31 Ocak 2017 Salı

LORTOP / 4. BÖLÜM

34 Gece karanlığında köy meydanı ıssız. Başımı gökyüzüne çeviriyorum, milyonlarca yıldız başımdan aşağı dökülüyor, çitirik gibi. Gökyüzünde kayan yıldızlar hep kuzeye doğru mu kayarlar. Yukarıya, evin yoluna doğru tırmanıyorum. Gece karanlığında ağaçlar: Ayakta, kocaman insanlar, acayip hayvanlar gibi duruyorlar. Rüzgarda yapraklar coşkuyla sallanıyor, eğilip doğrulan dallar. Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr... Anlıyorum artık, binlerce dünya, binlerce evren, binlerce yaşam var. 35 Lortop'la, Aşağıbağ'a gidiyoruz. Gümelerin (bağ evleri), ceviz ağaçlarının dibinden kıvrılarak, papatya dolu sergiliklerden geçiyoruz. Deli Emin aşağılarda, bağların içinde dolaşıyor. Hep sakallı, hep kırmızı gözleri, pabucu hep yırtık, pantolonunun önü hep açık, gömleği hep dışarıda, ağzında hep tütün. Deli Emin, bağları ilaçlama mevsiminde, potasyum çuvalındaki tozu şeker sanarak yiyor ve ağzı köpükler içinde, bir ağacın dibinde, ölü bulunuyor. 36 Emirlerin Ayşe, toprak damlı, pencereleri avluya bakan, oyma çerçeveli, gümüş sürgülü, sundurması çiçeklerle dolu, en gösterişli evde oturur. O kadar güzeldir ki Ayşe, kapıdan yeldirmeli, allı yeşilli, şöyle bir süzülüverecek olsa, Lortop havlar ve bütün ahaliye, onun avluya çıktığını duyuruverir. Ne zaman pencerelerin, sürgülü pervazlarını yukarıya kaldırıp, başını uzatarak, minicik bir ibrikle, çiçekleri sulayacak olsa, fesleğenler, kasımpatılar, kefreler, salınmaya başlar. Ahalinin kaşı gözü oynamaya, laflar dönüp dolanmaya, diller sürçmeye, ayaklar tökezlemeye, eller sallanmaya, başlar da ikide bir dönerek, bakmaya başlar!.. Emirler'in Ayşe'nin ateş rengi gözlerinde, yeşile çalan benekler vardır. Ayşe gülünce, dünyada gülüyor sanırsınız, başınız dönmeye başlar, dudaklarından size doğru bir sözcük sıçrasa; siyah kirpiklerini süzerek, öylesine bir laf atsa, sarhoş olur, baygınlık geçirirsiniz. Emirler'in Ayşe'nin pencereye çıktığını gören, dağdan geri döner, ovadan koşar gelir, yalın ayak fırlar evlerden. Öyle ki karşı köylerden, Ayşe'nin sesini duymak, nurunu görmek için nice delikanlılar, sağdıçlar, akranlar toplanıp, yarenlik ederler kahve önlerinde... Ama herkes, her kızan duygularını bir sır gibi saklar ve Emirler'in Ayşe uğruna, gizliden gizliye, ilahi, ölümcül bir rekabetle yarışırlar... 37 Lortop, koşuyor, zıplıyor, kulaklarını oynatıp, kuyruğunu sağa sola sallayarak, yalpalıyor. Duruyor, geri dönüyor derken, bir başka yöne, aşağıya, yukarıya, oraya buraya koşturarak oyalanıyor, sonra birden gelerek, ön ayaklarıyla bana tırmanmaya çalışıyor, dilini sarkıtarak, soluk alıp veriyor, sanki bir şeyler anlatmak ister ya da yapmamı istediği bir şeyler varmış gibi, urbalarıma ardılıp, pençelerini atıyor ve taşlı yolun sonuna dek itişip kakışarak, oynayıp duruyoruz. Bu bir sevinç gösterisi veya yaşamdaki mutluluğunun dışa vurumu... Lortop bir şey istemiyor, yapılması anlamında bir şeyler anlatmıyor. O gerçekte, sabahın altın oklarının, ışıkları, aydınlığı altında, söğütlerin kıyısından, derelerin içinden, iğde kokuları arasında, böğürtlenlere, kirpikleri göz alıcı öküz gözlerine, çalılıkların içinde gizlenen şeylere baka baka, taştan topraktan seke seke, dallara çarpa çarpa, sürüp giden bir yaşam sevincinin, sarhoş edici eğlentisinin, büyüleyici etkisi altında!... Kedersiz, dallara sürtünmek, yaprakların ürperten, tatlı okşayışlarını yüzünde duyumsayabilmek, elimizi uzattığımız ahlat armudundan, körpe ayva dallarından, sapsarı elma ağacının meyvelerinden koparabilmek, sırt torbasına, kuru bademler toplayarak, Meşhur'un gönlünü kazanabilmek... Buruk kokulu bir kır çiçeğini, torbanın içinden çıkararak, ovanın Havva ana gibi uzanışının ürpertisiyle, Meşhur'un çiçeği eline alıp, burun kanatçıklarına götürmesi, bakıp, gülümsemesi... Yaşam ki, güzelliklerini herkes bilir, ama onların kalıcılığı ya da geçiciliğini hiç kimse düşünmez, dikkat etmez. Kendiliğinden akıp giden bir düş bahçesi... Bağışladığı, esritici tad bundan mıdır, sarhoş eden bir şeyin uçuculuğundan mıdır... Kim bilir... 38 Harman yerinde atlar, yazgısıyla barışık, nazlı öküzler dönüp durmakta... Ahlat ağacının dibinde, Lortop uyukluyor... Güneş tam tepede duruyor. Esme kuyudan su çekiyor. Ortada mendil, tarhana, bulgur yiyor ahali. İbram su içiyor. Kırmızı bir tay koşuyor. Gölgeler giderek uzuyor, uzuyor, uzuyor... Tası tarağı toplayın artık, akşam oluyor... 39 Arı kuşlarının gelme zamanı. Temmuz ortası... Bağlarda alacalar, kendini göstermeye başladı. Kuşlar dağlardan indi. Vişneler olgunlaşıyor, elmalar büyüdü, armutlar kendini dışa vurmak üzere... İşte gökyüzünün engin boşluğunda o tansık, gerçek bir Anka, kurig, kurig, kurig!.. Ne büyüleyici bir ses, ne ulaşılmaz, ne coşkulu bir düş tanrım... Geliyorlar, Taranta Babu geliyorlar, sıcak bir öpüşten, tatlı bir bakıştan geliyorlar... Ellerimle, hep bir arı kuşunu tutmayı düşledim, o rengarenk masal kuşunu yakından görmek, tüm renklerini, düşlerimle, gözlerimle kavrayabilmek istedim. Onlar benim için her zaman, erişilmez dünyanın varlığıydılar. Zamana ve mekana sığmayan özgür yaratıklar. Uçan, koşan, yürüyen, havada asılı, göklerde duran, yeryüzüne yuva yapan, us dışı yerlerin gizine varan kuşlar. Göksel yaratıklar. Arı kuşları onların ecesidir, şahıdır, çocukluğun sultanıdır... O ne renk çılgını, sarı, kırmızı, yeşilin tüm tonları, tüm renklerin, tek tek göründüğü bir kadife tanrısı. Tanrının bir meleği. Arı kuşunu avlayanı duydum, ama göremedim. Elinde tutan birini söylediler, ama bulamadım. Hayal meyal anımsıyorum, avcıların belinden sarktığını ama onca kuş arasında belki düşlemişimdir, özlemlerim belki bir sanrıya dönüşerek gerçekleşmiş, kendimi sevindirmişimdir. O bir masal kuşuydu hep, bir Anka'ydı benim için, çocukluğum hep telefon tellerinde, cevizlerin filizlendiği dalların arasında, çıtlıkların tepesinde, göz gözü görmez incirlerin, yemişlerin, yaprakları içinde, onun arayışıyla, bir Amarcord'un anılarında tükendi hep... 40 Klarnetler, davullar, zurnalar yerlerini almış, sonbahar sarısı sandalyelere oturmuşlar, çalgıcıların tümü esmer, kimi sakallı, şapkalı, kimi başı açık, kaytan bıyıklı, yılların izi, kiminin yüzünde, derin çizgilere, dolgun yarıklara dönüşmüş, burun hizasından, çene tabanına inen kıvrımlarda, nice tuhaflıklar, sanki göçmen kuş kafileleri, leylek sürüleri var. Alın çukurlarının içine para kıstırsanız durur, kulaklar o denli büyük alanlar kaplıyor ki, neler saklanmaz. Saçları onca yaşa karşın simsiyah, uzun, ama enselerinden aşağı bırakmamışlar, sanki durdurulmuşlar, ne güzel süpürge olur bunlar, sanki bağrışıyorlar. Gözlerinin içi bir fener gibi, bir lambalığın içine koy, bütün köyü ve geceyi aydınlatır, karınları şiş ama, ne az, ne çok, kendince yakışıklı, uyumlu bir esneklikte, göz alıcı bir kavisle ritim tutabiliyorlar. Urbaları siyah, eprimiş ve her rengin çürüdüğü bir tonda görüntü veriyorlar. Ayakkabıları çoğunlukla iki renk ve genelde ön bölümleri beyaz ve burunları şeritli ve etkileyici, erişilmezmiş gibi çekici bir yanları var. En çok ulaşılmaz olan şeyse çalgıları, onları çalarken pabuçlarının burnuna doğru eğmeleri ve birden kısrak başı gibi havaya kaldırmaları, bu arada değişen sesler, volümler, inilti ve hıçkırıkla süslü ağıtlar ve devasa anırtılara karışan, kulakları sağır eden çığlıklar... İşte bütün çalımları bu... Davulcu ve altın renkli klakson en çok dikkat çekeni ve en öndeki çalgıcılar. Onlar biricik, çünkü diğerleri ikişerli ya da üçerli olabiliyor, kemancı ve klarnetçi... Yanılgı ise zurnanın küçüklüğü ve kolaylıkla çalınabiliyor havası, onu değerli kılmıyor ne yazık ki... Klakson ve klarnetin tuşları var, bu düğmeleri ve makinemsi görüntüleriyle, oldukça aldatıcı bir güç yayıyorlar. Kalabalık, çalgıcıların çevresinde, bir halka oluşturmuş, irili ufaklı, içlerinde kadın yok. Kadınlar kına gecesi hazırlığında ya da pencerelerin pervazlarından gizlice bakıyorlar ve eğer oraya doğru bakarsanız perdeyi çekip hızla uzaklaşıyorlar!.. Ağır bir hava çalıyor, sarı klakson, arada yüksek naralarla, oyunun kan akışını hızlandırıyor ve oyuncu, hızla dizini yere vurup, kavislerle dönerek, harmandalını hak ettiği gerilime ulaştırıyor, sonra heybetle ayağa kalkıp, ağır, gösterişli oyununu sürdürüyor. Harman dalı, efem geliyor!... 41 Lortop'un yanından, kilitli kapının mandalını çekiyor ve kandilin dibinde yıllarımı geçirdiğim odama giriyorum, karlar, yaylalar, dağlara, güneşin öncülüğünde koşturup, kaç gündür yorgun düşmüşüm. Başımı minderlere yaslıyor ve güneşin aralık pencereden sızan ışığına sayfaları tutarak... Okumaya başlıyorum... 'Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, / Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak... / Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta, / Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta... / Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; / Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, / Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? / Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, / Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...' Ne demek istemiş bu adam diye düşünüyorum, çocuk yaşımda... 'Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemen kokusu, bu mehtaplı gece / pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de, / çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da, bana bağlı olmadan vardı / ve bende bu aslın sureti çıktı sadece... / Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha, / güzelim dünya elveda / ve merhaba kainat...' Bu adamı anladım gibiyim, aşk şiiri yazmak istemiş. Başka sayfalara, başka düşlere dalarak yol alıyorum. 'İstanbul'da, tevkifhane avlusunda, güneşli bir kış günü' diye başlayıp, sürüp gidiyor şiir. Acaba bu İstanbul nasıl bir şey diye düşünüyorum, daha kocaman, daha kalabalık ve daha nazik insanların bulunduğu, esvaplardan kokuların yayıldığı bir yer olduğunu düşlüyorum... Görmeyenlerin dokunma duygusu ve olay algısı bizden daha yüksekmiş... Yıllar ve yıllar sonra Harem iskelesinde, kaplan tüyü gibi dalgalanan denizi, yorucu, uzun bir yolculuktan sonra, devasa 'neoplan' otobüsün penceresinden görüyor ve uzakta haliç ve gölgelere bürünmüş Topkapı sarayının siluetine bakarak, yitip giden bir imparatorluğun, çocuksu, diri ve genç bir mirasçısı gibi mutlulukla gülümsüyorum... Deja vu!.. 42 Köyün orta yerindeki çeşme, sağda kahvehane, altta okul, solda bakkaliye, bir kasabadır adıyla var olmuş belediye binası, onun yanındaki büyük boşlukta, açık hava sineması... Dört duvarın arasında kalmış bir beyaz perde... Burada çoğun, köylüleri köylülere anlatan filmler oynuyor. Geçici, bir hafta kadar oynayacak filmler ve sonra gidecekler... Bir film izliyoruz ama, izleyenler filmden daha ilginç. İşte Topal Sabri, körüklü çizmeleri, kasketi, pos bıyığı, kostaklı yürüyüşü, kırmızı kuşağı, beyaz göyneği, civan gibi bir adam, enerji dolu ve bir fenomen işte, Platon Halit, o da topal, o da kasketli, gagalı, padişah burunlu, ölümsüzlük peşinde, doğaçdan bilge, asalı ve tüm enerjisini düşünceye yatırmış, tüm yaşamını düşlerine adamış ve kadri bilinmez olmuş, bir yarı tanrı... İşte Deli Emin, potasyumu şeker zannederek yemesine bir kaç yıl var. Kendi kendine konuşuyor, yıllardır kulak memesi Van Gogh gibi kesik ve bir tuhaf duruyor. Uzun yüzlü, neandertal görünümlü, sakalıyla kapkara ve hafifçe kambur. O da bir antifilozofinin, antiplatonizmin Aristocusu, kimsenin yaklaşımına uymayan düşünceleri var. İşte Kavas Mustafa, yatağında bile fötrlü ve bir Ramsesmişçesine en önde duruyor... Pala Halilibrahim'da öyle, o batılı bir Kabir Bedi, o da fötrlü, yeşil gözlü ve esmer ve bir sürü kalabalık, hepsi özel, hepsi emsalsiz, hepsi tekinsiz, hepsi düşünceli, hepsi gülünesi, hepsi üzülünesi... Şimdi kırk yıl önce izlediğim bu filmin bütün aktörleri, aktrisleri öldü, köyde o filmi izleyenlerde öldü. Bırakın ölmeyi, köye gittiğinizde, ne sizi tanıyan, ne sizin tanıdığınız kimse kalmamış, köy kendine yabancılaşmış ve bir sessizliğe bürünmüş, bir yalnızlığa gömülmüş. Sinema salonu, delik deşik, kazılmış, harabeye dönmüş, yıkıntı bir topraklık, tek tük insanlar var ve sinekler vızıldıyor, sessizliğin sesi sineklerle dolu ortalık, volta atıyorlar ve sonsuz bir ıssızlık... 43 'Çakıldan güneş, / plastikten mehtap, / demirden toprak, / mermerden deniz. / Yeryüzünde dolaşıyoruz / yolunu yitirmiş. / Uykusuz / ve ölü gibiyiz...' Oysa köy öyle çiçeklerle doluydu ki, fesleğenler, kadife çiçekleri, kedi tırnakları, çiğdemler, susallar, kuş dilleri, karagözler, sümbüller, taraçalarda, senek saksılarında, tahtalıklarda kefreler, cennet süpürgeleri, kasımpatılar... Mavi incileyin soylu duruşlar. Arı, gonca gibi buruk papatyalar, ak benekler, baygın kokular, uçuk pembe, kırmızı, mavi yaprağı güzeller. Yol kıyılarında sütleğenler, sarı sarı açmışlar, incecik dal gibi otlar, çiçek dolu yamaçlar, düzlükler, kovuklar. Kelebekler, arılar, uğur böcekleri daldan dala, çiçekten çiçeğe koşuyorlar, gezip dolaşıyorlar... Kuşlar aralarına inip kalkarak, cıvıldaşarak kanat çırpıyorlar. Bu ne güzellik, bu ne büyüleyici bir tansık tanrım. O çiçekler solup gideceklerdi belki ama esintileri bir yaşam boyu sürecek, bellekte bir masal olacaklar, geçmişten geleceğe... 44 Esmebağ deresinde ölü bulunmuş diyorlar Eşebekir için... Eşebekir, İrfan'ın babası. İri yarı, esmer, Burt Lancaster gibi saçları, gözleriyle, köyün beyefendisi, kır gülleri gibi bakımlı ve dünyaya dönük yüzü, canlı kanlı gövdesiyle, dedikodusu çıkmış. Avlunun bir köşesinde, iki katlı, cumbalı evin, karşı köşesinde, Dellen kızı... İkisi de evli, ikisi de beşer çocuklu, sabahları, tan vakitleri, Eşebekir cumbadan, Dellen kızı kapı önünden, birbirlerine bakmış... Ta ki başka sesler, kapı gıcırtıları, koşum çangırtıları, ibrik çığlıkları duyulana dek. Eşebekir gerçekte Don Juan'ın biri... Keyif alıyormuş yaşamdan. Tütün içiyor aralıksız, birinci... Herkes, ikinci, üçüncü içiyor. Ayakkabıları iskarpin. Başkaları mest, lastik pabuç giyiyor. Gömleği beyaz. Başkaları baştan kara ya da alaca. Kemer takıyor, köyün yarısı erkek çoğu uçkurlu. Ceketi var sırtında, dimdik yürüyor, bütün köylüler yarı büklüm, eğilip doğruluyor. Onlar toprağa, ota, ağaca yakın duruyor, gizlice tapınır gibiler, eşeğe, ineğe, ata sarılır gibiler. Okşayarak, yürüyüp, yol alırlar onlarla ve pagan çağlardan kalan bir minnet duygusuyla aşık olurlar onlara... Eşebekir, içer sarhoş olur, bir akraba düğününde, sonrasında Esmebağ deresinde içmeyi sürdürürler, köpek öldüren şarabın efsanesi yürür taşlı yollarda, kayalıklarda ve şarapla güneş çarpar gün ortasında, ateşin yakıcılığında... Baban nerede diyorum İrfan'a, bomboş bakıyor bana, küçücük yaşı, ölümün ne demek olduğunu bilmiyor. Ama Eşebekir zevkle ölmeyi öğretti bu dünyaya, zevkle, binlerce Lancaster var bu dünyada, ama yalnızca birinin Lancaster olabileceğini de biliyor!.. Şimdi herkes, iyot toprak, mermer çiçek ve işte bir İyon denizi diyor...

26 Ocak 2017 Perşembe

LORTOP / 3. BÖLÜM

23// Kuyunun başında dört kişiyiz, Cesaret, İrfan, ben ve Lortop. Öyle susadık ki, Baklan ovasını bir baştan bir başa yürüdük. İsabey'den, Dedimköy'e dek. Buğday tarlalarının içinde, malikanların havalandığı, saksağanların tozlu yollardaki ahlat ağaçlarının, çöğürlü dallarına konduğu, kerkenezlerin dağlardan indiği sarı ova... Serenli bir kuyu, susuzluğumuzun sabrını çatlatabilecek denli uzak. Akkuyu'dayız. Gökkuyu'da var mıydı?.. Su, beyaz, şeytansı, saydam bir tanrı. Kuyu o kadar derin ki. Nasıl ve neyle ulaşacağız. Cesaret, uçkurunu, donunu bağladığı ipi çözdü, ayakkabısını çıkarıyor. Naylon gislaved ayakkabının deliklerinden, uçkur bağlanıp, bir çekül gibi sallanıyor. Ayakkabının topuk bölümüne dolan suyu kana kana içiyor, bir, iki, üç... Sıra bana geliyor, bende kendi ayakkabımla, aynı şeyi yapıyorum, sıra İrfan'da, oda aynısını yapacak, su doluyor, İrfan ipi çekiyor, ama iyi bağlamamış, ip elinde kalıyor, ayakkabı cump!.. Kuyunun dibine... Güç bela önlüyorum İrfan'ı, kuyunun içine girmekten. Şimdi anımsıyor mudur beni, belki de onu bir tehlikeden kurtardığımı, neden söylüyorum ki, çünkü onun başına bir şey gelseydi, bizde suçlanabilirdik, hem de ömür boyu, korkmuştum ben, bir yerde kendimi kurtarıyordum!.. Yalınayak, köye yakın bağlara kadar yürüdük, ayakkabının tekini, yeşil bir bağın altına gömüyoruz, yazgısı onu eşinden ayırdı ve onun ölümü kendisinin de ölümü demekti. Ondan uzak geçirecek artık 'ölümsel' yaşamını!.. Köye dek yalınayak yürünüyor, eve gelince, gizlice buğday dolduruyoruz arkalaca (arkalaç, içine çalı çırpı ya da azık doldurup, sırta yüklenerek -arkana atarak- götürülmeye yarar, geniş bez ya da çaputa deniyor), aynı renkten ayakkabı -pabuç- alıyoruz, Kapıs Hüseyin'in bakkalından (bak kal, işe yarar her şeyin satıldığı kulübecik), toza buluyoruz, eskimiş gibi, anlamasınlar şeytanlık yaptığımızı, ama İrfan bir yolunu bulup, söylemiş annesine, Esmaba gülüyor, avluda, İzmir çiçekleri (kefre), budamalar (kasımpatı), fesleğenler, onlarda gülüyor!.. 24// Aşağıda, söğütlükte, serçeler ötüşüyor. Dallarda, alt alta, üst üste gülüşmeler, çığlıklar. Söğütçüklerde mutlu olsa gerek, yaprakları titreşerek, dalları salınarak, bu sevince ortak oluyorlar. Güneş doğuyor gür, geniş ağaçların arasından, bir dikencik ötüyor, ne güzel renkleri var. Serviliklerde sığırcıklar, bir aşağı, bir yukarı!.. Kuş sesleriyle dolu havada, sabahın buğusunda, güneş hareleniyor, ışıklar sisli, çiğli bir dünyanın içinden geçer gibi, bir büyü salıyorlar. Çökelez'in kırağı tutan yamaçları, güneş ışığının çalımlarıyla yaldızlanıyor. Damlardan dışarı, dört ayağıyla fırlar gibi çıkan sığırlar, keçiler, koyunlar, sesleriyle bir prelüdü tamamlıyorlar. Çocuk sesleriyle, envaı çeşit renkler ve nice çağıltılar birbirine karışıyor. Bahar belki de seslerle geliyordur. Gökte, gündüz gözüyle yıldızlar, kuyruklu şeyler, ay ve yerlere ağan, kucak dolusu yapraklar, kuşlar, ulu ağaçlar, çayırlar ve serin, gümrah toprak!.. Tanrı var, tanrı var, tanrı var... 25// Tarlalar açlıktan kırılıyor... Ekim zamanı. Yağmur çiselemekte. Boş ovalarda tuhaf bir sessizlik. En ufak çıldırtı, fısıltılı yankılarla yol arıyor. Kuyular ağzına kadar su dolu. Su akmalı fiyort gibi. Ben Hesiodos diyorum ki; Atlas'ın yedi kızı, Süreyya, Pervin ve Ülker yıldızı gökyüzünde parladığında, ekim işi başlasın, ama toprağı yıldızlar yittikten sonra sürün. Bahara dek tarlalar, toprağın kaburgaları sessiz, boş, kederli ve uzanıp kalmış gibi duracak ama alttan alta çıtırtılar ve patlayan tohumlara, Persephone'nin çığlıkları eşlik edecek ve ayların yirmi sekiziyle birlikte, her şey, kraliçelere, prenseslere ve yelpazesini sallayan baygın, güzelim nedimelere dönüşecek... Kızlar ovada salınacak ve ağaçlarda çığlıklarla, simsiyah, gür saçları, birbirine karışacak... Ey ece toprak, yeryüzü bir salıncak, bahar büyülü bir salıncak, kimler sallanacak!.. Yaşamak bu değil mi!.. 26// Onların, Kerimler'in avlu içine girmek yürek isterdi, köpekleri dağ aslanı gibiydi, bütün köy birbiriyle akraba... Siz hiç yeleli köpek gördünüz mü, tasmalı, kesik kulaklı, beyaz ayı büyüklüğünde bir cüce. Boğsalığı, o da var. Öylesine heybetliydi ki, ona kimse dokunamaz, hiç bir köpek yaklaşamaz, hırlayamazdı. Onun varlığı, doğal bir dünyanın sürüp gitmesini olumlamak, onamak gibi bir şeydi sanki, ama çocukluk bu ya, ne olduysa oldu, o aslan yeleli, boz benekli devin, tam o sıralar, ölümüne, daha doğrusu öldürülmesine tanık oldum. Bir çocuk için, yaşamın sürüp giden bir ritüel olduğunun kanıtı ne yazık ki, dehşetin olağanlığa dönüştüğü bu tansığın, aslan yeleli dev köpek kudurduğu için mi, yoksa benim bilemeyeceğim bir sayrılığa yakalandığından mı veya Japon geleneklerince ölümüne yardım edilen bir yaşlıya dönüştüğünden mi gerçekleştiğini bilemiyorum... On, on beş kadar çocuk bir araya gelmiş, Kerim Mustafa ve de aksayan ayağı, doğumdan gelen topallığı, kendisine olağanüstü bir çekicilik kazandıran Kerim Osman; Araplar mezarlığının içinde, bu umursanmaz vahşeti yaşamak, tanık olmak için kalabalık arasında köpeği tüfekle vurmuştu. Hiç unutmam, köpek o denli güçlüydü ki sendelemedi bile, ikinci kez ateş ettiklerinde, bir iki sallandı ve helezonik bir yumuşaklığın içinde, hüzünle yere, sonsuza dek yaşayacağı toprağın içine sanki gömüldü, hiç taş attım mı anımsamıyorum, belki kitle psikolojisiyle, ayrık davranışın tepki doğuracağından çekinerek bir ya da iki taş atmış olabilirim, anımsamıyorum attığımı, ama görüntü şuydu, taş ata ata, köpeğin çığlığı ve iniltileri arasında, yığınların altında kalan köpeği gömmüş olduk mezarına... Aradan kırk yıla yakın zaman geçti, İsabey'e yolum düşer, Kerimler avlu içine varırsam, o köpeğin, o dağ aslanının, o kutup ayısının, vakitsiz biçimde ölümünün gizini öğreneceğim. Şimdi orada, bir çıtlık ağacının, esen yellerde salınan yaprakları altında, artık tozanlara karışmış, doğacıl, hazin kaderine yenilmiş, bir zamanların görkemli köpeği, efsanevi çomarı yatıyor. 27// Hepimiz, Lortop, akranlarım ve ben demir köprüye gittik, az ilerde Gönüllerin evi ve önünde iki uzun servi. Söğütler ve iğdeler yolu öyle kapatmış ki, Üyyük'e kadar yeşil bir kuşak, bir yılankavi iz, ovanın içlerine, karın boşluklarına dek, soluk borusu gibi girmiş. Çayın kenarında, mavili, kırmızılı, sarılı çiçekler, minicik başlarını sallıyorlar. Bir kaç, çocuk kız, evin önünde söyleşiyorlar. Bir iki koyunla, keçi açıkta bekleşiyor. Hangisi Gönül bu kızların, uzaktan hepsi birbirine benziyor. Bana bakan mı, hiç bakmayan mı, arada bir bakan mı, görür görmez içeri kaçan mı, o kızları yavaşça bizlere doğru çeken mi, ısrarla bizden uzağa götürmek isteyen mi, bu bir düş mü yoksa, aralarında Gönül yok mu... Lortop'la çimenlere oturup, dalıp gidiyoruz. Gönül evlendi, üç çocuğu var, birinin adı Fatih, ben evlendim, kızımın adı Gönül... 28// Demirler avlu içindeki Furkan, Orion'umuzdu, bizim elimizi bile süremediğimiz tüfekle dağa gider, kemerine, kalın palaskasına taktığı rengarenk kuşlar, tavşanlarla geri dönerdi. Ona hepimiz imrenirdik. Çünkü gökte uçan, düşlerimizi süsleyen, asla ulaşamadığımız rengarenk tüyler, ötüşler, onun canı istediğinde avuçlarındaydı. O ne renkler, kadife gibi tüyler, uzun, kısa gagalı, boynu kırmızı, kuyruğu yeşil, göğsü beyaz, sırtı mavi, gözü ela yüzlerce kuş... Avcı bizim düşler ülkesinin insanı gibiydi. Dağdan doğru, hayalet gibi süzülüp, çangırdayan matarası, göz alıcı çizmesi ve belinden sarkan, ipek tüyler, rengarenk kuşlar. Arı kuşu, dikencik, sığırcık, yiribik, karatavuk. Ah o renkler, ben o renklere aşıktım, o renkler benim için ulaşılmaz bir düştü, hiç bir zaman ellerimle dokunamadım, hiç bir zaman avcuma alamadım, o masal kuşlarını... Düşlerimiz, gizli karabasanlarımız. Renk çılgını, ölü tahta kuşlar!.. Bir natürmort dünya?.. 29// Çal yolunda, bir at arabası ilerliyor. At kırmızı, alnı siyah akıtmalı, doru bir at, susa yolunda böyle bir atla Çal'a giden bir başka araba daha yoktur, bu Emir Hasan'ın arabası, hemen seçilir. Pazar günü Çal pazarı vardır. Emir Hasan manifaturacıdır, basma satıcısı, rengarenk, Nazilli basması, Buldan bezi, Denizli işi kadife kumaşları, köylülerin ayağına getiriyor, gizi bu... Gelinlik kızlar, fistan giyen eltiler, gonca güllerle dolu şalvarlık arayan herkesler onun alıcısı. Sabahın köründe yola çıkıyor, akşamın karanlığında dönüyor. İsabey'le Çal arası, at arabasıyla bir saat... O, Kıranardı yolundan susaya çıkar, Çal yönüne sapar, Mahmutgazi köyünün bağlıkları arasından, Menderes ırmağının kıvrımlarıyla dolu vadilerden geçerek, Yukarıseyit yokuşunu tırmanır, burada aktoprak olduğu için, susa yolu uzaysıl bir çizgi gibidir ve artık düşlerin içindeymiş gibi yol alır. Yukarıseyit sapağını geçer geçmez de, Çal'ın bağları görünür ve orada toprak kırmızıdır, kızıl kayalar süsler vadileri ve Çal'a girilir artık, Emir Hasan, at arabasıyla, gerçek bir Sezar gibidir. Pazar Çal'ın tam orta yerinde, doğuya bakar bir yerdedir. Kalabalıkta, herkesin her şeyi aradığı bir kumkuma içinde akşama varılır, kaosun düzensizlik olduğu yalanı bu pazarda kanıtlanır. Herkes akşama doğru yola koyulur, Hasan'ın bir kere akşam karanlığında atı ürkmüş ve yara bere içinde köye dönmüştür, cüzdanını da düşürmüştür ama atına hiç kızmaması o gün bugün şaşırtır beni, iş yoldaşına bu kadar saygılı bir adam, ne öncesi, ne sonrası görülmemiştir. Can yoldaşının önünden belki bir tilki geçmiştir, bir tavşan ayaklarına dolanmıştır kim bilir, bir kirpi bile atı ürkütebilir, akşamın gölgeleri ve sanrıları geceleyin bile yoktur, akşam demek, cisimlerin çifter çifter göründüğü zaman demektir. Karanlık sultansa, akşam şehzade!.. Işıkla ışıksızlık arası bir yerdedir akşam. Lortop, Emir Hasan, Demirler avlu içine girer girmez havlardı, çünkü köylüler bir şeyler ısmarlardı hep, bulunmaz şeyleri alıp getirdiği için, Lortop o gelince tüm gücüyle havlar ahaliye haberi uçururdu. Dört gözle onu beklerdi kızlar, kızanlar... Lortop cin gibiydi, bu yüzden havlayacağı zamanı bilirdi!.. 30// Güneş, Baklan ovasının bitiminde, yükseltisiz dağlardan doğar, dümdüz, girintisiz, çıkıntısız uzanır dağlar. Akdağlar. Sabah, sessizlik içinde hayvanlarına kolan vuruyor köylüler, Güneş sarı kanatlarını açmış, bir tansıkla dolduruyor ovayı... Ova uyanıyor yavaşça... Kırağılar çözülüyor. Kuşlar ötüşüyor. Kaplumbağalar yollara düşüyor. Tavşanlar iki ayakları arasından başını kaldırıyor ve otun yurtluğuna bakıyor... Başaklar güneşle tanışıyor her sabah ve özleri ışığı içiyor doyasıya, gizli bir aşktır bu... Tilki yavruları oynaşıyor kıyıda... Yollar aydınlanıyor. Yükseliyor yavaşça ışık topu. Ova seslerle doluyor. Bulutlar geziye çıkıyor ve öğle oluyor... Ve her şey sessizliğe ve ıssızlığa bürünüyor, tek bir hareket yok sonsuz ovada, tek bir çıtırtı... Güneşin o derin, bildik sesinden başka... Güneşin ateşi, ovayı tutsak ediyor. Bir kertenkele, taş kesilmiş duruyor. Kelebek elma ağacının dalları arasında uyuyor. Eşekler uyukluyor, altın bir mabut sanırlar diye bazen kuyruğunu sallıyor ve kutsal öğlenin hükümranlığına harfiyen boyun eğiyorlar. Kuşlar bir anda yok oluyorlar. Otlar, tüm börtü böcek, boyunlarını bükmüş, güneş tanrısının geçişini sessizce bekliyorlar, Tanrısal öğle... Kuyular sessiz, çekirgeler yaprağın görünümüne bürünmüşler ve yavaş yavaş güneş aşağılara, ikindi vakitlerine doğru inerken, uzaklardan işitilen, bir kız çocuğunun tiz sesi, ovanın bu bir anlık uykusuna, sarhoşluğuna son veriyor ve kampana çalıyor, az zaman sonra her şey, sanki yeni bir güne başlıyor ve gün bir kez daha yinelenmek üzere Çökelez'den boynunu bükerek batıyor. Yeni bir sabah ve yeni bir horozun ötüşüne dek... 31// Arap Süleyman'ın otobüsü, biz ona şevrolesi deriz, bütün köyü şehre taşır. Üzüm kasaları, balyalar, sepetler, kelterler, yorganlar, heybeler, düşünebildiğiniz her şeyi taşır, öyle ki, dünya yıkılsa, onlarla dünyayı yeniden kurabilirsiniz, otobüs başlı başına bir dünya zaten, oflaya, inleye taşıdığıysa bizler, bir türlü dünyaya adapte olamayanlar, ne taşır bu insanlar ömrü boyunca, neden oradan oraya savrulup dururlar ve sonunda kendilerine küçücük bir çukur seçerek mahpushanesini bulurlar, geziyoruz deseler, dünya evrende bir toplu iğne kadar, aynı ırmaklar, aynı binalar, zorunluyuz deseler, neden önlemini almazlar... Derviş Ata şöyle derdi bu hay huya: Vakit geçiremiyor bu günahkarlar!.. Onun için dolanıp duruyorlar, bağlasan durmazlar, çünkü sıkılıyorlar!.. Çünkü diğer varlıklardan henüz kendilerini soyutlayabilmiş değiller, düşünmenin tadına tümüyle varamıyorlar. İçimden, iki şey bir arada bu adamın lafında derdim, yanlış ve doğru, yola çıkıyorlar evet, amaç evrenin sonsuzluğu olsa gerek, oraya ulaşmak istiyorlar... Gerekçenin güzelliği, eylemin haklılığını ya da doğruluğunu sağlamayabilir. Yol oraya çıkmayabilir. İnsanlığın tüm kuleleri hala önyargılarla yükseliyor... Kim bilir... Otobüste, Cak Cak Süleyman, Tımbır Fatma, Havzemin Mehmet, Topal Sabri daimi yolcular, bir de yolculuğun olmazsa olmazı minicik Gorgonlar, virajlarda bir tilki görseler yeri göğü inletiyorlar, araba zıngazınk dolu vilayete gidiyorlar. Denizler yol ayrımına geldiklerinde, bir minibüse yol veriyor ve Zıpır yokuşundan aşağı, döne, kıvrıla Kaklık'a doğru yol alıyorlar. Kaklık'ta mola ve Honaz yoluna çıkarak, tavuklarla, horozların başkenti Kocabaş'a, oradan Akhan'a, Selçuklular'dan kalma kervansarayı geçip, uzakta Hierapolis'in beyazlığına, hayaletler ülkesi diyerek Tonguzlu'ya giriyorlar. Garaja varır varmaz cavalacoz patırtılar, ikindide, saat dört de köye dönecekler, her yerinden dumanlar çıkan, inleyen ve her gün bir parçası yollarda kaldığı halde, bu flüt biçimli et ve kanın solucanlarını taşımaktan bıkmayan araba, onları bekliyor... Şu olağanüstü gelirdi bana, bu köy ve kasaba isimleri, insanların lakapları ve eşyalara verdiği adların bir lügati olsa, dünyanın en şaşırtıcı ve okyanus dolusu sözcüklerin dolup taştığı bir levh-i mahfuzumuz olurdu sanırım, dileğim o ki, günün birinde, kendi içinde engin anlamları olan bir sözlük yapılır ve köylerdeki bu inanılmaz kavramlar, deyiler, sözler dünya uygarlığına kazandırılır... 32// Pala Abdurrahman köstebek avından dönüyor, ölülerini de getirirdi eve sallaya sallaya, ne yapardı acaba, İmam Alibi ibrikle evin önünde abdest alıyor, Hürü ana ayaklarına sülük yapıştırmış, sayrılığına bir umar, bir plasebo etkisi arıyor, Emir Hasan arabasıyla gene pazen satmaya gidiyor. Eşe Bekir çocukları, tütün almaya ylluyor, Kapıs Hüseyin bakkaliyesini açmış alışverişi bekliyor, Kerim Osman afyon tarlalarına doğru iniyor. Calibe, Sindel'e yemlik toplamaya gidiyor, Safiye ana süt verene, yem veriyor, Nahide tahta merdivenleri siliyor, evin önünü temizliyor, Meşhur yukarı bağlardan geliyor, Abdülkadir derviş pınarından kana kana su içiyor, Hacıumarların Şahin sandalyeye ters oturmuş, kasketini düzeltiyor, Esmaba vişne toplamaktan geliyor, Eselerin Kezban erbisini bağlıyor, Trampacı Abdullah cep aynasına bakıyor, Muhammet hoca Zühre'nin yolunu gözlüyor, Pala İsmail dibek başında gelip geçeni izliyor, Köstek İbram boşalttığı tüfeğin kapsülünü arıyor, Çaylı Amat haşhaş yağı çıkarmak isteyenleri buyur ediyor, Gümüş Eyüp eşek sırtında dağa doğru gidiyor, Gülistan dam üstünden ovaya el ediyor, Lortop avlu girişinde kuyruğunu sallıyor, Ayan Mustafa harmanda ata burunsalık takıyor, Esrik Mustafa kahve önünde çay içiyor... 33// Kara yılan ok gibi süzülürken Çökelez'in eteklerinden, aşağıya iniyor iki çocuk, yolun düzlüğe ulaştığı yerde, bir ahlat armudunun dibine oturuyorlar. Uykuya dalıyor, düşler görüyorlar. Bodur otların içinde minicik böcekler yürüyor, dalların ucuna varıp geri dönüyorlar. Kızıltoprak'ta ceviz ağacı yapayalnız. Vadiye küçük elma ağaçları serpilmiş, titriyorlar henüz. Aşağılarda bir gölet içinde kurbağalar, yusufçuklar, arılar. İlerde bağ aralarından, harımlardan atlayıp çıkanların elinde sepet sepet üzümler, elmalar, birbiri ardı sıra koşanlar, oynayanlar... Bu gezegende yaşam var, yaşam var, yaşam var!..

21 Ocak 2017 Cumartesi

LORTOP / 2. BÖLÜM

12// Lortop'la köy içlerinde dolaşırken o çok yaşlı Sybil'imiz Eşe'yle karşılaştık. Onun ağzından çıkan sözleri dinledik uzun süre, eskisi gibi evden çıkamadığını, kaç zamandır ovaya inemediğini, eski özlemlerini, ağaçları, çiçekleri, böcekleri anlattı durdu bildiğince, kaç yıllardır onlardan uzak yorgun gözleri parlıyordu, ağaç, çiçek, böcek dedikçe... Sonra kocaman, çanak gibi boşluğa döndü ve gözleriyle uzun uzun, dingin ovayı süzdü. Gözlerinden damlayan yaşı görmemek için Lortop'la ilgileniyormuş gibi yaptım. Bir kaç gün sonra Eşe'nin ölüm haberini aldığımızda, yastığının altında kuru bir fesleğen dalı bulmuşlar. 13// Sarp patikada giderken, çıtlık ağacında bir baykuş gizençle duruyordu. Dalların arasında, gezegenin en yabansı varlığı gibi sırıtıyor, açık seçik göründüğü halde, yaprakların içinde, düşsel bir şey, sfenksi andırır bir şeytan gibi görünüyordu. Bir pars neyse, bu kuşta oydu gözümde... Lortop aniden harımlardan atladı ve sessizlikte, bir çıldırtı yayınca, bu tuhaf gece kuşu birden havalandı ve az ilerdeki kavaklığın içlerine dalarak yitip gitti. Kavaklığın yanına vardığımızda, ak çeşmenin suyu buz gibi dökülüyor, sonsuza dek çalan bir tını, hoş bir müzik gibi şıkırdıyordu. Çay yolunu izleyerek, vadinin içlerine girdik, sanki yamaçlarda bir satir, kartallara yem olan Prometheus bizi bekliyor, kızıl derili çığlıkları gibi gürültüler geliyor. Lortop tepelere doğru bir kaç kez havladı. Ah, karşı köyden bir düğün kalabalığı çığlık çığlığa ilerliyor. Tepeden inişe geçip, alt yola süzülünce, her şey gün ışığına kavuştu, ortaya çıktı. Düğün alayı geçer geçmez, dağ yoluna saparak, Lortop'la gene yapayalnız kaldık. Az önceki gürültü ve şimdiki ıssızlık. Ne kutsal bir gezegen, ne usa sığmaz bir çarpıntı bu böyle... 14// Lortop incecik, beyaz bir çizgi gibi susa yolundan, ufka doğru koşar, tam minicik bir noktaya dönüşüp gözden yitecekken çark ederek, bir köpek biçemine kavuşuncaya, harman yerine ulaşıncaya değin, dört ayağıyla hoplayıp, zıplar ve kuyruğunu sallaya sallaya geri dönerdi. Bazen durur, telefon tellerindeki kuşlara bakar, kulağını dikler, başını oynatır, bir oraya, bir buraya koşuşturur, yalnız dünyasına yalancıktan, eş dost arardı. Lortop'un kardeşini susa yolunda bir jip çarpmış ölmüştü. Beyaz susada, beyaz bir köpek, varlığı bile bellisiz, sadık, evcil bir dostun ölüsü, beyaz yolda, beyaz bir diş gibi sırıtıp kalmıştı. Lortop şimdi aynı yolun üzerinde özgürce oynuyor ama uzaklardan bir jip göründüğünde, hemen çağırıyoruz onu, bizi anlıyor ve hemen geliyor. Lortop, başakların arasından, otların içinden, dili bir karış sarkık, gözlerinde sucul bakışlar koşturuyor ve kasılarak durup, jip susadan geçerken, gözden yitinceye dek, uzaklaşmasına bakıyor ve sonra gene zıplayarak, ak fincanların, telgraf direklerinin vınladığı yola çıkıyor. Bazen düşünüyorum da, o hiç görmediği kardeşi Altop'un, neden öldüğünü sanki biliyor gibi geliyor bana... 15// Lortop simsiyahtı. Kırık, eğik kulaklı, kuyruğu uzun ve ortaya yakın, kısa boyluydu. Kulaklarını gene de dik tutabiliyordu. Yalnızca barış adına yaşar bir köpekti o... Kimi zaman bir yabancıyı uyarır, öteki köpeklere karşı, küçük çocuklar için kalkan görevi görürdü. Çok güçlü değildi. Saldırmak için yeterli kuvvete sahip değildi. Uzun sürecek bir kavgada ya da sert bir dövüşte hemen yenilebilirdi. O barışçıl yararlar dışında kullanılabilecek bir köpek değildi. Başka bir köpeğin saldırısına hiç bir zaman uğramadı, başka bir insan ona bir taş fırlatmadı hiç bir zaman ya da sopayla vurmaya kalkışmadı, o Jack London'ın romanlarına yakışan bir köpek değildi. Hiç kızmazdık biz ona, hep mutlu, sakin ve olağan görevinin doğal koşulları içinde yaşadı. Bizim beklentilerimizi yanıtladı hep ve bizim beklentilerimizi buldu yalnızca, kısacık yaşamında... Sonra o gün geldi. O akşamın sonrasında, salt gecenin başladığı saatlerde, yemeğini vermek için kapıyı açtığımda, ilk ve son kez garip biçimde hırladığını duydum onun, saldıracak gibi, babama durumunu söylediğimde, yaşamım boyunca unutamadığım bir şey duymuştum iyilik perisi babamdan, kudurmuş o dedi, artık yapabileceği hiç bir şey olamazmış gibi, sonsuz bir düş kırıklığına kapıldım, ta ki bu satırları yazana, ödeşene dek... Sabaha kadar ürkek, yarı uykulu bekledim, tan ağarırken, kuşluk vakti yatağımdan kalktım, kapıyı araladım ve onu yokladım, çoktan gitmiş gibiydi, geride bıraktığı boşluk dile gelmişti. Onu bir daha görmedim. Bir daha karşılaşmadım. Derler ki, köpekler ölümlerine yakın, dostlarını, arkadaşlarını, kardeşlerini üzmemek için ortalıktan kaybolurlar, ya dağ başında bir kovuğa ya da kör bir vadide, görünmez bir boşluğa, kırda, otlaklar arasında, el değmemiş bir çukura sokularak can verirler. Ölüp giderlermiş. Sırf ölümleriyle başkalarını üzmemek için, gözyaşlarını görmemek için. Yaşama sevincine, mutlu olmaya ve barış içinde yaşamaya büyük saygılarından ötürü... Lortop gibi... Ne bir kuş ölüsü gördüm şu dünyada, ne de can vermiş bir köpek, tanrı onların masum olduğunu biliyor ve sanki onları sessizce, yanına alıyor. 16// Okul dönüşünde, Arap Süleyman'ın bakkalından biraz ilerde, tek bir nar ağacının süslediği yoldan, yukarıya, eve doğru giderken, verevine aşağıya kıvrılan, gizemli daracık yola komşu, bir avlu girişi vardı. Geçerken bakarak dona kaldığımız. Gacarlar'ın evi. Kaçar da dedikleri... Kokis Cafer'in otuz üç yerinden bıçaklandığı ev. Dizlerimizin bağı çözüldüğü halde, avlu girişine yaklaşır, o korkunç cinayeti işlemeyi göze alanlara, o taşa, o toprağa, o pencereye, o avluya, o insanlara bakmak için taş kesilirdik. Kokis, çöker demekmiş, Cafer'de çökerek, o evin gelinini gözetlermiş gece yarılarında... Yaşlı bir kadın süzülüp gelirdi avlu içinden, olağanüstü hiç bir şey olmamış gibi, öğle sıcağında, minaredeki sese karışır bağırtılarıyla bizi kovalar ve bizde sanki sıtmadan bulaşır bir ölümden kaçar gibi, sağa sola dağılır, cinperileri gibi birden kaybolurduk. Öğle sıcağının iniltisi örenlere, kağnı oklarına, manış kanatlarına ve öküzlerin boyun aralarına dek çöker, sanki köyde bin yıldır hiç bir şey olmamış, değişen hiç bir şey yokmuş gibi, bizde evlerimize, ocaklarımıza yollanırdık. Ne ki, Ayanlar avlusuna her girişimde, köyün toprak damlı olmayan, kiremitli tek evinden, küçük teyzem Zübeyde'nin evinden, içime görünmez bir sıcaklık, engin bir gülümseme yayılırdı. O ev sıcacık bir yumurta veya avuç dolusu badem ya da kaymak ve balın düğününde, rengarenk bir sofra demekti. Bereketin renkleri... Mutluluk ve doymuşluk, korku ve acı veren iki görüntü. Kokis Cafer'i öldürenlerin tümü öldü. Bir baba ve iki oğlu. Çocukluğumda bu olaya tanık kaç insan varsa artık ölümün eşiğini aştı sanırım. Teyzemin engin iyilikseverliğini yad etmek için, bir gün köye gittiğimde ve onca yıldan sonra, öldü o dediklerinde, beni sonsuz bir incinmeyle baş başa bırakmıştı. Gecikmiş ziyaretin kapısı, ölüme açılırmış. O insanların hiç biri yok artık, kalanların imi timi bellisiz, yaşamın rüzgarında dört bir yana savruldular. Ama güzelliklerle yaşamak varken, nedir bu ölüm severlik ve neden bu acılar ve neden yok olup gidiyor insanlar ve anılar... 17// Trampacılar'ın evi dere yatağının yanında, aşağıdaydı. Bir avlu içine yerleşmiş, tüm hısım, akrabalar, ama köyden soyutlanmış yoksul bir kolhoz sanki, kimse o avlu içine girmez, kimse oradan geliyorum demezdi. Yoksulları, yoksullar bile sevmez. Bu gün bu aforizma gücünü kendinden alıyor. Biraz durumu iyileşen -yoksullar biti kanlanan derler buna!- geçmişini aramaz olur, önceki yaşamını yadsır derler. O garip şatoları anımsıyorum ben. U harfi gibi dizilmiş ve güneşin sıcaklığında, serviliğin yan tarafından uzanan çayırların tükenip, eprimişliğinde, bir boşluğun içinde duran, dikdörtgen pencereleriyle ürkü veren bir dokunulmazlık alanı... Usherler'in Şatosu gibi ürküntü verirdi. Bir zamanlar köyün derebeyleriymiş izlenimi veren sessizliğin, hoşça kalın demeye bile fırsat bulamamış bitkinliği... Trampacılar'ın bir kızı vardı, adını kimi zaman Kezban, kimi zaman Havva diye anımsadığım, kara saçlı, zayıf, konuşacak gibi durup, konuşmayan biriydi... Din başlı başına bir okuldu köylerde, kasabalarda, ilgisiz, hadi bilgisiz diyebildiklerimizin bile menkıbeler, kıssalar bildiği bir şahlanış alanı... Belki geçmişin silinip gitmiş etkisi, belki yüzyılların doğal akışında gelişmiş, belleklerde kalmış tortusu veya herkesin beceri alanına dönüşmüş, bir düş kutusu ya da öznel dağarcığı, yaşam felsefesinin dışa vurumuyla harmanlanmış bir dervişin öyküsüne, hemen herkes sahipti... Ama şimdi onun etkisini artırmak, giyimini koşumunu kuşanmak, bir geçmişe saplanıp kalmak olmaz mı, bilgi kendini çağa uydurabilen, modernize olabilen bir yapıya bürünmedikçe, masallaşır, köylerdeki gibi, bir tekerlemeye dönerek, uyuklamaya yol açar, bilgi isyan gibi olmalıdır, kendini yinelemekten uzak bir zamanın, akışına dönmeli, kendi yatağını yenileyerek, arınıp, temizlenmelidir, haşin olmalıyız ama şefkatimizi hiç yitirmeden, geçmişten kopmamalıyız ama geleceğimize koşmaktan da geri durmamalıyız. Kezban o eğitimi, dengeli bir ilgi ve yumuşak bir öğretiyle değil, korkunç bir baskıya dönüşen, bir cendereyle aldığı için, çıldırarak öldü, canına kıyarak. Bilgi tek bir canlının bile sonunu getirdiğinde, sorgulanan bir şeye dönüşmedikçe, tanrısallığından kuşku duyulabilen bir şey olmalıydı. Atomun parçalanması, bir gün Havva anamızın yok olmasına neden olacaksa, atom değil Havva anamız kalmadıkça dünyada, o bilgi öznesine yönelmiş bir lanetlenmişliktir ve iğrenç bir yineleme olacaktır üstelik. Çünkü göğün altı bilinmeyenlerle dolu olabilir evet ama, bilinmeyen hiç bir şey yoktur, bilmediklerimizin ayırdındayız biz, bilmediklerimizin bilincindeyiz. Öyleyse, yaratılışı kutsadığımız kadar, kendimize saygılı olmayı da öğrenmeliyiz. Kezban kendini asarak öldü dendi, dili sarkık, ağzı köpüklü. Anayurt Oteli'nin Zebercet'i yalnızlığın ve sürekli yinelenen bir dünyanın çıldırtısıyla bu dünyadan ayrılmıştı, köylüler benim oğlan bina okur, döner döner yine okur der. Yeni bilinmezliklere açılamayan, kendini sorgulamayan her tür bilgi, zamanla dogmaya dönüşür, tek bir boyutta seyreden, gemi azıya almış, Frankeştaynsı bilgiler, bilim ya da dinsel menkıbeler ve mottolar gibi... Her tür bilgi moronlaşabilir, Hiroşima, Nagazaki dinsel bir öğreti değildi, Kudüs ya da Haç, Kerbela ya da Cihat'ta bilimsel yolların açtığı kanalların vargısı olmaktan uzak birer cinnetti... Din ya da bilim veya yenilenen eklemler dahi, sonsuzda birleşen paralel doğrular gibidir, soru; Sonuç nedir olmalıdır, öyle olmadığında bilgi onun ehlileştirdiği yaratılmışların elinde bir koz ve ama gerçekte evrenin bilinmezliklerinin bir bir çözüldüğü, sıradan bir veridir sonuçta... Bilgi bir tansık değildir, olağanüstü değildir, olağanüstü olan biziz, kendimiz ve bunun değerini bilebilmeliyiz ve bilgiye yenilmemeliyiz, onunla yarıştayız gibi diyebiliriz, böylelikle yaklaşabiliriz sonsuzluğun kıyısına... Çünkü, bilgi dediğimiz şey biziz. Üstelik, ilkel kordalı ya da primatların ve tüm hayvanların efendisi nasıl insan olmuşsa, bilgi ve düşüncenin evrimsel gücüyle, bir sonraki dönemin adı da robot çağı olacaktır verilere göre ve onlarda güç sıralamasında, insandan sonraki çağ olacağına göre, bizlerin efendisi olacaktır, öyleyse geriye tek bir şey kalıyor, Delphoi'de yazan, kendimizi bilmeliyiz, yoksa yitip gideceğiz. Kezban öleli, yarım yüz yıl oluyor, biri hala onun yasını tutuyor şu dünyada, yaşamadan gidenlerin sayısı, yaşayıp da gelip geçenlerden az mıdır ki, sanmıyorum, ölülerinin üzerinde yükselen zombileriz biz, ne yazık ki... Servilerin arasından ay yükseliyor, hışırtılar var, sarı bir ejderha kanadı değil, Kezban'ın başı sanki bana doğru bakıyor ve dönerek gülümsüyor çevremde, sessizce, yaşıyorsun diyorum ona, yaşıyorsun, tam iki kere fısıldıyorum. Ay sümbül kalça yastıklarıyla, uykumu bölüyor ıssız gecede, Kezban için düşüncelere dalıyorum ve ağlıyorum içten içe... 18// Niçin söylememeli, amcam batıl inançlara kapıldığı imanıyla, şeytanı gördüm, yeşil demişti. Köyde, uzun kış aylarının ortasında, çıtırdayıp duran sobanın başında, kendini yitirmişti. Düşleri birbirine karışıyor, içinden kendini çekip çıkaramıyordu bir türlü... Bir gece ürkütücü seslerle hırıldayarak, ime time karışan Lortop'dan bile bu kadar çekinmemiştik. Köyün imamı, kitapları ondan uzak tutun dedi. Bütün küçük risaleleri, hadisleri, mızraklı ilmihalleri bir gecede uzaklaştırdılar ondan. Tuhaf olan şu, hiç bir şeyin farkına varmadı bile... Hiç bir şey sormadı, hiç bir şey dilemedi. Düzeldi dedik, düzeldi. Yaşlıca sayılırdı belki de ve kısa bir zaman sonra, ovada gür, yeşil bağların içinde, apak, türbe gibi açmış, kokulu bir kiraz ağacının dibinde, hiç bir zaman uyandırmayın beni, böyle mutluyum ben dercesine uzanarak, öldü... Ölü buldular... Çok acı, hangi nedenle olursa olsun ölümü arzulayanlarımızda var bizim, kim suçlu, suç diye bir şey yok mu, istediğine kavuşmak doğru mu, insanı kendisiyle baş başa bırakmak asıl gerçek mi, bilemiyoruz işte... Ölüm... Ovada harmanlar, tınaz savuranlar, düven sürmeler, manışlara doldurup, çığlıklarla samanları getirmeler, güneşte yakıcı arpa tozu, ardıcın serin gölgesi derken, çayın kıyısından eve dönerken, eşeğinden inerek, -herhalde başı dönmüş ya da kalbi sıkışmış olacak- bağlara girmiş, bir kiraz ağacının, kırmızı, kışkırtan meyveleriyle, dünyanın ayetlerinden daha öğretici, daha etkileyici ve ince belli gövdesine yaslanmış... Yaslanış, o yaslanış... Harmanlara, açlıklara, tokluklara, üzümlere, kirazlara ve kelebeklere, dağlara, çaylara, neşe veren yollara paydos artık. Mezarlığında zambaklar açıyor şimdi, oysa dünyasına, zambakları görsün diye gelmişti... 19// Menderes kıvrımlarla akıyor. Değirmenin suyu yukardan, bilincimi hiçleyip, darmadağın eden gürültülerle çağlıyor. Bir hidrofobi mi bu, doğanın gücü anlağımı sarsıyor, belleğim parçalanıyor korkunç akışta, anlıyorum ki su bizlerden daha güçlü... Söğütler, kurbağalar, yengeçler, nice kuyruklu şeyler, kader birliği etmişler. Dönüş yolunda, ak tepeler, armutların uç dalında saksağanlar, geceye doğru evrilirken, çıldırtılar... Gündüz neden yok bunlar. Mahmutgazi'de uzanıp giden bağlar, bağların içinde şarap içen hayaletler, pıtraklar, şeytan çanakları, küstüm otları. Uzakta köyün kandilleri yanıp sönüyor, benek benek ışıklar... Lortop değirmene bizle gelir, bizle giderdi. 20// Kanadı kırık sığırcık, yukarı bağ... Arı kuşları, düşlerin eşsiz kuşu, rengarenk bir tanrı çocuğu... Telefon tellerine konar. Bağlarda bütün gün, kurig kurig sesleri!.. Sonra çocukluğun ilk günahları, küçücük bir sığırcık yavrusu, minicik bir kaplumbağanın delinmiş sırtı, kalbur altında sığırcığa günlerce bakış ve ölüme doğru yaklaşış... Kuşu eline alma tutkusu, iyileştirmeye çalışma... Ulu ceviz ağacı, dallardan akan yel, o ne koku yarabbim, ıslak, derin ve baygınlık veren, sarhoş edici koku... Tanrım, tanrım dünya bu mu... Her şey yavaş yavaş olgunlaşıyor, acı bademler, afyon kozalakları, tazecik haşhaşlar, örenlerde yılanlar, hiç bir zaman görünmez, geçmişti denir, tepelerde dağa yakın, kızıl toprağın oralarda ağaçkakan sesleri, yiribikler, akkuyruk, çulluklar, keklikler... 21// Köy mezarlığının içinde Lortop'la dolaşıyorum, sarı kır çiçekleri tüm mezarlığı kaplamış, toprağı örtmüş. Tek çenekli zarif güller, en buruk, en güleç kokularını yeryüzüne yayıyor. Burnumu güle yaklaştırıyor ve buralarda dik duran, dik yürüyen tek canlıymışım gibi dokunduruyorum. Gül beni nasıl algılıyor bilemiyorum. Onu koparabilirim, canından edebilirim, çeneklerine dostça burnumu sürtüyorum. Ürperiyor ve bir bilinmezlik içinde kuşkuyla bekliyor mudur?.. Yalnızca koklayacağıma, ruhunu ruhuma sindirmeye çalışacağıma söz veriyorum. Okşuyorum, burun kanatçıklarımla kokusunu öyle derin, öyle sonsuz bir özlemle içime çekiyorum, özümsüyorum ki, çiçeğin tacı burun boşluğunu kapatıyor ve hava akışı duruyor. Her şey gibi, aşırı ilgi ruhları öldürüyor. Özgürlüğü bitiriyor. Gülü bir kez daha okşuyorum, sonsuzca dostuz diyorum, sen bizim ölülerimizsin, seni nasıl kopartabilirim diyorum. Sonra diğer mezarlar, susallar, süsenler, irisler, zambaklar, hepsi o mavi, tanrılar gibi kutsal şey... Çiçeklerin baş tanrısı... Ölüm ve yaşamın bir bileşeni ve yol göstereni o, us uçuran perçemi ve o kutsal kokularla... Kadife çiçekleri, sütleğenler, kedi tırnakları, çekme otları, papatyalar... 'Ne kokluyorsunuz efendim? Çiçekler, çiçekler, çiçekler...' Yeryüzünün neden böyle donatıldığının ayrımına varabilseydik, ruhunu kavrayabilseydik, ölümü değil, ölümsüzlüğü konuşurduk, yaşamakta olan ölümsüzlüğü... Gözyaşları olmazdı. Ağaçların dilinden anlayabilseydik, otlarla konuşabilseydik, yeryüzünün çiçekleriyle görüşebilsek, kaynaşabilseydik, bu kadar yaban ve bu kadar barbar olamazdık yaşamda... Ölülerimiz çiçek oluyor, böcek oluyor, bulut oluyor yeryüzüne ağarak, yaşamı bağışlayan o tanrısal tözlere dönüşüyor her biri... Bir döngü belki... Ve anlamların anlamını bulabilseydik, böyle olmazdık biz... Gerçekten yaşayabilmemiz için ölmemiz mi gerekiyor, ölümün bizi eğitmesi mi gerekiyor, onun öteki yüzü yaşamı, o büyük gerçek ve asıl kutsal olanı anlayabilmemiz için... Ve öylece düşünürken, Lortop iki ayaklarıyla, insanları taklit edercesine uçuşan yusufçukla oynuyor. 22// Mavi boynuzlu sığırlar, düşsel yeleleriyle ak toynaklı aygırların bulunduğu ahıra giriyoruz. Loş ışıkta gözleri parıldayan, sessizlik içindeki hayvanlar. Karanlık damın, tepedeki kerpiç deliğinden süzülen güneş ışığında tozlar, sonsuz bir yolculuktaymış gibi kıpırdaşıp, oynaşıyorlar. Bu yavaş, sessiz evrende, güneş ışığının süzmeleriyle dolu oluğunda yaşayan, oynaşan, bilinmezliklerle dolu bir dünya... O ışık demeti, damın bir ucundan, diğer ucuna hoplayıp, zıplayan şaşkın Lortop'un sırtından, kulağından ve kuyruğundan, bir hale gibi gelip geçiyor. Üst üste yığılmış saman balyalarının, destelerin arasından atlayıp, delik deşik çuvalları, köşelere yığılmış çapaları, duvarlara yaslanmış yabaları, ahırdaki arpa, buğday ve bir döşek olmuş samanları, kenara iliştirilmiş kovaları ve kendi dünyalarında sessiz, konuşmadan anlaşmaya alışmış hayvanları, şaşkınlıkla, bayıltıcı ot kokuları arasında izleyerek, çıkıp gidiyoruz Lortop'la... Bilinmeyen kaç dünya var, şu yeryüzünde... Mavi boynuzlu sığır, ak toynaklı atın dişlerinin arasında, öğütülüp duran, arpa, buğday ve samanların melodisi kulaklarımızda, avlunun ortasından geçiyor, saçak altında kumruların ötüştüğü haneye geliyoruz, kumruların saçakta, çerden çöpten yaptıkları yuva, o kadar narin ve düşecek gibi duruyor ki, ötüşmelerine bir suyun şıkırtısı eşlik ediyor sanki, mutluluğun tanımı ve esenliği bu olsa gerek diyorum Lortop'a, oda mutlu gibi, bakıyor yalnızca... Dut ağacının dalları bir hışımla sallanıyor serin rüzgarda, yapraklar kendinden geçmiş, uçuşuyor heyecanla, küçücük bir kuş daldan dala geziyor kararlılıkla, belki bir serçe, belki bir sinekkapan, rüzgarın hızında, yaprakların coşkusunda, görünmüyor açıkça... Bir kuşçuk işte... Lortop avluda gölgesiyle oynuyor, kuyruğunu ısırıyor, arka ayağıyla tüysüz, karın boşluğunu kaşıyor hırsla, kulaklarını sallıyor ve başını çeviriyor arada bir... Bir o yana, bir bu yana... Sonra ayağa kalkıp, öyle bir silkiniyor ki, güneş ışığında binlerce tozan, nice küçük canlıcık, savruluyor sanki havaya... Garip bir dünya... İkindi güneşinin ışığı, tepelerden süzülerek, damların, evlerin üzerinden, kelter başlı bacaların içinden geçerek, bir kendine yorgun günün mutluluğunda, bir saltıklıkla devrilmeye hazırlanırken, Trampacılar'ın, Demirler'in avlu içine gelin olmayı başarmış, anasız, babasız Ümmüsü, merdivenlerin ortasında durmuş, tahtaları kırık tırabzana tutunmuş, bütün köylüye, dağın, kırın yerlisine, karıncalar gibi yürüşen ahalisine bağırıyor... 'Akşam oluyor!..' Sanki yeryüzü sallanıyor...

17 Ocak 2017 Salı

LORTOP / 1. BÖLÜM (NOVELLA)

BİRİNCİ BÖLÜM 1// O bizim köpeğimizdi. Siyahtı. Düşük kulaklı, düşük kuyruklu, küçükce bir köpekti. Kısacıktı tüyleri. Onun bacaklarının atılışı, ekmeğini yutuşu, gözlerinin bakışını canlı yapan, devindiren şey neydi acaba?.. Avludan çıkarken bir gölgenin kendisini izlediği, sonsuza dek ona öykündüğü, küçük, siyah bir gerilim miydi? Garip, süslü bir demirden miydi, elektrikten miydi? Nar ağaçlarının dibinde bekler, çiçeklere konan kelebeklerle dalaşır, böceklerle, arılarla itişir ve birden kulaklarını dikerdi. İşiteceği ses neydi? Neydi beklediği? Duyabilecek miydi, yalnızca kendisine iletilecek, o harflerine, notalarına indirgenmiş o keskin, özel uğultuyu... Sıklıkla, yemeğini ben verirdim ona, sulandırılmış, ay gibi incelmiş, bembeyaz salıncaklı, katlım büklüm bir yufka... Yemeğimizi paylaştığımızda olurdu. Çoğun önümde, kimi zaman ardımda kalan, her yeri, her şeyi kolaçan eden, inceleyen bakışlarında, yaşamdaki ilk ve son noktanın gezindiği, bir kendinden yaratık. Bir ışığın canlanıp, cisimleşmiş hali, bir tinin ete kemiğe bürünmüş kıvıltısı. Ben durduğumda oda durur, ben yürüdüğümde oda yürür, yabancıların olduğu avluya dalacak olsa, kırmızı entarili yaşlı kadınlar, eteklerindeki bütün taşları dökerler ve tahta tırabzanlara, eşiklere doğru kaçışırlardı, onu selamlamak için. Tanrı, metal, ışık, et, sinir ve boşlukta uçuşan neşe dolu bir cisimcikti o... 2// Ay yükseliyor. İçimdeki şiddet geni hızını artırıyor. Derelerin orda ateş böcekleri, ağaç gövdelerinde, çalı çırpıların uzun çubuklarında parlıyor. Gecenin sessizliğinde, derin, hiç bitmeyen çığlıklar, sonsuz, ürpertici melodiler, çıldırtılar... Çalhanlar'ın evinin önünde bağlı at, ahırına sokulmayı unutulmuş, karanlıkta gözü parlıyor ve yüklü, gürültülü soluklarla, garip bir sessizlikte, hafif yelde titreşen kavağın yapraklarına, suyun içinde gezinen aya, önünden sürünerek geçen bir şeye bakıyor ve uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kule gibi bekleşen gözleriyle, kardeşlerini arıyor. Hacıumarlar'ın meyve bahçelerine dadanan hırsızlar, koyunlarına bir tek elma, yahut şeftali bile koymadan, yalnızca yemekteler. Ağızlarının şapırtısı gecede bir koroya dönüşmüş. 3// Batal yolunda iğdelerin altından geçerken, Lortop birden fırlayarak, keçi yolunda gözden yitiyor. Neden sonra tüylü ayvaların sarardığı, örenlerin iki yanında daralmış, bozuk yola girdiğimizde, gene birden önüme atlayıp, eşlik ediyor bana... Dili bir karış aşağıda, toz karnındaki tüylere doluşarak, rengini değiştirmiş, az önce kovaladığı şeyin kendini çok şaşırttığını kavramışçasına bana bakıyor. Söylemek ister gibi. Kendisinden daha hızlı bir tavşan mıydı o ya da çalı dibinden yükselen bir karatavuk... Bir kaplumbağa, şurada yukarda, bağların arasında, altıgen pullarla süslü kambur evciğinden uzattığı başıyla, dünyaya merhaba diyor. Uzaktan bir köylü geliyor. Kırmızı peştamalı, çiçekli şalvarı, kavruk yüzüyle yanımızdan geçerken, bir salkım üzüm uzatıyor. Issızlığın bereket tanrıçası. Bakışlarında bir ovaya boyun eğmişliğin kederi ve gülüşünde yalnızlığın acısı var. Nasırlı ellerinde, tanrı sunusu çatlaklar, alnındaki oyuk çizgiler, onu düşlenemeyecek denli yaşlı yapıyorsa da, sol yanağında, çene kemiğine yakın siyah benekçik, geçmişi ve geleceği yok etmiş ve zamanı hiçleyen, büyülü bir adacık gibi yalımlanıp, parıldayıp duruyor nedense... Hiç bir yazgı kötü niyetle tasarlanmış olamaz. Kadın uzaklaşırken ot ve sümbül kokusu yayılıyor havaya... 4// Badem ağaçları, pembe yıldız parçacıklarıyla doluşmuş, çocukların ormanı papatyalar, arı mırıltılarının sevisine kapılmış, esintide eğilip, doğruluyorlar. Gökte güneş, papatyalarla kardeş. Uzakta ırmağın içinde, yayın balığıyla, sazanların kıvıltısı gölgeleri dolanıyor. Söğüt dalları, Aynur'un saçları gibi ıslak, yere kadar örgülü... Lortop sudan çıkıyor ve silkindiğinde, tozumsu parçacıklar, güneşin ışıltısında minicik, gizil bir gök kuşağına yol açıyor. İkindiye doğru güneş bir göze benziyor. Ufarak, yuvarlak bir nokta ve uzakta evler, bacalar, ovada ağaçlar, sarımtırak, altınsı bir dünyanın içine düşerek, yanıp sönüyorlar. Lortop, otların arasında gölgesini kovalıyor. 5// Akşam alacasında, batıda, ilk yıldız göründü. Garip. Sonra doğu yakasında bir yıldız ve az sonra tepemizde soluk, sayısız yıldız kümeleri belirdi. Koyunlar birbirine sokularak, hareketsiz duruyorlar. Lortop onları ürkütünce, sağa sola atılıp, kaçışıyorlar ve sonra bakışıyorlar bilisizce... Yerlere kadar eğilmiş, yıldız salkımlarına basarak ilerliyoruz. Koyunlar yollarını bilemese... Ezik çiçeklerin buruk kokusu göklere yükseliyor, yıldızlarda yerlerde dolaşıyor nedense... Bir an Eros görünüyor ufukta, yürüyor doruklardan ve yeryüzüne, yüreğinden oklarını fırlatıyor. Meşhur'un sesi, derelerden bağlara dek yankılanıyor. Ay, Beşparmak dağlarından çıkmak üzere, tanrısal bir ece, yay gibi gerilip, altınsı bir aydınlık veriyor ve kocaman, dişil bir tanrı, sanki süt dolu, gümrah memesini uzatıyor yeryüzüne... Bir faros ovayı aydınlatıyor ve dereleri ışıklara boğarak gökyüzünden akıyor. Bir gölge, örenlerin arasında eğilip, doğruluyor, bükülüp, gizleniyor. Karanlık gecede bir yıldız kayıyor. Kıpırdanıyor, akıyor madde... Kutsal bir bilinmezliğin içinde... Ama ateş saçıcı, çıldırtan sesleriyle, böceklere kulak verince aldandığımı anlıyorum, kutsal olan ne varsa ortada işte ve Lortop'la göz göze geliyorum, karanlığın içinde... 6// Karagözlerin arasındayım. Kuş dilleri, tilki kuyruğu çamları, daracık yolda sıralanan akçakavaklar. Pıtraklar, şeytan çanakları. Sayısız çocuk çığlıkları, su gelini su ister şarkıları. İkindiye doğru okul çıkışı. Lortop'un kayaların üzerinde, dibek başındaki avlunun girişinde, üstüme başıma çullanışı... Dut ağacından kanatlarını açarak çığlıklarla inen tavuk. Saçakta ötüşen kumrular, yuva yapmışlar... İki çer çöp, sevdiğini öp. Kurtların kemirdiği kocaman yaprakların üzerinde, geçen yıl ki serçe pisliği... 7// Lortop'la merdivenlerde oturmuş, bir şeyler okuyoruz. Arada bir bana bakıyor. Bremen Mızıkacıları'nın köpeği sanki. Düşüncelerini anlamak için Deloslu dalgıç gerek. ''Dünya üç beş bilgisizin elinde Onlarca her bilgi kendilerinde Üzülme eşek eşeği beğenir Hayır var sana kötü demelerinde'' Diyor belki de ve yalınlaştırıyordur olan biteni, yağmur çiselemeye başlayınca içeri kaçıyoruz. Altın arabasıyla Poseidon göklerden mi geçiyor? cehennem kayıkçısı Kharon'da yanında... Çünkü yağmur birden azıyor. Avludan kıvrılıp aşağıya, oradan, Kerimler'e doğru, delice bir selinti akıyor. Çar çaput, çırpı çubuk, kara sinek, atlı karınca, kızıl arı, kuş ölüsü, tavuk tüyü, horoz ibiği bulanık suda akıp gidiyor. Lortop, bulutların yeryüzüne inen bu hışmına şaşırıyor, düşünceli, küçük küçük havlıyor, bir süit çalıyor sanki... 8// Afyon fideleri tarlalarda yeşermeye başladı. Kırağılar her sabah onları beyaza boyuyor. Güneş çakınca karşı dağlardan, afyon tarlaları parıldamaya başlıyor. Öyle ki, minik, minicik parıltılar, yalımlar gözleri alıyor. Tepedeki evlerin, toprak damların üzerinde, yurgu taşlarına oturup, ovalara gözünü dikmiş, suskunlar var. Hasıllar yeşermiş, afyon tarlaları benek benek, dalların tomurcuklandığı, ağaçların kabarıp, dal budak salarak gürleştiği ve bir şeylerin katmerlenip, goncalaşarak, anileyin patlayıp, ortalara saçılacağı besbelli... Bugünden yarına, ova gürbüzleşir, bir renk çılgınlığının içine düşebilir. Islaklık değip, el attığı her şeyi yeşile doyuruyor. Yeşil yaşamın rengi, tanrının imgesi değil de ne?.. Yeşilin olmadığı yer, yaşamın olmadığı yer. Buzağının sesi, bütün kış çıkmadığı ahırdan, öyle bir geliyor ki, sanki garip bir iniltiyle baharı müjdeliyor, Beni bırakın, beni salın tanrı aşkına!... 9// Che Guevara'nın adını ilk kez Topal Halit'den duymuştum. Ayanlar avlu içinde 66 yıl, ölüme bir umar bulunur düşleriyle yaşadı. 1960'lı yılların tüm okunaklarını izlerdi. Her gence, her delikanlıya, sosyalizmden, Stalin'den, Mao Çe Tung'dan söz ederdi. İnsan bir ideye bağlanıp, dünyevi masumiyetini onunla özdeşleştirip, yaşamını tüketebiliyor. Oysa düşünceler yayılsın diyedir, kapısından çıkamayan zincire vurulsun diye değil, tutsağı olsun diye değil. Çünkü düşünce hapsedildiğinde, içerde, kişinin içinde kaldığında, bir enerji gibi sıkışıyor ve sonunda onun patlamasına, bir şiddete dönüşerek darmadağın olmasına yol açabiliyor. Senin elindeki ekmeği alırsam, ekmeksiz kalırsın, içindeki düşünceyi alırsam, paylaşmış oluruz. Sonsuz güzellik ve sonsuz kardeşlik, hiç bir erkin olmadığı, düşüncenin bahar çiçekleri gibi yayıldığı, çayır, çimene dönüştüğü bir dünyada olanaklı. Topal Halit yaşarken ölüme çare bulamadı insanlık. O yaşamı biliyor, eni boyu algılayabiliyordu, uygulayımda bir takım yeknesaklıkların varlığına inanıyordu öznel dünyasında ve hep bir özleyişin peşinde sürdürdü yaşamını, bir merak onu diri tutuyordu, kendisiyle birlikte, bir dünya, bir kütüphane ve kapsamlı, özümsenmiş bir düşünceler alegorisi yitip gitti. Evrenin işleyişi belki de yavaşçadır, dünyamız bir tür yinelemedir belki de, çünkü her ölü yitirilmiş bir tansıktır, Chenier gibi içindekilerin son derece gerekli, belki de bir kurtuluşun manifesti olmadıklarını nasıl bilebiliriz... Geriye doğru koşarak, hızlanacağımız günü bekliyoruz biz ve ölülerimizin sönmüş külleri üzerinde yükseliyoruz ne yazık ki... Onun biricik özlemi, ölümsüzlük arayışıydı, belki bir tür Lucretius, bir tür Homerosluktur yaptığı... Sonuçta Denizli'nin, Çal ilçesi, İsabey kasabasının, Ayanlar avlusundaki evinde, tavan arasındaki odada, bir sabah ölü bulundu. Gılgamış gibi ölerek, ölümsüzlüğe kavuştu. Dünya onu bilemedi, ama ben üzülüyorum, ömrünü düşünmeye adamış birinin düşünceleri, kendisiyle birlikte yok olup gitti... Bu tanrının müsrifliğidir. İnsanoğlunun talihsizliği diyemeyeceğim, o konuşurken Lortop bile dinlerdi. 10// Lortop, canım arkadaşım, papatyaların arasında, burnuna doğru hamle yapan arılardan kaçıyor. Gülüyorum. Bir ara kuyruğunu sallayıp, kulaklarını oynatarak öyle bir koştu ki, bir düşünce aldı beni, belki de 33.333 arıdan bileşik bir yaratık, tek bir arıcıktan, nasıl böyle kaçabilir. Bağların arasına gizlendi sonra, yaprakların arasında bir görünüp, bir yitiyor, bir esinti yaprakları kımıldatıyor, güneş tepede uyuşturan bir sesle ötüyor, armutlar olgunlaşmış gibi kendiliğinden düşüyor, yer sarsılıyor, kuşlar gelip geçiyor, bulut yer değiştiriyor ve zaman birbiriyle karışıyor. Şu taraftan sesler geliyor, bir şey çıtırdıyor, hareketsiz bir şey yok, her şey hareket ediyor, İçten içe, dıştan dışa, her şey... Hareket tanrı, büyük sonsuzluk evren, küçük sonsuzluk mikron!.. Patlangaçların, cadı fındıklarının yanından, çay yoluna, söğütlerin, iğdelerin yanına gidiyoruz, Uzaklardan, uzun uzun bağırışlar geliyor, Yaşamak öyle güzel ki, tanrılardan bir tanrı, yıldızlardan bir yıldız, cennetlerden bir cennet bu dünya... Su akıyor, o söğütlerin altına oturmuş, borazan yapıyor bana, az sonra ötüşecek oyuncak ve eve kadar birlikte gideceğim onunla... Yıllar çok çabuk geçiyor... Onu aradım, neredesin baba dedim, akıp giden çaylar, sürüklenen dallar ve kayan yıldızlardan başka bir şey göremedim... 11// Ovanın ortasında bir beygir ölüsü duruyor. Saksağanlar başında dolanıyor. Başının derisi sıyrılmış ve dökülmüş, bir ejderha ürküntüsü veriyor, bembeyaz dişleri sırıtmış, gökyüzüne bakıyor. Yaşamla uyumlu, dolanıp duran Lortop'la ben, onun bu çılgınca, us dışı görüntüsüne bir anlam veremiyoruz. Yaşarken gönlünce otları tüketen, göletlerden su içen, hiç bir yakınmaya kapılmadan, coşkuyla kişneyerek, yıllarını geçiren bu hayvan, şimdi neden dişlerini sıkmış, bir karanlığın içine, şaşırmış, fırlak gözleriyle, apak neden bakıyor. Yaşamı çok seviyordu da, ondan ayrılmanın hıncıyla mı bakıyor?.. Bir canlı olarak yaşamak... Yaşadığının bilincinde olmak, amorf ya da darmadağın olmak değil, ölümle yaşıyor olmak da değil... Lortop'da olan bitenin ayrımında mıdır acaba?.. Belki tatlı, gamsız, zamanın akışına aldırmadan yaşayacak ama, ölünce belki oda, kızgınlığını saklayamayacak, dişlerini sıkarak, kindarca karanlığa bakacak... Kim bilir... Yaşam bir tür sarhoşluk... Bu sarhoşluğa aldırmadan, çiçeklerin, arabaların, tarlalara savrulmuş insanların, bağırıp çağıranların, en az bizim kadar aceleci böceklerin, ağaçların, dağların, bulutların arasından süzülerek köyümüze dönüyoruz...