13 Ekim 2017 Cuma

VLADİMİR BURKONY ve YAZIN ÜZERİNE SÖYLEŞİ






HANİ ASTOLİN- Kırk yıldır okur-yazarsınız, sonunda yolunuz bir roman -Vladimir Burkony- ile kesişti, yolculuk nasıl başladı, kendinizden ve romandan söz edebilir misiniz?..

ULUS FATİH- Başıboş büyüdüm ben, sekiz kardeşin en küçüğüydüm, çağırdıklarını dahi anımsamıyorum, eve gelmesem bile aramazlardı. Buna karşın köyde hiç bir tehlikeyle karşılaşmadan çocukluk yıllarım geçti, köylüler yılandan-çıyandan söz ederdi, hiç yılan görmedim, hala üzülürüm, bir kere tavşan gördüm, ama doğayla baş başaydım her zaman, öğle sıcağının bunaltısında, güneşin sesini duyabilirdim ben, yollar bomboş ve hep bir ıssızlık vardı, armut ağacının baharda bir türbe gibi açıp, som beyaza kestiğini gördüm ve büyülendim, arıların vızıltısı kutsal bir ayin gibiydi. Bağ evinin ardında, eğimli bir sergi yeri vardı, orası baştanbaşa papatyayla dolardı, güneş rengi sarı ve sonsuz beyazın buruk, tuhaf kokusunda bir küçük cennet, bir gün duvarın dibinde taşların arasında bir şey gördüm, küçük, mavi bir şey, kır sümbülü, açmış tek başına ve kimselerin gördüğü yok, bakakaldım. O anı anımsıyorum, o an benim doğadan zehirlenip, esrikleşerek, yıllar sonra dilimin çözülerek, gördüğümü anlatmaya, yazmaya, dile getirmeye kalkıştığım andır, bir tür elçilik inanın... Çökelez dağına gittik bir gün, kızıl toprak derler yere, dağın eteğine yakın, toprağı kırmızı oranın, bağların aralarında, siyah üzümler ve bir bağ evi. Orada sazdan örülü bir kafes var ve içinde bir keklik, çocuk dünyası işte, keklik bana o kadar olağanüstü bir yaratık gibi geldi ki, rengarenk ve okşanır bir güzellik içinde salınıyor, ansızın tanrıyı görmüş gibi oluyor insan. Uzatmayayım, o zamanlardan beri doğa aşkıyla yanıyorum ben, ne yazmaya kalkışıyorsam da, o günleri kutsamaktan öte bir şey değildir, bir düşün içinde geziniyorum hep...

H.A- Yine de yalnızca bunlar değildir sanırım, okuduğunuz kitaplar, gördüğünüz filmler, ne söylemek istersiniz, bugünlere gelen yolda...

U.F- Güzel bir soru derler ya, işte o, çünkü dediğim gibi, ben başıboştum hep, Denizli'ye okumaya gelmiştim, ama ondan önce köyde Kızıl Sultan Abdülhamit'e Yapılan Suikast, Gobi Çöllerinde, Büyük Kazak Göçü, Japon Baskını gibi kardeşlerimden kalan kitaplar gördüm evde, onlarında keklikten bir farkı yoktu, kapak resimleri bir çocuğu daima büyüler, başka dünyaların varlığını o kitaplardan seziyor insan. Denizli'de çok sinemaya giderdik, hatta çocuklar benim seçtiğim filmlere giderdi, çünkü ben zehirlenmiştim bir kere, meraklıydım yani, tiyatroya bile gittiğimizi anımsıyorum, Bir Delinin Hatıra Defteri ve Godot'yu Beklerken'i izlediğimizi anımsıyorum, Gogol'un yapıtını kendisi de Denizli'li olan Sadık Aslankara oynuyordu, bizde emeği olduğunu nereden bilsin. Sanat filmlerini de o zamanlar tanıdım diyebilirim. Köyde de film izlediğimiz vardır ama, Erol Taş'ı anımsıyorum, çok büyük bir aktördür o. İlginç bir anım var, Venüs sinemasında Garip Bir Aşk diye bir filme gitmiştik, Helmut Berger, Virna Lisi, tutku dolu, obsesif-takıntılı bir aşk, kadın dayanamıyor ve intihar ediyor, erkek siyah giyiniyordu, o günden beri siyah giyinirim, siyahı çok severim belki de. Denizli'de Ajda Pekkan'ın kaldırımda yanından geçtiğimi de anımsıyorum. Denizli gelişmiş bir sanat ve kültür şehriydi. O sıralar Sokrates'in Savunmasını okumuştum, on üç yaşındayım, kardeşlerim alayla karışık överdi. Victor Hugo ve Tolstoy'u çok okudum, sonra onlar çocukluk yazarım oldular yalnızca, yaşamı anlatan yazarlardan uzak durdum, Che Guevara o sıralar çok biliniyordu, İşçi Partisi konuşulurdu, evde Türk Dili dergisi vardı hala saklarım, çok nitelikli dergiydi. Sanat aşkı içime saplanmıştı sanki, o dünyaya aşıktık artık. Tanrı'nın evinde sürüp giden yaşamda, her daim değişen ve göz alan bir ışıkla baş başaydık sanki.
H.A- Nasıl yazarsınız, sanat anlayışınız nedir diye soralım?..
U.F- İnsan okuduklarının kopyasıdır. On dört yaşında şu şiiri yazdım; 'İnsan, insanoğlu, insanlar, insancıklar / Ki hepsi de bir acı yudum / Ana avrat, kız kızan, Merkür-Venüs, ay yıldız / Bütünü benim uydum. / Niçin kendini düşündün ey Neron / Puvatya, bil Vaterlo ve de Miryokefalon / Cihat için ey İslam, sonra da bahtsız haçlı / Karın için ey adam / Fistan, sutyen, sonra don!..' İnsanoğlunun boşunalığını, pek çok şeyin boşuna peşinde koşup, kendini-varlığını ziyan ettiğini düşünmüşüm sanırım. Köyde ay ışığında, dibekbaşı derler toplanma yerinde, Sarte'ı tartışan gençlerin arasında büyüdüğümüzü belirteyim, evde de o konuşmalara kulak verdiğimiz oluyordu, bir heyecan içindeydik inanın, kültür şoku içindeydim sürekli, kardeşlerimin tarih veya diğer mantık, biyoloji gibi ders kitaplarını da karıştırdığımı anımsıyorum. Auguste Comte'u o zaman duydum ama Hukuk Fakültesi'nde gene karşıma çıkmıştı yıllar sonra... Babam köyde kandile yaklaştırarak kitapları hecelerdi, çok severdim onu, okumaya doyamadan gitti bence... İstanbul'a geldiğimde, kitapçılarda, sahaflarda ayak üstü çok kitap okudum, hiç unutmam biri elime vurdu, tabi bıraktım kitabı, evde ne bileyim beş bin kitap var mıdır acaba, ama bütün kitaplarını para verip alan biri varsa onlardan biri de benim. Ne bileyim beş bin kitabı gözden geçirmişimdir herhalde alıcı gözle... Okumak körlüğe de yol açar ama, iki paralel doğru, sonsuzda birleşir!.. Yazmaya İstanbul'da öğrenci yurtlarında, pansiyonlarda başladım, kağıtlara yazıp, bir çantam vardı onun içine atıyordum, kendime inanmışlığım var, bu o değil ama, yazma tutkusuna bağlanmışlığım demeliyim, Nazım, Yaşar Kemal, Yunan Şairleri, Octavio Paz ve Alman filozoflarından etkilendim, pek çok yazar vardır ama bunlar önde gelen, Stanislav Lem örneğin, sonra Borges'i bize çok yakın buldum, ondan çok etkilendiğim söylenebilir mi bilmem, oysa Borges benim içimdeki kültürü dışa vuran biri gibi geldi bana, kendimi onda buldum, çünkü o doğu kültürüne çok yakın bir isim... Nobel verilmeyişi bu nedenle, doğu kültürünün ululanıp, göğe yükselecek olmasını istemiyor çağdaş dünyamız, Yaşar Kemal'e verilmeyişi de aynı nedenle, bu komik gelebilir görüş olarak, ama şunu unutmayın ki, büyük savaşların bile kraliçenin kişisel arzusuyla örtüşen nedenlerle başladığını tarihler yazar, nefret ettiği uşağı Galiçyalı olduğu için sefere çıkan kralda vardır. Gerekçenin tamamı Grekçe yazılmıyor kısacası!.. Yaşar Kemal ve Nazım'dan etkilenmiştim ağırlıklı olarak, Paz, Borges, felsefe, bilim kurgu karışımı olarak sürdürdüm yolculuğu, sinema yazmayı etkiler mi, Tarkovski benim efendilerim arasındadır, ama yolda bulduğunuz bir kağıt parçasında gördüğünüz kıssa hepsinden etkileyici olabilir, Ben-i Ahmer'e Ağıt diye bir şiir yazmıştım, kahvede yere düşen bir gazete sayfasından esinlendim onu... Sanat anlayışım sonsuzluk ve bir gün artı hiçliktir. Parçalı gerçekliğe inanırım, kutsal kitaplar olağanüstüdür benim için, Marki de Sade'ı merakta ederim ama ve bilim teknik dergisini kırk yıldır aralıksız okurum.

H.A- Kahramanların kimlerdir, neyi anlatmak istersin?..

U.F- Belli bir amaçla hareket etmem, doğaçlama anlatmayı düşünürüm, otomatik metin gibi, Aleksandros Matsas'ın, Manzara adlı şu şiirini çok severim;
'Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından. '
Burada olduğu gibi, bir kaos düşlerim ve umarsızlık içinde yüzdüğümüzü anlatmak isterim ama bu bir genelleme amacını taşımaz, bu konuya dikkat çekmek isterim, bir olasılık olarak yani, herkes gibi düşünürüm ve herkesin her şeyi bildiğini bilirim, yazarak işe yaradığımı hayal ederim, naçizane bir düşünce, Rasputin, Raskolnikov, Jean Valjean gibi kahramanlarım yoktur, ama Katip Batleby'yi okudum Herman Melville'in, o kahramanım olabilir çünkü az önce söylediğim nitelemelere uygun, bir olasılık olarak dikkat çekmek istediğim görüşe uygun bir kimlik o, ama gene de kahramanlar diye bir saplantım yok, Don Kişot bir roman olarak ilgimi çekebilir ama kahraman olarak ilgimi çekmiyor, çünkü bana bir mizah öyküsü gibi geliyor o, gerçekte düşüncelerime uygun ama yazın dediğimiz şey bir biçimdir, dildir, anlatım tekniğidir, bir trajedi olarak düşünülen şeyi komedya olarak aktarırsak okumak istemem, bir komedi trajedi olarak aktarılıyorsa da ilgimi çekmeyebilir, yazın bana göre anlatımın insanı sarıp sarmaladığı, ruhumuzu tutsak edebilen, bir destan olmalıdır. Destan abartılı belki ama can alıcı bir öykü diyelim o zaman, şuna kesinlikle inanırım, hayatı anlatmayın bana, onu zaten yaşıyorum ben, başka yaşamları da anlıyor olabilirim, düşleyebilirim... Öyleyse derdim nedir, gerçekte Katip Bartleby diye biri yaşamadı bu dünyada, ama o yaşadığım dünyanın içinde beni en çok sarsan insanların başında geliyor, neden?... Yazmak, Bartlebyler yaratmaktır, şu ya da bu biçimde, fark etmez...

H.A- Vladimir Burkony'ye gelelim mi?..

U.F- 2001 yılında gazetenin birinde bir haber gördüm, kısacıktı hala saklıyorum kupürünü, Ukraynalı bir kemancı işsiz kaldığı için, Antalya'da intihar ediyor, işinde seçici olduğu söyleniyor, dramatik bir durum. Haberlerin masa başında yazıldığı bir çağdayız, haber küçük ama dramatize edilmiş olabilir ama dünyamız illüzyonlar çağında, her şey böyle, manipülasyon ve algı dünyalarımız yönetiliyor. Gerçek sanal, sanal olan da gerçektir diyebiliriz artık. Bu haber doğallıkla beni çok etkiledi, yukarda sözünü ettiğim görüşlere uygun bir durum, eğer bir roman yazacaksam bu Vladimir Burkony olabilir ya da olmalıydı, tam on altı yıl bekledim, bir Vladimir Burkony'de benim yani!.. Sonunda tanrı yüzüme güldü, o inançsızları çok sever, yoksa cennette kullarına yer kalmazdı diyende var biliyorsunuz, romanın girişini ve Kendine Ait Bir Oda'yı buldum günün birinde, 666 sayfa yazmışım nerden bileyim, 250 sayfa yazsam roman bu derler hiç olmazsa diye düşünüyordum, o sayfaları görünce bütün o büyük romancılara şaştım çünkü iki katını yazabilirdim daha, büyük yazarları biraz punto canavarları olarak algıladım o an, şaka bir yana 66 günde yazdım kitabı, Einstein der ya hani 66 yıl artı 1 saat, onun gibi. Kitap çıkarmıyorum pek, blog yazarıyım ben, okuyanda pek yok zaten, ama merakım onu yayınlamaya doğru sürükledi, durum bu işte. Kitap Bartlebylerin versiyonu, Don Kişotların, Aylak Adamların, Homongolosların, Stalkerlerin ve yukarda anlatılanların tümünün gizil bir geçmişidir belki, illüzyon yani. Büyükada'da bir Beto var, sürekli inliyor, dur duraksız, o bile var romanda... Ukrayna'yı ziyaret etmek istiyorum, Vladimir Burkony'e büyük saygım var sonuçta, yaşam ve ölüm birlikteliği evrenin gizlerinden biri ne de olsa...

H.A- Son olarak ne söylemek istersiniz ya da şöyle diyelim ne sorulmasını isterdiniz?..

U.F- Her şey ve hiç bir şey!.. Çalışıyoruz, çabalamalıyız. Ne yazık ki yazmakla bağlantılı bu önerim!.. Şiir manifestosu bile yazdığıma göre, eksikleri tamamlamak amacıyla yazıyorum, kendi dünyama göre tabi, çevirilerim var, yayınlamak isterdim, bilim kurgu tarzında şiir amaçlıyorum, yazdıklarım var, Odysseus diye bir roman yazmayı düşünüyorum, otomatik metin tarzında, insan bin yıl yaşasa işini gücünü gene de bitiremeden gider bu dünyadan, hatta Vladimir Burkony gibi kestirip atabilir de, şiirsel bir geniş kapsamlı yapıt üretmek, bilim kurgu romanı gibi bir şey yazmak hep düşlerin içinde, Tanrı'nın romanını yazmak bile isteyebilirim, çünkü önlem amaçlı bir yararlık sağlayabilir veya şeytanı anlatmak, yazmaya kalırsa, yazmak yaşamak yani!.. Ben teşekkür ediyorum.

  H.A- Bende teşekkür ederim.







3 Ekim 2017 Salı

VLADİMİR BURKONY / Ulus Fatih / Roman / 666 Sahife / Cinius Yayınları.


                         
Her insan bir kütüphanedir...
47 yaşında, düş kırıklığıyla sona eren bir yaşam; ama imgelemde uçsuz bucaksız bir hayatın romanı... Bilimin, sanatın ve yaşamın amansız bir eleştirisi...
...
''Vladimir Burkony bir müzisyendi, geçmiş yıllarda; 'Ural Birliği'nin dağılması sonucu, ortaya çıkan parçalanma ve ekonomik kriz ertesinde; Ukrayna'dan ülkemize göç etmek zorunda kaldı. İyi bir eğitim görmüş ve kemana gönül vermiş biriydi.  Durumu iyileşecek, geçim noktasında bir birikim edinecek ve ülkesine geri dönerek,  derin araştırmalar, besteler yapmak ve akademik çalışmalarla, müzik tarihine katkılarda bulunmak istiyordu...
Ama düşleri gerçeklere yenildi ve ne yazık ki, bar ve pavyonlarda, ucuz işler, öylesi şeyler diye niteleyebileceğimiz ortamlarda yıllarını geçirerek, gün geldi umudunu yitirdi!..
Sanrılara kapıldı ve içine düştüğü karaduygular tüm bedenini ele geçirdiğinde; bir gece yarısı canına kıyarak, bu dünyadan ayrılmayı yeğledi.
Bu kitap, çağımızın 'Umutsuzlar Parkı'nda, kimselerin görmediği ve sessizce geçip giden, kimi canına kıyan, kimi yarı yaşar, köprü altlarında, sağda solda ömrünü tüketen ve tanrının düşünmekle, idealist ülküler peşinde koşmakla cezalandırdığı insanların; hepimizi dehşete düşüren, trajik romanıdır...''