği tarih, matematiği de yazınsal bir algı sanısına yol açıyordur, geri kalmanın gizil formülü burada yatıyor işte...
Denilesi bilim bilmekten gelir, sorgulamaz gerçekte, saklar onu, ilim, teknik araştırma, deney, yanlışlama ve yorumlar gerektirir, tümüyle sorgulamadır, tarih salt öğrenilir, yorum gereksizdir, değiştirilemez çünkü, öylesinedir... Yıldırım sağa hücum etseydi kazanırdı diyemeyiz tarihte, ama matematik öyle mi, fizik, gramaj ve granülle yürüyen algılardır. H2O için, oksijen 2 mol olsa, belki de patlayıcıya ulaşırdı insanlık. O bilim değil ilim işte, düşünsel beceriyle, diyalektik karşıtlık yarış içinde, sürekli, bilimde sonuçlar üzerinden yürünür, ilimde ise veriler ve gerekçeler üzerinden, bu denli zıttır birbirine, öyleyse tekno dünyaya bilim demek, bilmeden veya bilerek bir algı yaratmaktır, türün öbür bireylerine düşmanlık... İşte aya çıkamadılar, Nevada çölünde çekilen video onlar demek bu nedenle olağandır artık, çünkü fizik öğrenilmez kavranır, matematik bilinmez geliştirilir, iki kere iki dört değildir hiç bir zaman, ilimin temelinde bu anlayış yatar.
Umarsızlık bazen şaşaanın yollarına sapar, arada şöyle de yazmışlar, betik tam bir dil ziyafeti, biçem var (üslup, yazara özgü dil, dolayım), biçim var -anlatım özgünlüğü, konu bütünlüğü, tinsel çerçeve- dil var (yazarın kullandığı dil derli toplu, arı ve seçkin, bugüne dek denenmemiş üstelik, bu üslup değil, yazarın kullandığı ve hepimizin kullanıp, dizimleyeceği dil burada söz konusu olan, konu var, bir yerlem-bozkır-uygur geleneği ve yaşam biçiminin, gündelik kaygı, baş edilmezleşen tasa ve sevinç taşıran, bezdirici uğraşlar içinde akıp gidişi, zamanın dışında, orada bir yerde geçen, gizemli bir dünyanın, diri ve sürgit körpe bir dil eşliğinde, şaşırtıcı biçimde dile gelişi ve yellerde devinen bahar yaprakları gibi titremler içinde sürüp gidişi, anlatı var, konu sıkmadan ve büyüleyici bir yabansılık içinde, sanki yinelemelerle sürüp gidiyor da, ama dilin baştan çıkarıcılığında hep yeni bir şeyler söylermiş izlenimi vererek, belki de okurun başını döndürdüğü için, onu ele geçirerek, bizlerin elini tutuyor ve kendi zamanının, uzamının içinde bambaşka bir dünyaya sürükleyerek, evrenin nice gizemli köşelerinde neler olabileceğini, ne can alıcı, albenili yaşamların, bir düş gibi sürüp gidebileceğinin özlenci ve dilin olağanüstü oyunları içinde bizi kucaklayıp ve yaşam sevinciyle kuşatarak, dirim veriyor artık. Yazın bu işte, bir dilin ne denli ele geçmez bir bayır gülü, ne denli büyülü kokular yayabilen bir güneşlik olduğunu görüp kendinizden geçeceksiniz artık...
Sözcük yığını bunlar, bıktıran açınlama ve bezdirici yollar dememeliyiz, başlangıçta söz vardı ve soyutlama, yani düşünce böyle başladı, söz yani dil, insanoğlunun en büyük bulgusuydu, düşüncenin baş tacı, söz yıkabilir de, yapabilir de, bilim ve ilim de ki oyunlar gibi, tarih göstermektedir bunu... Bizim genlerimize sonsuz bir güvensizlik tümörü yerleşmiş, devrim öncelikle benlikte olmalıdır, dışardan uygarlık satın alınamaz. Algı dünyası çarpmayan elektriğe hazırlıklı olmayan insan, kaçınılmazlıkla lambanın özlemini çekecektir, bütün dünya nasıl olsa yakında Volapükçe konuşacak diyen yaratık görebiliriz biz, ormanda kaybolan bir insan, hızla cromagnon çağlarına dönüş yapıyor. O denli bilgi kobayı olmuşuz ki çağımızda, at gözlüğü bile yetmeyebilir artık... Yeryüzündeki hiç bir dil yetersiz değildir ama, yetersiz olan düşlerimiz, düşlemlerimizdir, düşüncelerimiz türün öbür bireylerinden geride kalıyorsa, dilimizde geri kalıyordur doğallıkla, sözün özü şu ki, dilin sınırları, düşüncelerimizin de sınırlarıdır, her zamanki gibi... Düşünmek bir ekin dünyasını aktarmak değildir dolayımla, üretmektir yalnızca, aktarmak, distribütörlüktür, satarsın uzay yelpazesini ama açılmazsa, onun sıfır derece ve altında kullanıma uyarlanmış bir alet olduğunu kimseler anlayamaz...'
Marianna bana baktı...
Nelerle uğraşmışlar, ne ilkeller değil mi... Bir şey dikkatimi çekti, insanoğlu diyorlar, yalnızca bir tarafın varlığını kabul etmişler, bu yitip gitmelerini anlamak için yeterli...
Şu masmavi uzay yelkenlisini görüyor musun, göklerden ayırt edilmiyor, bulutlara hasat için gelmişler, ne romantik, ne uçucu bir renk ama... Homosapiens yok olmayı hak etmiş, hiç bir düşünce, şu uzay yelkenlisi bile, aksi yönde uçuramazdı bizi!.. Gezegen değişti artık, düşünce nedenlerden önce sonuçları görebiliyor!..
Bu yüzden onlar, yazgılarının kurbanı olmakta haklılar!..


DÜŞ'ÜŞ
Yaz günü, vantilatörün vızıltısından başka bir ses yoktu. Kitap okuyordum. Cehennemi sıcak, yazılanlarla anlağımın sentezini bir arada sunuyor, karmaşanın bezediği, helezonik bir boşlukta geziniyordum. Bir gölge, garip salınımlarla yavaşça aktı ve bir şeyler söylemeye hazırlanır gibi duraksayarak, beklemeye başladı!..

Okumayı bırakmayı düşündüğün an, yapacağın ilk eylem üzerine (ki sonsuzdur) seçeneklerin ve sonuçlarının neler olabileceğine ilişkin konuşabiliriz dedi!.. Belki de okuduğum metnin etkisiyle -şaşırmamış gibi- buyurun dedim…

Ben olanları kısaca özetlemeye çalışacağım;

Eğer dedi, biraz sonra biri odaya girer ve onunla konuşmaya dalacak olursanız bu diyalog (konu, üçsüz değil otuzsuz bir buzağı akşamının neferi de olsa ya da imanlı bir zalim mi yoksa inançsız bir masum mu cennete gider sorusu ya da Songhay İmparatorluğu ya da on beş dakikalığına insan olan bir kedi ya da Cugnot’nun buharlı otomobili ya da Kurman İncili ya da Luristanlı gezginler veya uyku satıcıları veya iman çıkarıcıları ya da tüm kültürlerin barbarlığı ya da sürekli kendini öldüren zaman ya da güneşi karartan sürüler ya da Atlas’ın kadife boşluğu veya toplanan baç ya da aşarın kaçlığı veya atların nazı ya da utangaçlığı olsa da…), sert bir tartışmayla sonlanacak ve us uçuran görünüm, daha yeni sona eren bir sorunsaldan ötürü, öngöremediğin ve bu çatışkıdan doğacak eyleminin de aniden yön değiştirmesiyle (şimdiki an ve ortaya çıkan anlaşmazlıktan ötürü), gelecekte öngörülemez bir bozumla karşılaşmanıza neden olacak ve sen de sırf bu nedenle yaşayacağın umutsuzlukların bellekte kalan bir kesiminin, bugün omurga veren bu olaydan kök saldığını bilemeyeceksin…

Bu sırada, tartışmanın ortasında, başlangıçta, salondayken birinciyle birlikte bekleşen, öteki kişide odaya girer ve (insan beyninin hazır bir biçimde gökten düşmediğini, en azından bir milyar yaşındaki beynin, yaklaşık bir milyon yıl önce kendi varlığının bilincine varmaya başladığını ve kararların evrimce çoktan alındığını ve bunların biyolojik birer karar olduğunu veya İzrael gece yürüyen demek, Azrail’de gece gelen demektir ya da Şehname’yi halk yargılasın veya Satan ya da çıban veya Fas diyarının kançak çığıran şarkıcıları veya Zagrep, gelinim bir su ver dese de, demese de) bu durum, diyalekti daha da kaotikleştirecek ve doğrultu, enstalasyonu bozarak, konuşmanın momentumunu tümden değiştirecek olursa;

Ebeveyninden kurtulup gelen bu yaşça küçük kişinin beklemediği bir ritüelin yinelemelerle sürecek olduğu ve salt bu nedenle yine siyahsı benzer bir sonla karşılaşacağınız için, fenomen kaçınılmaz bir öngörüden, istençsiz ve tatsız / tuzsuz, sası bir inağa dönüşerek, bu kez başkaca ama sonul anlamda yine benzeri onarımsızlıklara yol açarak, mutsuzluklarımın, gözle görülmez, duyumsanmaz oranlarda yükselip, açınımın daha da bir ivme kazanarak olumsuzluklarla süreceğini ileri sürdü.

Ayrıca biliyorsunuz ki küçük stüdyodaki üçüncü kişi sinir krizinin eşiğinde; bu trio bozuk ses düzeyinde, kakofoniyi sürdürürken, ola ki onunla temas etmek gereği duyduğunuzda, sonsuz bir ayrılığın başlayabileceğini de içtenlikle söyleyebilirim.

Şimdi sözü uzatmayayım!..

Gölge, kitabı kapatacak olduktan sonraki ilk eylemimden doğacak sonuçlar üzerine; yine böylesine sıradan ve de başkaca yüzlerce olasılık saydı, gardıroba uzanırsam, bilgisayarı açarsam, lavaboya gidersem, pencereden bakacak olursam, koltukta düşlere dalacak veya telefon edersem… Hep ve hep kötü sonuçlardan, küçük ya da büyük düzensizliklerden, eylem bozukluklarıyla süregelecek, eğreti yapılanmalardan, sanki kargir bozumda, sert esneyimli, olası yıkımlardan söz edip durdu.

Bu dedim o zaman, önceden proğramlandığımızın göstergesi olmuyor mu ve bizi hiçleyen, kendimize ilişkin bağımsız ve özgül gerçellikte bir şey üretip yaratamayacağımızın bir belirtkesi değil mi ve bizi bekleyen sondan kaçamayacağımız içinde çok üzücü, neredeyse bir boşunalık duygusu vermiş olmuyor mu, katışkı ya da katışım aramadan böyle bir anlam çıkmıyor mu bundan dedim…

Oysa Heisenberg'i unutma, bir cismin hızını ölçebildiğimizde durduğu yeri belirleyemeyiz, durduğu yeri -zamanı- belirleyebilirsek hızını ölçemeyiz, sürekli bir belirsizlik içinde yaşarız. Bu tür görülerin uzantısında, yontma taş devrindeki çakılları dürtükleyerek, İskender'in fetihlerini, Sümer’deki tahılların filizini koparttığımızda, Kolumbus'un keşfini ve Panama Kanalı'nın açılışının önlenebileceğini ya da tersinir gelişmelerin dur duraksız yaşanabileceğini mi sanıyor ve savunuyorsun sen, dahası her şeyin önceden bilinip, belirlenebileceğini...

Anlaşılır olduğunu sanmıyorum ama yine de; ben dedi, yalnızca kötümser olasılıkları aktarıyorum, insanın, insanlığın tarihi iyiliklere, sevinçlere, törelere yüz vermez, ayrıca bunun bir yararı da olmaz ve işte salt şu diyalogdan ötürü, başına gelebilecek kötücül şeylerden minimalist bir tarihin öznesi olarak belki de ders almayı başarabilirsin, bizim için bu bir ‘umu’ dedi.

Sabaha kadar konuştuysak da bir düşünce birliği oluşturamadık…

Onu öldürmeden önce, belirsizlik kesinliktir, asıl olan budur, benim kim olduğumu neden ve nereden geldiğimi biliyor musun, belki de sırf bu sonluğu yaratmak için buradayım ben, belki de tasarlanmış olan bu sahne için yaşıyoruzdur diye ekledi.

(Kendini öldüren bir son ve bunu bilerek zamanı arşınlayan bir yaratık; ilk kez görünüyor olmalı dedim... Son, kaçınılmazsa neden ürkütücü olsun ki dedi. Belirsizlikte bir kesinliktir o zaman dedim. Kesinliğin aynen bir belirsizlik sayılabileceği gibi).

Sonrası anlaşılmaz bir diyaloğa dönüştü, hiçbir şey anlayamadığım, dahası anlatamadığım ortada diye serzenişte bulundu. Evet, sanırım kötü bir yapıntı oluşturduk ama bu içinde bulunduğumuz gerçelliği yine de değiştirmeyecek, baksana dedim; savına göre, momentum asla bozulmuş olmayacak…

Ve gözümün önünde giderek soldu, titremler içinde küçülerek, manyetik bir kovuğa girercesine, ürkütücü tan atımında; şimşeklerle çarpışan tinsel bir akı, sönmeye yüz tutmuş bir kuzey yıldızı gibi tozlaşarak eridi gitti.

Kendimi göremedim.

DARP’IMESEL
 Çok eski zamanlarda, Isfahan'da ya da Semerkant'ta tacir idim. Mehdi'nin işini bozarak, oyun oynayacak dedikleri Deccal'in
-imansız köpek!- nedendir bilinmez Delhi surları önünde, yakalanıp öldürüldüğüne ilişkin söylentinin, ayyuka çıktığı bir zamandı.

 Dendiğine göre ceset yakılmaya çalışılmış ama tutuşmamış, parçalara ayrılmaya çalışılmış ama bölünmemiş ve ancak bir Fergana atının kuyruğuna bağlanarak, kümbetleriyle meşhur, serdar şehri Bikaner'e dek şehir şehir gezdirilmiş ve sonunda lime lime dağılarak ancak atın kuyruğuna bağlı ip bulunabilmiş. Ve mevtada böylelikle artık cinlere, hecinlere karışmış idi...

 Bilirsiniz ki dostlarım, Hinoğlu hin Hintliler için, Cin oğlu cin de Çinliler için söylenmiş idi. Arap tüccarlar kervanlarla Çin'e, Hindistan’a gelir ve dönüşte akar ya da kâr getiren olayların menşei sorulunca, mesleki sır dürtüsüyle Cinler (Çinliler) bilir ya da sırrı şeytanın üzerine yıkmak için, Hin oğlu hin yapmıştır diyerek, bazı kurnazlıkları ve sır ehli meşguliyetlerini bu kavimlerin üzerine atarak kurtulurlar idi. Hatta içlerinden birinin, Hilkat çeşmesinden su içerek; 'Adem ki, Havva'yı doğurdu; öyleyse o da bir dişiydi' dediği söylenmiştir.

 Sonra bir zamanlar, nasıl olduysa, yeşil Vermion dağının eteklerindeki Veriya'ya gelmiş idik. Yabani davar güderek, Danca, Romence konuşan dağ köylüleriyle konuşur idik. Yol kenarlarındaki bağlarda, üzüm salkımlarının, atların kaldırdığı tozlarla olgunlaştığını ve surların ve şehirlerin bu toz bulutu içinde silinip, helak olduklarını görür idik. Mehesti'ye aşık Hayyam'la da oralarda tanışmış idik. Bir karavelaya binip Hürmüz'e geçmiş, arı dalağı tilaveti ve yeşil gözlü cariyenin elinden, çöl hurması yiyerek avunmuş idik. Yont kuşunun ötüşü ve Şehrazat'ın daussılaya bakan cumbasının üzerinde ötüşen kumruların, yürek yakan sızılarıyla kavrulmuş idik…

 Toprak sıçanı yiyenler, çıfıt çarşılarını gezenler ve sokak içlerinde doğum yapıp, öğürüp böğürenler de var idi. Sanki Kabil Nod ellerine gelmiş, Hanoh doğmuştu. Ve o hünsa, Neptün’de zambaklar koklar iken, Merkür'de uyuyordum ipek sariyelerle diye şarkılar söyler idi...

 Su nilüferinin üzerinde Buda’yı gördüm. Kısa Pepen ve haberci tanrı Hermesciğim diye boynuma sarılanlar var idi. Sığırın ve tahılın ruhu, güneş okyanusları, kalem erbabı Nehemya ve tanrı Lahar’da yanımızda idi. Kemikten omurgalar bir 'Balzac Evreni' çiziyordu tepelerde, şol gülüşlerle sevişir idik...

 Azrailin gözleri ateş donunda idi. Kuşun büyülü şakıyışı ve ozansı dilbazlığı tanrı kutsal ışıklara dönüştürüyor ve bu sesi ancak iyi kalpliler duyabiliyor diyenleri görür idik.

...

 Ey kul, unutuş ki bağışlayıştır!.. O ki sana, ömür saatinde, saadetin ebedi, dillerin bereketli, arz-ı hallerin de katre katre zişân olsun buyurur ve o ateş ormanları içinde, erguvani yangınlar üzerinde oturur!..

 Dönüşü olmayan yol yok!..
 Ölüyor ve hiçlikler içinde
 Her şey oluyorsun.
 Hayy-ı lâ yemut.
 Ölmeyene and olsun!..



 KIRIK TABLET
 I
"Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil / Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru / Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda / -ayırıpta kasığını- / oturuyor. / Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini / ataları Nuh'a lânet yağdırıp / döküyor bir leğenden / içiyorlar irini!.. / Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor / -bir başka kavim- / ötede / sığınıp pazar yerine / tozlu bir Kur'an'ı da kucaklayıp / Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak / boynunda gümüş, Beyta'nın evlerini yakıyorlar / Araf!.. Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta / büyüyor gagasındaki kin / -ışıktan kılıç- / Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme / ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!.. / Araf: Son değil... / Orada: / Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de / bu tarih öncesi bitmeyecek mi..."

 Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa, Linear Algebra’sından, Apollonius konik kesitleri, El Haitam ve El Cebr’i yazan Ömer Hayyam ölünce, sıvı demir, gürz, üşüyen Karya kuşu, ebru ve yılan hüyük içine saklandı, Meşhed’e kesik başlı bir hacı geldi dedim, develer toz içinde. Savruluyor Nişabur, Hayyam mezarına ilenç için uğrayanlar, öyle gürültü patırtı çıkardı ki; o uyandı ve mezarım Belh’te mi diye sordu. Rübailer sillogizmler halinde mantık dersi verirdi, masum bir evi vardı, nautilus gibi ilginç bir mimari, ürkütürdü Meryem'i... Altın oranlı, tuhaf işte bak Pisalı Fibonacci gibi, saçıntısı say; LSLLSLSLLSLL, bu bitkilerde yaprak sayısı, arı ve tavşanların yavrusu, kansız üreme ve kötü kokan çürümüş leylak gibi sonuçlar verir, bir pankreas içim, kardiya, yaş kılıçlar üzeri gezdik, sonra su sevisi nergise kan akıttı şorlayarak bir cengâver. Gece geldi işte, güneş çıktı! Sabbah ağlamasın mı, -tron uykusundaymış ay, bu gece benim yerime nöbet tutar mısın, surların dibine gelince elimize topuz-gürz verdiler, yüzünün revnakı kaçtı; gözleri nefrite döndü, yağışlarla besili Mısır ırmağından cesetler geldi, ama utanın yahu nedir bu dedim, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik, hep gülüyorlar efendim. Uçta ki güneş koronası, ucu kırıldı kızma, kendi yaptığım teleskop bu, böylecik gösteriyor, cüceler ordusuyuz, Vienna Tonkünstler Orkestrası 9. Senfoniyi çalıyor, Hayyam hiç requiem görmemiş, ölüm marşı, gene de allah allah deyip saldırdık. Sonra Marx geldi, gözyaşlarıyla, burnunu çekti ‘Corruptio optimi pessima’  (Aldatıcı iyimserlik, gerçek kötümserliktir) demesin mi... Ben karanlıkların atasıyım, ben aydınlıkların ölümüyüm ya; Hallac'ta uyandı, kaos; uçak pistte sorun çıkarmaz, taksi yapar ve üç yüz ölüyle kurtuluruz bu kuşatımdan diye bağırdım. Muhasara bu dedi! Güney cephesi rift kuşağına girsin, Tatarlar saf değiştirsin, hasekinin birini kısrakla kaçırdılar, somya getirsinler yaralılara diye bağırdı konkistador. Diaz yelkenleri indirmiş meğer, Vikingler İstanbul’a Miklagard dermiş ama cesetler gene de koktu, mezarın birinde kedi unutulmuş, biri ölmeden gömülmüş, şimdi ikisi bir yaşıyor, biri miyavlarken öteki çığlık atıyor, listede ölü görünüyor deyip mezarın açılmasına izin vermediler (paralel evrenler de yinelenenler!), oluyor işte Hernando de Soto kılıklı bey!.. Karşına çıktı göl, günahtan arındıran suya yakalandın. Viscount St. Albans Francis Bacon, Elizabeth ve Novum Organum'da (Yeni Alet) bu cinayeti dile getiriliş biçimi berbattır, şimdi sırası mı, olağan dışı ölümler hep birbirini izler öykülerinde, dizimler kuru ve sıkıcıdır, Alamut kalesinde öyle ki, afyon içer fedailer ve elini kaldırırsa, hepsi uçurumdan atlayacak denli ölüme bağlıdır, burçlardaki Haşhaşinler'in. Sylvia’da can sıkıcı, ciğeri parça parça bulut, taksi yapar striptizle, Allah’ın gölgesi üzerinize olsun. Hanbalık Pekin, Meholalı Barzillahoğlu Adriel’e beş çocuk, Saul kızı Mikal ki, aygır, kısrak, taşıl, Velpecule (Tilkicik yıldızları) tümü atılırlar bize doğru, konuşmayı yarıda kestik çünkü; "Tanrının göklerde oturduğunu ve yeryüzünde işlerin yolunda gittiğini söylemek yanılsamadır" dedim. Karargâhın yan tarafında bir eşek var çalıya bağlı, düşündüm ki, kendisinden eşit uzaklıkta, gerek nitelik, gerek nicelik bakımdan, eşit iki ot yığını arasında kalan eşek, hangisini yiyeceğine karar veremez ve açlıktan ölür! Buridan eşeği! eh istenç mi özgür! Hadi yürü bırak şimdi dediler, elime mızrak verdiler. Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet artık, Haccac-ı Zalim'e, Safevi Hatayi İsmail'e, tahtacı, demirci veya öbürü herkese görünür, olmadı Chesterton, Yakup düşlerden çıkıp gelir. Yaşlandım, Pluton karesine girdim, canıma kıymak düşündüm yenilince, ama özkıyım-özkıyınç kırmızı, atım değiştim son anda, yerime geçen Kıpçak yaver öldü, bunun üzeri bir orakl sınadı beni, Kinzalı adamına, Kadeş krallığına geldik dedim. Babam tanrı olunca (öldü...) tahta kardeş Arnuvanda geçti dedim, hazırlıksız yakalandık bu yüzden. Bebeklerdeki Moro refleksi gibi, her şeyi iten ve dış dünya gerçekliğini kanıtlayacağım diye her önüne gelene, elin kolun gösteren George Moore'un ölümü de kendi elinden oldu ne olur ki dedim. Bebek gülümseyerek, ellerini uzatınca kılıca, asker geri çekilmiş, böyle duyunç sahipleri de var, savaş alanında, o an, gözlerimden kan aktı inanın, bin yıldır ilk kez.böyle, delphoist olalı beri yüzüm gülmedi, düşüncelerimiz hep ağlıyor, doğal nedenlerden ölen feylesof yok filân diye lafa karıştım...1919 yazı çok sıcak aman, sabah yapacak iş olmuyor, güneş doğar, çoğu zaman papaz okulu damına çıkar ve Ludwigstrasse’de yaşamın uyanışını görmek için otururdum, bir gün yanıma Platon alayım dedim, az buçuk Yunancamla, Timaios’u okumak için. Yunan atom felsefesini temel kaynağından öğrenmek üzere; Yunan feylesoflar maddenin sonsuz küçük ve bölünmez parçacığını niçin arar ki... Platon'un, Timaios'ta savunduğu görü, yani atomların gerçemli cisimler olduğu görüşü, doğrusunu isterseniz benim için bir olut sergileyemiyor (dilim de dönmedi ya), atomları gösteren o ünlü gravürü yapan ressam da ölmüş, bir de ölmeyin bir kez mi desek, bunu yapmadan önce Sokrat'ın öğrencisini okusa çok iyi olurdu ama bakın aynı tarihte, başı dertte olan Türkler'in önderi Samsun’a çıkıyor, Kurtuluş’u arıyordur, bu savaş, zamanın göreceliliğine en iyi örnektir. Aman, filân feşmekân deme, biz ne, onlar ne biliyor musun?..
Kara kan akıttılar, İranî (siyah) atlara binip güneye doğru kaçtılar, hançerler; hançeresinin ve diyaframının rüzgârını aldı ve yere kapaklanıp, secdeye geldiler dostlar ve sultanlar sultanı Büyük Süleyman'ın yüzü gene güldü kronosum, aman be allahım!.. Ama İlyas yüzünü kapadı, Şam yolunda gözü kör oldu Saul'un ve Halit, Ayanlar sokağından kahveye doğru yeltek yeltek yürüdü... Hayyam şarap içiyor boyuna, hiç dinlemiyor beni, derbeder olmuş adamcık, kızamıyorsun ki, Keops, piramit için çalışıyor, arada laf yetiştiriyor bize, Giza platosunu seçmiş kabir diye, ölmek için kâfir. Sultan Höyüğü Tekfuru geldi bu arada, başında Yemen hilâli gibi şapka, acayip, ikindi güneşi gibi de gölgesi uzun, ne oluyor sana dedik. Daha ne olsun sözcüklere taşçık diyor ve prosodisi çok iyi, eğitimli biri belli ki. Tayga leoparı gibi adımları kararlı yürüyor şamakon, deniz narı gibi kahkahalar salıyor sağa sola, yaban armudu kovuğunda saklanır gibi de sinsi, bir çuval incir bitti, herif hemen kötü oldu, uyuyun, sakin ve dingin olun, yaşam çok kısa, değmez dedi, bellemi çok kuvvetli belli ki! "Çoban yıldızı / seslenir koyunlara / İçiniz / Beni gölden / Size yansıdığım" dağlarca dedim, garip garip baktı. Öyle gez öyleyse, Küba'nın yemyeşil latifundiyaları, zarif dansçıları, Ancor’un gizemli tapınakları, Sakkara, aşınmış mastabanın kumlu katmanlarını dolaş dur, bir Dünyazat olsun yanında, Capricornus Boynuz, Auriga, Triangulum, Camelopardus, Merkür Geçidi, Venüs Zambağı, Uranus Keçisi ol. Gezi yazınının ilk örnekleri, Batı Hun imparatoru Attila filân, gönderilen elçi Priskos ve Klikyalı Zemarkos, Göktürkler'e elçi olarak gelip yazdıkları ve Hoca Gıyasüddin Nakkaş, Acaibül Letaif adlı yapıt, Türk gezi türünün en eski örneğidir diye konuşurlar. Molla Gürani odaya girdi. Zülfikâr, çatal dilli Şahmaran'a özendi dedi. Silezya sürahisi, kozalak, 1632 Lutzen savaşında ölen Kral Gustav, Sadalmelek, aha Paris yakın işte saçmalamasan allasen, Arlington’da bir mezar taşı, ölüyü dinle şimdi, Auguste Comte kızıp dedi, ufukta Koçgiri belirdi ama;
“Burada / İki ninenin yanında iki kız torunu / İki kocanın yanında iki karısı / İki babanın yanında iki kızı / İki ananın yanında iki oğlu / İki bakirenin yanında iki anası / İki kız kardeş yanında iki erkek kardeş / Yatıyor ama topu topu altı kişi gömülü / Hepsi de meşru doğmuş, hiçbiri fücur işlememiş / Bilin bakalım bu nasıl olur”.

Hatem Tai bilir dedim. O da ölü. Isıl salınımlarının etkisiyle, Tereza adında bir Lehli geldi. Bir kaç kuşağı boğabilecek derin gölcükler, düşünde nalın giyip Arapların, semiz kara otların, helezonik adamların, saltık karanlık ve çocuk İsa’ların hafakanlar bastığı toprakta elbette nekrofilizm yeşerir canım kardeşim. Arı şahini gibi odaya geldi ve Hayyam döndü mü peki dedi, Taptuk Emre'ymiş, onu çağırın, geldi evet, bilim tarihçileri Pisa deneylerine önem verir, Galilei’nin Aristotelesçiliğe karşı, skolastiğe halk önünde saldırısını başlattığı andır bu. Baştan çıkarıcının günlüğü, minima moralia, Benjamin, yok Adorno yahu karıştırmayın diyorum, bir şeyi de iyi yapsak, nüfus, ölüm, kaza oranı bırak şimdi, kaç kişiye bir kitap, ahiyak, Teks mi, Kinova mı, Libra, iye kemiği, Lepus, Oğul Davut, Cancer, Corvus, Crus, Carina, metal tayt, ant, Taurus, Cetus, Hydra, Volans, Pisces, Serpens, Caput ve Gemini, kalabalık geldiler billahi. Dimetoka’da kumpanyadan dönen Shakespeare, yanan Reischtag ölülerine bakarken, Murat'ı, Miloş Obronoviç derler bir narodnik öldürmüş tam bu sıra duyumun aldık, Hallac-ı Mansur'da öyle, öyle mi. Molotof kokteyli atın, kalabalık çabuk dağılır o zaman. Kin gibi tohum ekeceksiniz, gördel olsun epeyce, sayıltılı, koşuntulu, kaplamı itinç dolu diyesim, onun soyu senin başın ezecek, sen onun topuğuna basacak filân diye master yapıp, tez hazırlasın, o sıra yargıcı yargılamak üzere bir yargıç getirdiler, elinin parmaklarını sayıp duran, ağaçlarla alay eden bir deli, tan sökümünde geri gitti. Ey budunum, Endülüs halifesini çağırdılar yerine. Klossowski’nin (Baphomet) romanı Nietzsche’nin sonsuz dönüş kuramıyla yola çıkarak, bedenlerinden ayrı ruh, soluksuz varoluşu sürdürmeleri ve bu soluğun içine girecek ölümsüz bedenleri arar dedi. Gongora konuyu değiştirmek için laf attı işte, ama karıncanın adı Latince 'formica' olduğu ve ondan elde edilen asite 'Formik asit' dendiği, benzer biçim Latince adı 'Acetum' olan sirkeden elde edilen asite 'Asetik asit' denirmiş ve bir de Pelagonik asit varmış, bu herhalde Devonyen devirde içilir artık, cromagnonlar içmiştir Maral! konuyu iyice karıştırdılar bence. Yaşlı bir kadın geldi çadıra, yüzü kalp biçimli ve kemikli, sanki ölümle seviştim, nemfomanmış, cariyeleri arasında böyle garipçiller var. Kambur Rigoletto, Mantua Dükü kız kardeşini kurtarabilir mi beni ondan, Çek köyü Nazilerle işbirliği yapan ‘oportünist Sekal’ın ölümü hak edip etmediği derken, Hector Berlioz ve Dvorak parçaları dinledik karışıklıkta, Roosvelt gelecek dediler sonra, El Bruz soğuk, her daim buzlu dayanamaz, radyoyu kapattım söyledim, ayağı aksak, Soğdça, Beluci ve Avesta dilini iyi bilir, deniz ifriti gibi bir adam, çekinir mi oda girdi, dağdan gelmiş önümüze çıktılar, ‘Araba Camı Yıkayıcılarının Baladı’nı okudu bize, annesi yokmuş çocukluğunda, ağladı hep, belki yalandır, herkes günü geldiğinde yalan söylüyor, Koçi Bey’in Risalesi, R ayaklı, Paşa’nın mal varlığı, Anemas zindanına doldursan sığmaz, boş ver dedim: Bin yedi yüz köle, iki bin dokuz yüz savaşçı at, bin yüz altı deve belki de gebe diyor şehzade, yedi yüz bin sikke-i hasene, beş bin dik kaftan, urba, bin yüz adet üsküf, altı yüz gümüş eyer, beş yüz bin altın eyer, bin beş yüz gümüş at başlık ve yüz otuz çift altın üzengi, ayrı kalıp altın, nakit altın ve gümüş karışık altın, gümüş eşya, mücevherat, ziynet... İyi de, ben bir hırsızım demektir bu yahu!
“Ben bir hırsızım ve bu da yaptıklarım, / Toledo’daki bu antika kitapların odasında / ölü profesörlerin yapıtlarını karıştırıyorum, / onların kutularını inceliyorum. / İş şuna geliyor; sağlam bir kutu; / içinde de son dekanın küllüğü, kisvesi, / mührü, piposu, / golf kupası ve sigara keseceği. / Amin.”
Allah'ta işini biliyor deyince, odaya von Braun girdi, sen aslında bir Mekke tanrısıydın demesin mi, ifrit gibi sarı ve gösterişli. Ne demek istedi anlamadım ama, anlamakta istemem, bu yaştan sonra, zamanla yarışıyor insan, küçük bir imza yüzünden yaşam boyu tutsak kalmaktan iyidir, o ölümle nikahlı demek, ah Paris belki, mitik bir şeydi unuttum şimdi, duydun mu kuzeyde barbarların dilini öğrenen ahır köpekleri varmış... Çal Peckinpah durma! Bağdatlı Cüneyt, Sana Çölü'nü gezerken kocaman bir köpek getirmiş, Delhi surlarının önünden ç/alıp getirmişlerdir, çok önce, gülüyor almışlar diyor, iyi kalpli işte. Vakti av peşinde geçmiş, yelden hızlı koşar köpeğin dişleri dökülmüş, tüyleri kırçıl, bedeni ağırlaşmış; eskiden gazal sektirmez, kanat açtırmaz, soluk aldırmaz av köpeği şimdi yerinden kımıldayamaz olmuş, Cüneyt hayvana bir lokma ekmek verdi, sonra da: Köpek! yarın hangimiz çıkar bilinmez ama sen iyisin dedi... Hayvan dile gelmiş: Neden? Cüneyt; Bugün yarın imanımın ayağı kaysa tökezler doğru cehenneme giderim, oysa senin başında böylesi kötücüllük yok. Köpekler de ahret anlayışı yok imanım! cenneti beğenmez, cehenneme de yüz vermez onlar dedi Theodor, hayret Cüneyt'e ilgi gösteriyor. Çadıra bir ölü girmesin mi! Işık ve yaşam aydınlatılmış karanlık, gece ve ölüm karartılmış aydınlık diye bağırdı Bohr!.. Zale'ye Leopar'daki av sahneleri Olguin dedim, Arjantin'e geçti birden yani işte... Peki ne olacaksınız; kaymakam, sonra; vali, sonra; vekil, daha sonra; başvekil, en sonunda; hiiiç... İşte, ben O'yum yahu...

II
"Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var./ O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim. / Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler. / Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm. / Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi. / Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim. / Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı. / Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım. / İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım. / Ben ozanım."
Esperantodan volapüke her dilden konuşur Mor Afrem tragelaphos keçigeyik der İskitlerin flütçü kızı var mıydı diye söylenir şunu anlattı Lenin'in kolundan çekiştirip III. Ahmet'te kulak kesildi gizlice gördüm dedi ki ayağı çakşırlı Zapata öldürüldü ama can çekişirken yanındaki adamlarına çabuk bana güzel bir söz bulasınız büyük adamlar ölürken güzel bir söz söylermiş filân dedi saf devrimciye gülümsedi oradakiler İsa soluğunu verdi ama bu sözde güzel Bolivar nasıl da destek çıkıyor sonra Biruni geldi kimden duymuş bilmem kadın ‘Ben en güzelim’ derse gerçeği ne kadar yansıtır bir belitsel sistemin ‘Ben tutarlıyım’ demesi midir gerçek söz konusu kadının en güzel olduğuna kendisi değil başkası karar vermeli ama o başkası evrensel estetik değere sahip olmayabilir dolayısıyla o kararın doğruluğuna gene bir başkası karar vermeli o bir başka kararın doğruluğuna gene bir başkası bu sonsuza dek sürer söz konusu kadının en güzel olup olmadığına karar verilemez Werther'de (Genç Werther'miş) üzülme kızlar prenses ki göğüs uçları sert minyatür bir et kulesi fallik bıçak girip çıkar vajinal ve klitoral orgazm ilk kez gözyaşlarını tut durup gökyüzü ötesi bak gene gökyüzü mırıldan ‘carpe diem’ filân dedi leylakla gezen ruh Hades'se görünmeyen Lerna bataklık Nemea aslan Pallas kız sihirli tolga Odysse on iki bin dize Herkül dünya batı ucu tanrı bahçeleri Hesperid altın elmalar çal Atlas yardım et inek göz Hera kamçılanan hardseks hala Bach hep ölüm fa majör prelüd hep prelüd Voyager uzay sondasıyla uzak dünyalara doğru yol alıyor Macar suyu sür Beni Kaynuka savaşı yahudi ve müslüman ister 1300’de Karakurum yola Moğol ve Tatar Çuçi Han komutası Rusya yani Kıpçak stepleri girer bir kol kuzey Alaska oradan Amerika geç Siyu ve Apaçi kızılderili kabileleler Son Mohikan Katerina II sıcak denize açılmak ister boğazlar ve Ege'yi Çeşme’de yaşanan savaş Kont Orlov'un isteği üzere Rus bir ressam tarafından resmedilir ressam gravürü gerçekçi yapabilmek için St Petersburg kıyısı Rus kalyonları özel olarak savaş gösterisinde bulunur çirişli elleri görünüm ürkütücü Offili'nin fil gaita üzeri yerleştirdiği ‘Kara Meryem’ tablosu gibi puhu kuduzumsu kavranası kireç ocağı kımıldar cenin birlikte Moğolistan kırlarına bakar bir çığlık ve yüksek bir su çarpma sesi ileride bir yer göle bir kuş konmuş kapı önü geçip vitrin bakmak için iki blok öte yürü parktaki ördeklerden biri onu acımasızca yuhalar vitrin camında ise Mart kırağısı buzdan çiçekler açmaya başlamış tüm sorun tepeye bakan kolonadlı tapınakları tavaf etmekte mağara ve mağaza‘Yaşamak öldüğünü görmektir, / Yaşlanmak budur işte’ elindeki kâğıttan okudu durdu iyi mi kim o dedi Paulhan biri Voznesenski dediler biri de Ginsberg filan dedi bıraktılar sonra Kraliçe Elizabeth II yeryüzünde bir ağaca prenses tırmanıp kraliçe olarak aşağı inen tek kadınmış dedikoduya bak şimdi tırmandığı ağaç Kenya'da bir incir ağacı adı Treetops olan bir ağaç ev 5 Şubat 1952 gecesini o ev de geçirdi şafakta prenses aşağı inip hayvanlarla film filân çekti ve güneşi izlemek için yine tırmandı aşağı indiğinde kraliçe olduğu söylendi bir önceki kraliçe ölmüş yani basın asıp kesti hemen politik düşünceleri şu mu Baktria nerede deniz kandili ne ilerde insanlar kentlerde toplanacak teyze Eltâk kapısın kırıp içeri girebiliriz Bağdat bütün taş ve demir sanayi baş parmağımın emrinde felsefe yazın boş hünerler anlağın becerdiği filânca şeylere ödenek ayrılmayacak suyun tansıdığı yalan aynanın küstüğü gerçek El Afrun'da terk bir un fabrikası var üç kaşlı yaşlı kadının kemikli kollarından un yapılacak uyuşuk havaları severim Turing geldi çadıra günün birinde hanımlar bilgisayarlarla birlikte yürüyüşe çıkacak ve birbirlerine o sabah bilgisayarın ne gülünç şeyler anlattığını anlatacak 7 Haziran 1954’de siyanüre batırılmış bir elma yiyerek yaşamına son vermiş o çağırdık geldi maniak kırk bir yaşında bu gün okurken geceleri uykusuz köle arayan Agrippina'yı düşünmüş serçe yağmuru kır çiçeği ve sessizliği severmiş sözü bir adama verdiler hiç tanımam atım hayvan yelesini sallar güneşe doğru yüksek sesle konuşur kişner Bukephalos Organist orgu flajoler ve diğer hafif sesleri çal ve ilerde meşenin budak deliğinin yanında bir baykuş guruldar su çölü üzeri yayılan gece demiri öp ayı aydınlat denizde boğulmuş bir kaç beyaz koyun iskelet oraya nasıl gitti bir türlü anlaşılamayan bir at kuşun cam güzeli göğsü var kuşkonmazlar turunçkuşak bir Araf zili tamu kokusu ötede ak ve uzun kafatası iskeletin göz çukuru ay ışığı atın Hürmüz tarafında beğenilen yüzü etsiz yüzü bir çift ateş sarı göz ve bakar yamaç serçesi eşinir eşlik eder çınlar tozlu araba gelip geçer keçi yolu sönük ay Kanopus gezegeninin de ayı var ve ne yaparsanız yapın orada su kaynamaz Gufran ve mağfiret günü bugündür bâlâ bu İskender dedim şaşırtmak için böyle yapıyor sonra Cem geldi kasvetli gece de rüzgâr gören kuyruklu yıldız gibi karanlık koyağın pürüzsüz bedeninde yatan kelebek ölüsüne vurgunum vahşi deniz avcıları peşine düşmüş karides larvasının ölümsüzler kentindeki gizil gücün büyülü tınısına Hades'in gizil gücüne metal bacaklı saylonların kobol tanrılarından öç alışına siyah benekli leoparın Haçlı ordusu gibi yavru geyiği kovalayışına bronz yapraklı zeytin ağacına gecenin flüt çalışına ve kasvetli melodiye halkalı Satürn'de fare kovalayan kedi sürüsüne kriminoloji laboratuarın da neon saçan ışıkların ürküsül yanışına karanlık baykuşun düşüncemde ötüşüne kırmızı Pluton gezegenindeki soyut saplı kiraz ağacına solgun kaldırımda kendini yavrulayan siyam kedisine karanlık baykuş ötüyor yine düşünür düşünceyi deyişime uçsuz bucaksız vadide kâbus gören çiftçi ölüsüne sarışın matruşkanın matrut uzaylıyla ironik hurma ağacında çiftleşmesine selam olsun dedi ne bileyim dedi işte Cem dedi Ezra ise vortilizm herşeyi makina ve sanayi filân sonra Cem sus ben söylüyorum dedi ve evet ne yaparsın b

III
"Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu / taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi / ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı / duvarları çınlayan dolambaçları izlemek / yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda / hangi gizil bükeyler büküntüler / şiddetin galerileridir ki. Zamanın / tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar. / Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin / ayrımındayım. Büklümlü gece / bana doğru kükrüyor ve de / ıssız ulumaların yankısını taşıyor. / Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada, / nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak / bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades / bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir. / Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir / bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür."
Ben içinde zehr olan bir pınarım Züleyha hala, Potifarlara mı sordun. Ukaz panayırı ‘yaklaşıyor, yaklaşmakta olan!..' derse, Kus b. Saide'nin sesi ıssız düzlükte yankır. İbrikten su iç, hacılar getiren at inlemeden, kişneyip gelmelerine bir elem, Mavera ses duy ve Fussilet 34 ne söyler ki bir araştır. Araba plakası gibi. Ölüleri kör kuyuya at, üzerini örten bitey bir zaman sonra direyle sarışır, dünya olur filân. Zürefa bahsi: Bu hayvanın başı ile ayağı, deveye benzer ve boynuzu öküzdür, derisi kaplan, kuyruğu geyik. Bu hayvanın yapısı böyle; bir yaban öküz, bir Habeş deve evlenir. Bu evlilikten hayvan doğar ve hayvanla geyik evlenir ve bu evlilikten zürefa doğar. Geyik bahsi. Geyik hayvanlar içinde insandan en çok kaçar. Bu geyik iki tür olmakta, biri doğru geyik, diğeri misk geyik. Bu misk geyik Hindistan. Gözeğinde kan, taşlar üzeri misk olur. Ama bir düve örnem olsun, zulüm, zındıklık ve sapkınlık bilmez. İnsan bilir, yalana sarılır, yalancı peygamber Gulam (Ahmet) Kadiyani var ve emr-i maruf ve nehy-i münker. Daniel, Kaldeli büyücüler sayesi iyi bir düş yorumcu. Aristofanes’in pazuların övdüğü Mısırlı hamal bile böyledir. ‘Tanto monta, monta tanto İsabel como Fernando’ 'Taht üzerinde eşit hak sahibi olmak' gibi. O insanı yalnız öldürmekle kalmaz değerli suyun akıtır, kanallar boşaltır kurur. O ara Peygamberin Ravzası yemyeşil kubbe görünür. Bakara 246 komutan Talut için Melik ifadesi kullanır. Palanga ve Arşimet vida. I. Murat bir anlaşmaya avucunu mürekkebe bulayıp ‘pençesini’ vurarak onaylar, tuğra bundan ilham alınıp düşünülür der. Temeşvar, Şerezöl, Aps ve Gulet hükümdar Osmanlı'dır. Medine, daha önce Yesrib. Tolunoğulları var. Kezzap çok yalancı demek ha... Selanik dönmesi ve Kuba’ya yerleşense Ömer'dir. Çadırdan uzaklaşan Suad, Müzeynî oymağının Hanif ulularından 'Yedi Askı' şairi Züheyr'dir. Darius, Hindistan'a gitti hû, tek ettiği, arısız bal veren kamışlar buldu! Mandarin diliyle Mazdak öğretisi mi, dinozorları asteroitler içmeseydi, us yorucu yaşam bir başka yöne evrilebilirdi, yarı balık yarı amfibik Tiktaalik gibiyiz henüz teyze. Yazgılarımızın derinliği, ufuklardaki düşler gibi, geminin pruvasından Truva'ya el salladık, Sevil’le Sevilla'ya gittiysek iyi mi, diri cesetlerin arasından Sofu Bayazıt'ın yanına vardık, sanatçı dediğin bir zaman avcısıdır, açığı; ‘Sanat bir ırmak ya da aşk gibi kapılıp ama en başında yolunda ki nakisalar kuşkusu gizli bir tohumu yürekte taşıyan bir ergenleşme büyüsüdür.’ Ama kuşkuların rengi yönlendiriyor beni, geyik kanıyla, metal zar. Vampir beslerim içimdeki inde, yüzü kuzeye dönük ağlar durur, titiz övünçle, lanete hasredilen ve söz dinleyen kılıçları severdim... Eh, neyi buldun ki arar durursun eseme köyünde!..
Halid bin Velid, Ecnadeyn bozguna uğrattığı Bizans ordusu için, Ürdün'e yakın Fihl’de toplandı. Müslimler başkumandanlıktan alınıp bir savaş birliği başına gelen Velid kumandasında bunları izledi, Beysan geçidini aştı ve Fihl’de Bizans ordusunu gene yendi, Dimaşk’a çekildiler. Aynı zamanda kuzey Hims üstüne başarılı baskın yaptı. Halid ilerlemesini sürdürür, Kinnesrin’i aldı ve karargâh durumuna girdi. Şurahbil Beysan ve Ürdün’ün fethi gerçekleşti. İran kumandanı Behmen, Nersi ve Calinus yenilgiye uğradı. Bu sıra Behmen yeni bir orduyla Fırat'a yakın konakladı. Mantı yiyen mantıkçıyla tillahi, Mer İran’a gidecek orduya Bad bin Ebi Vakkas’ı başkumandan etti. Sad ordu ile Kadisiye'ye girdi. Savaş oldu. İran ordu başkumandanı Rüstem öldü. İranlıların düşman eline geçmez bayrağı Derefsi Gavyan ellerine geçti... Küfe, Basra kuruldu ve Halife Ömer emri Mısır, Fustat şehri kuran Amr ibn ül As yakını Ukbe bin Nafi el Fahri, Kuzey Afrika'yı fetihle görevlendirildi. Ve sıkılıp dedim ki: ‘Sonsuza dek yatabilen ölü değildir / Ve tuhaf uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir.’
Dağın doruğu, aşağıda kalan göğe baktım. Gök dölü, gökyüzünün döllediği, kirli köpük yüzer şeytani kalyonlar, kamburumsu gök, uzak zaman sisler arasında zardan kanatlar açıp uzaklara, güneş gibi karanlık bir koyuluk. İşte ki gök hafif bir tan ve Muhammet ifritten hoşlanmaz. Kara kedi, kanatlı Mısır tanrısı yanımdan geçip gitti, dağları ölümsüz öndere borçlu. Sönük ay, can çekişen yeşil akrep. Aynaya bakınca ölen insanlar ülkesi, yaşlı biri yok, bir kirpik bile yaratmayan insana gönül Kabe’si verilir mi. Tağutlarla canciğer muhabbet geçinip giden dindar müselman. ‘Men lâ yerham, lâ yürham’ 'Acımayana acınmaz'. Gök çiçeği, ten çiçeği. Ay sarısı, sarıcıl. Cebrail’in altı yüz kanadı, ikisin hiç açmamış. Kadir Gecesi açar. Kadir gecesi zaman Allah (c.c) Cebrail’e buyurur. Süvari meleklerle yeryüzüne iner. Elinde yeşilsi sancak bezi, Kabe üzre dikerler. Can alıcı güzelliğin monarkı, is yapan telaş, hiçsel bir uluma, ‘Sağapo / Yeti ise esa’ ‘Seni seviyorum / Çünkü sen sensin’ derdi çünkü; La ilahe illa Ente / Subhaneke İnni / Kuntû minez zalimin.'
İslam donanması ve ordular, Hint’de İndüs kıyısında, Çin’de Kanton limanı ve Büyük Yunanistan’da Napoli’de görüldü. Çünkü oruçlunun kuruyan dudağı, kıyamette iki göz arası nur olacaktır. O, Kur’an’da soyut ve çok genel postülaları ile ilim gerçeklerine feyz veren İlm-i Ledün’dür. Ve günde on üç kez Rabbena Âtina duası okur. Hz. Peygamber İbn Revaha’yı zekat toplamak üzere Hayber’e gönderdi. (Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1.507-508). Üzgü, kör yılan Tiber kırları, sönük ay, öğle sıcağında kısık sesiyle öten kuş. Çınlayan ova, Muhammedî bir neşe yayıyor. Onun, Züheyr’in oğlu şair Kâab’a verdiği hırka gibi değerli.Yusuf gömleğinin kokusunu Mısır’dan duyan Yakup, Kenan kuyusunda onu nasıl göremez. Dervişlerden biri öyle yoksul ki evi Medine’nin iki kara taşlığı arasında.Yusuf sonra Mısır’a sultan oldu. Çöle kurulup deniz yolunu gözleyen sfenksin gücü, minotaur böğürtüsü, deşilen sol böğür. Ebu Davut’un Sünen’inde, Beyhaki’nin Sünen-i Kebir’inde, Hakim’in Müstedrek’inde, Ümmi Varaka’nın ev halkında. Örülü saçlar ay ışığı kuş kanadı parlar, sütunlar devrilen gölgeler arası şahin başlı ve kanatlı adamlar, kara mermerden iri kediler, bağırlarda irinli kan, fışkıran pıhtı, sümbül büklümleri kokan. Düğünler, toyraklar, suyun öz, Ficar savaşı ve çiğle kaplanmış ot. Yaşamını iç içe yer alan sonsuz sayısız biçemde iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirinin içinde yer alan sonsuz sayıda dairenin, birbirine olan göre’liliği üzerine şaşırtıcı araştırmalara adamış. Sonsuz sayıda iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirine göre olan sonsuz göreceliliği üzerine birbirine olan sonsuz sayıdaki konumunun birbiriyle oluşturduğu sonsuz görecelilik üzerine şaşırtıcı bulgular elde etmeye adamıştı (Dizgi hatası). Çok çekmiş Mecnun o gün, Necit dağında bağdaş kurmuştu, çevresinde, kurtlar, kaplanlar, ejderhalar vardı, tutuşturan çölde, ufuktan bir toz bulutu yükseldi, toz aralanır gibi oldu, sanki bir nur parçası görünüp kayboldu, yarı tanrı, yarı insan bir süvari geliyor sandım, havada dörtnala, uçarak Mecnun'un yanına kadar geldi ve sülün kızılı başlığı, gözalıcı harmanisi, yakıcı koşumlarıyla düşler içinde, atından indi. Mecnun onun iyi biri olduğunu sandı, vahşi hayvanları itti, atlının göğsünde ziynetler döşeliydi. Ey Yemen Yıldızı nereden bu geliş dedi. Harmanisinin altında ayımsı altunî bir parça belirdi. Bu oydu. Bu aydı. Bu hilâldi. Ben Leyla'yım diye bağırdı. Ve Mecnun karalardan bir gölge, yenilmişlerden bir ölü gibi ayağına serilip, bayıldı. Bütün bunlar günah defterinde yazılıdır.

IV
"İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım / ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın / kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini; / umarsızca bastığı toprakları düşünürüm, / sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını, / yazık ki başlıca övüncemdir bu benim. / Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um, / köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında / Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir / boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak / Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran / düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan / ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan. / Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum / belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum / Artık 'Hiç kimse' olmak istiyorum."
Issız yolda yürüyordum, ova yalnız ve çırılçıplak, kuru bir ağaç, en uçtaki incecik dal, tek bir kuş, totem gibi duruyor, yapayalnız. Transilvanya Prensi Kont Drakula gibi kalakal. "Uzak yıldızlarda / füzyonlar içinde; / ufuklardan ışık saçıp / kavuşulan ne..." dedim. İnsan, zaman ha... Ve Obsessif kompulsif krizler, karanlık hırs, Seram adasının Masohi kenti, Aceh eyaleti, Halmahera adası, O affeden, o çok seven (Büruc14). Din kardeşlerim Uhud harbinde şehit düşünce Allah-ü Teala onların ruhlarını yeşil kuşlar halinde yarattığı bir takım biçimlere koydu. Şimdi onlar cennet ırmaklarına varıp sulanır, cennet meyvelerini tanır. Arşın gölgesinde, altın kandillerle aydınlanır. 'Kaladan indirdiler / Kır ata bindirdiler / Üç günlük güvey iken / Yemen'e gönderdiler.' diye de ağlar, lar, lar. Pakistan’da Hunzalar bölge insanı uzun yaşar, Jules Verne’in Keraban'ı Osmanlı zamanı Avrupa yakasından Üsküdar’a geçen biri, devletin yüklü vergi istediğini görünce, inat bu ya bütün karadeniz kıyısını dolaşıp üç yılda Üsküdar’a gelmiş, Bulgaristan, Romanya. Rusya, Kafkasya'yı geçip; işte bu Keraban taktiğidir. Peçevî bir adam, can çekişen köstebek ve tavşanları göstererek, söğüt gözyaşı döker, hayvanlar ölür der. Öküz başlı minotaur, Latincem iyidir mi, 'Risus abundat in ore stultorum' 'Gülmek aptalların ayrıcalığıdır' diye ekler, şimdi bu, neyse. Matematikçi Apollonius'un Konika adlı kitabı, Amarna kralları, Ay arlı firavun der ki, sanki Uhuru (Klimanjora) zirvesine çıkmış gibi sevin. Ölmeyeceğim diye diretsem rabbim beni öldürür, ölüyorum artık desem, elinden bir şey gelmez, alın terim, keder ırmağım benim... Eşikte ağlıyordu, niçin ağlıyorsun dedim, gözünde bir alakuşak (Meryembağı) belirdi ve sözel alışverişten, yazından başka bir güzellik kaldı mı ki dedi!..

Ve Mecmeul-Bahreyn'i geçip Finikelilerin 'Kurtarıcı' dediği Yuşa'ya geldik. Ebu Hureyre ise; kedi dostu idi, bir gün kedinin biri giysisinin üzerinde uyuyakaldı, uyandırmamak için giysisini kesti. İsa ise çamurdan kuşu uçurdu, doğuştan görmezlerin gözünü açtı, gökten sofra indirdi, mezarda ölüler diriltti. Lazarus. O ara uzayda parçacıklar tanrısı Higgs'i aradık, gökteki Kış Üçgeni gibi. Araç 1.4 güneş kütlesi olan Chandrasekhar sınırı aşılınca patlayan kütleler gibi patladı. Serçe ışını yayıldı buzların arasına, Anadolu'da Çiftaslan ayaklanmasını gördük, erojen yöreleri dolaştık. "Nasıl da kızıldır tan sökümü / ıslak ovalar da bir karaltı / bir pegasus yürür gelir; kanatlı..." filân dedik, sonra kütle olmasaydı, evren içinde parçacıkların ışık hızıyla sağa sola uçuştuğu delice, çalkantılı bir denizi andırırdı be yahu diye ekledi... Ciğerlerine kanatlı karıncalar yuva yaptı, kasıklarına veba girdi çıktı. Bağırdı; 'Körler göremese de yıldızlar vardır...' İskenderiye'de bir Akhalı yazdı bu dizeleri; Batlamyus Lathyros'un krallığının yedinci yılında ve Narsay geldi, İsa'nın babası tanrıysa, Meryem hepimizin anası olur, üçgensi yeşil, piramitsi örüntü, prizmatik, konik nesne, devasa şeyler feşmekân. Çamlardan küçük bir kuş ürküp kaçmasın mı, tarihi saptırdık, Gangaumela'da (deve ağılı) olmuş savaşı Erbil'de olup bitmiş gibi yazdık. Sonra Kazancakis, Yılan ve Zambak dedim. Burada kaldık, beslediğim armadillo cüzzama yakalandı. Alevler aç gözlü bedeni yalıyor gör ki, mavi güneşin göründüğü sahne siyah beyaz olabilir Solaris'te dedi, düşünde görmüş, baksı açtırıp, bin yıl bir M sesiydim aşağı Mısır'da çünkü, çünkü Kulikovo Savaşı'na istemeyerek katıldım, kolum iki yerden kırıldı, ormanın kıyısında bir melek görmüştüm, teknolojik buluntular insani ve ahlaki konulardan temel alıp, onların üzerinden gelişir ya Sem-Ra dedi.
Gece düşer gözlerime, uyku ok gibi dizilir, Ölüm düşer sözlerime, Serviler çoktan gözükür kuzenim... Sin Kalan'da, orayı gören ya da göreni gören tek kişiyle karşılaşmadım. Sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler, başkalarının kullandığı sözcükler, saatlerin ve yüzyılların verdiği tek sadakaydı ona. O zaman, Aurelianus Cennet'te, Ulu Tanrı'nın gözünde kendisi ve Pannonyalı Yohannes'in (Ortodoks ve sapkının, nefret eden ve nefret edilenin, suçlayanın ve kurbanın), aynı insan olduklarını anladı demek daha doğru olur dedim, bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya, aynıdır, tenim korkabilir ama; ben korkmuyorum ve kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'te uçup gidiyor kardeşceğizim. Belki de o paranın ardında Tanrı'yı bulacağım. Hayy-ı Lâyemut, -Ölmeyene and olsun-. Tam bu büyüyü sürdürecekti ki, patlayan piştol yok etti onu, parçalanmış gövdeyi ahırların orada buldum, aradan geçen yıpratıcı yılların etkisiyle Beatriz'in belleğimdeki yüzünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum babacığım. Korkunç kurtarıcı Lazarus Morell'in suçlu ve göz kamaştırıcı varlığı, halkın eğilimleri tek kaygısıydı; "Kör onlar" diye açıkladı maskeli adam, "çünkü yüzümü gördüler". Ve ilâhi gövdesinin gereklerini dindirmekle görevli cariyeler, "Mutluluk, hayatta kalıp, sınırsız Bağışlama ve sonsuz Ceza'nın iki anahtarını elinde tutan kişi ile beraber olsun." diye haykırdık, haykırdılar halacığım. Ve dinginlikle, alçalmayla, korkuyla, kendinin de bir görüntü olduğunu, bir başkasının onu düşlediğini anladı artık, bundan büyük bir mutluluk yoktur belki de. Ey yetersizlik, düşlerim asla arzulanan yırtıcı hayvanı yaratmayı başaramaz. Kaplan belirir, ama ya parça parça, ya kırılgan, veya gülünç biçimsel değişimlerle veya kabul edilmez bir boyutta veya son derece kısa ömürlü veya köpek ya da kuş görünümünde ki; Oğul kavramına, kötülüğün ve bahtsızlığın çapraşıklıklarını eklemiştir. Yeryüzünde bir geleceği yoktur, Hunlar atları üzerinde Manastırın bahçesini yerle bir ettiler, sunakları ve kutsal çanakları çiğneyerek, kütüphaneye girdiler, anlamadıkları kitapları lanetlediler, paramparça ettiler ve ateşe verdiler, belki de yazılarda demir bir yatağan olan tanrılarına sövülmesinden korkuyorlardı. Tiksindirici mitoloji örneği gibi konuşmayı sürdürdüm ve çekinmem ben dedi mavi gözlerini gözüme dikip, sonra ağlayarak; Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu, herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi, bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim. Bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında- ve şu belirsiz söyleşiyi yine sürdüreceğiz dedim, dedi. Ve onu öldürürler ve bir sahne yinelensin diye öldüğünü bilmez, olayların gerçekleşmesi için unutma gereklidir. Başlangıçtan beri bekleyen ova, gölgelere sarılı ağaçların ötesinde, sulara yakın, gözleri uykulu bir at, sabahı doldurur gibi. Bir İran minyatüründeki gibi boynu bir yay çiziyor, yelesi ve kuyruğu burgaç burgaç. Duruşu dik ve güvenli, yapısı uzun eğrilerden oluşuyor. Chaucer'in tuhaf dizesini anımsıyorum: a very horsely horse. Hiçbir şeyle karşılaştırılamaz ve yakında değil, ama çok uzun boylu olduğu belli. Şimdiden, öğle olmasından başka bir şey yok. At burada ve şimdide, ama onda farklı bir şey var, çünkü aynı zamanda Makedonyalı İskender'in düşündeki bir at o. Uyku ölüme dalmak isteyip de ölüme dalamamaktır uzatma artık abla dedim. Çatışkıya bak. Öğle sonunun düşleri arasında kumrular aşıklar gibice uysallık ve taşkınlıkla mırıldandılar. Çok felsefi bir şey okuyordum, ev arkadaşım bağırdı, biliyor musun, Fulya'da bir arkadaşım vardı, evine hırsız girmiş, bütün altınlarını, bileziklerini, eşinin takım elbiselerine varana dek her şeyini çalmış, alabildikleri ne varsa hepsini, ayakkabısını bile götürmüş dedi. Duymayan kaldı mı, beyazlar geldiğinde topraklar bizim, kutsal kitap onlarındı, gittiklerinde kutsal kitap bizim, topraklar onların oldu. Dünü Etrüsk mezarlarında metal dedektörle hazine avına çıkıp bulduklarını çalan emekli bir amiralle geçirdim. Kendimi yakılmaya, fırlatılmaya ya da demir çubukla ölünceye kadar paralanmaya adıyorum... Seneca'ya göre Gladyatör yeminidir bu dünür. Dönüşte Lagrange noktasında Troyalılar'la karşılaştık, onlarda dönüyordu, Dianne Odell gibi demir ciğer içinde yaşardık. Sanat ve sanatsal yaratıcılık sonuçta katıksız metaforsa, o zaman şiirsel olan her şey sözde metafor olmaktan öteye gidemez. Kötülük çiçeklerinin çanı çalınca, Beykoz'un havarisi, ölüler ülkesine geçip gitti mi dedin... Çocukluğunun geçtiği yerlerde Pan gibi kırları dolaşan, Bozcaada'da şaraplar içip ditramboslar çağıran bu zamansız peygamberin, her biri birer kozmik haritayı andıran kemik rengi şiirleri, kaotizm yüklü, fantastik öğelerin ağır bastığı, matematik birer formülden bileşikti. Bin şiiri bir şiir yapıcısı, kozmik şiir ustası ozanımız, tanrının bile görünmediği alanlarda kalem oynatmış, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz bir antikozmostan seslenmişti be Tatavlalı Ismayıl... Karşıdünyanın bu anlaşılmaz reaksiyonerlikteki ozanı, şiiri öylesine olağandışı buluyordu ki anlaşılmayı hiç bir zaman arzulamadı, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi; sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü, kendilerine cennetin çeyizlenmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir onlar. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Onun şiirini sevebilmek, kolaylıkla katlanılabilecek bir tutum değildir, çünkü anlak içi değildir. Ve ozan öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözü pektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!.. Şiirlerinde yalın gerçeğin, mistifike edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesini dile getirdi. Sıralım halinde geçen deniz kedileri, engerek otları gibi. Sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, "anlam ötesi" diye nitelenebilecek yapıtlar verdi. Şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varan bir yöntemi benimsiyordu. Öyküleme öremli, düzyazınsal betimlerden, monolog ve diyaloglardan yararlanıyordu. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, bir düşünce ozanı olarak benimsendi. Sonuçta çağın ve insanlığın görünmeyen acılarını, umutsuzluğunu, sefih ya da şaşaalı diye nitelenebilecek her tür yaşamın bir çıkmaz ve sığmazlık gerçeğiyle evrensel bir karayazgıya dönüşecek oluşunu, içrek bir titrem, felsefi bir yansı, buğulu-buruk bir sezgi ve ikonal bir seslemle anlağa varan melodisini şiirleştirmiştir. Halt ettin be sabahtan beri, ne demek bu şimdi. Şu demek günahın çok mu cehenneme, sevabın çok mu cennete gideceksin, ama günahın ve sevabın denkse allahülelazim nereye gideceksin... Büyük ışık üçgenleri, şu ki ve iyi ki düşümde bir inek gördüm, başı Aysis, boynuzları harp gibi, gözleri insan... İnsan düşünen sazdır bizimoğlan. Aynı ırmağa iki kere giremeyiz ama girende aynı insan olamazmış artık, demiş miydim dedim. Hız arttıkça, zaman azalır (yoğunlaşır, yutulur), hız azaldıkça, zaman artar (çoğalır, genleşir-genişler). Yaratıcı varsa, onunda bir yaratıcısı olmalı mı, bu bir çember o zaman, yaratılan ve yaratan... Boş şeylere adanmış üst düzey ustalıklar filân, ikide bir deme lan-tan elementi! Özgür iradeye inanmıyorum. Bu nedenle, kurgulamıyorum. Eğer siz özgür iradeye inanıyorsanız, bu kavram gerekli bir illüzyondur. Ancak geçmişim söz konusu olduğunda, yaptığım her şeyin dünya tarihine, daha önce gerçekleşen tüm evrenin ilerlemesine bağlı olduğunu kabul edebilirim. Ancak şu anda özgür olmadığım söylenirse, kendimi uzaklaştırırım. İşte burada iki elim de duruyor. Masanın üstüne hangisini koyabileceğimi söyleyebilirim. Şu anda buna eminim. Ancak şimdi sol elimin düşmesine izin verdim, bunun yönlendirilmiş olduğunu ve sağ elin düşmesinin olanaksız olduğunu nasıl kabullenebilirim? Ama geçmişi kastettiğimizde, kötü bir davranışta bulunduğumu düşünün, pişman olmak için herhangi bir nedenim yok çünkü zaten karar verilmiş bir hareketti. Her şey önceden belirlenmiş olduğundan, ceza ve ödül düşüncesinin her ikisi birden yanlış olabilir. Özgür irade yoksa, her şey belirli koşullara bağlı demektir. Ancak bu durum bireyin kişiliğine göre değişiklik gösterir. Belki siz erkençler daha özgür duyumsuyorsunuz. Ancak, buna inanmak oldukça zor görünüyor. Mazurka ilâhı Chopen, Brejnev gibi bir dudak öpen! Burkas'ın çerileri, Amuderya, Sirderya'dan çıkarsa, Gundişapur'a gelirse, yetiştirdiğimiz Arabisantlar bizi anlar ve Allelopati stratejisi geliştiren bitkiler çoğalırsa filân, Hey Krıçmarov "Bana doğru uzatıyor sağ elini İsa / ve yıldızları görüyorum / çividen kalan o yaman yaranın arasından." Ah bulutlardan yağan kan damlaları ki, evrenin tutsağıyız, çün göz açıkta duran tek iç organ ve ölümsüz olsak ölümü arardık vb, neyse; Nihil humani mihi alienum demek en iyisi...
Yeni açan ceviz yaprakları, ne buruk ne esimli koku yarabbim... Zarya modülüyle gezi, ölümseyen bakışlar, gem vurulmaz duygular, kül sesli insan. Resul-i Kibriya uzakta durur. Talut’un yasak sudan içmeyen erleri, tüfekyan ve silahşöran savaşı, biri Emirdağ Lahikası’nın kırk ikinci sayfasındaki gibi savaşın bağırın der, tepede kadın usdışı bir erotizm görüntüsü, dans, kalçalar bulut. Savaşan küçücük çocuk, anasız babasız ölüp, boşluğa karışıyor, yanımda cenkçi, onlar boşlukta sönük yıldızların olduğu yerdedir, biz göremeyiz, orada küçük kuşlar gibi kolları açık uçuyorlar ve sonsuz bir düşte gibi uyuyorlardır. Ve sonsuza dek bizimle kalacak tek şey ölüm der ağlamaklı. Bu sıra Annabalı bir yiğit haykırır, silsilelerle atlarız. Bir keçi damının içinde uyanırım, başımda duran köylü bir dağ suyu gibisin bre der. Örüntü yeşillikte, külsü hava, kül sesli biri, plazma, atın dizginleri elim, ortaç, üçgenler ve kazak konuşuyorduk. Gravürdeki dişi domuz bir çocuk öldürmüş ve 1386’da Falais’te asmışlar. Bir adamı öldüren at, 1389’da Dijon'da asıldı. Bir batında doğurduğu yedi yavruyu beslemekte olan domuz da Savingy’de bir çocuğu öldürdüğü için idama mahkum oldu, ama domuz yavruları suç ortaklığının kanıtı olmadığı için suçsuz sayıldı. İris çiçeği, Çin atlı gel, Paul Celan’ın Ölüm Oluğu’ndan müjdeleyen, muştulayan şeyler. Köye gelen hasırcı, göl ifriti ya da piranhamsı dingin yeşil örüntümsünün bağ evi. Barış için sorguç ve öküz kuyruğu sallar. İmparator ırmağı geçip batı yönüne, atlarını Hua dağının eteklerine sürer. İnekler çam ormanlarının boşluklarına dağılır. Arabalar ve zırhlı giysiler kana bulanır, yeraltı odalarında saklan, kalkan ve mızraklar kaplan derisi ile sarılır. İşte paradoks, mızrağım bütün kalkanları deler, ama bak ki kalkanım en iyi mızraklara bile dayanır, işte bu iki nesne aynı anda aynı yerde bulunamaz, çünkü önermenin biri yanlışlanmak zorundadır. Önderler derebeyi olarak atanır. Silahlar kılıflarına konur. Bundan sonra tüm yeryüzü Wu Wang’ın silah kullanmayacağı ve asla savaşmayacağını öğrenir. Ekinlere bit ve kırmızı örümcek kenesi dadandı. Lekeli hummadan Narlıdere'de öldü atalarımdan biri, adı İlyas.
Çölün kıyısında kervancılarla ufuktan gelecek tansık için bekleşiyorduk ve doğudan kara bir güneş belirdi... Taftazan’da dünyaya gelen Sa’d. Can çekişen, çiğli, çirişli otlar, söyleyip durma yesene. Galile, Taberiye gölü, Kızılağaç ormanlarında küçük çulluk ve domuz avı. İran-Turan, Kayrakan dağında, Gobi balığıyla, kör karidesin ortak yaşarlığı gibi dost, pars gözü gibi parıldayan göl, güneşe bakabilen kuş kartal. Ağaç perileri. Dudakların dişi bir keçi kanının akmış olduğu nazik ezik çiçekler gibi eşyA. Kaplanların sevdiği yatağına aldığı kadın, at irisi, arı gövde. Orada tanrı sol topuğu üzerine oturmuş düşünüyor. Dağ kekiğiyle kuşatılmış su köpüğü. Antep ki Küçük Buhara. Havrani kürkü, çuha, ferace ve elvan boğası renk. Denizaltı inleri, Galile denizi, Lut göl, Gor çukuru, balık gözü. Yengeç dönencesi kuzeyinde kutsal Medine kent o gece ay kaçmış. Sydney gribi, uzayın hiçselliğinde havlayan kedi, ağlayan köpek. Hz İsa’nın şakirti bir köpek ölüsünün yanından geçti, dedi: Ne fena kokuyor. İsa: Ne kadar beyaz dişleri var. O ise köpek için halis siyahını, iki noktalısını öldürmeye bakın o şeytan dedi. Boşnak tüfekçilerle Fas çayı kaynatıp içti. Kötü zamanda fasık ve dinsiz olan saygılık gördü, gıybet ve bühtan çoğalmıştı. Güneş batıdan doğar, Mehdi zuhur eder, Dabbetü’l arz adında bir hayvan yeryüzüne, Ye’cüc Me’cüc çıkmış, doğu batı ve Arabistan’da üç yer batmış! Kabe yıkılmış. İnsanlar kafir olup Kur’an, mushafların, sayfa ve insanların kalplerinden silinmiş... Songün geldi. Ashab-ı Kehf mağara arkadaşımdır. Kehf suresi anlatılır. Bir takım gençler devrin inkarcı kralı Dikyanus’un zulmünden bir mağaraya sığınacak. Kıtmir adlı köpekleri orada üç yüz dokuz yıl kalacak.Yalancı peygamberlerin yalancılıkları onlara bir zorum bırakır. Müseyleme’nin tek gözlü birinin gözü açılsın diye gösterdiği çaba sonucu adamın iki gözü de kör olur. Kinâne kabilesinin Arap’ı gibi. Ben Gıfar’dan bir kimesneyim. İlk Hicret Bi’set’in, peygamberliğinin beşinci yılında bir ağaç kovuğunda canı alınan Zekeriya. Mute savaşı. Suraka geldiği yere geri döndü. Zehirleniriz diye Acve hurmasının dibinde oturup yerler azığını. Asyut’ta (Mısır) doğdu. Nahle vadisine gel. Tanrının sağ topuğunu kaldırırsın, göreceksin ki taş kırıktır. Kumrular adanmış. Kalp rikkati kalmamış ve aramızda dünya sözleri geçmiş. Cabir (r.a) anlatıyor. Zâtu’r-Rikâ Sav(l)aşımı olduğu gün Rasulullah (s.a) ile birlikte idik. Soluk, gölgecil bir ağacın yanına geldiğimizde, onu Rasulullah’a (s.a) bırakırdık. (Burada da öyle yaptık) Derken müşriklerden bir adem çıkageldi. Rasulullah’ın (s.a) kılıcı hurmada asılı idi. (Hemen Hz. Peygamber’in (s.a) kılıcını alarak) kınından çekti ve Rasulullah’a (s.a) ‘Benden korkuyor musun' dedi. Rasulullah (s.a) 'Hayır' dedi. Müşrik; şimdi seni benden kim koruyabilir! Efendimiz ‘Allah’ buyurdu. Ebû Bekr el İsmail’in Sahih’inde rivayet ettiği hadiste Müşrik: Seni benden kim koruyabilir Peygamberimiz (s.a) Allah... Ravi diyorki: Bunun üzerine elinden kılıç düştü. Bunun üzerine Rasülullah kılıcı aldı ve 'Şimdi seni benden kim koruyabilir' dedi. Müşrik’de ’Yakalayanın hayırlısı ol' dedi. Tan yerlerinin sülbü ve sası kokular geldi. Öyle rüya görmüş göklerin nur serpen aydın ayı süzülüp kendi üzerine inmiş ve ışıksıl, öylece parlamıştı. Rüya zevcine anlatıp Sekrân şöyle dedi; Ya Sevde! Şayet rüyan sadık ise, ben yakında öleceğim sen de benim vefatımdan sonra evleneceksin. İşte o an Sevde’nin gönlü acılarla dolmuş, gözleri çiğ paresi-şebnem katresi gibi yaşlar akıtmış. Kısa zaman sonra Sekran ölmüş. Ve gündüz ve geceler sonra Allah’ın sevgilisi ol zaman ve mekanın bütün mahlukâtın peygamberi ona talip olmuştu. Sevde Hazretleri, gökten ayın kendi üzerine inmesi manasın şimdi daha iyi anlamış oldu. Işık altında tatlı bir ömür sürdü. Takvâ ve verâ sahibi, ömür ırmağı kevserleştirip cennet gölüne akıtmasın bildi. Mekke kumları üzeri Habbab’a işkence görev, Siba İbn-i Abdilüzza ve kabilesin düşmüştür derler. Kaside; İman sahipleri, tanrının dikkatini şu sözcükleri dizen sağ elden bir an bile çekmesi halinde elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini düşünürler. Yeryüzünde olası bir cehennem tohumunu içermeyen hiç bir şey yoktur; usundan herhangi bir şeyi bir türlü çıkaramayan birini düşünün; bir çehre, bir sözcük, bir pusula, bir malın tanıtımı, onları unutamadığı takdirde kişiyi çıldırtabilirler. Gece gündüz, Ren ırmağını ya da Bolşevik Devrimini ah ki kalkışmasını usundan çıkaramayan bir adam çıldırmaz mı. Bu ilkeyi kampımızda uyguladım 1942 de Jerusalem aradığı çıldırıya kavuştu ve 1 Mart 1943'de kendini öldürmeyi başardı. Acıma duyguma son verebilmek için onu ortadan kaldırdığı mı anladı mı bilemiyorum. İbni Rüşt, dediklerine pekte güvenmeden, kendi kendine aradığımızın çoğu kez yanı başımızda olduğunu söyledi. İbni Sina kör müydü. Ve öğle sonu uykusunun derinliklerinden aşık kumrular, boğuk ötüşlerle bir kez daha seslendiler, görünmeyen bir avludan bir fıskiyenin sesi yükselirken dedi; meyvesi yeşil kuşlar olan bir ağaca inanmak, Hindistan'da ölümsüz bir gül türünün kan kırmızı yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' yazısı okunan bir gül ağacının varlığına inanmaktan yeğdir. Rüşt, balkona asılı kafesin çubukları arasından avluda oyun oynayan, çığrışan çocuklara baktı. Odaya şair Abdülmelik girdi, yeşil kuştan meyveler veren bir ağaca inanmak, hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı hakçası, somuttan, soyuta geçiş yok bir kez! Başka bir konuk, Kur'an'ın (Kitabın Anası) yaratılıştan önceye dayandığını ve cennette saklanıldığını anımsatarak yazının bir sanat türü sayılmasına öfkeyle karşı çıktı ve Kur'an, insan ya da envai mahlûkatın kalıbına girebilen bir tözdür diyen Basralı Şahiz'den söz açtı. Sonunda Farah temel öğretiyi açınladı; Kur'an tanrının niteliklerinden biridir. Tanrının, meleklerine seslendiği dil olan Arapça'nın ve Arap şiirinin erdemlerini övdü ve Bedevi ağzına bozuk çalarak, gözlerinin önünde Guadalkivir uzanan birinin, kuyu suyunu yüceltmesini gülünç bulduğunu söyledi. Zuhayr'ın yazgıyı kör deveye benzettiğini de ekledi. İbn-i Rüşt, onlara değil kendine söylercesine konuştu; Bir yanılgıdan kurtulmak için önce ona düşmüş olmak gerekir. Ve anladım artık, -ikide bir söyleme ey ölümlü- kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'de uçup gidiyor! Ölmek aykırılığında bulunuyor. Sonra akşam oldu, Oxymoron oynadık, bir benzetme türü, sözcüklerin önüne onun karşıtı olan bir sözcük koyarak, yeni bir sözcük üretmek, kara ışık, bakar kör vb... Veronal içtim uyumak için. Ha o mu, düşleriyle burgu gibi övünen, kayaların kaburgasına tutunup, akciğeri kelebeğe dönüşen biri... Önce, kılıcım yakında boğazının tadına bakacak diye Lives'e mesaj çektim. Yaşamım boyunca ağız temizliğinden çile çektim, böyle angarya görmedim. Genlerimizde olmayan tek iş bu-şu, Darwin kuramını destekleyen bir oluşum, insan, maymun mu...

V
"İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü / yaratma gücü olanın, zamanın / o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken / Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı, / zaman görünmezliklerle geçerken / ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor, / dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar, / öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu. / Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru / evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü / gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi, / Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar. / Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver / Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün."
Su vermez ve çıplak gövdeye demir zırh giyerlerdi. Başını kızgın demir dağlardı. Dağlamanın verdiği acılardan baş ağrılarını unutmuştu. Habeşistan ve Urbanistan’a gittik. Matese'de ki komşusunu gezdi. Atalarımız ökaryotlarla, kuzenlerimiz bitki ve mantarlarla kol kola, hayvan sevdi. Seni atının kuyruğuna bağlayacağım, güneş Sulieyka tepelerini aşacak, arkasından ormanlarda dörtnala dolaştıracağım dedi. Kanatlı at, Maya tekerleği, su, göçer kent ve... Tepeyi aşınca çölde bir tavus çıktı. Tavus konuşuyor, çölde bir tavus, o an anlaşıldı ki konuşmak insana özgü değil. Selefkoslara doğru yürü paramızda Erbil profilin var. Otrar’dan Curcan’a gittik, sonra Urfa yakınlarındaki Edessa’ya, Zengîlerin egemen olduğu, Hipparion’un ansızın ata dönüşmesi gibi garip ve Hintli Kahraman, gökte, Herkül süper kümeler yerde göründü... Ne mavildir ama. Hyksosların hükümdarlığı zamanında başkent Avaris'di. Bir zamanlar Bizans eşkiyaları, kozmonotlarla Mars’ta öldü mezarları oradadır şimdi. Umru dalı gibi. Ne diyorsun sen! Somali’de kızlara İstanbul adı verilirdi, İstanbul’da bir incir ağacına Yavuz Sultan Selim dendi. Fırat vadisindeki Bandola ovası yakınları tutsak düşer, önce Moskova sonra kuzeydeki Vetluga kasabasına götürürler Kim’dir adı. İslam, kız çocuğunu hurma ağacına asıp ok talimi yapan vahşi Arap’ı insanileştirdi. Valsler, polkalar, galoplar, kadriller besteledi, Arseni çok çile çekti. Strauss, Tunus gülü koklardı, yel gibi gider Fars kısrağının üzerinde uçardı. Bir Yehova oğlu kavgada, ‘Samson seçimine’ geldi dayandı iş dedi, yani eğer beni öldürürsen, sende öleceksin ve cehenneme birlikte gideriz oyunu. Üç ülke arasında (Benelüx) geçmişte ki Delos Birliği öyküsünde olduğu gibi para; bir para küpünde toplanır, giderler oradan karşılanırdı. Plevne’nin sonu şöyleydi, 1879’da bir Bristol gazetesinde haber: ’Otuz ton insan kemiği Plevne’den Bristol Limanı’na getirilmiştir.’ Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek için yaşamlarından olanlar, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyor. Maveraünnehir’den gelen Kapisa Kiyonitleri Bamyan’a göçetti. Heftalitlerin geçişinden sonra Baktriyadan, Pencab’a kadar barış geldi ki, yılan gibi kıvrılan yol Taganroglu Anton Pavloviç’in ölümünü duyuruyordu. Çehovvv! Duvardaki tüfek ateş aldı. Hiçte inanmam öyle şeylere Mao Çe. Ve öyle iştahla silip süpürüyordu ki adam eti, bir an köpek görüyorum sandım. Bütün bunlar anın sölpük tutkusu. Roma’nın kösnül ecesi gibi gözümü uyku tutmuyordu. Lambayla buldum önümü. Firavun Snefru gelmiş, bir öbek adam ve öldürmeye odaklanmış kirpikler mi desem, ok gibi işte görsene, iyi ki elimde Alef vardı, tüm dünyanın ve senin yüzünü gördüm o an ve sonsuzca ağladım durdum ama öcümü nasıl alacağımı da buldum; kırlar, açık hava ve sessizliğin en iyi sağaltan olduğunu söyledim ve sokağa çıktığımda, gördüğüm yüzlerin hepsi tanıdıkmış gibi geldi, artık yeryüzünde hiç bir şeyin beni şaşırtmayacağından korktum, bir kaç uyukusuz geceden sonra, unutkanlık yardım sever ellerini uzattı ve İbni Haldun, göçebelerin kurduğu devletlerde duvarcılıkla ilgili her konuda yabancıların yardımı kaçınılmazdır diye söyleyince ve ay uluyunca uyudum...

‘Şimdi yokuş çıkıyorum / Ama bunu herkes söyler.’ dedim. Sezar tam bir katışıksız, tam bir kreoldu, yalan bütün insanlık saf ya da melez, Kenan ilinin keçi çobanları gibi kaç kere söyledin ama, kaç kere söyledin amayı da. Pinar ağacının gölgesinde, berkliydi, ipekten, isfandan, iskalarya, ispenç ve isfendiyari, ebabil kanadından hızlıydı. Ebrehe kinli. Son bir soluk verdi Dorian. Gençlik elden gidiyordu. Gallipoli. Bulamaç yedi, Öklit sarımsağı dikti, var mı bu dünyada avazat kuşu, çık şu yokuşu işte. Zambak özlemli çocuksu, tepişir gibi sevişirdi. Sümbüllü dere. Evdemonist türkülerdi dinlediği. Telgraf çiçeği ve Merkep köprüsü teoremini öğrendi. Trake solunumu kurbağa, bu denizde bir zamanlar Bakha’ların dansettiğine inanılır, uzayın derinliklerinde çatırdayan kalkanlar, yükselen füze sesi, sığırların gözyaşlarını içen böcek, kedi penisi gibi kıvrık gündüzleri Hz. İbrahim’in çadırından sızan ışık, şafakta bilmediği bir şeyden gelen çıtırtılar, avlanan insan, yalnızlık, kuşun alevli tüyleri süzülüp gelir çalıdan, Stevens, Tebeşir türküleri söyler, Eflatun cini ağlar...
‘Yirmi karlı dağın arasında / Kıpırdanan tek şey / gözüydü karakuşun.’

Filizlen ey ilkel yürek, ahşap yol, güneş, soğuktan kaskatı, eve ulaşıp yatan bedenlerle dopdolu olan oda, iki kişi arasında hendeğe çırılçıplak uzan... Haiti'ye geldik birkaç Arawak çıktı karşımıza, evin sahibi lambayı söndürdü, karşı duvardaki rafta; Beyaz Leydi’nin gölgesi göründü... Çatışkan, bir titreyip bir yanarak, bir imge uyumaya çalışır orada. Tam o anda, uzaktan küçücük görünen Sharon Gülü iniverir, bulut gibidir ve yanına yaklaştıkça canlanır gibidir. Siyah Adam öldüğünü sezer. Utanç içinde yattığı yerde çivilenmişken Bakire'nin adını seslenerek yanına diz çöker. Bakire onun, Beyaz Adam'ı öldürdüğü elini öper. Çocuğuna kıyılmasına dayanamayarak ağlar, mermere, balmumuna, tahtaya, fildişine dönüşen Bakirenin öç almak için, onu öldürmesine yardım ettiğini öğrenir. Bakire Tristan’ı ödüllendirmek ister; kendi üstündeki giysileri çıkarması konusunda adamı zorlar. Bizans’a Azap askerleriyle Fener tarafından saldırır. San Romano kapısından Urban ateşiyle içeri daldık der, onlarda Grejuva ateşiyle karşılık veriyor. Adada aslanlar, kara tüylü tavuklar yün giyer, balıkların kanatları, kuşların pulları vardır, taş yüzer, tahta batar, kelebekler büyüleyici bir güzelliğe bürünür, gecedir, sular içildiğinde baş döner, bir keklikle bir kedi alt alta üst üste sevişir, Adem ve Havva manil oynar. Bikaner'de, tuzlu Ceiba ve Hülagü oğlu İlhan bir şiire girişir, İlhanlı imparator. Bir karbon göğü, bir karbon denizi, bir karbon ölüsüyüm der. Tüm bunlar zehir dolu sütleğene övgü, övv, ööö, ööp!..

VI
"Once Meydanı'nın köşelerinden birinde vedalaştık. Karşı kaldırımdan bakmak için döndüm; sizde dönmüştünüz ve bana el salladınız. Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu; herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi; bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim? Birbirimizi bir daha görmedik ve bir yıl sonra, ölmüştünüz. Şimdi, o anıyı arıyorum ve bakıyorum ve bir yanılgı olduğunu ve basit bir hoşçakalın ardında sonsuz ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece, yemekten sonra dışarı çıkmadım, bu şeyleri anlamak için Platon'un ustasının dudaklarına yerleştirdiği son öğretiyi yeniden okudum. Gövdenin öldüğü an ruhun kaçabileceğini okudum. Şimdi, gerçeğin sonraki uğursuz yorumda mı, yoksa arı hoşçakalda mı bulunduğunu bilmiyorum. Ruhlar ölümsüzse, vedalaşmalarında taşkınlık olmaması iyidir. Hoşçakal demek ayrılığı yadsımaktır, yani: Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yeniden görüşeceğiz. İnsanlar vedalaşmayı icat ettiler, çünkü bir anlamda ölümsüz olduklarının bilincindeydiler, her ne kadar kendilerini öylesine ve geçici sansalar bile. Delia: bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında?- ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve düzlükte yitip giden bir kentte, bir zamanlar Borges ve Delia mıydık diye soracağız kendi kendimize."

Her şey bir yinelemedir ya da eşsiz; biriciktir. Balık, gök içinde izliyor, bir soprano çınlatır cehennemi, balığın ağzı açılıp kapanır, balık ışık yılı, balık beyaz, gümüşlü, bir şiir değişkesi, dilsel birim. Çekirgeler, ateş üfleyen ejderha, berbat hava, fırtına, yel, iri, ceviz büyüklüğünde dolu, pusatlı insanlar, kurt sürüleri ve deprem... Her gün bir tabak yumuşak mamut eti ve uzun azı dişli kaplan ciğeri, az miktarda fok yağı, bizon beyni ve kemik iliği, kucak dolusu lifli, yabanıl sebze, türlü yemiş ve buruk tatta meyve ama ekmek ve tahıl yok. ‘Sticklgruber’ Hitler’in asıl adı. Prag'ın tarihi yapılarından ötürü yıkılmasını istememiş, bak şimdi işte duyunç sahibi!.. Çarmıha gerilmişçesine uçan ilk yarasaların dışında kimseyi görmedim mağarada, bir keçi tutuyor boynuzunu. Ölüyor, deniz gökyüzü, dağ, adalar yanaştı ve iyice abandılar üzeri, sonra güçlü bir kasılmayla uzayın uzak uzaylarına, uzak uzay adalarına çekildiler dedim. Ne dedin dedi. Boğaziçi’nin en dar yeri olan Asomaton (Bebek) köyünde Rumeli Hisarını yaptırdı. 13.Yüzyılın Selçuklu Konya’sı, Renaissance’ın beşiği olarak karşımıza çıkar. Varoluşçuluk’un Herakleitos’dan sonraki ilk ve gerçek temsilcisi 1200’lerin ortalarındaki Anadolu’nun Mevlana’sı. Yüzyılın başında Gabriel Marcel’in “sen, ben’in karşısında oturan ben’dir” şeklindeki mottoyu ortaya koymasından sekiz yüzyıl kadar önce, Mevlana, ‘benimle senin aranda ne ben, ne de sen vardır’ demiştir. Sufi kimdir, Fatih şarap içer mi ki, Hançer-i Dahhak nedir. Başta at nalı taşıyan rakip midir, çengel çiçeği, baba ve oğul arasında ki mektup mudur, çılgın aşıklar ve serhatlar, Galata, sultanlarla aşık atan şair'hoşlar, at ayağına serilen kumaş, kâğıt sunan, başta ateş yakan, bayramî ve onun ertesi, hat geldi işte konuş!.. Kanuni'nin emriyle idam edilen oğul şehzade Beyazıt. Kuran Mekke’de inmiş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır canan.

Şimdi Dulkadiroğulları denilen Türkmenlerde kadınların erkekler kadar yiğit savaştığını, böyle otuz bin kadın savaşçı olduğunu söylüyor. Dulkadiroğlu demek anası savaşta ölmüş yetim (Kadir) demektir. Sertrandon, Halep civarında sekiz atlı Türkmenle karşılaşıyor, bunlardan biri kadın ve bir kalkan taşıyor. Bizantik, Tekfur sarayı ve Artukoğulları, Grieg’in Solveig’in Şarkısı’nı söylemeye başladı. Dil ve iletişim dört bileşendir, bu dört bileşen şunlar: Sözcük Bilgisi, Gramer, Prozodi ve Kinesis. Orta Anadolu’da keçi güdenler ve deniz kozalağı. Değişkeler ve beyaz giysiler içindeki bir piskopos, harabeye dönmüş antik kentten geçerek, üzerinde haç olan bir tepeye vardı. Haçın önünde diz çöktü. Bu sırada askerler, oklarıyla ve ateşli silahlarıyla piskoposun sesini fezaya iletti, Arap renkli keçi gözü gibi, deli incirlerin sırıttığı yoldan, kente girdik ve insan yazık ki ölümsüzlüğü değil ölümü aradı. Yaşamda ki en büyük tansık ölüm. Allah’ım, kalbime bir nur ver, önüme, arkama, sağıma ve soluma nur ver. Üstüme ve altıma, kulağıma, gözüme, etime ve derime nur ver. Kanıma ve kemiklerime bir nur. Madde bir bulutun bulutunun bulutunun bulutu gibi bir şey ama, bigbang'dan önce ne oldu, insan bu soru için, kuzeyin kuzeyinde ne var der, aynı aynı aynı elbette. Boyuna der. Yazgımız, fatale abladır değişmez ki. Tuhaf bir İnka kuşu. Hermon dağından geçerken yılan kuşu aldı çevremi, renkçil, çağırtı, böğürmeler, çanak yapraklar, yüz milyon yıl önceki Gondwana kıtası ve Protestanların I960’da Protestan Oranga tarikatı lideri olan William’ın, Katolik kral II. James’in ordularını yendiği Boyne savaşının yıldönümünde, kutup zambağı, orada kral Antiochos’un tanrıyla el sıkışırken ki anın işareti aslanlı horoskobu görmüştük. Tümce bile kuramıyor. Başkırtça, Kırgızca, Yakutça, Kazanca, Altayca ve Özbekce gibi diller. Gün ağarır, firavun öyküleriyle, dağlarda yaşayan cüceleri anlatır. Gökleri ateşe veriyor, insanları toprakta yetiştiriyoruz. Boşluğa övgü, hiç, eros. Babil ırmağı kıyısında Sion’u görüp ağladık, Katakulli, kadrajlı dom!.. Kızıl ağaç ormanı. Nostromo... Tukan yıldızı, Rigel yıldızı, yeşil saçıntı. Sığır keneleri, yeleleri rüzgârda sallanan Korsika atı. İris çiçeği. Denizler firavunu, Nemrut...

“Zifiri karanlıkta / Kurbağanın ağzından / Çıkıyor ay”
Atina’da Altis korusu olimpiyatları, tanrı hızıyla koşan Rodoslu Leonidas. İris ki ölülerin çiçeği. Judea dağının karları gibi beyaz bir yüz. Onlar balığı, balık maymunu, maymun seni, sen robotu yarattın, efendin benim artık, her yaratılan yaratanın efendisi olmuyor mu, sen hayvansın güç, erk, bende artık. Bundan sonrası mı, o’nu tanrıyı yaratacağım ve o hepimizin efendisi olacak. Osmanlıda piyale ve piyadeyken bile Copland’ı dinlerdi. Grieg’in Ağıtsal Melodisi ve Bartok Efendinin divertimentosunu dinlerdi, gariptir Zenofobisi vardı, uysal Leandro, savaşcı gezgin Odysseus ile sonsuzluk antlaşmasının giyitlenmesi felsefe, düzlem, cisim, algı biçemi, soyut emek, yaşamak gibi bir takım zırvalar söyledi, derinlerdeki boş mavilikten bir uçan daire gelip aldığında, otantik düşün bunda katkısının ne çok olduğunu düşündü yekpare plakalar ve Solaris gibi. Öyle ki Hipokrat’ın mezarının üzerinde arılar yuva yapmıştı ve ürettikleri balda çocuklardaki pamukçuk hastalığına iyi gelen şeyler vardı. Karanlıkta dört yüz parça gemileriyle limana yaklaşıyorlar, limandaki yeryuvar ölüm uykusunda, bekçilerim hayal gördüklerini sanıyorlar ve liman ateşe veriliyor. Ukaz panayırı usunu almış. Mısır koçanı, kundağı, kapçığı. Omurgalılarda C değeri olarak bilinen genom boyutu, foto galvaniz, parabolik oluklu santral, yakıt peteği, ay ağırlığında kondritlerden oluşan ek kaplamalar, kantonlar, Kelt destanlarında ve büyük Frederik’in saklandığı mağarada örümceğin ağ ördüğü yazılıdır, onun görünmeyen bir tepeden iner gibi garip ve önemli bir yürüyüşü vardı, bir uzak doğu pagodasında tapınırdık der durur, Netanya’da, Ürdün gölü kıyısında otururduk. Sıkıcı bir öğle üzerinde ne tür bir ölüm hangi renkte gözyaşı döküyordur acaba, hobi yerine sevit derdi, incir ağaçlarının dibinde cinler, karadut dibinde eşek arıları olur, Pribilof adaları mı var, kilise kulelerinin haçlarına konmuş kuşlar. Villon’un Asılmışların Baladı’nı okur gibi. Çünkü şiir isterdi, hipokondriyal, gecikti, veremedi, sordu neden, şiir vermek söz vermeye benzemez ki dedi. Kim bu olutları okur ki iç yakıcı bile olmayan kişneme, bilinmez anırtılar bunlar be... Öff.
‘Körbilim boş toprakları sürer / Çılgın inanç kendi tapınağının düşünde yaşar / yeni bir tanrı yalnızca bir sözcüktür. / İnanma da, arama da; herşey saklıdır’

VII
"Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar / ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur./ Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. / Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, / bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben."

(Zavallı Kaan Romero bu şiirde ne buldu acaba!) Ama Janist rahip diyor ki: ‘Bu vücutların içinde ne işimiz var / Belki de içlerinde yolculuk ediyoruz' Kendine özgü Kantemir notası yaratmış. Ben Marco Polo, Alamut yani Akbaba yuvasını gözlerimle gördüm. Piranhalar takımı gelince de savaşı kazandık. Asaf Cemil’in Düş Tutanaklar’ını yazarken mistik bir süreç içinden geçtiği. Bu soruyu onu daha iyi tanımamın yanı sıra, roman ile profan aydınlanma arasındaki ilişkiyi hidayete kavuşma, ermişliğe erme! daha açık bir deyişle, irdeleyebilmek için sor. Uzayda ki kuşların varlığı üzerine besteler var. Dünyada ki tekçil-monist düşünce yapısı, Antartika’da ki Vostok gölü Omega, Erboğa, Küresel Yıldız Kümesi, Balık kemiğinden korsesini çıkaran koyunlar harabelerden geçerek aşağıya indi, sürüye karıştı. Kraliçe Puduheba, Tanrıça Kibele tüccar karısı Lamassi, Karya kraliçesi Ada. İlk kadın tarihçi Anna Komnena ve kalinikhta, Eski Mısır’da İbis tanrıların habercisi Hermes’i simgeleyen kutsal kuş, Golgotha, solsuz solfej, Medine’deki mezarsız yalvaç, çarmıh kanadını açmış kuş İblis? 13. Yüzyılda Artukoğulları sarayında er-Rezzaz el-Cezeri adlı bir mühendisin yaptığı otomat, insanlara ibrikle su, havlu ve tarak sunardı, eh demiştin, Dekabrist ruhum, sifilis sayrısıdır. Karadelik güneş sisteminin içinden geçse, tüm gezegenlerin yörüngesini değiştirir, böyle bir durumda yeryuvar ya elips bir yörüngeye çekilerek şiddetli iklim değişiklikleri yaşayabilir ya da güneş sisteminden kovularak uzayın dondurucu boşluğunda yitip gider, dünyamız ölür ablacığım.

Emir ki et yerken kaplanın dişleri arasında öğütüldüğünü hissedebilir, iki kez gelse, arkadaşım, şüphesiz yüzü insana benzeyen biricik hayvan köpektir ve yalnızca onların yüzlerinde keder sevinç ve sıkıntının pırıltıları, iz ve esinlerini görebilirsiniz, bu başka hiç bir hayvanda yoktur. Sirte körfezi, hologram, doğurgan olmayan dölevi akıntısı, Kız kulesinin antik çağdaki adı Damialis, Dana Yavrusu'muymuş ve Mercidabık. Muhammet Haydar, Salamis harabeleri, Riminili katır tüccarları, ahiret, argonot, üç köstek taşı nedir bilen var mı, betonda çiğnenen badem çiçeği, Angloma nedir ki aman çok soruyorsun. ‘Kasırgalar iblisin salladığı oraktır’ Gut hastalığı yani nikris yani damla hastalığından ölmüştü, ölümüne doğru Hubyar Kadın'la görüştü, Samur ve Amber devriydi, hidivlik verdiler. Wilson’un Yalnızlık Çağı dediği, Parnassos dağında. İçinde triptofan bulunan yiyecekler yer ve kendini hep iyi sanır. İnsansı deyip Zagros dağları adını verdiği. Öyle seçilen bir politikacı halkın özlemlerine yanıt verebilen biriydi ki cenazesinde kalabalık arasında biri hiç unutmam 'İnsan, güle güle!..' demişti. ‘Akan suda ikinci kez yıkanabilmişti Eflatun’. yine dağlarca dedi. Bilim adamıydı, atom bombası atılırsa, atmosferin tutuşabileceğini söylüyordu. Örümceğimsigillerden migallerde trake bulunmaz! Merihli’lerin ağaç yazıları gibi, Tiberius, Capri adasına da öyle çok köleyi uçurumdan aşağı bırakıp ölümüne yol açmıştı ki, kemikler yığılarak siyah bir kayalığın oluşması- ve Curzio Malaparte o kara kayalıkların üzerine sayfiye evi yaptırasıymış, yani kölelerin kemikleri üzerinde oturuyormuş Malaparte. Anghiari Savaşı adlı duvar resmi yarım kalan, da Vinci gibi, kitap bastırmak zordur, bir keresinde yayıncıya Tevrat’ın fotokopisini götürdüm, ilk yüz elli sayfa fena değil, tuttum ama adını Kızıl Deniz Haydutları olarak değiştirirsen basım için üç yıl sonraya gün verebilirim dedi, Eco evet, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalinde mermiler boşa harcanmasın diye ülkelerinin ele geçmesine karşı direnen Mısırlıların ensesine basarak Nil Irmağında boğuşları gibi. Hidrojellerin doğaları gereği etkili bir biçimde toksik metal iyonlarını sulu ortamlardan uzaklaştırmalarına karşın, kül ve partikülün, feodal lordlu toplumlar için, İngilizceye en yakın Hollanda ve Almanya kıyılarında konuşulan üç Frizye dili içinde tehlike çanları çalıyordur.

Nietzche Sifilis hastasıyken genç bir eros kapısını çalar, elinde iris çiçekleri, Sahaf'ın keçisi yanındadır, Venüs kalyonu gibi, Perseus, kötü niyetli kral Polydectes tarafından Gorgonlardan biri olan yılan saçlı Medusa’nın başını kesmekle... Bu hiçte kolay bir iş değil, Medusa’nın görünüşü o kadar korkunçtur ki ona bakanlar anında taşa dönüşür. Bunu bilen Perseus tanrılardan yardım ister, Athena ona görünmez olmasını sağlayan bir kask verir ve Medusa’nın yalnızca gölgesine bakması için uyarır. Haberci Merkür’de ona kanatlı ayakkabılarını ve sihirli kılıcını. Perseus, Medusa’yı uykusunda yakalar ve kılıcıyla başını... Görevi bitip geri dönen Perseus, prenses Andromeda'nın çığlıklarını duyar. Deniz canavarı prensesi bağlamıştır ve yemeye hazırlanır, etini koparır. Prenses çantasından Medusa’nın başını çıkarır ona bakan deniz canavarı anında taşa dönüşür. Perseus prensesi kurtarır, Perseus ve Andromeda birbirine aşık. Kahraman Perseus’un başını kestiği Medusa hala gökyüzünden bize göz kırpar durur... Davut, Fırat yakınındaki Hamat’ta Tsoba kralı Hadarezar’ı yenilgiye uğrattığında bin cenk arabası ve yedi yüz atlıyı tutsak etmişti ve yürümesinler diye ayaklarını kırdırmıştı. Harun Reşit oğlunun düğününde yağmur gibi inciler serpmiş tüm davetlilere birer misk topu dağıtmıştı ki armağanlar ayrıdır. Doğada eriyen plastik üretecek bitkiler vardı, maymunlar düşünmeyi düşünebilselerdi değişebilirlerdi, parçacıklara kütle kazandırdığı söylenen Higgs bozonunun peşindeydik her yerde, yukarıda burada, çok söylerdi evet, en çok dikkatimi çeken şey kapının mandalına tüneyen kuğu. ‘Quo vadıs, domine?’ Nereye gidiyorsunuz, efendimiz?.. Keçi penisini andıran bir tepenin üzerindeki, ufak mavicil bir yıldız. Osmanlı Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sanır. Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sananlar gibi sanır. Et neden pişirilir ki mikrobu ölsün diye mi, iki kere iki, gene iki... anlaktaki bir işlemle, mezar zambağı, iris kokladım, sanki ölümün kokusunu içime çektim, peder gider öteye, bir galaksi saniyede sultanım ve românım...
Redif; Tarabia, sağaltan demekmiş, öyle deme bir gün işe yarayabilir, Byron'un Donjuan'ında 'söyleyebileceğim tek şey varsayımı var say' diye bir satır vardır, sanalite bir durum, yağmuru haber veren ayın çevresinde ki kırmızı halkadır, Spinoza, taş taş, kaplansa kaplan olmak ister der. Borges yaşı yarım yüzyılken, bir arkadaşı ona, bugün Arjantinli yazarlar almanağında, tıpkı senin adında, aynen senin yaşında biriyle karşılaştım diye gülümsemiş, Arjantinli'nin yazın heveslisi bayanların kitaplarına yazdığı övgü dolu önsöze, tartuelada 'ölüm öpücüğü' denirmiş. Seni yitiriyor olmak, seni sevmiş olmanın sürekli acısını çekmekten, seninle yaşlanmanın, ölüme gidiyor olmanın utancıyla yaşamaktan yeğdir sevgilimmiş. Aslanın vücudu yediği hayvanlardan mürekkepmiş, ama Valery demiş. Her gün bir önceki güne göre, usumu daha iyi kullandığı mı düşünüyorum, öyleyse bugüne değin usumu iyi kullanamamışım demekmiş! Ravel için konserde bir izleyici, deli demiş, Ravel işte beni anlayan tek adam deyip düşüp bayılmış. "Surların üzerinden ilerleyen Akhalar'a bir kez daha baktım. Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyordu. Güneş batıyor, ay karanlıkların içinden bronzdan bir tanrı gibi yükseliyordu. Kuzeyden ordularıyla, Büyük Romulus'la, Dürrenmatt geliyordu. Gerçek o denli değerlidir ki yalanların koruması altında olması gerekirmiş! Voyvoda Drakula kentin ortasına altın dolu kase bıraktı ama korkudan kimse çalamadı. A.Reyes yazdıklarımızı sonsuza dek düzeltmemek için yayınlarız demiş. Dydk be kardeşim, söylemene gerek yk. Sonra önünde sonunda değil, eninde sonundadır. En, yatayı, uzamı, son; dikeyi, zamanı imler ve sözüt zamanda ve uzamda anlamını içeren bir tümlüğü barındırmak için dillenip, deyilenir dedi, demiş.

VIII
Geçenlerde ikide bir ölmüşlerden kalan bir monologdan söz eden arkadaşımın evine gittim. Monoloğu sizlere, öykünmenin öyküsüymüş, aktarmak isterim. Truman'ın haberi var, Rabialar da iyi bilir.
"Somut (duyularla algılanabilen, konkre), gözle görülüp, elle tutulan, varlığı / gerçekliği üzerinde (artık) tartışma götürmeyen, eğretilemeye (metafora), varsayıp-yoksamaya bu anlamda olanak tanımayan bir bütünsellik ve bizler için tartışmasız olarak nitelendirilebilecek bir belirginliği içeren, nesneler, olgular için ileri sürebildiğimiz bir kavram ve anlamsallıktır. Bundan ötürü tinsel şeyler üzerine somutlama, felsefi anlamda belki olasıdır ama yaşama ilişkin böyle bir tasım ya da us yürütmede (olasılıkla pratik yararsızlık ve bir değişke yaratmayacağı görüsüyle) bulunamayız... Soyut bir somutlama olamaz diye düşünebiliriz belki ama; somut bir soyutlama göreceliliği nedeniyle olanaklıdır diyebiliriz (dediklerimize de çokça bel bağlamadan). Somut, som kökçüğünden geliyor, salt anlamına yakın bir parçacık, arı, saf anlamlarına da yakın. Bu dolayımla da somut, salt kendisi, artık başka bir nen barındırmayan, katışıksız gibi anlamlara da bürünebilir.
Konuyu sürdürecek olursak, soyut (duyularla algılanamayan, abstre), nasıl bir şey... İlk bakışta, göreceli, algıladığımız gibi açımını çağrıştırıyorsa da, gerçekte o da somut gibi; bir arılık barındırıyor, tümel-kök, soydan geliyor, insan soyu değil, çıplaklık, üstündeki örtüleri at gibi, az birazda yüceltici / yücelimsi bir çağrışımla, emir kipini andırıyor. Nedir ki soyut olan, saltıklık içeren bir bileşen olması gerektiğine karşın, anlaksal işlemde birden göreceli, düşündüğünüzce, nasıl algılıyorsanız gibi yürütmelere alan bırakan bir gerçelliği de kapsıyor, çünkü ve ayrıca sözün kapsantısı, kesenkes yüklendiği anlam bütününe bağlılık gösteriyor, söz yükleyici(si)nin tutsağıdır.
Rönesans ardılı, İspanyol ozan Gongora, modernizmin kurucusu sayılırken imgeleri; somuttan soyuta geçişi sağladığı, yalnız anlaktaki bezeklere indirgediği, olup bitenin salt tinsel kapsamda algılanacağı, yersel yaşamda bir karşılığının aranmayacağına ilişkin bir yaratı (yazınsal) eşiğine getirdiği için; estet olanı bu yönüyle de yeni bir algılar kapısına-gelişime açtığı için, sanata yönelik bir yenibiçi'm (postmodern) ve kuşatımdan dolayı kendisine; bu niteleme öngörülüp bağışlanmış olabilir.

Borges 'in konumuza ilişkin bu ikicilliğe karşın (somut-soyut) 'Averroes'in Arayışı' (İbn-i Rüşt) adlı öyküsünde; açınlayıcı, ilginç diyalogları var, örnekçe şu; öykünün bir yerinde, anlak yıkıcı, anakronik esinler veren aşağıda sunacağımız bir eşleyiş görülüyor.
"Farah'ın evinde konuşma döndü dolaştı, valinin bulunmaz erdemlerinden kardeşi emirin erdemlerine dayandı, sonra bahçede, güllerden söz edildi. Güllere bir kerecik olsun bakmayan Ebülkasım, Endülüs'ün kır evlerini süsleyen şu güller gibi gül olmayacağına yemin etti. Farah kendini övgüye kaptıracaklardan değildi; İbni Katiba'nın Hindistan bahçelerinde yetişen ölümsüz bir gül türünün kusursuz bir örneğinden, kan-kırmızı taçyapraklarında "Tanrı'dan başka yoktur tapacak ve Muhammed Tanrı'nın Elçisi'dir" harfleri okunan bir gülden söz ettiğine değindi. Ebülkasım'ın o gülü gördüğünden kuşku duymadığını da ekledi sözlerine. Ebülkasım, onu kaygıyla süzdü. Evet dese, çevresindekiler, hem de haklı olarak, düzenbazların en tezcanlısı, en gönüllüsü sayacaklardı onu; hayır dese, kâfir olacaktı. Uzun uzun daldıktan sonra Tanrı'nın bütün gizlerin anahtarını elinde tuttuğunu, yeryüzünde O'nun Kitabına geçmemiş bir tek bahar ve güz ürünü bulunmadığını söyledi. Bu sözcükler Kur'an'ın birinci bölümünde yer almaktadır; çevreden bir hoşnutluk mırıltısı yükseldi. Sergilediği tartışma hünerinden başı dönen Ebülkasım, tam Tanrı'nın yaratılarında eksiksiz ve us erdirilmez olduğunu ileri sürecekti ki Averreos, sorunsalı günümüzde de süren Hume'un gelecekteki tanıtlarını öngörerek dedi ki: "Bilge İbni Katiba'nın ya da hattatların yanılgısını kabul etmek, bana yeryüzünde inanç-sözcüsü güllerin bulunduğunu benimsemekten daha az güç geliyor." "Doğru, büyük, doğru sözler bunlar" dedi Ebülkasım. "Gezginin biri" diye anımsadı şair Abdülmelik, "yeşil kuştan meyveler veren bir ağaçtan söz ediyor (*). Ona inanmak hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı geliyor bana hakçası." "Kuşkuların rengi bu tansığa ışık tutuyor zaten," dedi Averroes, "Hem meyvalarla kuşlar, doğal dünyanın parçalarıdırlar, oysa yazı, bir sanattır. Yapraklardan kuşlara varmak, güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet."

'Meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar' (Vaka-i Vakvakiye'yi anıştırıyor, ne ki cehennemde yetişen ve meyveleri insan başından, adına da Vakvak denilir bir ağaç varmış) veya 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' sözütüne ilişkin parçadaki konuşum, gül, yazgı, zorumsu ve caydırıcı gibi inanlarla sürüyor ve dönüşüyorken, burada demek istenilen şu ki diyor (öyküde) Ebül Kasım; yeşil kuşa inanmak, tanrıdan başka yoktur tapacak, iminden (gülyaprağında belirmesinden) daha kolay, daha insansı ve kabule yönelik; çünkü somut diyor. Doğrudur ve inandırıcı olanda budur ilk bakışta, çünkü somut olan ağacın, gene somut olan yeşil kuştan meyveler vermesi, bir soyutlama olan yazının, bir gülün taç yapraklarında belirmesinden çok daha yaşama yönelik (yaşamsal) olabilirmiş gibi geliyor usyoran insanoğlu (Kabil'e) için!.. Durul biçimde düşünmeye çalışırsak, ağacın, yeşil kuştan meyveler vermesi, doğanın bir tansığı ya da olutu gibi algılanacağı için öylesine ve olanaklıymış gibi gözüküyor ama; bir gülün taç yapraklarında, bir insan bulut'u olan yazının; tümüyle imgesel bir şeyin belirmesi, doğrucası olanaksız geliyor insana...
Ne ki gerçeklikte ikinci deyinin olanaklı olduğu savlanabilir, çünkü somut olan seçenek barındırmayacağı için üzerinde durulması güçlükler, zor(un)luklar içerir. Soyut olan seçenekler ve vaatler bütünüdür, sonsuz bir çölde ya da denizde yüzer gibisinizdir, bu bakımdan soyut; olmayana ergi gibi, olmayana varmış gözüyle bakmaktan başka bir açın değildir, biz yer insanlarının gözünde...
Bu sorunsalı irdelemeye çalışalım... Bir illüzyonistin eğdiği kaşık için bilim, eğilen kaşık değil, anlağımızdır diyor. Ama konumuzun ikilemine gelecek olursak öyle görünüyorsa da ve gariptir; meyvesi yeşil kuştan olan ağaçların, somut bir düzlemde gerçekleşmesi; yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' gibi bir hattın görüldüğü gül türünden kanımca daha olanaksızdır. Çünkü soyutlama göreceli olduğu için ve salt tinsel algılamaya yönelik olduğundan, biz tanrıdan başka yoktur tapacak imgesini anlağımızda pekala canlandırabiliriz ve bu durumu bir sav olarak öylelikle ileri sürebiliriz. Nedenine gelince, burada artık sorun bizlere diyesim, algılayıcı objeye kalmaktadır, algılayıcının sırf kendisine bırakılmaktadır savlanan, dilerseniz öğesiyle hareket edi(li)yoruzdur, istenildiğinde bunu o gülde gördüğümüzü de ileri sürebileceğizdir. Ötesi şu ki bir soyutlamayla karşı karşıyayız, görenler görmeyenlerin ola ki gönül gözüne sahip olmadığını, dahası konumuz dışı bir meselle; günahkâr olduklarını bile söyleyebilecektir, bu tür tansıkların benzer yönelimler içinde oluşabildiğini de düşünebiliriz. İnsanoğlu bir inancanın (gerçekte bir soyutlamanın), iyi veya kötü, doğru ya da yanlış bir gerçekliğin peşinden -içtenlikle- sürüklenebiliyor. Yıllar öncesinden anımsanan, Guyana'da Halkın Tapınağı inananları topluca özkıyımda bulunuyor, Hindu gruplar inanılmaz gelen şeylere katlanabiliyor, hatta kıyametin (songün) kopacağına ilişkin öngörüsü, sanrısal bir kuşatıma dönüşen kitleler bir an önce öbür dünyaya ya da beklentilerine kavuşmak için ölümü ya da başkaca bir sonluğu göze alabiliyorlar, çünkü ortada salt bir soyutlama var ve artık bu dilersen kabullenebilirsin mottosuyla hareket eden (esemeyi çökerten) bir savsöze dönüşebiliyor.
Ama bakın meyvesi yeşil kuş olan ağaç, soyutlamaya izin vermiyor çünkü somut; ötekiyse varsayım, yeşil kuş üzerinde sav geliştirmek neredeyse olanaksız, burada anlağımızın eğilmesi oldukça güç... Ama tanrıdan başka yoktur tapacak yazısında eğriyi, elif diye savlamamız, algılamamız bir olanak içerebiliyor ve bu durumda inanca yerini değiştirerek o alana kayıyor, böyle bir sunu tansıması var. Dolayısıyla her soyutlama, seçenek dolu (sonsuz) açılımlar alanı yaratabiliyor, kitleler böyle bir algının peşine düşebiliyor, görecelilik ne denli artarsa, o denli inandırmak olası, dahası kanıksamaya yönelik olanaklar elde edebiliyorsunuz. Salt inanmaya dayalı, benzer türden yaklaşımlar böyledir; algılanım inanırsan var boyutunda, kabul buyurmanız yeterli, değişmezliğin pi sayısı gibi, vargılar ancak onun kılavuzluğunda olanaklı, pi sayısı; bir kabul, bir vargel açımının dayanağı sayılıyor artık.
Soyutlama bundan dolayı tehlikeli bir alan, yüzyılımızda inanca yönelik gelişmelerin baştacı edilip, modernizmin gelişimine ortak olacağı olasılığına inanmayanlar için şunu söyleyebiliriz, inanç bir soyutlama alanı, acunda her tür gelişim, her tür gerçellik elde edilse de, insanlar bir bağlanımın ya da benzeri her türden, soyutlama ağırlıklı bir algı biçiminin peşinden şaşırtıcı biçimde koşabileceklerdir. Çünkü soyutlama sonsuz bir alan ve göreceli olan herşeye bitimsiz olanaklar tanıyor. Gerekçe salt bu değil veya bununla sınırlı değil ama, görgül durum bu özünü kapsadıkça, buna olanak tanıyan gelişmeler de sürgit olabiliyor / olabilecektir.
Başkaca düşünmeye çalışırsak; somut bir vaatte bulunmak soyut bir vaatte bulunmaktan her zaman daha zor. Senin için ölürüm demek (imgelemde soyutlamaya yönelik bir tümceye dönüştüğünü biliyoruz), senin için bir dilim ekmek alırım demekten daha kolay. Ölürüm demek varsayımın sularında kulaç atmak. Oysa bir ekmek alırım demenin işlevi; sonsuz uzayda yer değiştirmeye yönelik, devasa bir edim. Ama bizler, ölürüm demek yerine, bir ekmek alan aşığımız için yapacağın bu muydu diye küçümseyebiliyoruz. Üstelik insan hep ölürüm diyeni seçiyor / onu seviyor ve onun için gözyaşı döküyor. Çünkü kanmaya, öyle görmeye, varsaymaya olan eğilimimiz bir tarafa, kuramsalda olsa, büyük bir vaadi, küçük bir gerçelliğe karşı öndelik tanıyacak masalsı bir tinsellik barındırıyoruz içimizde, özlemimiz; düşlenmez, ulaşılmaz (olanaksız) olandan yana...
Söylemesi güç ama, gerçek dışı / diyesim yalan bile olsa; ekmek alan sevilmeli oysa, çünkü o sizin için (evrende) varoluşsal bir adım atıyor, değişke (değişkenlik)sağlayan (sağlayıcı) bir edime; bir eyleme başvuruyor. Ölürüm diyen dumanlı bir vaatte bulunuyor ve ama hep dumanlı vaade kapılacak bir yatkınlığı benimsiyoruz Havva çocukları olarak, belki bu tanrısal bir yaklaşım bizler için, ama aynı zamanda tuhaf bir paradoks da (bir ayrılık içereni olarak sevgimizi de tartışılır kılacaktır böylelikle) olanaksızlıktan başka bir şey barındırmıyor ve yanılsama amaçlı, ondan öte bir şey değil.

Somut alanda her şeyi ileri süremiyorsunuz, ama soyutta, tanrı var ile, tanrı yok demek arasında bir ayrım salt gönüllerde ve algılama seçeneğinin önermeler bütününde neye bağlı kaldığınıza ilişkin bir açından öte bir şey değil artık. Soyutlamada, tanrı varsa nerede gibisinden bir yaklaşımı ısrarla somuta indirgediğinizde (Borges, bunun bir soyutlama olduğu gerekçesiyle somuta indirgenemez olması gerektiğini söylüyor) uzlaşım dışına sürüklenecek ve belki de bir yol ayrımı songörü'süyle (önermesiyle) başbaşa kalacaksınızdır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağaç, somutlamadan öteye geçmediği için, inandırıcılık noktasında olanaklar alanını geniş tutamıyor ve ayrımlar kesin sınırlara dayanıyor, bu bakımdan gerçellik üzerine düşlenim alanı geniş barınaklar sunamadığı için, ola ki inağa veya tabuya dönüşecek bir soyutlama, onun üzerinden yürüyemeyecektir. Ötekiyse salt bir soyutlamadır, tinseldir ve ister istemez seçeneklere de kapısı sonuna dek açık olacaktır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağacı Hindistan'da göremediğiniz de gerçeklik yerini anında bir kuşkuya bırakacak, yürüyüş güzergâhı bozunup dağılacaktır. Soyutlama dile getirmeye çalıştığımız gibi geniş bir görecelilik olanağı sunuyor.
Şöyle bağlayalım sözümüzü, (çağımız sanalite, başka bir deyişle varsayımı varsayma çağı) meyvesi 'yeşil kuş' olan ağaçlar var ne yazık ki... Çünkü düşünceye dalma ya da ruhanilik, çürüme veya bayağılık olağan gidişi ve esemeyi öylesine etkiliyor ki, insanın da maddi değil gerçekte tinsel bir yaratık olduğunu ve var ile yok'un aynı şey olduğunu ve varlığın yok olmak, yokluğunda var olmayı arzulamaktan başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz artık. Sonsuz değişim ve dönüşümdür her şey samanyolunda (evrende), biz de minicik bir kuşkanat, küçücük bir göz kırpmadan başka bir şey değiliz. Olumlu ya da olumsuz sonuçları bir yana, dogmatizm (yanılsama güdüsü, soyut kabullenim) ve vandalizm de (yoketme güdüsü, özyıkıcılık) mayamızın içinde var ve ayrılmaz bir parçamızdır ne yazık ki...
Son sözümüz şudur ki; soyutlamalardan uzak durun diyemiyoruz, soyutlamalara bağlanmayı sürdüreceğiz diyebiliyoruz ve birgün tanrı yanıbaşımıza gelse bile, salt inançlara ya da benzer olgulara dayalı zamansallık, etkinliğini yeni varsayımlar, yeni başkalaşımlar biçiminde sürdürecektir. Buradan ulaşılabilecek başka bir olum ve gerçellikse; bir söylem ve kavramsallık olarak sevginin, barışın, yazın'ın ve 'şiirselliğin' de bir gün yeryüzünden silineceğini düşünenlerin, bir yanılsama içinde olduğunu, sakınımsız ve neredeyse bir kesinleme olarak (diyalektik / eytişimsel bir aşkınlıkla), ileri sürebiliriz. Çünkü onlar da soyut...
(*) Hindistan'da uzun kuyruklu yeşil papağan kolonisinin ağaçlarda çığlıklar atarak cıvıldaşması, dallara tutunarak sağa-sola, yukarıya-aşağıya sarkmaları bu eğretilemenin söylenceye dönüşmesine yol açmış.

IX
"Narkissos öldüğünde, zevk pınarı bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştü; Oreas'lar pınara şarkılar söyleyip teselli etmek için ağlayarak ormandan çıkıp geldiler. Pınar'ın bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştüğünü görünce, yeşil saç örgülerini çözüp pınara seslendiler, "Narkissos için böyle yas tutmana şaşırmadık, çünkü o çok güzeldi," dediler. "Narkissos güzel miydi?" dedi pınar. "Bunu senden iyi kim bilebilir?" diye cevap verdi Oreas'lar. "Bizim yanımızdan geçip giderdi hep, ama seni yalnız bırakmazdı, toprağa uzanıp sana bakar, senin sularının aynasında kendi güzelliğinin aksini seyrederdi." Pınar şöyle cevap verdi: "Ama ben Narkissos'u, toprağa uzanıp bana baktığı zaman, onun gözlerinin aynasında hep kendi güzelliğimin aksini gördüğüm için severdim."

Şunu da söyle Wilde Oscar teyze, hangi kral Akitonyalı Eleanor’la evlendi? Henry II, Arabistan çiçeği, Horgörü, Bedevilerin, İblis Vapuru dediği develerimizin üzerine, diril gece indi ve gölgeler gölgelere girdi, avunç, büyüleyici kırlar, yorgun çiçekler bürümüş. Diğer mimari ilginçlikte alınlıkta yer alan üç küçük kapının ilahi bir olay için varlığı. Bu kapılar yılda bir kez kutlanan İsiteria Bayramı’nda “Epiphanie” olarak adlandırılan ve “tanrının kendini göstermesi, varlığını kanıtlaması” olarak yorumlanan olayın sembolik olarak yinelenmesi amaç. Magnesia Artemis gece tanrıçasıydı. Dolunaylarda Artemis Tapınağı’nın tam karşısına, alınlık, orta kapı ve Artemis heykeli ile bir doğru oluşturacak biçimde ve belli bir açıyla. Bu dolunaylarda altın kaplama heykel, ay ışığı ile aniden aydınlanarak, kendisini tapınağın dışında bekleyenlere gösteriyor, bu olayda izleyenler açısından gerçek bir ‘Epiphanie’ olarak algılanıyordu. Erivan’da yoksullar kültürle doyabilirmiş...
Bekir’in babası Ebu Kuhafe, annesi Ümmü’l Hayr Selma binti Sahr’dır. Dölleyerek çiçek açımlarını uçuruyordu arı, Saturnus çağındaki yaşlılar. Uranus’un oğlu gibi görkem, yaşam ve ölüm sağrağını sundu ona, ay İris yayı gibi yükseldi başımız üzerinde, İris’in sessiz yayı (gökkuşağıydı). Anahtar deliğinden giren bir Arap atı, suları, vadileri doyuran Türk ırmağı, kana kılıç suyu der ama Gorgonlar diye bir şeyden söz ediyor. Sekizinci Yüzyılda Tang Hanedanı döneminde cırcır böceği olarak yaşamış bir Japondan söz ediyor ve onyedinci yüzyılda Çin’de yaşayıp ruhu otuz ayrı isme bölünen Şitao’dan sözediyordu. Şitao’nun Portekiz’deki reenkarnasyonu da Pessoa. Talut ve iman edenler ırmağı geçti ama Calut askerlerine karşı koyacak güç kalmadı. Triangulum yıldız, güneş kızdönümüne girdi. İnsan, Kant’ın yaklaşımı uyarınca, öz istencinin nedenselliğini sadece özgürlük idesinde aramalıdır, çünkü özgürlük duyular dünyasının belli nedenselliklerinden bağımsız. Bu yüzden özgürlük idesi ile özerklik kavramı ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlı. Özerklik kavramı ise usçu varlıkların eylemlerinin temelini oluşturan etiğin genel ilkesi ile bağlantılıdır. Kant, ulamsal bir buyrum nasıl olanaklıdır? Sorumu bağlamında özerklik (otonomi) ve bağımlılık (heteronomi) kavramlarını açımlar ve şu saptamaları yapar. Usçu varlık, kavrayış dünyasına girer, onun kavrayış dünyasına girmesini sağlayan nedenler bütünü ya da nedensellik ‘istenç’dir. Etiyopya ile Hindistan’ı hep birbirine karıştırdık, hayır Habeşistan'ı. Xeroderma Pigmentosum sayrılığından derbeder yani güneş ışığına çıkınca deride derin yaralar oluşur. Hindueli ve Srinagar, helezonik bir gizlemle, halk sözcüleri, uzayın yüzde doksan dokuzunu kapsayan karanlık bölge.

‘Emir erlerinin tarihi bu güne kadar neden yazılmamıştır anlayamam’. Yazılmış olsaydı, Toledo kuşatması sırasında açlıktan gözü dönen Almavira dükünün, emir eri Fernando’yu açlıktan nasıl hapur hupur yediğini öğrenmiş olurduk. Dük hazretleri, anılarında, emir erinin yumuşak, körpe etinin tavuk etiyle, beyaz eşek eti arasında bir tadı olduğunu anlatır. 1890’lı yıllar, Avrupa, Strauss ve Schönberg’in yeni ritm ve ses renkleriyle tanışıyordu. Zola gerçekçilik akımını, Dostoyevski Slav demonizmini, Rimbaud lirik söz sanatının ince örneklerini göstermiş. Nietzche felsefede devrim yarattı. Klasik, süslü mimarlık, yerini işlevsel biçeme bırakmak üzere. O dönem yazın sanatının eleştirmenleri, her türlü yeniliği, bir kargaşalık, bir gerileme olarak algılar. Araya girme ama tarih boyunca böyledir bu. Bir sanatçının ün salması için, orta kuşak tarafından denenmiş olması gerekir. Bugüne benzeyen keskin, hiyerarşik bir ilişki var. Öte yanda gençler, Gerhart Hauptmann otuzunda Alman sahnelerinde söz sahibi olmuş. Rilke yirmi üç yaşındaydı ve arkalarından başkalarını da sürüklemiş. Kaşla göz arasında ‘Genç Viyana’ grubu ortaya çıkmış. Ancak Hofmannsthal, tam bir fenomen olarak, o kuşağın güçlü tutkularını dile getirmekle kalmamış, on altı yaşında bir genç için büyük bir yazın olgunluğuna ulaşmıştı. Bu sanat hayatında süregelen usta-çırak ilişkisinin o kasvetli, uzun yolculuğuna tuhaf bir karşı yanıttır Hofmannsthal’in yaratımı. Loris takma adıyla gönderdiği şiirler, dergi editörleri tarafından usta bir ozanın yeni bir üslubu olsa gerek diye düşünülmüş ama, karşılarına, sıska, soluk benizli, ince sesli, bir erkek çocuğu çıkmış.

Şimdi de tiranımız Sulla girdi içeri, kızı sultan onun sultasında yaşar, çok gecikti ama, bölük pörçük konuşmaya dalmışız, absurt Camus yüzünden, adama hoşgeldin diyen bile olmadı, uyku sersemiydi, bin yıl uyumuş gibi, boşuna okumadınız diyor, çünkü; belki bu bölüm iyidir, belki bu bölüm, belki bu, belki, belki, belki dedi... Dikkat edin bunlar yalnızca vaat ederler! ve sabır taşını çatlatırlar. Ve bakın; "kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmaları, yüzyılımızın en önemli olayı gibi gelmiyor mu size, etobur hayvanlar caddelerde uyumakta, cinayetler sokaklarda geziyor, ırmaklarda ölü balıklar yüzüyor, sular can çekişiyor, kozmik yıkımlar, tufan yağmurları, altınsı, aldatıcı, sapsarı sisler ve sürüyle, uğultularla gelen bulutlar yollarımızı kesiyor..." İlk vaazlar dönemindeyse; Yahudi halklara yönelik, songün tehdidi olmasaydı, Hıristiyanlık ayakta kalamazdı... İsa, Sodom ve Gomore'deki sefih yaşamın, songün fobilerini çoğaltan dinsel yıkımlarla süslenen korkulardan dolayı, ahalinin, Hıristiyanlığa geçişini hızlandıran uygun koşullarından yararlanmıştır. Bir yandan da, songün gelmediği sürece, zamanın düşündüğümüz gibi bizlere cimrice dağıtılmadığı görüşüne de alışırız Pavlus Efendi... Ölürüz ve Tanrı yaşamına ulaşırız.
Ama inanın ki, Ata'yı at üstünde Voltaire okurken görmüşler Damascus yollarında, Midyat ayna demekmiş ama insanlık Dandanekan'sız yaşam düşünemiyor hâlâ, pardon, dikkat edin zaman olmasaydı tanrı da olmazdı ve Napolyon uzun görünmek için ayaklarını uzatarak oturur, yaverlerini de uzun boylulardan seçermiş kurnaz. İnsanın yetmiş yıl yaşadığını düşünelim (diyesim şu an yaşayanların tümünü tek bir insan ve yetmiş yıllık ömür dilimi var diye düşünelim), on kişi, yedi yüz yıl, yüz kişi, yedi bin, bin kişi, yetmiş bin, on bin kişi, yedi yüz bin, yüz bin kişi yedi milyon yıl yapar, insanın iki yüz bin yıldır var olduğu söyleniyor, gelip geçenler bir kolezyumu bile dolduramamışlar henüz, yorum sizin... Canım semazenim, tuğlu paşam zaman tek boyutlu olduğu için geriye dönemeyiz, zamanın oku geleceği gösterir. Temel parçacıklar dışında her şey yaşlanır. Bir biçim eskidiğin de parçacıklar özgür kalır ve kendilerini yeni bir serüvene hazırlar. Parçacık zaman dışı olup, bu nedenle büyüleyicidir, sonsuzdur ve gözlemlenebilir maddedir, ne ki 'gerçeksilik' bu düzeyde ulaşılmazlığını korur. Temel maddenin -parçacığın- oluşturduğu cisim, zaman içinde tek bir yöne taşınır, geleceğe, ama öz madde, parçacık bu durumdan etkilenmez. Zaman da oluşmuş madde de; geriye dönmez, döndürülemez, tersinemezdir. İleride, büyük babalarımızla, çocuklarımızın, çocuklarının, çocuklarını tanıma olanağı bulacağız. Biz varsak ölüm yok, ölüm varsa biz yokuz bayım yani Epiktetos demiş yeni mi duydum yallah şimdi yani yoksa, aaaaa!.. Bilincine varamadığımız, zaman içinde konumumuzu değiştiren devinimlerin tümüne zaman deriz. Bitimlenmez, dev bir palimpsest üzerinde yaşıyoruz kısacası, ayrıca çağımızı yargılayamayız, aynı anda hem yargıç, hem tanık olunamaz yücebey filân bıktım ...

Ablacığım, sonra Cioran geldi şunu dedi, bunlar hiç yorulmaz, flaneur, aylak dandiler, kaplumbağa yürüyüşlü, görüşlü, boşgezerler, işe yaramaz şeyler kısacası... 'Bu sabah banyodayken, radyodan (tv'den nefret ediyormuş) bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten sözettiğini duydum. Traş olmayı hemen bıraktım. Artık traş olmak neye yarardı?..' Eh, Demirci Umar'da (Ömer) sonsuzluk cesaretimizi kökünden yok edebilir dedi. Oh oh oh... Çin'e yürüyerek gitmek isterim, aya uçarak, Attar meğer selam yollamış, göz ve güneş aynı kökten gelir, söyleyin onlara, ama ışığın çevresini sonsuza dek bir karanlık sarmalar, peki sonsuz olan ne!.. Çok biliyorsun Vlad! Gölgenin olağanüstü esnekliğine, Krişna, yani karanlığa sonsuza dek bağlıyız. Güneşin atomu, gözün atomuna ışığın diliyle seslenir. Attar artarda selam yolluyor! Lenk Halit geldi, şimdi şu an, Van Kulu'dur kendisi, dünyanın fethi bitince, evrenin merkezi olmaktan ancak kurtulmuştur dedi. D, güldük buna. Heraklit, sakallı büst geldi şimdi, girip çıkmış daha önce, ama belki konuşmamışmış, aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz dedi ama Buda, güzel bir şey ekledi, yıkanan da aynı kişi değildir, bin kez söyle yine boşuna kardeşim, Buda ağlıyor, ne sıkıcı bir durum. Bir Orta Çağ köylüsüyle, Sümbülzâde Vehbi geçti. Tanrı dünyayı yaratmaması gerektiğini bir anlasaydı. Ölümün ölümüyüzdür belki de. Zaman rüzgâr gibidir, oynayan dalları, kalkan tozları görürsünüz, Aynaroz kadılarını, siber peygamberlerini, ama işte onu; rüzgârı göremezsiniz. Vahiy bir öfke değil, bir beklenti kitabıdır sonuçta. Sonra bir gün grafikerime, bilgisayarla eski bir vazo yapmasını ve sanal projektörle aydınlatmasını istedim. Sonra onu İsa'dan önce, üç bin yılında yapılmış bir Sümer vazosuna dönüştürmesini söyledim. Grafikçi bana vazo denizde mi karada mı bulunmuş olsun dedi, soru hoşuma gitti, vazoya bakarken, sıradan uzamdan çıkmış, boyut değiştirmiştik, uzam sanaldı, zamansa gerçek... Zamanı bilincimiz yarattı dedim ama duymadı. Mahâbhârata'da şöyle bir öykü vardır, usta ve çırağı kırda yürüyorlardır, bir ağacın altına gelip otururlar, hava sıcaktır. Usta, orada bir kuyu görüyorum, bana biraz su getirebilr misin der. Çırak kuyuya varır, bir genç kızla karşılaşır, konuşmaya başlarlar, aralarında bir sıcaklık doğar, çırak kızın testisini taşımayı önerir, köye kadar giderler, kız onu ailesine tanıtır, evlenirler, çocukları olur, kızın anne ve babası ölür, saçlarına aklar düşer derken, delikanlı günün birinde su getirmek için gittiğini anımsar, köyü terk eder ve aceleyle bir çanak su alıp ağacın altında bekleyen ustasına götürür. Ustası; neyse der, beni bekleteceksin sandım! Çünkü her şey genç kızla bakıştıkları anda olup bitmiştir. Odaya Selçuklu veziri Süleyman Pervane girer, ölüyordur, çocuğuna der ki gel sana yaşamda mutlu olmanın sırrını söyleyeyim, çocuk gelir, Pervane, şimdi de git, söylesem de nasıl olsa anlamayacaksın der ve ölür...
Kim geldi ki!.. gelir gelmez, kuyruklu yıldız iki başlı inektir dedi, erguvansa İsa ağacı, insan öleceğini bilen hayvandır, belki evrende; bir can ya da tek bir mineraldir, son dediğimiz de; sonsuzluğun bir parçasıdır. Son insan işidir halacığım, doğada son diye bir şey yoktur. Biliyor musunuz Napolyon, Louisiana'yı satmasaydı Amerika'nın dili Fransızca olacaktı. Söyleyen Danton mu, değil!.. Uygarlık tarihi, sonsuzca bilginin yok olduğu, birbirine açılan sonsuz sayıda uçurumlardır. Ama şimdiye değin kimse yeni solfej kuralları önermiş değil, telefonda Wyoming'den gelen sesle, mastürbasyon yapanlar var. Yunan ve Romalılar da, gerçekle kurguyu karıştırdılar, ırmaklarda, çağlayanlarda su perileri, orman cinleri görüyorlardı. Orta Çağ insanları ormanın kuytularında, kırların ıssızlığında, tek boynuzlarla (Unicorn) karşılaşıyorlardı, düşsellik sanal dünyalar yaratır ve gerçeğe sanal, sanal olana gerçekmiş gibi davranılır, Ornitorenk kuş mu, ensestlik, tanrının bir kaprisi olabilir mi, Voltaire son derece hoşgörülü biridir ama servetini köle ticaretine yatırmıştı. Pampalar, tundralar, taygalar, sığır gözlü ay, bir cismin hızı ölçülmüşse, durduğu nokta belirlenemez, durduğu nokta belirlenmişse hızı ölçülemez, ıvır zıvır anlatırsan böyle olur, cansızdan, canlıya, oradan da, düşünen (belleği olan) maddeye geçmişiz eşyA hatunum.. Düşünceyi kullanmayı Tutmosis zamanından beri biliyorduk dedi Tutmosis, şimdi girdi içeri! Ama bilgi de cehaleti getirir yani... Aa doğru değil, buna katlanamam işte! İyi de Anday'dan gelen telgrafa göre, insanoğlu usu aşabilmeliymiş, yoksa sonunda, usta bir dogmaya dönüşebilirmiş...

Barba Vasili paltosuna girdi uyudu kaç kere uyudu, yer mantosunda! Pelion dağı, Fars dünyası, Meotis gölü (Azak denizi), rüya tanrıçası Serapis, Vitzliputzli (Meksika tanrısı) Talokan’da, Hint Kerala’sında... Şiir umarsız Penolope’dir. Emanuel von Froben; Büyük Seçmen Prens Friedrich Wilhelm’in ahır yöneticisi. 1675’te Fehrbellin savaşında kendi atını prensin atıyla değiştirerek efendisinin yaşamını kurtarmış ancak kendisi yaşamını yitirmiştir. Her yerde her şeyde aynı şeyler oluyor. Lizbon’a Lizboa diyorlar. Vasco de Gama’nın Mekke’den dönen Hintli hacı dolu bir gemiyi içindekilerle birlikte yaktığından söz ediliyor. 17. Yüzyılda bir rahip, denizin yuttuğu yüzlerce Portekizliyi kastederek, ‘Tanrı Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama, dünyayı da onlara mezar etti' demiş. Portekiz’in en meşhur ozanlarından Sa de Miranda’da ‘bir kimyon kokusu için halkını yitiren krallık’ diyor ülkesi için. Keltler, Fenikeliler, Vandallar, Kartacalılar, Romalılar, Yunanlılar, Gotlar, Moritanyalılar, hepsi gelip geçmiş o sahillerden. İber yarımadasında beş yüzyıl kalan Müslümanlar balkonda o kadar eğlenememişler, Portekiz’in ilk kralı Alfonso Henriques’in İngiliz, Fransız, Alman ve Flaman haçlı birliklerinin desteğiyle Lizbon’un tepesindeki kaleye bayrağını çekince, çekilip gitmek zorunda kalmışlar... İkinci Dünya Savaşında, Hitler’in Alman general Rommel’i zehirlettiği söyleniyor, Portekiz’deki ormanlık ve yeşillik Cabo da Roca’da, yüz kırk metre yükseklikteki bir kaya üzerine çıktığınızda, hava açıksa Newyork’un bile görülebildiği biliniyor. Portekiz’de yerli halkın kökü İberyalı’dır. Selahattin’in iskeletleri, ardıçların tepelerinde ölüyor, ötüyor av borularının boğuk sesi. El Greco ya da Toledo’nun gizi. Kara evren. Bulut allahsı dumanlar, Isfahan ki dünyanın yarısı, Buhara mı yasaklı kent. Olanaklarım arttıkça, arzularım yavaşlıyor, bitmez tükenmez bir can sıkıntısı... Buraya kadar gelebildin mi!.. Eeeh! salt şu şiiri anlayasınız diye yaptı görümcem bu ka(la)balığı!.. Bu kadar zahmete değer mi? Sizi incitmek istemez ki, suflörüne, baldızgönülle, cehennem kolay kazanılmıyor diyor!..
"Bir bıçak saplı durur göğsünde, / Hangi su tasına uzansan boş; / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde. / Aynı siyah güneş, aynı siyah, / Aynı susayış, aynı koşuş, aynı... / Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, / Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı... "

Ölüs bir dostun.


MUTANT
Karanlık laboratuvarın dna örnekleriyle dolu odasında, bellek çöküntüsüne uğramış, ancak işaretleşebilen deneklerin beyaz gözlerinden içeri giriyoruz. Karbon ayak izlerimiz plazmaya yansıyor, vorteksle çıkıyoruz ve orada uçsuz bucaksız metal kompleksler, bir düş dünyasının garip hayvanları gibi parıldıyor. Organik güneş hücreleriyle el eleyken, bir axolotl geliyor ve ‘Aklın Gözü’ adlı cinayetlerle süslü filmin başladığını ve neon ışıklarıyla bezeli koridorda ilerlememiz gerektiğini söylüyor. Kırmızı ahşap uduyla bir dilenci, olduğundan uzun görünen boyuyla merdivenleri iniyor. Gödel ve Escher’in duvara yaslanıp uyukladıklarını görüyoruz ve tanrı anında yanı başlarında belirerek, onların ölümsüz birer buzdağı yolcuları olduğunu söylüyor. Işıklar soğruluyor ve köşeyi dönerek ‘Hidrojen Yuvaları’ adlı bölüme giriyoruz; çocuksu bir müzik sesi geliyor kulağa, metalhidrür tozları güneşin önünü kapatarak gecenin başladığı imasında bulunuyorlar. Karanlığın altında hidrojensiler ağlamaya başlıyor.

Bitimsiz tutsaklıkta bir hipopotamı ve birkaç yaban öküzünü ‘Yıldız Paragrafları’ adlı kitabı okurken buluyoruz, ‘Slalom Paraşütleri’ ve ‘Dağın Doruğundaki Güvercin Gurultuları’ adlı orkestra eşlik ediyor onlara… Sıvıcıl konumdaki Makedon dağına doğru ilerliyoruz, metan-sezyum akıntıları ve ilkel bulamaçlar sızıyor çevreye, yamaçlarda Augyllar uyuyor nedense, içlerinden Salomon Devi adında olanı bize doğru dönerek ‘Uyku nitelikli ve denetlenebilir olmalı’ diyor. Sismik kıpırdanmalar da hoş karşılanmalı’ diyorum karşılık olarak. Bu kez; ‘Öyle görünüyor ki orada, bulunduğumuz mağarayı gözetleyen, gerçek bir harita var ellerinde’ diyor. ‘İyi de, termiyonik yüzleşme, elektronik yalıtım ve ayın ayı dünyalar neden bu denli tutarsız ki’ diyerek gülümsüyorum.

Yürüyerek intraparietal bölgelere geliyoruz, Xochimilco gölü uçsuz bucaksız dalgalanıyor önümüzde, gümüşümsü beyazlıkta, irisleri alevsi gölgeler kuşatıyor çevremizi… Ün sayımındaki algoritmalar, olgulayım ve omurilik etkinlikleri geçiyor bir bir, tümünün ilkinsil bir öngörüm sınırında olduklarını anlıyoruz. Ve bir hışım ve görküllükle konferans salonuna giriyoruz.
Planaryalar bizim atalarımız. Morfalaksis rejenerasyon kabul gördüğü için, Beluga balinası, ses dalgaları, Estonya balığı ve tanrı parçacığı hydralar en değerli besinimiz durumunda; seminerin özü buymuş. Hayaletler kimi frekanslardan geçemez, flamentiler ve membranlar dekabristler arasında sayılırken, serebral kortekste başvuruların baş edilmez biçimde çoğaldığı anlaşılıyor. Bu yüzden Goblet hücresi, valvüller ve frontallar yakın destekçilerimiz oldu. Aşkı arayanlar için irem kulüpleri kurduk diyenler meğer devrim peşindeymiş.

Bir firavun dirseği uzaklıkta, deniz tavşanları ve bir kubitlik yaylar ortalıkta dolaşırken, bir kirâh, bir çuvaldız büyüklükte karbonhidratlar öylesi kayıtsız kalıyorlar ki şaşılası şey bu bizim için. Oysa büyük bir hareketlilikten söz ediyordu beynimiz tv’leri. Bu durumda Boltzman sabitinin tek çözüm olduğu konusunda birleşiyoruz. İnterferometreler, mozaik yongaları, bir Kelvin, bir mol ölçeklerde, mutluluk istencinde ilk sırada, ama genel bir çözüm gerektiği kesin bu sorunsallar için.

Yalnızca hidroyitlerin umarsız olduğu anlaşılıyor bu dünyada, tentakülleri var kanatları yok, kanatları var dokunaçları yok onların. Erboğa ve Eta Kova deneyimlerinde başat sıradalar. Antares göktaşı yağmuru ve silikon döngüsünde; tüycüksüz ve isimsiz dolaşım tarımı onların üzerinde kalmış. Duyunçsuzluk bu, yaşamak onların da hakkı; hani adalet, hani eşitlik, hani tanrıydı diye milyonlarca sanal gölge gösteriler düzenliyormuş. Bu durum bize garip gelmiyorsa da, yapılacak bir şey yok artık diyebiliyoruz… Son olarak onlara, yarın geçtiyse de, dün toplanarak, birlikte durumumuzu görüşebiliriz dedim. Birden sesler kesildi, çok sonra bir mutant ‘Anlayamayacağınız bir zamanda geçti, burada anlattığım öykü’ dedi.


OTOPİA

 Dün kral gelecek dedi, yarında kraliçe geldi, alfa beta ribozomları kirpiğini süslerken. Zaman da geriye akıyoruz, örüntüler çözünürlük konumunda, Wernicke alanı norefinefrin salgılıyor. Duygusal bellek yöresi amigdala; korku koşullanması yaratıyor, ısıl olgunlaşma istenmeyen safhada, güneşin uydusuyuz, Eridani ve Tarsis’den gelenler Elysium’da toplanıyor.

Diyor ki lektörlerimiz, başka yerde, başkaca bir yaşam yoksa, bu tanrının başarısızlığı anlamına gelebilir ve sonsuzluk yoktur, çünkü sonsuzluk yokluktur. Matuyama terslenmesi, manyetik alanın değişmesi de üstüne üstlük. Yanal simetrili hayvanlarla komşuluk ediyoruz, silüryen dönemi canlılarına ilişkin öneriler can alıcı, Varu çökelleri ve pusulalara ilişkin tezler tanrı katında.

Biliyor musunuz uygarlığımız organlarımızın içine yuvalandı, ‘Yakup otları çıldırtısını sürdürürken’ diye şarkılar söylüyor çocuklarımız, ya Sezar ol, ya yok ol tek atasözümüz, ama renk tanrısı ayrımcılık yapıyor, çiğdem sakallı, gülerek beş rakamının medeni durumunu soruyor. Mutluluk getireceği savıyla evinin girişine nal asan Haşepsut’a inanıyor musun buna, böyle batıl bir inancan var mı dedim, inanmıyorum ama, o inanmasan da mutluluk veriyormuş dedi. Geceleri evinden gelen gürültüler, boynuzlu ve yaşamaktan sıkılmış bir satirin çığlığı gibi.

Tek bir zorluktan daha çoğu, asla bir defada çözülemez; yalnızca tek bir zorluk çözülemez, çünkü sorunlar zincirlemedir diyen iki ayrı cinsiyetimiz var; doğru bir savın tersi yanlış bir savdır, derin bir gerçeğin tersi ise gene derin bir gerçektir diye savlaşan üçüncü cinsler de savaşımı sürdürüyor. İçlerinden biri atomlar temas etmediği sürece dokunmak diye bir şey yoktur dedi.

Karbonifer balina ile bir uzay yelkenlisi aquariumda çarpışsa, ikisi de yara alır, ama cansız madde ile canlı madde arasındaki ayrım burada başlar; balina kendiliğinden iyileşirken, yelkenlinin hasarı öylece kalır, ama yara ölümcülse, yelkenliyi yaşatabilirsiniz belki, balinayı ise asla…

Yaşam harflerin yer değiştirmesidir. Atomun parçaladığı kentlerden elem duyarız, çölü gümrah çiçeklerle donattığımızdaysa sevinç. Sevilla’daki servilerin altında sevişirkense coşku. Bu şarkı hepimize, gök buğdaylar ölüs hançer görüp geçti, o renk prizması senin gözlerinden kederle dökülürken, ama iris daha mavidir yaslara bürünürken ve bir sağanak gibi bedenlerimize üşüşürken neonlar.

Atlantis’de Yedi Yüzyıl ve Donkişot’un Sarışın Senyör Verona adlı romanını okuyoruz. Tuşba’dan biri gibi biyolojik şiir yazıp, kafeste mavi kanlı akrepler besliyor, ruhsallardan Elizabeth Bathory olarak körpe kanla yıkanıyoruz!.. Bizi Tarascon ya da Midyat’a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ruhlarımız götürecektir. Sylvan yarığından geçebilirsek eğer diyorum. Çünkü onun defterinde benim bütün organlarım yazılıdır.

Aşkın patolojisinin gerçel tanımıysa; ikicil yaklaşımın kanonik realitesiyle, algoritmik ayrıntıların simülatif akışında yüzen karmaşa; aşkın bir cinsel şiddete yol açarken, yolaklarda irkiltici kanallar barındırıyor derim.

Elektronik şiirle gözleri görmez arılara yakarı ayinleri düzenliyoruz. Tanrının varisiyiz. Köhne bir duvarın yarığından sızan, rüyalarda işitilen sesler gibiyiz. Kasru’l Hayru’l Garbi sarayında sol eliyle güvercin tutan Venüs’le, çıplak melek figürünü üç ışık yılı var ki saklıyoruz. Ay hiç kin tutmuyor bize, suevit oluşmuyor. ‘Yahşi akışlı ırmaklar önünde, nişan alıyor okçu Zenon, göğsünde titan yayıyla, inci nilüferleri gibi de çalımlı’ tek bestemizdir bu bizim.

Gelecek nisanda, henüz güneş doğmadan, koruluktan sanki görünmeyen bir Pan’ın sesleri geldi, bunun üzerine sebze meyve reyonunun önünde duran genç adama, şu yaşamda tek aradığım mutluluk dedim. Unutamayacağım bir şey söyledi; bu gezegen için çok şey istiyorsun!

Ağla Harirama, yazgımızı belirleyen Afgan hançeri gibi şarkılar söyle, deniz satıcısı Basra tüccarları, Kos adalı ahtapot avcıları gibi vandalizm ve gaddarlık dolu olsun. Evrenimiz başarısız bir model, ne yazık ki gerçem bu… Nice sönmüş gezegenler ve tuhaf asteroitler uzayın boşluklarında sarı bir ölüm şarkısı ve kırmızı bir cellat gibi dolaşıyor.

Burada cehennem başkalarıdır diyen ikinci bir Sartre’ımız da var (Almanlar diye bir şey yok ama!), tek arkadaşı da Pessoa, siyah güneşimiz kuzeyde batarken, yakındaki markette bir tezgâhtarın canına kıydığını söylemişler, hiçbir tepki vermemiş, demek ki yaşıyormuş, demek ki gerçekten varmış demiş. Üç parsek boyunca yağmur yağıyor, sevgilim tanrının gözyaşları dinmek bilmiyor dedi. Gülümsedim. Hayaletsi bir peri gibi salona ilerledim, Gavr Dağı, Soylu Masenas ve İpek Peçeli Ebu Leheb adında filmleri getirmişler. Tarihi kurdeleler, ben sıkıcı buldum. Ayağımda şeytan tırnağı var, ölünce mezarımda bana sıkıntı verecek tek şey budur diyorum.

Livonian dilini bilen bir kişiyi arıyoruz, Ned Maddrell adlı bir balıkçı geldi ama onun bildiği Manx dili, hangi dili bildiğini bile bilmiyor. Püzant’tan gelecek olanı bekliyoruz artık. Ama yaşama; Tac Mahal’de bir cumbadan bile baksanız değişen bir şey olmuyor bazen.

Bir yalnızlık baladı işte; ağaçların gölgesinde ailemle birlikte yaşayıp gidiyorum. Orada ailemin yanı başında barış içinde yaşayabilmek için aydınlığa ve karanlığa, tanrıya ve güneşe dua ediyorum. Pers doğrusu! Gülhaçlar ve mutlu korkular uyduruyor kendine.

Kastamonulu Şavur ve saraç çocuğu Baki geldi dehlizlerden, irem sümbülleri gibi koku yayıldı. Roma askerlerinin ücreti tuzla ödenirdi dedi biri, öteki de egzoz çağı gibi bir şey söyledi. Laterna orman çıvgınını saldı pencereden, bahçe çintesi de öttü çitlerden. Bakın dedim ikisine de, Osmanî bir gülümseme yayıldı üçümüze;

Bedevi çölde çadırında uyurken bir atlı gelmiş, ben halifenin muhafızıyım bir tas şarap ver demiş, bedevi testisinden bir tas şarap uzatmış, atlı içmiş ama bu kez, ben halifenin baş muhafızıyım bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bu kez de ben halifenin veziriyim, bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bitmedi, atlı bu kez de ben halifeyim bir tas daha ver deyince, bedevi hırsla vermiyorum, çünkü sen demiş, sümme hâşâ biraz daha beklersem; ben Allah’ım diyeceksin…

Bütün bilmek istediğim budur benim; evrenler ve yıldızsı kozalar arasında ki her şey neden bir yinelemedir? Oysa her şey yaşamı sevelim diyedir. Amin...

VEGA
‘Deterjanlarımız kirlilerimizden daha tehlikeli…’

 O çağlarda Sitarlar, anayurtları Satürn’den getirdikleri yıldızbilim ve kurbanların karaciğerine bakarak geleceği okuma alışkanlıklarını sürdürdüler. Bu alışkanlığı devralan Oregonlular, komşuları Galaktlar gibi denizlerde bir kent uygarlığı geliştiremediler. Ekinleri zayıf, savaşkan ve tarıma dayalı bir topluluk olarak varlıklarını sürdürmeyi yeğlediler. Yaşam görüşleri Galaktlardan edindikleri, mutluluğu temel alan bir yapı üzerine biçimleniyordu; Zodiak Öngörüleri, Sütunlu Galeriler ve Titancı görüş temel taşlarıydı bu filosofinin…

Deniz evleri, ışıklı yollar, kemerler, pazar yerleri ve sanatoryumlar yapan Oregonlular, sönmüş yıldızları işleyerek, yeni yaşam alanları açmayı da başarmışlardı. Mühendisliğin yanı sıra, adalet ve askeri alanda büyük devlet adamları yetiştirdiler. Mühendislerden Prontas bir gün, yıldız yapılarından, kanallardan ve su altı kemerlerinden söz ederek; Galaktların heykelleri ve Yeryuvarının piramitleriyle karşılaştırıldığında, hangisi daha ussal diye sormuş ve Oregonluların yönetim anlayışıyla, yurtluklarını ululamaktan çekinmemişti. Ünlü pragmatist Çiçer, görkemli yapıları ve işlerini övdükten sonra ‘Çok şükür Oregonlular, Galaktlar gibi sanata yönelip, yararsız işlerle uğraşmadılar’ demiştir.

Oregon yerleşkelerinden birinde, meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar vardı!.. Kafesten kaçan tropik iklim papağanlarının sesi, sonsuz boşlukta yankılanıyor, yurtsamaya tutulmuş bu yetimler, umarsızlar unvanıyla bilinen insanatları belki de mutlu ediyordu. ‘Bon pour le orient’ kuralı her yörede işliyor, güneş ülkesinin tüm köşelerinde geçerliliğini sürdürüyordu.

Bağımsızlıklarını ise; Boşluk her tür maddeden arınıktır anlamına gelen öğretiyi yayarak elde etmeyi düşünüyorlardı, oysa maddesiz bir varlık düşünülemezdi. Ne ki; Tanrı dışında!.. Öyleyse; Tanrı eşittir boşluktur çıkarsamasına ulaşarak; özgürlüklerini güvence altına almayı başarmışlardı.

Sonraları ise, Pompeius Andromeda’ya gitti, Anakonda dağıldı ve Venüs’den gelen sıcak su akıntıları değişti. Uzaysı yollar, otobanlar, onları süsleyen çınarlar ve sonbaharsı; ölü insan eli gibi yerleri süpüren yapraklar soldu, yok oldu. Kırmızı cüceler unutuldu. Madde püskürten ak deliklerse zamana tuhaf biçimde boyun eğmişlerdi.

O zaman, hücresel otomatlar çürüdü, Turing makineleri söndü, leptonlar ve rezonanslar çalışamaz oldu, primer sargı bezlerinin kargısı düştü, gangrenöz uzuvlar geriledi.

Ve gökadamızın tek harikası, Mira yıldızıydı artık!..

Yapay serebellum ve beyincik dokularındaki sıkıntı had safhaya ulaştı.Transkranyol uyarılar sıklaştı. Grafen mürekkepleriyle duvarları kirleten anarşist gruplar çıktı ortaya, yonga plakaları işlevini yitirdi ve polimerler çöktü. Performanslarımızın sönüp gittiği ferro elektrik trafoları aniden yıkıldı, transistörler, giyilebilen kompütürler işe yaramaz hale geldi. Radyo izotopları ağ oluşturmaktan sıkıştı, orak hücre anemisi artarak, kırmızı kan hücreleri dışarı çıktı. Chrysopo böceği çürüyerek tümöre dönüştü.

Yazıktır ki, Klimt’i on dört çocuğuyla beraber geri çağırdılar, Sarah Bernhardt bir kez daha görev aldı ve Einstein’ın amputesi tek ayağıyla da olsa doğuya geldi ve büyük bir umutla ay ışığı basamaklardan sızarak, van Honegger dağlarına doğru yükseldi!..

Karadelikler coştuğunda, Otuzsuz Buzağı örgütü bir kez daha canlandı ve manolyalar hırçınlaştı. Üçlemsiz dedikleri pankreaslar üretime başladı. Ve bir teraflop sınırını aşan işlemcilerle doldu dört bir yan!.. Yaygın gerçekcilik yerini alarak, yanal simetrili uzay tapınakları çoğaldı. Pleyistosen durumlar, Zirkonyumla, Morpheus, Pentium işlemcileri, alan ve Bozon plakaları ve piksel ve fiziksel güzellikleri gökadamızın yine göz kamaştırmaya başladı!..

Ve coşkulu yıldız kalabalıkları önünde, Konrad Zuse mutluluğunu dile getirdi.

Gözünü pençem kaplıyorsa şiir, perçem kaplıyorsa düzyazı oluyor dediler!.. Doğuda bir duvar olduğunu söylediler, parakete bahçelerinin Vostok yakınlarında bir yere sürüldüğünü öğrendik. Nefrit vadilerinde yüzen, nefrit dalları görüyorduk yalnızca. Ve edebin yolcuları anladılar ki, ancak günahları olanların tanrısı vardır. Russell parkında kır düğünleri yapıyorduk artık.

Çok sonra Orient denilen güneş insanları özellikle orduların yanında, periferi ülkelerine, Ohio’dan Ottoman topraklarına dek girdiler, edindikleri görüntülerle, Bourgonlara sömürge yurtluklarının çekiciliğini anlatan ve gelecek düşlerini uyaran gizemli duyumlar elde ediyorlardı. Bu görüntülerde savlanıyordu ki; klonlar, sanal halılar, yılan oynatıcısı lutiler, antik yapılar, üçüncü cinsler, bağımlılar, morfinmanlar, şiddet görselleri, yapay helezoniler, barış savar örgütler ve savaş sahneleri, onlara vaat edilen uzaysı cenneti simgeliyordu.

Bunlar Bourgonlarca ilginç ama o kertede aşağılayıcı ve küçümseyici, dikkate değer şeyler olarak görünüyordu. Gün gelip Orientler, Oregona dönüştüğündeyse elde ettikleri görüntülerle gizlenmiş amaçlarına karşın, eril bireye karşı şu apolitik, ekososyal ve cinsiyetsiz davetiyeyi çıkarmayı zorunlu saydılar. Buraları kurtarılmayı bekleyen topraklardır. Bütün bu tansık dolu yurtlaklar; merak, fantezi ve düşselliğinizi sınayıp, sonsuzca gerçekleştirebileceğiniz yerlerdir!..

Siborg sözünü bitirmişti...
Deja vu dedim!..


İRONİ

Bu öykü yüzünden Kemah çalkalanıyormuş. Erzincan’ın köylerinden birinde doğan adam, küçük yaşta babasını yitirmiş, yoksulluk ve eziklikle geçen yılların ardından, acılı yaşamından öç almak için, önce Frank elinin, sonra nasılsa Britanya’nın yolunu tutmuş, eğitimini sürdürüp, türlü işlere girip çıkmış ve de yeryüzü yaşamına meydan okumak üzere; sabırsızca yanıp tutuşmuş… Başlangıçta o kadar yoksulmuş ki, çalıştığı işyerinin kamuya açık tuvaletinde kalmasını önerenler olmuş!..

Orada tam dört yıl yatıp kalkmış, sonra barakalara, bekâr odalarına geçmeyi başarmış. Aydınlıktan yoksun, ışıksız odaların sokak lambalarına bakan bölümlerinde, uzun zaman ders çalışmış… Çalıştığı restaurant günün birinde terörizmin saldırısına uğramış, sol elini sağlıklı biçimde kullanamaz olmuş. Yıllar çabuk geçmiş, birikimiyle Londra’da kendine ait bir işyeri açmanın zamanının geldiğini düşünmüş. Ünlüler semti Soho’da bir restaurant açarak, Saksonya ve Anadolu yemeklerinin sentezini başarmış ve yeni bir çeşni elde etmiş. İşler yolunda gitmeye başlamış.


Yıllar önceki anarşizan saldırı kendini çok etkilediğinden, büyük bir yetiyle, işyerinin camlarını kurşun geçirmez türden yaptırmış. Bu post modern çözüme, halk büyük sempati göstermiş ve basının da ilgisiyle auratik bir üne kavuşmuş. Kazancı giderek katlanmış ama zaman içinde, heyecanlı yapısını yine de değiştirememiş. Bir gün çevresini toplamış ve kürsüde konuşurken; Buraya çıkarken ne anlatacağımı bir ben, bir de Tanrı biliyordu, şimdi sadece Tanrı biliyor demiş!..

Zamanlar geçmiş, öç alma gününün gelip çattığına karar vererek dostlarına demiş ki; Gün bu gün, köyüme dönüp nasıl bir adam ve ne denli varsıl olduğumu göstermeliyim, ne ki bunu taçlandırmam gerek, doğduğum yere, krallara layık Rolls Royce ile dönmeliyim, kuşlar kurtlar görmeli ve tüm düşmanlarım da imana gelip, tövbe etmeli!..

Her şey yolunda gitmiş, Rolls Royce’u gemiyle İzmir limanına getirmişler, oradan ver elini Erzincan, adam köye, başka dünyalardan gelmiş, bilinmeyen bir cisim, bir 'u.f.o' gibi ışıksı, parıltılar içinde girmiş, ama kendi dünyalarında avunan köylüler, nedense manzaradan hoşnut kalmamışlar. Kahvede cılız bir ilgi ve merakla karşılamışlar onu!.. Şaşkınlığını göz ardı ederek, yaşlı annesinin evine geçen adam, cennetsi, bin bir çeşit söz denizinde yuvarlandıktan sonra, yaşadığı düş kırıklığıyla, köyden ayrılırken, kalabalıkta el sallayan bir yoksulun bağırışı, ilgisizliğin nedenini ve sessizliğin sırrını ele vermeye yetmiş…

Yedi cihanda çalıştın ama bir 'Ford' bile alamamışsın!..

KISA BİR ÖYKÜ
 Kafede oturuyordum. Gözümün önünde birine saldırdılar. Argolar havada uçuşuyordu. Ayırdılar. Bir süre sonra, saldırıya uğrayan garip bir şey yaptı. Ötekilerin dizinin dibine bir ‘Kitap’ bırakarak, çekip gitti!..

BİR ÖLÜNÜN ANISI
 Nurhan Hanım diyor ki; Gittiğim kokteylde, kanserli göğsümün boşluğuna saklayıp, vitrinime koymaktan kendimi alamadığım kadeh kırıldı!..
Onu evimin arka balkonundan İtalyan Konsolosluğu'nun bahçesine attım... Öldüğünde, bedeninin İtalyan topraklarına defnedileceğini, hiç bir zaman düşünmemiştir sanırım!..


MESEL
 Küçük Meryem rüyasında İsa'yı  görüyor.
Mesih bir çeşmenin başında durmuş, Meryem'se testisine su dolduruyor. Testi dolduğunda, İsa, Meryem'den testisini istiyor...
Meryem şaşkınlıkla bakıyor ve İsa; 'Susadım' diyor.
Çaresiz veriyor.  Mesih testiyi ağzına götürürken, içinden çayırların arasına dökülen bir çeşmenin şırıltısı geliyor ve suyun başında, dünyanın en güzel kuşlarının ötüşü duyuluyor...

Küçük Meryem, İsa Mesih sudan içerse çeşmenin suyu bitecek, kuşların da sesi kesilecek korkusuna kapılıyor ve birden rüyasında O'na, 'İçme' diye bağırıyor!.. Ama o kadar bağırıyor ki, yazık ki kendi sesine uyanmak zorunda kalıyor.

Kenan ilinde, neden her güzellik yarım kalır diye insanlar birbirine sorduğunda; bu mesel anlatılırmış...


KAYS
  Düşler içinde, ufuktan gazaba kapılmış aslana benzer çöl Arapları, toz duman içinde atlılar sökün etti. Bir esire vardı aralarında; Hint Şahbanu'su gibiydi. Vahada, kuru ağaçların yaprağını köklerinden ayırdım, silkeleyip, araladım. Bir sarnıç kapağı belirdi, tunç çerçeveli, kaldırayım derken tozlaşıp, dağılıverdi. Çekinmeden aşağı indim, bir kapı çıktı karşıma, cüruf ve toprak ve kesif bir duman kokusu yayılmıştı. Çürümüş sular, bataklıklar, kırmızı gözleriyle bakan ejderhalar vardı, ama kıpırdamıyorlardı. Uzaklarda, güzellikte eşi benzeri olmayan bir sultan belirdi, yanıma gelerek, kolları ve ayakları canavar gibi uzayan, bir ifritin kapatmasıyım dedi, zifaf gecesinde kaçırdı beni, bu diyara getirdi. Dört bir yanımız çimenlik ve yeşildi.

Aşağıda, kıstakta bir çağlayan gördük, çırılçıplak soyunduk ve yıkandık. Geceyi safirlerle süslü, kuş tüyü bir yatakta geçirdik. İfritin esiresi, kurtar beni diye sanki gözlerimin içine bakıyordu. Ağlayarak, kırmızı kanımı uçan halı gibi ayaklarının altına sereyim, gözümün siyah kadifesini giysi diye vereyim, körpe yanaklarım dilinin amberi olsun, ipek uyluklarım, kar fırtınalarından korusun, ey gece yolcusu, senin yerin göz kapaklarımın, ok kirpiklerimin üzerindedir, yeter ki beni kurtar dedi.
Ama duvardaki sülüs yazıya dokununca, dev gibi ifrit yarıktan çıkıverdi. Sandallarımı giyeyim ve baltamı aceleyle alayım derken, ikinizin aşkına meftun olayım, şol leyla ile mecnunu ben de bulayım diyerek bizleri bağışladı. Gözlerle konuşarak, beni anladı.
Sevinçten, birden kendimizi göklerde buluverdik, rüzgârda süzülüyor, buluttan buluta savruluyorduk ki, yeryüzü altımızda, bir su çanağı gibiydi. Bir tuz denizine vardık; Ay çıkanda, ninemin bağında güller kızarır ve yokuşu elim belimde çıkarım diye, hoyrat şarkılar söylüyordu biri, ahşap bir ut coşkuyla tınlıyor, garip bir kalabalıkta eşlik ediyordu. Kuşlar hallerinden mutlu, ötüşerek kanat çırpıyorlar, melekler tanrıya şükreder gibi uçuşuyorlardı. Süt beyazı taylarda çayırda dolaşıyordu. Büyüleyici narinlikte, minicik bir çocuk belirdi ortada, öyle güzeldi ki, sağ elim, Kaasip'in gözyaşları gibi kurusun diye haykıranı göremedim. Çevremizi nice bağlar alıyor ve altın renkli üzüm salkımları soylu bir Acem prensesinin parmakları gibi parlıyordu. Havadan, kır çiçekleriyle dolu mavi bir tepsi süzülerek yaklaştı ve gümüşi bir aydınlıkla dört bir yanı sardı...
Düşlerin dilinde, uyanmaz uykulara  vardığımızı, ancak anlayabildim. Ve iki cihanın mecnunu, ölümlülerden ölümlü Kays olduğumu, o zaman bildim!..


ÖLÜ 
 'İşte böyle yapıldı, atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni''.


 O tarihlerde, Truva'nın göksel merkez kabul edildiği, tüm Şehir Devletleri'nde, irili ufaklı Siteler'de, şöyle bir kural vardı; Barış karaları bırakır da, suya inerse eğer, savaşkan iki ordunun en güçlü silahşörleri bir araya gelir ve karşılaşırlardı. Kimin kaburgası toprağa değerde, öteki ayakta kalır, kimin kanı pıhtılaşır ve gözü yaşlı olurda, diğeri türkü söylerse, savaşı o taraf kazanırdı. Başlangıçta, bir takım kavgalar olurdu elbette, pusular, ikili, üçlü düellolar, adam kaçırmalar, yersiz kabadayılıklar. Ne ki, koca karınlı gemiler, şarap rengi denizlerde, bunca insanı denizler ötesine, kara topraklara, ıssız bölgelere taşıyacak, güverteler, ambarlar bin bir çeşit levazımla, testilerle, fıçılarla dolacak ve siz insanoğlu; Gönüllüler, maceraperestler, çapulcu ve savaşçıların, bir kişinin bile boğaz kesmeden, gırtlağının tadına bakmadan, birinin bile burnu kanamadan, bir karış toprak çiğnemeden, baharın ve güzün ürünlerine el koymadan, talan ve yağmanın canhıraş feryatlarla süslü görkeminin tadına bile varmadan, kafataslar kadeh olmadan, alışılmış, o bildik yollardan geriye, evlerine, türdeş kulübelerine döneceğini umacak, elim safhalara göz yumacak, öylesi dualarla, budalalıklarla, tütsü ve yakarılarla bu beklentinin, zarar dışı, can yakmadan, ocaklar yanmadan, sağ salim, ölümsüz, güle oynaya, 'gidenin gelmediği, dönenin onmadığı', ruh yıkımsız, yürek yitimsiz ve bir anlamsız umarın kimesneleri olacaksınız... Suçun büyüğü sizde ve günahkâr olanda ne yazık ki sizlersiniz!.. İşte bu çatışmalar, çarpışmalar, toz duman içinde, yerlerde sürünen kafalardan, kargaşa, ilenç ve kavgalardan sonra, savaşçılar ve kurbanların gözü kanla doymuş, masumlar toprağı boylamış, kan ve göz yaşıyla besili toprak bereketini, kana kana ilahi gövdesine çekip, sindirmiş, kan suyu ve etle dolu yiyeceğini, kargışlanmış sayısız cesedini, tanrısal gıdasını ciğerlerine boca ederek yığmıştı ki, güneşin ateş gibi surları yaktığı, duvarlardan kezzap gibi terlerin süzülerek, sıcağın arı kovanları gibi kovuklara, çukurlara ve gölgelere aktığı bir ilkyazın son günlerinde, öğleden sonra, ikindi önlerinde, her iki tarafın en tez ayaklısı, en ağır silahlarla yüklü; ışık hızında mızraklar, ayı şak diye ikiye ayıran kılıçlar, güneşe varan oklar, gölgelere analık eden kalkanlar ve parlak, süslü toynaklar, keçeden, meşinden, manda gönünden, demirden, sağlam zırhlarla bezeli, çelik tolgalı, yıldız mahmuzlu, dev topuklarla, savaş arabalı, dizlikli, meşin çarıkları, ibrişim bağlı sandal, ceylan derisi sadak, kıvrık gagalı, arzulu yatağanlar ve bağcıklı, askılı tokyolar, tunç kargılar ve eşsiz ezgileri ve bulutlara değen, göklerde çalkalanan naralarıyla orduların en gözü pek iki yiğidi, en cesur, en cenk sever, en cengaver iki pusatlısı; Truvalı şahzade, Atlas yapılı Hektor ve Akhalı kral naibi, Herküli genç Aşil ortaya çıktılar!.. Meydan uğuldadı ve işaretler verildi... Deniz kıyılarında Helen birlikleri, Akhalar, birleşik site devletlerinin güçleriyle, 'isteksiz' gönüllüler, yersiz yurtsuz serseriler, köprü altlarını, kemerleri, susuz sarnıçları sığınak yapan aylaklar, işsiz güçsüzlerle, palas pandıras sahipsizler, pelül perişan kimsesizler, pejmürde, kurtsuz kuzusuz değneksizler dizilmiş, seyrediyordu...
 Truva tarafında tüm bir halk surlara yığılmış, mazgallar ve kulelerden, et yığınları, ayyaşlar, kralın yakınları, akranlar, akrabalar, su satıcıları, vergi tahsildarları, şımarık çocuklar, deli dolu gençler, yaşlılar, asalı ve beli bükük kocalar, karılar ve solgun, gencecik yüklü kızlarla, karınları burnunda, abstraki, çilli suratlı, gamsız tasasız, neşe yüklü gebe kadınlar dizilmişti. İki usta, kılıç suyunun Koçero'su, iki savaş arasının uyur gezeri denilesi, mertlik destanlarının, krallık maestrolarının çarpışması saatler sürecek ve günler birbirini izleyecek gibi görünüyordu. Yorulmak nedir bilmeyen, kanın içine doğmuş, bükülmez, çelik bilekli, şahin gözlü, çevik ayaklı, silahların ellerinde oyuncağa dönüştüğü, beceri ve ustalıklar, usa sığmaz cambazlıklarla el değiştirdiği iki yiğit; temaşayla aç ruhları doyuruyor, gönülleri titretiyor ve izleyenlerin yüreğini, göğü sarsan hançerelerle ağzına getiriyordu. Parıldayan yatağan, ışıldayan toynak ve tozluklar, yaldızlı mahmuz, katlı, kalın kemerler, kara bileklik, ardından dumanlar tüten, kıvılcımlar saçan mızraklar ve göklerde yitip giden oklar, talihli izleyicilerin düşler sepetini bin bir renk ve kişneyişlerle dolduruyor, akıl tasını doyuruyor, yüreklerine çağlayanların çelikten şarını, buzlardan buz sularını serpiyordu. Tarih boyunca olduğu gibi, güçlülerin savaşını, soyluların kargışını; akıllara durgunluk veren, küçücük bir hata, iki cihanda düşlere sığmayacak, minicik bir aksilik belirleyecek gibi görünüyordu. Her iki kahraman, her iki cavalagöz, kuyruklu bir canavar gibi atılıyor, amansızca saldırıyor, tozu dumana katıyor, koşuyor, haykırıyor, atlar şahlanarak kaçışıyor, metal yorgunu ürken arabalar, bir sürtme, itme varmış gibi, ta aşağılara, yarların başına kadar sağa sola yalpalayarak devrilip, uzaklaşıyor, tolgalar kafa kafaya çarpışıyor derken, her iki yiğitte aradığı boşluğu bir türlü bulamıyordu. Priamos yanlıları, çağdaş bir kentin ve ticaret erbablığının incileri, ustaları, çağın modernite bulgunu bereketli hilali, alış verişin altın kurallarının geçtiği, ortakçılığın belirlendiği, bayındırlık ve toplumsal birlikteliğin içselleşip, benimsendiği, sanki göksel bir buyruğun tüzeliğinde, mekanizma ve tekniğin, altın oranların, haktanır terazilerle işlediği düşler kenti Truva'nın; surlarını tıka basa dolduran kalabalıklar, büyük bir heyecan içinde karşılaşmayı izliyordular. Akhalılar, buraya yağma ve talan isteriyle gelmiş Agamemnon ve korsanlar korsanı Odysseus'un yarıcısı Menelaos yanlıları, el koymacı konakçılar, çapulcular, nice gözü pek, yüreği kara serüvenci ordularıyla, sıradan insanlarda kavgayı içrek deniz kıyılarından, uzak yamaçlardan ve sağa sola serpilmiş küçük tepeciklerden, el yapımı 'tepeliklerden' rekabeti ağızları sulanarak, hızla yer değiştirip birbirine çarparak, itişip kakışıp, önlerine gelenin boğazına sarılarak, kimileri de dili kurumuş, ağzı yanık, dudağı uçuk biçimde seyrediyorlardı. Truva'nın prensesi, eşsiz, biricik sultanı, geleceğin gözde kralı, yağız halefi Hektor'un narin ve zümrüt gözlü eşi Andromak herkesten fazla heyecanlı görünüyordu, ne ki Aşil'in hiç bir bekleyeni yoktu arkasında, o dağların, yamaçların, eteklerin çobanlığını yapan, düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan ve agoralarda ıslık çalarak dolaşan, çapulu adet edinmiş, bir kır tilkisi, bakılışı güzel serkeş ruhlu biriydi. Çarpışmanın bir türlü bitmek bilmeyişi, o küçücük hatanın, o can alıcı anın nereden geleceği konusunda insanların kendilerini, güneşin ve ayın oyunlarına, göklerin ve yıldızların kumarına terk etmesinin önünü, engelsiz ve dikensiz yolunu açıyordu. Hava kararmak üzereydi, belki içgüdüsel bir sanıydı ama insanlar sabırsızlanıyordu, akşama kalmadan herkes evini barkını toplayacak, sığırları ahırlara dolacak, keçi ve koyunları ağıllara koyacak, sütler sağılacak, yumurtalar toplanacak, oraklarla otları kesip, şişlerle örgüler örülerek, işliklere, tezgahlara koşulacak, zeytin yağı değirmenlerine uğrayıp, küspeler, kavutlar alınıp verilecek, arpa mayalanıp, buğday ve kenevir değişilecek, haşhaş öğütülecek, çıkrıklar dönüp, demirciler, marangozlar övünecek, sular akacak, kızlar kolyeler yüzükler takacak, kalan zamanda, belki agorada, belki de taşla döşeli yollarda değiş tokuşlar, takaslar yaşanacak, yüzler gülecek, çocuklar sevinecek ve evlere dönülecekti. Akha yanlıları ise kaygısızdı, yineleyelim ki uzak yollardan salt kapkaç için, salt kan döküp kutsamak için buradaydılar, savaş yıllarca yıllar kadar yıl sürse onların umurunda bile değildi, çalı çırpı, çift çubuk, börtü böcek, çörtü çörtlükle, dağın ve ormanların, vandal ve barbarlığın, otlayıp, sağılmanın, kızıl salkımlarla ağaçlardan atlayıp, akşam alacasında dağılmanın ve sandallarla, sandaletlerle yaşamanın saltanatıyla, bungun, sıkıcı bıkkınlığından gelen, hırçın bakışlı, kindar ve umarsız çocuklardı onlar. İşte tam o sıralarda Zeus, topuz sertliğinde bir karar verdi, bu çarpışma elan bitecek ama savaş sürecekti. Her iki taraf için ortak bir kabullenim belki böyle olası ve böyle geçerli olabilirdi.
 Olaylar beklenmedik bir hızla ve göklerde akan bir yıldız kadar çabuk gelişti. Andromak ortak meyveleri olan, gelecekteki 'geleceğin' veliahdı, küçücük yavrusunu, uğur getirmesi ve yurdunun koruyucusu büyük Hektor'a, utkusunun muştulayıcısı olur umarıyla, dev surların önüne çıkardı ve çocukcağız o an ilerde, ölümüne savaşan iki kişiden birinin, yumuşak kıvırcık saçlarını özlemle okşayan, yanık tenli babası olduğunu anladı. Çocuk bu ya, babasının düştüğü zorlukları, ölüme ramak kalan hallerini, alttan üste, üstten alta yalnızca tesadüflerle, öylesineliklerle, salt Zeus'un acınası yardımlarıyla düşüp kurtulduğunu ve çocuklara has, o bilinçdışı, garip sezgiyle, Hektor'un, Hades'e doğru giden yaşam ipliğinin kopmak üzere olduğunu anladı. Ağlamaya başladı!.. Andromak bu beklenmedik zorluk karşısında ona süt vermeye çalıştı, kucağında hoplattı, kucakladı, sarıp sarmaladı, öpücüklere boğdu ama ağlamalar kesilmedi, surların ötesine doğru atılıyor, yazgının, alın yazısıyla süslü fermanına tanık olmak istiyordu, içgüdüsel bir ürküntüyle, Andromak, son bir umarla Hektor'u işaret ederek bak az sonra, zaten baban sana gelecek dedi. Çocuğu avutuyordu. Surların dibine kadar yaklaşan iki cengaver, sanki iki ölümsüz, sonsuzluğun hakanı, zamana bekçilik yapan birer Tanrı gibi çarpışıyordu. Aşil'in kayalarda bilenmiş, denizlerde kavrulmuş elleri, ayakları, genç bir keçi gibi zıplayan bacakları, güneşte yanmış, bronz bir kursa dönmüş vandal çatısıyla, meşin kadar sert, yay gibi gerilmeye alışkın göğsü ve dağlarda çelikleşip, kararmış acımasız kollarının hücumuna dayanamayan Hektor, artık iyice surlara yaslanıp, sırtını dayayarak savunmaya, savaş terminolojisinin gizemli bilgeliğinde; kuşkulu bir dinlenmeye geçti. Truvalılara o kadar yakındı ki Hektor, iki cengaverin hoplayıp zıplayarak ölümden kaçışında, bir ceylan gibi takla atışında, yukardakiler, ellerini uzatsa tolgasına dokunacaklar, Andromak ve minik yavrusu da, ellerini uzatsa, neredeyse tutacaklardı sanki...
 Oysa birbirlerine en az bir kaç mancınık yüksekliğinde, belki de sayılmasız, bilmem kaç dirsek boyu uzaktılar. Andromak; artık dayanamadı ve bir an, çocuğu mazgalların arasından aşağı doğru, iki kolundan sarkıtarak, sırf Hektor çocuğu görsün, varlığından kuvvet alıp, sunaklarda tanrılara adanmış bir kurbandan geçen, coşkulu, can veren bir güç gibi, derman bulsun amacıyla; Hektor diye bağırdı, Hektor!.. (Bazı kaynaklarda çocuğun, Baba, Baba!.. diye cıvıldadığı söylenir, savlar değişiktir.) Oysa Zeus'a yakışmayan, kahredici bir oyundu bu!.. Korkunç bir sessizlik oldu... Hektor'un bakışı bulutlardan geçti, göklerde iki akbaba dingin, kıpırtısız kanatlarıyla dönüyor, çok uzaklarda badem ağaçlarının çiçeği ılık rüzgârlarda dökülüyor ve sanki bir düşteymiş gibi, kiraz ağaçları çiçeğe duruyordu. Deniz küçük dalgalarla gidip geliyor, yamaçlarda karıncalar alışılmış, bildik yuvalarını adımlıyorlardı. Hava ansızın karardı!.. Gökler çöktü ve Hektor yavaşladı!.. Göz alabildiğine uzanan surlar, bir yarasa sürüsü, kapkara ordular gibi süzülüp, üzerine doğru yavaşça, hışımla ve iştahayla kapandı!.. Evren yıkılmış, acayip bir ses duyulmuştu sanki... Ortalığı bir tansıma, duygulandırmayan bir sessizlik, çok derinlerden gelen bir ağıt sardı. Ölmüştü...
 Fener alaylarıyla, haykırışlarla, savaş ve zafer naralarıyla ve dinmek bilmez bağırtı, canhıraş feryatlarla... Düş içinde bir düş boyutuna geçilmiş, tarih tekerrür etmişti!.. (Ama hiç bir felaket olmasın ki, karşıtlamında, onun paralel dünyasında, psişik bir süblimleme, bir süblimasyon, minicik bir ödünleme, bir bağış, armağan bulunmasın, 'ulu gökler, kara surlar, üzerine kanatlar açıp kapanmıştı ama' o yine de sonsuz bir beyazlığa, uçsuz bucaksız bir dinginliğe kavuşmuştu belki de!..) Boynundan aşağıya horlayarak akan kan, aşağılara doğru yollar çizerek dökülüyor, yüreğinin üzerinden geçerek, yeşil çimenlere doğru, doğanın kuraklığına, susuzluğuna, kavrukluğuna, kısırlığına, coşkulu bir yağmur seli, bir bereket aylası, beklenmedik bir tufanın azgın suları gibi yayılıyordu. Minik çocuğun ağlamalarına ve Andromak'ın haykırışlarına kulak vererek, 'Akıl'leus'dan bir an gözlerini ayırması (bir aşk uğruna, onun meyvesi adına yukarıya bakması) sonu olmuş, vahşi arzularla dolu Aşil, genlerinden ve barbar deneyimlerinden kaynaklanan, dehşetli becerisiyle hatayı affetmemişti. Yine de sağ duyuyu hırs ve hınçla yıkıma sürükleyen, korkunç bir şey bu, bir çocuğun çığlıklarıyla, sonsuzlukta kendi varlığıyla göz göze gelen bir insanı öldürmek, tanrıyı ve evreni yadsımanın ta kendisi olmalıdır, yaşama canla başla sırt çevirmek, tanrısal tözde, karakullukçu yoksulluğu sürdürmekte ayak diremektir. Mikro evrende yok etme güdüsünün, varlığını sürdürme özgeciliğine yeğlenmesi, alçaklığın evrensel tarihinin, yaşam sevincini yok edip öldürme arzusuyla dolup taşmasından başka bir şey değildir. Böylelikle duygu akla bir kez daha yenilmiş, hegemonik ruh, acınası yüreği gene ezmiş, talan ve yağma, simetri ve düzene üstün gelmiş, barbarlık ve vandal yakı, göz alıcı sütunlarla, yükselen kuleleri, soylu kentleri, vitrayları ve burçları gene paramparça etmişti. Barış ve güzellik bir kez daha yitirilmiş, yağmalanan, talan edilen, canlı cansız mallar, nakit ve emtialar bir kez daha istif edilmiş, tanrısal töz bir kez daha hezimete uğramış, vahşice yenilmişti. Ama yıllarca sürdü savaş, bir çocuğun aşkından filiz veren yenilgiyi kabullenemeyen Truvalılar, canla başla direnmeye, son güçleriyle karşı koymaya çalıştılar. 'Akhilleus akıllı' 'Odysseus kurnazdı' ve son bir hamleyle kurnazlığın ve aklın şaheseri 'Tahta Atı' görkemli bir belirteç gibi Truva önlerine bıraktılar ve bilindiği üzere olanlar oldu. Olmuş olanı Tanrı bile değiştiremezmiş. Paris hengamede öldü, Andromak Akhalar'a tutsak düştü, acınası bir prenses, gönülsüz bir gelin oldu. Priamos'u toprak çoktan almıştı, savaşın dramatik figürü o küçük prenste, küçük büyük minicik elçilerle, kargaşanın egemen olduğu bir dünyada, ölümlerden ölüm beğenmiş delik deşik edilmişti. Hepsi öldüler. Tanrılar, kendilerini duyumsayabilmek için insanları yaratmışlardır. Olan biten, insanlık için bir dram, üzerinde durulacak bir ders, ama tanrılar için bir yuğ, bir yortu, humma ve çılgınlıkla süslü bir törendir. Andromak, yurdundan uzakta yitirdiği düzen, yok olmuş düşleri ve yeni yaşamında yalnızca bir figür, öylesi bir varlık ve yararsız bir gölgenin yaşayan bir sureti olmanın verdiği acılar, küskünlük veren elem ve kederler içinde, hep Truva'yı özledi. İçine düştüğü 'Yurtsama Sayrılığı-Nostalghia' ve dayanılmaz özlemlerin onulmaz üzüncü, umarsızlık içinde yüzen kahrolası bedenini tümüyle sardığında, Truva'sını bir gün bile göremeden sonsuzluğa doğru uçup gitti. Aşil, barbarlığa bağlılığının ve bir çocuktan yararlanmakla ayyuka çıkan aklının, bir cesetle kahraman edasına bürünüp surları dolaşmaya kalkışmanın ve erliğe ihanetinin cezasını, topuğundan vurulup, -Tanrı katında aşağılanarak- ödedi!..
...
 Bu tip anlatıların hepsi boş söylev, çoban aldatan kuşu, kuyruk yutan, Ah'î bir cangıl, kof bir fıçı ve tümü hegemonik / emperyal bir vodvil; us kıran, ardan, hayadan uzak bir tekerlemedir!.. Çünkü, tarih bir yinelemedir... Orpheus'u bilirsiniz, müziği ve tanrısal sesi insanları büyüler, tanrılar, doğa dışı mitolojik yaratıklar ve yaratılmış herkes onu dinler, o dinleyenleri büyüler. Ama bir yılanın sokmasıyla öbür dünyaya göçen Eurydike'sini yitirince o tüm hünerini yitirir. Tanrılara onu geri vermeleri için yalvarır. Yakarısı o kadar üzünç dolu, iç sızlatıcıdır ki, Tanrılar bu isteğini kabul ederler ve bir koşul ileri sürerler. Eurydike'yi Hades'ten çekip çıkaracak ama sonsuz karanlıkların içinden bir kez olsun geriye dönüp bakmayacaktır. Biricik aşkı ardından geliyor mudur diye... Ama o umuduna ve merakına yenik düşer ve tıpkı Hektor gibi; Bir an için geriye, aşağılara doğru dönüp bakar ve bu hatasıyla Eurydike, dipsiz karanlıkların içinde, bir kez daha yiter. Yinelemelerde sürüp gider... 'Dostlarının sabırsız hançer darbeleriyle, bir heykelin kaidesi önünde kıstırılan Sezar, bıçaklar ve yüzler arasından, korumalığı, belki de oğlu olan Marcus Junius Brutus'un çehresini ayrımsar ve kendini korumayı bir yana bırakıp seslenir; ''Sen de mi oğlum!'' Bakışımlar, değişkeler ve yinelemeler, yazgımızın -alın yazılarımızın- hoşuna gider, yüz yıllar sonra, Antakya'nın güneyinde bir yerde, bir taşra beldesinde, kabadayının biri, diğer kabadayıların saldırısına uğrar, düşerken, büyüttüğü ve sorumluluğunu yüklendiği yetimlerden birini görür ve ağır bir hayıflanma, ürkü veren bir şaşkınlıkla (ne yazık ki bu sözcükleri, duymak gerekir) ''Aşkolsun!'' der. Onu öldürürler ve bir sahne yinelensin diye öldüğünü bilmez.' ...
 Gün geldi Hektor'da öldü-öldürüldü ama o felsefeyle de ilgileniyordu, Homeros'un İlyada'sında buna ilişkin tek bir dize-satır yoktu belki, ne ki, zaman içinde İlyada'dan metinler çıkarılıp, bölümler eklendiği ileri sürülür, tıpkı korsanların; Kâşiflerin deniz aşırı haritalara, okyanuslara kendi ütopik adacıklarını yerleştirmesi gibi, her dragoman, her dil ambarcısı, antik metinlere kendi kadim kültürü, ulusal, geleneksel bakış açısına göre yeni bir aura, can alıcı bir motto, belki de yanıltıcı bir raga eklemiştir, İlyada biraz Dante, biraz Yunus, birazda Rus kanoniklerinden alıntı bile olsa, solgun bir gölgedir artık. Diyesim Truva'nın İlyada'sının makas kaymasıyla, eksen değiştirdiği bile söylenebilir, Tanrıların yansız olduğu ileri sürülen bir metinde, Homeros nasıl yanlı olabilirdi ki... Hektor'un yaşadığı dönemde, Assos'ta felsefenin yapıldığı, alabildiğine özgür bir güneş tapınağı olduğu söylenir, bugün bile bu gelenek coşkuyla sürmektedir, bu geleneği başlatanın Hektor olup olmadığı bilinemez; ama onun yurdunu teke tek savunmaya kalkışacak denli fütursuz olduğuna bakılırsa, yazgısına boyun eğmesi, yurdunu ve ulusunu, tüm bir ahalisini sevmesi bir yana, tüm insanlığı gözünde kutsallaştırabilmesi ve ölümü hiçleyebilecek teorik coşkunluktan ziyade, 'eylemsel adanmışlığın' daha evrensel ve yüce bir tutum olduğunu düşünüp bilmesindendir. Unutulmasın ki Hektor, gerçekte bir savaşçı, silahşör değil, döneminin yüksek eğitiminden geçmiş soylu bir prensti ve yurdu adına teke tek çarpışmayı göze alması, ölümü hiçlemesi aldığı derin ve hümanist kültürün onu etkilemesi, düşüncenin kendisini eylemde göstermeyen; bir teorik hamur olmasını göksel bulmamakla, onu yeryüzünde deneyimleyebilmesindendir. Aşağıda onun bu görüşüne ışık tutacak, bugünün diline ve anlayışına ziyadesiyle uyarlı; Pergamon yaprağıyla berkitilip geleceğe saklanmış, belki bölük pörçük ama çağına göre ip uçları veren, ilginç sayılabilecek, ruhların sevisine yatkın, varlık-yokluk meseliyle ilgili sandığımız, yer yer boşlukları da olan bir metnini sunmaktayız. Pergamon yaprağının orijinali / aslı; Truva kıyımından kurtulan Aeneas tarafından Sabin'ler (geçmişteki Roma, şimdinin İtalya'sı) ülkesine kaçırılmış ve halen Emilia-Romagna bölgesinde 'Kızıl Şehir' olarak anılan Bulaggna'da dünyanın ilk üniversitesi kabul edilmiş, kutsanmış yapının kütüphanesinde, cam bir hazne içinde özenle saklandığı bilinmektedir. Kütüphaneyi ziyaret edenler onu görebilir. Bu metni Evrenin Yapısı'nın yazarı Lucretius'un, Alighieri gibi aydınların, Leonardo'nun ve 'Yeniden Doğuş'u (Renaissance) izleyenlerinde okuyup, gözden geçirdiği ileri sürülebilir. Ne ki, dile getirilmez / getirilemez belki ama, mimari harikası görkemli tapınaklar, elem dolu bahçeler, amfiler, amforalar, vazolar, mermerler, serviler, galeriler ve sütunların dibinde yıldızlara bakıp felsefe yaparak, gözlerini yeryüzünden uzaklara, göklere, göksel olana çevirenler sürgit yenilir. (Evrensel / tanrısal olanın yazgısı; -insanüstü bir denkleştirme ve cennet ve cehennemin bireşimi, uygulayımdaki 'Cehenneti' bir bulgu gibi- bu yöntemlerle belirlenir. Bir cezanın, evrenin bir başka köşesinde affı ya da hoş görüsü vardır, bir katilin; bir hınç çağırıcısı, bir öç cambazının; domino teorisi gibi, bir çığ, bir çığır gibi, zaman içinde ters yüz olan veya direk, doğrudan karşıtı sayılabilecek, kozmosun başka bir aurasında kutsanmışı veya bir masum ya da bir yetim sayılmışı da vardır.)
 İşte o metin... ... ''Yokluk (türevlerinden biri ölüm olan), insansıl olanın ürettiği bir kavram olarak, varlığıyla; varlığı düşünmemize, töz ve nen olarak, tinsel alanını genişletmemize olanak tanırken, varlıkta bir dibace gibi yine kendisinin üretebildiği bir kavramsallık / bir bütünlük olarak yokluğu düşünmemize, algı sınırlarının içinde devinmemize olanak tanıyor, izin veriyor. (Kız kardeşim Kassandra geleceği okumaya bayılıyor, Kâhine'mi demeliyim ona, Delphoi sadakacıları, oradaki yaşam dilencileri, rahip ve rahibeler gibi, salaş, salkım saçak, sanki kendinden geçmiş gibi giyinmeyi seviyor ama ben onu anlıyorum...) Peki öyleyse, varlık ve yokluk dışında, henüz düşün alanının içinde varsayıp tutamadığımız ne, ussal kavramlarımızın çerçevesi içinde yer etmesini sağlayamadığımız olabilirliklerin, olasılıkların harmanı ne, nerde o, o kim, salt bir töz mü... Onu tanrılar ya da metinsel bir kolaylık olsun diye, bir tekilliğe indirgediğimizde, 'Tanrı' kavramı ile geçiştirip sınırlıyor muyuz, yoksa tanrı, soyut bir kapılım, kapsanım olarak bizim görece bir erinç içinde olmamızı sağlayan, hükmeden bir araç, bir arka plan konumunda mı; Tanrıyı aşabilmek ve ötelerinde bir düşünce ya da olabilirlikler denizinin / okyanusların içinde yüzebilmek, bizi daha büyük çıkmazlara mı sürükleyecek ve yoksa bir kozada, bildiklerimiz aritmetik hızla artarken; bilmediklerimizin, tanrısal olanın, altınsı güneşin gölgesinde, 'Assos'un sütunları gibi', geometrik biçimde artmasına neden olması, verevine kırıkların, bilinmeyeni katlayıp çoğaltması, kimliğimizin bunalımlarını artıracak diye mi korkuyoruz. Durağan konumda aşılması gereken tanrılar (tanrı) değilse, idenin kotasına, düşünsel çevrenimize, o düşsel sarnıcımıza nelerin girmesi gerekiyor, hangi düşünsel yapıyı, parçalanım, dağılım ve toplanımları anlağımızın sınırları içine buyur etmeliyiz henüz bilemiyoruz biz... (Kral Priamos, bir gün ölecek, Paris ölecek, ben öleceğim, yeryüzünü gören herkes gibi, bütün çehreler ölecek, ama bu döngünün derin ve savaş arabalarının yok edici; ne ki değirmenlerin üretici, çoğaltan tekerleği gibi bir anlamı olmalı.) Öyleyse diyorum ki, aşılması gereken biziz, özbeöz kendimiz. Temel sorun buysa henüz hiç bir şey bilemiyoruz demektir. Bir illüzyon ve normatif adlandırma ya da (Paris'in, doğumu / yaşamı / ölümü gibi) format çağlarında yaşamadığımızı kim söyleyebilir. Gelecek çağlarda işliklerde su yüzüne çıkan sanat ve her tür düşünce kurumsallaşacak, bireyler yok olacak ve öbekler, gruplar ve hatta makineler kurumsal varlığımızın düşünsel devinim ve evrimsel akışına yön verip, ön ayak olacaklar. Bunu seziyorum. Düşünce kendi başına üreyen, tüzel bir kişilik olacak, başlı başına bir matriks, 'dölyatağı' ama evrenin ve varoluşun gizini, hiç bir zaman bilip ele geçiremeyeceğiz biz. Göklere yükselen kulelerimiz, ancak görkemli gömütlerimiz olabilir, açılmaz, dudak uçuklatan, görselliğiyle büyüleyen kapılar, bizi temsil eden acınası kimliğimiz olabilir, geçersiz bir profil, düşünen bir maske olarak, tümüyle bizim adımıza devinip, konuşabilir. Gerçekte soyutuz diye bir soyutlama girişimi değil bu, yeryüzü, 'eARTh' sürekli değişen ve gelişen bir organizma; bilgilerimizle gelişip değişen... Bilgilerimizde ona paralel olarak değişip gelişecek ve sonsuza dek sürecektir bu paradoks...
 Bilgi sonsuzsa ki öyledir, değişimde sonsuzdur, algıda; onunla paralel olabilen ve bütünlükle birlikte yol alabilen, bir bitimsizlik, sonsuzluk olabilecektir. (Ölümlü Hektor bunu söyleyebiliyor.) Günün birinde, bilgi kotlama ve bakış açısı ise eğer ve bir sınırlama ve organel ya da bedenleştirme ise bilgi, bir kısırlaştırma, 'mikroevrensilik' ya da daraltma, büzerek anlama biçimi olarak; doğmadığımızı savlayabileceğiz, değişkenlik ve öğrenim -bilgi- görecelidir, gerçekte bir soyutlama, bir tözüz biz. Öyleyse diye sürdürelim, düşünsemede bildiklerimiz bir anlamda bilmediklerimizdir... Çünkü form, daralmış bir sonsuzluğun tanımlanması ve bilmediklerimizde, gözün ardı, yazıt'lar evinin ya da duvarın arkası, erişemediklerimiz, belki de anlağın algılayamadığı, -ruhun dışında- ona sığamayan göremediklerimizdir. Onlar henüz bilinmeyen sınıflamasına bile girmeyen, girmesi gerekmeyen, oluşum dışı birer mekanik töz, çark birliği veya gözlerimiz ve ellerimizin amigdala ile ortak ürünleri olan, yokluğunda ötesindeki -şimdi, şu an sayıkladıklarımız gibi- varsayımları olabilir. Ne ki savın her türlüsü bir gerçekliktir ve düşünce varlıktır aynı zamanda... Bütün bunlar bu nedenle bir düş diyebiliriz çünkü varlar. Var olan; düşlenen. Düşlenen; var olandır. Sarkaç ve pandül, ikisi bir. Ben ve o, Andromak ve küçük Hylas. Sonuçta kendimizi aşamıyoruz, varız ama yok denecek kadarda kısırız, kısıtlıyız, kurağız, çorağız biz. Ne acı, ama belki her şey, minik ve manik ve belki her şey devil ve devasa, mo(o)n (ay tektir ve nükleik) ve moleküldür. Aynı zamanda, korkunç bir sancı, yetersizlik içindeyiz biz... Evet, yazıdan, tanımlarımızdan daha güçlü olan, olabilen çok şey var. Algı var. Sözcüklere sığamayan, sözün göremediği, bilemediği, sınırsız şeyler var. Bütün diğerlerinden güçlü olan bir ruh, 'tin' var örneğin, dizimizin dibinde, bize ne kadar yakın, ama gerçekte bizden sonsuzlayın uzakta o... Bedenimiz onu zapt eden bir sığlığa dönüşüyor çünkü... (Yaşlı Priamos 'Yüce Baba'm var ama ona hiç bir zaman dokunamamak gibi bir şey bu.) Bir ruhu / tözü, bütünüyle harflere nasıl dökebiliriz, biz bunu bile eylemsel kılıp, gerçekleştiremedik henüz, öyle sonsuz ki, biz onun trajikomik bir parçası olabiliyoruz ancak, ilkinsil örneği... Belki giz onda saklıdır, ama o bizi görüyor, biz onu göremiyoruz, bütününü görmemiz olası değil, parça hiç bir zaman bütünü algılayamaz, ama kendisini bütünden daha iyi tanır  (Hektor, kendini bilir ama göremez.).
 Öyleyse bildiklerimiz de, bilmediklerimiz de, gözün ardındaki, usun ötesinde, pergamonların ve duvarın arkasında görmediklerimiz, göremediklerimizde; bir düş olmalıdır gerçekte!.. (Truva gibi!..) Bir ruh, tin ve töz adı ne olursa olsun; Her şey bir düş... 'Ona dil verildi, şu yalan yani / Ona et verildi, toz olan'. Çünkü başı sonu belli olmayan her şey, ancak bir düş olabilir. Ona düş diyen biziz ve düş kendimiziz!.. Bir tasım. (Zeus'un, bir oyunu mu bu) Şimdi gelin yaşamın çıkmazlarında sevgi üzerine düşünelim... Bir olmak, sevmek, sevişmek, birlikte kararlar verip yürütmeye yol açan türevleri edinmek, minik manik bir evrenin mikro bir örneğidir gerçekte, insanoğlu sevdiğinde hem bir gazap içindedir, hem de durgun, sakin. Evrende öyledir, bir yanı galaktik alevlerle parlayıp sarsılırken, diğer yanında güneşler açıp, otların, çiçeklerin bittiğini biliyorum. Kreon bir keresinde şöyle yazmıştı; 'O benim tanrımdı ey dünya insanları / Ah işte insan tanrısıyla nasıl sevişir!..' Başka bir dizesinde, 'Aşkın gücüyle yamaçta diz çöküyor işte Akropol!..' demişti. Sevgiyi bu denli abartmamızın altında minik evrenler yaratmış olmanın en yalın ve doğal örneğini sergilemenin doyuncu ve erinci vardır, bütün bunların gücüyle yaşayıp, elinde tutabildikleri için kibirlidir aşıklar. Oysa aşk yok etme arzusudur, ama bunu dediğim an bir kindarlık duygusuna kapılıyorlar, aşkı güzelliğin iyiliğin klişeleri içinde yinelemek ne kazandıracak tebaamıza, tanrı /lar/ nın varlığıyla yokluğu aynı şey diyorum, aşkta öyle, sonsuzlukta yok etme ve var etme arzusu, bir bireşimin iki parçasıdır ve ama birdir. Ne ki yaşam ve evren her şeyiyle bir bilinmezliktir yine de... (Bu yüzden Kassandra'nın kehanete soyunması astrolojik değil, trajik bir kaygıdır.) Her şeyi, her eylemi, her sözü, Tanrılara bir tapınç, önünde bir kapanış ve bir gönül borcu / şük'rle bağlayanlara seslenmek istiyorum, Tanrı /lar/ tüm evreni ve sizi, sözlerinizi, eylemlerinizi hep böylesine bir sunu, bir yineleyiş içinde olasınız diye yaratmış olamaz, tapınmaktan kaçının. Onlar sizden başkaca neler duyabiliriz, tansığın ruhu adına neler görebiliriz, düş gücümüz,totemin ve tütsünün yüce neni adına, sonsuzluğun çeşitlemi uğruna neler işitebiliriz diye yarattı. Yinelemelerle ölüp gidesiniz diye değil. O sizden usun almayacağı, bilincin kavrayamayacağı ne varsa duymak istiyor, görmek istiyor ve bir gün yeni bir evren kurmaya kalkışırsa eğer, ki olası olan budur, sizin sınırsız yanılsamalarınız ve olağanüstü yeteneklerinizden yararlanmak istemesinin o soycul nedeni de bu olacaktır!.. Edimlerinizin büyüleyici erdemi. Gerçekten tapınmak istiyorsak biz, tanrılara yardımcı olmak için yaratıldığımızı düşünebilmeliyiz, gerçekten yardım edilecek birileri varsa oda tanrıdır. Onlara yardımlarımızı esirgemeyelim. Yaşamın gerçek amacı budur, her insanın tapılası ve erişilmez, göksel eylemi bu ülkünün peşine düşmek olmalıdır. (Bizim yarı tanrılar yaratmaya kalkışmamızın özündeki gerekçesi de, budur belki de...) Ama bazı şeyleri ağırlıklı biçimde düşündüğümde, tümüyle doğallaşıyorlar ve herkesçe bilinen bir nen gibi geliyorlar artık bana ve bu konuda kayıt tutmak ne yazık ki garip geliyor... Örneğin güzellik, yalınlık, som ve soft olan; nasıl piramit yükseldikçe inceliyor ve doruk noktada sıfırlanıyorsa, som düşüncede böyle, tanrısal olanı estet olanın doruğu ve piramidin uç noktasında, saf hiçliğin, erişilmez güzelliğin doğumu ya da ölümü gibi görebiliyorum. Yüceliğin en katıksız, saltık noktası, tanrısal hiçlik. Diyesim, sonsuz yalınlık, saflık, piramitler gibidir geniş tabanın gücü ve görkemi dorukta sıfırlanır ve som olana dönüşür, bu hiçliğe benzer ve bir zümrütanka olan, tanrısal betim, salt güzellik artık erişilmez bir boşluk, bir hiçliktir. Bu yüzden tanrının / tanrıların ne olduğunu bilmiyorum ama ne olmadığını biliyorum sanırım... Ama yine de çalıntı ruhumun düşleriyle avunmak ne zor demekten alamıyorum kendimi... Ölümlü ruhumun son sözü gene de şu ki, erke dönüşen her tür yargı insanları ayrıştırabiliyor, düşmanlaşıyorlar, sanatın esin perisi belki sakinleştirici olabilir ama oda bir erke dönüştüğünde, aynı sona koşan hayaletler ordusunun atlıları olacak!.. Çözüm yok ufukta!.. En iyi birleştirici toprak! Doğ, Savaş ve Öl!.. Cenine (yuvaya) dönüş. Öldüğümde kanonu baştan sona uygulayabilen ötekiler gibi kendimi kutsamaya zamanım olmayacak. Şimdi tüm düşüncelerimi yadsıyor ve insanın yeryüzünde bir mezarının olması, onu günahkârların azizi kılmaya yeter diyorum... Her tür düşüncenin bir egoya dönüşmesiyle; kendimden utanıyorum. Ey yok oluş, ruhun gölgemdir ve hiçliğin uçurumlarındaki düşlerim sendin!.. (Umarsızlığın umarı ve düşlerin düşüşü, işte bu). ... Hektor'un birde şaşırtışı vardır. ''Ben yedi yaşındayım, babam kırk dokuz, benden tam yedi kat çok yaşamış. Aradan otuz beş yıl geçiyor, ben kırk iki, o, seksen dört yaşındadır artık. Tanrılar yaşam ipliğini uzatmış. Peki, neden benden yedi kat fazla yaşayan adamın, yarı yaşındayım şimdi ve sakallarım onunkinden daha beyaz. Zaman giderek yok mu oluyor. Belki de, sonsuzda tekilleşip, sıfırlanıyoruzdur. Zaman değil, biz geçiyoruzdur. Göz yaşlarım, sevinç sellerine karışıyor, bakışlarım keder yağmurlarıyla örtülü...''
 ...
Yaşam, onu sevenlerinin yanında olsun...

 'Hayyû lâ Yemût' Ölmeyene Andolsun!..



PERA PALAS

                                       'Eski'l bir dille, yeni bir şey yazılamayacağı...'
 Annemin, büyük / büyük babasının adıydı Habip... Sevgili demek... 1800 lü yılların sonuna doğru Beyoğlu'nda siyasi bir oluşumun partizanlarından bir grubun saldırısıyla ölmüş, linç edilerek... Gece karanlığında, sokak ortasında... Güneş dünyayı aydınlatırken, uzay neden karanlıktır, işte bunun yüzünden, ölüm, diğer adıyla karanlık bizim kaderimiz... Ondan kurtulmayı hak etmiyoruz. Sokak lambası yalnız çevresini aydınlatıyor, bir kaç adım ötesinde çığlıklar duyabiliriz. Işık düzgün doğrusal yayılan bir töz, etik değerleri ağır basıyor, karşısına bir engel çıktığında, yanından kıvrılarak geçiyor ama düzgün doğrusal olmakta zorluk çeken yaratıklar bunu bir eğim, sapma, kaçınma olarak algılayabiliyor. Ateş böcekleriyle dolu bu dünya, ama sonsuz karanlıkta bir nokta, parıldayan minicik bir mücevher gibiler, unutulup gidiyorlar. Kozmos uçsuz bucaksız bir gayya kuyusu, bilinmeyenlerle dolu bir krater, volkan, ona baktığınızda kendinizi bir daha anımsamayacak, sonsuzca unutacak denli bir ürkünün içine düşebiliyorsunuz. Zamanın bile akmadığı kozmik canavarlar, kurt delikleri, sonsuzluğun sonunda başladığınız yere döndüğünüz anlar, enfraruj ışıkları, mavi devler, kuasarlar, nötron yağmurları... En güzelini Jesus söylemiş; onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim. Uzayda palet gibi uzamış ayağı, bir ördeği andıran dev suratlarıyla, galaktik yolları adımlayan tepegözler var mıdır, at başı bulutsusunda kirayı ödeyemediği için yuvalarından kovulan yarım dünya filler ve diğer tüm canlıları yiyip bitiren aslan ve ecinniler... Giordano Bruno, evrenin sonsuz olduğunu düşündüğünde, Copernicus'in görüşleriyle sınırsızlığı ileri sürdüğünde, tanrının işini zorlaştırdığı gerekçesiyle dili koparıldı ve insanlık tarihinin resmi başkenti Roma'da, Campo dei Fiori meydanında yakıldı. Ondan bize geri kalan yalnızca şu sözcükler; "Ne gördüğüm gerçekliği gizlerim, ne de bunu açıkça dile getirmekten çekinirim. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilit ve bilisizlik arasındaki yarışa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve bilisizliğin atalarıyla, anlayışsızlığın ve körlüğün denizlerinde yüzen çoğunluğun öfkesine göğüs germek zorunda kaldım ve hep öyle yaşadım." Bilisiz çoğunluğun saldırılarında ezilmekten hoşlanan bir avare miydi Giordano...
 Yeryüzünün cehennemlerinde, iki ayağı üzerinde durmayı başarabilen tek canlı insan, homo erectus, ardından hemen homo sapiens geliyor, Rodin, düşünen adam!.. İki ayağı üzerinde durabilen biri, kolaylıkla yıldızlara çevirebilir yüzünü, sırt üstü uzanarak yüzyıllarca düşünebilir, korkar ve kuramlar ileri sürerek, gölgelerin dehşetine anlamlar yükleyerek, artık ürküsünü dağıtabilir ama ne yazık ki hemcinslerine, diğerlerine korku salmaya başlar, güneş tanrımız değil, dünya boşlukta rüzgar gibi uçuyor, kutuplarda ne gece var ne gündüz, dünyanın merkezinde erimiş ateş topundan bir güneş var, biz sönmüş yıldızların tozuyuz. Ürkü bedenin gereksinimlerinden biri, adrenalin salgılamak için bir pompa, ışık kaması gibi yüreğimize girdiğinde kendimizden geçer, orgazm oluruz!.. Evrenin yaşı havarilerin sayısına milyar sözcüğü eklendiğinde ortaya çıkan bir yelkovan, on üç milyar, Judas dahil!.. Bundan ötürü bazı yıldızlar o denli uzak ki bizden, genişleyen bir evrende hala ışığı bize ulaşamayan tanrı parçacıkları var ve cüsseleri -bizim evreni- katlayabilecek gök adalar!.. Uygarlık gözümüzü yıldızlara çevirdiğimizde başlayıp, hız aldı ve evrenin gizlerini bir bir ortaya çıkardığında insanlık, gelişim her seferinde biçim değiştirdi. Yanılsama, yanılgı, yanlış bilgi, safsata, yalan, bilisizlik ve kötücül yaklaşımlar sanıldığı kadar kötü sonuçlar yaratmıyor görünen dünyamızda, her kötülük, her safsata ve -skolastizm- sabit düşünce, hurafe bizi yeni düşünceler üretmeye zorluyor, karşıtların çelişkisi bu, diyalektik... Doğru bile eni sonu yanlışlanmaktan kendini kurtaramaz, Copernicus astronomide devrim yaptı, güneş dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde dönüyor dedi... Ptoleme çağını beklemişti!.. Bilemiyorum, uydu, ana gezegen ya da güneşinin çevresinde dönüyordur belki ama herkes birbirinin çevresinde dönüyor sonuçta, (ben Leyla'nın, Leyla Ahmet'in, Ahmet, Süheyla'nın ve Süheyla yinelemeye bir tepkime olarak canı çektiğinin!..) algı kapıları günü geldiğinde her şeyi değiştirecek ve her görüş yenilenecektir, dünya düzdü bir zamanlar, küre olduğunu anladık, ama çok daha ayrıksı bilgilere ulaştığımızda, amorf ya da göğül nesneler, geoit oluntular biçiminde varlığını sürdürürler diye, küresel görüşten uzaklaşmayacağımızı kim bilebilir. Kültür okyanusları, küresel olandan uzaklaşıp, moleküler ayrıntılara doğru yaklaştığında, dünya küre biçimindedir demek, alfabenin ilk harfi A demeye benzeyecektir, hiç bir işlevselliği olmayan bir bilit, atomik dünyalara ulaştığımız gün dünyamız göksel varlık, noktacıl bir nesne olarak tanımlanacaktır, ona küre diyenler, ahalinin hala iki ayak üzerinde durmaya çalışanları olacaktır artık!.. Direnenler kaybediyordur!..
  Bilgi, birikimimizle paralel olan bir olgu, bir oluntudur, ilk çağda bir otomobil gönderilseydi Fred Çakmaktaş'a oda tatlı dilli Wilma'ya armağan etmezdi onu, doğada tuhaflıkla biçimlenmiş garip bir oluntu gibi onu parçalar ya da uçurumdan aşağı atardı. İletişime yarar bir sabun köpüğü çevremizde dolanıyor, koklayınca açlığımızı gideriyor, dokununca uçuyoruz onunla ama kimse bunu bilmiyor ve sabun köpüğüne öylesi bir uçukluk gibi bakıyor dünyalılar, böylesi saçmalıklar!.. Neden, Fred Çakmaktaş otomobile ancak böylesine yaklaşabilirdi, algı sınırlarımızın ve kültürel enginliğimizin dışında kalan her şey saçma gelir bize, tanrı yanımıza gelse dediğimizde, hepimiz bu olasılığa, saçma diye bakabiliyoruz, saçmada olsa bir gün biri çıksa, dünyanızı ben kurdum, sizleri seralarda ben büyüttüm, Cengiz Han'dan, Napolyon'dan ben gözettim, küçük baş hayvanlar, kümesteki canlılar gibi birbirinizi gagaladınız durdunuz, hep başımı ağrıttınız ama inanın zamanın akışında çok güzel şeylerde yumurtluyordunuz, onun için sizler için bir pişmanlığa, ortadan kaldırıp, yok etmeye kıyamadım ve işte bugün karşı karşıyayız, hoş geldiniz canlarım, canlılarım dese ne düşünürsünüz!.. Deliliğin edimleri bu demek, bir olasılık olarak, bizlerin deli olabileceğinin kanıtı olmaya bayağı yarayabilir!.. Çünkü her iki görüşün de bir kanıtı ve bir karşıtlamı üretilememiş, bellek evimizde... Jüpiter'i görmedikçe yok demeye benziyor, yoktur belki de ama olabilirde!.. Avareler dünyamızın gelişmesine yol açıyor, kumrular gibi düşünüp, hindiler gibi dalıp gidenler, gözlerini gökyüzüne çevirenler kuramları yaratıyor, bilgiler bilgisini aşıyor, bir yanlışa düşenler, bizi uçuruma sürükleyenler, kuramsallıkta ilerlememizi sağlıyor, çünkü o yanlışlar bizim yeni ve sonsuz denizlere dalmamızın payandaları, yeni yelkenlerin rüzgarla dolmasını onlara borçluyuz, yeni yollardaki ayrıksılığı onlar sağlıyor, o yanlış bizi yeni arayışlara sürüklüyor, kozmik canavarlar bizi yok etmedikçe, bir hiç yüzünden birbirimizi öldürmedikçe doğru yoldayız biz. Leibniz, olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz dedi doğallıkla, doğru değildi belki ama bir kaç ayrıntı dışında, bizim düşmanımızın biz olmadığını anladığımızda, bir ok gibi ileri fırlayabileceğimizi düşünebiliriz ve geçmiş yüzyıllar, bugün ve yarın için yalnızca göz yaşlarımızı tutamıyoruz biz... Oysa her şey o kadar kolay görünüyor ki, o kadar!.. Güzellikler o denli yakınımızdaki... Gerçeğin örtüsünü kaldırabildiğimizde gerçeği göreceğiz!.. Görüyoruz ama gösteremiyoruz, söyleyeceğiz ama dilimiz tutuşuyor, umarsızca bakınıyor ve yalnızca göz yaşlarımız var artık!..
...
Habip yüzbaşıymış gerçekte, okuma yazması olan, kültürel donanımlı ve dışadönük biriymiş anlaşılan, söylentilere göre Kırım'a gitmiş, oradaki çarpışmalara katılmış, Osmanlı'nın çöküşü döneminde Dersaadet'e dönmüş ve ileri gelenlerin düzenlediği bir toplantıdan sonra, geceleyin düzenlenen baloya katılmış. O dönemin, sırmalı üniformaları içindeki her kaytan bıyıklı gibi yakışıklı, gösterişliymiş. Belki de Abdülmecit'e armağan edilen bir piyanonun eşliğinde boy göstermiş, herkesin gözleri önünde bir Ermeni kızıyla dans etmiş, onlar ne denli güzel insanlardır, kırmamış, karşı çıkanlara bile dudak bükmüştür eminim. Balo Pera'daymış, Pera Palas'da... Ama ortalık kaynıyor, bir Borges öyküsü değil ki olanlar, edebi paradokslar ve etnik, Arabi ya da mitik metaforlarla süsleyelim her şeyi... Herkes birbirine içten içe kinli, herkes yüzyılların hesabını sorabilmek için hazırlıklı ve temkinli... Gecenin ilerleyen saatlerinde Habip'in bu gösterisi bir gözdağı gibi algılanmış elbette ve iç-güdüsel bir meydan okuma... Dışarda erketede durup onun çıkışını gözleyenler, bir hançerin parıltısında, koltuk altına gizlenmiş bir kamanın sıcaklığında, onu bekleyenler bir yazgının gongu vurmuşçasına elbette muradına ermişler. Bir canı canından alanlar, bir soluğu durduranlar, bir gırtlağın tadına bakıp, bir çeşmeden akar gibi horlayan, kanın gürültüsüne kananlar, son iç çekiş köyüne yaklaşan Habip'in gözlerinde dünyaya doymamışlığın kederini görmüşler... Gecenin karanlığında, aslanın ağzında gözü parlayan bir antilop gibi görmüşler; gözlerinin dönüşünü!.. Bilinci yitmek üzereyken bir türlü anlaşılamayan bir sesi, gaipten garip bir inleyiş gibi duymuşlar boğazının hırıltısını!.. Onu sonsuzluğa yollayanlar, Ermeni komitacılar, Yunanlı efsunlar, Bulgar casuslar ya da yedi düvelden bir ayrılıkçı, işgalciler, kavgacılar olsa ne yazar... Bilimde safsatadır, barışın, güzelliğin, kardeşliğin peşinde, silahlar, gardiyanlar, krallar ve kaplanlar üretir. Yüzyılların akışında bir yinelemedir bilim, taşla saldırır insana önce, oka geçer sonra, sonra top devreye girer, sonunda kendini bile yadsır ve Hiroşima diye haykırır, yarın bilim bize ne sunacak bilebilir miyiz, öngörebilir miyiz... Biz biziz!.. Dünya merkezli bir evren düşündük, olmadı, güneş merkezli bir dünya düşündük, olmadı, evren merkezli bir süt yoluna inandık, gene olmadı... İnsan öldü, insan yandı, insan haykırdı, insan göz yaşı döktü gene olmadı!... 'Gelecek için gökten ayet inmedi bize, onu biz kendimiz vadettik kendimize!..'
 Habip'in bir kuşak sonrasında İlyas, kırk iki yaşında -ikinci kez- dört çocuğunu geride bırakarak, 1914 harbi için Narlıdere'ye ulaştığında, lekeli hummadan üç gün içinde öldüğünü kırk yıl sonra öğrendiler, ne ölüsü geri geldi, ne de dirisi!.. Oysa dört yaşında ki Ömer'in elini tuttuğunda, çabuk dönerim demişti. ... Olaydan önce, Pera Palas'ın revaklı salonunda atışmalar olmuş, herkes birbirine çullanmış bir ara, silahlar patlamış mı, çığlıklar havada uçuşmuş mu, bir pala savrulmuş mu bilen var mı!.. Carmen yüzünden sanabilirsiniz olayı, hayır içgüdüler, madalyalar, ayrı ayrı ülkelere bölünmüş gezegenimizde, 'bir avuç dolar', bir avuç toprak yüzünden... Gerekçeler neye yarar!.. İnsanlar, halk avcıları, hala buğday soyludur, emek kutsaldır, sevgi yücedir, barış gelecektir diye şiirler yazıp, şarkılar söylüyorlar, yinelemeler neye yarar, her kuşak aynı şarkıları dinlemekten, aynı şiirleri okumaktan bıkmadı mı!.. Ne yazık ki bir aldatı ve bir yinelemeye dönüşüyor bunlar, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şeyi değiştiremiyor insan yavrusu yüz yıllardır... İnsanlığın sorunu, hiç bir şeyi değiştirememek ve yinelemeyi, avunmayı yaşamı bilmek!.. Neyi değiştirebiliyor ki, ama değişmeyeni değiştirmek için, belki de unutmayı öğrenmesi gerekiyor!.. Ayrıca psişik kurtuluşu değil, maddi varlığı ve gerçekliği benimsemesi gerekiyor belki de, unutuş gerçeklik barındırmalı ve her şey açık seçik anlaşılmalı!.. Tartışılmalı, belki de umarsızlık yanılgılar üretiyordur hala!.. Düşünceye değer veren bir tanrımız ve dünyamız insana yakışır bir yer olsaydı... Habip ölmezdi!..
 Bu anıların, anıştırmaların, kaygıların, acıların onunla ne ilgisi var... Olur mu!.. Dünyamız yaşayanların değil, ölüp gidenlerin uygarlığı hala... Habip, ey sevgili, günahın neydi... Bir hay huyun içinde, toprak kavgaları ve ölülerin kutsanmalarıyla dolup taşan bir mezbaha, bir kapital ve bir borsa cenneti ve artı değer talanının paylaşımında salınıp duran bir -kılıç suyu- planeti!.. O kırk bir yaşında, ömrünün baharında, hemcinslerinin naraları arasında, kolları bacakları ayrılıp, teni ekimozlar, göğüs kafesi darplarla süslü olarak, bir soğuk hava deposunun girişinde haftalarca, donmuş, yapayalnız bedeniyle, kimsesizler mezarlığına gömülmeseydi eğer... O tarihte bir ölü bir yerden bir yere taşınmıyordu, ölüm haberi zaten aylar alıyordu, olan bitenler bir hurafe, bir söylentiydi, gerçekliğin boyutlarını kimse bilemiyordu... Ama şu bir gerçek ki o, onlar ölmeseydi, Ayanlar avlusundaki sandukasında bulunan, Tercüman-ı Ahval gazetesi, bugün hala yaşıyor olabilirdi. Bir tarihin bitişiyle; görüngüsü, kültürel yapısı ve onların hayran olunası tanrısal birikimleri de yitip gitti ve her şey -eski bir şarkı gibi- yeniden başladı... Tarih sonsuzca bir yinelemedir!.. Her yıkım yazık ki, yinelenen bir yapıma dönüşüyor. Kısır bir döngüdür belki de bu. Bilinmez... Oysa yitirilmemiş bir düşünce, bir ses, bir bakış dünyamızı değiştirebilirdi!..


KAAN ROMERO

'Ey gericil düşüncelerimiz / Kör kayalar, dağ gelincikleri. / Rameau; düşsel bir senfoni. / Geleceğimizi unuttuk / Hindolojiden gelenler; / Fransız değiliz diyor. / Yıldızlar kucaklıyor bizi; / Nişaburlular gibi. / Ey Saksonya elektörü / Kardinal Richeliu / Ve işte ay gibi parlıyor yüzlerimiz. / Orada / Korkunç geçitleri dağ başlarının / Pan’ı çıkarıyor karşımıza / Rüzgârın hışırtısı ve meşelerin ıslığı / Sağaltıyor canımızı. / Solomonaleykümler / Korint gelini / Balbal taşları / Uçuşan guguk kuşları / Tepelerden gelen uğultu… / Aspurakan kralı / Ovit dağı. / Kuşun soluması, / Üç kulaklı kaplan, / Şarlotan / Akşam karanlığı / Köknarların çangırtısı / Ve ormandaki kümeleşme. / Justine, / Bir Ispartalı gibi hızlı mızrağıyla / Süreyya yıldızına doğru uçarken güvercin / Ayasofya ve Yerebatan’dan geçiyor / Aşkın kanatları ne cin dinliyor, ne de Çin-i maçin / Ah çıldırtıcı çığlıkların ‘sapiensiyiz / Delicesine koşan / Düzensiz adımlarımız / Boynuzlarla, ışıklarla / Şeytanın fırtınasını parçalıyor. / İsa bu köye uğramadı yaygaraları / Tarkovski çiçeği / Behnan Şapolyo okumaları / Matriks ve döl yatağı / Engizisyon cadısı, / Frankeştayn / Gagarin sokağında olup bitenler / God, Godot, Vizigot / de Tott / Pollution, mor tanrılar / Sms sinyaliyle öldürülen adam / Ve Tebriz’de / Kuyuya düşen Murat Paşa… / Dalay Lama, Cundişapur, Volapükçe / Kaldığımız Nepal oteli / Hayretle gözlemlediğimiz Roma Çukuru / Vesaire, vesaire, vesaire…'


 Krizantem Pasajı'nın arkasındaki, Angel Han'ın içinde; antikacı sahaflardan biri, çokça kitap almamdan ötürü geçenlerde, Bilinmeyen Yazarlar Sözlüğü adlı, ilginç bir kitap armağan etti. Kitabı öylesine ortayından doğru açtığımda, şimdiye dek duymadığım Kaan Romero diye biri çıktı karşıma, kısa bir tanıtım yazısı vardı, hiçbir şey anlayamamıştım, kim bu dedim sahafa, o da Romero'yu tanıdığını, akordeoncu Madam Anahit'i vaktiyle dinlemeye geldiğini, içe dönük bir yaşam süren, bu kişiye ilişkin, tümüyle değilse de, bazı ayrıntıları bildiğini söyleyerek ilginç bulabileceğimiz anekdotlar aktardı bana, sözün yazına dönüşürken doğan handikaplarını, elden geldiğince düzeltmiş olmam sıfatıyla, doğallığının bozulmayacağını düşlüyor ve iyimser çabalarımın, bir yapaylık oluşturmuşsa eğer bağışlamanızı umarak, bundan ötürü özellikle bir kızgınlık ya da yürek yakıcı bir kırgınlık duymamanızı diliyorum...

Kaan Romero, yirmi dokuz şubat bin dokuz yüz elli dokuz'da Aydın'ın Karacasu beldesinde doğdu. Ses uyumuna uygun olmayan soyadını, büyük babasının, Anafartalar'da öldürmek zorunda kaldığı, İspanyol asıllı olmasıyla övünen, bir Anzak savaşçısından almıştı. Babası, (elinde olmayan nedenlerle) hukuk fakültesini bırakmak zorunda kalmış, ziraatçılık yanında arzuhalcilik de yapan, varsıl sayılabilecek biriydi. Eşrafla içli dışlı olan ve yanında oturup kalkmadığı bürokrat, siyasi kimse kalmamış, kasabanın sözünü esirgemez ve sevilen bir adamıydı. Ayrıca kültürlüydü de, genelde bu tip insanlarda görülen boşboğazlık ve kof bir gururun tutsağı değil, gün gördükçe bilgisi artan ve birikimini çevresiyle paylaşan ve bundandır saygınlığın da bağışlandığı biriydi. Kasabanın kavuksuz Nasrettin'i, yeri geldiğinde, sözünü esirgemez, hak yedirmez bir cin-bir şeytan veya yoksullara kanat gerip, kucak açan, güneş gözlü bir melek, aydın Köroğlu, pazar yerlerinin, semt aralarının uçar gibi yetişen Koçero'suydu...

Kaan Romero, babasının genlerinden ve varsıl batının aydınlık çehresinden gelen idealist olma tutkusuyla (bir zamanlar okuduğu İnce Memed'in de etkisiyle) sanata yönelip, yıllarca bilgi ve birikim peşinde koştu, gizlice okuyor, küçük kağıtlara notlar alıyor onu küçük defterlere geçiriyor, günü gelince kuyruklu yıldız gibi parlayacak düşlerini, düşüncelerini yapılandırıp, oluşturuyordu. Yaşı ilerlemesine karşın, beklentilerini o kadar ağırdan alıyordu ki, bir ara otuz üç yaşındayken, İskender ve İsa'nın, İşler ve Günler'ini bitirdiği yaşta olduğunu düşünmüş ve çok geç kalıyor olabilir miyim gibi bir kuşkuya kapılmışsa da herkese, her şeye karşı haklı olduğunu düşünen yapısıyla, zamanın geçişini problem etmemişti. Çünkü o siyasi değil, daha çok yazınsal, düşünsel bir çığır açma peşindeydi, bu bakımdan kendisine yönelik atılım ve beklentilerin gecikmesinin, olağan sayılması, çok görülmemesi gerektiğini düşünüyordu. Çok sevdiği Lautremont yirmi dördünde, adaşı Kaan İnce on sekizinde hem de hatırı sayılır şiirler, yazılar, kuramsallıklar bırakarak, şairin yaşamı, şiirinin kapsamıdır aforizmasının hakkını verircesine, henüz bir filizken ölüp gitmişlerdi ama, yazın da, sanatta böyle kıstasların yerinin olmadığını düşünüp, sabırla çabalarını sürdürüyordu.
Gençlik çağlarını hızla tüketti, ortaöğretimi bitirdi ve babasının yarım bıraktığı fakülteye okumak için geldiğinde, aynı zamanda varsıl bir kasabalı olmanın verdiği olanakla bohem bir yaşamın içine daldı. Son sınıfa doğru (yazgıya bakın ki), okulunu yarım bırakmayı başardı, hiç bir iş yapmıyor, çalışmaktan da, düşünsel ve yazınsal dünyanın düşmanı ve onu baltalayıcı bir işlevmiş gibi uzak duruyordu. Cihangir'de küçük bir dairede yaşıyor ve aile geliriyle sürdürdüğü yaşamında, neredeyse her gün bir kitap bitiriyor, idealist olma tutkusunun, yaşamla çatışan yanlarını ha bire körükleyerek, gemi azıya almış bir hızla ve olası tüm haklılığıyla zamanı yutarcasına tüketiyordu. Ve aslında korkunç biçimde içe dönük dünyasında, onun dışa dönük sayılabilecek, tek edimi ve hoş görülmesini sağlayan biricik özelliğiyle (Kafka karanlığından, Tanpınar aydınlığına, Borges kozmolojisinden, Yaşar Kemal filolojisine) okuyor, okuyordu (Mitoloji'ye de tutkundu, Hesiodos'tan, Ksenefon'a, Lucretus'tan, Strabon'a geçer ama sözü daima 'İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni' diye biterdi).
Cihangir'in ele avuca sığmaz serüvenci tipleriyle, Edirne'den, Napoli'ye, Tunceli'den Taşkale'ye dolaşıyor, ideolojik, sanatsal büyük yenilikler yaratacak görüşlerini, başka konularda benzer düşlerin peşinde koşan arkadaşlarıyla paylaşıyor, yollar ayrıldığındaysa hiç bir şey olmamış gibi herkes kendi kolhozuna çekilerek, yeni kitaplar, yeni arkadaşlar, el değmedik ütopya kurtları gözlenerek zaman geçiriliyordu. Zamanla alışkanlıklar değişiyor, değer verilen şeyler azalıyor, yalnızlaştıkça, dış dünyanın insanlarına hay huyla ömürlerini tüketen ve yaşaması gereksiz cansız nesneler gibi bakılıyordu.
Cihangir, yaşamının enderde olsa yıldızının parladığı anlardan birini sunmuştu ona, büyük projelerinden, düşselliklerinden zaman bularak, taşralılığın taş kalpliliğini geride bırakıp, ilk kez bir kadınla zamanını paylaşmayı kabullenmişti, femme fatalesi, ağır fizikli, Artemis güzeli diyebileceğimiz cinsten, güleç, derin bakışlı, hoşça bir bayandı. Onun içiti çay üzerine devrilince, tanışma vesilesi doğmuş, adı Azra olan bayanın, benzer düşlerin birbirine payanda olan ve çevresini küçümseyen ortaklığında epey bir zaman geçirilmişti. Ta ki Azra'nın iç dünyasında, temelde bu adamın, megaloman bile olmayan, obsesif birinden başka bir şey olmadığını anlayıncaya dek. Bu adamın görüşlerine kendi minik gamzeleriyle destek olmasının, nevrotik bir sanrının, bile isteye ortak olduğu bön ve budalaca bir şey olduğunu anlayıp, şallak mallak bir durumda onu terk edip, hatta bir daha Cihangir'e adım atmayasıya yemin edinceye dek... Azra yok olunca, kendini çabuk toparlamış ve sonraları hiç olmazsa onu bir kaç kez telefonla aramış ve her seferinde böyle bir numara kullanılmamaktadır sinyalini almıştı.

İki dünya vardır, ikincisi Hindistan diyen, bir arkadaşı daha vardı Romero'nun, bohem ve işsiz güçsüz bu hemcinsiyle, Firuzağa'da, Ünlüler Kıraathanesi diye tabir edilen Camialtı Kafe'de günlerce projelerini tartıştığı olmuştu, gezgin Hindu daha vefakârdı, onun için dünyevi projeleri olan, düşlerinin peşinde koşan insanlara ortak olmak, onların uzaysıl dünyasında zahmetsiz yolculuklar yapmak, araçtan atıldığında da otobanda bekleyip bir başka araca binmek, bir yaşam biçiminden ibaretti. Hintliyle sonuna kadar arkadaş olarak kalabilirlerdi ama günün birinde Zeus’un bir yolcusundan, onun başka ve üçüncü bir dünyaya gittiğini öğrenmiş ve günlerce kendine gelememişti!.. Romero genelde, küçük dairesinde ki ıvır zıvır şeylerle yemeğini tüketiyor, kimi zaman 'Arpa Suyu' eşlik ediyor, bazen de (Marie Antoinette'in göğüs ölçülerine uygundur diye övündüğü kadehiyle!) 'Üzüm Kanı' diye adlandırdığı Fransız suyu içerek, uykusuz gecelerini katlanılır kılabiliyordu. Sağlığı hiç bozulmamıştı, sanki sonsuza dek hareketli bir düzeneğin, ilk durduğu yer, son durduğu yer olacakmış gibi bir devinim ve heyecan içinde günlerini geçiriyordu.

Düş, yaşam ve eylem üçgeninde, onların çatışkısında-çelişkisinde zaman geçip giderken, gerçekte; küçücük çevresinde (kıskançlıkla) paylaştığı yazınsal düşünceleri oldukça ilginçti (Tarihin Akdeniz'in çevresinde döndüğüne inanırdı, her şeye ilgi duyar ve her şeye felsefe bulaştırma çabasından dolayı Şair Barthes diye anılırdı!), yazdığı her ne olursa olsun sıkça paylaşılmasa da, günü geldiğinde ortaya çıkıp, ciddi bir yankı yapacak şeylermiş gibi; ancak ana hatlarıyla değerlendiriliyordu. Hararetle çevresinde saygı görüyor, kuramsal görüşleri olan, yazınsal bir meleke gibi karşılanıyor, her biri tek başına bir kitap, bir serüven gibi, rakipsiz ve bağımsız, düşlerle yoğrulmuş ve düşüncelerinin zırhına bürünmüş şövalyeler içinde; adalara bölünmüş bir anlayış denizinde, sakin ve sakınımsız bir yaşam sürüyordu. Kulaktan kulağa aktarılan, yazınsal, sosyal, dağınık düşüncelerinin ana hatları, belleklerde kaldığınca ve kimi ayrıntılarıyla şöyleydi denilebilir.

'Kanımca derdi Romero, iki çarpı iki dört eder, ama bir çarpı bir neden iki etmez... Çağımızda; bildiğimiz Don Kişot, yeni bir novella gibi tıpatıp yayınlansa, günün algı dünyasında güncel ve çağdaş devinimlere yol açacağından ve bugünün görü ve bilgisiyle anlakta yeni çarpınçlara neden olacağından artık eski bildiğimiz Don Kişot'tan tümüyle ayrık, başkaca bir roman gibi algılanacaktır. Sanat, dönemin bildik (moda) algılanımlarını karşımlayan ya da onları tersinir kılıp; hümanizm adına doğrumunu bozan bir işlemden ibarettir... Evren tek bir sözcüğe indirgenebilir, bu bir tilciğe tüm anlamların yüklenmesidir, Normanlar'a karşı, Saksonya kralının utkusunu, daha sıkı daha öz bir destana indirgemek için uzun yıllar çabalayıp, sonunda o biricik sözcüğe ulaşınca, intihar eden ozan gibi, durum bingbang'sı ve dayanılmaz bir iç sıkıntıya, katlanılmaz bir çalkantıya dönüşür artık ve o zaman; sığmazlık başlar, bu yüzdendir patlar ve dağılarak, o ilkinsil tözün dayanılmaz baskısını da, üzerimizden atmış oluruz... Cehennem de baskıdan doğan bir tasarımdır. Varlık kadar hiçlikte (yokluk) şaşırtıcıdır, varlığa katlanamayan öz, hiçliğe nasıl katlanacaktır, sorun; demir paranın iki yüzü gibidir ve bilinmelidir ki, tanrı önceleri paylaşımcıydı... "Acaba ot gibi yerden mi bittim / acaba denizlerde mi şaşırdım / ve zamanı nasıl unutmaktayım."

Gerçekliğin aykırılıklarına açılan, düzyazı ile şiir arasındaki sınırları alt üst eden, masal, alegori ve ironi ile bütünleşen saf kurgu tarzında özgün bir biçem geliştiren bir levha arıyorum, barış dendiğinde korkuyorum, insanlık savaşı ruhundan ve kalbinden silmedikçe, hak ya da haksızlık, madalya ya da şahadet anlağımızı süslemeyi sürdürecektir diyorum. Yazına gelince Jakobson'un dediği gibi yazın; âmâya bir sadaka ver yerine -bahar geliyor ama ben göremeyeceğim- demenin daha çok duyunçlara seslenip, insansı yardıma yol açtığının anlaşıldığı meselde olduğu gibi işe yarayabilir. Bir başka meselde şöyledir; çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyor musun diye sorar; çoban hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum der!..

Bir dili yeterli kılan şiir ve felsefedir. Şiir kutsanmış bir hümanizm, arınmış bir kozmos arayışıdır. Doğrulardan ve gerçeklerden çekinenler, aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar gibi kümeleşirler ve gerçek istenildiği biçimde yön değiştirebilir ama bu da parçalanmış gerçeğin her hangi bir öğesi olmaktan kendini kurtaramaz. Salt gerçek, bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zamanın, uzamın, geçmişin, geleceğin, tanrının, yeryüzünün ve tüm insanlığın sokaktaki sütçüden, kuzeyin son kraliçesine dek katmanlaşmış ve sonunda vücut bulmuş bir arketipdir ki biz ona geçmişin, geleceğin ve tüm boyutların "şimdiki anı" adını veririz ve o yaşamakta olduğumuz ve hayhuyla kaotikleşmiş şimdiki zaman değildir. Bir de şunu tasımlamalıyız: Bir düşün ya da ideoloji gelip beni bulmuşsa; hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendimde bulmuşsam; sanatçıyım... Sanat diye çırpındığımız; ölü ateşiyle kol kola gezen çöl tanrısıdır ve iç dünyamızda barınan; yaşamın hiç kimsenin olmadığı kadar bizim olmasını sağlayan, biricik totemdir.

Yaşam sanıldığı gibi içimizde değil, karşımızdadır ve kavramlar o denli süratle yer değiştirirler ki geçmiş çağlarda tanrıları ve göksel güçleri simgeleyen kozmos, sonraları burçları ve içsel korkuları sembolize etmiş ve kavramlar yer değiştirerek sürüp gitmiştir. Bilimsel gerçeklik bile bir 'varsayım' olarak algılanan biçimin (kapsantısı genişte olsa) bir parçası olmaktan kendini kurtaramaz. Yaşam kendine sunulan biçimler, yemek, içmek, gezmek, tozmak, okur gibi yapmak mıdır. Niçin okuruz, beden neden madde tüketir, evrenin soyağacı var mıdır, zaman eskir mi, ‘yaşam’ göreceli ise yaşayan nedir gibi ilk bakışta basit görülebilecek, oysa çözüm ya da çözümsüzlüğünün bileşeni, sonsuza uzanan sarmallardır bunlar. Umarsızlık içindeyim ben...

"Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar / ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur. / Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekteki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, / bir anlık bakışlarında yazgılarıyla baş başa çehreler görüyorum ben."
Güç ve kibirin, yiğitlik ve cesaretin de yenilgiye uğrayabileceğini düşünmemiz iyi olur sanırım. Heraklit 'panta rei' herşey akar demiş, geçmişten kopmak istemeseniz de, gün olup devran dönecek, buzullar eriyecek, insanlar ölecek, tanrılar değişecek ve zaman geçip giderken, insanlık yıldızlara doğru yeni serüvenlerin peşinde koşacaktır. Ama her şey başladığımız noktaya geri dönmekten başka bir noktürne yol açmayabilir... Kim ki şiirin peşinde koşuyor, bir öldürmen de olsa, mutfaktan çıkmayan, saçını süpürge etmiş anne de olsa, kanalizasyonda çalışan işçi, göklerde yüzen pilot da olsa siz siz olun onu anlamaya çalışın. Çünkü sonsuz barış ve sevgiye ulaşmak istiyoruz, ama paranın padişahlığı, mülkiyetin kırbaç izleri, mayınlarla beslenmiş-belirlenmiş sınırlar ve gözlerimizin arkasına, kafatasımızın içlerine kadar uzanmış tel örgüler, ölü sayısıyla çarpımlanmış zincirler, dikenli teller ve madalyalarla, övgülere boğulmuş; prangalar, gelenekler, bizleri birbirimizden ayırıyor. Ama şiir kendi başına bu ıssız, karanlık, kanla yıkanmış yolda bıkmak usanmak bilmeden ışığını yaymayı da sürdürüyor.

Pan gibi kırları dolaşan şair, anlaşılmayı hiç bir zaman istemeyebilir, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi; sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına, çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü onlar, kendilerine cennetin vaat edilmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir sanırım. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Ve o öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözü pektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!

Hepimiz küçük birer tanrıyızdır. Damarlarında ilk gecenin büyüsünü ve şiirsellikle dolu yıldızlı göklerin mirasını taşıyan insan, sonsuz geçmişin ve geleceğin akışında bellekle bezenip, güzel sanatlarla beslenen o ölümsüz estet duygusuna sahip olarak dünyaya gelir ve o duyguya içten bir bağımlılıkla yaşar ve duruk güzelliğin simgesi cennetten kovulmuş bir can olarak, us ve gönül isteriyle, özgürlüğün ve gökkuşağı renklerinin peşinden koşmaya adanır, ona kucak açar ve deyim yerindeyse bundan ötürü de; sürklâse olan her bütüne baş kaldırır. Ve şanlı bir sapiens, çekici duyunun, gizil bir klânın seçtiği, savaşkan üye gibi belleğinin karanlık adasında, henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip bir adem olarak, bilginin ılık akışında yuvarlanan kırların tanrısı, bir çiftçi Habil benzeşiyle evrenin şiirine boyun eğmeyi ve onunla bütünleşip, ortakça yaşam sürmeyi bir kabul bilir. Bundandır sonsuz barış ve güzellik gerçekleştiğinde dünya bir metafor olarak cennete dönüşeceği ve insan da tanrılaşacağı, tanrı katına yükseleceği için artık yaşamın bir ereği kalmaz. Onun için şiir, ulaşılamayandır, öncekinin sürekli yittiği, sonrakinin sürekli doğduğu bir tür yok oluş ve bir tür varoluştur. O kış beyazlığında, uyumu arayan Pan'ın, tanrının dilini yadsıyıp, unutulmuş mağara diliyle konuşuşudur... '

Antikacının, anıların belleğinden aktardıkları, burada bitiyor (dilerim sıkıcı gelmemiştir), görüşlerini sevdiklerinin şiiriyle süslerdi ama, gerçekten onun olan bir şiirini okuyayım sana dedi. Düşünceleriyle uyumsuzmuş gibi, ağırsak, kösnül bir şiir okudu Romero'dan, bir anıştırma, bir parodi... Konusu platoniktir belki, ayrıca biçim ve içerik, sanırım birbirine uzak eğilimlerden diye ekledi.
(Vezüv gibi yanan ağzından inip, gövdeni, bacakların çıktığı yerlerini okşadım / Bir atmaca gergin kanatlarını topladı, çayıra daldı. / Sağrını öpüyordum. / Bembeyaz göğüslü minicik bir toy kuşunu, havaya kaldırdı kuş; / Kokun çıldırtıyordu. / Ufacık bir tipi gibi, tüyler döküldü kuştan. / Alev alev yanıyordum artık ben. / Otların üzerine düşen tüylerin ışıltısı, parıldıyordu güneşte. / Benimsin diye haykırıyordum!..)
...
Yaşamı boyunca tek bir satır yayımlamayan, yalnızca projeleri, yeri geldiğinde büyük yankı yapacak düşünceleri ve kuramsal görüşleriyle, sağda solda ve kafelerde yıllarını geçiren, bir gün geleceğin de geçeceği öngörüsüyle çevresini avutarak, örü ve görülerini zamanın kollarına terk eden, ilginç yazar Kaan Romero otuz bir eylül iki bin üç sabahı, yalnızlığın ve bakımsızlığın ürettiği ruhsal yaralar ve artık zamanla uzlaşmaya çalışan bedeninde ki, (öngörüsüz) yavaşlamalar yüzünden, kırk dört yaşında Cihangir'deki harap dairesinde ölü bulundu. Ölümünde asla düşünmek istenilmeyen başka bir orijin ya da kirasını bile ödeyemez hale gelmesinin yarattığı ruhsal gerilimin parmağı var mıydı bilinmez. Geride bıraktığı gizemli notları, yaşadığı çevrede (aynı tasalarla yaşayan bir yoldaşının anlağına çarpmadığı için), Max Brod gibi bir iyilik perisi de kollarını açmadığı için, kuşluk vakti homurtularla yaklaşan bir konteynıra, yılgınlık ve üzünç veren sesler arasında yüklenmiş ve Kemerburgaz'daki istasyonda, çürüntülerden yükselen duman; geniz yakıcı tütsüler ve ılık buharlar arasında sonsuzluğa defnedilmiştir.

 Bu kadar… (En çok kullandığı sözcüktü).



MAHZUN

 ''Arap tarihini yazan bazı kâhinler, bir tarihte Cidde'de bir koyunun konuşacağını yazdılar. Çin tarihinin kâhinleri, Pekin'de, dört gözlü bebeğin doğacağını yazdılar. İsrailoğulları'nın kâhiniyse, günün birinde; Hayfa'da bir kurdun şiir okuyacağını, sonra da kusacağını yazmışlardı.''

 Bir zamanlar, güneşin doğduğu  yerde, belki Eleşkirt, belki Erbil’de, bereketli hilâlden gizil bir yurtluk, bir cihan toprağında; Geceleri mehtabın yükseldiği, yıldızlara doyurulmuş dağların arasında; Kendince akan pınarların, servilerin, kavakların; Acem kılıcı kaşların, hançer kıvrımı kirpiklerin süslediği, ceylan bakışlı gözlerin nazar eylediği, kızıl ışıklar saçan, bulutları buğular yayan ulu bir konakta; Avlusu iman sümbülleriyle dolu, baygın reyhanlardan görünmez yolu, İrem güllerinden kokulu; nice odalardan birinde, Mahzun adında bir köle yaşarmış.
O zamanlar Tanrı, aydınlığı karanlıktan ayıran, ışığın yüzü, Harun-ür Reşit’de her iki cihanın, eşi bulunmaz bir cihangiriymiş. Kinayeli öngörüler nedimi bir sufi, dildar mesellerin vakanüvisi Eba Müslim-el Veli kaleme alırmış bu sözleri…
Mahzun, Moritanya’dan mı, Kordofan’dan mı; balta girmemiş ormanlardan, susuzluktan kavrulan çöllerden mi bilinmez; güneşin hiç batmadığı, karanlığın hiç gitmediği bir toprağın vatanındanmış. Öyle aç, öyle susuz bir dünyanın gurebasındanmış ki, ne anası, ne de babası varmış. Dağın, taşın, uçan kuşun, ıssız geçitlerle, haramilerin boyundan; şişeden cin çıkaran Ali Babalar’la, berduşların; düşmüşlerle, eşkıyaların soyundanmış.
Ah ki o zamanlar, Dünyazat’la, Şehrazat’tan güzelliğini almış, bir zülf-i yar için bağışlanmış Bağdat’da; Bir diyarlar diyarı, şehirler şehrinin anasındanmış ve sürçü lisan etmeyelim ki, Harun’da, gün batınca kapısına kilit vurulan, surlarının gölgesinde aşka durulan bu şehriyarın, halifeler halifesi bir hükümdarındanmış.
Gelgelelim adını her zikredenin ağızlarını yakan, bir bakışta mil çekilmişçesine gözlerini kavuran bu Abbasi Sultanı'nın sarayındaki köleler, halayıklar; sakilerle, sabiler, muhafız ve hasekiler tüm Bağdat’ın nüfusundan da çok imiş. Ama o yine de sih'r içinde ‘Binbir Gece’, ayağı halkalı bir köle, ilahi gövdesinin gereksinimlerini dindirecek cariye, büyülü bir kuşbaz, düzenbaz, gözbağcı bir hokkabaz arar imiş.
İşte Mahzun’da bunlardan biri olacakmış ki, Nil Suyu civarında bir gece yarısı, mahdumu olduğu bir kervanın peşinde, ayın yoldaşlığında dolaşırken, toz fırtınasından zayi mola sırasında, yazgısını paylaştığı Faris adlı candaşıyla, İbni Hakan'ın -cenbiyeli muhafızlarınca yakalanıp- dillere destan sarayına götürülesiymiş!..

Anlatının burası pek sakıncalı, serap gibi düş karıştırıcıymış. Mahzun ve Faris tam menzile varıp, ey yaşam; işte kölelerin kölesi olduk, belki de dünya-ahret kurtulduk diye mesrur olacakken, şeytana uyup yine kaçasılarmış ve öyle bilisiz, öyle bir ehliyetsizlik içindeymiş ki bu iki arkadaş, nereye doğru kaçtıklarını bile bilemezlermiş; yağışlarla beslenmiş timsahlı sulara; Ramses ırmağına mı, cennet mevsimlerine inat, Eden Bahçeleri'ne nispet, cirit atan Anadolu toprağına mı, Dofar ya da Bağdat tarafına mı, Şam ilinden, Halep-Sur yollarına mı, bir türlü karar veremezlermiş.
Mahzun ve Faris pare pare olursan, sonunda görünmez olursun darb-ı meselince, yollarını ikiye ayırasılarmış. Mahzun bilisizce (öykümüzün başında olduğu gibi), Eleşkirt'teki konağa varmış, binlerce büyük baş hayvan, dağların, ovaların, ırmakların efendisi, Mazdek Ağa diye bir tımar sahibinin, malsız, mülksüz marabası; Faris’te nasılsa oralarda, bir yol geçen hanının, üç kaşlı eşkıyasına kul olasıymış.

Mahzun bu yeni yurtlağında, zamanla balta girmemiş ormanların tinini, çayırların yeliyle birleştiresi, saf bilisizlikten, sonsuz boşlukların bilgeliğine eresi, 'Ezel Nakkaşı'nı güz dilinden anlayarak, yakıcı vesveseden kurtulası ve pek çok ağıt, mersiye, risale, kaside, gazelle, naat ve methiyeler üretesiymiş... Düş kitabında; dünya gailesine zihin yorası, cehalet denizinden, sefalet çöllerine savrulası, bin bir düşüncelere kavuşası ve bellek defterine olan-biteni kopyalayasıymış.
(Mahzun, konakta Arabi yazıyı sökmüş, cumbalar arasından kumru ötüşlerini ayırt etmiş, hangi halayıkların sesi Kurani’dir bilmiş ve envai çeşit bülbül ötüşünün, hangisinin Cezayir’den, hangisinin Adalar’dan ya da Boğaziçi’nden şakıdığını anlar olmuştu!.. Ama bir de her şeyleri unutup, hay huyla ve zamanın hızıyla geçen şu yaşamında; dünya ahret gönül verdiği, karşılıksız sevdiği bir halayık varmış ki; aşkla döktürdüğü, yürek burkan nice gazeller yazmıştır ona....)

İşte Bir Sungu; 
''Ey Rabia... Sen rabbimin lütfu, göz alıcı bir süsü, gönül bağlarının ele geçmez bir gülüsün.
Senin bakışın görmeyen gözleri açıyor; dokunuşun canlara can, dillerin dermansızlara dermandır.
Sen sevenlerin maşuğu, sevilenlerin aşığısın.
Sen dünya ahretliğinden bir can, muhtaçlara, zayıflara canan, günahla taşından toprağından geçtiğimiz, suyundan içtiğimiz şu aleme, şanlar-şerefler bağışlayansın.
Karşılıksız sevene kalbini açan; yaralı ruhlara şifa ve seçilmişlerden bir zişansın...
Rabbimin gözdesi sensin. Senin salınışın yeri titretiyor. Bakışların kalpleri eritiyor.
Senin geçtiğin yollar, ağaçlar, dallar; huşuyla önünde eğiliyor.
Sen kullar arasında yürüyen, adı rağm olmuş, yeryüzü insanlarının kalbinden geçensin...
Düşler timsali, gönül çağlarının, kalp evlerinin kapısından süzülen, hanlar hanı bir cihanın nihanısın sen.
Sen cennetin tubası, bahtsızların duası, küsmüşlerin figanısın.
Kalbin bütün n'isyanların kalbidir.
Onlar ki sana emanet.
Her kim sana sığınacak, mahzunları, masumları elest aleminin bu bal gözlü, bereketli sultanı koruyacaktır.
Senin kalbin, yalnız ruhların evidir.
Senin ruhun, yalnız kalplerin tesellisidir.
Sen rabbimin müjdesisin. Üzülmüşlerin Kâbe'sisin. Meleklerin cariyesi, o güzel ayetlerin bildirenisin.
Onları gümüşlerden alımlı, zambaklardan çalımlı, kuş seslerinin hanı duyumlar evine; O fısıldıyor.
Sen çilelerimizi kucaklayan, sevinçlerimize kanat geren, umutlarımıza yol gösterensin...
Rabbim seni imtihan ediyor. Güzelliğin acılarıyla sigaya çekiyor.
Sen müjdelenensin, yürüdüğün yollara güller serpilecek ve O seni kullarına, haberci tayin edecektir.
Sen sabredensin.
Ey güzellikte eşi bulunmayan.
Gülüşleri şifa dağıtan.
Ey periler divanı. Canlar alıp, canlar sunan.
Ezelin ebedi, bir gül-ü gonca...
Armağanlar armağanı, Mahzun'un sühanı,
Sultanlar sultanı,
Rabia...''
Derç edip, başkaca merak edenler vardır bu deruni köleyi, bu çılgın hergeleyi, imrenti ve kindarlıkla gözleyenler, ibretle yolunu bekleyenler olur deyu; elbette kanaat rehberine düştüğü tarikte vardır diyerek ve işte gerçekte, ötüşen tropik bir kuştur o deyu, bir demet akil-baliğ, bir tutam mücevher sunulur, bereket ve misk-ü amber niyetine, bir dirhemde olsa akıtılır, adı Mahzun olanın katmerli dünyasından…
‘‘Esirgeyen, bağışlayan rabbimin adıyladır. Hayy olana... Göklere ve sessizliğe iman ederim. Zambak boyunlu kızla, efendinin buyruklarına boyun eğerim... Keşişler, dervişler sevgilim oldu. Vaatleri Vaat Edenlerin Vaadiyim. Bilirim ki; Dünya boşluk üzerine kurulmuş, büyük bir boşluktur... Bilgelik edinilebilir mi? Reşit'in çalar saati ‘Digito ergo sum’ a çoktan geçmişti.

Cem olan, dijifreniydi!.. Ve engin gün batımlarının Fas Sultanı'da çalar saat istemişti. Tanrı’nın gözlerini göremeyiz ama; O bizleri görüyor!.. Sultan el Malik üz Zahir El Bundukdari bir gün dedi ki; 'Şu dünya belki de, başka bir dünyanın cehennemidir...'. Sanat, gerçekte sanat değildir. 'Karmatiyiz, Karmatisin, Karmati!..' Fizan ne işe yarar ki... İmla imleri, bir kaosun notaları değil mi?.. Fırtınanın gözüne bakabilmeliyiz!.. Sonsuz kumların sayısı nedir? İsa'ni ve insaniyiz...
Sabah köpüklü dalgalar yüzünü karaya döndü, geceleyin ay çıktı ve deniz söndü.
Ekron ilâhı Baalzevuv ne idi? Güzel dizlikli Akhalar savaşçıl idi! Babil'in Asma Bahçesi, Asurlu Sanherib'indir!.. Sultan Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan neden vazgeçti!.. Onlar ki hançerle öldürendir!.. O,  'Biz üzüm kanı içeriz, sense insan kanı / İnsaf et, hangimiz zulümdar, hangimizin masum canı' beytini vermiş ve Sabbah ‘Eyleme dönüşmeyen arzu, ölümcül bir sayrılıktır’ demişti. 

İşte gelecekteki, peykani levhanın, El Yazması kodeksi; 'Fatih, Vadisseyl savaşını yitirir mi, Avusturya-Macaristan arşidükü şaşırır mı, İlteriş Kağan ortaya çıkar, Küfî yazı mürekkebi kurutur mu... İblis bu dünyanın Hakan'ı olacaktır. İçtihat ve fıkıh ilmi bizdendir. Tus, Keykavus'u barındırdı!.. Rey'in, reyi olmadı ama; Alamutlu elini kaldırdığı an, fedailer kendini uçuruma bırakırdı.

Dünyanın örfü budur!..'

Rab olan şiiri aradı; insan-ı kâmili yarattı. İnsan-ı kâmil şiiri aradı; Rab olanı yarattı. Çağlar geçti... Nedir Peştuca'nın gizi?.. 
'El Cezeri, büyük yeteneği ile önceleri hiç bir akım kullanmadan, hiç bir yardım almadan, otomatlar, mekanik parçalar yapmış bir dehhaniydi. Romalı öyle büyüktü ki, ateşli silah olmadan, semada kurşun görmeden; Kudüs'ü dize getirmiş ve İkizler'e yeni utkular vaat etmişti'. Ey Vedûd'u, ey Mecid'i, kader mührü kapalı, çaprazi bir eseme bu!.. 
(Hayyam'ın, Pascal üçgeni der ki; En büyük heykeltıraş Tanrı'dır, biz sonsuz güzellikte Havva çocuklarıyız; Ne ki, iki paralel doğru gibi, erdem ve ifrit sonsuzlukta birleşir, belki de Şeytan, Tanrı'nın kötü yanı ve kaprisleridir. Günah ve masumiyet bizimdir ama, 'Yüce Olan'ın terazisi göklerdedir. Ulysses, diyesim Uluses bir sözlüktür. İnsan, sair hayvanat gibi münferiden yaşamayıp bast-ı bi zatı medeniye ile yek diğerine muavenet ve müşarekete muhtaç olduğundan, akıl hanelerinde adil bir nizamdan haleldar olması için bir takım kavanin-i müeyyide-i şer'iyeye muhtaç olur. Saltık susku erdemin doruğudur...)

İşte Rufai'nin Lubiyat'ı; Binbir yüzlü El Gûhel, gecelerin cini ve çöllerin kumu, bizi sıcak tutsa da, çağlar boyu ikon para birimi Bitcoin'i tanısa da; Adem Oğlu yine 'Kanatlarına Sığınacak' ve yine 'Kendi Bütününün Bir Parçası' olacaktır. Bugün insanlık birbirinin kölesidir!.. Alem için, gerçek olan arayıştır. Arayışın ruhunu yakalayamayan, özgür olamaz. Cennet bir kusurluluk, dahası bir kusurdur. 'İrem Bağı' arayışın özüdür ve ‘Kendisi’ olmalıdır. Yaşadığımız dünya, kalabalıklar ve katmanlaşma, Havva'dan doğanı, köleye ve sürüye dönüştürdü… Yeni ülküler ve yeni düşlerin olmayışı insanlığı dermansız dertlere koyacaktır; Onulmaz sayrılıklara bulayacaktır.
Zincirleme çemberler içindeyiz, tüm gailelerimizin devasını bulsak, tüm gereksinimlerimizi gidersek de; Demir zırhın içindeki insan; Sayrı bir insandır. Ve o 'Demir Kafes', dünyadır!..
Vaazlarla yücelten o ki; Musullu İshak-ül Nedim, ta oralardan Mazdek’in toprağına geldi; öyle bir Kuran okuyor ki, kıraat sırasında odalar kumru sesleriyle doluyor, uzak diyarlardan duymaz denilen bizonların, çığlıkları duyuluyor. Tinlerimiz huşu ile göklere savruluyor ve ey inananlar, kuşlar kurtlar mest oluyor ki; İşte o an; O buyurmuştur; 'İnanın!..'

Yeni bir ülkü, bir düş, bir gelecek, bir arayış, bir ufuk ve bir demet umuttur bizleri ayakta tutan… Sayrı bir düzlemde, sapkın düşlerin esiriyiz. Yeryüzündeki her tür yaşam biçimi, her tür dalgasız deniz, bizleri nevrozlu olmaktan sağaltamaz!.. Arayış zamanın gizidir; bizi yaşama bağlayan tutku, ruhlara sinen cevher bulutu işte bu!.. Saksağan otu, su sumağı, deniz börülcesi ve şeytan minaresi yenir mi? Varsıllıklar, kafesine kıvrılandır. O da tutsak; O da esir!.. Defneleri koklayamadığımızda, dünya ahretinin köleleriyiz!.. Meyvesi insan olan ve altın bakışlı kuştan başka dünyalar var mıdır?.. Tanrı’nın, Tanrı olduğunu kim bilebilir? Bedenimin ülkesi dokunulmaz olmalıydı ve yine de diyorum ki onlara; Bedenlerimizi ele geçirebilirsiniz ama 'Ruhlarımızı' asla!..’’
...

(Faris, bir zamanlar yaşanmış bir olay yüzünden Mahzun’a minnet borçluydu. Bir gün Sudan civarından Mısır ırmağına doğru giderken, kervanın hız aldığı bir sıra, çöl rüzgârında sarası tutmuş, kervancı başı, tam Ticaniler gibi prangasını söküp yüzüstü bırakacakken, Mahzun onu sırtına alarak ölümden kurtarmıştı. Gecenin ifritinde, bir zaman yol almış ve bir vahada, o güne dek tek bir yaratık görmeyen; ağaçlarla alay eden ve sürekli parmaklarını sayan bir kabileye varmışlardı!.. )

Mahzun konakta yıllarını geçiriyor, giderek aydınlanıyor, içi içine sığmadığı günlerde; Benliğinin eridiği gecelerde, derin bir elemle, dünyanın alabildiğine erdemden uzak, korkunç bir makine, kan suyuyla çalışır, vahşi bir mekanizma olduğuna inanıyordu. Çağatayca bilmenin, alizeler görmenin, bir tür umarsızlık olduğunu düşünüyordu. Bir gece çektiği ıstıraplar, ruhunu pare pare eden yaralar, dayanılmaz bir  hal alıp tüm benliğini kaplayınca; kafesinden bir an bile dışarı çıkamadan, yaşamın tevlit ettiği acılar katlanılmaz olunca; Bilgeliğin yüceliğini, köleliğin alçaklığına yeğ tutmayı bırakmış ve konakta canlı namına ne varsa; hepsini can kafesinden ayırmış, deyim yerindeyse boğazından budamış, gırtlağının tadına bakmıştı.
Yalnızca beyaz bir ata kıyamamıştı!..
Nasıl bir dünya idi ki bu, eli bile titrememiş, gecede tek bir çığlık bile duyulmamış, canhıraş tek bir feryat bile sessizliğe karışmamıştı.
Mahzun büyük sırrıyla, gecenin sessizliğinde, konağı ve ölüleri geride bırakmış, günahlarından arınmak istercesine, beyaz ata binerek, önce Semerkant’a ulaşmak istemiş, artık bu dünyaya ait olmayan acayip bir yaratık, bir Tepegöz gibi dağlardan, tufeyli ovalardan geçerken, yönünü yitirmiş, kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan, suskun, göz gözü görmez illerden uçarak ta Dofar’a, sakinlerinin balık yemeyi bile bilmediği bir kıyı kasabasına ulaşmıştı. Orada gizlenmiş, Meryemina adında, azizeler azizesi yaşlı bir kadına, bir anaya kulluğa durmuş, yıllar yıllar içinde, kalbur saman içinde; gün gelip uçan kuştan bile haberdar demir zırhlı halifenin peşine düştüğünü öğrenince, bir gece yarısı ahaliyi üzmeden, uyuyan analığının elini öpüp, gözyaşlarıyla helallik isteyerek, Cihangir'in askerleriyle, Bermeki'nin pençesinden kurtulmuş, ime time karışmıştı!..

Her maceranın bir bitişi, her ruhun bir 'Son İç Çekiş'i vardır. Günü gelince Bağdat’ta cezasını çekerek asılacağı, amel defterinde alnına yazılmış olan Mahzun, kan çekercesine Bağdat çarşılarında, aşka aşık olanları buluşturan ‘Dört yol ağızlarında’ bir serseri gibi dolaşırken, artık yaşamı kavramış ama uyanık bir subaşı tarafından bir çeşme başında yakalandığında; kimi zaman yaya, kimi zaman sabi sübyanla, yerdeki karınca bile görsün bu azgın caniyi diye; devrin ucubesi devasa, hörgüçlü bir devenin sırtında meydana getirildiğinde; zamanın alemine düstur veren Mehdi'nin Oğlu, onun önce idamını, sonra da boynu vurularak kanının akıtılmasını istemişti. Bu 'Kerrat' cezasının belki de bir kölenin asi ruhunun, isyanını durdurabileceğini düşünmüş ve gerçekte kendi içindeki gemi azıya almış şiddeti avutup, dindirebileceğini sanmıştı.

Varsağı bitmemişti!.. Cellat, 'Yatağanın Tanrısı' adına Mahzun’dan son isteğini sorunca, Mahzun hiç çekinmemiş ve yakıcı bir dille, Dofar’da, kıyı kasabasında yaşayan analığına son bir kez sarılmak ve gören gözleriyle bir kez daha helâllik almak istediğini belirtmişti. Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi, yüceler yücesi, bağışlayıcı cihangir; Bağdat'ın Ulu Hünkârı'da, üç vakit izin vermiş, lakin yerine candan öte bir arkadaşını rehin bırakmasını istemişti!.. İşte o an Mahzun, Faris’in hiç yoktan idamına neden olabileceğini; hiç düşünmemişti!.. Ve ama minnet borcuyla yıllardır yanıp tutuşan Faris, uçarcasına gelmiş, sorgusuz sualsiz onun yerine geçmiş ve Dofar’daki kıyı kasabasından iblisten önce döneceğine antlar içerek, bağıtlar vermişti!..
Evdeki hesap çarşıya uymadı! Mahzun, azize Meryemina’sının ellerini öpmüş, son bir kez sarılmış, bir kez daha helâllik istemiş ve gözyaşlarıyla uğurlanarak Bağdat’ın yolunu tutmuştu ama; yolda haramilerle, uğrular aman vermemiş, ıssız dönemeçlerden, dağlardan geçip, zehirli sulardan içmiş, bataklık ve ırmaklarda boğuşmuş, başıbozuk çeriler yolunu kesmiş ve tam gün batımına yakın, umudu tükenip, mühlet-i devriyesi sona erecekken; Hak adına kalkan el, Faris için (Yaratan'ın Buyruğu gibi) inmek üzereyken; ‘Yettim yâ Hârûn’ diye ortalığı sarsan bir nara atarak, Faris’in asılmasının, heman önüne geçmiş, 'Melik Olan'ın keyfini kaçırmış ve ahalinin şaşkın bakışları arasında bu zalimce ve yakışıksız faciayı engellemişti. Cellat Mansur hasır tabureyi tepememiş, maktulün yakınları bir gün olsun bayram edememiş; Cani solucanlar gibi debelenmemiş ve Faris ne idüğü belirsiz bir yaratık, batan güneşte sallanan bir yaprak, ipe dolanmış bir mısır koçanı gibi titrememişti!..
El Reşit öylesine şaşırmıştı ki, Mahzun’un sözünün eri olmasına, neredeyse kekelemiş, küçük dilini yutarak, bir şaşkınlık ve buğu içinde, ölüme yemin ve sadakatla bağlı bu iki köleye dönerek; ‘Bana arkadaşlığın, ne olduğunu öğrettiniz, bundan sonra ikiniz değil, üçümüz arkadaşız’ demiş ve büyük bir baht ve kara bir ruhla, nihayet bağışlarla beslenen 'Erdem Irmağı'nın suyundan içmişti!..

Her yolun bir sonu var. Zamandan ve mekândan Azade Tutulmuş Tanrı; Pagan çağlarını yarattı. Sezar'ın geçtiği, garibin su içtiği, çaşıtın at koşturduğu yollarda; O'nu yadsımak için inançsız olmanız istenmiyor!.. Ameliyle ademin naturasını görmek ve faturasının nelere yol açtığını bilmek, kul için yeterlidir!.. Şirk koşmak ve rabbe layık olmak nedir ki… Anısı kalmayacak olanlar, Isparta’daki zayıflar gibi, hep ezilmeli mi?..
Meltemler yine esmeli!.. Karanlıkta günahlara gark olan, aydınlıkta dünya gailesine savrulmamalıdır. Ve bahçeler yine güllerle dolmalı; O sonsuz sükun, yeryüzüne inmelidir!..
...

Bahar dalıyla süslenmiş odaya, bahar dalından güzel, bir genç kız girdi. Avludaki kumruların sesiyle aydınlanan kitaba dalmış; 'Ak Sakallı' adama; 'Ne okuyorsunuz efendim dedi?..’ Adam başını kaldırmadı, bezginlik ve keder içinde; ‘Klişeler, klişeler, klişeler!..’ dedi.

Halik’in sitareden aldığı cevher, Yunus’un midesindeki inci midir?.. Göz nuru; O'nu arayanların üzerine olsun!
...

Belki başka bir yerde de okunmuşluğu vardır...




NİTOKRİS

 Cüz I
 Alamut diyarlı Persepolis’ten, elimizi siper ederek, güneye doğru baktık mı; ufukta yükselen Sur Ülkesi’ni görebilirdik. Uzayıp giden çöl ve ufkun bitimsiz griliği 'Surları' karanlık bir duvar gibi algılamamıza yol açar ve babam Kambyses’in soytarısı, sihirci ve çılgın hokkabaz El Düri, ‘Karanlığın Duvarı’ adını verdiği bu yükseltiye mistik öğeler yükleyerek, dağlı Humbaba’yla, Enliller'in karakuşisi, hatta kuyruklu tanrıların, Enkidular'la birlikte yaşadığı dev bir Gılgameşler ülkesiymiş gibi anlatırdı. Bundan olacak bizde surların ardında ne var diye ölesiye merak ederdik.

Mehtaplı bir gece, işte bu yüzden, siyah İran atlarına binerek kırk kişilik maiyetimizle, güneye doğru açıldık. Bütün gece çılgınca yol almamıza karşın, surlar yaklaştıkça uzaklaşan hayaletler gibiydi. Gecenin son yıldızı da çekilmek üzereyken, güç bela surların dibine varabildik. Giz çözülecekti, ürküden ödü kopmuş, sarı safra salgılayan sırtlanlara benziyorduk!..

Surlara önce babam dokundu, ardından benimde okşamama izin verdi, surun runik harflerle süslü, dokununca içeri çöken, ılık, garip bir duvarı vardı. Korkuyla geri çekildiğimi anımsıyorum. Us uçuran kıvrımlarla burgaçlanıp, gökyüzünün katlarına doğru yitip gidiyordu. Gücü karşısında ezildiğimi, görkü ve dehşetten başım dönerek sendeleyip, muhafızlara sarıldığımı biliyorum. Babam o an kulağıma şunu fısıldadı; ‘Bir gün bu surların içini de göreceğiz!’

Ay ışığı tan atımıyla cılız ve soluk pırıltılara dönüşürken, dağ yollarından ve sarp geçitlerden gizlice saraya geldik, kimse o gece bizim El Düri’nin avuçlarında, masallardaki karanlık duvara dek gidip geldiğimizi anlayamamıştı... Aradan geçen yıllarda babam sözünü tuttu ve sanırım, surlara karşı içine sinen korkunun verdiği cesaretle, büyük bir sefer düzenledi, amacı sihirdar ve matrakçı Düri’nin yarattığı heyulayı yenerek,  surları ele geçirmek ve bana verdiği sözü tutup sağ salim geri dönebilmekti.

  Cüz II
 Düşlerle dolu yıllardan sonra, sarayın avlusuna girdiğinde, neredeyse yaşlı ve bitkindi artık. Sefer on yıla yakın sürmüş, bende gençliğime adım atmış, çocukluktan kurtulmuştum. Zorluklarla geçmişti sefer, uzun süre surları aşmaya çabalamış ve efsanevi kraliçenin ordularını bir türlü dize getirememişlerdi. Bunun hikmeti şuymuş, ordu da, halkı gibi tümüyle kraliçeye aşıkmış, tüm askerler sevgilisiymiş, bir tapınak olan sarayında sandaletli rahiplerden, kölelere dek herkes onun aşkına mazhar olabiliyormuş. Öyle ki geceleri, şehrin sefil semtlerinden, atlı arabalarla ecelerine kavuşmak için saraya geliyor, gün ağarırken de sırasını savuşturan Eros çılgınlarının ardından, kraliçenin yasemin kokulu gövdesine yüz sürüyor ve büyücül kalderasına, vahşice tohumlarını bırakarak karanlığa karışıyorlarmış!.. Bu nedenle bütün Surlular sevdalıymış kraliçelerine; onun Venüs kokulu saçlarına kavuşup, kobra kıvraklığındaki bedeninde yitip gitmek uğruna!..

Sonunda babam; en güvendiği kumandanlardan Diskairon’un burnunu ve kulaklarını keserek surların önüne mahvolmuş bir meczup gibi fırlattığında, Surlular onu içeri almak gibi insani bir incelik göstermekte beis görmemişler. Savaş sürüp gidiyormuş. Zaman tarihlerin ve isimlerin yanıltıcılığına yataklık yapar. Kambyses’in ‘ölümsüz askerleri’ ilk kez başarısız oluyorlarmış.

(Lejyonlar orduda diğerlerinden her zaman daha çok yararlıklar gösterir. Kıpti askerler ''Ehramlar Ülkesi'', Pers gönüllülerden daima daha iyi savaşırmış ama erzaklar tükenip açlıktan kalkanların kayışlarını ve kemerlerini kaynatan askerler çoğalınca, savaşın zorluklar içinde sürüp gittiğini anlamışlar. Oysa sırf surlar için Hindistan seferi ertelenmiş ve özellikle Pers satraplarının avlamakta mahir olduğu yabani eşeklerde tükenince, orduda açlık baş göstermişti.)

Diskairon, babamın despot, dizginsiz bir tiran olduğunu acınası biçimde anlattığında, bu görkünç hain savaşı yönetmeye, yol yordam belirlemeye başlamış. İlk gün iki yüz, ikinci gün dört yüz, üçüncü gün sekiz yüz, dördüncü gün bin altı yüz derken, beşinci gün üç bini geçkin Persli öldüğünde, onlarda Diskairon’a sonsuz güven duymaya başlamışlar, altıncı gün ki Talmud’da buyurulduğu üzere yeryüzü altı günde yaratılmış ve yedinci günde; Bu görkemli yapıt seyredilerek geçirilmişti!.. İşte altıncı gün Diskairon, Surların güneye bakan kapısının açılmasını buyurmuş. Cüzamlı’ya sonsuz güven ve inan içinde olan Surlular; bundan da hiç kuşku duymamışlar ne yazık ki!..

Hazarlar ve Fergana’dan toplanan iki yüz bin Persli içeri dalıp kenti ele geçirdiklerinde, yapacak bir şey kalmamış. Çünkü olanların tümünün düzmece, burnu ve kulakları kesilen güvenilir kumandanında, oyuna bilerek katlandığı, kötülükler tanrısı Ehrimen’i bile şaşırtacak şeymiş gibi de canı gönülden bu işe atıldığı anlaşılmış, garip; 'Yaptıklarıma bak da ey kudretli, umudun kırılsın' diyene hak veresi geliyor insanın!..

(Savaşın sonunda Anakraliçe’yi bir kazanda pişirip uterusunu kendisi, kalanı da gönüllülere dilim dilim yedirmişti babam ama tanrı katında bu vahşet nasıl kabul görür ey Kambyses diyen orakllara verdiği düş kırıcı yanıtta kulaktan kulağa yayılmıştı: ‘Tanrı, aşktan değil, güçten yanadır!..’ Anakraliçe ve sevdalıları yenildiler!.. Cemşid’in kulaklarını çınlatıp şarap eşliğinde yuğlar düzenleyerek etini yediler ve Surluların son bir umutla Babilonya’dan getirdikleri Grejuva Ateşi'de yazık ki bir işe yaramamıştı!..)

Babam geri döndüğünde, bütün bunları bir bir anlattı ve en çokta kraliçenin küçük kızı Nitokris’i, Sana’ya dek aramasına karşın bulamadıklarına üzüldüğünü söyledi ve geri dönerken geceleri, özellikle dağ başlarında, orman içlerinde, incecik çığlıklar atan narin bir kız çocuğunun, gölge gibi kendisini izleyip, yalvarıp yakardığını, arkasına baktığında her seferinde bir şey göremediğini ama sakinlikle yola düzüldüklerinde yine birinin eteklerine yapıştığını ve o günden sonrada bu çığlığın hiç peşini bırakmadığını söyledi!..

  Cüz III
 Babam saçlarına ak düşmeden, göğüs kafesinden dara düştü ve tacını tahtını bırakıp, tüm dünya dertlerini de bana yükleyerek, bir gece sabaha karşı; inlemelerle, ulumalar arasında çekip gitti. Ölümü Kafkasya’dan Basra’ya, Mongolya'dan Hungaria'ya dek yeryüzünü titretti. Ne ki mozolesine koyar koymaz, bir türlü peşini bırakmayan çığlığı bende duyar oldum... Yine bir gece taraçalardan ovaya bakıyordum ki; Güney Haçı yönünde, Büyük Duvar’dan ateşler yükseldiğini gördüm ve meleksi, saf bir kızın sanki göklere doğru el açarak çığlıklar attığını, orduların canhıraş naralar ve şakırtılarla hücum ettiğini, kalkanları siper edip, mancınıklarla birbirine tutsaklar fırlatırken, hengamede masum kızın çığlığını kimselerin duymadığını anladım.

Kendimi tutamayıp kırk kişilik maiyetimle,  olan bitene tanık olmak için, yağız atlar, katırlar, küpler eşliğinde, gece yarısı yola çıktım!.. Ama kahrolası aksilikler peşimi bırakmadı; Atım gece karanlığında, uçurumlardan dört nala giderken, tökezleyip canından oldu!.. O dinmeyen uğultu kulaklarımı çınlatıp, umarsız atımın inlemeleri yüreğimi burkarken, gözyaşları arasında veda ettim. Öyle ki; Hayvanın iri, karanlık, ölüme yakın gözleri; uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kule gibiydi!..

Büyük bir ürküyle, kara yazgılarımın peşinden sürüklenerek, kendimin de öleceği korkusuna kapıldım... Ve dağlardan, Herakles Sütunları gibi heybetli boğazlardan geçerek, gölgelerle dolu surların dibine varabildim. Muhafızlarıma beni beklemelerini ve masum yavrucağın başına gelenleri anladıktan sonra, gün tarazlanmadan geri dönebileceğimi söyledim. Taş basamaklardan, helezoniyle yükselen nice kıvrımları geçerek, kuleleri aştım ve mazgallardan atlayarak; sonsuz bir ürkü ve merakla içeri girdim!..

Çevrede kimsecikler yoktu... Bir 'Şehrengiz'e kucak açar gibi adımlıyor, ölüm sessizliğinde harap bir düzlük ve loş yıkıntılarda, ürküntü veren, soluk bir 'Cadde-i Kebir', ancak seçilebiliyordu!.. Arada pırıltılarla dolu, tuhaf gökyüzüne bakıyor ve hızla sağı-solu kolaçan ediyordum ki; göz açıp kapanasıya, öteki uca ulaştığımda, orada Surlar’ın olmadığını ve ürpertici düzlüğün, uzaklarda çöle doğru akıp gittiğini gördüm. Minik kızcağızın çığlığı peşimi bırakmıyordu!.. Koyu kederlerin katmerlendirdiği, hançersi iniltilerle dolu tiz ses, beni çöle çağırıyor, karancıl dehlizlerin ağzından, bilinmez dünyalara sürükleniyordum...

Bir düşteymiş gibi pırıltılı çöle açılarak, yeşilimsi yağmurların çamurlaştırdığı derelerden, mozarap motifi gibi karışık tepelerden, hiçbir yere açılmayan yerlerden, Garymant ellerinden, ıssız taş kitabelerden; Cennet öpüşlü, Kril biçemlerle süslü, tatlı tatlı böğüren canlılar ülkesinden geçip, gün ağarırken çelenksi, renkçil demetlerle süslü bir koruluğu geride bıraktığımda, birden onunla; ‘Karanlığın Duvarı’yla yine karşılaştım. Bu Sur'du!.. Zorlu çabalarımla onu aştığımda; maiyetim ta aşağılarda, katırlar, erzaklar ve toz fırtınasından sakınan askerlerle beni bekliyordu!..
...
Şimdi, anlıyorum ki; ''Karanlığın Duvarı'' bizim içimizdeydi!..
Ne yaparsak yapalım, yüz yıllar ve yüz yıllar geçse de gene Surlar’la karşılaşacağımızı, Surlar’dan kurtulamayacağımızı anlamıştım...

Onlar bana ne gördün, Nitokris nerede, savaş sürüyor mu, 'Şehr' ne alemde gibi sorular soruyorlardı!..
“Hiç bir şey göremedim... Hiçbir şey... Kendimizden başka hiçbir şey!..” diye kekelemişim.
...
Tan atımında, sarayda gürültülerle uyandım!..
Mabeyinciler, muhafızlar, köleler ve yelpazeler odama doluşurken; Babamın öldüğünü bildirdiler!..
Pers hükümdarı sıfatıyla huzura alındığımda; tören alayını da, görkemli giysilerle avluda bekleşirken bulduğumu belirtmeliyim!..


KARAPAŞA
"Öyle günahlar işledim ki
Binlerce yıl tövbe etsem
Cehennem kapısı yine de kapanmaz.
Seni şu ellerimle boğup öldürsem
Cezalarımı biraz olsun artırmaz."


 Kariye müzesine gitmek isterken, Fener semtinin çıkmazlarında yolumu şaşırdım, Draman'daki, Karagümrük'teki sapakların içinden bilisizce yürüdüm, her yolunu şaşıranın başına geldiği gibi, köşe başlarından süzülen kara gölgeler sanki beni izliyordu. İnsan yolunu yitirmeye görsün, tuhaf bir boşluğa, bitimsiz bir umarsızlığa sürüklenircesine köklerinden kopar ve yaşamı anlamsızlaşır.
Haliç'in karşı tarafına, Hasköy'e geçmek için, sırf bundan ötürü, bilinci bulanmış sarhoş, yerinden, yurdundan olmuş bir heimatlos gibi, köprünün dibindeki varyantlara gelince, hangi viyadüğe girmeliyim derken, (Amacım karşı yakada, büyük suyun üstünde bekleyen devasa canavar, Gerçek Kara Gölge, düşlerimin o görkünç Nautilus'unu görmekti. Çocukluğumda, 'Denizler Altında Yirmi Bin Fersah'ı okumuş, Kaptan Nemo'nun kuzeyde, buzullar arasında, uğursuz denizaltısıyla yitip gidişini bir karabasan gibi yıllar boyu düşlerimde taşımıştım.) tam ayaklara geldiğim sırada, düşlediğim karakoncolos bu kez gerçek oldu ve gönlünden ne koparsa diye boğuk sesler çıkarıp, boynuma sarılarak -civar yatırlardan türemiş hortlakçasına- bir kumpasla önümü kesti...
Ketenpereci sarhoşmuş. Şarap alacakmış. Bu durumda her zaman ki yaptığımı yaptım, onlardan biri gibi davranarak; adamı lafa tuttum. Sonra işte değeri bilinmemiş bir veli, bir kethüda olup çıktı ve katakulliyi bırakıp komparsitaya başladı. Kendini alıcı kuş gibi dinleyen ademoğlu karşısında mesellere girişti, anlağında bozuma uğramış, deli saçması kıssalardan dem vurdu ve düşte gezer olmadık şeyler uydurup, sözü dolandırarak, gariplik dolu anekdotlar aktardı.
...
Osmanlıda cellatlar ya Çingene ya da Hırvat olurmuş. Arap (yolkesenin lâkabı), Viyana Kuşatması'nda Calût adında bir cellatın da sefere katıldığını ve olayların atası olduğunu belirttiği, asesbaşılık, çorbacılık yapmış, bu düşmüşten yana, kulaktan kulağa geldiğini söyledi. Arada Suleyman diyor sonra gülünç bir aksanla Sobieski demeye çabalıyor, posta tatarı gibi laflar karıştırıp, kanımca olanları birbirine ulamaya çalışıyordu.
...
Bazı kuşatım heveslisi ve yeryüzünün günümüzde bile fütuhat diyarı olduğunu sanmakla; soyumuzu yüceltmek arasında bağ kuran nice dostlarımız, usa düştükçe, yüzyıllar önceki Viyana Kuşatması üzerine serzenişte bulunurlar. Viyana alınabilseydi, Avrupa bir Osmanlı eyaleti, yeni bir Türk yurtlağı ya da devasa bir Anadolu olacaktı, Kıptilerden ve Andaluzya yakasından kıskaca alınmış Afrika'ya tümüyle inilecek, Kuzey kutbuna ulaşan onurlu tebaamızdan bir Çelebi sancağımızı buzullara dikecek, Napolyon doğmayacak, Hitler olmayacak, İsevilik yeryüzünden silinecek gibisinden filân feşmekânlar... Ama bunlar Şanghay'da bir kelebek kanat çırpsa, Florida'ya kar yağar öngörüsünden beterdir sanırım, çünkü küçük bir dokuncanın tarihin seyrini kökünden değiştirebileceğini ve kendilerinin de yaşıyor olmayabileceği bir yana, soyumuz bireylerinin bu kez başka varsayımlar üreterek oyalanacağını pek düşünmezler. Bu bakımdan tarihte savaş ve kuşatımlar hiçbir zaman bir işe yaramamıştır, geceler boyu yazgılarına gözbillûru akıtarak, Kronos'a yakaran Demeter (süt tanrıçaları) bolluğuyla, aşağılanmışlığını bir monarka yakışır kindarlıkla yüceltmek isteyen (bazı komşularım buna deli boynuz kibiri diyor), öksüzler kalabalığından başka... Ocak söndürmenin, ten sahibine Jüpiter hırsı aşılamak ve iman tahtasını öç duygusuyla doldurmaktan gayrı bir işe yaramadığını tarih her baş vurulduğunda söylemiştir. Viyana Seferi'yle ilgili Calût'tan kaldığı söylenen ve daldan dala geçerek, artık bölük pörçüklüğü bile ileri sürülemeyecek anılar birikintisi aşağıdadır...
Kuşatma kış günlerine yaklaşıyor ve başarıyla sürüp gidiyorken, ordunun konakladığı düzlüğün kuzeyinde ki karaormanlardan, Kordelia adlı bir soylu kadın, yanında birkaç lûtiyle, lando-kupa araba içinde, kente doğru gidiyormuş, o gün öylesine bir alışkanlıkla, devşirmelere komuta eden Karapaşa'nın ( Merzifonlu vezire yeniçerilerce yakıştırılan unvan sanırım) sipahilerinden bir bölüğü ormanda avlanasıymış, (belki de Avcı Mehmet'e yaranmak için!) ürkütücü sessizliği, kuşbazların dallara sürtünüşü ve tepedeki bir ağaçkakanın kulak çınlatan ötüşü bozarken, birden alt yolda majestelerin Kordelia'sı, sanki peçesiz ve yarı üryan peyda olunca; anda peşlerine düşmüşler. Delice kırbaçlanan atlar, orman içinde süren kısa bir kovalamacadan sonra yollarını şaşırınca, arabayı devirmişler, vakanın eni sonu ise; sürücünün boynu kırılasıymış, peçesiz ahunun omuzunun çıktığı, arkebüzlü haçlılardan birinin, atının altında kaldığı, arboletli bir çaylağınsa ağaçta yakalandığı ve sonuçta tekmilinin zayi olduğu belirtilmiş ve de Kordelia'nın Lehçe konuşur iki nedimesi baygın olası, Prusya armalı küçük bir sanduka bulunasıymış.
Olan bitene tanık olan bölükle, küfre bulanmış imansızlar karargâha doğru yola çıkmışlar. Kordelia, Karapaşa'nın huzuruna varmış. Nemçe topraklarında vuku bulan ve tarihin asla söz etmediği (potansiyel olarak Çingeneler, sarhoşlar ve tüm azınlıklar resmi tarihin söz etmediği bu tür gizlerle kavmin üzerinde tartışmasız bir monopol oluştururlar) bu olaydan sonra kimsenin bilmediği üzere Karapaşa, Kordelia'ya tutulmuş ve o andan sonra da kuşatmada bir (ilerde tüm bunların bilinçli birer eylem olduğu anlaşılacak) yavaşlama hatta gerileme olmuş ve dillere destan huruç; cebeciyle, dizdarların şiddetle şikayet ettiği üzere maliyede büyük açıklara ve masraflara yol açacak, defterdarın başını yakacak fuzuli bir saldırıya dönüşmüş. Sertçilliğiyle ünlü ve gözü pek oluşuyla nam salmış Karapaşa, Kordelia'ya vurulduktan sonra ona Ruhşah adını koyasıymış, ruhumun şahı yani... O andan sonra da, çadırından pek az çıkmaya başlayan paşa adına denilebilir ki, seferin ve kuşatmanın gidişatı bilindiği ve beklenildiği üzere sizlere ömür... Fettanlığı bir yana Frenk diyarından sarışın bir güzelle yaşamında hiç karşılaşmayan, benliğinin derinliklerinde bunun karanlık zulmetiyle, ukdeye dönüşmüş kompleksini taşıyan paşa, kumandan olması sıfatıyla uyarıları dinlemez ve kendi ölümüne giden yolları açar sonunda, görünüşte aşk yine üstün gelmiş, asıl yengiyi o sağlamıştır. Ruhlar şahı, hükümranlık ve zemzem suyuyla arınan atlıların nallarıyla çiğnenen topraklar ve ganimetler demek değilmiş demek ki... Demek ki aşkın gücü, savaşan utkuyla, insanlık tarihi boyunca sürüp giden Vandallığın üstündeymiş.
Demek ki...
(Çarşambanın sessizliği / bir kuşun çığlığı / Isfahan'da, / Melikşah'ın gözlemevinde / bir adamın dinlediği ) Khaled'in kehanetiydi ha...
Şu dünyada aşktan nasibini alan kaç kişi var ki?.. Haremi olan koskoca padişahlar çelimsiz bir cariyenin kulu kölesi olur, nice imparatorlar bir kumpanyanın varyeteci kızına tutulur-tacını tahtını terk eder, keşhaneye, viraneye dönüşür, nice krallar herkesin burun kıvırdığı bir Astarte yüzünden hercümerç olur. Harakiri yapanlar, saltanatı bırakanlar, yay kirişiyle boğulanlar, kara sevi yolunda kavrulanlar, adem babalar taifesine karışıp, imi timi bellisiz olanlar, kabilesini, kafilesini unutanlar... Platon boşuna söylememiş, insan öbür yarısını arıyor bir yaşam boyu, bazen de buluyor ya da bulduğunu sanıyor, işte o zamanda ortalık karışıyor, yer yarılıyor ve her şey birbirine giriyor. Şimdi Kordelia'nın Karaorman'lardan kasıtlı olarak geçirildiğini, her şeyin bilinçli olarak; Birleşmiş Haçlı Kuvvetleri'nce tasarlanıp, düzenlendiğini söyleyelim mi, o gün Viyana kuşatılmışken, Osmanlı ordularının dizi dibinden neden bir fettan ahu geçirilsin ki, göz göre göre bir kupa arabayla orman içinden, neden sipahilerin üstüne gidilsin ki... Karapaşa'nın o güne dek yalnızca kuşatmayla uğraşan izanı, o günden sonra ikiye bölündü, bir yanıyla Ruhşah'ını düşünürken, diğer yanıyla ... Ardından beklenen başarısızlık ve Nemçe diyarında vuku bulan sergüzeştin, çok sonra, ayrıntıları bir köprü ayağında fısıldanacak görkünç trajedisi.
...
Sonunda padişaha jurnallenen Karapaşa öldürülüyor. Başı kesilerek. Beyazşehir civarına gövdesi gömüldüyse de, başı Asitane'ye gönderildi. Meşin kırbada bala bulanmış, gümüş tepside sunulan başta duran kıpkırmızı gözleri; hâlâ altın saçlı Salome'sine doymamışlıkla, baş döndüren kokuların ve çıldırtıcı dokunuların özlemiyle yanıyordu ve de en küçük bir pişmanlık izi görünmüyordu. Sonunda sağır ve dilsiz bir cellatın insafına kalan baş; Haliç'in dibini boyladı... Belgrat'ta gövdesi için, Edirne'de gözleri için, payitahtta sözleri için bir mezarı var deniyor.
Aşkı için öldü paşa... Nereden bilebiliriz ki; belki de mutluluğun resmi budur. Uskumru gözlü Kordelia ise arşidük oyunlarının parçası olmanın ve tasarlanmış bir gönül ilişkisini pahasıyla satmanın cezasını çok ağır ödedi, paramparça edildi ve eti sıcak sıcak köpeklere yedirildi. Yalnızca Efşan Bahçeleri'nin nice sülüslü betimine benzer urbaları toprağa verildi ve böyle birinin yaşadığından yüzyıllar sonra ancak bugün söz edilebildi. Kapıkulu askerleri, ziynet ve takılarını, kılıç ve kalkanlarına süsle, siper ettiler. Saçlarından sancak tuğu yapıldı, kaval kemiğinden kös vuramacı, aya eklemlerinden de remil taşı yapıldığı söylenir... Yine de diyelim ki, kaftanı Levni'ye taş çıkartan (çok renkli demekmiş Levni) şimşirlikte (kafeste) yetişmiş nice bahtsız şehzadeyle, sayısız cariyenin yazgısı, inanın onlarınkinden çok daha iyidir. Çünkü söylemesi mekruh mu bilemem, Ruhşah ile Paşa'nın ferç ile zekerinin de padişaha yollandığı söylenir, böylesi ilk ve tektir.
...
Hanedan ailesi kutsal sayıldığı için kanı akmamalıdır. Karapaşa bir devşirme değilse de, Bağdat'ta şehit düşenin oğluydu ve saraydan olmamakla başı uçurulabilirdi. Cellatlar şehzadeleri öldürürken yağlı bir sicim kullanırdı ama bu Paşa'ya değil Kartezyen bir kılıç, bir Yemen palası veya Roma orağı bile yeterse de, saraydan olup da, bir köprü başında, sırf kanı akmasın deyi keçeye sarılarak, gece karanlığında dört nala giden atlılarca çiğnenmekten yine de iyidir böylesi bir ölüm. Eflak prensi Konstantin Hangerli nasıl öldürüldü (Vladimir Tepes'in ardılı sayılabilecek maktulumuz, yazık ki, Osmanlıdan kurtulmak için atının nallarını ters çaktırarak Budin'e kaçan 'Voyvoda' gibi olamayıp, beceri yoksunuydu. Vidin Bey'ini öldürüp kanıt olsun diye ceseti aylarca kazıkta bekleten Tepes ise söylentiye göre kan içici bir Drakul, yani 'Mephisto'nun Oğlu' ymuş), aşırı vergi koyan prensten (soylu, köylü ve büyük sürü sahibi manastır oturanlarınca) yakınmacı olunması üzerine; sadrazam Yusuf Paşa, Bükreş'e bir kapıcı gönderir, kapıcının yanında kalın dudaklı siyah bir Arap (bizim Arap gibi) vardır... Prens, Dersaadet dükalarına, kahve ve nargile ikram eder, ürkmüştür, ama belli etmeden mabeyinciye Fransızca hitap ederek çuhadarları getirmesini emreder. Mabeyinci çıkar çıkmaz Arap, prensin sırtına atlar, kaygan bir kementle boynunu sıkmaya başlar, kapıcı da prensin karnına iki piştol sıkar, prens güçlüdür, urgan boşalır ve debelenmeye başlar, kapıcı, hançeri prensin sırtına saplar, Arap da prensin boynunu burkarak, burcuna göndermiştir, odaya giren çubukçu, tütün hazırlayan hizmetkâr ve peşkirci gördükleri manzara karşısında, çığlıklarla yardım isterler, silah seslerini duyan çuhadar ve mabeyinci de gelmiştir, katillerin üzerine atılacaklarken, kapıcı dur bre ferman diye bağırır ve padişah görevlisi cellatlar oldukları anlaşılır. Prens ölmemiş can çekişmektedir, Arap destur çekip prensin başını gövdesinden ayırır ve çıplak cesedi avluya bırakır, ardından padişahın fermanını okur. Söylence bitmemiştir, prensin başının derisi özenle yüzülür, kanlı deri yıkanarak, ikiziymiş gibi içi samanla doldurulur. Akşama doğru deribaş prensesin odasına yerleştirilir, bunu gören çocuklarla, nedimeler dehşete kapılarak haykırmaya başlarlar, bu arada cesedin gömülmesi için penzler, filoriler, zolatalar teklif edilmektedir; prens yakılacaktır yoksa...
Hangerli'nin başı 1799 yılının yedi mart günü bin bir namlı Konstantinopl'da, sarayın heybet kapısı önünde bir kez daha sergilenir, Chopen'in cenaze marşı o devirde de çalındı mı bilemem ama başın, mehter marşıyla taçlandırıldığı kesindir diye; acı veren bir gülümseyişle bakarak bitirdi sözlerini, Ayvansaraylı Arap!..
Ve bütün bunları neden anlattığını şu biçimde (şöylece) açınladı; meğer Calût'da hırgür arasında başı kesilenlerdenmiş, oda kalafata yatırılmış, diyor ki, aynı Viyana küskünü Karapaşa gibi, onun da gövdesi yaban toprağında kalmış ve bir cellat hısımınca ahîretlik baş Boğaz'a getirilmiş ve Emirgân'daki konaklığına gömülmüş, Arap, onun başının çengel lâlesi gibi, akrabaların kaldığı o evin bahçesinde, bir zaman durduğunu ve artık deniz kargalarının sesleriyle metruklaşan, meskun yerin Aşiyan'a karıştığını söyledi, sonra işte bu anlatılanların en ilginç nirengisine getirdi sözü, biz dedi; meczup olduğumuza bakmayın, iki bayram sırası her seferinde Vienna'da ki (bir dediği iki dediğini tutmuyor) Osmanlı kabristanını (azınlıklar mezarlığı) ziyaret eder ve başsız gövde için dua ederiz, yine her seferinde şimdi Aşiyan'da, asudeler ülkesine (sonsuz barış toprakları) karışmış, kitabesiz gömütlüğü tavaf ederiz. Sonra kızıla çalan gözlerini üzerime dikerek; çünkü Yüce Tanrı'nın "masumların ölüsüne" ( üzerine basa basa söyledi bunu) dua etmek için başını mı esas aldığını yoksa gövdesini mi bilemediğimiz için (bu arada medet ya hûda diye mırıldanıp tövbeler çekti), evvel ahirden beri; ki ant verebilirim, mekkareli, piyade ya da tayyareli (atlı, yaya ya da uçaklı demek istiyor) Viyana'yı ziyaret eder, eşzamanda yürek yanığı içinde, en ufak bir çıldırtıdan yoksun, Emirgân Koruluğu'ndaki küfeki taş, tarumar lâhite yakarır, duaların kabulü için ihsanlar eyler, gözyaşlarına gark oluruz dedi.
Kulunuz, onun yalancısıdır.
...
Us gözlerin ötesiyse, yürek de gövdedir. Cehennem aleviyle tartıya çıktığımızda tanrının ölçüsü hangisi olacak, bilen var mı... Karapaşa'nın düşünceleri Viyana önlerindeyken, duyguları çadırındaydı. Hangisi günah, hangisi sevap. Ölmeyene ant olsun kerubim dedi Arap. İki dünyada da müşkülât çekenlerin; çift mezarlıların hali nicedir. Tanrım bu konuda hiç yardımcı olmadı bize, hangi kutsal kitabı açsak bir umar bulamadık, bu nasıl bir kabir azabıdır, nasıl sual olurlar, biri bize yardım etse diyorum ama şu kara kıyamette sözü dinlenir eşhas kaldı mı ki, her mahzunun kanıksayıp, her müslimin kabul edeceği bir letafet bulunur mu ki bu meyanda diye, ağlamaya başladı... Umudunu kesme; "Düşünmeliyiz ki sonsuzluğa yalnızca o kalacak ve iyiliklere de yalnızca o vesile olacak" dedim.



SOYUT OT
'Gece / bir eczanede / diz çökmüş / bir at / döşeme tahtalarını / kemiriyor / garip / yeşil / yanıklar içinde / bir kıza / ilk yardım yapılıyor / bu arada / köşeye çekilmiş / umarsız / bir hortlak / ağlayıp duruyor.’ Miltos Sahturis.

 I
 Soyut diye bir şey var mıdır, belki de her şey soyut, bundan ötürü yukarıdaki Scud başlığının anlatacaklarımla bir ilgisi olmadığını baştan belirtmeliyim ki anlamsız bulunmasın. Scud başlığı denilince düşündüm de, insanoğlu neden silâhlara Şişman Adam, Küçük Çocuk, Tatlı Hala gibi adlar verir?.. Biliyorsunuz Scud’un panzehiri Patriot ‘Yurtsever’ demekti ama nedeni ne olursa olsun bu ‘Yurtsever’ kırmızı ceketlilerin, (Bağdat Seferi’nde) Kuveyt dinarının üzerinde uçmak istemesi, Alâattin’in lambasını üflemesi çaresiz bir uyanıklık içinde bırakmıştır beni. Mekke-i Mükerreme ile Yankee ve İzrael diyen sunucunun sesi, şimdi bile kulaklarımda çınlar ama insan tuhaf yaratık, Amerika’ya bakın; Dillinger, Davy Crocket, Al Capone, Bonny ve Clyde, Lee H. Oswald, Lincoln, Boston Canavarı, Truman ve Sirhan B. Sirhan… Sürüp giden bir vahşi Clau, Clau Claudius ve ölmüş ve öldürülmüşler tarihi. Demek istediğim, Hiroşima ve Nagazaki, Dachau ve Treblinka’ya ilenirim ben, savaş ve öldürüm kavramları bilincimi sayrı yapar ama öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yaşamlarımız bize egemen olduğu için, insan bazen istemediği, karşı çıktığı şeyleri bile içinde barındırıyor. Sözü Thermoplai Geçidi’ne getirmeden söyleyeyim, bütün bunları kaygısız divalarla anlatıyorum ama bu dünyada yıllar önce ben de bir cinayet işledim, dahası bir katilim…
Ama hepimiz içinde olmak üzere hiç birimiz suçlu değiliz, suç ve suçlu diye bir şey yok, çünkü ‘İnsanın evrendeki durumu, bir kedinin kitaplıktaki durumu gibidir, görür ve işitir ama hiçbir zaman anlayamaz.’ Bu durumdaki bir yaratılmışın, duyunçsuz bir Demian’ın suçlu olması düşünülebilir mi… Ben bir katil olarak kendime ve başka katillere sürekli ağlamışımdır, gülende olabilir. Yaşamak gibi sonsuz küçük bir olasılığı, Eros uçuşuyla yakalayan ‘mavi’ bir çocuk düşünün ve aradan 22 yıl geçsin, bu çocuk, kız oğlan demeden aynı durumdaki diğer çocukları kurşunlasın, bıçaklasın, zehirlesin, ateş açsın, küle döndürsün, etik gerekçeyle atomlarına ayırsın, saçlarına kara büyü yapsın, tinine toprak doldursun… ‘Ey doğruluk; Mazda’nın kutsanmış aklını hamd için ellerimi, yardım isteyerek kaldırıyor ve her şeyden evvel diliyorum ki, yaradılışın ruhunu sevinçli ve berhudar kılmak isterdim.’ Diyesim, ‘Arama mutluluğu! Yaşam bir iç çekiş kadar kısa! Nerde Cemşid? Hani Keykubad? Bir toz yığını şimdi… Lâl renkli bulutlara karışmış, fır dönüyor rüzgârla! Görüyorsun işte, bir düşten başka şey değil yaşam, dünya bir seraptan başka!’


 II
 Bir katil olduğumu söylemiştim, işlediğim öldürümün yılı 1964’dür. Bugünden 1621 hafta önceki bu olay, yaşamımı sonuna dek etkilemiştir, gene o yıl İsa’nın çarmıha asılmasına neden olan hain havariyyun Yahuda, en yakın arkadaşının yardımıyla (ötenazi) kendisini erguvan ağacına asarak yaşamına son vermiş, pek sevdiğim Bizanslılar’la, bir sabah at üzerinde boğazı yüzerek geçen Peçenekler’i surların karşısında görünce, tanrının gazabına uğradığımızı düşünmüşümdür. Bu öldürümden sekiz yıl sonra M.S. 1972’de Pioneer diye bir roket fırlatıldı uzaya, başka gökparlara doğru yola çıkan bu uydu, saatte 54 bin km. hızla gidiyor ve güneş sisteminin dışına çıkarak taşıdığı mesajla, 10.3 ışık yılı uzaklıkta Andromeda gökadasında ki Ross yıldızına doğru uçuyordur ve yeryüzü takvimine göre 34602 yılında varacaktır oraya, ot soyutsa zamanda soyuttur sanırım ve bu dünyadaki hiçbir insan bir başkasını öldürmemiştir, kürevi bir sahanda –piyeste!- öyleymiş gibi yapıyoruz biz. 34597 yıl sonra Ross 248 yıldızına ulaşacak bir dünya farikası varken, sen M.S 1964 veya ‘Ross’tan Önce’ 32646’da insan öldürmüşsün, bebek lenfi içmişsin, kanibalist olmuşsun sözü mü olur… Ayrıca en büyük insanlar bile yakından bakınca suçlulara benzerler, neden suçlu olacağız ki, evliyalar, dervişler krallar, kraliçeler, postacılar, dullar, mekkareler, inekler, karıncalar, çocuklar, peygamber böcekleri ve dünyada ki tüm Mustafa ve İskender’ler hepimiz katiliz ve hiç birimiz dürüstlükten hoşlanmayız, ben sana göre biraz dürüstüm ama öbürüne göre senden beterim, oda diğerine göre çok çatak ama o en ötedeki yok mu, en dürüstümüz o, ne tuhaf; o ise bana karşı öyle bir cürüm işlemişti ki 30 yıldır kendime gelemedim, yaşamım bir yıkıntıya döndü. Bütün bunlar feraset ve tevatür. Bakın ki, Atina’da Aristides diye birisi varmış, yaşamı boyunca doğruluk ve erdemden ayrılmamış ama yazgısı onu, yurdundan sürülmek gibi bir konumla yüz yüze getirince, okuma yazma bilmeyen bir yurttaş, kent meydanında onun sürülmesi için oy tabletine evet yazmasını istemiş, Aristides bu! Hiç belli etmemiş ve yazmış, ne var ki bir soru yönelterek, ‘Bir kötülük mü gördün ondan demiş?’ Atinalı sakin ‘Bu herifin hep doğru sözler etmesinden iğrenir oldum!’ demiş. İşte sürekli doğruluğun sonucu ortada, sürekli doğruluk bir yanlış, sürekli yanlışlık bir yanlış, arada bir doğruluk gene bir yanlış, arada bir yanlışlık başlı başına bir yanlış, buyurun; doğruluk ve yanlışlığın ne olduğuna bir karar verin.

 III
 Ekin saplarını da güvelerin yediği bir yıl düşünün, savaş hileleri arasında düşman askerine, surlardan arı kovanı atabileceğimizi, bir zamanlar Kiev devletinin olduğunu, bir bedevi olarak Suat’a olan aşkımın Rebilüevvelde başladığını, 10 bin yıldır evlerin üzerini kiremitle örttüğümüzü, 10 bin yıldır ev diye taş taş üstüne yığdığımızı (mühendislikten emekli bir arkadaşım, bir gün bana konut işlevi görecek, manyetik alanlar yaratamaz mıyız dedi), sekiz metreküplük otolarda, bir metre küplük insanların gittiğini, artlarından öküz öldüren dumanların seyirttiğini, öldürdüğüm kasaba canbazının (canbaz diyorum köy dilinde canlı hayvan alıp satan tacire, tecimene canbaz derler, can alıp sattığı için mi, ip cambazından beter, atraksiyon veya pazarlık yapabildiği için mi öyle denir bilemem, ayrıca belirtelim ki köylere, Çingene grubundan ip cambazlarının geldiği de olurdu), dört köylü dirseğinden bir parmak daha uzun olduğunu, onu öldürmeden bir gün önce, cambazın geldiği yolda, bir taşın altında kara bir kutu bulduğumu, içinin boş olduğunu, dört ay sonra kahveye gelen bir yabancının, kapak altına yazılmış Sanskritçe yazıyı okuduğunu, yazının ‘Şüphe Ediniz’ olduğunu, insanda mal ya da para hırsı varsa, sonunda mal ya da para hırsızı olabileceğini, yaşamımda çok ağladığımı, yollarda karşıma çıkan boş kaplumbağa kabuklarına, kanatları kopmuş ölü kuşlara, ıssız ovalarda terk edilmiş hayvan leşlerine, örümcek ağına yakalanmış sineğe, gömütlerden çıkan çocuk kemiklerine, şiirin; kalça kemiğimizdeki bastonsu bir çubukla, dana gözünden büyük bir yamru-yumruluğun içinde oluşan verevsi boşlukta akan, karanlık bir sıvıcıl olduğuna, ortaçağda insan eti yeme alışkanlığına, Pers Kralı Kambyses’in, Atina seferi sırasında, Trakya yöresini bir bir köle yaparak Makedonya’ya girerken; sarp dağlarda baştan aşağı karalar giyen Melankoia adlı bir küçük ulus olduğuna (bunların ele geçmeden Atina’ya inildiğine) ve bu dağlıların bugünkü ‘melankoli’ sıfatına isim babalığı yaptığına…
Kambyses’ten bir şey anlatmak istiyorum; (ya Herodot, ya Temistokles ya da Ksenophon, yani Anabasis’ten çalarak!) meşhur Darius’un bile göz koyduğu Babil’in baş kaldırmasıyla, bir Pers hükümdarı olarak 2. kez Babil’in üstüne yürür Kambyses, Babil’i bilirsiniz, asma bahçeleri, Semiramis, Nabukadnezar, soylu bir ülke... Kambyses, Darius gibi kenti bir türlü alamaz, tarih boyunca olduğu gibi bir hileye başvurulur, komutanlarından biri iki kulağını ve burnunu keserek, bir hainmişçesine Babil surlarına yaklaşır, Babilliler bu komutanı içeri alır, komutan Kambyses’in vahşi bir tiran olduğunu, Babil’in düşmemesi için her türlü yardımı yapacağını söyler, gerçekten olaydan sonraki ilk hücumda, bin Persli kılıçtan geçirilir, ikincisinde iki bin, üçüncüsünde dört bin Persli öldürülünce (Nasıl olur demeyin, daha dünkü Normandiya Çıkarması’nda iki saatte yüz elli bin asker makineli tüfek ateşiyle kılıçtan geçirilmiştir.) Babilliler komutanı kutlayıp ona sonsuz güven duymaya başlarlar, oysa her şey düzmece ve tasarlanmıştır, dördüncü hücumda komutan savaşım gereği, güneydoğu kapısının açılmasını buyurur, buyurur ama içeri dalan binlerce Pers askeri Babil’i böylece ele geçirir, Babilliler son anda oyunu sezmişlerse de yapacak bir şey yoktur; Kraliçe Nitokris, Kambyses’in huzurunda, esir bir kraliçedir artık… Kraliçe Nitokris’te yanılabilirim ama güzelliğinde yanılamam, aslında dünyada kraliçe de, güzel kadın da alabildiğine çoktur ama insan bir şeyin çokluğuna katlanamaz, alışkanlıkların dışına çıkamaz, eğer herkes varsıl olsaydı bir dilenciye bile tapardık, herkes dilenci olsa bu kez de dokunduğu altın olan Darius nedimi Krezüs’e tapardık, az bulunan şey değerlidir, en değerli şey de hiç olmayandır, taş da olsa… (Aşk da böyledir, ararken çok mutlusunuzdur ama Anka kuşunun peşinde koşan avcı şehzadeler gibi, onu ancak ölü ele geçirebilirsiniz. Altın bir gölge gibidir, ne kadar sarılmak, kucaklamak isteseniz de, bir de bakarsınız o kendinizsinizdir.) Deniz suyu çok, değerini bilmez petrol bulaşığına bularız, altın hiçbir işe yaramaz ama tinin efendisidir, günlük onsunu bilmekte yetilerimiz arasındadır.

 IV
  İşlediğim cinayete gelince, bazen öldürüm, bazen cinayet diyorum, ben de garip biriyim, sözcükleri iki kez üst üste kullanamam (bu dediğimle de kalırım); ölüm, katil, mort, mourir, ölen, öldüren, yakan, biçen, vuran, kıyan, kül eden, can alan, soluk kesen, murderer, tamuya yollayan, death, killing, cinai, yok eden; ölüp öldürmeyle bildiğim-bilmediğim ne varsa kullanmak isterim. Doğuda bir dilde, bir sözcüğün tam dört yüz karşılığı varmış diyorlar, bir de eş anlamlı sözcüklerden bir kitap yazılabilir mi diye hep düşünürüm. Babıali’de yıllar önce aynı sözcüğün yinelendiği, yüz kırk sahifelik bir kitap görmüştüm: Soru, soru, soru gibi!.. Böyle bir şeyin hiçbir anlamı olmadığı düşünülemez, bu sınırlı tutum düşünüldüğünün aksine, sanatın sınırsızlığına bir örnek sayılabilmelidir. İsterse yüzlerce eş anlamlı sözcük yaratabilir insan, zaten sözcükler kendisine yüklenen anlamı taşır, o anlamı yüklemezseniz, gel dediğin kişi gelmez, ‘g,e,l’ dedi der.
Sözünü ettiğim öldürüm, köydeki ikinci öldürme olayıydı, ilkinde hiç unutmam Kokis Cafer öldürülmüştü (ölenler unutulmaz, ama bundan önce cinayet değilse de, az kalsın cinayete yol açacak bir olay daha vardır ki, köyün duyuncu, örtbas etmiştir bunu ve belleklerde cinli canlı bir anı olarak kalmıştır).
 Olay şu: Köyün içinde desem ovaya yakın, ovanın içinde desem köye yakın bağlar vardır, işte o bağlarda kadının biri, topladığı çırpı çubuğu (çalı çırpıda denir) sarıp sarmalayarak, sicimi de omzundan geçirip tam kalkacakken, gölgelerin uzadığı vakitte, girdap gibi gelen bir erkeğin hücumuna uğrar! Çarmıhtaki İsa’ya bakan Meryem gibi kalakalan kadın -işe bak ki bu kadının adı da Meryem’di- meçhul faile kolaylık ve zorbalıkla teslim olur. Ertesi gün baygın ve perişan buluyorlar kadını, ama çabuk iyileştiği ve faili de meçhul olduğu için bu olayın üstünde durulmamış unutulup gitmiştir. Çiy ve tiksinç erek diye nitelenen olayda, kimi, kadın bilerek susuyor çünkü yakınıydı demiş! Kimi de olayı tek boynuzlu bir tekenin (belki de bir minotaur) yaptığına yemin etmiştir. Bugün bana ikisi de yersiz ve saçma geliyor, gelen pekala çevre köylerden birisi olabilir.
Kokis Cafer, Kolkhis Cafer’di. (Cafer’de Zephiros’tan gelme, batı yeli demek!) Kolkhis, Altınpost’un peşindeki İason’un aradığı ülke, bugünkü Gürcistan. Bilirsiniz bir cisim (bilgiçliğime katlanmalısınız, bir katil için bu ne büyük bir ödeşmedir bilemezsiniz) uzayda kaplayabileceği en küçük alanda bulunmak ister. Bu en az yer boşlukta küre biçimidir, bu nedenle; evren de, cenin de küresel durur, yine bu nedenle söz de ovaryum gibi törpülenir, akıcı ve kayışkan olup, dilber ve dilbazların ağzında, en az sesle en çok anlamı kaplamak ister, varlığının ancak böyle süreceğini bilir. Kolkhis zamanla Kokis, Kokis’te zamanla Kok, Kok’ta yalnızca K olacaktır. Bir simge ama bu bizim K’nın yaşam çevreninde geçerli olacaktır, dünyada ayrı ayrı anlamlara gelen Oscar K, Franz K’da yaşamayı sürdürecektir. Diyeceğim köylüler bu öldürümü anmak için sonunda şu bizim K’nın öldüğü cinayet diyeceklerdir. Francisco Luzientes de Goya için yalnızca Goya, Yakup Kadri -eyvah ki soyadını şimdiden küresellik yasasına uyarlayıp yazmaktan caydım- o da zamanla soyadsız, bir zaman sonra da Y. Kadri olacak ve çok sonra da ne olacağını Eloah bilir! (Selahattin niçin Salo’dur, Sodom’u çağrıştırdığından mı, anlatılanları lütfen küçümsemeyin, argo kaba değil ortak dildir.) Kurduğumuz tümceler de böyledir: Sen oraya gittin mi?.. Ben oraya gittim, demeyiz, yalnızca gittim deriz, ya da bir baş işaretiyle geçiştirdiğimiz olur. Sözcüklerin kendi kendisini eritip küreselleşme yasasına uyduğuna pek çok örnek vardır. Doyurucu yanıt veremediğimi biliyorum ama sezgiyle bir şeyler anlatabileceğime inanıyorum. Zaman her şeyi süpürmekte, dahası yutmaktadır. Söz uçar yazı kalır derler, gerçekte böyle değildir, ‘Baki kalan bu kubbede hoş bir sadadır.’ Yazı sözün uçacağı korkusuyla başvurulan bir umar olup kuruntudur. Söz uçmaz, yazı uçar. Bütün bunları tam anlatamıyorum, neden mi, örneğin sanat sanat içindir, sanat halk içindir derler, sanat ‘anlayan’ içindir, anlamalıyız. Kserkses bir geçit töreninde, şahmaranlı ve zarafşanlı ordusuna bakıp ağlamaya başlamış, neden ağlıyorsun denildiğinde, ‘Bu güzelim askerlerle dolu görkemli ordudan yüz yıl sonra geriye bir şey kalmayacak ona ağlıyorum’ demiş, görüyorsunuz Kserkses’in sözü uçmamış, kalmış ama askerler ve Kserkses uçmuş, sözleri de yazıldığı için değil, söylendiği için kalmıştır bugüne, ‘Söyleyiş’ önemlidir yazım değil.
 Neyse, bir köpeğin tüyünde geçen zaman ve çocuk eti yiyen Sırp kedileri gibi ben gene cinayete döneyim: Cinayeti işlediğim gün çok garip şeyler oldu, bir ahlat ağacında çıngılayan çiftçi kuşu ve yakıcı güneşten başka ovada kimsecikler yoktu, gökyüzünde alışılmadık tuhaf bir kuantum gürültüsü, sanki üstüme doğru geliyordu, unutmadan söyleyeyim Platon, ‘Aşk güzele döldür’ demiş, ne erotik söz, ben de diyorum ki: Siz ne demişseniz ben de onu derim, onun için; ‘Ben de diyorum ki’ demek yalnızca bir abartmadır. İnsan zalimdir. Ve ayların en zalimi Nisan olmayıp Ağustos’dur. Çünkü alnında kartopu gibi lekesi olan katırın üstündeki köy cambazını, bir Ağustos sıcağında öldürdüm. İnsan zalimdir ve Dostoyevski bunu bilir, dahası kanıtlar, insan Dostoyevski’yi okumadan ölürse, bir zalim olarak ölür (Kydrara’yı görmeden ölende mahzun olarak ölürmüş). İşlediğim cinayeti, iki yıl sonra evlendiğim, sol yanağında akrep gözü gibi, minicik bir beni olan, ikinci karımın duyurumu sayesinde bütün köy ve şu anda dillendirdiğim için, artık sizler de öğrenmiş bulunuyorsunuz -bütün dünya bilse ne çıkar demeyin- dünya dedikoduyla döner! Yalnız şunu bilmenizi isterim ki, bu cinayeti sizlere anlatabilmem için ‘Ses tellerimin titreşmesi gerekir ama ses telleri, söylenmek istenen sözün kasçıl boyutlarını, tinsel tanjantıyla, anlaksal gerilimini, istenç dışı nedenlerle (Sağlık, o anki ölçülemeyle, ses oktavının istenilen frekansta olamayışı gibi) uygun ve istenilen ölçekte veremeyebilir. Bu durum, karşı durum ve iletişsel boşlukta istenilenin dışında bir etki yapabilir. Ve artık sözün tarihsel ve kişisel anlakta yer aldığı tinsel konumu değiştirmek olanağı olamayacağından ya da bu olanağın yeni olumsuzluklara yol açması söz konusu olabileceğinden, bütün insanların dinlerken hoşgörülü olması gerekir’.

 V
 Anlatmaya çalışacağım, bu oksijen düşmanını sabırla dinlerseniz, tin söndürmeye ilişkin ayrıntılı bilgilere ulaşacağız. Viking uzay aracı Mars’a indiğinde, silikon kökenli zürafalarla karşılaşmış, bu sayfaya uzun süre baktığınızda, sayfanın arasına gizlenmiş bir zürafa göreceksiniz, eğer görmüyorsanız hata siz de demektir, bu sayfada gizlenmiş bir zürafa var, siz görmüyorsunuz ama göreniniz var, hatta zürafanın su içtiğini söyleyeniniz de var, ama siz hiçbir şey göremiyorsunuz, yazık, ya düşlemleriniz çok kısır, ya gözleriniz -estağfurullah- kör, ya da bilinciniz zayıflamış, yazık, daha kötü şeyler söylemeye dilim varmıyor -zürafanın sayfanın içinden çıkıp sizi tepmesini mi bekliyorsunuz!- yazık, ne diyeyim… Anadolu faunasında zürafa yoktur, öyle mi! Bak sen, zürafa tepti, zürafa seni tepti, ama hâlâ konuşuyorsun!.. Ne var ki, evrende bizden başka kimse yok, çünkü bu soruyu da aynı ilgiyle karşılayacak mısınız bakalım: Evren de başka fareler de var mıdır?.. (Ayrıca bilinmeyen bir geçmişte, başka gezegenlerden gelen kedilere; insanlar gülünce, Harpagonlu kedi; hemcinslerimiz yalnız bu planet de gelişmemiştir, bu sorunu en kısa sürede çözeceğiz demiş ve gene ayrıca şimdiki insanlar da çok zaman önce birer kediymiş).
Neyse benzemese de, kavas dilinde böyle yakıştırmalar için, ‘Saksağan keklik gibi yürümek istemiş, derken kendi yürüyüşünü de unutmuş‘ derler, ben o öldürümü gerçekleştirdiğim de herhalde o ben değildim, öyle olsaydı bu ölümcül hatayı yapar mıydım, saksağan mıydım bilemem ama bir can alıcı nasıl oluyor belki anlamak istemişimdir. Sokrates’den, oğlunu kötü yola sürüklüyor diye bir tacir yakınmacı olmuş, beni de dediğim gibi yanağında akrep gözünden küçük, minicik beni olan ve cambazdan aparttığım servetimi paylaştığım, ikinci karım Z.H jurnal etmiştir. Ne tacire, ne de karıma kızmıyorum, o zamanda kızmamıştım ve artık ‘Çoktan ölmüş olduğum için’ şimdi hiç kızmıyorum, yüzyılların dünyasında Kserkses’in dediği gibi, cinayetle ilgili hiç kimse kalmadığına göre ve o yıllardan öte, dünyada yaşanmış hangi şeye kızılabilir ki, Pers kralı Behram, yabani eşek avında koşarken, bir çukura düşüp ölmüş; şimdi ben ağlayayım mı, diyelim yıllarca önce bir cinayet işledim, bir soluğu durdurdum; ne yapmamı istersiniz?.. ‘Tanrının kendisi bile olup bitmiş şeyleri olmamış kılamaz’ demiş Descartes, ben de diyorum ki, bu cinayet oldu artık, önleyemem, yaşam zaten çok garip, çok anlaşılmaz en basitinden, ne barışın geleceği var, ne açlığın biteceği, her şey çözümsüz, umutsuz…
 Bir haraya doldurulmuş atlar gibiyiz, kişnedikçe senfoni dinliyor sanıyoruz, tepindikçe çalışıyor, şaha kalktıkça ilerliyor, biniciyi attıkça özgürlüğü arıyor, otları yedikçe iyi beslendiğimizi, yattıkça düşündüğümüzü, kalktıkça yaşadığımızı, kuyruk salladıkça iletişimde bulunduğumuzu ve dahası gaita gördükçe sağlığımızın ve her şeyin yolunda gittiğini sanıyoruz. Bir atız biz…
 Şu işe bakın ki, iki kişi konuşurken bile altı kişi konuşuyor bu dünyada; 1- Konuşanın kendini görmek istediği ya da sandığı kişi (kişiliği). 2- Konuşanın karşısındakinin gördüğü ya da sandığı kişi (kişilik). 3- Bambaşka biri olarak asıl konuşan… Hangi sorunun çözümünden söz ediyorsunuz ki, sorunları konuşabiliyor muyuz sanıyorsunuz. Ben cinayeti işledikten sonra, hapishanede hiçbir şey yapmadım, hiç bir şey düşünmedim, bir keresinde bir köylü ziyaretime gelmişti, hiç ses etmeden saatlerce duruştuk. Ve gitti. Bir keresinde de bir şiir yazmaya yeltendim, bu konuda şu ölümlüyü üzmeden, o şiiri size okumak isterim, lütfen ‘15 Martlardan’ sakınarak dinleyin!..
‘Kapalı bir odadayım / boş, bomboş. / Bunu neye söylüyorum ki / Kapalı bir odadayım / Duvarlar… / Renk bile belli değil ki. / Kapalı bir oda / Karanlık olur / Duvarlar renkte vermez. / Kapalı bir oda / Karanlıkta olmaz ki / Kapalı bir oda / Aydınlığa açılmaz ki / Karanlık olsun / Bilsin karanlığı… / Kapalı bir odadayım / Boş, bomboş / Bir hiçim ben burada / Bunu neye söylüyorum ki / Kapalı bir oda / Hiçliği tanımaz ki…’
Bitti. Artık dinlemeseniz de olur. Sessiz ormanda, bahar dallarından yapılmış yatağından kalkan genç bir İyon askeri gibi, düşlerinde tavşanlara havlayan köpekler, Ruz sarmaşığı gibi kokan Medine gülü, adı ‘Kızıltoprak’ anlamına gelen Adem, Timnat’a koyun kırkmaya giden Yahuda, Tevrat’da sırf solak olduğu için askere alındığı söylenen ve savaşta ölen körpe delikanlılar, ‘Habent su fata libelli’ ‘Kitapların alın yazıları vardır’ diyen Aziz Saint ve yüzme bilmedikleri için (Ölüdeniz) Lut’da suya giren Celileli kadınlar ve uykusunda mırıldanan Tuşencel kuşu gibi, bu şiiri yazdığımda ağlamıştım ben… Yaşamımda şiir yazmaya kalkıştığıma ağlamıştım, yaşayıp da tüm ölenler gibi hiçlikten kendi kendime kurtulmuştum sanki ve hiçlikten kurtulduğum sanısı için, hapse girmeyi bekleyecektim elli yedi yıllık yaşamımda ne garip…

 VI
 (Erkekleri tutsak eden, yüreği tez nymphalardan biri, kutsal korulukta avını beklerken, domuz avı ayında, yolda topladıkları sebze ve meyvelerle geçinen iki hoplitle karşılaşmış, hoplitler gökte uçan Pegasus’a bakıyormuş, olan biteni Miletoslu yurttaşlardan Patrakloslar’ın üç kuşağı da gölgelik bir yerden izliyormuş, nasılsa Kharitler’den üç kişi gelmiş, pekte güzel bakıyorlarmış, olay Milattan Önce 1210, Güvercin ayı, Daphne gününün 21’inde geçesiymiş. Tam o sıra koruluğa, az sonra bir canavara dönüşecek ve çocuk Midas kılığında megaradan çıkmak üzere olan, kararsız bir kiklopda gelmiş, ne oldu, ne oluyor derken ve tüm bunlar çoban Paris’in mutlu günlerinde geçerken...)
 Bu da nerden çıktı! Sanki Zeus helikopterine atlayıp geldi!.. Neyse, neden öldürdüğüme gelince, belagat yapıyorum sanmayın; Kur’an’ın her sure başında şerrinden korunun dediği, insanın öteki yarısı benim diyen, her gece evlenmemiş kadınlara görünen, İsa çarmıhtayken ona yaklaşan, Musa kavmini yoldan çeviren, altın buzağıdan mabut olduran, kindarların maşuğu, Nemrut’u göklere çıkaran, zincirli esirlere kırbaç biçimine bürünen, O’nu cennetten kovduran, Hallac’ın ruhuna aşk (sevi), Aziz Augustin’e şüphe olarak beliren, le Sage’ın Topal Satan’ı, Voltaire’in kalemşörü, Karamazof’un dışında, Freud’un içinde, Führer’in gözünü döndüren, Lenin’i düşündüren, genç kızların koynunda, bir zamanlarda Direklerarası’nda görülen ve şu yakınlarda Aa ırmağını dolup taşıran; Şeytan’a uydum!..
 Cemşid’in taht üzerinde Niniv’e girerken yüzü öyle parlıyordu ki, halk güneşle onu özdeşleştirerek ‘O gün gökte iki güneş göründü’ demiştir. İşte (canım adam öldürmek istedi diyen katiller gibi) cinayeti işleyip derin bir soluk aldığımda, inanın benim yüzümde aynı Cemşid gibi parlıyordu. Asla yapamayacağım bir şeyi başarmış ve başkalarının övgüler düzülen nefretine kavuşmuştum. İnsan olmuştum!.. Alnında kartopu gibi lekesi olan, leopar gözlü katırın üzerinde; Ramses gibi gelen kasaba canbazını öldürdüm ben! Kaçıncı söyleyişim bilemiyorum, laf uzuyor, ama okumaktan yarar gelmez, boşluk hoştur, sizde okuyun!..
 Ben, cam(n)baz (m, n’nin ikizidir) beygirden bozma katırı üzerinde gelmeden önce, yalnızca başlarını kopararak bir iki böcek öldürmüştüm. Yıllar önce bir sabah değirmene giderken ‘söğütlü bir yolda’ bir gazete parçası bulmuştum, bazı böcekler başları olmadığı halde günlerce yaşayabiliyormuş, gazetenin arkasında da şu yazı vardı -ben buna çakışım diyemeyeceğim- Mısır reformisti Tahtawy 19. Yüzyılda Paris’e geldiğinde gördüğü, bir atın çektiği sulama arabasını (Bostan beygiri), insanoğlunun o güne dek bulduğu en büyük yaratı diye nitelendirmişti. Çünkü, Mısır’da su hâlâ kovalarla taşınıyordu. Tahtawy bu buluşu Mısır’a birisinin getirmesi için dua etmişti. La havle velâ kuvvete yarabbim!..
Bu yazıyı okuyun dedimse de, her okuduğunuza ‘Ahfeş’in Keçisi’ gibi başınızı sallamayın, Kleopatra aksesuar olarak boynuna doladığı yılanların, zehirli olup olmadığını anlamak için, köleleri kobay olarak kullanırmış, sözün özü Dante’nin dediği gibi, eğer yaşamak için dünyaya geldiyseniz, ‘İçeri adımlarınızı atarken sizler, umutlarınızı dışarıda bırakınız ki, düş kırıklığına uğramayasınız’. Ben cinayet işledim ama (Ne çok ben, ne çok enkaz) Nerval, gece uykusuz ve karanlık olacak dedikten sonra, sokaktaki havagazı fenerine kendini asmış, Atilla Josef trenin önüne atlamış, Camus, trafik kazasından, Eschlus, damdan kafasına düşen kaplumbağa yüzünden, T. Williams boğazına takılan lades kemiğinden, Puşkin düelloda, Lermontov karşı düelloda, Marlowe bıçaklanarak, Malamud, Stalincilerce, Gorki, Troçkistlerce, Lorca, falanjistlerce, İsodora boynuna dolanan eşarpla, Nedim asilerce, Nefi cellatlarca, Lincoln bilinmeyen insanlarca, Sabahattinali çam dalıyla, Montherland kurşunla, Nigâr Hanım pancurlu bir konakta, Kutlar, paltoda patlayan bombayla, Shelley denize açılarak, Furuğ özellikle seçilerek ölüp öldürülüyor dostlarım. Belki bir gün, kül kedisinin ayağına prensin camdan ayakkabılarını uyduracağız, belki hep ağlayacağız…
 Eski Yunanlılar evrende atı ve balığı buldular, bizler gezegenleri ve burçları bulduk. Bir gün yeryüzü ve gökyüzünün haritasının gerçekte her zaman arzularımızın ve korkularımızın haritası olduğunu anlayacağız.
Cüce balinalarla, kötülükler tanrısı Ehrimen düşürdü bu yola beni, gökte önüne çıkan aslanın ağzına, parmağındaki yüzüğü atan Abdülmuttalip soyu Muhammet gibi bir çıkar yol bulamadım, kesildikten sonra bir daha filiz vermeyen çamlar gibi geriye dönemedim, Gödel kanıtlaması gibi saplanıp kaldım.
 Bıyıklı Mehmet Paşa, Osmanlı sarayına Nur Ali’nin başı ile birlikte, alt yüz müridinin ağırlık olmasın diye kafalarından kesilmiş burunlarını gönderir, Timuçin’in cenaze törenine katılan iki bin kişi kılıçtan geçirilir, onları öldüren sekiz yüz askerde dönüş yolunda öldürülür ve Cengiz Han’ın mezarı bilinmez olur, işte bunlar gibi benimki de bir cinayet sonuçta; ‘Yılanın ağzından çıkan akrebin zehri ağır ve zalim’ Şimdi tanrı Marduk ve kral Sarpanitu’ya söylüyorum ki, valinin topografı Berberoğlu İmba, Elam’dan buraya geldi diyen rahibin, uzayda gezinen domates tohumları ve bıldırcın yumurtalarının ve aynaya bakan Makedonyalı İskender’in hali gibi, zamanın ağırlığını taşıyorum ve şaşkınım. Eğer tanrı insanlarla iletişim kurmak isterse Haydn’ı, kendisi müzik dinlemek isterse, insanların hiç sevmediği Boccherini’yi dinlerdi diyorlar ama benim işlediğim cinayetten sonra (Niçin sıkıldınız!) Kaşku (Ay Tanrısı) gökten düştü. Şimdi o Kilammar (tapınak) üstüne düştü ancak onu kimse görmedi. Şimdi tanrı (gök tanrısı) onun arkasından yağmur saldı ve ardından yağmur sağanakları gönderdi. Onu korku aldı, onu korku aldı. İnanın beni de!.. Japonların dilinde “Hibakuşa^ (Işınlananlar) diye anılan atom bombası kurbanlarının Hiroşima’da hâlâ iskeletlerinin çıkışı gibi, bu cinayette beni her zaman korkutmuştur. Korkulmayacak gibi değil ki, Hiroşima’da insanların gölgesi taşlara çıkmıştı.
 ‘Yukarıdaki bilgilerin ışığı altında her dişte tek bir foramen apikale bulunmadığı anlaşılır, ama hangi dişte kök ucunda kaç tane -foramina- küçük foramen apikale bulunduğunun önceden bilinmediği de anımsanmalıdır. Bununla birlikte yapılan araştırmalar sonunda kök ucunda birden çok foramen apikale içeren diş yüzdesinin yüksek olduğu bulunmuştur. Tek köklü dişlerin çoğunda var olan bir kanal tek bir foramen apikale ile sonlanır. Bazıları ise büyük bir foramen ve yanında bir veya daha çok foramina ile periapikal alana açılır bu foraminalar çoğu kez aynı genişliktedir’
 Bu tırnak içindeki yazı bilgisayar diziminde bir virüs olarak yazımıza karışmıştır!
 İnsanların cinayetlerden, uzaydaki kuyruklu yıldız barınakları gibi ürkmesi yerindedir. İnsanoğlu kör bile olsa, bugün sahip olduğu uygarlığın % 85’ini yine yaratabilecekmiş ama kör bir uygarlık, ne kadar sıkıcı olurdu değil mi… Kör olarak yine savaşır mıydık bilinmez ama Bosna-Sırp-Hırvat üçgeninde, Birleşmiş Kediler’in bir türlü ayıramadığı savaşta, Britanyalı bir turizm kuruluşu Londra’dan hareketle Hırvatistan’a ve Sırp Sındığı diyarlarına ölüm turları düzenliyor ve tur katılımcıları, dağ başlarından kentlerde dolaşan sivil hedeflere serbestçe ateş ederek öldürme arzularını doyurabiliyorlarmış. Öldürme arzusunun tadıldığı bir gezi, ne turistik bir gezidir, böyle bir dünya, ne turistik bir dünyadır, bundan gurur duymalıyız ya da başını hep sola yıkan -boynu bükük- İskender gibi, hep Vehep (peygamberin atasıdır) öne eğmeliyiz!..
 Us yoklağanlığı, sayrılığımızın adıdır, Suudi’de kılıçla başımız kesilir ve bütün bunlar Mişna’da yazılıdır, her şey “Yazı’dır”. Yazıların çevresi yaprak motifli ve gümüş zarafşanlıdır, ortasında altın varak kâğıt ve siyah mürekkep celi sülüs ile ‘Albekavn Allah’ yazılıdır ve ben de tam burada, bu başıboş kâğıtlarda inini örmüş mesihim!.. Maria Luisa Spazıanı’yim. Konuşabilen, asla çalışmayan, giz dolu, bir çeşit orangutan. Küçük köprüler ve küçük kayacıklarla doldurulmuş bahçelerde dinlenirken, dudaklarından, bahar dallarına ilişkin bir haiku dökülen… Oysa mis kokulu bir gül derlerdi Nara için... Ey yaşam…

 VII
 Bir katil olmaktan epey uzaklaşmış olduğumun farkındayım, -günah çıkartmama izin vermeyecek misiniz- şimdi anlatacaklarımla, iyi bir sungu çıkartacağımı ve ruhunda cinayete ortak olmak için can atan, kan çeken sizleri mutlu kılabileceğimi umuyorum. Mısır’da kadınlar ayakta işerler, erkekler çömelirlermiş evvelemirde, (çok uzattım evet ama Taptuk Emre, kırk yıl uzatmıştı). Ben İsabeyli’yim ama bunun İsa ile bir ilgisi yok, İsabey’den İsa’yı çıkarmak, Haç’tan Hac’ı çıkarmak gibi bir şey olur (daha ne olsun mu dediniz!). Cinayeti İsabey’in eteklerinde kurulduğu Çökilyas dağının -gün batısındadır- Baklan ovasıyla sarıştığı geniş düzlükte, Akkuyu derler yerde işledim. Baklan ovasının kuzeyi Beşparmak dağları, güneyi ufkun yitip gittiği bir düzlük, doğusu da ovaya ismini veren ama adı Baklan değil Bakılan dağları olan dağlara bakar. Bakılan dağları denilmesinin nedeni kutsal kitaplarda (Kutsal kitaplar varsa, kitapları neye yakarlar, anlamadım, insanları mı yakıyorlar dediniz!..) güzel çocuklar ve prensesler için bakılışı güzel denir ya, işte bu dağda -sanki resul sıvazlamış gibi- öyle bir uzanır ki, kuzeyden güneye (olmaz ki böyle de yatılmaz ki diyebilirsiniz!), artık anlayın işte öylece bakılışı güzel olup (tövbeler olsun demesi de bana düşsün) Bakılan dağları kalmıştır adı. Beşparmak dağlarının az berisinde, ‘Küçük Moskova’ Çal (Şimdi Petersburg, ‘eyy Leningrad’ gibi adı değişmiş olmalı!..), ufukta yitip giden güney düzlüğünde ise, kümbetleri yanan çöl şehri gibi Denizler bucağı (sakinleri ömürlerinde bir kez bile denizi görmeden öldükleri için bu ad verilmiş!), batı kesişme noktasında, bizim köy; Esebi (İsabey, adı üstünde kurucusu İsabey’dir) yine tam karşıda doğuda, Dedimköy (çok inatçı olup, sözlerinden dönmedikleri için) vardır. Akkuyu bütün bu yerleklerin ortasındadır. Bahar tanrıçası Mayıs’ın yurdudur Baklan ovası…
 Yineliyorum Kuzeydeki Çal, resim sanatçısı İbrahim Çallı’nın da yurdudur aynı zamanda, Kolkhisli Zafiros’un anayurdu İsabey yani Esebi’nin hiç Abraham’ı olmamıştır, bir defasında -tanığım- İnce Memed’e vurulan bir Ahmat Voyvoda vardı, mehtaplı bir gece dibek başında, kayaların üzerinde (iki de bir Sartre diyerek) Allah’ın varlığını yokluğunu tartışıyorduk, ay karanlıkta bana, yakın gelecekteki -cinaiye!- dönerek dedi ki; Öyle bir roman yazacağım ki Ümmet!.. (Ümmet kırk adımdan biridir) Bu sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar, geçmişimiz her zaman karanlık ve A. Voyvoda gibi (acaba Eflâk voyvodasına mı dayanıyordu soyu) bu tür anlayamayacağımız enlemlerde, karşı yaşamlarda tükenmiş gölge yazarlarla doludur. Ahmat, bir gece yarısı ovada nohut ütüp, bostan çalmaktan dönerken, susa yolunun uzaysıl akısında, boşluktan gelir gibi bana, tüm evren sanatsal bir çabadır diyerek, Annabel Lee’yi okuduğunda ona olan çocukça hayranlığım daha da artmıştı. Tüm yazarlar, gölgesi Mare Nostrum’da yiten İkarus gibi, bu bahtsız ütobistlerin gölgesini taşırlar, her görkemli yazın erinin gizemli bir coşku ve doyumsuz bir ürküyle taşıdığı bir gölgesi vardır. O yitik ruh, o iki cihan gölge, o oturan boğa, işte o adsız kahramanın ta kendisidir ve onun görünmeyen gizençli ruhunu taşır, tüm dünya böyledir, ama gölge belki erkenden ölmüş, belki Kore savaşından sonra dağlara vurmuş veya elifini (yarini) kaçırmaktan mahpusa girmiş, hasılı yutup yitmiş, bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünyaya ‘sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa’ göçüp gitmiştir. Yineliyorum gerçek Dostoyevski, Budala’nın yazarı değildir, Dostoyevski yalnızca kaleme almıştır, toplum içinde bunu bilenler ‘Söyleyene değil, söyletene bak’ diye kimselerin üstünde durmadığı bir imada bulunurlar. İşte bu odur. Bu açıdan bakınca, yüzlerce, hatta binlerce Shakespeare vardır, gerçek Shakespeare kimdir, niçin gizlenmiş ya da niçin bilinmez, agnostik bir dünyayı seçmiştir. Çok eski dergilerde Reader’s Digest’lerde bu tür öyküler vardır. Ve yine onlar katlanamadıkları bir dünyadan ötürü ve çok daha göksel oldukları için, biz ölümlülerce hain, yüzsüz, sahtekâr, satılmış gibi düzmece yakıştırmalarla anılırlar, oysa kahraman olarak tanınan bizler; ben, sen, o, hayran olduğumuz gölgelerin katlanılır düzeye indirgenmiş, uyumsuzluktan arınmış maskelerini takarak, kendi aramızda ve asıl sahtekârlarla birlik, sağa sola afra tafra yaparız. Karşı koyar görünmenin tatlı işbirliğini yaşarız, onlarda bize alkış tutarlar, paye verirler, gölgeleri çiğneyip yutarak yükseldiğimiz sahnede her şey tamamdır. Olanaksızın, sonsuzun, tanrısal erdemin asıl savunucusu hemen ezilmiş, onun yerine, kafeini alınmış, bin bir kocadan arta kalmış yamalı bohça çıkmıştır ortaya ve kervan gene yürümüştür. Oysa asıl kahraman (keşke kahramanlara gereksinimimiz olmasaydı) gölgedir. Bu her şey de böyledir. Örneğin, ayda yürüyen ilk astronot, ilk gökmen, Neil Armstrong’mu dur, gerçek Armstrong ayda yürürken annesinin verdiği muskaya sarılan kişi olabilir mi, asıl Armstrong yarattığımız bu uygarlık biçimine, ortaya konulan kurallar dizisine, kişi-toplum, toplum-kişi ilişkisine daha fazla dayanamayıp, ya çoktan ölmüştür, ya da gökparlara değmek isteyen başı sürüm sürüm sürünmüştür. Bu tür olayların gizlerini hepiniz bilirsiniz. Siz Armstrong’un aydaki ayak izini, ayak boyu betiklerde taçlandırırken, onun boyun omurunda muska taşıyan prototipine katlanabilirsiniz, aksi halde yaşam biçimlerimiz, yasalarımız onları en ağır biçimde cezalandırır ve diri diri otopsi yapılırdı!.. Ve sahte Armstrong yiten gölgesinin kalp ruhunu taşıyarak sizleri oyalamaktadır artık. Gerçek Einstein’de matematikten iğrenme ironisine tutulan ve sizi E= m.c2 ye hapsedip sınırlayan Einstein’ midir. Gerçek Einstein E= m.c2 nin çok ötesindeydi, siz onu gaddarca ezip, şiddetle yok ettiniz, ölmeden öldürdünüz. E= m.c2 şu anda size en uygun ve konumunuzu en iyi açımlayan formül olduğu için, ölenin yerine onu sürdünüz, daha ötesi saçmadır, yok edilmelidir. Gün gelecek E= m.c2 nin ötesine geçme zorunluluğu doğacak ama yine gölgeyi öldürerek ve bu böyle sürüp gidecek, eğer siz Tanrı’nın size gölge olduğunu -kabul etseniz- şüphe yok ki onu da öldürürsünüz. Heron, yüzyıllar önce buharlı makineyi bulduğunda, köle kullanmak daha ehven geldiği için onu yok sayan, dışlayan sizlersiniz. Hazerfen’i boğan, Mansur’un pankreasını koparan, Archimedes’i formülü başında parçalayan gene sizlersiniz. Gölgelerin gölgesine bile katlanamazsınız siz.

 VIII
 Neyse, güneş tepemde Likya kursu gibi parıldarken, ovada sihirli bir yalım gibi kayışan sıcak gözümü alıyor, gün ortasında düş görüyor gibi oluyordum. Ahlata bağladığım kara eşek, beni gözetleyen sanal bir canavara dönüşüyor, kalçalarındaki gamzeyi, kandili atıp lambayı yakmaya başladığım gecenin arifesinde fark ettiğim yaşlı karım, başakların arasında sanki görünmez bir heyula ile oynaşıyordu. Ben de gelip geçen hezeyanlarla yanağında akrep gözü gibi minicik beni olan, gencecik bir kadınla gerdeğe girdiğimi düşlüyordum.
 Başakları deste yapıp, harmana yığdığımın üçüncü günü, ovada yalnızdım, ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’ derler ama; sanki bir tanrısal konuk gelse de konuşsak diyordum (Biraz deliceyimdir; Tanrı edebi bir şakadır, Bağdat halifesi, çocuk hayvanlar, Armana’da hançer sesini, müzik sesi diye çalan Kemalettin Kamyar, kenef süpürgesi ne işe yarar, Mavi Moğollar, sms’yle gelen sinyalin patlamasıyla öldürülen insanlar. Gökte uçan şu kartal; bir ışığın kendini gezmesidir, düşman askerine kanını eliyle yüzüne sürerek; sarardığını göstermek istemeyen, Tebrizli bir cengâver gibi konular!..), tanrı isteğimi hoş görmüş olsa gerek, Güneyhaçı yönünden, alnında kartopu gibi beyaz lekesi olan bir katır ve üzerinde çerçiciye benzer garip bir adam belirdi. Her isteğin aniden gerçekleşmesinde beliren sinsi kayıtsızlıkla, istifimi hiç bozmadım, hedonist bir duyguyla değişen ruhumu izliyordum. Beklenen gün gelmişti, daha önce de söylediğim gibi köyde Kokis Cafer 33 yerinden bıçaklanarak ilk cinayet işlenmişti. Mutluluk Veren Bilgi’ye önem veren Kokis Cafer bildiğim kadarıyla aşka da inanırdı. Onun için sevda öykülerine yakışır biçim de ölüp gitmiştir. Marquez ‘Asıl namus aşktır’ derdi… Yaşamda tutkularını tüm çıplaklığıyla dışa vuran Cafer bunu pahalıya ödedi ve binlerce yıldır kör baykuş belleğiyle egemen olan kuralların değişmezliğinde yediği boyundurukla, dilim dilim edilmiş yüreği ve kumlarda yılanlar gibi gezen barsağıyla, sonuçta; erkenden Kıran Ardı mezarlığında çürüyüp gitmiştir (Ne bilsin günün birinde aşk, tinsel kavramların çarpıncıyla, insan bedeninde görülen s(t)anrısal duyunguların oluşturduğu bağlaşıklıktan başka bir şey sayılmayacak).
-Köye kol saatini getiren (ayrıntılara indirgenmiş zaman kavramı mı diyelim) ilk insan olduğu için, kol saatiyle birlikte gömdüler onu-. Unutmadan söyleyeyim, güneşin Bakılan dağından doğarak, Çökilyas’tan battığını sanan ve dünyayı böylece sınırlayan, bu gerçekle yetinen, güneşin evrendeki kimi güneşlerin, yüz elli milyonda biri olduğunu bilmek istemeyen, yeryüzü gibi her sabah Venüs’ün önünden de geçtiğini görmek istemeyen, 1 ışık yılının bin de biri dünyamıza yaklaşsa, güneşin içinde eriyeceğimizi anlamak istemeyen, kimi köylüler için bu olayın, hiçbir önemi yoktu. Şu anda bu bilgilerimizin de öneminin olmayışı gibi. Kısacası Kokis Cafer bir gölgeydi, kim bilir dünyanın başka bir köşesinde dünyaya gelse, nasıl bir yazgısı olacaktı.
 Bu arada katırla (üzerinden zaman geçti, belki de beygirdi, köy hayvanları o kadar sıskaydı ki, hepsi birbirine benzer ama kırk katır mı, kırk satır mı girmiş benim düşüme, ben iflah olmam!)  gelen adam indi ve (Akkuyu serensiz olup kör bir kuyudur, bıktırıcı parantez ve bipolar bir anlatı) kuyuya eğilerek ‘Mefâilün bir gülüşle!’ -Su yok mu?- dedi. Birden Kieslowski’nin Dekalog’undan ‘Öldürmeyeceksin’ i izleyen yurtsuz bir Yahudi gibi (Ben size zamansız bir boyuttan sesleniyorum) içimi bir öç ve öldürme arzusu kapladı, parası için değildi bu arzu, can çekişen birini görme arzusuydu, yalvara yakara, bağıra çağıra, estek köstek kof bir yığına dönüşmeli, orakla parçalara ayırmalıydım onu… Öyle yaptım.
Düşüncümü sezer sezmez, zaman tünelinde şimdi anımsayamadığım ve çok daha uzunca olduğunu sandığım bir tümce çıktı ağzından; ‘Beni öldürüyorsun ama bu kızılcıklar bir gün dile gelip söyler!..’ Umarsız insan olur mu, maktul da olsa, hafif rüzgârda, kuyunun yanında hışırdayan kızılcık otlarına bel bağlamıştı zavallı!.. Yazık, bu talihsiz müminin ölüme boyun eğişi ve direnmeden cansızlığa geçişi, anımsadıkça ürkütüp korkutmuştur beni. Adam öldü ama, bana tuhaf bir korku bıraktı. Belirteyim ki onu öldürdüğüm için; parasını almak zorunda kaldım, asıl almasaydım, parası için öldürdüğümü kabul edecektim çünkü!.. Onun için aldım, (bunu tam açıklayamam), para 6.700 liraydı, 1964 yılı için bir servet (Tonguzlu’dan bin metre kare arsa alır!) ama güneşin iki dağın arasında battığı bir kasaba için kağıt parçaları sayılırdı. Olaydan sonra katırı boş ovaya saldım ve tüm pılı pırtısıyla cambazı kör kuyuya attım… Dünyanın tüm acılarını kucaklarcasına kolları açıldı! Hiç heyecanlanmadım, insan öldüren biri olarak söylüyorum, ölüm kalanı korkutur, cinayet duyanı ürkütür (Ha! yıllar sonra anlamını bugün bile çözemediğim bir rüya gördüm, adamı gene aynı yerde öldürdüm, ölür ölmez yüzü porsuk gibi buruştu, şaşırdım ve de kuyuya atayım derken, onun suyla dolduğunu ve yüzeyini dolunayın kapladığını gördüm, başını çarpar çarpmaz adam sanki aya büründü ve ikisi de büyük bir gürültüyle parçalanarak bir anda; yok olup gittiler. Ortalık kendimi bile göremediğim bir karanlığa gömüldü, o gün nasıl uyandım hâlâ bilemiyorum)
...
 Bir süre sonra çökmüş karım, paranın padişahlığının, iç dünyamı parçalamasından doğan oluntulara dayanamayarak öldü (bu dünyamızda cinayet sayılmıyor!) ve akrep gözü gibi minicik beni olan, genç bir kadınla evlendim. Kehanetim gerçek oldu. Samanlığa sakladığım parayı yıllarca bitiremedim, bir katilden çok, sakin ama becerikli bir insan gibi yaşıyordum (azda olsa şaybıllık yapıp sağa sola sataştığımda oldu), yıllar böylece geçiyordu… Ta ki bir gün kör kuyunun yanında, esen yelle uğuldayan bir tutam kızılcık otuna gülümseyene ve akrep benlimin neden gülümsedin diye sormasına dek!.. Düşünün ki, on dört yıl geçmiş aradan -bu düşünceyle- olanları bir güzel anlattım, akrep gözünden küçük, minicik beni olan Zühre Hanım’a (Hanım’da Zühre’de adıydı, iki adı vardı) ve sonuçta kızılcık otları böylece dile gelmiş ve genç karım hiç ummadığım biçimde, beni yakalatmış oldu, önce muhtara söylemiş, oda Çal jandarmasına…
 Toplam on dört yıl hapis yattım, kısasa kısas gibi, şunu öğrendim hapiste; hapis bir yaşam biçimi, giren bir daha çıkamıyor, çeşitli aralıklarla (siz alışkanlıkla deyin) hep içeri girdim. Şunu da öğrendim, ben bir gölgeydim, bir suç işlense faili hep ben oluyordum, faili olmayan suçların biricik faili bendim. Suç yaratıcısıydım. Şimdi anımsadım, hapiste iki şeyi daha unutmadım, iki kitaptı bu, birincisi katil olduğu halde, can alıcı duyarlıkta, bir kitap yazarak, suçsuzluğunu haykıran Caryl Chessman’ın bir gün doğuşunda elektrikli sandalyede can verişi, ikincisi çaşıtlıkla suçlanan, Filip Nolan’ın ülkesi Amerika’ya girmesi yasaklandığı için, kalan ömrünü okyanustan, ışıklı sahillere baka baka tüketip gitmesidir…
 Hapiste, Caryl Chessman ve Filip Nolan’ı okumamı kültür yayılmacılığıyla ilişkilendiren bir mahkum vardı, bana kızardı, bir gün ‘Ne okuyayım?’ dedim, ‘Gerekirse hiç okuma!..’ dedi. Sonuç olarak, bir katil bu kadar lafı nasıl bir araya getiriyor diye düşünenleriniz varsa, Aziz Augustin gibi ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum’ demeyeceğim, gevezelikle Villon ya da Balıkçı’da demeyeceğim, yanıtım hazır: Siz katilleri ne sanıyorsunuz! Ama içinizde burun kıvıranlarınız da vardır belki, onlara yanıtım çok başka: Hangimiz, katil değiliz ki!..

 IX
 Öldürümden bir gün önce gökte Mirfak yıldızına bakıyorduk, onun Mirfak olduğunu din adamı söyledi, Dibekbaşı’ndaki bu diyalekte (söyleşiye) göre peygamberimiz (adı cümle fürumuza ad olsun) Burak’la göğe çıktığında her bir yıldızda mola verirmiş, ama her bir yıldızda su yokmuş, atı ve kendisi susadıkta, ancak Mirfak’ta bulmuşlar suyu, kayanın yarığından ışık kaması gibi çıkarmış su, dokunur dokunmaz da susuzluk diye bir şey kalmaz, insanın susuzluğu gidermiş, Mirfak’ta dokunur dokunmaz iyileten demekmiş zaten, Mirfak’ın anlamını, ne kiler diplerinde, ne avuç içi betiklerde, ne de ecnebi (gâvur malı) ansiklopedilerde aramayın, anlam içimizdedir, ama bunu çok az kişi bilir, nasıl ‘Ol’ dedi ve ‘Oldu’ ise, bu da böyle ve işte artık, siz de onlardan birisiniz. Diyesim, nasıl anlam içimizdeyse, evrende soyuttur. Yaşadığımız kürenin adı dünyadır, ama bunu kabul etmek istemiyor ve bilgi olmaktan çıkarıyorsanız, o gökdenizde yüzen amfibik (öylesi) bir çakıl taşıdır; o kimi zaman düz, kimi zaman elips, kimi zaman silindirik, kimi zaman amorfik özellikler taşır ve sonunda bir küp ya da bir hiç olacaktır. Milattan sonra bugün, ona yuvarlak deseniz de, yarın bu değişecektir. İnançta bir bilgidir. Bilgi-bilim; inancı, gerilgin-durağan olmakla, inanç; bilgi-bilimi, değişken-salıngan olmakla suçlar. Doğru olan, hangisidir, doğru yoktur, olmayacaktır da, zamanda ve uzamda çatışan başıllar ve sonullar -taraflar- vardır. Nasıl evren ‘korku ve düşlerimizin haritasıysa’ inanç yetersizlik ve zayıflığımızın, bilimde düş ve meraklarımızın sığınağıdır. İnanç geçmişin, bilim geleceğin korkusunu taşır / yaşatır. Yakın bir gelecekte bilgisayarlar, gerçekten bilgileri sayıp tarayacak ve düşünce yerini mekanik tararlara bırakacaktır. Bu metalik tasarlar, sizin yerinize düşünecek, sizin yerinize düşleyecek, sizin yerinize geçmiş ve geleceğin korkusunu yaşayıp yaşatacaklar ve artık onlar insan sizlerde bilgisayar olacaksınız. Makineler sizlerin yerine, sizlerde makinelerin yerine geçeceksiniz. Ve barışın önünde, ne politika kalacak, ne bölük pörçük gezegen, ne açlık ne uzay savaşları… Siz makinelerin yerine geçen insanlarla ilgili bir şey duydunuz mu hiç, doğallıkla insanların yerine geçen makineler içinde bir şey duyamayacaksınız!.. Görmeyen, düşünmeyen, konuşmayan bir dünya… Sessiz top! Ne mutlu, ölmeye de gerek yok. ‘Olası en iyi dünyada yaşıyoruz’ demiş bir İngiliz tatar süvari… Adını unuttum, L ile başlıyordu; Laplace, Lavosier, Larbaut, La fayette, La boheme, Labrador, Lermontov, Lemiatlı, Lamartine, Lahey, Locke, Laudrup, Leyland, La mancha, Latife, La planche, Lazkiye, Lacoste, Lahor, Lapseki bunlarda değilse ki değil, birini seçin, zaten O’nun söylediğini de Helenist bir bilge çok önce söylemişti (Baba Mukaddem’e göre insan, ölü sözlerinden geviş getiren bir hayvandı.), onun ağzından -her şey gibi- bu sözü de yinelemiş olduk. Şimdi bu sözlerimiz için, şu an söyleyeceğim söz gibi: Bu bir yalan diyeceğim. Peki İngiliz L’mi doğru söylüyor, Ulysses Faith’mi (ikisi de İngiliz oldu şimdi) Mr. L doğru söylüyorsa, Bay U.F’nin ‘Olası en iyi evrende yaşıyoruz, hayır bu bir yalan’ deyişi; yalan olduğu için, ‘olası en iyi evrende yaşıyoruz’ sözünü doğrulayacağından, İngiliz’in sözü Faith’in sözüyle çakışıyor ve artık onun yerini alabilir demektir. Çünkü çakışıyordur. Eğer Faith doğru söylüyorsa, İngiliz yalan söylediği için ‘olası en iyi evrende yaşıyoruz, hayır yalan’ sözünü doğrulayacağından, kendisi bir -yalan- olarak Faith’in sözünü doğrulayacak ve artık onun yerine koymamızda bir sakınca kalmayacaktır. Olası en iyi (dünyada) evrende yaşıyoruz sözü yalansa, olası en iyi dünya da yaşamıyoruz anlamı çıkmaz mı bundan. Burada ‘Olası en iyi dünyada yaşıyoruz’ sözü bir yalan olarak ötekini doğrulamakta ve onun yerine geçmektedir. Yalan veya doğru hangisini baz alırsak alalım durum değişmeyecektir. Birbirinin sürekli yerine geçen yanlışlar ve doğrular. Gerçek ve yalan. Sonsuza dek oyunu sürdürebilirsiniz. Çünkü yanlış ve doğru diye bir şey yok, kodlama var ve bu kodlama doğrultusunda düşünüp çıkarımlarda bulunuyoruz; hem de kolayca, düşünüyor gibi yaparak, çıkarımlarda bulunduğumuzu varsayarak ve bütün bunların da yarın yalan olabileceğini bilerek ve bütün bunların doğru olduğuna inanarak… Peki, gerçek nedir; o roman adı diyorsunuz ‘Gerçek hiçbir yerde’ ya da ‘Ya vududu, ya vedudu, ya zel-Arşil-Mecidi, ya mübdiü, ya faalen, lema turidu, Eselüke bi izzikel-lezi la yüramü ve bi milkikel-lezi la yezülü ve (be) nurikel-lezi mele’e erkane Arşike ve bi kudretikel-leti kadderte biha ala halkiken tekfiyeni şerrez-zalimine ecmain.’ Veya ’Hastalığın ilacı, kurdun baldırında bulunan bir cevizdir, bunun üzerine aslan kurdun baldırını pençeler. Tilki oradan çıkıp gider, bir süre sonra kurt, baldırından kanlar aka aka tilkinin yanına gelir. Tilki ona şöyle der: ‘Ey kırmızı ayaklı’ gerisini söylemez.
 Sonuçta doğru ve yanlış sürekli birbirinin yerine geçebilen kavramlar, güvenilir değil, küçük bir dokunmayla yer değiştirebiliyorlar. Olası en iyi dünyada mı (evrende mi) yaşıyoruz… Bunun doğru ya da yanlış olduğuna bakmaksızın üzerinde düşünemez miyiz. ‘Olası en iyi dünyada mı yaşıyoruz?..’ Son bir şey L, Leibniz’miş (Leibzigli bir Cermen’miş!), şimdi telefonda söylediler, telefonda iletilen şeylerin ne derece gerçek olabileceğinin üzerine bir araştırma yapılmalı…
Artık hiçbir araştırmaya gerek yok, ışınla beyninize istenilen bilgileri d(r)epolayıp, istenen biçimde hareket eden varlıklar olacaksınız, böyle bir safhada var gelecekte, cerrahları bile robotlar ameliyat edecek, giderek özgürlüklerin olmadığı zamanlara doğru gidiyoruz, atom çağı son özgür çağ… Şu an yarı otomatiğe, bir süre sonrada tam otomatiğe ulaştığımız an, hiçbir şey kalmayacak. Otların, çiçeklerin, nesnelerin plastik-spastik dünyasında; silikon bir çağ olacak bu!.. Bunun için çalınan rondoları, son kez dinleyin ve son kez ağlayın, ileride ne müzik var ne de ağlamak… Bu yazıyı benden alıp götüren, dizip basan, görüp okuyana da bin saygı, çünkü yazı da olmayacak.
 Şimdi klasik çağın son insanları olarak, bütün bunlardan ötürü, beni de bağışlayın, çünkü bu çağlarda: Hep Öldürdünüz ve Hep Bağışladınız!..


YOL
‘Uzay zamanda geçmişi özlüyoruz / Mars dudaklı Apollinius’la Venüs’ten bir Ciğerhun geldi / Gelenekler yaratarak geleneğe karşı çıkıyorsunuz diyor. / Gerçek imge saltık çağrışımlar yaratır / Kierkegaard ıstırabı, Erebos cehennemi, Aldair’in atı / Beserabya’dan elmas tacıyla / Süzülüyor bir kaya kartalı / Adenli’nin tiradı. / Her ölümüzle küçük bir evren modeli de yok olup gidiyor / Homotik yüzüyle Merih Sultanlığı’ndan bir hüdainabit / Uzay tüccarı öldürüleceğini anlayınca / Allah diye çığlık atıyor. / Metaforun yüksek Cebir’i / Kaç bekerel gül kokusu istiyorsun Parcifal / Pigment molekülleri, gliyal hücreler, ekvatoryel bakışlar / Enceladus’a gidiyorsun Safina’m / Sodyum buharıyla yıkanacaksın / Sarı ıssızlık, şeftali çiçekleri, arılar / Ve işte orada Lugones’in kitabını okuyorlar / Pitjantjatjara, kırlangıç sokağı, dolunay, / Yitirilen anlamlar / Çınlayan arı kuşu, yapraklar, kır perileri / He kissed away her tears / Pers hükümdarlığından bir çocuk, su satıcıları / O dişil mavi tenin, çarpmayan elektrik, kristal aynalar… / Gözlerim kanı yeşil olarak görüyor. / Petronas kulesi, kadril dansı, Babilonya’m / …İnsanı bir pıhtıdan yarattı / İşaretleri buldu, bölenleri böldü / Kanıtladı kendini kendisiyle / O kanatsız, mekatronik tanrılar’

 (I)
 (Chryosoceras 'Altınboynuz' ya da Ceras 'Boynuz'dan, bedevilerin ‘çöl gemisi’ dediği develer üzerinde ‘Hacı Kalfa’ Kâtip Çelebi'yle yola düzüldük. Geceler indiğinde, hurmaların altında gölgeleri örtünüyorduk. Bir 30 Şubat günü, Hindistan kıyılarına yaklaştık ama yitip gitmemek için içeriye varmadık, “Hindistan dünyanın kendisinden daha büyüktür” diye bir söz vardır.)
 Konstantinapolis’den yola çıkar çıkmaz İnek Geçidi’ni aşarken yoldaşlardan biri boğazın karanlık sularına gömüldü. Kızgınlıkla, -Perslerin Hellespont’da yaptığı gibi- kürekle denizi kırbaçlayarak: Acı su bunu hak ettin! diye bağırdık. Karaya çıkınca da genç yaşta ölen balerin Pavlova’nın küllerine dualar okuyup, Kalkhedon’daki ölüler toprağını geride bırakarak, yüz bin sesters ya da iki bin çuval baharatla geri dönmek üzere, Karahıtaylara ve öteki komşulara, mal ve işlenmiş mücevher satmak için yollara düştük. Aramızda Sümerik gözlü kızlar, Urartik delikanlılar, Hitityen güçte hamallar, Karya kartalı gibi çocuklarla, Asuryen yaşlılar da vardı. Develer üzerinde salınarak gidiyorduk, dünyanın her yerinde, her kervanın, her kafilenin başında olduğu gibi reisler, cellat bakışlı, sözden anlamaz, kaba saba biri olur ya, bizimde reisimiz Azudi, Şurripak kentine yaklaştığımızda ağzından salyalar akıtarak, sağır edici bir narayla ‘Mola veriyoruz!’ diye bağırdı. Buyrukla, hepimiz eceli gelmiş sayrı, dişleri sökülmüş kaplan gibi atlarımızın, develerimizin gemlerine asılıp, kurak dolambacın bitimine, dağın eteğine, serap görmüş bir bedevi gibi yayıldık. Geçmişten beri şaşaalı Şurripak ovanın ucunda, cihanın güneşi gibi parlıyor, gören gözlere şan olurcasına surları ve kuleleriyle gölgelerde devinerek, yaşamında böyle yurtluk görmemiş biz meczupları şaşırtıyordu. Molada, bitkin düşmüş üç kısrağımızı zayiat verdik. Lekeli hummadan altı kişi sayıklayarak öldü. Deve üzerine kurduğu hamakla yolculuk yapan, keyif ehli Vartanyan adlı tüccarın Porsuk çayının üzerinde, taş köprüden düşüp öldüğünü kervan muhafızlarından biri haber verdi, eroğlunun dediğine göre, ölüsü tam yirmi fersah ileride bulunmuştu.
 Aramızda pek tatlı dilli biri, ilk kavgayı çıkararak ‘En hızlı ekşiyenlerdir en tatlı kokanlar, yabani otlardan kötü kokar çürüyen leylaklar’’ sözünü doğruladı. Ölenlere uzun, yaslı bir türküyle ağlayan hısımlarının sesine, bizde eşlik ederek, ortalığı uğuldattık. Yolun başındaki bu uğursuzluktan, umarsızlığa kapılarak gökteki yıldızlara bel bağlayanlar türedi aramızda. Ölüm korkusu us bozuyordu. Akan gök cisimleri, yıldız adları, Zosma ya da Mintaka demeyi, Anitak, Zaurak zıtlığı, Mirzam nedir bilmeyi, Menkar saymayı onlar sayesinde öğrendik. Araplardan biri çıplak gözle öyle bir yıldız buldu ki yad olsun diye adını yıldıza verdik: El Nath! Tanrı yeteneği bölüştürür ama manivelayı (kaldıracı) bağışlamaz. El Nath, bu yıldızın gökte belirme anını ve huyunu çözme becerisini herkesten iyi biliyordu (Tam bu sırada kervanımıza Cezayir dayısının gönderdiği altı kişi daha katıldı). Gecelerden birindeyse, Nusakan ve Nekkar adlı iki Yahudi yine gökte parlak bir yıldızın çift (ardışık) yıldız olduğunu kanıtlayıp bilmişti. Yola yine düştük de, Kuma dilini bilen beş yaşında bir çocukla kayalık ve dağlık Hungar ilinden sağ salim geçtik ki biz sakallılar, kibirli olmanın ne menem bir saçmalık olduğunu anlayıp tüysüz bir sabiye canımızı emanet ederek, dünyada boş yere böbürleniyor olmanın aczini yaşadık. Ona, Çin tarçını, zencefil ve kişniş tohumu vermeyi vaat ederek sevindirdik. Kaşgar’a yaklaşırken iki kola ayrıldık, çünkü bir saldırı sırasında zayiatı azaltmak ve kervanı ikiye bölerek dikkatleri dağıtmaktı amacımız.
 Ne var ki birbirimizden kartal gözü kadar bir uzaklıkla ayrılıyorduk ki, birbirimizi göremiyor, duyamıyorduk ama, develerin kokusu rüzgarın yönüne göre arkadaki ya da öndeki kafileye, ‘güvencedeyiz’ haberini getiriyordu. Tanrı dağları ve Terek geçidi gözümüzü korkutuyordu. İzleyebileceğimiz iki yol vardı, kuzeyden Fergana, Taşkent, Semerkant yolu, diğeriyse Pamir dağlarından, Taşkurgan’ın güneyinden gizil Afganistan’a, Belh’e varan yoldu. 3. Bir yol ise Kaşgar’dan ayrılıp Taşkurgan’ı geçer, Karakurum’dan Hindistan’a ulaşır, Hitay ve Asur uygarlığının izinden de geriye dönüleniydi. Plinius tarihinde bu yolların o zamanlarda da işlediğinden söz edilir ama Basra ve Sur ülkesinden hiç söz açılmazdı. Bu yolların eşsiz kentleri Tebriz ve Semerkant’tı. Bu iki kenti nurlandıran Turagay'ın oğlu 1405’lerde öldü ve Semerkant ne yazık ki hayalet bir kente dönüştü, ta Memluklar’a (Kölemenler) kadar.
 Bütün bu yollar, İsevi Kolomb’la başlayıp, Barthelmy Diaz ve Macellan’ın yeni yollar ve denizleri keşfiyle, yerlerini su yollarına bıraktı. 'Balina Çizgisi' (rota-güzergâh) piyasaya çıkınca, ipek yolu öldü, baharat kokusu dağıldı. Zaman zaman yinede kullanıyorduk. Bu arada hecin denilen Afrika develerini bıraktık, daha ağır, çift hörgüçlü (Asya develeri) kullanır olduk. Yazları sahra geçilirken; gece yolculuk yapılırdı, geceleyin ortaya çıkan korkunç çöl cinleri söylentisine karşın, çöl yeli fısıltılarla kulaklarımızı okşardı ki, korkusu dağılmış, bin deveden oluşan kervanlardık. Bazen yolculuk kış aylarını da kapsar, dondurucu ayazda, fırtına girdaplaşarak, heyulalar yaratır ve kar körlüğü başımıza büyük bela olurdu, tam bu sıra, kervanları koruyan silahlı muhafızların bizzat kervanları soydukları dahi görülürdü. Kum fırtınaları kervanın durmasına yol açar, insanların ve hayvanların boğulmalarına veya tümüyle toprak altında kalmalarına neden olurdu. Taklamakan girenin çıkamadığı mekân (alan) demekti. Turfan, Kuça ve Kaşgar’a uğranır, Merv’den batıya doğru Partların başkenti Hecatompylos’a ulaşılırdı. Tanrı dağlarından dönüşte Terek geçidini kullanarak, Buhara’ya, Hazar’a gelinirdi. Arap tüccarlar baharatın kaynağını gizler, Çin tarçınının kanatlı hayvanlarca korunan, zehirli yılanlarla dolu vadilerde, sığ göllerde yetiştiğini söyler ama koca Plinius, bu tümcenin daima fiyat artırmak için uydurulup, bilerek süslenip püslendiğini belirtmeden geçemezdi.


 (II)
 Bazen başımızdan öyle garip şeyler geçerdi ki, bazılarını aktarmadan edemeyeceğim. Bir gün, yolumuz üzerinde Kızıl Adalar denilir bir yere vardık. İnsanları bir tuhaftı, yol değil yolculuk güzel denir biliyorsunuz. Bir kere hiç kadın yoktu, yani herkes biraz feminen ama erkeğimsi yanı ağır basıyordu, nasıl çoğalıyorsunuz deyince bölünerek demezler mi, belli bir zaman dilimini dolduran herkes Aşil topuğunda tomurcuğa benzer etsi bir yumruyu, gözyaşı şişesi gibi bir kapta yedi gün yılkıya bırakarak kendine benzer bir canlının oluşmasını sağlayabiliyordu. Bu pelteye biraz su vermek yetiyor, tandon yatağında ortaya çıkan bu yumru, tümüyle bağımsız yeni bir insanın doğmasına neden oluyordu. Aslında bunlar bir Menandro yani erkek ya da kadın değil bambaşka bir yaratıktı, ne var ki dış görünüşü erkeğe benziyordu, belki insan bile değillerdi ama konuşuyor ve tıpkı insan gibi hareket ediyorlardı. Adadan ayrılırken, onların bitki sayılmasını söyleyenler çıktı, çünkü bir şey üretmiyor, bir tümrüden çoğalıyor ve en kötüsü uygarca bir aşamada göstermiyorlardı. Hayvansı, primitif ve tembeldiler. Sonra anladık ki, karanlıkta kolaylıkla hareket ediyor, gözleri sanki görünmez, siyah bir ışık yayarak ortalığı aydınlatıyordu. Demek ki gözleri de bizim gibi değildi, belki bildiğimiz ışıkta anlamsız ve onlar için hiç bir şey değildi, zaman gibi bir dertleri de yoktu. Konuşurken garip el ve yüz hareketleri olup, kuntluk gösteriyor, apati belirtileri başlıyordu. İnsan tam anlayıp, kavrayamadığı şeyden ürker olup uzaklaşır ya, biz de adadan kaçar gibi ayrıldık, keşke hiç uğramasaydık.
 Gölün ortasındaki bu adanın suyunda meğer yalnızca trakonya balığı yaşarmış. Menandrolar gibi bununda nedenini anlayamadık. İçimizden epeyce okumuş yazmış birisi, paralel evrenler, tutarsız geçmişler, günahla yıkanıp, rüzgarın atlarıyla yarışan kısrak insanlar gibi konulara saptıysa da merak edip dinleyen olmadı. (Yalnız Mesih'ten bir süre sonra ortaçağa yakın, Alplerde ele geçen bir el yazmaya göre, zamanlarla çarpımlanmış zaman öncesinde; otçul ve saldırganlık nedir bilmeyen insansı bir tür yaşarmış, Neandertel dönem gelmeden bu tür, maymunsu-hominidlerce yok edilerek, vegetatif olanın yenik düşmesine ve yaşam savaşının vandallarca kazanılmasıyla, dünyevi dehşetin sürüp gitmesine yol açmışlar.) İşte arkadaşlardan biri bunlar o türün bugüne dek gizlenmiş arkaik bir kolu olmasın dediyse de, Kerç boğazından gelen Ukraynalılarda aramıza katılınca, Kızıl Adalıları unutup, Ukrilerin bize oldukça komik gelen dertlerini dinlemeye başladık. İçlerinden biri karısını çekiştirip, yirmi yılda iki kere sevişebildiğini haykırdıktan sonra (Allah bağışlasın iki de çocuğum var dedi!), birdenbire güneş kral Louis'nin, Moliere'e çılgınca tutkun olduğunu ve onun Zoraki İzdivaç adlı oyununda, Çingene rolünde sahne alıp, tambur eşliğinde hilâller çizerek, bol bol kalça kıvırdığını söyledi.
Ama iş bununla bitmiyordu, Schrödinger’in Kedisi derler bir tepeye geldik, adını, buraya ilk gelen İskandinav sarısı, bir Danimarkalıdan almış, burası Kızıl Adalar’dan da garipti, tepeye gelirken gördüğünüz tüm canlıların, tepeyi aşınca ölüleriyle karşılaşıyordunuz, belki yirmi kez gidip geldik işin içyüzünü anlamak için, tepede sanki manyetik, görünmez bir duvar, karanlık bir nokta var ve işte bu noktayı geçince, ne kadar keçi, koyun, porsuk, tavşan varsa ölü bir suret yaratıyor, geriye dönünce de aynı canlıların yılan, çıyan, ceylan ne varsa dirileriyle karşılaşıyordunuz, anlaşılmaz bir dönüşüm, tuhaf mı tuhaf bir etkileşim vardı. İçimizden birisi, "yahu cehennem bile bundan daha anlaşılır" deyince; oradan da tası tarağı toplayıp bir gecede ayrıldık. Yalnız yine söyleyelim ki, Kızıl Adalarda olduğu gibi burada da ağaçlar bir tür ışınsı-koku yayıyorlardı. Yerliler büyük Hadron çarpıştırıcıları gibi deyimler kullanıyor, "Göl otları yiyen taylar yetiştiriyoruz; polonyum iki yüz on yutuyor, Hacer'de sözü edilen ve bir ege tanrısıyla çölü geçen; ölüyü arıyoruz!" diyerek, konuya özgü otantik tümceler sarf edip, hipotezler kuruyor, anlaşılmaz imlerle, bayağı sıkıcı konuşmalar yapıyorlardı.
 Yolda ısı ısıran, soğuyan ve soğuran bir cisim bulduk, Orwell gibi belirsizlik kesinliktir diye haykıracaktık ki, Kiel Kanalı'nı andırır pek durgun bir yerden geçtik ve uzaklarda bilişim ağı derler gözle görünmez sitelerde satışa çıkarılan efsanevi Sealand Devleti'ni gördük, gizil ve mafyatik yöreden çabucak kaçarak, kıstağın sonunda, dıştan kübik görünür, kapısız bir odanın içinde, açılmayan penceresi ve konik, küçük bir dehlizi olan, yalın bir yapıyla karşılaştık, buraya kulağınızı yaslarsanız sevinçli bir şarkı, ayağınızı uzatırsanız sürekli bir ayak sesi duyuyordunuz, soluk alırsanız soluma sesi, bir dağ başı havası düşlediğinizde, eriyen karların şırıltısı, bir at hayal ederseniz, kişnemeler arasında, cenkleşen orduların insanın içini acıtan naralarını duyabiliyordunuz. Üstelik şöyle bir seste yankılanıyordu arada: ‘Meşalelerin aydınlattığı, sütunlarının süslediği bulvarlarda, gürzlerle, kalkanlarla, kanlı çelik yatağanlarla; cengâverlerin savaştığı çağların yalvacıydı o!..’ Burada pigmeye benzer yaratıkların on yardayı bir anda koştuklarını görünce, en kısa yarışın yüz mil olduğunu öğrendik, maraton yarışı, ayla dünya arasındaki uzaklık kadardı ve son yarışı kulaktan kulağa, kökeni Çeyenneli kızılderililere dayanan bir melezin kazandığı söyleniyordu.
 Ama bu arada, zaman ne acayip, ne anlaşılmaz bir şeymiş ki, Medyen tarafına giden bir bölümümüz, zamanı, yalnızca ad vermek için kullanan garip bir köyle karşılaşmış. Ayrıca köyün kızları Judea dağının karları gibi beyaz ve inceymiş ama, gönülsüzce zorlanırsa sütleğen gibi zehir saçarmış. Zamanı adça gibi kullanan bu köy, sıfat, zamir ve yüklem kullanmaz, yalnızca isim kullanırmış, diğer tüm nitelemeleri şeysi bulur, dış dünyaya kapalı köylerindeki bu dilse, onlara oldukça coşkun gelip, bayağı yeterliymiş. Bunu neden söylüyorum, onlarda yarın diye bir kavram yoktu. Yarın kavramı bizi ölümlü kılar, salt adçıl imgelerle yaşayan bu tür objektivist bakışla tanrının bir izdüşümü gibiydi, yani ölümsüzdüler, önce tan ağartısı, sonra karanlığın inişi yüzyıllardır bir gerçellik veriyor ama onlar için hiç bir anlam taşımıyordu.

 (III)
 Yolculuk nereden nereye geldi!.. Gene bir gün çöl aşırı, geniş bir ova, güz dönümüne yakın, acılı bir bozkırda, kurumaya yüz tutmuş bir incir ağacının altında oturan, kavruk yüzlü bir takım insanlar gördük, incir ağacının meyveleriyle besleniyorlardı. İlginç olan ağaçtı, meyvesi koparılınca, ertesi güne kalmaz yeni bir meyve veriyordu. Ölümsüz Tûba herhalde bu dedik. Ova büyük bir ıssızlık içindeydi, harmanlar kalkmış, tınazlar savrulmuştu. Uğuldayan rüzgârda, kuyuların serenleri, gizli bir dinin, müritlerinin asıldığı çarmıhlar gibi, ürküntü veren birer hayalete dönüşmüştü. Kuzeydeki dağ silsilesinin tam ortayından tek bir kuş süzülerek geldi ve yaşlı incir ağacının dallarına kondu. Kağnılar, sığırlar, manışlı at arabaları ve eşekler üzerinde geçen bir köylü grubu, incirin dibinde duran bu sinikleri nasılsa görmeden geçip gidiyordu. Birden anladık ki bu ağaç görünmüyor, dibindekilerde yaşamıyordu. Köylülerde onlardan geri kalmıyordu gerçekte, bilinmeyen, sessiz birer varlık gibiydiler, bilisizce gözlerini kırpıştırıyor, sanki bin yaşındaymış gibi, yorgun bir alışkanlık, yıldırıcı kavruklukla hareket ediyor; çatlak elleri ve açığa vurulmaz dehşet dolu bir körlüğün baskısında, sıska bedenlerini korkuluğa çeviren libas ve şalvarlarıyla, ölene dek sürecek ve ancak kendilerinin duyabileceği bir hırıltı, kısır, suskun bir inlemeyle yol alıyorlardı. Sanki ayakta düş görüyorlardı.
 Az önceki kuş, kıstaktan süzülüp gelmiş, tam da incir ağacının tepesindeki dala konmuş, kuyruk sallıyordu. Daldan dala geziniyor, sarmaşıkların örttüğü dallarda birden görünmez oluyor, sonra yine ortaya çıkıp, aşağılara iniyor, başucumuza geliyor ve gene yükselerek oyununu sürdürüyordu!.. Şimdi kuş, (Süleyman Kuşları çın çın öter, Süleyman Gülleri'de renk renk açarmış!) yabani otların, incirle, ölü yaban armuduyla sarıştığı, bu kuru su yatağındaki küçük vahada, kıraç ovanın ortasındaki, incecik dallar arasında, bu el değmemiş cennetinde pek mutluydu. Avuç içi kadar irilikte, karacıl bir kuştu, gizem dolu, görünmez bir akıtma gövdesini süslüyordu, köylüler adına çatal kuyruk derlerdi, uzun iki telektendi kuyruğu, kuyruğunu diğer hiç bir yanını hareket ettirmeden oynatmayı öylesine severdi ki duruşunu bozmadan, aşağı yukarı, verev, yatay oynatabilirdi, minicikti başı. Serçemsiydi. Kuru yaprak renginde, kırmızıya çalan kuzgunilikte bir göğsü vardı, tuttuğunuzda taşlık oradaydı işte, yediği her şeyi taşlıkta saklardı, zarif kanatlarındaki tüyler, Hattuşi güneşinin bulutları gibi yumuşacıktı. Kanat altları benekli aklıkta, ayak bileği, belki masalların 'Kül Kedisi'nden de ince, dirsekleri naif, sümbül dalı gibi çıtkırıldımdı. Kuş daldan dala geziyordu, yapraklara sürünüyor, dallarda gagasını; bileği taşına sürter gibi temizliyor, zıplıyor, atlıyor, kıvrılarak bir gözüyle aşağıya, öbürüyle yukarıya bakıyor, aniden hoplayıp tepeleri incelerken, incirleri, çitlembikleri düşürüyor, bir türlü yemeyi başaramıyordu. Sonra dinleniyor, gözündeki saydam perdeyi indirerek dalgınlaşıyor, yine birden tıkırtıya uyanıp çevresini gözetleyerek, her şeyi baştan alıp oyununu sürdürüyordu. Belki bir anlık uykusunda da düş görüyordu: Bir gergedan ksilofon çalıyor, biri onu, ‘Koş, Gülsüm burada!’ diye çağırıyordu. Suyun kenarında incecik uçarlar salınıyor, yemyeşil böcekler peygamber devesi olmaya özenip, saltık karanlığa doğru yürürken, umarsız çocukluğu geçiyordu gözlerinin önünden. Ve birden tanrı ortaya çıkıp: ‘Ölüm, hiç bir suçun karşılığı değil Eyüp!’ diye bağırınca...
 O çocuklar, o yaşam, o adam, beklenmedik bir kovuğa tutsak düşen rüzgar gibi yitip gittiler... Buğulu gözlerle başlangıçtan beri var olan ıssız ovaya baktı kuş, onu öyle severdi ki, düşlerinde gördüğü düşte bile görürdü onu. Ama her şey gibi bir gün geldi sevdalar bitti. Ölüm onu sessizce kanatları altına aldı. Ve yaşam tek başına, umursamaz, varlığını sürdürüp gitti. Çarpışan şeyler birbirini yok eder demişlerdi ona. Git ve İshak’ı yanına al, Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde, adanmış bir kurban olarak sun onu...
 Ve İbrahim sabahleyin erken kalktı ve eşeğine palan vurdu, Tarkumiya’ya vardı ve bir gün, Çuvaş iline geldi, nevruz bulaklarından, mukyoline 'kuş yolu ile' sömülükler pişirilip yedi. Sonra Buryot Ulan Ude okuluna geldi. Ve sonra zamanın sultası altında her şeyi unuttu. Ve aniden canları kahredercesine inciler dökmeye başladı...
...
 Öykünün sonu çok yersiz ve anlamsız görünüyordu! Son; hiçte bir sona benzemiyordu. İzmirli tüccar, soğukta harmanisine sarılarak 'ceplerinde kuşüzümü' ateşin çevresindekilere, "öykünün çok tatsız biçimde kesildiğini kabul ediyorum, ama yolcu tam bu noktada ölmüş anlaşılan, boşuna 'ömür biter yol bitmez' dememişler" dedi.
...
Bu mezarlığa güney yolundan gidilir!.. Sislerin arasında iki melek böyle söylüyor, beceriksiz yazar günahlarının cezasını çekmemek için, bir daha böyle öyküler yazmayacağına dair (yeminler edip) antlar veriyordu!..

 (IV)
 İlkinsil durumda, öykünün birden kesildiği belli oluyor, elbette şaşırtıcı bir durum, yazında görülecek türden bir şey değil. Sonrasında anlatıcının anlatıcısı İzmirli tüccar, öykü kahramanı (anlatıcı) öldüğü için, öyküyü buraya kadar bildiğini söylemek istiyor. İkincil durumda ise, öbür dünyaya giden bir yazarın, beğenmediği metinlerinden birini (yol) anımsayıp, elim bir pişmanlıkla kendisine lanetler okuması ve öykünün de bundan ötürü kurgulanıp, bizlere sunulduğunun ortaya çıkması söz konusu...
(İşte tüm bunlar olup biterken, olabilecek tüm tasarımların üzerinde, birden tanrı belirir ve dile gelen öykünün, sırf yaratımlarım sürsün diye; bilgisayardan, tuşlayan ellere, oradan da basımlanan sayfaya dek; kara bir güldürü, ilâhi bir oyalanım ve sonsuz bir mutlanın, tayftaki, kuarkçıl, görünmez bir parçası olarak; öylesine düşlendiği ve bunun ancak iç görüyle sezinlenebileceği anlaşılır).
...
(V)
vb...


GEZGİN
 (‘Nerede’ yazıyor bu eski sağrakta, gizil bir göktaşı, / erkil bir kaya, orada kıstakta, ıssız ağaçlar altında / Siborglar geçiyor dağ köylerinden, kırmızı demon kolonileri, / Lâlelim Dor işlemeleri, Pessoa dizeleri, zülüflü baltacılar. / İnci salip atlaslar, zaman zaman içinde hunhardı büyük ataları. / Han soyundan kuğu kanı içer bir Moğol, gezegen irisi atları / Aşıkâne bir kuark, safkan kirpikler, öyle soyluydu ki onlar; / Atomdan ayaklarla, kutuplar aşmışlardı / Narodnik budunlar, kitap çiftlikleri, nalları ters voyvodalarla / Mars’a ulaşmışlardı!..)

 Şamanizmin Çalçepen adında bir peygamberi varsa, bir zamanlar Curcan kentinde de bir gezgin varmış. Gerçek yola çıktığında yalan dünyayı dolaşmış olur demezmiş ama, aslında bir derviş, bir evliya, ermiş kişiymiş. 1’i kendine bölerseniz 7, 8’i ortayından böldüğünüzde 'Sıfır', 6’yı tutmayı başarabilirseniz 9 elde edersiniz gibi belirtkeleri, tümceden; yalnız bir harf ekleyip ya da eksilterek (özneyi veya zamanın boyutunu değiştirip) suçluyu ya da aşığı başkalaştırmak gibi değişkeleri veya ‘Tanrı gücünü nereden alıyor’ yahut da ‘Madde varsa tanrı vardır diyebiliriz ama tanrı varsa madde vardır diyemeyiz, çünkü onun ne yaratacağını bilemeyiz’ gibi zındıklara yaraşır aforizmaları, arayışları, hünerleri varmış. İroniyi de severmiş, bir keresinde en büyük filozoflar kuşlardır, çünkü karınlarını doyurduktan sonra yalnızca düşünürler demiş.

 Günün birinde gezgin, geçmiş günlerde olduğu gibi, yine diyarlar dolaşmak, sufîlere yakışır bir abdallıkla kendinden kurtularak, bambaşka ellere, derin ve anlamlarla dolu bir hava solumak içinde, derbederlik ve çıkmazlarla büyülenmiş yollara, onulmaz ufuklara yelken açmak istemiş.

 Aşkabat aşkından, Sevilla'nın sevgisine, Allahabad elmasından, Delhi mihracesine, Mekong deltasından, Hanbalık ötesine, Ulanbator bozkırından, Kuşhan illerine, Frenze küffarından, Kahire ülkesine, Kalküta sevdasından, Deşti Kebir kentine, Astarabad diyarından, Belh ellerine, Urumçi bucağından, Hindiçini’ne dolaşarak, her bir yöreyi, her bir eli, en görklüsünden, iğne deliğine dek, âlâi vâlâ ile bir kez daha tanımak, Hotan’dan Karabalgasun’a, oradan tüm cihana bir kez daha el sallamak istemiş.

 Gezginin düşüncesine ortak olan yoldaşları, meserretten arkadaşları, müritleri, tilmizleri kim varsa başında toplanarak, ellerinde avuçlarında ne varsa mecidiyeden akçaya, gümüşten altın kaplamaya dervişe bahşederek, konakladığı hanlardan, geçtiği kervansaraylardan kendilerine uygun bir armağan; yekpare Kaşgar gömleği, olmadı koku, olmadı Cezeri ibriği gibi durduraksız bir hacırevan alması için bir şeyler ısmarlayasıymış.

 Ve Odysseus gibi, ne Lestrigonlardan korkup, Kikloplardan kaçmadan ve öfkeli Poseidon’un gazabına uğramadan, Fenike çarşılarına girip, Mısır illerinde dolaşarak, ejderhalar görüp, ölümsüzlük bağışlayan ırmaklarda (Ganj) yüzerek, meyvesi yeşil kuş olan ağaçlardan ve taç yapraklarında ‘Tanrıdan başka yoktur tapacak’ yazan gülhaçlardan geçerek, gerçekte ruhunun derinliklerine açılmak ve dostlarından her birine ayrı ayrı ant verip, eşi benzeri olmayan mallar, kimine sedef, kimine mercan, kimine abanoz, kimine kehribar, kimine de baş döndürücü kokular vaat ederek yollara düşesiymiş.

 Ama biri de varmış ki gezginin çevresinden, o denli yoksulmuş ki, gezginimize ancak 1 kuruş verebilmiş, kendisine bir anmalık alabilmesi için, dostlar; ders olsun ve unutulmasın ki, fenafillah yalnızca kesir tamamlar 1 kuruş verebilmiş gezginimize bu yoksul, hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey ummadan, hırpaniliğine aldırmadan ve belki de bir kıssa, belki de bir hiç uğruna…

 Ve gezgin bir Cuma günü, Cem Sultan gibi mavi suları gerilerde bırakıp, yad ellere doğru adım atarken, derler ki o gün, gökte de bir Kur'an kuşu uçuvermiş. Gün batısından gün doğusuna doğru tuhaf ötüşlerle, bir boydan bir boya çınlayışlarla süzülüp, ufuklara doğru yitip giderken, bin bir renkli ve hayranlık verici yalımlarla, mavi boşlukta kanat çırpıvermiş.

 Gezgin nice yurtluklara girmiş, nice doruklarda ‘Samanyolu gülleri’ görmüş, Cennetabad’a uğramış, Kazvin’e geçmiş, yalnızca gölgesi görünen bir varlıkla dertleşmiş, inci korsanlığı yapan bir harami çetesinin masum prensesiyle söyleşmiş, yaşamını Tiber ırmağında yıkanmaya adayan Alba Longa kralıyla karşılaşmış, kekre, paldımsız, tatava insanlarla ağlaşmış…

 Frenze küffarında Alighieri derler birinin evinde ‘Herod’un kılıçlarını karşılamak için doğmak en kötüsü / Afrika’da ki en uzun ağaçlara çarpıyor gök gürültüsü’ gibi rüzgârın uz dilini ve şiirin yönünü şaşırtacak şeyler dinlemiş. Göğsü güzel hanım ey diyen kızlar, Prypyat’a uğrayanlar, Petropolis’te oturanlar, Lishan dağına çıkanlar, Weishui ırmağına dalanlar (bir daha yeryüzüne çıkamaz kendilerini ayda bulurlarmış), Mekke mumu gibi kuş ağırlığında kadınlar, kofracılar, çuhacılar, Dacia’ya yolu düşenler, iki afalina yunus ve mutur görenler, adalet aşkına yüzbaşı Habip olup Kırım’a gidenler, tanrılara sunulan erkek keçiyle şarap içenler, ağaçları yapraklarının sesinden ayırt edebilenler, Hint ineği sidiğinin görkemli bir sarıya dönüşebileceğini bilenler, bir kayın ağacının yanmış kabuğunda sanki büyü yapılmışçasına; Van Dyck tablosunda ki gölgeleri görenler, harf heykellerinin içinden son kaplanı seçenler, beneklerinde evrenin gizemini arayanlar, Guadalquivir'e girenler, Puvatya çiçeği koklayıp zamandan önce gök nasıldı, sonsuzluk gülünün altın mırıltıları nasıldı diyenler, karların, güneşin ve rüzgârın oyunlarıyla Mars’a çevirdiği tepelerden geçenler, Arap hanedanlığı hadarîliğin ve debdebenin türlü türlü yollarını tutarak, çölden gelip kasaba ve şehirlere yerleşmiştir diye düşünenler, gezginin dünyasından bir bir geçip gitmişler.

 Her şey olmuş, her şey bitmiş, her şey yolunda gitmiş, alacağı vereceği bütün işlerini halletmiş ve gezgin ‘Kavi ve aziz olan Allah’tır’ diye şükredecekmiş ki, sizlere başından geçen iki vakayı anlatmadan edememiş, işte o vaka ki ruh mürekkebiyle yazılmıştır diyor gezgin.

II
 O sıra Semerkant’ı, belki de Buhara’yı geçip, Artemis’le kargışlanan üzünçler satrabı gibi, Isfahan’a (ki dünyanın yarısıdır) doğru gidiyordum. Isfahan sultanı kucağında o güne dek görmediğim kısamsı bir kulağı ve bacakları olan, gözleri güneş gibi yakıcı, ay gibi aydınlatıcı, yırtıcı bir hayvan seviyordu. Hayvan biblo gibi, kimi zaman minyatür bir aslan, kimi zaman cücemsi bir kaplan, pars ya da leopar yavrusunu andırır bir şeydi. Tüyleri uzunca, bakışları nazlı, beli kıvrımlı, adımları sülün gibi çalımlıydı, mırıltılar çıkarıyor, arada bir sahibinin kollarına kıvrılıp uzanarak, tüylerini yalıyordu.

 Pek hayran oldum, sultandan bahşederlerse bu hayvancıktan sahip olmak istediğimi söyledim. Sultan bu canlının Isfahan dışına çıkarılmasının yasak olduğunu, böyle bir girişimde bulunacak olanların idamla cezalandırılacağını söyledi, ama bir de baş edemediği bir dertten söz etti. Hazinesinin her hazinedar, her maliye nazırı, her defterdar tarafından yağmalanmaktan kurtulamadığını ve böyle giderse tamtakır olup boşalacağı bir yana, sultanlığının da çöküp yok olmaktan kurtulamayacağını, çok güç durumda olduğunu söyledi. Bir yol gösterecek olur, hazineye güvenilir bir vekil atanacak olursa, Isfahan’ın biricik hayvanından kulunuza bağışlanacak bir çift olup olamayacağını sordum. Hünkâr gözlerini kırptı. Dedim ki, şehre tellâl sal, çığırtkan; hazineye vekil arandığını duyurmalı…

 Kısa keseyim, binlerce insan başvurdu, sıygaya çekip içlerinden onunu ayırdık ve hazinenin içinden geçtikten sonra, hakanın önünde raks edip, en güzel bir donunda oynayanın vekil olacağını söyledik. Sırayla dokuz kişi hazinenin önünden geçerek huzura geldiklerinde o denli berbat, öyle cansız, yürürsüz oynadılar ki, sanki hiç kıpırdamadılar. Pek karamsarlığa kapıldım, umudumu kesiyordum ki, onuncu kimesne beni ziyadesiyle şaşırttı, öyle güzel, öyle çılgınca figürler çalıp sergiledi ki, boşlukta kavisler çiziyor, bir cambaz, bir gözbağcı gibi acayip devinim, parendeler, jest ve mimikler, ritme uygun kalça ve kıvrımlarla hepimizi hayran bırakıyordu. Mest olmuştum. Vekil bu dedim!..

 Çünkü diğerleri nefislerine yenilmişler, hazineden doldurdukları altın, gümüş ve çeşitli mücevheratla değil hoplayıp zıplamak adım bile atamaz olmuşlardı. Gitanjali'yi hatmetmiş, Şehnâme’yi sanki içmiş en dürüst maliye nazırı, işte ayağımıza geldi gibi bir duyguyla sevinçlere gark olmuştuk doğrusu!.. Bunun üzerine sultan çok takdirde bulundu ve kentin dışına çıkarılması yasak olan hayvandan iki yavruyu sembolik bir ücretle ‘1 kuruşa’ verebileceğini, kuruşunda hazineye irâd kaydedileceğini buyurdu (yoksulun 1 kuruşu böylece işe yaradı ve hararetle uzatarak iki yavruyu sahiplendim, Isfahan Hanı da, divanı da pek memnundu.)

 Büyük bir saadetle, yanımda iki yavru, dönüş yolunda bahtım İnguş imparatorluğunun kalbinden geçecekmiş ki, payitahtta veba salgını olduğunu söylediler, merak ve şifa dürtüsüyle apansız yönümü, efsanevi surlarıyla meşhur, ulaşılmaz kente çevirdim, kral beni huzuruna kabul etti, ziyafetler tertipledi, vebadan halkın kırıldığından dem vurarak, soylarına kıran girmesinin yakın olduğunu, bu gidişle imparatorluğunun da helâk olacağını sözlerine ekledi.

 Çok acındım, insanlar inanılmaz sefillikte yaşıyor, sessiz bir çılgınlıkla sarnıçlardan su içiyor, uğursuz felâketin pençesinde bir bir kırılıyordu. Haşmetmeaplarına dönerek, bir umar, bir yöntem bulursam ne bahşedebileceğini sordum. Yetkileri sonsuz kralın boynu bükülmez mi (bir kez daha elem denizlerinde boğuldum). Sepetimden iki kedi yavrusunu çıkarıp; bu tür, sokaklarda cirit atan fareleri yok ediyor, bu ateş-feşân gözler, ortalığa bırakıldığı takdirde; telef olmaktan kurtulacaklarını, salgının yok olacağını, imparatorluğun ilânihaye bir belayı savuşturacağını, gözümde yaşlarla dile getirdim. Kral çok şaşırdı, kafesten bırakırcasına,  kedileri ortalığa saldığında, farelerin nasıl kaçıştığını, bir bir nasıl da çığlık attıklarını gördüler. Ve 1 kuruşa aldığım hayvanı, 1000 altına alıkoyarak, koca bir sandukayı boşaltıp, bir torbaya doldurmak suretiyle, emanetime verdiler.

 Geri döndüğümde, herkes koşuşup armağanını, anda; ısmarladıkları her bir şeyi almıştı bile… Mutluydular. Bir kişi dışında. 1 kuruşu veren o meczup, yoksul dışında. Zira 1 kuruşa ne alınır ki diye düşünüyor, kendisini mahcup, beni de zorda bırakmamak için, doğrucası gelemiyor, uğrayamıyordu.

Onu çağırttım ve herkesin gözleri önünde; senin verdiğin 1 kuruş, İnguş imparatorunun 1000 altınına mazhar oldu, hayırlı olsun diyerek, bir torba altını yersiz yurtsuza teslim ettim!..

Söylemeliyim ki yoksulun şaşkınlığı anlaşılacak türden değildi.
Kavi ve aziz olan Allah’tır.
Bitti.


KALAMAR

 Andrei Tarkovsky'nin günlüklerini okuyordum ki, odaya girdi, “Sokrates'in, Sokrates'in Savunmasını okudun mu?” diye sordu; evet dedim yavaşça, okumamışsın; çünkü o Platon'un dedi. Ne demek istediğini anlamıştım, onu gerçekten, uzak geçmişte okumuş, gelen konuklara o kitabı okuduğumla tanıtılır olmuş, şaşırtı ve sevince kapılmıştım. Geçen gün, anıların uğruna o kitabı gene aldım, kapağında Platon yazıyordu, bellek kayması sona erdi ama, gerçekten sorsalar, Sokrates'in derdim o kitap için. Neyse, yaşamımız bu tür yanılsamalarla doludur, Fikret Mualla ve Elif Naci'yi kadın sanmak, Muazzez Tahsin Berkant'ın ne olduğunu bilmemek, Kerime Nadir üzerinde karar verememek, büyük yazar Don Kişot'tan söz etmek, George Sand erkektir, Rilke kadındır demek, Baudelaire'i aynen hecelemek geçmişin yanılsamaları arasında esip giden poyraz yelleriydi inanın, onun için öğrendikçe, bilmediklerimiz çoğalır der dururum.

 Tarkovsky'yi severim, seksenli yıllarda, Beyoğlu Sinema Kafe'de, bazen bir eşlikçiden bile yoksun, daracık mekânda ve alkolün zorbalığında filmlerini izlediğim olmuştur!.. Sinema sanal bir şey, Lumière Kardeşler'in bir gösterisinde perdeye doğru yaklaşan lokomotifi gören izleyicilerin salondan kaçıştığını biliyorsunuz. Bundan mıdır bilemem, Tarkovsky hep ruhsal, spritüel sinemanın öncüsü olmuştur, onun aktörleri, aktrisleri, öylesine sıradandır ki, olayları (anlatılanı) izlemekten, sunucuların (rol sahipleri!) yüzüne bir kez bile bakamadan film biter. Stalker'de öyle usdışı görünümler vardır ki, akar suyun, değirmenin, sahipsiz köpeğin başka bir gezegenden geldiğini sanırsınız. Solaris'in müziği öyledir ki sizi filmin bir parçası haline getirir, bir izleyici değil, olayın kıyısında durup olup biteni gözleyen bir ölümlü gibi kâh uyuklayıp kâh uyanarak ve filmin bir parçası olarak, olağan ötesi yaşananların bitmesini beklersiniz...

 Kuzenim yine odaya girdi, Tarkovsky'yi sevmiyorum, sinema bir yanıyla eğlenceli olmak zorundadır, kitap yazarak söylenecek şeyleri film yapmanın bir anlamı yok dedi (meğer Stalker'in senaryosu da 'bir ikili' Arkadi ve Boris Strugastky'nin The Roadside Picnic adlı kitabındanmış, keşke çevirisi yapılsaymış, ama adı, Issız Yolda Piknik konulabilirse, daha uygun olurmuş!). Tartışmaya girmem (unutmadan söyleyeyim, sinemanın başat bir sanat olduğunu savlayanlar, zaten sinemanın yazın’ı kapsadığını ama yazın'ın sinemayı kapsamadığını ileri sürebildikleri için bunu dile getiriyor), tartışma herkesin kendi görüşlerini açınlayabilmesidir, bu konuda görüşlerimi uzun yıllar onunla paylaştığım için sustum. Söz dönüp dolaşırken, beslenme konusu açıldı; vejetaryenlikten, onun sınırlarından, çocukların bazı besinleri almak zorunda kaldığından, son okuduğum şeyler arasında, bitkilerin de düşünüp-konuşuyor olabileceğinden filân söz ettim... Hepimizin kan içici birer Drakula olduğuna hükmetmemize az kalmıştı ki, akşam yemeğinin hazır olduğunu söylediler, belleği şaşı, iki gözü, elleri ve ayakları olan, garip birer yaratık gibi, sofraya dizildik...

 Sonraları, besin zinciri konusu, çocukların bazı gıdaları almak zorunda olduğu yaklaşımı ilgimi çekti. Balık diye hep hamsi, istavrit yediğimizi (bir İstavrit kitabevi vardı, İstavrozla karıştırdığım, aniden kapandı gitti!), fasulye ve benzeri şeyler, pirinç lapası, çorba, Amerikan patatesi, Urfa minaresi yemekten başka bir şey bilmediğimizi düşünür oldum ve giderek, o güne dek hiç almadığım şeyleri almak gibi bir merakım oluştu, yengeç, karides getiriyor, bilinmez dikenli otlar kaynatıyor, brokoli, avokado gibi zamanla alıştığımız şeyleri, göz korkutan bir kavga gürültü arasında çocuklara da yedirmeye çalışıyordum. Alışkanlığımın sonu gelmeyeceğini anladım, yaşam gibi yiyeceklerin de sonsuz olduğunu, bu merakım sonucu öğrenmiş oldum. Artvin'den Anzer balı getirtiyor, aktarlardan; lumbagodan, artık görülmeyen, soyu tükenmiş olsa da lekeli hummaya (yüz yıl önce, Kabil'in suçunu tadabilmek için, seçtiği kurbanlar arasında yazık ki büyük babam da vardı, bu yüzden tifüse kinim vardır…) kadar, iyi gelecek acayip yiyecekler, içecekler alıp duruyordum. Zamanla alışkanlığımı terk ettim, gene bildiğimiz istasyonlardan, alışılmış şeyleri alarak, öz ruhuma dönüyordum artık. Şu ulu çarkta, eski dişlilere dönmemin nedenleri arasında, evden aldığım ağır eleştiriler, siyasi (bu emperyallerin malı) ve dini (bu inancımızca mekruh sayılır gibi) bazı uyarıların önemli bir payı olduğunu söylemem gerekir.

 Bir gün evdekiler hep birlikte şehzade Fatih'in ülkesi Trabzon'a gittiler!.. Yalnız kaldım, birkaç gün sonra, yiyemediğim, gözümün kaldığı bazı şeylerle günümü geçireyim, kurduğum sofrayla, yarı sosyetemsi, az biraz aristokrat bir ruha bürünerek, şu yaşamdan, evden, semtten, sokaktan, söylemesi güç belki usul ve fürudan, hatta hep eleştiren, ağzımla kuş tutsam beğenmeyen dostlardan, hasılı varıyla yoğuyla, Galile Yuvarlağı'ndan öcümü alayım dedim. Yıllar önce (nefritin, olağan bir bedeni ziyaretinden ötürü), akşamları pek çok şeyle birlikte, içkiyi yasaklamışlardı, gündüz içilmeyeceğini düşünerek. Bu orijini çözen Conrad Aiken gibi kurnazlıkla, akşamı değil geceyi bekleyecektim artık, akşam yasaksa gece de yasak değildi ya!.. Her şeyi aldım, hayran olunacak tadı damağımızda kalacak, ruha yakın, mideye uzak ne varsa aldım!.. Son olarak etimsi, balığımsı bir şeyle taçlandırmaya kalmıştı iş sofrayı (cariye peksimeti, sülün ciğeri, sultan pastırması ve şahpadi buğulaması yoksa da), Kabalcı'nın yakınında ki balıkçıya uğrayıp, o güne dek nedense almaya sıra getiremediğim nesneyi, buruşuk ıslak bir kâğıtta kargacık burgacık; kalamar ve altında ederinin yazıldığı, minicik, kuyruklu yıldız görünümlü şeyleri almaya karar verdim, aldım ve eve geldim. Yaz günü olduğu için zaten epeyce geç kalmış, sofrayı da ehlikeyfçe hazırlarım derken saat karanlığın kuytusuna varmıştı... Eskinin Apulia Yolu, şimdinin Sardunya Sokağı'ndan, eve adımı mı atar atmaz, bir rüzgâr esti ve salonda okuduğum kitabın yaprakları uçuştu, kaldığım yeri kaybettim, ancak yalnızlığın üretebileceği türden bir espriyle, bahtıma çıkan şu sayfayı bir okuyayım dedim, Milorad Pavic'imsi, Arjantinli'nin tütsüsü gezen, ruhuma hitap eden bir sayfa çıkmasın mı...

 Omnipotans paradoksu gibi, o an arktik bir ölüm öpücüğü gezindi benliğimde, surların üzerinden yaklaşan Akhalar'a bakıyordum, Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyor; güneş batmış, ay doğuda dağların karanlığından, kimselerin duyumsayamayacağı bir sessizlikte yükseliyordu... Yanıma Büyük Romulus geldi; Shantel bu gece Venue Maslak'ta ki Smirnoff Experience Russian Disco için çalacak duydun mu dedi. Biliyor musun dedim, insanlık henüz iki yüz bin yıldır yeryüzünde, bu ne demek, insan ömrü yetmiş yıl desek, art arda (teke tek!) üç bin kişi gelip geçmiş dünyadan, Colesium'a bile yakışmaz kara bahtlılar kalabalığı, doğrusallık belli, kanımca bu sanılır; ha var, ha yok dedikleri!.. Erguvana, İsa Ağacı derim ben. Belki de evren bir hayvan ya da tek bir mineralden. Napolyon Louisiana'yı satmasaymış, Amerika'nın dili Fransızca olacakmış diyorlar. Cansız maddeden, canlı maddeye, canlı maddeden düşünceye geçmişiz biz, ama Tutmosis zamanından beri düşünceyi kullanmayı da bellemişiz. Voltaire gibi, hoşgörülü olup, servetini, köle ticaretine yatırmış teyzeniz! Din bilginleri tanrının dikkatini, şu sözcükleri yazan sağ elden bir an bile çekmesi halinde, elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini ileri sürerler. Yazlıkta oxymoron oynadık derler, sözcüklerin önüne, onun karşıtı olan bir sözcük konularak yeni bir sözcük üretme oyunu... Saydam sis, yanmaz ateş, inançsız kul, kara güneş gibi; şimdi veronal içti uyudu, zira göz savunmasız ve açıkta duran tek iç organımızmış. Bir gerçeklik sonunda bir soyutlamaya dönüşebileceği gibi, bir soyutlama sonunda bir gerçekliğe dönüşebilir ha! Metafizik bilginin olanaksızlığına örnektir şu; taş bizim için yüzyıllardır taştır, taşa göre, düşüncemiz değişebilir, ama bir soyutlama olan tanrı düşüncesi, bize göre; sosyal durumumuza göre değişebilir ancak, taş varlığıyla düşüncemizi yönlendirebilir, tanrı düşüncesinin gelişimi ise yalnızca yaşayanlarla, bizlerle değişebilir. Bilir misin, Ayasofya'nın gerçek adı Fethiye Camisi'dir. Nietzsche ölmeden; Tanrı öldü demiş, Nietzsche ölünce Tanrı; Nietzsche öldü, demiş!.. Noktalama işaretlerini değiştirerek La Manchalı'yı felsefi bir yapıt haline getirebilirmişiz. Mezarlıklar insanlar gibi yaşlanır ve ölür, zulmette bir Mughal İmparatorluğu büyür. Arap atasözüdür; insan, zamandan korkar, zaman da piramitten. Boşluğuna bakıyor boşluktaki! Abdülaziz zamanında halk trene Padişah Gemisi dermiş. Ve onlara, umarsızca başkaldıran tüm canlılara diyorum ki; kardeşlerim, belki bir sabah güneş gene doğacak ve belki de anlayacaksınız artık, bedenler ayrı olsa da ruhların bir olduğunu... İşte insanın kozmolojik serüvenindeki tek umudu ve baş tacı, tanrının yeryüzündeki gölgelerine, put sever tehlikelerine başkaldıran tek umuru; Kitap!.. O kurtuluşunuz, o kılavuzunuz olsun! İşte soykırımdan, kıya ve zulümden kurtulamayan insanoğlunun, kozmirajik, evrensel serüvenindeki başyapıtı ve tanrının yeryüzündeki biricik sureti; günahlarımıza otacı, gazaba bulanmış, cennetlerden kovulmuş ademoğlunun özbeni ve yalnız ve yalnız onları anımsatan, onulmaz, yıkılmaz putu; Kitap!.. Onu yakın, onu yok edin dedi!.. bitti.

 Yalnızlık ürkütücüdür. Derebeylik çağlarımda (beş ve altının, karesi civarı diyelim) yalnızlığı çok severdim, ama yıllar ilerledikçe onun katlanılması güç ve insanı sonsuza yakınlaştıran bir şey olduğunu anladım. Yalnız insanın zamanı ve uzamı tozludur, köhnemiş bir görüntü verir, başka bir dünyadan konuşur gibi bakar insanın gözlerine, kapıyı bin bir güçlükle ve boş yere uğraştırılıyormuşçasına açar ama gerçekte yitip gitmiş duyguların, özlemlerin kuyusundan, gizençli, görünmez bir çığlıkla haykıran, doyasıya sarılmak isteyen de odur. Ne ki bunu hiç belli etmeyecek kadar karanlık bir ruhun ve onmaz bir gururun pençesinde, kendi özbenine; ihanetsi kayıtsızlığını sürdürür. Yalnızlık gittiğin yoldan gelir diyen ozan gibi, bu paradoks gibi gözükse de, insan artık nevrotik bir tutsaklığın sarmalında; Derdimin zehri dermanımdır dercesine, sizi istemez ve tek çözümün bir insan sesinin varlığı olduğunu bile bile, kaygısız ve öylece; o sonsuz ve anlamsız yalnızlığına çeker gider...

 İşte yalnızlık ve yorgunluktan olsa gerek kitaba dalmışken, uyumuş kalmışım. Nedendir bilinmez yarıgece; güzelim sofrayı kuramadığım, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerin şaşkısı içinde uyandım, sağa sola yalpalarken, derin bir sessizliğin içinde, bir yerlerden çıtırtılar geldiği duygusuna kapıldım... Kapıyı tam olarak kapatmayı unuttuğumu anladım, aralayarak, koridora baktım, hiçbir şey yoktu, birileri olamazdı, daha önceleri karanlıkta devasa carabuslar, hamam böcekleri, bir keresinde de kulakkaçan ve akreple karşılaştığımdan ürkmüyor da değildim. Ayrıca eve, yılan bile girebilir kanımca, ağaçlardan tırmanarak, pencereye yakın dallardan, açık camlardan girebilir, geçen gün, ışığı yakınca büyücül bir kertenkeleyle karşılaştım, epey bakıştık ve hamle yapınca kütüphanenin arkasına kaçıverdi, şimdi belki de yarıgülüt, orada Darwin'i okuyordur artık!.. Yalnızlık ürkütücü; önceleri hiç yaşamadığınız olaylar sizi bulur, cinlerle perilerle konuşur, geçmişte ki ölülerle bile yüz yüze gelirsiniz...

 Çıtırtı öyle sessiz ve derinden geliyordu ki, sanki kuzeyden doğru buzdağları akıyor ve karalara doğru yüzgeçli, tırnaklı ayaklarıyla garip hayvanlar yaklaşıyor, ürküsül, kimselerin duyamayacağı bir gizillikte, ıslığımsı-uyuşuk, derin bir düşselliğin içinde; kaos çağlarından gelircesine çoğalıyorlardı. Uzun süre çıtırtının geldiği yerleri aradım, yalnızlıktan mı, sessizlikten mi bilemem yön duygumu yitirdim, odalara giriyor, yavaşça banyoya süzülüyor, açık pencerelerden boşluğa bakıyor, sanki tanımsız garip canlılar derimde dolaşıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordum ve nereye kulağımı yaslasam, ses sanki oradan geliyordu!.. Sonra saltık korkuyu yadsıyan, yalnızlara özgü bir duyguyla, her şeyi anlamsızlaştıran, mekanize-robotumsu bir kurguyla; evi bir kez daha kolaçan ettim. Salondan antreye geçtim, loş ışıkta ayna çıktı karşıma; birden iç organlarım belirdi sanki!.. Korkum büyümüştü sanırım... Sonunda solmuş, çökmüş bir halde mutfağa geldim ve hiç olmazsa bir şeyler atıştırayım, belki, anlağımı toplar, uyku sersemliğim de geçer diyerek buzdolabının kapağını açtım ki; dondum kaldım!.. (Olanları gözlerim bir anda gördü, ama yazarken sıralamak zorundayım, işte dil böylesine sınırlı, yazında alabildiğine zorlu bir şey sanırım.) Karanlıkta kalamarlar, sağa sola yayılmış, ağzı bağlı poşet açılmış, kese kâğıdı bölük pörçük olmuş, mor-yeşilimsi bir ışın yayarak ilerliyorlardı. İçine düştüğüm dehşetten dolayı, uzun süre duraladım, sanki ölüme direnir gibi, bulundukları yerden kafilelerle çıkıp, fosforumsu-galaktik bir ışın saçıyor ve halifelere yaraşır zümrütler gibi de parıldayıp yurtlarının ve geçmiş yaşamlarının özlemi içinde kararlı; bir hilâl düzeninde dağılıyorlardı. Saydamsı, yapışkan duyarlıkla, sıvıcıl şeyler salgılayarak, yön arar gibi çalışmaları ve onlarla göz göze gelmem, kanımı dondurmadı desem yalan olur... Kendime çekeceğim ziyafet, yemek istediğim canlıların, bir başkaldırısına uğramamla; bir isyanla, dehşet dolu anların parodisine dönüştü. Sonsuz bir ürkü ve üzüntüyle, üzerime doğru gelmelerine fırsat vermeden kapıyı kapattım…

 Hızla üstümü değişerek, sanki onların benimle boğuşmalarına hiç gerek olmadığı, sizi anlıyorum, lütfen gibi sızlanmalar ve söylenmeler arasında, hep birlikte sokağa fırladık. O insanı dehşete düşüren ışın yaymayı ve aranmayı sürdürüyorlardı. Hızlandım; gece yarısı kent tam bir sessizlik içindeydi ve kuşkunun renklerinde yalnızca iki şey vardı; onları sahile ulaştırmaya çalışan biriyle, tanrının, gerçekte tüm hünerini sergileyerek, büyük bir beğençle yarattığı, yeryüzünün kuyruklu yıldızı, gelincik çiçeği gibi alımlı; ince ruhlu, o güzelim hayvanlar...

 Loşlukta çöp bidonları köşegenli canavarlar gibiydi ve amorfik melodide, her yer, her şey gözlerimde, devinen, düşünen, konuşan ve üzerime doğru koşan bir canlı silsilesini andırıyor, nereden estiği belli olmayan bir rüzgâr, önce sarılıp bir şeyler fısıldıyor ve soğurup, tenimden kayıp giderek, bir daha geri gelmeyecek, solgun hayaletleri anımsatıyordu... Sokak lambalarının altında, o garip yaratıklardan biri; onlarla dost olmak isteyen, korkak, ama iyi yürekli bir zavallı gibi ilerledim. Bir köpek peşime düştü! Hızla kaçayım derken, poşetin açıldığı duygusuna kapıldım. Köpek boğuk sesler çıkararak ve biçimsiz, garip bir yaratığın hırsla soluyarak; karşı karşıya gelmelerine benzer bir şaşkınlık içinde geride kaldı!.. Ara sokaktan mavi lambalarıyla bir araba geçti. Sahile geldim...

 Denizin sesi, yeryüzünün ilk günlerini andırıyordu. Görünmez bir çalkantının, sürekli çoğalan bir canlılığın gizeminde, düşünen bir bellek, sıvıcıl, yarı bulamaç, devinen bir beyin yumağı gibi kıvranıyor, ay ışığında kükreyerek, şimdiye dek görmediğim, ucu bucağı bellisiz, her şeyden güçlü, kürküyle yatan bir hayvan, yahşi bir umman, bir kuyrukyutan gibi salınıyordu. Kalamarın anayurduna gelmiştim. Usulca, tanrısını ürkütmekten korkan, minicik bir yaratık gibi sarılıp okşarcasına yaklaştım ve onları büyük bir dikkat, ağlanmalar, sızlanmalarla dolu bir serzenişle, dalgaların ortasına, ta içlere doğru silkeleyerek, hemen uzaklaştım.

 O günden sonra denize korkunç bir saygı duyar oldum, içindeki canlılara, ışıktan yalımlara, beşikten dalgalara -neredeyse- bakamaz oldum, birileri bir şeylere zorlayınca, özel hiç bir neden yokmuş gibi, sağlık, sıhhat, yasak gibi gerekçelerle; kurtulup kaçar oldum...

 Pantersever bir yazın eri, tümceleri bağlıyor ki; kaplan dendikte, onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle, kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gök de denmiştir. Şimdi insan dendik de, bunları düşünüyorum. Ve kalamar deyince; onun dünyadaki varlığını, okyanuslarda onları doğuranları, onları besleyen, çoğaltan mercanları, resifleri, onlara analık eden, kucak açan derinlikleri, derinliklerden yükselen mavilikleri, sonsuzca uzanan gökleri ve onları yaratanın adını da dile getirmişizdir diyorum...

 Ve bir gün yok olup gideceğimi biliyorum. Zamanın, bir zamanlar sözcülüğümüzü etmiş sözcüklerle, yüzyıllarca bize eşlik etmiş olanın yazgısını simgeleyen sözcükleri karıştırmaması garip değil aslında... İnsan olmuşluğumuz vardır; bir zaman sonra, 'Hiçkimse' olacağız. Onun gibi, bize ayrılan kalp atışları bittiğinde, herkes olacağız, öleceğiz. Ama sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler; saatlere, yüzyıllara ve bizlere, yol göstermeyi sürdürecek...



ATAVİZM

 Binbirgece masallarından çıkma, Belucistan'da, Mekran'da saklı dervişler gibi; içine kıvrılıyordu artık. Son gelişmelere ilişkin ne düşünüyorsun dediğimde, gaipten seslenirmişim gibi baktığını görürdüm. Şimdi sorumu duyduğundan bile endişeliyim. Uzun yıllar bir yaşam uğraşısı içinde sağa sola koşturmuş, pek bir şey başaramamanın, boşuna çabalamış olmanın ezikliğiyle (bunu büyük bir kızgınlıkla söylerdi), yaşamında sözü edilebilecek tek birikimle aldığı küçük çiftlik evine çekileliden beri, sanki yeryüzüyle ilişkisini kesmişti. Ne söylesek ne etsek, çevresiyle, olaylarla, olup biten hiç bir şeyle ilgilenmez olmuştu, arada bir bize uğrar, bir kaç gün kalır, evde sanki hiç kimse yokmuş da yalnız yaşıyormuş gibi tavırlarla günlerini geçirir, kime neden bilinmez lânetler okur, bazen de methüsenalar ederek, bir şerpa, bir keşiş gibi salt doğrumuna, bir tek yöne inanmış, bu yüzdendir özbenine, o minicik tanrısına kanmış bir kul gibi, çeker giderdi... İşte kesinleyici bir neden olmaksızın asla kalkmayacağı, bıkıp usanmadan oturacağı o koltuktaydı gene; televizyona, kitaplara, bu evdeki vazgeçilmez eşyalara her kezinde cansız bir nesneye bakar gibi bakıyordu. Gazeteleri sıkıntı verici tomarlarmış gibi eliyle itip uzaklaştırdı. Kendisi söze girdi, elmalar dedi, geçen yıldan daha iri, daha kırmızı ve parlak, bu kez zarar etmeyeceğim... Zaten geçim derdin yok sayılır, kendini bu kadar harap etmesen, elma, kiraz filân derken zaman değil sen geçiyorsun diyecek oldum, sözümü kesti. Çok gururluyum, şu yaştan sonra sömürülmeye izin vermediğim için; doğadan üretiyor, insanlara sunuyorum, kendi piyasamı kendi çevrenimi, evrenimi oluşturuyorum, katkısız, doğal besinler; yaşamım boyunca bunların özlemini duydum, topraktan geldik toprağa gideceğiz ama ben ölmeden toprakla bütünleştim işte dedi sevinçle...

 Zeytin ağaçlarının da serpildiğini, birkaç yıla kalmaz onlardan da ürün alabileceğini ağzı kulaklarına vararak söylüyordu. Arılardan, sineklerin ve aurelius aurelius cinsi haşarelerin ürüne zarar verdiğinden, kendi özel çabalarıyla bunların önüne geçmeye çalıştığından filân söz etti. Ama elleri son zamanlarda tuhaf biçimde kararmış, tırnakları uzamış çengelli, kuru kemiklerin süslediği bir kartal ayağı gibi sertleşip, pençemsi bir hal almıştı. Giyimine de dikkat etmiyordu, aynı giysiyi günlerce çıkarmıyor, iç çamaşırları sağından solundan sarkıyor, çorapları da neredeyse farklı renklerde ya da biri diğerinden daha solgunmuş gibi acayip görüntüler veriyordu. Diksiyonu bozulmuş, sözcükleri hızla yuvarlıyor, biri bitmeden diğerine ulanan heceler sanki bir kovandan çıkan tek bir homurtu gibi algılanıyordu. Ama o hiç bir şey olmamış, hiç bir şey değişmemişçesine, bir düşün sürüklediği ya da başka bir dünyanın yeni bir devinim sunan, sislerle kaplı bir haleti ruhiyesi içinde, uğraşılarından ya da ılık iklimli büyük bahçesindeki ağaçların verdiği ürünlerden başka bir şeyi göremez olmuştu.

 Sırf konuşmuş olmak için; "En büyük sayı birdir, çünkü diğerleri ondan sonra gelir, bir kere nezle olan nezlesi sürekli kendisine bulaşacağı için, bir daha kurtulamaz, kulaklar gözler gibi açılıp kapanamaz, parmağını ıslatıp havaya tutarsan rüzgârın yönü bellidir, tanrı öldürmezlikten gelebilir mi, Tangut kraliçesi, ayna ve yankı kardeş midir ve her kim ki bir başkasına kinle bakmıştır, onu yüreğinde canından etmiştir." gibi konulara durduraksız girip çıktımsa da, kurulmuş bir saat gibi yinelenen tepki ve algılar içinde bana mısın demedi ve bir kaç gün kalıp, yalnızca bahçesinden, ürünlerden, satışlardan, elde edeceği küçük ama onurlu kârlardan söz ederek çekti gitti. Giderek tuhaf bir dünyanın içine hapsolduğu, bizi yaşama bağlayan kabullenir algılardan uzaklaştığı, bunun gerçekte belki iyi bir şey olabileceğini ama böyle giderse, garip bir algı bütünü içersinde kederli ve iç buran bir psikoza yakalanarak, sonunun iyi olmayabileceğine ilişkin varsayımlarla, kendisinden söz ettik durduk. Tartışmalarımızda ona hak verdik kimi zaman ve kimi zamanda ürkülerimiz ağır bastı ve kuşkuyla, uzaktan da olsa sanki hep onu gözlemledik. Bir zaman sonra gene geldi, tv de acı haberlerle, ülke sorunlarının alabildiğine ağırlaştığı, ekonomik sosyal sorunların toplumda hızla tartışılır hale geldiği bir dönemden geçiyorduk. Onunsa elleri daha bir kararmış sanki yüzü eskisine göre daha bir dağılıp, tüylenerek, difteri sarısı gibi saçı sakalı birbirine karışmıştı. Sofrada çatalı kaşığı kimi zaman unutuyor ve ayrımında olmadan elleriyle yiyordu. Bir gün, ellerini üstüne başına silerek temizlediğini gördüm, sesimi çıkarmadım, yıllarca yazgı ortaklığı yapmış, dayanışma içinde olduğumuz arkadaşıma alınabileceği bir serzenişte bulunmak cesaretini gösteremezdim. Eprimiş giysilerini değiştirmiyor, teni neredeyse kumaşın üstünden görünüyordu.

 O gün dostluğumuzun hatırına, bir kaç şiir okuyup, çay içerek eskiyi anıp, yine söyleşiye dalalım istedik. 'Sesimizi geleceğe duyuramayız ki' başlıklı bir bilim kurgu öyküsünden söz ettim, hatta 'Servinin Dişleri Görünüyor' diye sürrealist bir şiir okudum, 'Sanem gelecek ve her şey düzelecek' adlı metafizik bir kıssadan söz ettim ama her şeye şiddetle karşı çıkıyordu artık, size uzun bir hava söyleyeyim dedi, söylemesi güç belki, bağırtı gibi, hiç bir şeyi umursamayan kaba saba naralarla alay etti bizimle... Hepimizin hayran olduğu kibarlığını elden bırakmış, hoyratlığın ön planda olduğu, centilmenlik dışı bir alışkanlığın, önsenmez, belki de bir hormonal bozukluğun, kakofonik ritmine bürünmüştü davranışları. Eskinin inci dişli, inceliklerle dolu adamı, kasvetli, ürküntü veren bir aymazlığın sularında, ufkun belirsiz sonsuzluğunda, hesapsız duraksız kulaçlar atıyordu sanki... Bir gün dayanamadım, (artık koku yayıyordu) neredeyse zorbalıkla yıkanmayı kabul ettirdim ona, suyu sevmediğinden değil, işlerinin ve düşsellikle sarmalanmış dünyasının dışında pek bir şey yapmak istemediğinden, hatta boşa zaman harcayacağını düşündüğünden diyeyim. Yıkanırken, kabini açık tutmasını garipsemedim ama suyun simetrik akışında (ilk kez ayrımına varıyordum), kulaklarının garip biçimde uzayıp, sivrilmiş olduğu duygusuna kapıldım, sanki kuyruk sokumundan doğru bir kabartıda oluşmuştu. Arkadaşıma ilişkin, dile gelmez düşüncelere kapıldığım sanısıyla kendimden utandım o an. Vücudunun belki daha bir kıllandığını, kocaman bir keçi, düve veya kara beneklerle süslü kartlaşmış bir sığır gördüğümü düşündüm sanki.

 Gitti. Vaktiyle çeşitli işlere girip çıkmış, şarkılar türküler söylemiş, dostlarıyla eğlenmiş, sevmiş sevilmiş, tiyatroya, sinemaya, operaya gitmiş, kibarlığının ölçüsü kimilerini özlençle titretmiş bu adamın yerini; patavatsız, duygu yoksunu, diğer insanların algı dünyasını hot zot tavırlarla hiçleyen, dünya sorunlarının kayda değer hiç bir yanı olmadığına inanmış, salt kendi gerçelliğine, yalnız kendi isterlerine inanmış, bir adam almıştı. Giderek korkuyorduk, bir paravanın ardından konuşur gibiydi, kazandığı üç beş kuruşu bir tomar gibi ceplerinde taşıyor, üstünden başından olmadık şeyler çıkıyor, hırpani ve yüzü toprağa dönük, gaddarlaşmış bir adam, kendi değerler dünyasının dışına çıkmadan acımasız bir kimlik, izoletik, ürküsül bir maskeye bürünerek, tam bir ruhlar aleminde yaşıyordu.

 Gene geldi. Bu kez neredeyse tanıyamadım, sakalı iyice uzamış, tırnakları kara-kaba bir görünümle ürküntü veriyor, mor dudakları sarkmış, ayak parmakları sanki perdeyle birbirinden ayrılmış, acayip bir görünümle salonda yürüyordu... Ama şu var ki biz insanların, yeterince garip bir yaratık olduğunu düşünmüyor da değilim, gerçekte ön ayaklarımız olan ve bir silaha dönüşen toynaksız eller, onların tanrı parmağı denilen başparmak olmayınca; körelmiş, zayıf bir pençe, küt bir uzuv görünümü vermesi, tüylerimiz uzadığında, giysilerimizin olmadığında cromagnon, neandertel ya da homo habilis'ten bir ayrımımızın olmayışı, alanlardaki kalabalıkların haykırışı, başımızda yüzyıllar boyu Monarklar'ın bulunuşu, her doğan bebeğin bir Tabula Rasa oluşu, Platon'un, Hobbes'in, Makyavel'in hep bir Devlet, Leviathan ya da bir Prens arayışı, beni kuşkulandırmıyor değil...

 Cevizleri ellerimle topladım dedi, dişleri de sapsarıydı, taze ceviz yemenin öneminden, ömrü uzattığından, bir kez bile sayrı olmadığından, yeşille beslenmenin bin bir çeşit yararlarından karakinle söz ediyor, vecd içinde kendinden geçiyordu. Son aldığım bir kitabı gösterdim; tek kitap doğadır dedi. Espriyle Furkan'a ne diyeceksin demeyi düşündüm ama vazgeçtim. Bazı yazıların altının çizildiğini görünce güldü, gelgeç modalar, aymazlara masallar bunlar dedi. Sonra aniden beni kucaklayıp salonda dolaştırarak, doğanın kendisini ne kadar güçlü kıldığını söyledi ve bir külçe gibi koltuğa fırlatarak kahkahalar attı. Dedim ki, Stalin ray aralığını Avrupa ölçülerine göre beş santim geniş tutarak 2.Paylaşım Savaşını yengiyle bitirmiş... İkide bir söyleme, sen hâlâ bu mavallarla mı ilgileniyorsun dedi... Abur cubur bunlar, her şey çok yalın, doğal besleneceksin, yeşilleri bir günde tüketeceksin, otları tuzlu suda bekletip kaynatarak, mayhoşluğa yatırdıktan sonra sindire sindire çiğneyip yiyeceksin dedi. Ara ara konuşurken ağzından yeşilimsi şeyler fışkırır gibiydi; dişlerini fırçalamayı bırakmıştır diye düşündüm. Konuşması içgüdüsel hırıltılara, giyimi hırpaniliğe, tavırları yarı hayvansılığa evriliyordu artık. Ellerinin üzeri iyice tüylenmiş, ayaları kararmış, yüzü neredeyse moronlaşmıştı. Büfenin içinde bir tiyatro bileti gördü, bağıra çağıra parçalayıp, talan ederek sağa sola saçaladı kâğıtları... Bazen yine de kendi sesini dinlerken yakalıyordum onu, Lamia neredesin, Hazar'ın altında bir yer, Sami ovaları filân diye sayıklıyordu. Gizliden kederleniyordum.

 (Bir zamanlar neler paylaşırdık onunla; adam çölde ibadet ederken, önünden bir meczup geçmiş, bağırarak geçecek yer bulamadın mı bak ibadetimi bozdun demiş, meczup da ben Leylâ'nın aşığıyım seni göremedim, sen ki Mevlâ'nın aşığısın beni nasıl gördün, kıssasından tutunda, bir şeyin varlığı kanıtlanmaya çalışılıyorsa, yokluğunun da ileri sürülebileceğinden, ölümsüz olsaydık bu duruma umar arayacağımızdan, insanın sonunu gören tek hayvan olduğundan, kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmalarının yüzyılın olayı sayılabileceğinden, gerçeğin yalanların koruması altında olması gerektiğinden ve kararlı tuzaklanma bölgesinin çekinikliği ve kapalı manyetik alan kuvvet çizgisinde parçacık sağanağı, nötron yıldız yüzeyinde üretilmiş olan Alfven dalgalarıyla kapalı kuvvet çizgileri boyunca ileri geri yansıyarak yayılırsa ve tuzaklanmış olan parçacıklarla etkileşir, yıldız yüzeyine doğru akan parçacıklarla etkileşen dalgaların neden olduğu iki akım kararsızlığı sonucunda ortaya çıkan radyo patlamaları, gözlemcinin bakışı doğrultusunda gerçekleşirse, radyovil sinyalleri algılanacaktır gibi soyutlamalardan, Güney'in Arkadaş filminde kendisine benzer bir karakter olduğundan, geri dönüşlü rüyalardan, tanrı kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya yaratabilse de yaratamasa da gücü sınırlıdır çatışkısından, psikolojik cehaletten, Joyce'un koprofil olduğundan, maddenin dejenere katı, b-e sıkışması, nötronyum, kuarkgluon plazma, fermiyonik yoğunlaşma, iki kez sanal madde gibi hallerinden, pozitivizm, volontarizm, egzistansiyalizmden, sıfırın her şeyi içine alan bir hiç olduğundan, patolojik saplantılardan, literatür hangarlarından, Lilith'in, Havva'nın değil, bizi yaratanın annemiz oluşundan, Mendelyef'den, Lamarck'dan, dünyayı dolaşan ilk insanın dragoman Henry, telefonu gerçekte Meucci'nin bulduğundan, Niemandsland'lardan, bildiklerimizin unuttuklarımız oluşundaN ...)

Sonra bir yıl geçti aradan, hiç ses çıkmadı, aradık sorduk, telefonlarla ulaşamıyor, herkes hakkında bir şey uyduruyordu, iyice kuşkulanınca kalkıp çiftliğine gittik; ıssız bir iç bölgede, bir vadinin kenarında, ağaçlar arasında sanki gizil bir yurtluk gibiydi çiftlik. Çevreye saçılmış kazanlar, ateşte bir şeyler kaynatmak için kullanılan sacayakları, eskimiş sepetler, baltalar, binbir türlü ıvır zıvır kaynıyordu ortalık... Öğle güneşinin uyuşuk tanrısından başka kimsecikler yoktu. Gündüz gözüyle bir baykuş havalandı ağaçlardan. Yaprak rengi bir kertenkele örenlerin içine doğru kıvrıldı. Böğürtlenlerin arkasından dolanıp, içlere doğru ilerledik, sessizlikte elma ağaçları arasında otlayan bir hayvan duruyordu, sonra bir iple ağaca bağlı olduğunu gördük onun, garip bir tansıma da, çıt çıkmıyordu. Ürktüm, hiç bir şey olmamış gibi; dingin, ağzından sarkan otları çiğneyerek bakıyordu hayvan, gözlerini tanıyormuşum gibi geldi ama; çok hain bir düşüncenin ve megaloman bir ruhun, kasıntı ve kasıtlı duygusunun tutsağıymışçasına utandım... Midas'ın öyküsü ruhumda gezindi. O an başımı eğdim, binbir duygu içinde gözlerimden yaşlar boşandı, sanki tuhaf biçimde bakan hayvanın da gözlerinden  yaşlar süzülmüştü... Yoktu artık. Onu bulamayacağıma inanmıştım... Klânlaşan toplumu düşün demişti bana yıllar önce, ilk kez anımsıyordum...

 Çaresiz bıraktım çiftliği, yukarıya tırmanırken dönüp, son kez vahaya baktım, uzaklardan, sanki bir su çağıltısı geliyor gibiydi. Ağacın dibinde, ikide bir kulaklarını oynatan, kuyruğuyla gövdesini, kasıklarını döverek sürekli bir devinimi yineleyen hayvanı güçlükle seçebildim. O an ellerimle uzun süre yoklandığımı anımsıyorum... Tuhaf, içgüdüsel bir korkunun pençesine düşmüştüm sanki...

 Aradan yıllar geçti, ne denli ürkütücü ve yüz kızartıcıysa da, zaman zaman bu durumu bilinçle mi seçti diye düşündüğüm oluyor, yoksa inanılmaz olan, arkadaşıma olan kızgınlığımı; bir öç-öykü vesilesine dönüştürerek, kurgulamış mı oluyorum diye çoğu zaman düşünür dururum...

Belki de arkadaşım haklıydı.
Belki de böyle bir düşe kapılan benimdir!..
Belki de, özü pahasına, bir başkaldırı uğruna, hiçbirimizin beceremediği, ulaşıp başaramadığı; erişilmez, kutsallıkla yüceltilmiş kaleleri ve göksel, bulutlarla sargın kuleleri, burçları yıkmaya kalkışmıştır da anlayamamışızdır!..

Bilemiyorum...


GORGONLAR
 I
 Bir kış ayında, tinsel ve fiziksel olarak, azgın bir yorgunluğun sabahında, gün doğarken, daha gözümü açmadan çıktık yola, elimizde Ortelius atlası vardı. Olimpos (ölümsüz) dağının ardından dolanarak, düşmanın karşısına çıkmayı tasarlıyorduk, Hz Ali eğer yenilirsek diye kendi tabutunu devesinin sırtında taşıyordu, Ebu Talip’i bakalım yenebilecek miydik. Av tanrıçası da bizimleydi, geyiği ve köpeği arkasından geliyordu, yanında Delos adasından tanıdık, hayalet tanrısı Hekate vardı. Apollon’un hep kötü haber getiren kargasını, bir dağ dönemecinde gene salmıştık, uzak tepelerdeki kulelerden, ikiz kumru mırıltıları geliyordu, Marsyas’ın, Zeus’un yıldırımlarıyla ölmesine yas tutarmış kumrular,
 Kirke söyledi. Satirler ve titanlar uçurumlarda bizlere eşlik ederek yürüyor, hoplayıp zıplayarak, takla atıp, el çırparak orduyu eğlendiriyorlardı. Kuyruklu, fil kulaklı, at ayaklı, çenk çalan Apollon’a düşman, glayör düşkünü vahşi yaratıklardı bunlar; küçük orman tanrıları. Ay ışığının altında karlar çıtırdarken, üç bin askeriyle bizlere katılan Lagaş kralı, doru atlara taşıttığı, kanla dolu testilerden, kana kana içerek askerleri coşturdu. Bir Lagaşlı için, ceylan gibi lezzetlidir insan diye haykırdı, askerlerim kral leşi bile yer, sırtlana binmiş cadının getirdiği insan yağını da içerler diye böğürdü… Bu sırada, çılgınca renklerle bezeli, büyücül bir tavus, tepemizden aşağılardaki koruya doğru uçtu gitti. Mikroskobik görülerden bir resim akımı oluşturduğunu duyduğumuz Kandinsky, dur duraksız bakteri yediğini söyleyerek, alt yoldan çarın armağan ettiği atla dört nala geçti…
 Krala gülümseyerek, biz insanlar hepimiz et yeriz, kan içeriz dedim. Medineli, zırhlı bir asker güldü ve Reci vakası kanıttır dedi. Akşam üzeri Cathay’ın satsuma dallarından yaptığı kulübenin önünden geçerken, mola vermeye karar verdik. Barbarların ani saldırısından korunmak için nöbetçiler diktik. Onca yol tepmemize karşın, Pan bir kere bile karşımıza çıkmayınca, yakarılar bölüğü ıssız kırların tanrısına dilekler adayıp, bükolikler söyleyerek, okları düşmanlarımıza yön olsun, kılıçlarımız onun gibi tez ayaklı, havada dönüp dursun diye tepinip bağırdılar gece boyunca… Omzuna ıhlamur yaprağı düşen ve ölümsüzlüğe kavuşan askeri yanıma çağırdım, içimizde en şanslımız oydu, tanrının işareti üzerimize olsun diye tan ağarana kadar, baladlar söyleyip, şarkılar dinledik onunla…
Hegelci öldürme güdüsünün tutsağı, kan kokusuyla yanıp tutuşmuş, soluk alıp verenlerin çılgına çevirdiği, Ispartalı komutan; ben, Archimboldo anlatıyor bunları!..
 Zaman geçmiyor, biz geçiyoruz diyerek güne başlayan ve evet ölüm var diye haykıran kâhin Nestor’a, görevine son veririm diye tehditler savurarak öğleyi ettik. Vakanüvisimiz Diyakoz, helâk olan Semüd kavmi ve Meyde ile Eyke’nin puta tapıcı halkı Nasranilerle, Harun’un kardeşi Meryem’e eşikte sahip oluşları, hurma ağaçları, müşrik Amelika, El Melikü, El Baki ile ilgili meseller anlatarak bizleri oyaladı, ertesi gün yola çıkmak üzere, gözlerimizi parıldayan yıldızlara verip uyuduk. Dalmadan önce, vakanüvise dönerek bugün ne yazdın dedim, ‘Yazacak değerde bir şey yok’ deyince, en yakın muhafızın mızrağını böğrüne dürterek, ciğerinin görünmesini sağladım ve bunu yaz dedim. Düşüme, Allah nerede, vicdan nerede diye bağrışan inanmışların kılıçtan geçirildiği Sıffin savaşı girdi!.. Musa’nın bedduası ile kırk yıl Tih’te kalan mahpuslar boynuma sarılıyor, yakutî zaman kanı durduruyor mu diyen bir yaşlı kadın ayaklarıma kapanıyordu, korkuyla sabahladım. Sabah tekmil verip yola koyulduk, keçi yollarını geride bırakıp, yamaçlardan sarkarak vardığımız ilk düzlükte, önümüze Delphoi tapınağı çıktı, alnacında ‘Kendini bil’ yazıyordu, tapınaktaki baş rahibin uzun süredir kapıldığı melankoliyle baş edemeyince, boğa kanı içerek canına kıydığını söylediler, türlü gevezeliklerle aşağılara kıvrıldık ve düşmanı en iyi karşılayabileceğimiz ordunatı bulmak üzere, deniz kıyısını izleyerek, köpüklerin arasında at sürmeye başladık. Güneş ortalığı ısıtmak üzereydi ki yoksul bir balıkçı kasabasına geldik, yavaşlayınca belki yaşamı boyunca aradığı fırsatı bulan, kinik bir dervişin, ağaç kovuğundan fırlayarak verdiği vaazı dinlemek zorunda kaldık; ‘Şu dünyada tüketmediğimiz ne kaldı ki?.. Aşkı; nefret ve kendi gururumuzu doyurmak adına tükettik. Bilgiyi, yanlışları benimseme, önyargıları kabullenme ve algılama adına tükettik. Mutluluğu, zevk alma, acı ve herkesin gittiği yoldan gitme alışkanlığı adına tükettik. Gücü; zayıflık, çaba ve yenilgiye uğramış utkular yerine kullandık. Yaşamı; doğup, büyüme ve ölüm olarak anladık. Birliği ve bütünlüğe varmayı ise savaş ve işbirliği sandık…’
 Hepimizin, kendisine hak vermesine çok şaşırdı ama avucuna birkaç drahmi bırakmak isteyince, kibirle ‘Kimden aldıysanız ona verin’ dedi.
Ara sokaklarda eğlenerek, tekrar yola düzüldük ve elimizi çabuk tutup, molaları azaltarak, Melankoia’ya doğru ilerledik. Yolda kâhin, bir gece önce gördüğü düşü anlatarak bizleri oyalamayı başardı: ‘İnsan ruhunun zamansal ölümsüzlüğü, yani yaşamasının, ölümden sonrada bengi sürüp gitmesi, hiçbir biçimde güvenilir olmamakla kalmaz, her şeyden önce, bu varsayım, onunla hep elde edilmek istenen çıkarımı da asla sağlamaz. Bengi yaşayıp gitmenle bir gizem mi çözülecek? O zaman bu bengi yaşamda, şimdiki yaşamın kadar gizemli olmayacak mı? Zaman ile uzam içindeki yaşam gizeminin çözümü, zaman ile uzamın dışında yatar.’ Böyle ciddi şeylere ayıracak zamanımız yoktu ama dayanamayıp bende askerlere bir söylev çektim, özü şu: Ölmek, denize doğru kanatlanıp, ufukta yitip gitmek… Ve ayrıca, Lucretius’un yüzyıllar önce, partiküllere bellek yüklersek ışık hızında gidebiliriz dediğini anımsattım onlara, ölüm konusunda bir kez daha ferahlayan askerler, önlerine çıkan türlü zorlukları coşkuyla karşılayıp, engebeli yolları dümdüz ettiler, kıyısından geçtiğimiz uçurumlardan, atlayın desem atlayacaklardı nerdeyse…
 O an, tatlı ve makul sözler, dozunda yapılan hareketlerle, dünyada elde edilemeyecek hiç bir şey yokmuş gibi geldi bana, atım bile övgüleyici sözlerle okşanıp sıvazlandığında öyle keyifleniyor ki. Askerlere ertesi sabah: Yeryüzü barışın yükünü kaldıramıyor, güzelliklere katlanamıyor, o vahşetten yana! Bafeus Savaşı anımsansın istiyor, sırtlan gibi korkunca işeyelim istiyor, yeryüzü çok önceleri sularla örtülüymüş; vulva biçiminde adalar, sayılamayacak kadar başka dünyalar var, insan tanrının sureti, bizler konuşurken tanrı konuşur, korkakların başı uzaktan geyik başı gibi görünür, savaşmayanları eziyor bu dünya diye haykırdım… Hepsinin morali üst düzeyde.
 Kâhin onlara geçmiş çağlardan meseller aktardı; ‘Odysseus, Makyavel’in antik çağdaki öncülüdür, çünkü güzel karısı Penelope’yi, sarayında bırakıp gittiği Troya Savaşı’nda kenti ele geçirmek için, ünlü tahta at tuzağını kurgulayan kişiydi. Kurnazlığı tuttu ve Troya onuncu yılın sonunda yakılıp yıkıldı. Bu acımasızlığın sonunda, denizler tanrısı Poseidon’un gazabına uğrayıp fırtınalarla oradan oraya savruldu ve sonunda Aia adasında duruldu, burada güneş Tanrısı Helios’un güzel kızı Kirke’yi gördü, Kirke, Odysseus’un adamlarını domuza ve köpeğe çevirdi, ama Odysseus, Hermes’in armağan ettiği sihirli ot sayesinde satir olmaktan kurtuldu ve Kirke’yle uzun bir aşk yaşadı, sonunda adamlarının yine insana dönmesi için yalvardı ve Kirke dileğini kabul etti, oda denize açıldı… İthake’ye varmak için siren kayalıklarından geçmeleri gerekiyordu ama oradan o güne dek hiçbir denizci sağ çıkmamıştı, sirenler alt tarafı kuş, üst tarafı peri gibi güzel kadınlardı ve sesleri öylesine etkileyiciydi ki, onların söylediği şarkıları duyan gemiciler, kendilerinden geçerek dümeni bırakırlardı, gemileri kayalara çarpıp parçalanır ve sirenler onların ölüsünü yerlerdi, kurnaz ve sağlam bir ıraya sahip Odysseus, adamlarının kulaklarını balmumuyla tıkadı, kendisini de geminin direğine bağlattı ve siren kayalıklarından geçerek İthake’ye vardı, sarayda bıraktığı karısı Penelope’ye göz koyan erkeklerin hepsini öldürerek yeniden kral oldu.’
Askerler kendilerini de bu tür maceraların kahramanıymış gibi algılıyorlar, bu çok iyi, onların ruhlarını sağlık ve neşe içinde; uzun süre tutamayız, ama biz bu savaşı kazanacağız. Onlara vuruşurken ölenleriniz, Morpheus’un kollarında, yemyeşil çayırlar içinde, sevdiklerinin arasında sonsuza dek yaşayacaktır dedim. Giderek humma ve çılgınlık veren yolculukta, düşmanı aramayı sürdürürken, uzaktan Odysse’deki gibi, denizin içlerinden, sirenlerin bize el salladığını görmeyelim mi… Evet, sirenler deniz perisidir ama pençeleri olup, döl yatakları verimsiz birer dul akbaba, birer kuş bayandırlar, herkesi ürkütürler, kimse sevmez onları…
 Kâhinin, ordunun moral gücünü ayakta tutabilmek için bir şeyler yapması, iyicil duygularla onlara güven aşılaması artık zorunlu gibi, çünkü mırıltıların, sinsi serzenişlerin arttığını gözlüyorum, uzun konuşmalardan sonra, kâhin pek ilginç bir şey daha anlattı, onların us sayrılığını sağaltacak aşağıdaki öyküyü uydurdu: Kastilya krallarından biri, Kastilya krallarından biri, Kastilya krallarından biri, tüm dünyada barışı sağlamakla ilgili, ilgili, ilgili, bir düş, bir düş, bir düş, görmüüüüüüüüüşşş. Tanrının oğlu İsa, bu görevi, bu görevi, bu görevi düşlerinde, ona, ona, ona, vermiiiiiişşşş. Bu düşün sonunda, alnı ak, güvendiği bir elçiyi ata bindirerek, tüm dünyada barışı sağlamak üzere uzak ülkelere, uzak ülkelere, uzak ülkelere yollamııııııııışşş.
 Elçiyi İlion’da görkemle ağırlamışlar ve iyi, güzel, hoş, barışı bizde isteriz ama, hele bir Dekkan’a git de onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım demişler. Elçi, Dekkan’a gitmiş, bir güzel ağırlamışlar, barışı bizde isteriz, isteriz ama hele bir Ejderhan’a git de onlarda barışı istiyorlar mı, bir bak bakalım demişler, elçi orada da bir güzel ağırlanmış ve biz barışı elbette isteriz, isteriz ama hele bir Yurtlar’a git de, onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım demişler. Elçi böylece komşudan komşuya, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya dolaşıp, Podolya’dan Baktria’ya, Sarmatya Krallığı’ndan Arzava’ya, Litvanya Dükalığı’ndan Samoyetler’e Nogay hanlarından, Turfan’a, Eston şövalyelerinden, Kitan’a, Yemameler’den, Eretna oğullarına, Kızzuvatna’dan, Erdel Beyliği’ne, Masagetler’den, Moskova knezine, Livadian’dan, Fârâb’a, Milavanda’dan, Likya’ya her yeri dolaşıp, sonunda Luristan dağlarını da aşıp Maritium Beyliği’ne geldiğinde, onlarda hele bir şu komşu Kastilya Krallığı’na git de, onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım deyince, elçi (Laertesoğlu gibi) yirmi yıl sonra ülkesine dönmüş, birkaç gün önce ölen kralın yerine geçen prens tebaasına gözdağı verip ortalığı kan gölüne çevirerek, tahtını pekiştirmek için, eski kralın tüm elçilerini giyotine göndermiyor muymuş ve hemen Ulah’dan geçmiş, Acem’i görmüş, Otrar’ı aşmış, Hubyar’ı bilmiş ve artık kara kan içip hainleşmiş bu elçinin de boynunu vurdurup cesedini Barca’da gezdirerek; görevine başlamıyor muymuş. Çünkü elçi Maritium adına, kayıtsız koşulsuz barış önerisinde bulunmamışmışmış, belki de ve büyük olasılıkla casusmuymuşmuşmuş…

 Sonra sözü ben aldım: Korkularımız yaşamımıza hükmederse, ölümün bir değeri kalır mı, yaşam düşman Likurgları, eril ve patolojik bir kimlikle, yeşil yapraklarda öten angutları öğretiyor diye haykırdım, askerler ayakta alkışladılar. Nerden bilsinler, gece yarılarında Hades: ‘Ölüm kemik bir kahkaha gibi salladı sarı mendilini’ diye düşlerimi kirletir. Bu durumu anımsayınca; ‘Gerçek erdem, ölümden bile yaşam çıkaranlarındır’ diyerek sözümü tamamladım. Bir başka gün kâhin garip sözlerle onları tütsüleyip, gene oyaladı: Kaliforniya’daki banyan ağacının yaşı, lepradan ölenlerin sayısı, burlesk romanlar ve kösnül öd ağaçlarının aşk için yalvarısı var artık Moro’nun adasında… Oysa zaman tanrıdır. Tanrı da zaman. Ölüm ve yaşam bu ikisinin arasında gider gelir. Maya felsefesi ve Rusçuk ayanı, galvaniz denizler, küpeli kulağıma, iniltiyle yalvaran yerliler. Öd ağacına sarılarak dişleri dökülen, yaşlanıp ölen sakallı cinler, balık mırıltılarını duyabilen hecinler…
 Bunları söyledi ama onların hoşuna gidecek güzel bir efsaneyle bitirdi sözlerini: Tanrıların sofrasında yer almadığım ve ateşi çaldığım için onların görevlendirdiği Hephaistos tarafından, sürekli büyüyen ciğerimin, her gün köpek başlı bir kartal tarafından yenilmesi için Kafkaslar’da zincire vurulduğum doğrudur. Bedenimi küçük hareketlerle yenilebilecek bir yem gibi gören kartal, özellikle kayalığa bağlı kısımdan yediği zaman, tiz çığlıklar kopardığım için, yediklerini tekrar üzerime boşaltıyordu. Bu dışkı gıdamdı. Kartalın dışkısına bulanarak, kayalıktaki durumum sürdü.
Öyle ki, üç bin yıl sonra kurtarıcım Herakles, bu görkünç dağa çıktığında, kuş pisliğinden oluşan, beyaz bir balçığa bulanmış ve zincire vurulmuş olan gövdeme, aramızda çok büyük bir uzaklık olmamasına karşın, pis kokulu bu duvar geçit vermediği için yaklaşamamış, bir üç bin yıl daha beklemişti. Köpek başlı canavar, prangalı ayağıma aldırmayıp ciğerimi yiyerek, kendi pisliğiyle beslerken, çevremi yoğun bir biçimde kuşatan kokuda öyle artmıştı ki kurtarıcım bile buna alıştı. Eni sonu beş yüz yıl süren yağmur sonucu, üstüm başım temizlendi ve Herakles atış menziline girdi. Bu arada bir eliyle burnunu tutuyordu. Üç kez kartala isabet ettiremedi. Çünkü üzerine gelen koku dalgası onu öyle etkiliyordu ki, yayı germek için elini burnundan çektiğinde, ister istemez gözlerini kapatıyordu. Üçüncü oku sol ayağımı hafifçe yaraladı ama, dördüncüsü kuşu öldürdü. Şimdi bilin bakalım ben kaç yaşındayım. En öndeki asker, kendini epeyce kaptırmış olacak ki: Elimdeki damarlara bakıyorum demez mi!.. Sanırım onlara bakarak kendi yaşını bulabileceğini düşünüyordu.

 Bu gece kâhin, ben ve önemli muhafızlarımdan üçüyle, derin bir söyleşiye daldık, bir ara, sevişmek ve ölüm duygusu tinimden bir türlü çıkmayan Judas’ımdır benim deyince, kâhin, evet ikisi de aynı şeydir de ondan dedi ve beni bayağı şaşırttı. Ona dedim ki; belleğinde tutmuşsun bütün bunları, belki Strabon’dan okumuşsundur, o da Samsatlı’dan, o da Mabeyinci’den, o da Sofistler’den, onlar da kim bilir kimden dedim. Kâhin hiç sesini çıkarmadı. Yalnızca ülkemden bu denli uzaklarda, bizim oraların yemeğini, her şeyini özlemişken, kurnazlıkla, hayranlık verici sofralardan söz etti o kadar…
 Akşam oluyor, kızarmış zeytinli ekmekle, saksağan beyni yer misiniz, taratorlu, sülün tüylü, Foça deniz börülcesi, on ayaklı ıstakoz ve radikası bol turp otu, bayıltılmış mürekkep balıklı erişte, üzerinde zeytinyağlı kırmızı biber ve sarımsaklı medüz, mersin karides tava bulunan, denizgüllü tabak!.. Pazılı ve pazulu sirke ve sarımsakla tütsülenmiş havyardan çıkma barbunya salatası… Taze yaprak bezelye eşliğinde, zeytinyağlı Smyrna enginarı ve haseki çanağında aslan sütlü, tavus butlu patlıcan ezmesi.
 Kestane içli ceviz ve yer fıstığı kaplama yeşil tavuk köftesi, içli kızartma diri kalamar dolması. Fesleğen sorbe, ayva dilimleri eşliğinde duvaklı levrek; ağzınızda gelin olacak!.. Yeşil bohça içinde kül kedisi gülüşlü, ölü can ahtapotlu Çin pilavı, Ahududu ezmesi üzerinde, sakızlı çam fıstıklı, sütlü börek ve çörek altı lor peynirli adam eti…
 Aşkta, yemek ve savaş gibi yok etme arzusu mudur dedim kâhine geceyi kısaltabilmek için, o da; insan bin yıl yaşasa sıkılmaz, bunca yıla yemek zevkini bile sığdıramadım henüz, ama kışkırtıyla beklediğini biliyorum, beden-uzam-zaman bu üç silâhşörün kavgası yaşam, bedeni eğlendirecek, zamanı değerlendirecek, uzam yani mekâna boş yere sığmazlık etmeyeceksiniz, ona estet yükleyerek, yeni anlamlar armağan edeceksiniz filân dedi.
 İnsanın yücelttiği şeyler belirsizlik içerir, ülküseldir, agnostiktir. Aşk, kendi benliğimizi boşaltarak, yerine karşı objeyi, diyesim yeryüzünü, evreni ya da başka bir ideyi koymaya çalışmaktır, o simgeler ve soyutlamalar aracılığıyla kavuşmaya çabaladığımız tüme varım, vahdet-i vücut duygusudur. Us bizi denetler, iç güdülerden arındırır; usun karşısında, sanıldığı gibi us dışılık değil duygu vardır ve o iç güdüseldir. Aşkın minimalist objesidir sevgi, salt usla hareket edebilseydik aşk olmazdı, duygularımızdan da arınırdık dedi adam.
 Bende az önceki sofranın lezzeti damağımda kalmış gibi, oh denizden deniz kızı çıksa yerim!.. Kibar bir koli basili ve kanibalistim. Karın deşen bir faniyim, bağırsak yemenin zevkini hesaplarım, ‘sapiens düşmanı sapıkaniyim. Etle beslenen etçil, otla beslenen otçul, Frenk kızını yiyen Japon gibi hepçilim. Afiyetle yazıp söylemekte Ben-i Adem’e düşüyor. Gözsüz bir sümüklü böcekle, yemeğimin içinden bir semender çıkıyor, tırnaklarını uzatırsa Hypatiam bir dinozor oluyor!..

 'Ama düşüme inanıyorum, genç kalıyorum, adımdan hisar yapıyorum, oradan kente otuz üç kere bakıyorum, mührüme tapıyorum, bin yıllık kemiklerin koruyucusu ulu ruhlarla Konstantinopl oluyorum. İki denizin savunucusuyum, Müslim olmuş Bizantinler görüyorum, ölü atlar ve askerleri seviyorum, viran toplar ve kalkanlar, delik zırhlar ve mancınıklar, yanık meşe ve kadırgalar, devrilmiş kazan ve üçayakta paşalar görüyorum, can çekişen köpekler ve yaralılar arasında, elimde kırmızı zambak dolaşıyorum, toprağa bakıyorum, tanrıya yalvarıyorum, göçebe nal sesleri, mermer avlularda çınlarken, bulutlardan kulelere çıkıyorum. Surların kapılarını kırdıklarını işittiğimde ve onun atını, tapınağa sürdüğünü gördüğümde, kendimi duyumsuyor ve ölüyorum!.. Kanım mavidir benim, kırmızı bir gölete boşalan kanım. Tepede ay var, hilâl!.. Ben ki Mehmet’lerin ikincisi ve sonuncu Konstantin’im, illâki helâl…’
 Bu tirattan sonra, sönmeye yüz tutmuş ateşin çevresinde, kâhin ve muhafızların çılgınca alkışladığını bilmem söylemeye gerek var mı… (O zamanda kethüda başı, Stanpoli’yi alan kahramansa, sunan ne olmalı, Şehirler Kraliçesi Herakl’in şehri için, resulün vasiyeti boşuna mı, o şehri alan kumandan ne güzel kumandan, o şehri alan ordu ne güzel ordu demedi mi, Avni kahramansa Vahdedi ne sayılmalı, Vahdedi günahsızsa Fatih’inkine ne buyurmalı dedi.)

 Kâhin etkilenmiş olacak ki; Cebrail’in düşlerinde yeşil renk yokmuş. Cebrail peygamberlere vahiy getirdi, son peygamberden sonra Cebrail işsiz mi kaldı. Demeter, buğday tarlasının içinde uyurdu. Suriyeli şair Ebu’l Âlâ ‘Yaşamak mı, beni döllendirenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek’ diye buyurdu ki biz de onu alkışladık. En yaşlı muhafızında söyleyeceği şeyler varmış, o da; Arîlerin toprağı İran’da Şah Ahırları’nı gezerken, İskender’e Acem ordusunun, Helen ordularından çok olduğunu söyleyecek oldum da, Zülkarneyn omuz silkip, ‘Benim kaplanlarım yenmek için, Darius’un sıçanları can vermek için savaşıyor’ demişti. Erbil’deki savaştan sonra, yaralılar, açlar, fareler, kargalar, bebekler, yaşlılar ve öksüzler ölmek için, ilâhilerle yalvarıyordu.

 Semerkant krallarından biri, herkesin arzuladığı düşü gerçekleştirmek istemiş: Ölümsüzlük!.. Ölümün göklerden geleceği inancıyla, yer altında demir bir saray yaptırmış ve bütün çıkış yollarını kapatmış ve kalan son hazine parçasıyla, her sabah doğan ve her sabah batan ve yeterince yakan, yapay bir güneş astırmış. Vellagrande’de ki mezara benzemeyen bu saray bittiğinde, çalışanların tümü öldürüldüğü için mezar bilinmez olmuş ve hükümdar toprağın yirmi kulaç altındaki sarayın üzerinde, her bir kervan konaklayıp, her bir atlı geçtiğinde yalvarırmış: Ne olur beni kurtarın, ne olur!.. Yarı ölüler gibi.
 Cennetteki çocuk adamın babasıymış. Aşksa saltık geçiştir. Bir özne. Aynı ozmos turgor olayı gibi saf süzümü gerçekleştirir ve diğerini yok eder. Aşk dengeyi dışlar, denge ustur, aşk us dışıdır, us aşkın buyruğundadır, aşk usun buyruğundan kesinkes bağımsızdır diyerek, sözlerini sürdürdü ve bizden geri kalmadı.

 Uyku gözümüzden akarken uyuklayan birinin: Yeryüzünde faşizm, Emilialı toprak ağalarının asalarından ve Romalı bankerlerin kasalarından geçip, İl Duçe’nin kafasında dank etmiş bir nurdur! Ortadoğu mitolojilerinde, Cem bahtsız bir prens, Tarık gemileri yakan bir Berberi komutandır diye sayıkladığını anımsıyorum.
 Konuşmalar dağılıp, olmadık şeylere dal budak salınca, kâhin, ben ve sonradan aramıza katılan Lagaşlı komutan, günün ağarmasına yakın uyumuş kalmışız. Aktardığım şeylerin bir bölümünü belki de düşümde görmüş olabilirim…
 Sabah olur olmaz yine yola koyulduk ve az sonra haberciler dört nala gelip Perslerin, Thermoplai’in ırmak tarafına bakan yüzünde, kıyıdan doğru yaklaşmakta olduklarını söylediler, olabildiğince çabuk, arkalara yöneldik: Milâttan önce 423’ün bahar ayında, geçidin yan tarafında, dağın eteklerine yakın bir yerde, ovaya bitişik, kıyasıya bir savaşın olduğunu anımsıyorum.

 Bu sayfalar, yazarlığa heveslenen boş gönüllerle, her okuduğuna imrenen, alkışlayan boş kafalara, kulaklarına küpe, anlaklarına ibret olsun diye kayda değer bulunmuş ve Allah (c.c) bilir iyi bir şeymiş gibi de papirüs tabaklarda sunulmuştur. Dinleyene ant olsun. Bir şeyler söyle de ‘zamanımıza yazık’ demesinler bari, şiirsi de olabilir, peki; ‘Ne kokluyorsunuz efendim, / çiçekler / çiçekler / çiçekler!..’ Nestor sen ne söyleyeceksin; nerede okudum bilemem, insan ölü sözlerinden geviş getiren hayvanmış. Sen Lagaş Kralı; Maskenin, maskesini çıkaramazsın. Belki bunu söyleyende ölmüştür. Yaşlı muhafız sen; Derler ki, Sokrates baldıran hazırlanırken yeni bir ezginin notalarını öğrenmeye çalışıyormuş. Bitirelim… Anlaşılıyor ki sonuç her zaman ki gibi miş ve mış. Hepiniz korkaksınız bir kere, salt bellediğinizi konuşuyorsunuz, Diderot’nun karısı bile depresyonu atlatmak için kitap okurmuş.
 (Neden, M,Ö 430-702 yazar?.. Hem M.Ö, Mülö yani: Ölüm’mü?.. Ah Solon, ah Sokrates, ah Seneca… Çiçero, Sulla, Ogüst… Ah Antuvan, ah Alkibiades, ah Zeus… Kitaplarda nasıl da pişman durursunuz. Gözleriniz kör, kulaklarınız sağır, yüzleriniz pişmanlığın onulmaz izleriyle dolu, nasıl da bakarsınız kartayan tarih yapraklarından şu evrensel hay huya… Ah teyzem, 1913 doğumlu Zübeyde, adını kimler verdi sana, ah ötekiler, Cennet, Fatıma, Zaliha, Esma… Ah anneciğim, Şefika, nasıl da hepimizin yaşadığı zaman diliminde buluştuk; bilincinde bile olmadan. Hepimiz öldük… Yaşadığımız çağda, yaşam komşusu olduğumuzu bilmeden, nasıl da uzak kaldık birbirimize, sevip sevilmeden. Ya diğerleri, diğer komşular, komşularımız… Nasıl da ölüp, öldürüldüler, nasıl da yok olup gittiler… Nasıl da iki dünya savaşının acılı tanıkları idiniz... Düş içinde bir düş gibi gelip geçtiniz… Ah Sibirya’daki çobanlar, Hindistan’da ki organ satıcıları, Tibet’te ki savaşçılar, Japon tacirler, Taylandlı çocuklar, Maverick’li siyahlar… Kanada geyikleri, Amazon ormanları, Uruguaylı umacılar, Paraguaylı paracılar, Panamalı hacılar. Afrika kuşları, Güney kanguruları… Perulu periler… Pisarrolar, Diazlar, Cortesler… Hünerli papağanlar, dikenli kaktüsler, tansıklı lotüsler, küsler... Yalnız insanlar, düşler düşüşler… )
 Yazıya yazı karışırsa, kimyaya göre saflığın bozulmaması gerekirdi.

 Sürüyle gorgon, elleri üzerindeki tabutu sanki göklere doğru yüceltip yukarda, denize bakan tepedeki anıt mezara doğru taşıyorlardı. İkindi güneşinin uzun ve ürkütücü sessizliğinde, bir zamanlar yeryüzünün efendisi, eşsiz bir tanrıkralmış gibi ölüyü yavaşça, mermer boşluğa bıraktılar. Üzerini defne yapraklarıyla örtüp tütsüleyerek geri geri çekildiler ve sonra ilâhilerle yerlere kapanarak gün batımına doğru, güneşin ışıkları içinde yok olup gittiler…
 Archimboldo, bir koruluğun içinden, kendisi için yapılan bu cenaze törenini gülümseyerek izliyordu.


EJDER
 Arka bahçede ateş soluyan bir ejder yaşıyor dedim. Haydi göster, gösterebilir misin öyleyse dedi. Mahzen aralığından bahçeye çıktık. Duvara yaslanmış merdiven, boş boya kutuları ve dipte üç tekerlekli, tahta bir bisiklet vardı...
Sarı yapraklar zemini örtmüş, ölüs, bitkin görüntüye, daldaki kuş eşlik ediyor ve kulak verdiğinizde yalnızca paslı bir suyun şıkırtısı duyuluyordu...

 Ejder nerede dedi...
İşte tam orada; ama söylemeyi unuttum o görünmez bir ejder...
Gözlerinin pırıltısı kayboldu, yine de ayak izlerini görebilmek için yere un serebilirdik dediğini duydum!..
Yazık ki havada uçuyor o, yere indiğini pek sanmıyorum dedim.
O halde alevi için kızıl ötesi alıcı kullanabiliriz dedi!
Hemen alevinin ısısı da yok, görünür kılamayız onu dedim.

 Düşündü...

 O zaman sprey boya ile görünür kılalım dedi!..
Ah, özür dilerim; bu ejderin cismi de yok, ayrıca ısısız, görünmez, alev püskürten, havada uçan bir ejderle; gerçekte hiç var olmayan bir ejder arasında ne fark olabilir ki dedim!..
Ve bir ejder hipotezi, denenmemiş savlar, çürütülemez önerme, ulaşımsız bağdaşıklıklar gibi laflar geveledim...

 Görünmez, alev soluyan bir ejder, dünyanın her yerinde bu savı ileri sürenler var!.. Un serip, izin sahte çıktığını ama parmağı yanıp; ejderin ateş püskürttüğünü inançla söyleyenler çıkabiliyor...
...
 Geçen gün eski eşyalarla mahzene iniyordum ki; önümü keserek bir şeyler söylemeye çalıştı...
Kısa kesip, ejder yok dedim!..
Kıpkırmızı bir suratla baktı, gözlerini karartarak dişleri arasından; O senin görebileceğin bir şey değil dedi!..

 Yine de; 'Saf bir us garip şeylere inanmaktan haz alır, yalın ve anlaşılır şeylere yüz vermez, çünkü onlara herkes inanır dedim...'


KİTAP
                                                                                          İsmet Tarık’a
                 

              ‘Onların ortasına bir kitap düşse kaçışacaklardı.’  Matta XII‑L


 Bu öyküyü bana Raven anlattı. Geçenlerde Sky’ın yaş gününü kutlamak için bara gitmişler. Bar Taksim’deymiş. Anında araya girerek Raven, Sky neden böylesi adlar filân demeyin, bu çoktan bizim kusurumuz olmaktan çıktı, bir çılgınlığa dönüştü artık. Çocuklarımızın adını Hektor koyamıyoruz ama Salomon’u Süleyman, Abraham’ı İbrahim yapmaya üstümüze yok.

 Bar Taksim’deymiş dedim de, Pera’ya yakın Tepebaşı’nda bir yerlerdeymiş. Ben avukatım, şimdilerde ise bir dandy, yani boşgezer. Bir zamanlar Tepebaşı barların, pavyonların ana durağı sayılırmış ama ülkemiz yasaları pek işlemediği için daha doğrusu yoksulları ezmenin büyücül bir yolu olduğu için, geçen yıllarda şöyle bir espri, bir deyim üretmişler; ‘Adalet Taberem barda, kanun Tepebaşı’nda…’
Eğretilemeyi hoşgörün, Adalet’ten kasıt, bir zamanların şehlâ gözlü şarkıcısı Adalet Pee tabi ki. Ben bu deyimi, Üsküdar’da yalnız yaşayan ve gecelerinde Beyoğlu’nun Merih’i ile Panayot’un meyhanesi arasında mekik dokuyan ve artık gönül bahtı, Hades’in tahtına kavuşmak gibi bir beceriyi de göstermiş avukat Tenal Soncan’dan duymuştum; hiç evlenmemiş ve yaşamı boyunca bir kazanova gibi, yalnız kadınlardan söz etmiş bir adamdı.
İşte Galata’ya komşu bu barda, Sky’ın arkadaş grubu yaş günü kutlaması için toplanasıymış. Burada bir kez de ben araya gireyim; bu hangi bar diye… Raven olayın etkisinden hâlâ kurtulamadığı için sanırım adını anımsayamıyor. Bar adlarını ‘Fırtınanın gözü’ gibi tuhaf metaforlara yol açtığı için çok severim. İmgelemimde mızıkcı mızıkacı, güllü gülleci bir düşleme yol açtıkları için.
 Şaka yollu, birazda gülünçlük olsun diye bar adlarını saymaya başladım; Barbar, Zıbar, Cabbar, Hunbar, Cazbar, Rabbar sözümü keserek Rakbar diye düzeltti ve anımsadığını söyleyerek Barabar’mış orası dedi. Arşipel şivesinde beraber anlamına geliyormuş.

 Bar köhne bir apartmanın bodrum katında bulunuyormuş, temeli taştan ahşap bir binaymış. Raven barın duvarlarının da taştan, tavanın ise barok süslerle bezeli kartonpiyerden, fovist ışıkların süzüldüğü derme çatma bir şey olduğunu söyledi, daha doğrusu olaydan sonra bu tür şeyler anımsayasıymış. Barda önceleri ortalık çok sakinmiş, gelen kalabalık doğu ezgileriyle dansediyor, Harikişna’yla sürüp giden bir ritimde, boynuzlu tanrı Shiva’nın kulları gibi dönerek, sadakat yemini edercesine de baş sallıyorlarmış.
Ama o gün ürküntü veren bir ayrıntıyı da sonradan öğrenmiş Raven, meğer kartonpiyerle gizlenmiş ahşap tavanın üstünde, terkedilmiş bir giriş katı varmış, pencere pervazları paçavralarla doldurulmuş, son derece döküntü, viraniyer bir katmış, tahtaların kurtlanmışlığından mı, miadının dolmuşluğundan mı bilinmez, çöktü çökecek bir ‘rigor mortis’ ölü gevrekliğine (kırılganlığına mı demeliydi) sahip bir katmış burası.

 Barın bir köşesindeyse kabadayılık özenciyle tutuşan, yakası bağrı açık, devonyen egolu, semt çalkarası diyebileceğimiz kalabalıkça bir grup varmış, zaman zaman tartışma çıkarıyor, kimi zaman gürültüleri müziğe karışan kös sesini bile bastırıyormuş. Saat üç sularına doğru ortalık hâlâ sakinmiş. Bazıları dansın çılgınlığına kapılıyor, isteyen ağzına bile götüremez hale geldiği içkiyle marleyleri süpürüyor, kimisi de loş ışıklı dumanın helezonik büyüsünde, Harun Reşit gibi arkalarda belirip cariyelerle dertleşiyormuş!..
 Hasılı kızılderili çadırı gibi çığırış bağırış giderken, acayip bir forsun oluntusunda; açılıp saçılanlar, geyik bakışları sağa sola devinip boynunu tutamayanlar, kucaklara düşerek, omuzlara yaslananlar gırla gidiyormuş.

 Alkol düşünceyi varsıllaştırır belki ama organizmayı duraksatır.

 Öykünün bu kertesinde yazık ki unuttuğum bir orijini anımsatmak durumundayım. Kartonpiyerle süslü ahşap tavanın yaslandığı terkedilmiş katta nasılsa; bilginin sakinleştiriciliğiyle, düşüncenin hazzına kapılmış biri yaşarmış, adam ölmüş mü, yakınları tarafından götürülmüş mü bilinmez, birkaç parça eşyasının dışında; belki antipatiden, belki de görmezlikten gelerek, sürekli başucunda bulundurduğu, sayfaları Cortes’in yelkenlisi gibi savrulup kalmış, kapkara ciltli devasa bir kitabı da bırakıp gidesilermiş.

 (Raven, çok sonra bu kitabın büyük olasılıkla bir Kitz, -Kuran, İncil, Tevrat, Zebur- yani dört kitabı birleştiren bir kitaplar kitabı olduğunun anlaşıldığını, savrulup kalan sayfada da bir Bizans meselinden söz edildiğini, o meseli aktarabileceğini söyledi, Pannonialı bir keşişin ağzından alınmış; ‘ Dar bir çatlaktan, içi buğday dolu bir sepete giren fare, çatlayıncaya kadar yer ama, artık o dar çatlaktan bir daha çıkamaz, çıkabilmesi için, yine eskisi gibi, aynı derecede aç ve cılız haline geri dönmesi gerekir…’ Bir paradoksmuş bu.)

 İşte ne zaman ki müziğin gürültüsü, tahtaların gıcırtısıyla isterikleşen ölüm arzusuna ve insanların çığırtısıyla, kulakların ses körlüğüne yaklaşan acısına karışmış, aşkın bir desibelin selintisinde; azgın anaforun haykırışlarıyla, kıyamet de o zaman kopmuş ve çöken tavan ve toz dumanla birlikte; devasa kara bir şey, yüzlerce kanatları olan, çağlar öncesi bir yaratık, uzaydan düşmüş biyonik bir canlı gibi, pistin ortasına bağırış ve çığırışlar, pervasızca kanat çırpışlar ve yükü belirsiz, başka bir gezegenden gelen sayılmasız paraşütler gibi inivermiş.  

 Köşedeki ‘Tatavla’ grubunun körkütük biçimde birbirine girdiği, çılgınca dans edenlerin gemi almaz haykırışlarla kendinden geçtiği saatte, çöken tavandan peydah olan, bu dile gelmez yaratığın yol açtığı arbede de, çığlıklar biraz sonra, kapıdan tarafa umarsızca yığılmalara ve ardından da bilisizce haykırış ve itişmelerle; acı dolu iniltilere dönüvermiş.

 Raven’in ‘2. Gregor Samsa Vakası’ diye adlandırdığı  bu öngörülmez olayda, kolonlara basanlar, kargaşada düşüp kayanlar, paniğin katlanarak yükselmesine ve kalabalığın bilinçsizce birbiri üzerine yığılmasıyla; havasızlıktan ve tür dışı çeşitli darbelerden; umulmadık sonuçlara neden olmuşlar.
 Resmi ağızların yalanlamadığına ve artık; söylentilerin de gerçek olduğuna bakılacak olursa, bu trajik ve acınç veren olayda, sonuç ne yazık ki; 2’si ağır, 11 yaralı olasıymış.

 Sonraları düşen şey üzerine, tuhaf görgü tanıkları da çıkmış... Kimileri tavandan o gün bir kutsal kitabın (Levh­­­­­-i Mahfuz) inerek, boş boğazlıkla dolu sefih yaşamlarının cezalandırıldığı savına katılırken, bazıları da bir gazaya işaret ederek, gece renginde kanatlı orduların hücumuna uğradıklarını ileri sürmüş.

 Başka bir grup, tüm ışıkları gölgede bırakan kanatlarıyla o anda bir zümrüd-ü anka’nın içeri girdiğini, gene bir başkası; karanlıkta sayısız kanatlarıyla görkünç bir yarasa kolonisinin belirdiğini veya o gün düşen şeyin inatla yolunu şaşıran, kürklü bir kemirgen, belki de daha doğrusu, tavanlarda dolaşan; bir konut sansarı olduğunu söylemiş.

 En ilginç olasılıklardan biri de; gazetecilik stajından ötürü, o gün belki ilk kez bara giden ve ama sağ salim kurtulan Fersan adında, çocuksu (çocuk ruhlu) bir gençten gelmiş, loş ışıkta pistin ortasına kanatlar çırpar gibi düşen şeyin Sodome’dan arta kalan kanatlı bir at (boynuzlu Pegasus’u kastediyordur) ya da belki; Kaligula’nın utanmazca Kapitol’e senatör yapmaktan yüksünmediği Incinatus’un olabileceğine ilişkin yeminler ediyormuş (Tanığım ki gözleri de; anlatırken hâlâ büyüyordu). At düşerken inanın bir Vezüv yalazı gibi ıslık çalıyor, tüylü, Pompei’den kalmış bir hayvan gibi de soluk alıyordu diyor.
Bu sözleri yaşadığı travmanın bir sanrıya dönüşmesine işaret sayıyorum.

 Düşen şeyin ilikleri donduran kızgın bir rüzgâra, yaydığı ışığın da diğer tüm ışıkların sölpüleşip solmasına neden olduğuna bakılacak olursa, bu tartışma sürüp gidecektir diyorum…

 Raven, anlatısını bitirdiğinde bitkin ve sanki soluk soluğa kalmıştı. Okumasını bırakarak kitabı özenle kapattı ve sandalyesinden doğrulup; ne öyküymüş ama değil mi dedi.

Kuşkusuz evet dedim; ne de olsa o gün yaralananlardan biri de bendim!..


ŞANGHAY POSTASI
 Chuang, bütün gece Skype aracılığıyla Florida'daki arkadaşına tatlı sözler yağdırdı. Talina'da ona karşılık veriyor, sohbet büyük bir coşkuyla sürüyordu. Tan atımı yaklaşmıştı. Bilgisayarın başından kalktı ve alaca karanlıkta hızla, bahçeye doğru yollandı.
 Az sonra elinde bir gülle kapıda belirdi, masaya oturdu ve dizginsiz kırmızılarla dolu, katmerli gülü ivediyle Skyner'a yaklaştırdı... Bir anda gül moleküllerine ayrılmıştı bile...
 Chuang, bilgisayarı kapatmadan önce, gülün kod numarasını araştırdı, buldu ve Send tuşuna bastı. Forward!..
 Bir kaç saniyede gül, Talina'nın ellerine ulaşmıştı ve Chuang'ı da, Skype'dan öpücüklere boğuyordu artık...
 Şanghay'da uçan kelebek, Florida'da fırtınaya yol açmış ve mevsim yağmurları başlamıştı bile!..


KARANLIK THOMAS
 Sanki Edom diyarından devşirilmiş gibi, kısacık bir öykü anlatacağım. Boğulan sultanlar ve orakların gölgesinde uluyan ölülerde duymalı.. ‘Karanlık Thomas’, Maurice Blanchot’nun kitabının adı sanırım, şimdi Güzel Sanatları...n Bir Dalı Olarak Cinayet’le karıştırıyorum, Conrad ya da Quincey’in miydi, belki de Mehmet Kartal’ındır!.. Yaşam bir düş biliyorsunuz, Churchill’le, İsabeyli Hafız Emin, gizemli Greta’yla, deniz kızı Eftalya ya da Fahriye Abla her zaman yan yana gelebilir!.. Bilincin karanlık koridorları, zaman ilerledikçe bulanma; keza unutma, bunama belirtileri gösterir, daha önce görünmeyen sanrılar öne çıkarlar ya da cehennemi bir saplantıya dönüşürler. Atalarımız, konuşmayı öğrenmeden önce, telepatik empatiyle anlaşıyor (uzduyum) ve birbirlerinin düşüncesini okuyabiliyorlarmış, konuşma evresine geçince bu yeteneklerini yitirmişler, tıpkı Tesla’nın, kablosuz elektrik kullanmayı başardığı ama kablolu olanın o günün parokrasisine daha ehven geldiği veya kâr getirecek bir mataha dönüştüğü için, Edison’un zulmüne uğraması gibi (anekdotun gerçekliğini saptamak sizlere kalmış)!.. Ve tıpkı Firavun Psambetik’in (bu firavun muydu, Akhaneton’muydu o da meçhul!..) yazı bulununca belleğimizin zayıflayacağı ve artık hiçbir işe yaramayacağı korkusuyla, yazıyı yasaklaması gibi… Oysa bilinir ve anlaşılır ki her buluş bizi ileriye götürür, nedir ki başladığımız yere dönmek koşuluyla!.. Karanlık Thomas, felsefe okumuş, ama zamanın anarşik, nihilist mecralarından dolayı, bilincini yitirmiş, yarı deli olmakla ötelenmiş Süleyman Hayrullah’ın lâkabıydı. Kimdi derseniz herkes gibi çamurdan doğan Adem oğullarından biriydi. Kağıt toplayarak geçimini sağlar ve Aksaray, İskender Paşa’dan, Karaköy (Yahudilerin verdiği bir admış), Ortaköy, Arnavutköy ve Rumelihisarı’nı izleyip dönerek; Buzağı Geçidi’nin bu meşhur güzergâhını gün be gün kolaçan edip, Dolapdere, Aynalıkavak, Bozdoğan Kemeri civarından konutuna dönermiş. Kağıt toplayıcılığıyla geçinen bu adamın yazgısı, ölümle nişanlı olmasını engellemiyor tabi ki, her kul gibi o da, bilisizce yüreğinin dinleneceği o günü, o sülüs hançeri, can evinin viran bağına döneceği, o anı bekliyor yaşamı boyunca… Thomas Hayri, günde 10 tl kazanırmış, bu yaşamaya yeter mi dediğinizde, şöyle yanıtlarmış, ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum…’ Felsefeciliğinden gelen, agnostik bir yaklaşım olsa gerek… Günde dört paket 'Birinci' 1 er tl den 4 tl, (Ben dumanı sevmem ama o her yalnız gibi nikotini bir arkadaş bir yoldaş bellemişti), bir su 5 tl, ekmek 6 tl ve artık katık için 3 tl kalıyor ki geriye (1 tl de köpeği Kafka için harcarmış!), yemek yemez su içmez bu adamın kazancını artırabileceğini bile düşünmeniz gerekir. Yaşamını minimalize edenler, uzaktan ıstırap melodisi gibi gözükürler ama gerçekte belki bizlerden daha mutludurlar.
 Şunu unutmadan söylemeliyim ki (‘Karanlık Thomas’ benim can arkadaşımdı), onun Meryem adında tümüyle platonik bir sevgilisi bile vardı. Bir gün onu sarmaş dolaş düşlerken, öylesine kendinden geçmiş ki haykırışlar içinde sarsılan bir volkana dönüşmüş ve anlattığına göre; aşağıda oluşan hayâl gölünde, yılların özlemine dayanamayan Meryem’in birden sureti belirmiş ve ellerini uzatarak Thomas’a ‘Geeelll’ diyesiymiş. Thomas, bu derinlerden gelen sese kulak vermiş vermesine ama Meryem’in ellerini ne kadar çabalasa da bir türlü tutamamış ve Elem Denizleri’nin içinde (anlatırken düşlerden oluşan mavi okyanus diye ekleyip gülümserdi!..), Meryem çığlıklar ata ata yitip gitmiş ve Thomas’da yaşamı boyunca olduğu gibi ‘Ey tanrım, yine mi düş, yine mi!..’ diye, kahırlar içinde iç çekip, dövünesiymiş…

 Bizler deneyimlerimiz ve anılarımızdan oluşan varlıklarız. On milyon yıl boyunca, yalıtılan bir elektron bile bir bilince sahip olabilirmiş. Kuantum sosyolojisi kuramına göre canlı cansız her şey zamanla, eş evrelilik durumunca, denizel ortamda yahut bir aglomera kayasında olsa bile bir bilinç oluşturabilirmiş. İnanılır gibi değil ama; bu manikürlü maymunların, iki ayağı üzerinde durması yetmezmiş gibi, bir bilinç oluşturabilmiş olması; oldum olası garip gelmiştir bana… ‘Tanrı var dersek, herkesi ve her şeyi kapsayan bir hüküm yürütmüş olacağımızdan, artık tanrı biz oluruz’ derdi Thomas ve ‘Yüzyıllardır bulutların biçimi değişmediğine göre, dünyada da hiçbir şey değişmemiş demektir’ diye eklerdi. Bir gün sanki yazgısını okurcasına; ‘İnsanlar değil bıçaklar savaşır!..’ diye bir aforizma attı ortaya… Bir de, ‘Hepimiz topraktan yükselen birer solucanız’ dediğini anımsarım, bu sözünden hiçbir şey anlamazdım ve hiçbir şey anlamadığım bir şeyi, doyasıya sevmeyi ondan öğrendim!.. Ve işte her şey gibi, ondan apartılan tüm belagatlar sona erdi ve her canlı gibi onun ölümünün neden ve nasıl gerçekleştiğini anlatmanın zamanı geldi (‘Benim yok oluşum, bu metni döngüsel bir ilinti içinde tetikleyip, nedenselliğinin birikimini oluşturuyor’ gibi bir nitelemeyi öncelemiş midir acaba!). İnsanlar birinden söz ederken, sonun bir ölümle ya da dehşet veren bir trajediyle bitmesinden büyük haz alırlar (Çünkü acı çekerler ama başkasının adına, korkuya kapılırlar ama, diğerleri üzerinden; bundan daha güzel bir şey var mıdır!..). Bunu anlatıcı istemese okur ister, okur oralı olmasa, anlatıcı dayatır ne yazık ki… Thomas bu durumu dolaylar ve ‘Gerçekte şiddet bizim içimizdedir’ derdi. Ne yazık ki, her şey belirsiz ve hepimiz bilinmeyene doğru yol alan bir geminin içindeyiz!..

 Sözü uzatmayayım, Thomas’a ilişkin anımsadığım şeyleri, düşlerimden ayıramaz hale gelmemi istemezsiniz sanırım; ki o zaman aldatılmış oluruz… Thomas öldüğü gün seyyar arabasıyla, Dolmabahçe’nin az ilerisindeki ana yoldan, Nişantaşı’na çıkan sapağın karşı tarafına geçmek üzereymiş, ama uvala gibi önüne çıkan bir araba destursuzca korna çalmış ve çabuk olması için bizim Thomas Hayri’yi argo bataklığına çekerek, sayısız küfre bulamış… Amundsen Denizi’ni görmemiş, Galatyalı’ları bilmemiş ama bilincinin derinlerinde pek çok şeyi görüp sezmiş Hayri, genlerinden süzülüp gelen hakseverlik duygusuyla, adaletsiz yaşamın oluşturduğu kinin ateşlediği cevahirine hükmedememiş olacak ki, daha bir yavaşlamış… Ve ama her şey göz açıp kapasıya dek olup bitmiş ve bu kez adam arabasından fırlayıvermiş… Hayri de yoksulluk yüzünden satması için arkadaşına verip, alıcı çıkmayınca geri aldığı, parlak kasap bıçağıyla adamın üzerine yürümüş, adam geri kalır mı, işin nirengisi de burada zaten… Herif öyle bir bıçakla geri dönmüş ki, meğer torpido gözünde, antika gibi sülüs bir yazının işlendiği, Balkan Harbi’ne katılmış, büyükbabalardan kalma ve Conkbayırı’ında bile sallandığı savlanan ve ne hikmetse Hayri’ninkinden uzunca çıkan, hançer gibi bıçağıyla, bizimkinin üzerine yürümüş ve kısa süren bir boğuşma olmuş!.. İşte bir ‘Ölüm Şarkısı’dır ki, elbette taksi sürücüsü de yara almış, daha uzun olan ve sayısız kavgadan yengiyle ayrıldığı anlaşılan bıçak, sonuçta bir kez daha utkuyla ayrılmış alandan!.. Öylesine eskiymiş ki bıçak, tanıklar ‘Çiftboynuzlu’ Zülkârneyn zamanından değilse bile, kesinlikle ‘Çiftağızlı’ Zülfikâr döneminden kalmış olabileceğini ileri sürmüşler. Çünkü pek güzel işlemeler ve hatlarla donatıldığını, bugüne dek kalmasının nedenini de, doğallıkla her savaşım ve kavgadan yengiyle ayrılmasının olduğunu söylemişler. Ne yazık ki mantıklı bir yaklaşım… Bizimkinin elindeyse, yakınlarda cereyan etmiş bir deneyimden bile yoksun, hiç bir kavgaya karışmamış, acemi ve körpe bir bıçak ve sanki etin tadına bakması için tasarlanmış, ilk gecenin yası!.. Uzun sözün kısası, aldığı darbelerden ötürü, bizim Thomas oracıkta ölmüş dostlarım. Söz bitti, ne hacet, ceylan boynuzu gibi bir bıçağı olsaydı, aya bile sallardı da, belki de ölmezdi … Elbette yenik düşen bıçak -tarih boyunca olduğu gibi- lanetlenmiş, sahipsiz kalmış, ötekineyse belli ki el koymuşlar, başına üşüşmüşler, paylaşamamışlar ama; yeni maceralar yaşaması için!..


 Hayri şimdi Karacaahmet’te yatıyor. Neden derseniz; o inançlı biriydi. Üsküdar toprağına çıkınca, bir daha denizle karşılaşmadan Mekke’ye varılabildiği için, oralara Kâbe Toprağı dendiğini ondan öğrenmiştim ben. Sorularla soru sormasını da (Gizini ayırt etmek dilerim gönüllere pelesenk olur)!.. Genç yaşında ölen bu adama yaşamının ilk ve son iyiliğini yapıp; düşlediği gibi Karacaahmet Mezarlığı’na, daha doğrusu kutsanmış ‘Kâbe Toprakları’na defnetmeyi başardığımızı söyleyebilirim. Güçlüğünü bilenler vardır!.. Her şey burada bitiyor…
 Ey ‘Karanlık Thomas!..’ Ey yaşarken herkesin horladığı, kimselerin bilmediği, annesi babası bile bellisiz, acılı yaşamını söylentilerin çevrelediği, yazgısına gözyaşı bile dökemediğim, can arkadaşım Hayri; Unuttum sanma senceğizi! Hakkını helâl et, son yolculuğuna, bir kez daha uğurladık kabul et!.. Bağışla ne olur, bir kez daha yad ettik say bizi… … Toprağında güller açsın!.. *** (Bu anıyı öyküleştirdikten birkaç gün sonra not defterlerimi karıştırırken 18 Nisan 1988 tarihli bir şiirini buldum Süleyman Hayrullah’ın, Oktay Rıfat’ın aramızdan ayrıldığı gün şiir üzerine konuşmuş ve sanırım bu şiirini isteğim üzerine bana yazdırmış olmalı… Paylaşmamak olmaz!..)

 'Güneşli Deniz'
 'Güneşli bir denizdir yanılsamamız / Güneşin altında içilen bir bardak su / İlk aşkın son evidir bu yürek! / Yanılsama, serap, aşk, ıstırap / Çiçeklerle birlikte paralar vardı. / İlk aşkın esrikliği omuzlarda / Aylı bir okyanustur yanılsamamız / Para parayı çeker der ağa! / Yanılsama, serap, aşk, ıstırap / Çiçeklerle birlikte paralar vardı. '


GÖRECELİLİK
 İnsan oğlu, kızı öyle güçlü, öyle modern çağlara ulaşmış ki, erişilmez denilen yıldızlara varmış, us dışı bambaşka gezegenler görmüş ve oradaki üstün, tanımlanamaz canlıları, düşe sığmaz yaratıkları yenilgiye uğratarak, yurtluklarına el koyup, yeni kolhozlar, koloniler edinerek, gözde madenleri işleyip, fotonsu, sanalitik hızlarda, ilkinsil ve de artık korkunç güçlerle berkiyip, düşlerden aşkın, sonsuzluk ardılı ve tanrıların da ötesinde bir yaşam biçimi geliştirmiş.

 Böylelikle, kuşatarak ele geçirdikleri yeni gezegenler ve kozmolojik yuvalarda, kolaylıkla çoğalabilen, yapıları arı mineraller ve besin değeri yüksek jellerle dolu canlıları kurban ederek, hedonizmlerine, sadizmlerine, yeni çeşniler, egzotik tadlar ekleyip, yüzyıllar yılı, bıkıp usanmasız, ezgilerle, naralarla, alaylarla, ilâhi bedenlerinin gereksinimlerini gidermeyi başarmışlar…

 Sonra zamanlar geçmiş; bülbüller gene ötmüş, yıldızlar yollarını yinelemişler ve tadılmamış günahların eşliğinde, vahşet ve kanla süslü altarlardaki gösterilerini, taklarla, defnelerle, taçlarla süsleyerek, geçip giden çağlara ağıtlar yakmış, destanlar var etmiş ve geleneklerini sürdürüp, törelerini koruyarak, yaşamlarında yeni maceralara, olumlara ve daha da ötelere, hançerenin ta köklerine, evrenler dışı, sonsuzluğun da sonsuzluğuna yelken açarak, zamanlar ötesi yolculuklarını sürdürüp gitmişler.

 Ama birde Himalayalar’ın gölgesinde yaşayan bir dağ keçisi varmış, doğumundan bu yana bin bir renkli otlarla beslenir, çayırlarla dolu uçsuz bucaksızlığın, yeşil denizlerinde yatar, karların, buzulların arıttığı kaynaklardan içer, geceleri ateş böcekleriyle görklü gökyüzüne dalar, renkcil zambaklar, sümbüllerle süslü, çıldırtıcı seslerle yüklü, yüceler yücesi yamaçlarda, kokusul, şol bayırlarda dolanırmış.

 Ayların yükseldiği ve baharın kaynaşıp, çiçeklerin oynaştığı üreme döngülerinde mutlulukla çiftleşir, klânın yeni doğmuş, minicik üyeleriyle gezinir, kayalardan seker, çiçeklerden böceklere, oradan ağaçlara, dallara, elden ele, koldan kola, binbir çeşit kuşlara, dilin dönmediği varlıklara, çınlayışlara dalarak, güneşin ve gecenin doğumlarında, bulutların ve yağmurun gizeminde, sis ve pus, kırağı ve kar, ormanla rüzgâr ve göklerin masalsı aylasının altında, hişt hiştler arasında, meleksi, düşten güzel yaratıklarla yaşar gidermiş.

 Gün gelmiş, bu yamaçlardan yamaca uçan dağ keçisi, yeryüzü güzelliklerinin doyumuna ermiş, tanrısal bağışların sonuna varmış ve kadife gibi yayılan, ışıltıyla dökülen ve kuzeyin kuğusunun, prenseslere fısıldadığı masallar gibi dağılan karın altında, rüzgârın savurduğu tozanlar, tüycükler ve uykulu bedenleri esriten gülücükler; inciler, gözalıcı sürmeliklerle dolu, göz gözü görmez uğultu ve uçsuz bucaksız beyazlıklarda; us oyunlarıyla süslü, iremlerin serpildiği, nice sevdaların boyun eğdiği, yaratılmışların bilemeyeceği, düşlerine giremeyeceği, ölüm ve yaşam sarmalında gizlerin döküldüğü, bitimsiz geçmişle, varılmasız geleceğin bağışlandığı, her şey ve hiç bir şeyin birlikteliğinde, dile gelmez olanla, tin ve tün ötesinin muştulandığı düşler arasında, pericil uykulara dalarak; ululuk ve bilinmezliğin kollarına, piramidin ta yüreğine; sonsuzun ve unutuşun uyumuyla, hiçliğin o herşeyden güzel, uçsuz bucaksız uçurumuna benliğini açarak yitip gitmiş…

 Şimdi, bitimsiz bir yolculukta, yeni yurtluklara ulaşan ve evrenle; tanrısallığın da ötesine kavuşan bir insan mı olmalıydım, yoksa Himalaya eteklerinde, göz alabildiğine uzanan karlar ve yıldızlarla dolu gecelerde, çiçeklerin böceklerin arasında, güneşin altın renkli ışıltıları içinde; soruların sorusuna kavuşarak, gizemlerin gizemine ererek mi yaşamalıydım?..



GOTİK

 Anna Karantina, putperest bakışlarıyla; akraba akbaba dedi!.. Duydum dedim. Helen tapınaklarının ötesinde, uçurumun ağzındaydık ve ceset elimizle dokunabileceğimiz kadar yakındı. Ve kurtlar karnında yıldız kümesi gibi parlıyordu!.. Gece karanlığında samanyolunu görüyor, Sirius göz kırpıyor, ölüden metalik renkte, irinli sular akıyordu. Güvercin gurultuları vardı ve eğrelti otlarının arasındaki kızıl sülünün, yanıp sönen göğsünü seçebiliyorduk. Görkünç duygularla tepelere baktık...

 Ağır rüzgâr yitik bir ruh gibi inledi, başımıza tüy hafifliğinde bir şey sürtündü ve geçti. Belki iki gün önce penceremizi yoklayan yeşil eldi o!.. İşte yaşlı porsuk ağacının dallarına karakuş yine kondu, karanlıkta, yırtık-siyah bir pelerin gibi kanatlarını açarak, çirkin sesiyle ötüp durdu!..
Cesetin üzerinde dalgalanan otlarla uyuması; zamanı unutup, yaşamı bağışlıyor olması, belki de ölümün güzel olabileceğini duyumsattı bize… Uzakta ki gölde, ay ışığında pulları parıldayan balıklar vardı. Gecenin yarısında baykuş sesleri duyuluyor ve içlerinden biri, gözalıcı, ürkünç gözlerle bana bakıyordu!.. Dağın altından sapkın tacirlerle, bir Nubyeli köle, atlarıyla geçip gitti. Kaknus tüyünden sorguçlarıyla kara dağlılar ve çağının barbarı Romalılar tepelerde otağ kurmuştu.

 Aşağılarda bir vadiden geçiyorduk ve kuru bir ağaç çiçek açmıştı. İçimizden biri ona dokundu ve birden eli kurudu. Presbiteryen ve Borgesyen bir gecede ağular içiyorduk. Şangırdayan camlar ve raflardan düşen fincanlar arasında sofrayı; tazı eti ve kaz ciğeri süslüyordu. Ve ta arka sıralarda nara atan bir satrap, ilahilerle ecesini kurban ediyordu. Samaris kızları inleyerek yas tutuyor, Sabinler gözlerini oyuyor ve vahşi parıltılarla, billurlar saçıyorlardı…

 Ceset kıpırdadı!.. Ağzından su tanrılarının izniyle, kara bir pıhtı fışkırdı, onu bir kaseye dolduran Satürnlü coşkuyla içerken, barbar dalgalarıyla bir ortaçağ denizi güldü. Deniz maviydi ve üzerinde kral yürüyordu, son iç çekiş töreni yaklaşırken, uzun yeşil sakallarıyla Tritonlar, şeytan minarelerini hınçla öttürüyorlardı. Şakayıklar kayalara tutunmuş, sülüneler yürümüş, mercanlar ve balinalardan buzlar sarkıyor, azgın deniz; yüzgeçleri, saçakları, köpüklü-mavi pençeleriyle, dev bir canavar gibi yaratıklarını arıyordu. Kalyonların omurgasına istiridyeler, bin bir çeşit canlılar yapışmıştı. Deniz atlarının yelesi dalgalanıyordu ve kısrak bacaklı Sibanlar bizi kucaklıyordu. Çıldırmış ya da zehirli bir ot yemiştik sanırım…

 Ceset sırtını rüzgâra verip sağ tarafına döndü. Organları fırlıyor, yüreği çarpıyordu. Bunu gören faunuslar ormanın içlerinden, vahşi naralarla geliyordu ki, kaçıştık. En öndeki canavar bir elinde baldıran demeti tutuyor ve diğer eliyle bir androidi sıkıyordu, androit eğilmiş onun iri butlarını kemiriyordu... Lükres üzülme, havanda kurbağa döver, sulu sepken çorba yapar, ölü eliyle karıştırır, sende içersin dedi. Bir cadı yaklaştı ve kocaman ayı bahçeye indirerek, ölümümü gösterdi ve at kuyruğuyla, ağları çeken balıkçıya da acımasızca vurdu. Gagasında çiçek sürgünleri, mor renkli bir kuş çığlık atarak yuvasına döndü, eşindi ve yine birden göğe yükselerek, kum tepeleri üzerinde daireler çizdi. Bir yabani; gece oraya git, gürgen ağacının altında dur ve siyah bir tazı sana doğru koşarsa, ona söğüt dalıyla vur, baykuş konarsa eğilerek kaç ve kömürlerin üzerinde bir mine çiçeği yak, duman kıvrımlarının arasından bak, beni göremez ve önüne ejderha çıkacak olursa sayısız kere ulu dedi…

 Geceleyin yarasalar geldi ve pöf diye sesler çıkararak dallara kondular, koruya doğru koşarak ıslıklar çaldım, gümüş koşumlu, küçücük bir İspanyol atı defnelerin arasından gelerek durakladı ve bir adam eyerinin üstüne sıçradı, bana baktılar ve at erguvan ağacının dallarından doğru uçtu gitti. Kukuletasıyla bir Moğol, kumların üzerinde hayali bir Yunan heykeli gibi doğruldu ve gümüş harfli ayetlerini meleklerin süslediği Furkan koltuğumun altında, Stratonike’ye vardım. Halk arı oğulu gibi üstüme saldırdı, bir kuş kanadını değdirerek suyu güldürdü. Yaşlı cadının, kral yakutuyla, Girit lalesi, kızıl engerekle, mine saplı kaması sıçrayarak karşımda durdu... Bir adam yaklaştı, sesi flütü andırıyordu ve sanki bir uçurumdan geliyordu. Ürktüm, Sabinler borularını öttürdükçe, küçük denizkızları onlara yaklaşıyor ve kanlı dudaklarından hırsla öpüyorlardı.

 Yedinci gün Tatarlar ülkesinde bir tepeye geldik, ceset yanımdaydı ve uyuyordu. Öğleyin ufuktan irinli bir toz bulutu yükseldi, bunu gören leventler, sipahiler ve gencecik cengâverler renkli yaylarını gererek, atları kamçılayıp, dörtnala ilerlediler. Kadınlar çığlık çığlığa sağa sola kaçıştı, tahta arabaların yanındaki, keçe perdelerin ardına saklandılar. Bulut üstlerine gerildi, bir mağaradan üç çakal çıktı, burunlarını havaya dikerek çevreyi kokladılar ve kıvrılarak kendi içlerine doğru gömülünce, güneş tüm kızıllığıyla ortaya çıktı. İki sansarla, bir sırtlan bunu gördü. Ay yükseldi ve ateş yaktık. Bir tüccar kafilesi ateşin çevresinde meseller anlatıyordu. Sırtladığı cesedi, su deposunun yanında, ağaçlık tepenin ardındaki, bağ evine bıraktığını söyledi biri. Domuzlar kazıklara bağlanmıştı. Tan ağarınca yola çıktık, tüyleri saman renginde bir tek hörgüçlüye binmiştim, eli mızraklı bir ulak önümde yürüyordu. Ayı lanetleyenlerin ülkesine vardık. Yarı kartal yarı aslan Grifonları, geniş kalçalarıyla kutsal gergedanları, renk denizinin içinden fırlayan devasa tavusları gördük.

 Piramitten çıkıyordum ki ceset yanıma geldi. Çığ düşmesin diye soluğumuzu tuttuk, gözümüze tül bağladık. Davul sesleri arasında, ağaç kovuklarından oklar yağıyordu. Yılanların burçlarına varınca, pirinç kaselerden süt dağıttık onlara, sallar üstünde ırmağı geçtik, Hydralar üstümüze saldırdılar, aslanlarımız bile titriyordu. Kaplandan doğduğunu savlayan Şunoklar, Bizans renginde Laktroitler, ölüleri ağaç tepelerine bırakan Auranteler, timsahlara yeşil camdan küpeler veren Krimniler, köpek suratlı Kharonlar, ayakları at ayağı olan ve attan hızlı Sibanlar’la çarpıştık, tam yüz adamımızı boğazladılar ve gırtlaklarında kızıl zambaklar açtığını gördük. Kafile bozuldu ve kaçmamız için beni çekiştirince, taşların altından boynuzlu bir yılan çıkardım, beni ısırdı ve bir şey olmadığını görüp, delicesine hücum ettiler. Zamanın beşinde İllel kentine geldik, hava bunaltıcıydı ve ay akrepten çıkıyordu.

 Ağaçlardan Hindistan cevizi topladık, coşkulu lağımlardan içtik, nakışlı, dev çıyanlarla uykuya daldık. Tan ağardı, kent kapısını çaldık. Kapı kara tunçtandı, deniz ejderi oyulmuştu kanatlarına, nöbetçiye Suriye ülkesinden geldiğimizi söyledik. Bir kaçımızı kestiler ve öğleye dek bekleyin dediler. İçeri alındık, akın akın insanlar bizi görmeye geliyordu, bir deniz borazanıyla haber salındı. Zenciler desenli kumaş balyaları çözdüler, cesedi kumaşa sardılar ve düşe sığmaz işkencelerle yardan aşağı attılar. Aşağıda Tsor'un dev sürüngenleri vardı. Sidon'dan mavi duvar halıları, kehribar kupalar, tuhaf çanaklar vardı. Kentin kadınları evlerin çatısından onlara bakıyordu. Birinin yüzünü görünmez bir canavar süslüyordu, rahipler, soylular, sanatkârlar ve köleler toplandı. Sari giysili Sihler arkalardan süzülüyor, siyah mermer döşemenin üzerinde; tanrıların yaşadığı kızıl sarmaşıklar, güllerle dolu evler arasından dev sansarlar yükseliyordu. Boğalarla, Anka kuşu kabartmaları vardı duvarda, dilsiz güvercinler uçuyordu, içi kanla dolu havuzun önünden geçerken, süngere benzeyen bir rahip yanımda durdu. Onu cesedin kendisi sanıyordum. Sahanlığa varınca tanrıyı görmek istediğimi söyledim. Tanrı avlanıyor dediler. Hangi ormanda onunla at koşturayım dedim. Eliyle yumuşak püsküllerini taradı. Parçalanmış bir oğlan etiyle beslenen putu gördüm, tanrı bu mu dedim, bu dedi. Kan dizlerine damlıyordu, bana tanrıyı göster, yoksa seni öldürürüm dedim. Bağırarak yüreğime dokununca, birden canım çekildi. Yalvardım. Üfleyerek canımı geri verdi. Tanrıyı göster diye fısıldadım, eliyle gözlerimi kapattı, kör oldum, gene yalvardım, soluğu yel gibi geçti üstümden, tanrı bu dedim.

 Gözümü açtım ve bir ayna gösterdi; Tanrı işte bu dedi. Piramittendi. Güneye döndüm. Tapınakları geçip, yedi kapılı Teb'e doğru gidiyordum. Bedeviler ve dağlardan inenleri görünce kişneyen Tekboynuz’lu duruyordu kapıda... Meleklere, Mekke'ye üzerine gümüş harflerle Cebrail tarafından Kuran’ın işlendiği, yeşil peçeli kente ulaşmam gerektiğini söyledim. İçeri aldılar, kelebekler yüzüme hücum etti. Sokaklarda pars tırnağı, kolyeler, zümrüt küpe, halka satanlar ve afyon içenler vardı. Harem ağaları azman gibiydi ve bedenleri yürürken dalgalanıyordu. Sarı göz kapaklarının altından cesedi süzenler vardı. Kör bir imparator aslan postu sedirde oturuyordu. Kolunda bir doğan duruyordu. Arkasında sarıklı bir zenci vardı, bileğinde yılan dövmesiyle bizi gözetliyordu. Şehrazat işareti verince zenci palasıyla saldırdı, kılıma bile zarar vermeden içimden geçti pala, dişleri birbirine çarpmaya başladı, silah dolabından bir mızrak fırlattı, mızrağı iki parçaya ayırdım, ardından bir ok attı, elimle havada yakaladım. Kral, bu utancı birilerine anlatır korkusuyla, hançeriyle kölenin boğazının tadına baktı, gözümün önünde bir solucan gibi kıvrandı köle, göğsünden yılanlar püskürdü, genç kral sen doğudan gelen yalvaçsın dedi, sustum, parmağındaki küçük bir yüzük karşılığında olanları unutacağımı söyledim. Anlaştık. Arpa ekmeği ve kişniş tohumlarıyla dolu sofraya oturduk, tütsüler yükseliyor, kokudan çıldırıyorduk.

 Samaris'den gelen rakkaseler önümde kıvranıyordu. Göğüs kafesinden organları görünen bir makak sedirlere tünedi. Gözleri sürmeli, saçlarında kanaryalar öten sakiler gelip geçti. Ulaşılmaz zevk vadisinde dolanıyorduk. Açlığı ve vebayı tanıdık, kara bir yıldız peyda oldu. Tritonların borusu ortalığı çınlattığında, diyakozlar gelip kralın tacını çıkardılar, sarı denize doğru yürüdük. Ormanın cinleri yanıma geldi. Yaprak aralarından bakan, minik, parlak gözlü yaratıklardı. Hep birlikte bölünüyor ve çoğalıyorduk. Bir ada olduk, hepimiz mutluluk ve zevk içinde altın denize doğru yürüdük. Zamanın ölümü başlayacak dediler, tanrıları neşeyle öldürüyorduk, kıvılcım gibi dağılıyorlardı. Sonunda uyanmayı başardım. Bir mezarın içinde yapayalnızdım. Sağ omuzum ağrıyordu, ceset gülerek koluma yapıştı, kucaklaştık, tanrı nerede diye sordum, birden yok oldu. Çaresiz sırtımı döndüm ve uyudum.


OTUZSUZÜÇ

 Kervan sahibi idim. Diyarbekir elinden, Tebriz diyarına, Semerkant kentinden, Halep iline, Kudüs yurdundan, Dimaşk yollarına, Isfahan dağlarından, Galile toprağına dolaşır idim. Tecimen ve simsarlık, tacirle, bezirganlık mahlasım idi. Zencefilden, hurmaya, kehribardan, elmasa, zümrütden, baharata, binbir çeşit zuhuratla dolanır idim. Çöl gecelerinde deccal çıkardı karşıma, iblisle, mehdi, şeytanla, mesih ve nice hileler, desiseler görür idim. Şimdi vahalarda mı, Merv'de mi, Şiraz'da mı bilemiyorum, İsa ile Yahya'yı da görmüşlüğüm vardır. Bir gün Şinar diyarında oyalanır iken, nefrit dalından güzel bir mesel işittim, belki Keşmir'de, belki Belh'de, belki Astarabat'da vukubulmuştur.
Şöyleydi; O, Yahya'ya gülümsüyorken, Yahya, O'nu görünce kaşını çatarmış. Pazar yerinde dolanıyor idim, adını bilemem; Arkansas kedisi derler bir şey satılır idi, o sırada önümden bir şey geçti, anda Meryem'in oğlu, Yahya'nın bakışına mazhar oldu, öğle güneşinde ötüşen tavus görmüşçesine bir vaveyla koptu!.. Çarmıhını sırtında taşıyan; Yahya'ya, neden öyle bakıyorsun, rabbin rahmetinden, ebedi himmetinden ümidini kesmiş gibisin dedi. Kesikbaş; Mecdelli'nin mür kokulusuna -ayakları saçlarıyla kurulanmışına- heman yanıt verdi; Ahiret divanından değil misin, onun azabından, dile gelmez gazabından ders almamışsın dedi. İki cihanın bir yarısı, adına dünya derler viranelerden, dikilitaşlarla dolu mezarlıklardan geçer idik. Cin Denizi'nde, yataklarına uzanmış ölüler çayır yeşili ve bedensiz idi... Sarı ışıkta iki at, bir ağacın altında, yelde dökülen elmaları yer idi...

 Burası bir Kabristan ülkesiydi. Kulakların görmüşlüğü, gözlerin duymuşluğu vardır. Kablettarihte kalplerin, ahit sandığına ermişliği vardır. Bir gün, gümrah yeşillikler eşliğinde, deruni diyarlar içinde, aziz ve celil olan, mübarek ölülerden elan birini diriltsinde; sonsuz uykuya dalanlardan, heman bir duyum getirsinler, bir ulak uyansında, medyun-u ilahilik etsinler dedik. Dualara kapılmış vecd içindeyken, kapkara gözleri parlayan, iki kaşı arasında, secde izi bulunan, muttasıl bir alın sahibinin başı, ulular ulusu birinin naaşı gibi fırlayıverdi!.. Ve rabbime dualar ediniz ki, iki büklüm dile gelip, ben kendime dönebileyim, ben yine kendim olabileyim diye çığlık atarak, günah terazisini yakma vakti gelmiştir, rüzgarların gümbürtüyle esme vakti gelmiştir diye hıçkırarak, inledi!.. Ve aynı kelamı kerahat kere kerahat söyledi, başkaca da bir şey demedi. O sırada, tinceğizi yedi cihanın irfanına sahip, her azası altından, bal arısı gibi kanatları açılan Cebrail aleyhisselam ortaya çıkıverdi ve koluna girip melekler eşliğinde, mevtayı yine geldiği yere götürüverdi. Sonra nurdan bir deniz, sonra karanlık bir deniz, sonra ateşten bir deniz, sonra yağmurdan bir deniz, sonra buzdan bir deniz göründü ve ölü her birinin içine girip, yunup yıkanarak ve kıvılcımlar saçarak sudan çıktı ve düş müdür bilemem, o da kırmızı kanatlarını açarak, gaipler alemine doğru yitip gitti. Yolumuzun üzerinde bir toz bulutu belirdi ve içinden, kapkara koşumlu atıyla, Abdurrahman el- Kasrî çıkıverdi. Algeria Konstantiniyye'sinde kabirlerden yılan çıktığını söyledi ve ilk kabire insan koyma adetini başlatan Kabil'in Habil'i öldürdüğü kavgadır dedi. Yol üstündeki karga da gülüverdi!.. Ve bir kadın, civardaki fasık bir zatın mezarı üzerine defnedilmiş idi. Halbuki salihat-ı nisvandandı kendisi, beni toprak edecek Ferniciyr'den başka yer bulamadınız mı dedi ve sûr üfürüldüğünde, alemler rabbine doğru koşacaktır, lisanımız Süryanice olacaktır ve yaşınız Zülkarneyn'le, Mesih'in vuslatına yakın duracaktır, o 33'dür ve kıyamet günü, Gehenna çukuru yetmiş bin yularla bağlı olarak mahşer yerine yedilir, her bir yularla beraber Gehenna'yı sürükleyip çekmek için, yetmiş bin melek bulunur dedi.
 Unutulur mu, Erivan'da ya da Isfahan'da, belki de Nuşirevan'da bulunur idim. Bir hatunum var idi, üç sabiiye sahip idim. İkindi inmiş, mal mülk telaşı bitmiş, haneme döner idim, eşikten adımı mı atar idim ki, Azrail derler melaike karşıma çıkmaz mı, ne eyledim dersiniz, dal taban yollara düştüm, yayan yapıldak çölleri geçtim,  anadan üryan kervanlarda uçtum, hanları, hamamları, şadırvanları geride bırakıp, sahrada mı, vahada mı bilmem, sanki asudenin Leyla'sına kavuştum ki, arzuların kıblesi sönmüş, melek aleyhisselam peşimden düşmüş deyu, eşikten şol adımı mı atacaktım ki, Deli Dumrul'un musallatı, aniden peydah olup dedi; Ruhurevanım, gül-ü ruhsarım, aya(k)cığını boş yere yordun, bu diyarda buluşacağımızı söyleyecektim ki, bana fırsat tanımadın dedi ve ruh-u mihmandarım diye ekledi; Bir kıssa olarak, her ahirde, her mekanda ve her zamanda, defaat kere yinelenmişliği vardır, asıl hata anmamak, sürmeli ceylanıma bir kez bile olsa varmamaktır dedi.

 Şaşkınlığım sürüyor!..

 Bebek Musa ortaya çıktığında, Ahit Sandığı bulunduğunda sonsuz sulh, diyesim ebedi sükun gelecektir diyen bir meczup geçti yanımızdan, düşler içinde düş mü görüyoruz dedim, bir manastıra vardık, rahip Barsis geçti yukardan, direk üstünde yaşar Simon'u gördüm, üzerinde minik bir bulut vardı. Bir gün eski Mısraim'de gene böyle bir düş görmüş idim. Ben, ben'i yanlış anımsayabilir. Tebriz'de bir caminin avlusunda define var dediler, bir geceyarısı avluya vardım, ne kadar uğru, sayılmaz şaki varsa halı çalıyor imiş, kargaşada bekçi sade kulunuzu yakaladı, dedi ki; belli ki mahzunsun gayri anladık, lakin senin hanende, avlu içinde bir ayva ağacının altında, define var deseler, Kahır eline (Kahire!) gitmemiz mi gerekirdi deyip, can tenimi fena hırpaladı, etmediğini bırakmadı. Bin bir meşakkatle evceğizime döndüm ki, avlu içinde ki, ayva ağacının altında bir dolu altın!.. Hırsız, harami, eşkiya, bekçi, cümlemizden keramet sahibi idi. Düşümü bitirdim, Filistin eline vardım, Gehenna derler ateşden havuzu gördüm. Münker ve Nekir'in suallerine cevap verdim, mülkün sahibi Allah'tır, kul kullanıcıdır dedim. Haşa, Allah-ü teala Şam tarafından soğuk bir yel estirdi, mahşer arazisi tarumar olup cehennet'e dönmüş idi, kahhar olan melikin yüzü toprağa düştü. Zümrütler, kaknuslar, sülünler var idi. Karanlık gecelerde görünüyor ki, yaşam ipliğim artık gerildi, sen beni hep ölmüşler arasında görüyorsun, halbuki işte o sensin. Ben seni hep göçmüşler arasında görüyorum, halbuki işte o benim!.. Son soluğumu verdim, ruhum şad olmuştur belki ve dedim ki; "Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar sürer, sonsuz da denizlerden damlayan ve dünyayı keşmekeşle, sayrılığa doyuracak olan kumlardır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin.''

 Ne diyordum ben!..

 Ne diyordum dedim de, sıkıcı gelebilir ama, bir gün meczubun biri, şöyle bedduaya benzer  bir laf etti, Allah varsa, olmayan ne, günah taşına elini sokmayan var mı, halife cenbiyeli değil mi, kozmik formasyon aksıyor, iç organlarımız halojenik görünüyor ve biz onun oğlunu çarmıha germedik mi, Torino Kefeni'ne girmedi mi, kahhar olan melikin yüzü de toprağa dönmedi mi, bir dirsek boyu kılıçlarla, delik deşik edilmedi mi, okyanus denizi zalim olur, otlaklar daim yakıldı, yatağanın zehiri yağmur gibi yağdı.
Rum meliki, Büveyhiler, Sebüktekin geldi geçti, geyik etiyle, kulübeler ve cümle kuleler yandı, şol sedir ormanları tutuştu da, vandallık ve barbarlık bitmedi, Barabbaslık yetmedi ve serap, hiç bir zaman şaraba dönmedi!.. Cûzcanan beyi, Aras suyu kıyısız denizlere düştü. Berkyaruk, Buşeng el-Abâdi ve Hâcibi diye biri vardı, abstrak ve melanj, kırk hadis ve Mevlana'yı bitirdi. Hutame kapısına geçildi, hatunluğa Holifar seçildi, Mârikalah denilir bir yerde, Nuhistan diye başka bir yer var idi. Kubâdiyân, Semerkant hakanlarından biri idi, Berdea Dizi toplumu, hak ister köyü, Hulvân hududu...
 Emir Kafaut der ki, tanrı kapris yapıyor olabilir, onun da egosu olabilir. Kötülük, iyiliğin aksi midir, Malazgirt gibi, Yâvekiyye fırkası Bizans'a kaçmış idi, Kazak hatmanı, Kirmanşah ocağı, Velvâlec beyliği hüküm sürdü bu cihanda, Akitanya, İberik'le, Frank eli arasında değil mi!.. Serhas'la birliktik de, sabun yokluğundan tifus yayılınca, cenkleşmeden kaybettik!.. İrrealisttik, çatı yılanı evreni yarattı ki, onu sorgulayalım diye dedi mi, ruh devrimi ve popovizm nedir ki... Ve döndüm de ona yüzümü, aşk cebirdir dedim. Siyaset seyisten gelir, at bakıcılığı, terbiyeciliği!.. Yönetilenler ahır canlısı, yönetenler mal sahibi, tavuk göle düşerse ne olur peki? Yüzemez mi dedin! Bir körün Venüs'e dokunması gibi, dokundum ona ve ben karanlıkların ölümüyüm dedim, ya hüdâ, Hanibal kim ve;

 Ne diyordum ben!..

 İçmiş paraşüt gibiydi, para maskeler yaratır dedi, bin yıl sonra dijital cehennem, sanal uçurum ve sessizliğin kanatlarıyla, mavi gökte uçuyordu, o zaman o ölü dedim. Hicret'in 479. yılında Cumâde'l-âhire ayında, Sultân Isfahan'dan göç ederek Rama Zilhicce ayının dokuzuncu günü Tekrît hisarına ulaştı. Emirler, hâcibler ve ileri gelenler karşıladı onu, sonra Soylu Su, İşkodra seferine çıktı. Hicretin 480. yılının Muharrem ayında halife Sultân Melikşah'ı sarayına davet etti, binmesi için üzerinde siyah yastıklı Çin demirinden eyeri bulunan, süratli bir at gönderdi. Kıyamet günü tüm ölüler toplanacak ve sorgu başlayacak, öyleyse ölmüşlerin bütün cennetlikleri toprağın altında, arafta dahi değiller dedi.

 Getsemani zeytinliğinde can çekişen, Ürdün ırmağında Mesih İsa'nın vaftizi ve Mesih İsa'nın Efkaristiya'yı kurması, Meryem'in kuzeni Elizabeth'i ziyaret etmesi, Kana Düğünü'nde kendini açıklaması, tövbeye daveti ile Allah'ın krallığını ilan etmesi, Bizans liturjisi, üç katolik patrikliği, Süryani, Maronit ve Melkit ve Neccar adında bir dağın eteklerinde zaman satıcıları lülekanlar, Mesih ve İnanlılar'ın Kutsal Ruh'ta Baba ile olan birlikteliği ve her şey evcilleşebilir ama dil asla dedim, o öldürücü zehir, dinmez kötülük ve İsrail ülkesinde İsrafil'i aradım, Sargonof imparatorluğu diye bir yerde Sargon ve kilise Yunanca eleksia, dışarı çağırma, çağırma anlamına gelirdi. İsrail, İsa dili demekti. İvrea Rahibeleri, diyakoz papaz yardımcısıydı. Hıristiyan tanrıbilimciler bu kutsal çağrıya vokasyon derlerdi. İlteriş Kağan, evrim tanrıyı yarattı. Meyyâfârikin, Kirman, Arran ve Rebia'da hüküm sürdü, üryan, anadan üryan, giyitsiz, yalıncak, çıplak, çırılçıplak, yalınayak, başı tabak, çulsuz, Adembaba kılığında, aç, açık, aşkta yaşanan, iç yakıcı bir h'üzünç ve giderek yaklaşan ufuktaki yalnızlık ve keder beşeri umutsuzluğa sürükler dedi!.. Emir kipi gibi bir melankoli, Sulla ve Neron, Zencan'da çadır kurdu, zamane iktidarı, rüzgar insanları, İskender'i savaşta bir filin hışmından kurtaran köpeği Peritas, kaçıncı yaz!.. Kelebek ateşe yaklaşınca ateş aydınlanır. Kabil ölümden yanaydı yaşadı, Habil yaşamdan yanaydı öldü. Bulutlar biçim değiştirince evrende değişecek. Düşenle düşersen sen de düşer misin, sonsuz evrenin anlağımızda yarattığı boşluğu, onu karşılayacak sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilir, akşam için bir parça elektronik et verir misin, ya Koah hastalığına ne dersin, tanrı biz onu yadsıyalım diye yaratmış olabilir, tutsağın tanrısı, efendisi olabilir mi, yoksa yok denir mi ki, karadeliklerin zıttı, maddeyi yutmak yerine kusan ak delikler, karadelik ve akdeliği birbirine bağlayan Einstein-Rosen köprüleri, evrenimizin başka bir evrende bulunan bir karadeliğin içinde olduğu, evren bir karadelik içindeki patlama sonucu oluştu, karadelik oluşurken eş zamanlı olarak, Einstein-Rosen köprüsünün diğer ucunda bulunan akdelikten, başka bir evrenin oluştuğu öngörülüyor. Bu evren modeli ile kozmolojideki bazı problemlerin, örneğin karadeliklerdeki bilgi kaybının ortadan kalktığını belirtiyor, ancak model iç içe geçmiş evrenlerden oluşan bir evren silsilesi olduğu için maddenin başlangıcı sorusu yine yanıtsız kalıyor. Bir evrenin karadeliği içindeki bir evrende yaşıyoruz. Elektronik balık yiyen robotlar olacağız. (Portföy, kantitatif, Silezya, fortuna, Hubyar sultanı, Hubutor, Jüpiter, Namorti, Nmerut -ölümsüz- Huma kuşu, Hacer-ül Esvet, Samsat, Potamya, Knik -köpeksi- yaratır maske para).

Yaşasın saçmalık, yaşasın yalan!..

Siz A'dan B'ye 200 dakikada gittiğinize, arkadaşınız ise B'den A'ya 160 dakikada geldiğine göre, hızınız arkadaşınızın hızının 4/5 idir. Köprüye aynı anda ulaşıp, siz arkadaşınızdan 1 dakika sonra çıkıyorsunuz. Buna göre köprüyü 5 dakikada geçtiniz, arkadaşınız ise 4 dakikada geçti. Sizin A'dan köprüye gitme süreniz AK, arkadaşınızın B'den köprüye gitme süresi BK ve köprüden A'ya gitme süresi KA olsun. AK = t  dersek, arkadaşınız sizden 30 dakika önce yola çıkıp, sizinle aynı anda köprüye ulaştığına göre BK= t+30'dur. Arkadaşınız B'den A'ya 160 dakikada ulaştığı için BK+4+KA=160 olması gerekiyor. t+30+4+KA=160'dan KA=126-t bulunur. A ile köprü arasındaki uzaklığı siz t dakikada gittiğinize, arkadaşınız ise 126-t dakikada gittiğine ve hızlarınızın oranı 4/5 olduğuna göre t (126-t)=5/4 den t=70 dk bulunur. Köprüye ulaştığınızda saat 10.30+70=11.40'tı.
Peki şimdi ne oldu!..

Apelasyon ve enolojisini sordu. Yaratılan bir şey varsa, yaratan da vardır ve ama oda yaratılan bir şeydir. İlkel evrenlerde, lazerle gökyüzü taranarak yağmur yağdırılabilirse, kimbilir ileride el lazerleriyle yağmur duasına çıkan gruplar görebiliriz. Echidnalar (karınca yiyenler), keseli sıçanlar (Opossum), çayır faizleri (fareleri) marmotlar (bir tür kemirici), yedi uyurlar, hasancık, cüce avurtlak, toros sincabı, nal burunlu yarasa, saçaklı yarasa, kobold evrenler, saman uğruları, eşizler, membranlar... Cep tel çaldı, arayan Ural'dı, merhaba Gülsün Hanım dedim, ben Ural deyince, vallahi sesin Gülsün Hanım'a kendisininkinden daha çok benziyor dedim ve metroda Homeros'u gördüm!.. Herkesin bir cenneti, herkesin vaatleri vardı. Cengiz Han bisiklete biner, İskender Mars çöreği yer, Atilla org çalardı. Çocuk Muhammet sala okur, Halifeler nota çalar, Beethoven beste yapardı (Arabi-Kurani yazılar nasıl da notaya benzerdi). Soyuttu her şey. Ferkadeyn, Küçük Ayı, Pencap prensi, Zanzibar ve Asturias vardı. Ölçüsüz terzilere uymayan kumaşlar vardı. Muhammet evrenin notalarını Kurani yazıya dökerken, Kurani'yi evrenin notalarına döküyordu Beethoven!.. Tanrı ne görkemli bir imge, Surabaya limanı, kuşku dolu sorular, Truva pabuçlarıyla gelen Helen, Hindenburg faciası, Gücerat hükümdarı... Bedeni üzerinde kumar oynadığım nisalar, Vaslui savaşını kaybeden Fatih, Büyük Stephan, 5. Adam, Adem'in tacirliğinden üreyen varlıklar. Terra Nova'da, Kitap ve Resûl'den habersiz insanlar, yabanlar, üç ayaklı, köpek yüzlü, başları göğsünde olanlar. Enif çölü, Deştikebir şehri, süt yolu, fil yağmurda yıkanır ve kaçıncı damlada boğulur, eşizler, kobold hırkam, neye gerek membran!.. Sanat kuşkulanmaktı, Mozart kuşkucu, Salieri güvençliydi, Adem, Allah'ın halifesiydi, her Aleksander, Bicornis değildi, beşikten beşiğe gidiyoruz, tenimizin rengi ayrı ama içimiz aynı, ırkçılık komedi değil argomedi, matematik bilimleri arasındaki musiki, tanrı bizi ışınlayabilirse de dokunamaz, biril, ikil, üçül gibi!.. Nahcivan'da dinlediğim fil soneleri, polisapiensler, karınca su içer mi, işte sese benzeyen biri geldi, sorularla soru soruyor, Mazarin ve Çernişevski, Urartu kuşu, beş taşınabilir muraldan oluşan sergi, çarmıha gerilen ve yaşayan, Emevici erat, yüzü kederle bakan, Carbos olayı, beyni peynir markalarıyla dolu adam, Arakanlı müslümanlar, Rey şehri, Horasan, lümpen zühtçülük, Bizantik islam, güvey kandili duran, bezirgan islam, virgül koy, bu kaçıncı Holifar, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir de ki virgülü kaldır, aristokral, fasık devlet, zındık Ravendî, kendine güvenen insan, Cebrail aleyhisselam, resullere vahiy indirirdi, şimdi işsiz mi, kendine güven tümlük, sanat kusurdan, eksikten doğar,  kuşkuculuk kuşu, hiç bir şeyin şiir olduğu bilinemez, Solaris ve Stalker'de, bedensiz ölülerimiz ortak keder, sanat bir köprü olduğu kadar, insanın kendine, ötekine yabancılaşmasıdır, şiir kıyamet midir, tanrısal son, kozmik alev, sonsuzluğa, ölüme, yok oluşa kucak açmaktır, hiçliğin arı güzelliğine ulaştığımızda, şiiri de yaratmış olacağız, başarmış olacağız. Şiir, yaratan!..

Ne diyordum ben!..

Yaşasın saçmalık, yaşasın yalan!..


HOMOHOME

 Uzay boşluğundaydık. Mauritia ve Rodinya'dan geçiyor; ‘Cogito ergo sum’dan ‘Digito ergo sum’a doğru gidiyorduk. Otofazi artıyor, Triangulum yanıyordu. Çen Guangbiao oksijeni piyasaya sürmüş, Amele Birlikleri Miklagard’a kanal açıldığını görmüştü.
 Kuarklar eşliğinde Satürn’deki ofisimize geldik.
 Neandertal klonluyor, lemmingler ve kar tavuğu üretiyor, binlerce rüzgârla, bağırsak florası ve biyo yakıtlar gezegeni süslüyordu.
Tanca'da, manolya bahçelerini gördük, günbatımı Petra Vadisi'nden geçtik, mor külhani yeleleriyle Berberiler fener alayındaydı, eseme ve farmakoloji düşkünlüğü vardı.
 Tartus'da onu arıyor, Flotilla 13'ü soruyor, Osirak nükleer reaktörü, Al Kibar plutonyumunun üvey kardeşi mi, diye hipotezler üretiyorduk.
Negrilisin’in hükmü sonsuza dek sönümlendi, anlağı kaotik Joyce, Hiçkimbaba, Cellatnemrut ve Numançiçeği diyor, fasit bir dairede Lübnan selvileri, kokularla bulvarlarda yürüyordu.
 Işığın menisi, kurşun deposu penisler, Nepal biçemli uterus, egomenler ve küskün Sumatra, kent denizlerinde bir Grek vazosu gibi duruyordu.
Trigonometri ve tiktaklar dizisi yer değiştiriyor; Kato senatoda, tanrı ve insan türü kendi yarattığının yarattığıdır diyordu.
  Kapitole yağmur yağdı ve Lord Harry yerde yetişen yonca yeşil olur diyerek gerçeği vurguladı.
  Işıltılı çehre, Hint sümbülü ve havlayan kedi aramızdaydı.
  O an, Büyük Brother, Düşler Atlısı ve stronsium bir ortaklık kurguladı.
 ‘Papa Peter her gece yatağına işer
  Ayrımız gayrımız yok, böyle de olsa beşer’
  Fosfor yanığı merdivenlerin yarısına kadar geldi, eğildi ve medüzünden sıyrıldı, birden o tuhaf şey göründü, yarı karanlıkta, ölü deri parçasını yoklar gibi arandı ve kör hançeri güç bela derinliğe saplandı, sönmüş bir galaksi gibi hiçbir yaşam belirtisi yoktu, ikili sarmalda yaşlı siborgun çığlıkları yankılanıyordu.
 Erdemliler ve meşaleciler gruplara ayrılıyor, çenesiz Çinliler ve tavus benliler çoğalıyor, Cem'de dünyayı Mars'a benzetiyorum, yaşam belirtisi var ama yaşam yok diyordu.
 Göl kedilerinin soyu tükendi. Ranvier boğumları hız sınırını geçti. Galanthus -karga soğanı- güneşte de açıyor, kuvarsit ve arduvaz kayaçları, güz ertesinde sabır çiçekleri gibi patlıyordu.
 Kambriyen dönem ve mastodontlar enzimi kendini yeniliyor, uzaklarda kabaran Tetis denizinde nautilus yüzüyor; San Andreas fayı açılırken, hydromeller ve puhuların gözleri saf karanlığı görüyordu...
 Her izm biraz faşizm barındırır dedi Tarık, mineral yiyen ve elektrik içenlerin ülkesine geldik, Melkisedek ayini parıldıyor, Anka kuşu yumurtluyor, etekli bir İskoçyalı geçerken, kuzeydeki kulübelerinden el sallıyordu İskandinav köylüleri!..
 Karanlıkta kuğular gibi esiyordu horoz rüzgârı.
 Güney Haçı yanıp sönüyor, Karaağaç'tan herkes kaçıyor, tek bir insan oraya doğru koşuyor, Kız Kulesi’ndeki betikler bir şiire dönüşüyor ve sonsuzlukta 'Sayrılar Evi’nin kapısı özlemle açılıyordu.

 Üç ayaklı keçi, uzun boylu masmavi tazılarla altın kapıdan süzülerek geçti ve O; hışımla kükreyerek ‘Pendafrodit’ olanınız kim dedi!..
Öne çıktım.
‘Tanrımız sizi görmek istiyor!’
 Başımı öne eğdim ve ‘Şiir, insanın sonsuz yolculuğunda gizençli, eşsiz bir kanat sesidir’ dedim.


DELİ EMİN
 Tanrım, soluk kesen güzelliğine karşın at, neden eğri büğrü bir insanın buyruğundadır?..


 ANDROİDLER
‘Androidler, elektronik koyun sever mi?..’

 Evimizin ilerisinde yükselen engebeli arazide, sayısız apartman var. Biz oraya karşı mahalle diyoruz. Onları bizden ayıran, yalnızca ortadan geçen yol ve bir iki duvar. Bazı geceler, solgun ışıklar altında, o yakaya bakarken buluyorum kendimi. En uzakta, tepede, diğer apartmanlardan oldukça ayrıksı, gökdelen gibi sivrilmiş, sarı bir bina var. Arada pencerelerde solgun gölgeler duruyor ve geceleyin, tek tük ışıkların yandığı dairelerde, hiç tanımlayamadığım karaltılar dolaşıyor… Oranın, giderek şaşırtıcı bir görünüme büründüğünü anladığımda, sanırım iş işten geçmişti!.. Boş yere hayıflanmışım, geçen gün, haklılığım kanıtlandı.

 Uykunun tutmadığı o gece, balkondan durgun şafağı izlerken, birden gözlerim o binaya takıldı; bir hareketlilik vardı!.. Neler oluyor derken, büyük babamdan kalma dürbünle, yapıyı gözetlemeye başladım. Gecenin bu yarısında, belirsiz, ürkünç görüntüler ve sanki androide benzer, yarı insan-yarı hayvan yaratıklar bina içinde koşuşturup duruyordu ve elbette platinsi, metalik bir parıltı yayıyorlardı.

 Donup kalmıştım, şaşkınlığımdan zamanı unutmuşum, sonra ne olduysa, -bir an gözlerime inanamadım- bir şey bana doğru koşarak, daha doğrusu dürbünün içinden; dalgalar halinde yayılarak yaklaştı ve acayip bir çınlayışla; Ne yapıyorsun, diye bağırdı!.. Asıl inanılmaz olan şey şu; biri kulaklarımdan sanki yırtarcasına asıldı!..
Ödüm kopmuştu.

 O günden sonra, boşluğun gölgelerden oluştuğuna ve meleklerin bulutlarda dolaştığına inanır oldum. Duyduğuma göre, androidlerin gözleri kartal gözü gibi uzaklara odaklanabiliyor ve izlendiklerini anlarlarsa, manyetik biçimde hareket eden uzuvları, elleri, kolları sayesinde, dilediğini yanlarına bile alabiliyorlarmış!.. Şaşırtıcı olansa, şimdilik bana yalnızca bağırmaları ve uyarmış olmalarıymış!..

 Aman tanrım, düş mü görüyorum ben!..


ZAN
 Evvel zaman içinde Çin'de, Henan eyaletinin, Zheng zhou kentinde, Zan adında biri yaşarmış. O herkesler gibi doğmuş, herkesler gibi yaşamış ve günü geldiğinde, Azrail yarın sana geleceğim dediğinde, yarının hiç bir zaman gelmeyecek olduğunu, her yarının sürgit başucumuzda duran bugün olduğunu düşünememiş ve sırf bu yüzden ona melekutların verdiği ceza ölüm değil amansız bir sayrılığa yakalanmanın ezası olmuş, hal böyle olunca, o Syble gibi bir şişeye sığabilecek denli küçülene ve ıssızlıkta yitip giden bir ıslık gibi tükenip gidene dek yaşamış, ne ki böylelikle Azrail'in sorgu defterinde gözden kaçırdığı insanlar katına yükselmeyi başarmış!.. Zan, esprili, sevecen, dost canlısı ve bilgisever biriymiş, yemektense, yemek pişirmeyi öğrenmek isteyen, kıssalardan hoşlanan, dervişlerden, keşişlerden söz eden, masallardan dem vurup, darbımesellerle süslü belleğini herkeslere açtığı için çok sevilen, aranan biriymiş. Sözü uzatmak israftır. Başkasının söz hakkına göz koymak, dilini, divanını çalmak ve dünyayı salt kendinin kılmak gibi bir benoğulculuk, gamsız tasasız bir hodbinliktir. Herkes kadar herkes konuşabilseydi şu dünyada, -ne iyiliği kötülük sananlar, ne güneşten korunmak için gölgesine sığınanlar olurdu- dünya bugünkü dünya olamazdı. Öyleyse sözü uzatmayalım, Zan'ın dillere destan mesellerinden bir ikisini aktaralım ki, bencilliğin ve çıkar düşkünlüğünün nelere yol açtığını, menfaatperestliğin, ne denli aciz bir Lennielik, naturamıza uymaz bir acınası putperestlik, nesebimize, meşrebimize yakışmaz bir huysuzluk, hayırsız ve şerle dolu bir gaddarlık olduğunu anlayalım... Zaman zaman içinde, Yangtze ırmağına yakın Anhui eyaletinin, Hefei veya belki de Huizhou kentinde usun kıvraklığı ve insanın sevecenliği kapsamında bir yarışma düzenlenmiş, gelenekler uyarınca herkese birer metre uzunluğunda tahta kaşıklar verilip, önlerine konan azıkları, sulu yemekleri tüketmeleri istenmiş, yarışmaya önce benciller, azılı menfaatperest ve putsever gözbağcılar ve kendisinden başka kimseyi düşünmezliğiyle tanınmış aç gözlüler, at bakıcısı, tavlacı ve tüm gül satıcıları, saray süpürgecisi ve bahçevanlar katılmış. Beklendiği gibi hiç biri kocaman kaşıkları ağızlarına çevirip de yemeyi becerememişler, yemekleri döküp ziyan etmişler ve aç bilaç, sefil biçimde sofrayı terk edip, yurtlarına, ocak ve bucaklarına dönmüşler. Hasılı İkinci takım alınmış sofraya, her şeyi paylaşmayı alışkanlık edinenler, kendinden önce nasılsa başkalarını düşünmeyi adet edinenler ve yaşamı tüm zorluklarına karşın doyasıya sevmeyi düstur belleyenler katılmış bu seferki kasırgaya, ne olmuş dersiniz, herkesin nasıl olacak bu iş diye bahse girdiği, türlü türlü dolap çevirdiği, yalap çalap laflar ettiği ettiği bu meselde, aşıkların hepsi birden kaşıkları karşısındakinin ağzına tutmuş, herkes gönül hoşluğuyla dolu, gülümseyerek sofradakileri yemiş ve alabildiğine doymuş gözlerle kalkmasın mı sofradan, seyredenlerin gözleri fal taşı gibi açılmış ve hiç biri bu kolaylığı, bu us cambazlığını nedense düşünememiş. Festival bitmiş ve sevginin, öz verinin ve paylaşmanın değerinin neden bir türlü bilinmediği, neden herkesçe bu ulucanlı, ortak yolun kabullenip, benimsenmediğine şaşarak, bir kez daha yakarmışlar tanrılarına, ahlar vahlar arasında diz üstü çökerek, tapınmaya durup, haykırıp, hayıflanarak sevginin yüceliğinde, sonsuzca insani, usa yakışır çözümleri üreterek, evrensel barışa giden yolu açtığında, bir kez daha karar kılınmış ve yaşamı her ne pahasına olursa olsun, her daim sevenler ve gülünün solduğu akşamı bile paylaşanlar, bir kez daha omuzlara alınmış ve bir kez daha ululanıp, yüceltilmişler. Dağa taşa, kurda kuşa, ölüsünden canlısına ders olsun, şan olsunmuş bu mesel. İkinci meselde şöyleymiş, sırasıyla bir işi yürütmenin, her eylemi olması gerektiği gibi sürüp, sürdürmenin, her şeyi yerinde, yolunda yolağında ve zamanında yapmanın, düşünceyi ve yeteneği usturubuyla kullanmanın ne denli şaşırtıcı ve düşünülmedik boyutlarda sonuçlar verebileceğini, ne denli yararlı ve olmazı bile olur kılabileceğini, hepimize öğütler ve nice verimli koyutlarla belleğimize ışıklar saçabileceğini gösterir bir kıssa, düşünceler içerir, dolaylı vesilelerle dolu bir meselmiş bu... Budist rahiplerden biri, bir gün çevresine tüm müritlerini toplamış ve eğri büğrü, kocaman bir taşı, dikkatle bir güğümün içine sığdırmayı başarmış ve öğrencilerine demiş ki; Doldu mu kulpu kırık küp, onlarda haklı olarak doldu demişler. Bu kez rahip, bir kova çakıl taşını güğümün içine dökerek, sallamış ve taşların kovuklarına yerleşmesini sağladıktan sonra gene sormuş çevresindeki, bir sözüne bakar, sorgusuzca iman eder öğrencilere, onlar şaşırarak gene doldu demişler, rahip bu kez bir kova kum almış ve herkesin gözlerinin önünde güğümün içine boca etmiş, kum seli kendi yolunu bularak minicik küpün içinde, gezinerek, akmış ve içi dışına dek dolmuş, öğrenciler olacakları kestirip bu kez dolmadı diye haykırmışlar, rahip gene durmamış ve bir kova suyu boşaltmış küpçüğe, öğrenciler yine şaşırmışlar ve suyun çift kulplu güğümün dibinden tepesine yitip gittiğini şaşkınlıkla izlemişler... Rahip, bu oyundan amaç demiş, kara güğümün büyüklüğünü, hacminin şaşırtıcılığını anlatmak değil, her şeyi sırasıyla yapmanın önemini kavramaktır. Doğru yolu ve düşünce birliğini yenebilen tek şey, ondan daha üstün ve ilerde olan yeni bir doğru ve düşünce olabilir ancak diyesiymiş rahip. İşte Zan böyle şeyleri anlatır, nice güzellikler ve ince düşlerle oyalanır biriymiş. Gel gör ki, başta da belirttiğimiz gibi, bir gün oda yaşlanıp, yazgısının oyuncağı bir üç ayaklı olunca, günü gelmiş yataklara düşmüş ve şifa bulamayınca, bir umarla eyaletin iyi bilinir, en mamur sayrılar evine kaldırılasıymış. Zan bu ya, orada da arkadaşlarını, henüz sıhhat bulamamış yoldaşlarını, koğuştaki gönüldaşlarını mutlu etmek, onları yaşama bağlamak için gene elinden geleni yapasıymış. Zan'ın yatağı pencere kenarındaymış, ağırlaşmış olanları, sanrısı tutanları yaşama bağlayabilmek için, bu kez pencere kenarından dışarısını, gördüklerini, gelip geçenlerin süsleriyle dolu yaşamı anlatır, onları güldürür, düşündürür, duygulandırıp, sevecenlikle ruhlarını doldurarak günler boyunca oyalar dururmuş. Pencereden her gün cıvıl cıvıl oynaşan çocukları, örgü ören anneleri, ıhlamur çiçeği toplayan teyzeleri, havuzun kenarında suya dalıp çıkan, neşeyle ötüşen kuşları, serçeler, güvercin ve kumruları, arabasıyla gezinen çocukları, kokuları, tavşan kanı çayları anlatır, bu günlük güneşlik yaşamın, bu insanlarla biricik bağlantısını sürdürebilme adına, her gün olan biten, nice güzellikleri, zarif, efsunlu, gönülçelen bin bir şeyleri, seyirlikleri, sevecenlikleri dur durak bilmeden, bıkıp usanmaksızın anlatırmış. Arkadaşları onu pek sever dualar edermiş. Ama biri varmış ki Zan'ı kıskanıyormuş, pencerenin kenarında o olmalı ve herkese o anlatmalıymış yaşananları, onun olanları görmeye hakkı yok muymuş, anlatmaya gücü yok muymuş, belleği yaşlıda olsa yetmez miymiş diye düşünür, onun gibi olmak istermiş ama heyhat pencerenin kenarı Zan'a nasip olmuş ve bu manzaradan, giderayak bu imrenilesi güzellikten yararlanmak hakkını ne yazık ki Zan elde etmiş, güzellikleri doyasıya bakıp anlatmak ve her şeyi o çocuksu anılarla kaynaştırmak bahtı ona gülmüştü bir kere... Yaşam ne garip, Zan'ın komşusu içten içe yanıyor ve Zan'a günden güne kin besliyor ve anılarıyla bir türlü kaynaştıramadığı, yaşamın güzelim manzaralarını görememenin acısıyla nobran davranıyor, huzursuzluk, geçimsizlik yaratıyor ve neredeyse herkesin keyfini kaçırıyormuş. Oda anlatmayı bilirmiş güzellikleri, katedralin havariler avlusundan çıkar gibi, Formoza faytonlarına binip gezen, neşeyle dolup taşan grupları, melekut alemlerinde dolaşır gibi, akasya ve lisyantus demetleriyle boyunlarını çelenklerin süslediği, göz alıcı entarileriyle albenili kız çocuklarını, afacan delikanlıları anlatmayı, ifritin gümüş bıçaklı gecelerinde, ay ışığında sarhoşluk veren saatleri diline dolamayı, Judas soyundan gelenlere Yiddişçe rüyalar görmeyi başardığını söyleyerek, güneş ışığında göz renginin değiştiği müjdesini vererek, çevresinde bir aşıklar ordusu, sevgi, sevecenlik yumağı ve hilal biçimli haleler oluşturmayı oda bilirdi. ''Orada sayrıları yatağından düşüren zika virüsünü gördüm, orada Sezar'ı öldüren hançeri gördüm, Stuart'ın göğsündeki kanseri gördüm, orada Babil'in kuleleri, asma bahçeleri ve Nil deltasının defnelerini gördüm.'' Meselimiz az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti ve günün birinde iyi yürekli Zan ölmeyi bildi. Masalcısı ölmüştü koğuşun, yatalaklar, yarı yürür inmeliler ve ayakta duramayan nice efendiler üzülmüştü evet ama Zan'ın yatağı kenarına gelip, güç bela pencereden dışarı bakmak istemişlerdi pek çoğu, Zan'ın bitip tükenmek bilmeyen yaşam öykülerini gözleriyle görmek, bizzat tanık olmak istiyorlardı. Gizliden bir kıskançlık, haslet duyan gözlerle, hevesle, iç yakıcı özlemle, ardı sıra yaklaşıp bir bir dizildiler. Ne yazık ki güneşi gizler bir bulut gibi, ilerde sayrılar evini çepeçevre kuşatan beyaz ve yüksek duvarlardan başka bir şey göremediler!.. Sözü israf edip, sürçü lisan ettikse affola!..

 MALAYA
 Butan ülkesinde, yaşlı bir kadın kendini dini öğretilere adamıştı, tüm kutsal metinleri okuyup, buyrukları yerine getirerek, erdemle boyun eğdiğinde, her öğretinin cennetine gitmeyi hak edeceğine inanıyor ve böylelikle; yaşamı boyunca düşlediği cennete, o büyük özlemine kavuşmayı kesinleştirmek istiyordu. Kısır ve kısıtlı yaşamında aşkınlığı aramanın, uyuşturan, yüceltici duygularla süslü ve esenlikle dolu, bezdirici bir yöntemiydi bu...     

 Yeryüzünün her köşesinden, gelmiş geçmiş tüm metinleri araştırıyor, vicdanının kanatları altına sığınan, yüreğinin kolları arasında uyuyan öğretileri coşkuyla okuyor, dinginlikle, tapıncayla, inancayla sonsuz bir mutlan içinde yüzüyordu... Evrenin bir hapishane olduğunu, çünkü bir kapısının olmadığını, kapısı olmaklığın, onun dışarı açılan bir çıkışı da kesinleyeceği için, özgürlük anlamına geleceğini, bundandır, evrenin, gerçekleyin bir hapishane, dahası cehennem olduğunu ileri süren, ölümünse, dolayımla bir kapı, çıkış sayılmakla; özgürlükçü bir kucaklaşma, bir özlemin erimi olduğunun kabulü gerektiğini söyleyen ve denilebilir ki artık bir cennete kavuşma, doğallıkla bir saltık kurtuluşa açılacağını müjdeleyen öğretilerden tutunda, belli sayıda varsanan olanaklar tükendiğinde Songün'ün de yaklaşmış olacağını, olanaklar yeniden yaratılamayacağına göre (bu deruni alanda, olmuş olanın önüne tanrı bile geçemez , an yinelenemez gerçelliği varmış), yaşamında bitmiş, doğal erimine varmış ve zamanın sonuna ermiş sayılacağını ileri süren veya evrende her şeyin bir ikizi olup, anot, katot görüngüsüyle kutuplaşan, tersinir bir yaşam sürdüğümüzü, biri harama el uzatırken, diğerinin ant vererek tövbe ettiğini, biri düşlerinde koşarken, diğerinin gündüz gözüyle dinlendiğini, biri göz yaşı dökerken, diğerinin gülmekten eridiğini varsayan görüşlere değin kendinden geçiyor ve neredeyse cennet mekân hazır bir yaşamın onu beklediğini düşlüyor, düşünüyordu...

  Kötü insan olmamanın şeytanca bir kibir olduğunu savlayan öğretiler, gerçekte insanların tanrıyı, dünyanın yükünden kurtulmak, yaşam denilen o vefasız yosmayı hafifsemek, alacakaranlıktan süzülen, tan aydınlığının ıtırında, sabah güneşinin eşliğinde, onu bir gül kokusu gibi duyumsamak, yuvasından çıkan bir sincap yavrusunun, neşeyle sağa sola bakışında, bir esrime, bir esenlik, bir ürperiş gibi algılamak, hayatın ve ölümün amansız baskılarından, bir anlam vehmedilememiş acılarından kurtulmak ereğiyle yarattığını; yaratıldığını ileri sürerlerdi... Zohar'ın tam on üç bin sayfalık kutsal öğretisini belleyenler, Şamlı Yahya'nın, insanın ortakçıl gereksinimlerini, tanrıya zorbalıkla dikte ettirdiğini söyleyenler, yazgısı yaratıcının iki dudağı arasında olduğu halde, onunla yarışmaklığın sanrısına düşüp, dehşete kapılarak, tir tir titreyenler, öz beninde dolaşan kanın ve sonsuz haklılığa inanmış olmaklığın sanısıyla, bir belleyiş ve belletişle haşır neşir olmaklığın baştan çıkarıcılığında; gölgelerin gücü adına, hayra ve sevaplara belendiğini ve cennetin kapısının kendileri için sonsuza dek açık olduğunun ürküsü, hıncahınç özlemleriyle dolu bir vehme kapılarak, görkemle yanıp tutuşanlar; onun bilginin ve ermişliğin afyon serkeşliği, hak tanırlığın ve hak edilmişliğe kabul buyurmaların sarhoş ediciliğinde, özümsenmiş bir kibirle kendinden geçmesine, geçmelerine neden oluyor ve sonul olandaysa; yarı baygın, büyük bir teslimiyet, ram oluş ve ruhaniyet içinde cennetine kavuşacağı günü beklemelerine yol açıyordu!.. Kimileri de diyordu ki, tanrıya boyun eğmekliğimiz, vaatlere duyduğumuz açgözlülüğümüz, insanlığın yeni bir ortaçağa sürüklenebileceği kuşkusundandır, onun kendisine ilişkin bildiklerinden çok neler biliyor olabiliriz ki biz, yine de yakınmalarla, kutsamalarla bağlanıp, tapınıyor olmaktan mutlu olabilmeliyiz, tapınmak, harfleri sayısınca yinelendiğinde, istemsizce kortekslerde çınladığında, garipleşerek, anlamını yitirebilir, bizi kargaşanın boğuntularına bulayarak bilinç cidarlarımızı harap edebilir, ne ki yaratılmışlara nasıl zararı olabilir tanrısallığın, yaşıyor olmaklığımızla inanıyoruz biz, hiç düşünmeden; duyarak, görerek, tadarak, koklayarak, böylesi anlamalar, kavranımlar, algılamalarla düşünüyor ve biz saltık inancın, ruh sağaltan inancaların coşkusu içinde yüzüyoruz...

 Biz bilmeliyiz ki, var olmuşluktan uzak, ilişiksiz, ilintisiz bir varlığın dışındaki tanrının bir anlamı olamaz, illiyet bağının dışında var olmak, nasıl olabilir ki, olası mıdır ve kim, ne biliyor, ayrımındayız ki, henüz bir çevrenin, bir çeperin içindeki öglenalar, amipler ve kamçılı zigotlar gibiyiz biz... Nedir ki, umarsızlığın pençesindeki bu görüngüler, yazık ki doğrudur, çünkü gerçellikte böylesi bir tapıntı, tanrının varlığını yadsımak olurdu... Var oluştan vareste, bağlantısız bir tanrının varlığı, varlığın yadsınması anlamına gelirdi. İlgeçten yoksun -edatsız- ve bağlaçsız bir tanrı, yokluğun varlığını kabul etmek, bir tür hiçliğe boyun eğmek anlamını taşırdı ve böyle bir çatışkının sonu, kaçınılmazlıkla düşlemsiz bir anakronizme, katıksız yanılgının anlamsızlığına kapılacağı, boşluğun içinde boğulacağı içindir ki, düşünüldüğünün aksine, ne yazık ki, tanrıyı yoksamanın, yokluğunun kanıtı olurdu, giderek onu yoksamanın yüklenimine, kolaylıkla kabullenilir bir işlevine dönüşür, dönüşebilirdi... İçlerinden biri açıkça düşünüyor ve savlıyordu ki; gerçekte tanrıyı yalnızca anımsıyorum ben, şimdi, şu an; yaşıyorum onu ve gelecek için ön görmeyi tasımlıyor, vecd içinde öneriyor, sunabiliyor, ileri sürebiliyorum... Başlangıçtan beri duruyor ova... Yalnızca sözlere ve tutuşan dillere inanarak bağlandıklarını bilmiyorlar mı onlar, düşünmek derinde gözlerimizi kapamak ve bile isteye kendinden geçerek, vecd içinde, bir şey düşünmüyor, düşleyemiyor olmak değil midir... Tanrı neyin metafiziğidir ki, varlığın metafiziği, soyut boyutlanımla ilgili bir şey düşünmemekle olanaklıdır, bir bilinmezliktir metafizik, dünyevi görselliği, bir biçimselliği olmayan ve ondan sonsuzca yoksunluğu...

 Gün ışığı ne yaptığını bilemiyordur ve yazık ki ne yaptığını bilmediğini de bilemiyordur, ağaçlar ve tepeler soy varlıklardır, saltık birer gerçekliktir, saflığın timsali, 'ol' buyuranın kült ve arı birer hamlığıdır onlar, dirimcil ve sonsuz körpelik, deneyimsiz bir acemilik, eylemsiz, hazırlıksız bir ilk elin, ilkinsiliğin, üzünçlü başlangıcın, otoistik, -mihaniki- pişmanlığıdırlar. Onun için tanrı eşdeğerlikle bizimledir ve sürekli yanımızdadır. Bakın tanrı nasıl da geziniyor yamaçlarda ve kendisiyle nasıl konuşuyor, soyluluğun sınırlarına vararak, kendisini karşısına alarak, tanrı budur işte... ''Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak / tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini, / oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden / aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, / ve tırmandıkça her yerde Tanrı'nın soluduğunu, / yanı başında güldüğünü, yürüdüğünü, / çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın / ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska / altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.''

 Sonsuz soycullukta, algılanır kabullenimde, kutsanacak bir şey varsa çiçekler ve ağaçlardır, bilinmelidir ki tüm düşüncelerimizden, görüşlerimizden gün ışığı ve yamaçlar -daha gerçek-, daha değerlidir, bir arı, bir sincap, bir kelebek, vargı ve yargılarımızdan, bir açınsızlıkla daha sunulabilirdir, tartışma götürmeksizin varoluşun sarmallarını biçimlendiriyor onlar, düşlem ve düşüncelerimiz varlığın türevlerini aşamıyor, kendi göstergelerini sunamıyor, sınayamıyor... Düşlerimiz, tüm gerçelliğin gerisinde kalıyordur, tüm varoluşun, tansıklarımız; dünyanın şaşılasılığını aşamıyordur henüz, toprağın çocuklarıyız ve topraktan gelmekliğin tutsaklarıyız, çamurdan yaratıldık ve doğrunun hası olmaklığın bilinciyle, başka biçimselliklerde olabilmeyi bir türlü hak edemiyor ve katlanamıyoruzdur biz... Metafizik dediğimiz, tanrının, varlığın kendisidir, tanrının anlamıysa onu düşünmemek, düşünememek olmalıdır, ağaçlar, tepeler, çiçekler, ay ışığı ve güneşe, tanrı diyebildiğimizde, öyle sanılarla, öyle var sayımlarla dönüyor, dönüşüyor olabildiğimizde; tanrının; ağaçlar, tepeler, ay ışığı, gün ışığı ve çiçekleri 'kendisi' olarak görmemizi, bilmemizi istediğini anlıyor, sezebiliyor olmalıyız, düşünmeden varsamalıyız onu, kutsallıkla bağlanıp, sevebilmeliyiz, sorgusuz ve kuşkusuzca serimleyip, sunabilmeliyiz...

  Demek ki, o böyle istediği için seviyoruzdur onu; inanıyoruzdur ona, durukluğumuzun başka bir gerekçesi var olabilir mi ki, varsa canlı bilim kadrajının hangi silsilesinde yer alabilir ve kendini hangi biçimde ileri sürebilir ki... Tanrıda yaratılmışları seviyordur eminim... O böyle istediği için... Böyle düşünüyoruz biz onu... O böyle düşündüğü için... Görülerimiz dışındaki bağlanımlarımız, göksellikle yücelen kutlanımlarımız, acı veren bir belirsizliğin, adı sanı olmayan bir güvençsizliğin, sürgit ezilen benliğimizin cehenneminde yüzen sanrılarımız, korkularımızdır. İnsan, kesin belirsizlikte, kesinleyici bir sınırsızlıkla söylemelidir ki, -bir çelişiklik, çıkmazlıkla dolu çatışıklıkla, ezoterizmin temelinde bu vardır-, inanmaktan korkan bir hayvandır, teoreme bağlanmalıyız, çatışkı ve çelişkinin, eylemsizlik ve deneyimin denizlerinde kulaç atıyor olmaklığımız sürdükçe, yanılgı ve pişmanlıklarımız tükenmedikçe, bulantı ve çalkantıda bitimsizlikle sürüp gidecektir. Yaşamın tadı bilinmezliğindedir, hazzı belirsizliğin gizençli çekiciliğindedir. İnsan doğasıyla, yaşamdan sıkıldığını kavradığında, bezdiriciliğin süreğenleştiğini anladığında, bilineni de bilinmezlikle donatacaktır, o, onun yaşamın bir oyun olduğunu bilir, acılara katlanır, yenilir ve hiç bir şeyin değişmezliğine, olabilecek en düşük ve kabullenilirlik ölçeğinde, tanrısallığı aratmayan, gül kokusunda bir katlanılmazlıkla tepki verir, yüzyılların içinde alışkanlıklarda değişir, ne ki yaşamın değişmesini göremez, algılayamaz ve dehşet verici, şaşılası bir -şaşırtıcılıktır ki- istemez, istemeyebilir!.. Gerçekte, biz kimiz değildir soru... Yanıtı olan şey, soru olamaz... Biz biziz!.. Bu anakronik zamanlar, insanlığın kaynaştığı çağlar ve devinimin hızlandığı, alçaklığın evrensel tarihinin devreye girdiği ortamlarda, taraflar birbiriyle usa sığmaz düşünsel kavgalara girişir ve bundandır tuhaftır, felsefi derinlikler, yeni ve olağanüstü öğretiler ve reformist, insanüstü gerçeklikler ardısıra zincirden boşanırcasına meydanlara iner, ortalık ermişlerin panayırına döner ve ortalık birden gene sakinleşirdi... Bu sayfalarda yeri olmayan, kısa gün simsarları, düşünce hırsızları, belki yalnızca tanrıtanımazlar değilsede fason zındıklar, özellikle etik dışı, bilisizce soru üretirlerdi, inancın burçlarını sarsabilmek için, orientalist bakışlarla anlak sörfçülüğü yapan niceleri derdi ki, yoksulların afyonu nedir, peygamberler korkar mı, tanrının boynuzları var mıdır, şeytan zina yapar mı, süvari melodisiyle beygir koşar mı, koster zırhlı olursa da koster midir gibi sayısız saçmalıklar, kozmikomik derinliksiz, karşılıklı atışmalar birbirini izlerdi, ama dünya öyledir ki, her doğru bir gün eğri, her eğri bir gün doğru olabilir, yalan ve yanlış, salt bir doğruya ve katıksız gerçelliğe evrilebilir, her şey olduğundan başka bir görsellik ve içerikle süslenerek, adını gizleyebilir, biçimden biçime girerek dünyevi yaşamda kimliğini, niteliğini değiştirebilirdi. İşte ki, ulu olanın varlığında, onun adına, bu kimileyin mutlan, kimileyin düş kıran; us uçuran, dudak büktüğünde, göz bağcılığın cinnetlerine varan, belleği, benliği, kimliği ortadan kaldıran öğretilerden, çarpınçların elem bahçelerinden, bir defne tacı, kokusul bir manolya; buz beyazı renginde, bir sümbül ve menekşe bağı ki... Böyleydi ve o böyle istedi... Ve biz öyle yaptık... Karşıtların işbirliğiydik, dönüp duruyorduk ve çatışıyor ve uzlaşıyorduk, uzlaşıyor ve çatışıyorduk, sürgit... Doğrucul olsun ama bu engin öğretiler, yerin üstünde ve göğün altında, bir yenicillik ve değişen bir şey olmaksızın, Amon - Ra'nın öncüllüğünde, Uranos'un taştan ve tunçtan tanrıları adına, görkemli ve yeni tanrılarımızda ufuklarda belirirken, azalan ve yiten, artışan ve çoğalan, giderek birer yinelemeye dönüşürken, niceliğin ve niteliğin dolambaçlarında kolan vururken ve hologramlarsa bir gerçeksillik adına, tansıkların efendisiymişçesine ve hak tanır ve kutsal bir dünya uğruna, aldatısız bir yaşam için; böylesine ve acımasızca, coşkuyla, tutkuyla, ürküyle canlanırken, nasıl ileri sürülebiliyorlardı ki ve bize karanlıkların ölümünü aşılayarak, ışık körlüğünden kurtarmayı vaat eden nenler, azgınlıkla çarpışan doneler, varsağılar anlam denizlerinde nasıl adlandırılıyorlardı ki...

  İptidai Adem ve İlkeleri, Samuel'in Günlükleri, Eloah ve Gehenna, Zadokite Belgeleri, Yeşaya Kitabı, Öteki Bedenler ve Şintoizm, Nuh'un Kelamı, Süleymanın Bilgeliği, Habakkuk Yazıları, Eski Ahit, Putseverliğin Öncesi ve Sonrasından Şarkılar, Levililerin Vasiyeti, Hanok Deyileri, Sahra'nın Serap ve Su Tanrıları, Zındıkların Cenneti, Arami Görgüler ve Yazıtlar, Maorilerde Ruhsal Mastürbasyon, Kafirlerin Risalesi, Nahum Tomarı, Anti Tanrılar ve Ters Açılar, Resullerin Dikotomik Söylenleri, Talmudi Diyalekt, Buda'nın Geridönüş Vaatleri, Oturan Boğa ve Kırmızı Güneş, Bombaylı İsfendiyar'ın Düşleri, Çöl İlahlarında Din ve Mezhep Anlayışı, Mabutların Günahı, Zaloğlu Rüstem'den Kıssalar, Uranos'un Dinsiz Dindarları, Apis ve Hinduizm, Vulgata, Ölü Deniz Parşömenleri, Şeytan Baz Alınırsa Tanrı Nerede, Toynaklı ve Torakslı Solucanların İnsanlığı, Yemen Yazıtları, Müslim Olana Haldun'un Eleştirisi, Gnostik İncil Düsturu, Şamanistik Yergiler, Ko(r)kusuz Lisyantus'un Istırapları, Dekabrist ve Kartezyen Dünyada Goşist Yansımalar, 13. Havari, Maya ve Zapoteklerde Fitne, Sultanların Kara Kaplı Kitabı, Sümer Defterleri, Urartik Yazılar, Asuryen Fasiküllerin Açımı, Uyvar'ın Yalancı Peygamberi ve Yeni Tanrılar, Doha'nın Altın Sözleri, Akad Tabletleri, Islık ve Uğultuda Konuşan Sabbah, Birmanyalının Gizemi, Yehova Yeryüzünde, Antakya Kanonikleri, Musa ile Tevrat, Bağımsız Tanrılar ve Cennetizm, Ayetlerin Tanrısıyla Vaatlerin Şeytanı... Ne ki artık, sezgilerinde bu metinlerin, sonsuzca çatışan ve birbirine zıt belletilerle dolup taştığını görüyordu o, bir metinde tanrının buyruğunu yerine getirenin cennetlik olduğu söyleniyorsa, diğerinde aynı vargının ademoğlunu günaha boğacağı ve bir münkir olacağı ileri sürülüyordu. Birinin emirlerine tam tamına uyulsa, diğer buyrultuda kulların yoldan çıkmakla ve tanrıya şirk koşmakla eşdeğer tutulacağı belirtiliyordu. Azgın bir müşrik veya yadsımacı ya da günahkâr olacağı öngörülüyordu... Sonunda tanrının sonsuz sayıda bir yüzü olduğunu, zamanın akışında, yaratılmış ve yaratılacak olanların kozmik toplamının, yüceltilmiş bir verisi, bir yansıması olduğunu anladı, tüm öğretiler insan çığlığıyla, hiçliğin türevleri arasında dolanan algoritmalar, geçmiş ve geleceğin bireşiminde harmanlanmış, umarsızca düzenlenmiş, gelenekselin törpülediği ve kanıksanmış volkanizmin süslediği, herhangi bir çıkışı olmayan dışavurumlardı. Ölümcül bedeni ayağa kalktı ve paslı aynaya son bir kez baktı, orada ışık oyunlarının yalımında, biri giderek tanrılaşıyordu ve artık kadim hiç bir metnin, yazık ki kendisini cennete götürmekliğin bir güvencesi olamayacağını bildi... Ve zamanın umursuzluğunda, af ve bağışlayanın, ceza ve yargılayanın, saltıklıkla kendisi, diğer bir deyişle onu gerçekleştirenin; yalnızca insan orijinli bir nen olabileceğini gördü!..

Çıldırarak öldü.