EFRUZ
Bir femme fatale (kaderimin
kadını, ruhumun efendisi gibi anlamlara geliyor). Esmer, yakıcı
güzellikteydi. Esirgeyen, bağışlayan tanrının adlarından biriydi o; Şehrazat...
Güzelliğinin acıları, -bir klişe ama- sınıfsal konumunun duvarlarına çarpa
çarpa bir ıstırap melodisine, bir ağlatıya dönüşmüş, hanende bir melekti.
Kartpostallarda gözlerinden yaş damlayan o güzelim çocuğu andırır, minicik,
kanatlı bir şeymiş gibi bakıyordu insanlara.
Onu Denizler’de tanıdım, sahile yakın bir yerde değil,
Denizler’in evinde. Deniz zaten adanın tüm erkekleriyle haşır neşir,
kadınlarıyla süt liman, soğukkanlı insangillere göreyse, algoritması tuhaf
biriydi. Güzelliği dillere destan ama gönlü yaşamı boyunca karalar bağlamış
Efruz’u orada görmek, son derece olağandı bu yüzden. Deniz, Havva anamızsa,
Efruz, Lilith gibiydi kısacası.
Yaşamım boyunca platonik aşklarla ömür geçirmiş biriyim
ben, gerçeklerden korkuyor ve kaçıyorum, daha doğrucası kitabi yaşarım. Çünkü
gerçek, para demek, ufukları belirsiz koşuşturma demek, hiçbir neden yokken
ağlamak, merdivensiz kulelere tırmanmak, radyasyonik ortamlarda bulunmak, gece
yarılarında ilaç evleri aramak, uçaktayken bir daha yeryüzüne inememe korkusu,
vapurlarda bebek çığlıkları, Koçerocu bir silahın horozluğuna soyunma hevesleri
ve işyerlerinde entrika takımına oyuncu seçilmekle, gölgelerin savaşına kurban
edilmek ve büyük olasılıkla, sonsuz evrende, yalnız bir kez bağışlanan bir
seyr-ü seferin, anlamını hiçe sayarak, bir harcı alemle geçip gitmek… Tanrıyı
yadsımak belki de budur.
Belki de…
Efruz herkese hayran, herkese kurban ve herkese açık bir
cennet bahçesiydi. Görür görmez aşık oldum ona. Aşk, modası geçmiş bir kalp
sulfatası. Geçmişe övgü. Bağlar ve bahçelere, ortanca ve sütleğenlere özlem
duyan, iki arada bir derede ömür geçirmiş talihsizlerin kalp oyuncağı ve artık kimselerin
dönüp bakmadığı bir oyalanmanın sevinci ve yaralı ruhların sığınabileceği,
ıssız bir dağ kulübesi…
Efruz bana yüz verdi!.. Bir evcil kedinin dağıttığı ve herkese
verilen bir nazı -deyim yerindeyse-, insan niçin kendine özgü sanır, yaşamım
boyunca gizini çözemediğim, biricik içgüdü işte budur. Ellerini tuttum,
ayaklarına bastım, beline sarıldım, yanağını öptüm, gözlerini süzdüm gece
boyunca. O da içti, içti, içti…
Yaşamı hiçbir zaman
kavrayıp, anlayamadım ki demek utanç verici ama yine de içimden
geçenleri söylemek zorundayım. Efruz nasıl geçirir ki günlerini, önümde giderken,
telefonda her güne bir dizi sığdıran ve bugün Çukur’u izleyeceğim diyerek,
özlemle, coşkuyla, sakınmasız bir hırsla kendi gayyasını kazarak, ölümüne
hazırlanan bir gençliğin, o devi andıran çocuğunda olduğu gibi mi…
Efruz mutfakta, Efruz çayı getiriyor, Efruz yemeği
hazırlıyor, Efruz kahve falına baktıracak zaman buldu, Efruz çocukları topladı,
Efruz yatağı hazırladı, Efruz faturaları yatırmaya gitti, Efruz boşandığı adamla
düşlerinde sevişti… Bir hüzün bahçesinin, bitip tükenmeyen yaprak dökümleri… Bu
tip Şehrazatlar’a göz koymak, düşünüldüğünde, günahların en büyüğü, obsesif
bozuklukların, fırsat düşkünlüğünün önde geleni ama Efruz’da biliyor ki, şu
dünyadan yalnız gelip geçmek ne denli acı verici, herkes el ele tutuşuyor,
birbirine sarılıyor sağda solda, ama o tencerenin kapağını kaldırıyor, tavanın
kulpunu tutuyor, yorganı çekiştiriyor ve merdivenleri siliyor kaç yıllardır, kürek
cezasına mahkum bir yeryüzü nöbetçisi gibi.
Ama her şeyi biliyor o, her şeyi biliyor ve yazgısına
lanet ediyor, tanrısını da sorguluyor geceleri ve yine de şükrediyor her sabah
kalkarken, bu günde yaşıyorum işte, kanserli göğsümün ağrıları dindi, genç yaşımın
zamansız siyatikleri geçti ve her nasılsa bu ay faturalara param yetti. Düşlerinde
ekstralardan kazanmadın mı bu paraları diyor şeytan ona, ama öyle bir şey yok
ki. Efruzcuk belki de hayallerle gerçekleri birbirine karıştırıyordur öteden
beri… Kim bilir, belki de afazi, paranoya, Alzheimer gibi ‘başka dünyalar’dan gelen ziyaretçileri yoldadır!..
Günün birinde, şanı edebi, namı İsmailîler’den Hatayi bir
içki konağına gittik onlarla, dört kişi, Deniz, ben, Efruz ve çocuksu don
juanlarımızdan biri, -devranidir belki ama- hesap o kadar yüklüydü ki, kim
verdi anımsamıyorsam da, bir bölümünü ben üstlendim ne yazık ki, ne yazık ki
demem şu; çene çalmaktan başka hiçbir yeteneği olmayan birinin, şirk koşarak
sermayeyi üstlenmesi, dünyamızın acımasız geleneklerinden biri ve konu komşunun
fermanları uyarınca da biliyorum ki;
Efruz’un cüzdanına el atması demek, onun gözlerinde, bin bir gece masallarından
süzülen harelerin, eşsiz ve bahtiyar bir
payidarı olarak, herkese bağışlanmaz bir nimeti, hayasızca tepmek demek
oluyordur. Öl ama, yapma!..
Efruz, eriyen buzullar gibi, yine içti o gün, mutfaktan
çıkar çıkmaz, başka bir kimliğe bürünüyor ve farmakolojinin alkolitlerine karşı,
Frankşeytansı bir bağımlılığa soyunuyor bu kadın. Gündüz insan, gece bayan bir
zombi!.. Zombi çünkü; Hokus pokus diyerek
kadehini kaldırıp herkesi yoluna yolladı (meğer
binlerce yıl önce komünyon ayinlerinde, rahip bir parça ekmek alır ve ‘Hoc est
corpus’ -bu İsa’nın bedenidir- diye haykırır ve onu İsa’nın kanı olan şarapla
birlikte yiyip içmeye davet edermiş yoksulları, ama bu sözler yoksul çiftçilerin
dilinde, zamanla hokus pokusa dönüşmüş) ve gecenin yarısında benimle baş
başa kalmayı başardı bu Judasçı rahibe... Ben ki kitabi yaşar ve yönünü çok
önceleri kaybettiği içinde pusula aramaz
bir komitrajik varlık.
Barlara girip çıktık (Ne
garip, insanlar dünyaya eğlenmeye gelmişler, karanlık koridorda, kuyruklu
iblisler gibi geçiyorlar yanımdan, birbirinin üzerine yığılanlar özlemle
kucaklanıyor, az ilerde Çıfıtlarla, ifritler, kulakları sağır eden gürültüye,
öyle bir eşlik ediyorlar ki, sanki keçi ayaklı Pan’ın çocuklarıyla, erkekli
dişili su perileri ve satirler ortalığı velveleye vermek için, şarap tanrısı
Diyonizos’dan ödünç alınmış ve ahı gitmiş, vahı kalmış, metal ve mental
yorgunluktan viran olmuş dünyamıza yollanmışlar, hah dedim göz gözü görmez
karanlıkta, bir bu eksikti, Tepegöz’de geliyor işte, ama yanıldım, ürkütücü
parlaklıktaki şeyi, ağzındaki tütün çıktı, kimileri ortaya salınıp, çember
olmuşlar, Picasso’nun harpileri gibi, teke şarkıları eşliğinde dönüp
duruyorlar, Efruz’a dedim ki, gördüğün gibi, dünya hiç değişmeyecek, o çok daha
deneyimli bu yollarda tabi, halime acır gibi gözlerime baktı, tövbe ya rabbim; Acem acemiliği bu olsa gerek dedi), birkaç
yer gezdik, geç saatlerde kapılardan çevrildik, sabahçı aperatifçilerde pinekledik
(biri köşede, dünyamızın insan dahil tüm
cangıllarıyla sentezleyip, dayattığı düzeni; hala değişebilir/değiştirebilirmiş
gibi Anti Dühring’i okuyordu, yanlış duymadıysam, biride kızını, Hasan diye
çağırdı), Efruz’un masalarda, uzun yollara çıkan yolcuların uyuklamasına
benzer hallerine eşlik edip, elceğizini öperek, saçlarını okşayıp,
merdivenlerden salınarak inerken, düşmesin diye kanatlar açıp; güneşin
doğmasını bekledik…
Mutluyduk.
Çünkü bu şehrin gecelerinde herkes uyuyor ama uyumayan
birileri var ki, kimdi onlar; işte onları gözetliyor, bütün gece karanlık serin
yollarda, dünyayı aydınlatmaya ve orada sürüp giden gizemli yaşama, bin yıllardır eşlik etmekten usanmayan
ayın rotasını izliyor (Efruz aya, hilâl
kuşu dedi), birbirimize antik çağlardan kalmış bir iki solgun yıldızı
gösteriyor, parıldayan asfalt yollarda,
kin dolu, yorgun uyanışların, meraklı ve şaşkın bakışların eşliğinde; yüz
yıllardır yinelenen, afişler ve ışıltıyla süslü, gerçekte yılgınlık ve baygınlık
yayan, yıkıntılar arasında ilahiye benzer, alabildiğine ölgün ve artık motorize
alaylara evrilmiş, yine de yaşam
sevinciyle dolu, çalımından geçilmeyen, kibirli hırıltıları dinliyorduk.
Arabalar geçiyordu ve tan ağarıyordu artık.
Efruz’a dedim ki, gördüğün ay ve alaylar, bin yıllar önce
gene böyle bir gece, Antonius ve Kleopatra’ya da eşlik etmişti, çok şanslısın.
Öyle bir kahkaha attı ki, birileri ne oluyor diye başımıza üşüşecek sandım,
çünkü ses karanlığın surlarını paramparça eden bir akustikle, aya dek gidip
gelmişti neredeyse… Efruz dedim, her sahne yinelensin diye yaşarız biz
insanlar, Brutus’un kahredici bahtsızlığı yinelensin diye, bir kabadayı öldürülür köşe başında, minik göğsü
kadehlere ölçü olan Antoinette, giyotine başını uzatırken, bir başkası delik
deşik edilir yatağında, Şeyh Bedrettin asılırken Serez’in esnaf çarşısında,
gene biri dikenli telleri aşmak ister ve kurşunlara yem olur öğle sıcağında,
bütün insanlık hınçla yineler durur kendini ve sanki El Kindi’nin soyundan
gelirmiş gibi, sabırla…
Uzatıyorsun ama dedi Efruz, görecelidir yaşam, hayatın
bin bir yüzü var ve pencerelerde birbirini göremeden, geçip gidebiliyor insanlar.
Şu yaşamda sen, gördüğüm kadarıyla, -yazı
kalıcıdır- sanıyorsun yalnızca, üstelik konuşuyor gibi de değilsin, okuyor
gibisin.
Anladım ki bu öykü bitmeyecekti.
Zaman değişse de, hiçbir şey değişmeyecekti, bizler,
Efruz ve özlemlerimiz…
Düşündüm ki yaşam, arzunun karanlık nesnesi, -Demokles’in
kılıcı gibi- sürüp gidiyor, çağlar gelip geçiyor, belki yenileniyor ama, ruhlarımız
epriyor ve yalnızca insan, insanlık eskiyordu…
NOAH
Platinyum tabanlı bir levhada gizlenmiş safir diskin, sakladığı bilgiler gibi ulaştığımız, mitolojik çağlarda, kanla
sulanmış, iğrenç, mermer bir sunağa, boylu boyunca uzanmış bir kurbanın düşünü
görüyormuş gibi, yarı karanlıkta, uyku tutmadığı için, bilmediğim bir dilde
sayıklıyor, yatağımda dönüp duruyordum. Tan atımına yakın dalıp gittim sanırım, düş içinde düş görüyor gibiydim, evrendeki yıldız tozlarının içinde, uçsuz bucaksız bir foton denizine uzanmıştım sanki, geçmiş çağların içinden gelmiş gibi biri, mazurkalı, dev gibi bir adam, başımda dikilmiş,
ha bire yaşamını anlatıyordu. Bir ölü gibi kalpağı yana yatmış, ama kendisi
dimdikti, ağzı açılıyor ama sesi çıkmıyor, oda da dolaşır gibi kıpırdanıyorsa
da, yer değiştirmiyor, hiç hareket etmiyordu, gerçekte ölü olan yoksa ben miydim diyordum,
bütün bu sanrılara kapıldığım, cehennemin kapısında olduğumu sandığım için,
yaşıyor olamam diye düşünüyordum, başımda dikilen adam, yaşamındaki
yengi ve yenilgilerini, kavga ve mutluluklarını, başardıklarını, geride kalan idealler
ve düş kırıklıklarını anlattı durdu.
Söyledikleri şuydu…
Bilimin
Tarkovski’si Nikolay Tesla arkadaşımdı, bir gün, birinin tanrı dediğine, diğeri
fiziğin adları der diyerek hıçkırdı, üzülüyordu yaşamına, enerji, frekans, katalizör,
rezonans meselleriyle doludur yaşamım diyordu. Hak bilir olalım ama,
Tarkovski’de güzel sanatların Tesla’sıydı... Biliyor musun, tanrı bir ışıksa,
atomda bir yaratıktır, nefretimizin elektriği evreni aydınlatabilirdi. Yaşam
her yerdedir, tüm evrende, değilse eğer tanrı bir Moliereciliğin ya da büyük
bir müsrifliğin adı olurdu; sonsuzlukta bütün kuvvetler uyum içindedir, tanrı,
şeytan, dalga, parçacıklar, Vulgata. Bundandır
tek bir düşünce bile evrenin gizini verebilir bize, onun adı metafiziktir. Kusur ve erdem aynı şeydir kozmogonik dünyada, kediye aşkla sarılmak sevapsa,
onu kalbimizde hapsetmek günahtır, ama bunun ayrımında değiliz, çünkü evrenin
gizi özden beyine doğru geliyordur ve var oluş bir elektrikse; madde var da
olabilir, yokta olabilir. İnsangiller enerjiyi enerjiden elde eden canlılardı, bu
başlangıçtan beri bir vahşi olduğumuzun göstergesidir. Matematik dedikleriyse dünyevi
bir şey, manyetik birer alanız hepimiz ve içgüdülerimiz de bilginin üzerindedir,
onlar ilk günden beri yuvalandılar ruhumuza, bilgilerse dün devşirdiklerimiz, bu
yüzden, yazmayı bırakmalıyız biz, okumaya çalışmalıyız bütün bir dünyayı ve başkalarını
değil, saltıklıkla kendimizi aramalıyız.
Enerji boşluğa
verdiğimiz ad, tanrıda elektriğin. Varlığın varlığı, boşluk dışındakilerin
iznine bağlı, insanlık henüz puzzle aşamasında, bir yapboz ve yıkım ritüelidir.
Bebek evrenlerdeki bir deneyin materyali olabiliriz biz. Örneğin ahlak (moral), ide (düşünce), kavranılır ölçekte birer elektriktir ve diğer her şey. Dış
dünya ve iç dünya birbirinin aynasıdır, bir kopya, bir döngüyüz ve evrenin
kendisiyiz biz. Ama doğruyu sahiplenenler, Kuzey-Güney savaşının albayları gibi
artıyordur.
Elektrik belki bir bilinmezlik,
tanrının yeli o, ilahi rüzgâr. Duyularımız sınırlıdır bizim, ötesiyse uçsuz
bucaksız kozmoloji ve aşkın varlıksılık. Tarık bin Ziyad’ın bir kulede bulduğu
aynayız belki de ve kaderimiz dekretlerde yazılıdır. Bir soru, kırlangıç,
saçlarında yuvalandığı Heloise’in, son soluğunda da barınabilir mi... Bilgisizlik
heterojen, tanrısallıksa homojen, birer Havva ve havayız biz. İnorganik canlı
türleriyle kuşatılmışız. Ölümsüzlüğe dirençliyiz ama, o hep yanımızda, düşünce dediğimizde
derinlikte değil, delilikte yer bulabilir. Einstein bir matematikti, dünyevi
bir varlık o ve yanlışlarla dolu, mora bürünmüş bir dilencinin kral sanılması gibi,
ne yazık ki teorisi ölü.
II
Doğrular, mantıklı gelen
yanlışlarımızdır, sürüyle doluşurlar düş evimize ve matematik var olanın
belirlenmesi adına hep pozitiftir, hep yanımızdadır, ama sonsuzlukta hiç bir şeydir o. Düşüncenin
hızı yaşamın hızını sürgit geride
bırakıyor. değişmeyen vahşet ve ilkelliğimiz bundan bizim, her düşüncede bir gerçeklik
payı vardır ve evinden çıktığında ölebileceğini düşünen insan haklıdır, çünkü
kişisel durağanlıktan, kitlesel devinime, bir bilinmezliğe sürükleniyor ve
savunmasızdır. Nicelik ve nitelik de bir gerçeklik. Sanatın dişil, biliminse
eril olması gibi, tanrı biz olduğumuz için, insangiller kozmik bir canlı türüdür, bulutu ve ormanları, ateşi ve
yanardağı, galaksi ve yıldızları var. Var oluşumuz bir görüngüdür, yazgı dediğimiz bu işte ve tüm sorularımız
yanıtsızdır. Giz dediğimiz burada yatıyor.
Posta bir ağsa, bulut güneşin
önüne geçen balistiktir ve mikrop aleladeliktir. Varlık salt düşüncedir,
düşünceyse varlık, bir döngü, anlaşılır bir yanılgıdan yoksunuz biz. Bireycilik
yaralarımızdır, nisan karları gibi eriyebilir o, erimeyen biricik şey umutlarımız
ve tanrı umudun adıdır, bir kurgu ve bir niteleme. Uydurmadır her şeyimiz, bir adlandırma
ve bir eylem türüdür. Biz bedenimizi ödünç alırız ve düşüncelerimiz uçsuz
bucaksızdır, bedenden açılan birer yelkenlidir onlar.
Evren bir müziktir, ışık
parçacıkları birer nota. Gök gürültüsü, yıldırımlar, belki bir beste ve de konserdir.
Düşünmekse altıncı duyumuz
olabilir. Hepimiz birer dişliyiz, kalabalık Asya ve hiper donanımlı Avrupa
orduları gibi. Yıldızlı gökyüzünün
gezginleriyle, takım yıldızların yazgısı birbirine eştir. Bilin ki Hertz
dalgaları ve polifaz sistemi Himalayalar’dan büyük. İnsan beynindeki alfa
dalgalar ve vücut boşluğunun frekansları da. Öyleyse başarabiliriz demeliyiz. Uzun
yaşam ve öze inanmak için Ikigai felsefesinin gerekliliği gibi. Utku, pagan
çağların yıkılmakta olan son kalesi. Sürdürülebilir ölüm çağları bitti, bitiyor.
Gücünü topraktan alan Antheus gibi, güçlenebiliriz. Bir enerjiyiz biz.
III
Düşünceyi değil, düşüncenin ne
olduğunu öğrenmeliyiz. Asmodeus gibi, bazen bir fısıltı duyarım, Hydra’nın
kafaları gibi çoğalan. Bir gün laboratuvarın dağları, kutuplar ve çöller üzerindeki
bulutlar öyle yoğunlaştı ki, bir dirsek ötesindeki, elimi göremedim. Gezegenimiz
karmaşık bir birlik ve manyetik bir olgu. Bu yüzden sanatçı dünyevi olanın ötesine
bakabilmeli, kendine tansıklar yaratabilmelidir. Soğuk bir kış günü, kedim Macak’ı
okşar okşamaz, birden sırtı parladı. O elektrikti ve annem bırak, yoksa alev
alacak dedi. Bir soyutlama belki ama; doğa da bir kedi. Onun sırtını kim
sıvazlıyor, tanrı mı. Elektriği bulmak hepsinden zordu, ama türevlerini öncesinden
bulmuştuk. Çok şaşırtıcı.
Kadınların yetenekleri
yüzyıllarca uykuda kaldı, bir gün patlamaları evreni değiştirecektir. İçgüdünün
tutsağı olan hayvanın ve kaba dalaşmaların yerini, homo sapiens ve savaş aldı
ne yazık ki. Düş gören varlık ve çatışan doğa diye düşünebiliriz. Yer çekimi
hepimizi ilkelliğe zorluyor, kuş en gelişmiş varlık belki de, uzayda omurgamız
uzuyor ve yer çekimine bağlılık, gericil, kovuğundan çıkmazlık eden primatlar
yaratıyor, evrenin sefilliği bu diyorum, dikey denge sorunuyla yüzyıllarını geçiren.
Yer çekimsiz bir varlık, aşkın bir yaratık. Taykonot, astronot, kozmonot,
spacenot. Boynumuzu yukarda tutmaya çalışmak, bir direniş değil, bir boyun
eğiştir. Yeryüzünün tutsağıyız biz. Bir bilgisayarız sonuçta ve soru şu artık,
bilgisayar da insan olabilir mi...
IV
Şu Turing elbirliğiyle
öldürüldü dünyada ve komplonun içindeydi kendisi. İnsan denen varlık işte bu.
Kriptogam, eğrelti otu ya da
yosun benzeri bitkilere verilen, tohumsuz bitkilere karşılık gelen, bir
biyoloji terimi. Kriptogram ise şifreli metin demek, yani -bariz bir anarşinin eşiğinde olan dostane bir
gayri resmilik-. Bizim bir tümceyi doğrulayacak, hiçbir duyu
verimiz yoksa, o tümce salt yanlış değil aynı zamanda anlamsızdır. ‘Geçen gece evrendeki her şey katlanarak
çoğaldı’ dediğimizde bu tanıtlamanın hiçbir anlamı olamaz ve hiçbir biçimde
doğrulama olanağı da yoktur, bu yüzden pozitivistler, dini ve ahlaki değerleri
çöp kutusuna fırlatıyorlar.
Bu yaklaşımların ışığında, tanrı
yoktur diyebilir miyiz, karşılığı; görmesek de Jüpiter vardır olan. Belirsizlik
her olanağa gerçeklik veren bir varsayımlar bütününe dönüşebilir. Öyleyse tanrı
vardır, ama tanrı yokturdan farkı var mı bu tanıtlamanın… Her şey
Schrödinger’in kedisidir. Sofistike havarilik nedir. Şemsiyem yağmur yarasası. Şamanizm’de
vardır bu dünyada, bilisizliğin çapraz bağları da, Parviz Dar’da. Sanat geçmişe, teknoloji
geleceğe dönükse, tanrı insanın yedeği olmaklığın yazgısını taşır, insan da tanrının, evren
bir varsayımlar bütünü çünkü...
Roma’da lonca demokrasisi, ruhlarda
dünya nöbetçisi ve davranış ve kararları yönetme bilişimidir uygarlığımızın adı.
Değişkesi, olmuşları engellemenin donanımsal yollarını aramaktı; Jezero
krateri. Kızıl denizin adı gerçekte şap denizidir. Akdenizli hacıları götüren gemiler, orada kızıl
kayalara oturunca, denilesi şapa oturunca, gemileri yolda kalır, hac hayalleri
de suya düşerdi. Şapa oturdu deyimi de
oradan gelir.
Dünyadaki Sevde'sine seslenir
gibi, konuşmasına ara verdi burada adam, sure-i celilen olaydım Nuran dedi!..
Mırıldanır gibi gene başladı,
ayrışık ve bileşik, Mişna ve Talmud, güneşin içinde donuyor, buzulların içinde
yanıyordur, Samiriyeliydim ben, terör ki boğanın kulağına girerek vızıldayan bir
sinekti, boş kavanozda, çınlayıp duran, akustik sesler yayan bir para gibi,
gücünden büyük bir etkilenim yayardı o, gizil karmaşa, süpürgeci bir süper güç. Doğduğum yerde, Mers-el-Kebir Muharebesi’nde kaç kişi öldü, sığ Azov Denizi geçişe kapalıydı, insanlık
savaş ve soykırımlarla kitleleri büyüleyen mitler ve şarkılara bel bağlayan bir
kıyam ordusuydu, insanın genlerinde yazılıdır bu, kıyametin bekçileri ve bir son
iç çekiş uygarlığıyız biz, nükleer kışların çocuğuyuz, cro magnon değil, nuclear
winter çağlarının. Ameleklerin çocukları, Asoka fermanlarının da kurtaramadığı ve
laisizm dedikleri, dini bir kavram bütünseliydi, kutsal kitaplar, inançlara
saygı duymalıyız der, çünkü tanrı birdir ve hepimizindir, öyleyse inancımız
içimizde yaşamalıdır, yaşam akmalıdır diye düşünebiliriz, Hakka dili ve
Hitaylardan çekinmemeliyiz, Zircon gezegeni yeni yuvamız olabilirdi, Meşhed’de
tadılmış bir atom çorbasıyızdır biz belki de, silisyumsuz Silikon vadisi gibi, şu düşünsel obezite kurbanları Mormon kitabının, çok hücreli varlıklarda görülen
cinsiyetimiz, uyumsuz ve tersinir evrim geçirecekti sonuçta ve birer
zoosapiens olacağız biz, bir sapma, her şeye yeniden başlamadıkça...
Bambaşka bir uygarlığa…
Bitti dedi adam eğilerek ve
bir butona basılırcasına, silinip gitti.
Noah diyebildim ona, Noah,
çünkü ilerde bir fülk bekliyordu onu gördüm.
Bir yel hışırtısı gibi, biri fısıltıyla, hepiniz düşsel
birer varlıksınız, kimsecikler yok orada
dedi...
Ve beyinleriniz
hacklendi!..
TİTANLAR
Teoremde, miladi, hicri yüzyıllar kavramı bitti, günler
eridi. Longin saatinin dakikaları, saniyeleri ne demek unutuldu. İnsangillerin
soyu giderek tükenmekte ve tarihleri ilahi kodekslerden silindi. Zaman dilimi,
birim zaman, indirgenmiş saliseler ve limidal dünya sona erdi ve onların egemenliğindeki
tüm uygarlıklar bitti. Sağda solda kimselerin önemsemediği, insani yıkımların
artığı, pigmemsi, yarı sanal ve giderek yok olan, varlıklar dışında… Çünkü karıncalar hiçbir
zaman kale alınmamıştır, yaratıcıları tanrı olsa da!..
Zaman kavramı ya sonsuz içerikler barındırmakta ya da
atomik, homo sapiensin düşünüp, anlağında ölçümleyemeyeceği karmaşıklıkta, düşsellikler
yaratmakta... Yaşamsal kavram korkunç boyutlara evrildi ve usa sığmayacak
biçimde değişti, en son atom, atomaltı veya nano ya da navigatik -yol gösterici- çağ adını verdiğimiz
zamanlar da eridi.
Düşünce endüstrisi bazında, anlak dolandırıcılığı,
manipülatif yağmacılık, spekülatif alım satımla yaşamını sürdüren, gergedan,
kaplan gibi vahşi hayvanları klonlayarak, gümrüklerden geçiren sapiens
birlikleri, borsayla iş gören kabile dernekleri veya interaktif oyunlarla
yaşamını sürdüren, sanalitik kavimler ve ırmak kıyılarının uyurgezer kitleleri
hâlâ var yeryüzünde.
Ne ki atıl konumdaki
bu insansılar ve geçmiş çağların şeri çöl toplulukları, sufi vaha oymakları
gibi hiç kimseyle, hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar ve doğallıkla onlarla da kimse
ilgilenmiyor eARTh’da, tıpkı böcekçilleri bir zamanlar görmezden gelen ‘Cromagnonlar’
ya da kendisi dışındaki bütün öbekleri, hiçbir zaman umursamayan ‘Homosapiens’
ve örümcek ağlarından yalnızca kozmik, çelik zırhlar üretmeyi tasarlayan ve hiçbir
zaman atalarını aratmayan ‘Homo home’, şu yitip giden, uzaysıl, ölümcül kuşaklar
gibi…
Üçüncü gezegen o denli ilginç ki, tüm soruların yanıtı verilebilmiş
değil ne yazık ki, yer yer tanrılara tapan, peygamberler üreterek oyalanan,
İsaları, Judasları olan ve sanal alemde kılıç kalkanla, olmadı nükleer
tekniklerle savaşan ve kartal gibi tüyleri uzayıp, bitkin, topraksı gruplarla
sürgit işbirliği yapan ve
anlaşmazlıklarına çözüm bulamadıklarında, kendilerini hologramdan çıkararak,
gerçek varlıklara özenip, alanlarda savaşarak, birbirini yok etmeye çalışan
grupçuklar, kurgusal kitleler, Habeşi ve vahşilerde var ne yazık ki…
Uçaklar tüy çıkarmadan nasıl kuşlardan daha hızlı uçabiliyor,
bilsaylar nasıl bir bilinç geliştirmeden gelişmiş sonuçlara odaklanabiliyor ve
insansıları geride bırakabiliyorsa, bu garipliklerde olacak diyorum ben ve
yaratılmışlığın, tersinirlik içeren endikasyonları diyorum bunlara, idealler
sürgit, Orwellizmin, katıksızca egoizm, estetik türetkeler, atavistik coşku ve politeknik
çıkarsama gibi yasalarına uyumlu olmak zorunda değil ki…
İşte dün aniden -bu yurtlağınızda üç parsek yılı
karşılıyor-, yerel piyasanın tüm bu sürümlerini bir kalemde silip atacak şeyler
oldu ve tüm açımların yalanlanarak, bir yanılsamaya yol açabilecek edinceler
gelişti, güneş sisteminin, en gelişmiş,
en deneyimli, en yorgun ve yaşama açık, süpersonik konumdaki planet statüsünü, ışık
yılları boyunca kimselere kaptırmayan eARTh’da…
Şu bizim yorgun ve yıpranmış diye yılkıya yatırdığımız üçüncü
gezegende…
Üçüncü gezegenin, bu sonuncu kapanış evresinde, ilk kez bir
savaş başlıyor ne yazık ki, eni sonu bu olacaktı evet ama, nedeni şu, kim daha
üstün kavgası, egemenlik yarışı, emperyal egoların doyumsuzluğa varan, tuz ve
iyot rekabeti, iyot değil idiotda diyebiliriz bu gizemli gaitalar savaşına… Görülüyor
ki evrende terk edilmeyen tek sanat objektivizmi gene komedya, her alanda hem
de, fabl, mizah, taşlama, hiciv, satirik, gülmece, fars gibi sözcüklerle oyunu
sonsuzlaştırabilirsiniz de…
Titanların Savaşı adını verdik bu edilgeye, bu kokuşmuş
içgüdülerimizin, bunca zaman sonra depreşmesi sonucu doğuşan yortuya… Karnaval,
faşing, panayır, festival, şenlik veya agoratik kapılımlar gibi sözcüklerle
oyunu sonsuzlaştırabilirsiniz de!..
Kavganın taraflarıysa kısaca şunlar, Süpermen, spiderman,
xman, pacman, süpersonlar, siborg, mutant, robot, robocop, robotar, roboteksler,
gökmen, spacenot, taykonot, gordon, ultranot, swing, astronot ve kozmonot gibi
dünya varlıkları ya da fan grupları diyelim. Drakula, zombiler, kingkong,
goodman, satanas, akbulut, godmen ve kırmızı şeytanları saymayı unuttum tabi…
Savaşın milyonlarca yıl önce yaşamış Maria Callas adındaki
primadonnanın, hologramdaki konserini dinlemeye gelen kalabalık arasında başlaması
öngörülmüş, çığlıksı gürültü kışkırtıyor bu hayvanları. Hasım grupları bir
sentriumda toplama stratejisini, unutulan dünya tanrısı Eloah örgütlemiştir
belki de, yeraltı grupları, mafioso, FBI ve Mossad işbirlikçileri her daim, sonsuza
dek varlar!..
Eloah’ın, intikam soğuk yenilen bir yemektir diye bir sözü
var, yaşam biçimlerinin kodlandığı göksel
kavaninlerde, ama işbirlikçileri de uydurabiliyor böyle şeyler.
Evvel zaman içinde, kurtarıcılardan kurtulmanın tümünden zor
olduğunu, Zodyak burcunda bile yazıya geçirmiş homotik canlılarla
karşılaşmıştık biz… Neyse tanrıların müzesini ziyaret etmeye söz verelim de,
geçip gitsin bu konu…
İnsanın genleriyle oynamak ya da zaman içinde evrilmesini
beklemek, doğrusal sonuçlar vermeyebiliyor, lineer cebir, zıtlıklarıyla olsa
da, her zaman kadir olan kozmistanın damarlarında var. Yarı insan, yarı mitolojik
yaratıklar birer gerçek ve robotlar saltık geleceğimizdir diyen yuvarımızın
Öklid’ini her zaman kutlarız biz. Kozmos robotlarla, mitik varlıkların savaş
yeridir zaten. Amaç kan dökmek değil, sanal alemdedir kolezyumlarımız ve
gladyatörlerimiz de gerçekte birer kukladır. Düşlerin düşüyüz biz.
Burada insan ya da bebek siparişleri çağı da bitti. Robocoplar,
mutantlar, godman ve siborgların savaşı demek, gerçekte embriyo, DNA ve
genlerin savaşıydı, gene de matematiksel deha mutantlarla, ısmarlama bebek
konsorsiyumunun taraftarları kıyasıya çarpışacaklar.
‘Bebek gününü
doldurdu ve beyaz yüzlü melekler gökten inerek, onun ruhunu üflediler ve pembe yanaklının cinsiyeti o an belirdi’ Tanrılar
yok olsa da, kutsal kitaplarımız ve kasemiz eksilmiyordur bizim. Yaratılışımızın
bir başına manifestidir estetik kaygılar ve evrenimiz eşsiz bir şiirdir biliyorsunuz.
Tanrısal uydurmalara, muska ve masallara kaynaklık ediyor bunlar.
Dünyanın sürgit bir savaş yeri olması, bu gezegenin ucuz ve düşük gider içeren, eşsiz bir konak
yeri, denizel bir plantasyon olmasından. Yaratanın yarattığını beğenmeyen ve bu
benim vücudum değil mi istediğimi yaparım diyenlerin özyuvağıdır bu gezegen. Savaşın mantığı da bu zaten,
dünyevi sorumsuzlukla, tinsel bilisizliğin kaprisleri.
Süperinsanlar en güçlü hayvandır buralarda, çünkü
robotlar, siborglar, bir anda kendini yenileyemiyorlar. Süperinsan bir tanrıdır,
varla yok arasında, içinden kılıç geçen, binbir gece masallarının canlısı o, mekanistik
her şey işler ona ama kendini ve organlarını bir anda yenileyebiliyordur,
klonlayabiliyordur ve gerçekte ona, hiçbir şey, hiçbir parabellum işlemiyor bilesiniz.
Onun gibi bir düşün jimnastikçisi, bir daha gelmeyecek evrenimize…
Sonuç ne oldu ha!..
İnsangiller kazandı savaşı. Siborglar, mutantlar yenildi
ve işte sonunda ereklerine kavuştular. Tanrının tanrısı olmayı başardı insansılar,
türevlerinin tümünden üstün onlar ne yazık ki… Derebeyler kralı, bütün
oymakların hükümdarı, imparatorlar imparatorudur o...
Öyle değil mi!..
Alo, öyle değil mi!..
Zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz!..