18 Aralık 2018 Salı

BİYONÜR



Kıyıda dolanıyorduk. Biri Bari yerlilerinde babalık yoktur dedi. Taş devri tahta devridir der gibi. İçeriye doğru saptık. İlerde manik bir orman vardı. Yürüdük kuşkulu gözlerle. Ayı mağaraları ve ceviz ağaçlarıyla kol kola. Boynuzlu şeytanlar uluyorlardı. Hey tanrının ortakları. Bir sorun mu var dedik. Güldüler.
Balkan vadisi gibi bir yere geldik. Dönüşsüz bir patikada. Hilebaz arılar fırladı önümüze. Ah dedik antibiyotikler geldi. Gene de motor sinir sistemimizin yetenekleri sınırlı. Üstümüze gelmeyin dedik. Hindu aşramlarında gün boyu fasıl dinledik. Tibet'in dua çarklarını çevirdik. Hiç unutmam birden gökten para yağdı. Ama dünyada geçmiyormuş. Canım arkadaşım Haram öbür dünyaya saklarız dedi.
Çok yürümeyelim her yol Roma'ya çıkar dedi biri. Edirne kral Adrianos'un adıdır. Denarius'da dinar denen meteliğin babasıdır. Yürü be dedi öndeki komik heykelcikler gibi saçmalayıp durmayın.
Coşkulu dolambaçlarla akan ırmağı geçtik. Kara kanyon dedikleri yere geldik. Kuş yuvaları vardı yollarda. Uçsuz bucaksız bitki örtüleri de. Gizlenmeye çalışan av hayvanları da. Denisovalıların günahları gibiydi hava. Garip kelebeklerle kuluçkaya yatmış tavuslar yan yana gibiydi. İlerde Çinli hadım bürokratlar ve saray mensupları çevreyi gözlüyordu. Çüş deyince biri sarı bir eşek geçti önümden. Sonra şimşek gibi çaktı ve uçarak gitti. Metalik sanırım bu dedi adam. Bir mutant belki de dedi bir başkası. Ben Domuzlu'nun Yalvaç köyünden Arap Emin'in eşeğidir o dedim. Yalnızca yolunu şaşırmıştır belki. Olasılıklar evreninde yaşıyoruz lan dedi Osman. Bir vakitler padişahmış. Lan şaşırma belirtisidir üzülmeyin dedi.
Ormanda bir su pınarı vardı. Fareler ve karatavuklar su içiyorlardı. Kurtlar tambur çalıyordu. Ulumayı bırakmışlar dedi Albatros. Kuş değildir o Aram'ın lakabıdır. Kolları bacaklarından uzun biri. Rorschac testi sonunda öğrenmiş gerçeği. Arkalardan 'Melek İnsanlar Kabilesi' geçiyordu. Biri yamaçlardan süzülüyor. Mantarları topluyor kurbağaları yakalıyorduk. Salyangozlar hacı kafilesi gibi ağır aksak ilerliyordu. Gökyüzüne baktık tanrı var mı ki diye. Yıldırım düştü yağmur yağdı aniden. Tüccar Haralambopulos demek ki tanrı var dedi. Kaçıştık doğruca bir kulübe içine. Su sattı bize.
Harika çayırlar vardı ötede. Başaklar aşk şarkısı gibi hışırdıyordu. Gözyaşlarımı tutamadım. Gönül'ü anımsamıştım birden. Orman kimin kurduğu bellisiz cennet gibiydi. Aslanlar hoş geldin dedi. İblis miydi cin miydi belkide müsrif biriydi ya da bu kadar ağacın bir arada olmasına ne gerek var diyen İsa efendiydi belki de. Komşumuz İsa. Çimler savruluyordu ikindi vakti. Sıcak çökmüş ve hava gölgeliydi. Bulutlar dedi savaşçı Yuşa. Bulutlar sayısız işlevi olan şeylerdir. Atalarından efsane okur gibi.
Tavşanın birinde tilki dişlerinden bir ısırık gördüm. Meşe ağacının ruhu tanrıları sanki. Konser veriyordu kukumavlar. Su şıkırtılar içinde akıyordu. Yemek sanatından söz ediyordu Adem. Acıktın mı dedik ona acıktın mı. Ekmek ve şarap tanrısı bizleri yaratan. Ekmek efendimizin eti şarapta kanı. Çok vahşiyizdir vallahi biz dedim. Habsburgların topladığı haraçlarla Mozart'ın harçlığını öderiz. Peki Levant neresidir. Hiç kimse duymadı bu sözü. Mughal İmparatorluğu'nun Taç Mahal'inde şöyle bir yazı var. Oku dedi Yehova. Köpek bir alarm sistemidir. Kedi hayvandan çocuğumuz. Para ve bilgi biriktirilebilir. Güzellik ve zamansa hayır.
Çimler gene uyandılar. Tavşan tuzaklarının arasından yukarı tırmanıyorduk. Tanrıdan ilham alan dualar gibi tütsüler yayılıyordu. Bin bir çeşit kökler kokmakta burun kanatçıklarımız aç ruhlar gibi içine çekmekteydi. Birden korktular sanırım. Tanrı Marduk Babil'i korusun dediler. Muskalarda yazılıymış. İlerde Quipu sözlerini andırır otlar yığılıydı. Napoli gigliatosu gibi açmıştı çiçek. Bir mastodon yıkanıyor. Wrangel mamutu eşlik ediyordu. Bir diprotodon ağaçların arasından bir bakış attı bize sonra yuvasında yaprak çiğnemeye gitti gene. Ölü biri kelebeklerle el ele geziniyordu. Kucağında bebekle tepelerde ot yolan birileri vardı. Tohum ekiyor bitkileri suluyorlardı. Kanal boyunca havariler gibi dizilmişler. Arada bir başını kaldırıp gökyüzüne bakıyorlardı.
Bir biyosfer krallığı burası dedi Azrail. Delta ağzındaki fil kuşu ve lemurları çağırarak. Bataklığın içinde insan selinden kurtulan canlılar dolanıyordu. Kıyıdakiler de toprağı eşeliyordu.
Tanrı el salladı uzaktan. El salladık bizde. Karanlığın köküne yuva yapmış siyah bir kuğu gibiydi. Bir isteğiniz var mı dedi.
Görünmez bir umudu arar gibi.
Dirilecek miyiz dedik.

9 Aralık 2018 Pazar

ROMÜLÜS




Dürrenmatt'a göre en büyük Romülüs'müş, bana göre Romüs, nedeni gizli değil!.. 'Ve bir akşam geçti diye şehrin sınır taşını, çekince kopardı Romülüs, kardeşi Romüs'ün başını'...
Platonik Düş diye bir şiir okudum; 'Her gün pişmanlık duymadan tattığım bir ağudur nedeni, / Yüreğim bir umardır kutsal sayrılığıma, / Tuhaf bir haz bedenimi tüm engellerden koruyor, / gözyaşı döküyorum saatlerce, o ise, labirentte kayboluyor.'
Birden Zenta Muharebesi düştü usuma, Balfour Deklarasyonu, Edmund Allenby, solipsizm, su sümbülü ve 'Ave Caesar Imperator Motituri te salutant' diyenler, Yüce Sezar ölüme gidenler seni selamlıyor. Şöyle düşünüyorum bazen, tanrı zamanı doldurmak istediği için mi bizi bu belaların içine soktu, kanalizasyon döşemeciliği, rüzgar gülü imalatı, ailecek gelin ziyareti, ruletin çekiciliği, yedek parça ticareti, su pazarlamacılığı, örgü teknikleri, küçük baş hayvan üretimi ve ne düşünürseniz ve düşlemlerinize ne düşerse artık...
O ne kadar şair mi, ortalama düşünsel mekanizmalara ve iyimserlik cennetinin bakışına göre fena bir şair değil ama bakmayın selam vermeden geçip de methiye düzenlere, buralarda o, ötekinin rüzgârını dindirmek için ortaya sürülmüştü, şiirleri genel geçer tablet olup, bir draje alınabilir denir, yaşama da uygundur, hemen bir örnek verelim, çünkü o denli kalabalıklara uygun bir şairdir ki, herkes benzerini yazabilir, bakın şimdi söyleniyor...
'Ebegümeci / seni severim bilirsin / akşam haminnem seni közde pişirsin / odaları, sofaları doldursun dumanın, / sana, kokuna özlemim dinsin. / Ebegümeci, sevgilim değilsin / Hatçe'dir o / komşu kızı. / Ama sakın üzülme / en çok sevdiğim sensin.'
İşte böyle şiirlerle ömür tüketti genel geçerler. Tepeden inmeci ruhların, tutsak cinleri. Neme gerçekçiliğin şiiri çok bu topraklarda, onlar uykucu reayaya müsekkin bir melektir, sarılın derler birbirinize ve kağıtlarda tabi, nal çakılmıştır çünkü yürürün ayağına, beygir gibi koşarlar bekası için kimilerinin. Onlar değildir onlar, bu tipleri çok över bazıları, fason laisizmin Manikyan şubesiymiş gibi.
Bugün yerli şair yok gibi, ötekiler, Bristol lehçesiyle Türkçe söyler hinoğlu hin mi ki şair sanır kendini...
'Manisi boyalı basından menkul Hızır'ı, / statükocu fasonizmin kollarında izale olur, beyin bızırı!'

Böyle beyitte olur, denmiyor mu ki size, karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir, ölümlüler ahkam kesecek, sabah akşam, antoloji düzecek gılırı tasmasından uzayan uşaklı kuşaklara...
Kimi Bukovski'den bozma, kimisi e. e. cummings özentisi şarlo'tan bile değil!
Ey Bayıralan köylüsü, o sıradan da değil, çok geçmeden herkes unutabilir, bugün alkışlayanlar da, çünkü gerçek, sübjektif yaklaşımlar, varlığın gölgesinden uzaklaştığında ortaya çıkabilir.
O biliniz şu yakınlarda değer bulmuştur. Ötekinin kızılcık dediği adam...
'İlk yemişini bu sene verdi, / Kızılcık, / Üç tane; / Bir daha seneye beş tane verir; / Ömür çok, / Bekleriz; / Ne çıkar? / İlâhi kızılcık!.'
Onun için yazmıştı bu şiir-i azamı o, ama genel geçerler, o gülperi ve ekberi aynı anda ve aynı derecede seviyor değil mi... Günahı karinin, aynı kefeye koyuyor, birbirine dolaşan ilmekleri.

Ama, ne söylersen söyle, karşındakinin anladığı kadarsın diyorlar!..
Genel geçerler kaderinin kurbanıymış gibi!
Birbirine düşmanları yan yanalar sanırsan, neden böyle bu demeyeceksin Orhan.
Çünkü...

En büyük Romülüs!..

Bu toplumun, birey olma özelliği hiç bir zaman olmamış. Çünkü her derde
deva bürokrasi, sosyal düzenlik olacaksa ona da biz karar veririz demiş. Bu hengamede toplumun da, bireyin de hiç bir zaman görüşü sorulmamış. Örneğin, bir şeyi, bir statükocu açmış, ötekisi kapatmış.
Batıda Vulgata konularında kilise karar veriyor, Trump tik tak, dünden bugüne kiliselere galoşla girilecek diyemez!
Sözün kısası, bu topraklarda ne demokrasi ne bireysel girişim olanaksız, her şey Big Brother'ın denetimi altında. Ayrıca şu günkü erk yok artık, statükocular, sermaye ve selatincilerle kavil var. Tanrı indinde hepsi bir kişi.
Böyle olduğu halde, sıradan insanların tütsüsü karman çorman hâlâ ve kanatsız kuş oyununu hakkıyla yerine getiriyorlar, toplum paranoya içinde ve anlağı paralize olmuş ha!.. Savunduğu kendi part time'ı değilse okullar açan, açılmasın diye bin bir düşünce üretir değil mi!..
Sonuç şu, bireyin varlığını kabul etmeyip, toplum bazında atenalık edenler, yeryüzü bazında azılı derecede geriler.
Toplum dinamikleşir kimi kararlarla, çünkü dileyen mahalle de oylama yapsınlar diyebilse kamutay, kırk yıl daha erkin olur.
Binalar ve zanilerle çağdaş sayılsaydık dünyada, Dubai, Katar ve Malezya, Mars'ın da hakimi olurdu.
Diyesim o donanmanın orada ne işi vardı diyecek yetisiz için, Hirohito günah keçisidir, ayrıca karşılığı nükleit saldırı olduğuna göre dünyanın iblisi şudur diyemeyenden kurtulmalıyız. Japonya o günden beri tövbelidir ama o herkese saldırdı ve dünya hala nüfus kalabalığı ve bir primat yığını, bu sayfada onun kutlama levhasıdır, tebrikler idiot, Köpek olmaktan daha kolaydır köpek olmak ve dünyanın ateş çemberi olmasınınsa gizi budur. Hoşt diyerek bu eğlenceye katılsam beni insan kılabilir mi tanrı ve ne anlattığımı bir bilebilseydim.
Yazmak orgazmdır ama, yalın yazmaksa zor olanıdır. İnsanlar onu açık ya da anlaşılır olmakla karıştırıyor, ama yalın olmak, tanrının diliyle yazmaktır ve olanaksızdır belki de...
Karmakarışık yazanda var, kripto gibi, insanın perdesini aralayamadık ki!..
Oysa sırf şu şiir, yeterdi bize...
'Göklerde, ışığın yurtluğunda / zamandan bir şey beklemeksizin / gökadalardan, pulsarlardan / yayılan o sonsuz yalnızlıkta; / orada, bütün gözleri senin düşlerin olan / ve ölümün yaşam olduğunu ve tininin / yansıdığı o her şeyi kapsayan bulutsu da / yukarıda, belki ışık yolundan kısa / tanrı gene gelecek, belki de gelmeyecek / ve bir daha dönmeyecek senin maskeni ışıtan / onun sonsuz varoluşu olduğu halde / kızıl yıldızların akıntısında / ve karanlığın buyrultusunda / ötekinin zorbalıkla, barbarlıkla yontulmuş / senin yücelttiğin, unutuşla anılmış / yadsımayla yortularla kutsandığı / işte sonsuzlukta dağılan bir ışık gibi / ya da çıplak bir tin gibi teninden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki tin / tanrının ve yaşamın amansız isterlerinden.'
Bir şiirin ritmini Türkçeleştirmek için, bu denli sözü dolandırmak gerekir miydi!..
Çünkü, popüler kültür, hem cinsellik, ölüm, başarısızlık, trajedi gibi derin gerçeklikleri, hem de basit, anlık mutlulukları hükümsüz kılan; değersiz, önemsiz bir kültür olarak tanımlanmaktadır. Kuşaklar boyunca böyle bir sefahatle ayartılmış olan kitleler, sonuçta ıvır zıvır ve kolaylarına gelen kültürel ürünleri talep edeceklerdir. Yaşamdaki en derin ve engin deneyimler bile, medya aracılığıyla hep aynı düzeyde sunularak, bir klişeye indirgenir.
Medya insanların, hayatın kendisini yaşama yeteneklerini azaltır. Özellikle dar gelirli kesimlerin, uyuşturulması ve depresyona girmesini, kaçış ya da yabanıllık gibi patolojilere düşüp, gerçeklerle baş etmek yerine bağımlılık ve ciddi ruh hastalıklarına sığındığını görmek ister ki, çareyi yine kendisi sunabilme olanağını kullansın. Gariptir, ortalama yaşarlar ya da olağan kitleler böylelikle medyaya olan güvenlerini pekiştirir.
Şiddet filmlerinin ardından, genç deneklerde saldırgan dürtülerin ve eylemlerin uyarıldığı görülmektedir, ama aynı medya hemen ardından şiddet karşıtı ya da önleyici programlara soyunarak bu kumpanyayı sürdürür. Medya, bulaşıcı olmasını istediği şeyi yaratır ve tedaviye soyunur, gene kışkırtır, gene soyunur ve bu oyun yinelenerek, sürer gider.
Medya gerçekliğin illüzyonistidir ve illüzyonizmin gerçekliği ve kitleler için tek egemen, tek söz sahibi yine odur. Elastiki, jel gibi bir omurgadır o, her şeyin, her varlığın içine süzülür ve onu bir vantuz gibi ele geçirerek yönetir ve simbiyotik bir yaşam sürdürür. Sözün özü, medyanın görkünç etkisi, zaten var olan tavır ve davranışları güçlendirmektir, yenilerini yaratmak değil. O bilineni karmaşaya bular ve bir bilinmezlikmiş gibi sunarak, böceklerin içini boşaltır ve sonsuza dek yaşar...

Ah unutmayayım, her şey bir metafordur dedi, gözleri elmas, buruncuğu Helen o diva, konuşmanın maddesel bir hali olsaydı o katı değil, gaz değil ancak bir sıvı olabilirdi, sözlerimiz soyut giysilerimizdir, soyutun somutu gibidir onlar, bizi tanıtırlar. Bizantik çağda ölülerimizi bodrumlara gömerdik, çünkü Varoluş çulluktur. Romains'in akımı gibi. Aslı zarafettir, ümit, sözlerle anlatılamaz, düşsel bir güzellik...
Ama iyi de, bu talihsizliğini, lady Diana yaşadı, Marie Antoinette'in giyotin sepetine düştü başı, Camil Claudel 27 yıl lapede yattı, Rosa Luksemburg'u nehirde boğdular, Virginia Wolf canına kıydı. İşte böyle Taranta Babu, sus, bak zincirlerini kırıyor Roma'nın varoşlarında Spartakus!..

İyi ama artık Orionizm var, kozmik şiir akımı, bilim kurgu dünyasından...

'Callisto'

''Babel'i irrite eden planetlerde bowling oynuyoruz. Parabolik bir eğri çiziyor siliyer ve iris. Üveit tabakası ayın içlerine doğru gidiyor. Eşikte kapitülasyonlardan söz ediyoruz. Güneş sisteminin sınırında, stres altında yaşayanların, Lugero etkisini düşünüyor Helios...

Helyopoz gülümsüyor.

Yıldızlararası uzay diyoruz, ne gülünç, ne gülünçmüş. Ne büyük bir yanılsama değil mi Techne! Paleologlar gerçeği çözdü, Kiropedia'da yazılıyor olanlar. Beş sigma düzeyi besin ağları, Go canlıları, Hidrotermal uçurumlar, teleport ve ağlar...

Bulutlardan beyaz, tan atımından diri; Ve gün batımı denli üzünçler veren Gallipoli... Günah çıkartma katedralleri, siy'ak delikler, Maddeyi içine çeken, püskürten, görünmeyen gerçekler. Parodi evrenler, yurtluklar, yansımalar, gökadalar...

''Yeryüzü bir sınav yeridir, gerçeklik başka yerde / Ama gerçeğin olmadığı yerde, nasıl var edebiliriz gerçekliği...''

Makyavel geldi!..  İşte format çağları, eşyanın duru tadı, Hamam böcekleri, Kafkalar. Örücü, bükücü Argonotlar, Tuğrul kuşu, amipler,

Ufuklardaki us yorucu!..

Zaman yaşamdan değerli, Delice isterler, duyu bahçesi. Satrap Ardeşir, Sonsuzca ayakta duran ölümsüz Bukait.

Boşluğun yansısını yankılıyor Ardıç kuşu!

Evren; dönen, sonsuzluğu içine çeken, kıvrılmış,
Kıvrımları savrulan, iç bükey ve dış bükey bir aynanın yansısı.



Yokluğun varlığı...''

Şiirimizin Tac Mahal'ı, eşsiz prensesi ve son kodeksi gönüllerimizi titreten primadonnamız kim... 
Çağımızda düşünce artık, bir beyin fonksiyonu olmaktan çıktı, düşünce insanlardan uzak, toplumları yönlendirip, güdüleme amaçlı; devasa cam piramitlerde, ıssız gökdelenlerde ve uzaysıl yeraltı dehlizlerinin, saydam görünmez kubbelerinde, Frankşeytansı biçimde yapılandırılıyor ve google, facebook veya yandex gibi ya da uzak doğunun, Çin-i Maçin'in düşünce üretim havzalarından algoritmik dünya piyasasına sürülüp, yönlendiriliyor, hiç bir çağda olmadığı kadar bilinç evimiz, düşün kafesimiz işgal altında ve düşünsel üretimlerimiz bize özgü olmanın dışında ya da bir bileşkeden yoksun biçimde gezegenin yaşanır noktalarında boy gösterebiliyor. Öncesinde de benzeri bir yapı vardı ama bugünün farkı, artık düşüncenin insan eliyle değil bilgi işlem merkezlerince üretilmesi, insan eli değmiyor günümüzde düşünceye, veriler yükleniyor ve insan algıladığı format ve manipülasyon güdümü doğrultusunda beyni ve düşünsel yapısı bir biçim alıyor, ilerde belki işsizlerle, kölecil kitleler çarpışarak özgürlüğünü kazanma uğraşı verecek, yani belirli bir egemen sınıf ya da mutant birliğinin çalışanı olmak ya da olmamak için buna karşı çıkan gruplar ve evet çalışalım orada gibi yaklaşımlarla -postmodern kölelik değil, metalik ve organik bütünleşmeden doğan insanın, metorgan / ik (yeni insan) cisimleşmesinden türeyen esaret biçimi- nasıl cereyan edeceğinin öngörülmesi bile tiksinç -metorgan çalma ve diğerinin yerine geçme çapulu- ortaya çıkan lokal savaşlar sürecek belki de -bu tip savaşların önlenmesi değil, bizzat teşviki görülecek, garip değil bu zaten süren bir şey-, söylemesi güç belki, dile getirilmesi ağızları yakıyor ama, azılı bir köle çağı yaklaşıyor ve bunun bilincinde bile olamayacak insanlık, karınca gibi dolanacak labirentlerde -beyni olmayan, bir düşünceden yoksun ama süresiz çalışabilen bu dinamik varlıklar, istenildiği gibi yönlendirilebilen, bir tür inorganik yapıntı, bir karışım olacak belki de, kendine verilen komutları yerine getirecek, salt karnı doyacak veya kendisinin zevkle izlemeyi düşündüğü dizinin başına oturacak -kitaplıktaki bir kedinin durumu gibi-, oysa bütün bunlar beynine gönderilen impuls veya bir formatın ürünü olacak, insan insan olmaktan çıkacak... Geçmiş bunun ilkel ve et ve kan uygarlığının daha insansı bir versiyonuydu ama o yine de hep geçmişini özleyecek!..En kötüsü de belki tüketilebilecek de bu yaratık!.. Dünyamız artık versiyonlar cenneti, bildiğimiz cennette hayal gücünün güdük, kısır ve onlar için bile saçma sayılabilecek, neandertal çağlardan beri süregelen ilkel bir versiyon olarak gezegenin geçmiş kabilelerinin, düşler kabinesinde yerini alacak. Horror museum!..
Gelecek çağlarda mezar taşı bile olmayacak, kategori olacak insanlık, bugüne göre bir tür hiçlik. Yeni çağlar öylesine ayrıksı olacak ki, yinede o günün insanoğlu bugünleri -şimdi- insanlığın primitif çağları tanısıyla anacak!.. İnsanlığın mamut dönemi. Ne yazık ki!.. Her şey belki de ayağımıza gelecek ama ona biz karar vermeyeceğiz, her istediğimizi yiyeceğiz belki de ama onu biz istemeyeceğiz, bu da kafeste bir kuş ya da kendi kucağında ki bir kedi ya da maymun görüntüsüne kavuşması demek artık insanın, insan evcil bir hayvan olacak, sahib-esi-inin ormanların ilkel yaşantısından çekip kurtardığı bir vahşi ve tekdüze kafesinde ya da çelik putrellerin içinde koşturan bir otomat. İş görebilen makine. Kuş ya da kedinin durumu gibi, yine de ondan becerikli. Kim bilir onlarda bir 'Çip' sayesinde, çalışan, iş gören varlıklara dönüştürülebilir. 'Cesur Yeni Dünya' kardeşliği!.. Zahmetsiz bir yaşam belki evet, bir butona bağlı bir canlının, bir tür eski insan görüntüsünden uzaklaşması, onun gelişmesi anlamına gelmiyor, tam aksine primatlaşması demek oluyor. Bizi doğudan gelen tanrılar bir kez daha kurtarabilir mi acaba, sunaklarda kurban ederek, kutsal kitapla, Eldorado'yu değiştirerek!..

Gerçekte biz hep böyleydik, artımı günümüzde teknoloji eşlik ediyor bize ve başkalaşırken, tanrı yapısı olmaktan da giderek ve hızla uzaklaşabiliyoruz, tanrılaşıyoruzdur belki de, ama onun reva gördüğü düzenin çok daha orijinal, ürkütücü ve düşünceye durgunluk veren görüntüsünde olacak belki de bu. Elbette buna da tanrımız karar veriyor diyen gönüllülerimiz her zaman olacaktır, düşünce yapımızda kategoryendir bizim, baştan beri...
'İnsan bu meçhul', gene de bir kitabın ve bir düşüncenin adı!..
Düşünce...

O yalnızca korku üretebildi ve beklenen her zaman oldu 'İnsansılar'ın geçmişinde ve geleceğinde!..
?























7 Aralık 2018 Cuma

DİLRÛBA



Ey Ebu Soraka'nın kızı. Sevabım ve günahım. Öyle baş döndürücüsün ki, Hemedan sokakları gülüşünle yıkanır. Ey güzeller güzeli, Abbasi'nin gülleri seni kokluyor. Ey Sabbah Hümeri'nin maşuğu, 'Yedi İmam' seni Hayber'de bekliyor. İşte çöl ceylanları sana hicret ediyor.

Ey Deylem krallarının sıra sıra yavuklusu, aşk çeşmesi. Toplama boruları çaldık da kulenin penceresinden görün. Pars hançerleri, Pers pençeleriyle buluştuğunda gülümse.

Ey Teophilos'un soyu, Hasenan'ın gelinliği, İbnü Heyzem'in iki cihanda ahıretliği. Sit seni arıyor. Habernak'ın, Rey'in bülbülleri seni soruyor.

Ey öpülüşü gelincikler gibi yüzü kızartan. Alıcı kuşlara rağm olan. Ey bıldırcın kuşu. Ey Mısırlı Yusuf'u yollara düşüren. Buhara'nın küstah ve kasvetli yollarında entarisin sürüyen. Ey Cezayirli hadım ağalarının gözün döndüren.

Yemenli analığının gözleri kan çanağı.

Ey gönüllerin Dilrûba'sı, kürekten vahşi ellerim, senin narin gövdeni adımlar. Yelken direğinden uzun ayaklarım, senin ruhcağızını avuçlar.

Ey Kabil'in kabilesinin nazenin ceylanı, Habil'in habitatından, kızıl yemişli hurmam. Ağzım seni çiğner, seni berkitir. Ey yedi mühürlü kitabım. Paraboller, elipsler ve geometrilerin önünde diz çöktüğü. Ey baygın kokulu Hint kenevirim. Kar kokularım, dağ meltemim.

Ey su yollarım, şövalyelerim, veliahtlarım. Gürzüm, kalkanım, kılıcım. Ey güneş diyarlarım. Ey Behram Gur'un Nuşirevan'ı.

Ey hasırlar üstündeki ailesinin umarı. El Yakup'un kumarı. Gecelerin hüneri. Ey Kanatlı At. Çanlar, ezgiler, alaylar seni karşılar. Ey Isfahanlı hacılar, bu 'Hülya' sizin.

Ey Selçuk sarayları, Bizans'ın tiranları, İsmailiye savaşçıları, dünya Tus turnasının bakışları için dönüyor.

Vakkas ve rakkasın çarkı onun için salınır. Yalvaçlar, mehdiler, nebiler onun için koşarlar. Santurlar, kanunlar, neyler onun için çalar.

Dilruba,

Allah-û Teâlâ seni yarattığı için,

Dünya meşgalesi var!..

6 Aralık 2018 Perşembe

EFRUZ / NOAH / TİTANLAR










 EFRUZ


Bir femme fatale (kaderimin kadını, ruhumun efendisi gibi anlamlara geliyor). Esmer, yakıcı güzellikteydi. Esirgeyen, bağışlayan tanrının adlarından biriydi o; Şehrazat... Güzelliğinin acıları, -bir klişe ama- sınıfsal konumunun duvarlarına çarpa çarpa bir ıstırap melodisine, bir ağlatıya dönüşmüş, hanende bir melekti. Kartpostallarda gözlerinden yaş damlayan o güzelim çocuğu andırır, minicik, kanatlı bir şeymiş gibi bakıyordu insanlara.

Onu Denizler’de tanıdım, sahile yakın bir yerde değil, Denizler’in evinde. Deniz zaten adanın tüm erkekleriyle haşır neşir, kadınlarıyla süt liman, soğukkanlı insangillere göreyse, algoritması tuhaf biriydi. Güzelliği dillere destan ama gönlü yaşamı boyunca karalar bağlamış Efruz’u orada görmek, son derece olağandı bu yüzden. Deniz, Havva anamızsa, Efruz, Lilith gibiydi kısacası.

Yaşamım boyunca platonik aşklarla ömür geçirmiş biriyim ben, gerçeklerden korkuyor ve kaçıyorum, daha doğrucası kitabi yaşarım. Çünkü gerçek, para demek, ufukları belirsiz koşuşturma demek, hiçbir neden yokken ağlamak, merdivensiz kulelere tırmanmak, radyasyonik ortamlarda bulunmak, gece yarılarında ilaç evleri aramak, uçaktayken bir daha yeryüzüne inememe korkusu, vapurlarda bebek çığlıkları, Koçerocu bir silahın horozluğuna soyunma hevesleri ve işyerlerinde entrika takımına oyuncu seçilmekle, gölgelerin savaşına kurban edilmek ve büyük olasılıkla, sonsuz evrende, yalnız bir kez bağışlanan bir seyr-ü seferin, anlamını hiçe sayarak, bir harcı alemle geçip gitmek… Tanrıyı yadsımak belki de budur.
Belki de…

Efruz herkese hayran, herkese kurban ve herkese açık bir cennet bahçesiydi. Görür görmez aşık oldum ona. Aşk, modası geçmiş bir kalp sulfatası. Geçmişe övgü. Bağlar ve bahçelere, ortanca ve sütleğenlere özlem duyan, iki arada bir derede ömür geçirmiş talihsizlerin kalp oyuncağı ve artık kimselerin dönüp bakmadığı bir oyalanmanın sevinci ve yaralı ruhların sığınabileceği, ıssız bir dağ kulübesi…

Efruz bana yüz verdi!.. Bir evcil kedinin dağıttığı ve herkese verilen bir nazı -deyim yerindeyse-, insan niçin kendine özgü sanır, yaşamım boyunca gizini çözemediğim, biricik içgüdü işte budur. Ellerini tuttum, ayaklarına bastım, beline sarıldım, yanağını öptüm, gözlerini süzdüm gece boyunca. O da içti, içti, içti…

Yaşamı hiçbir zaman  kavrayıp, anlayamadım ki demek utanç verici ama yine de içimden geçenleri söylemek zorundayım. Efruz nasıl geçirir ki günlerini, önümde giderken, telefonda her güne bir dizi sığdıran ve bugün Çukur’u izleyeceğim diyerek, özlemle, coşkuyla, sakınmasız bir hırsla kendi gayyasını kazarak, ölümüne hazırlanan bir gençliğin, o devi andıran çocuğunda olduğu gibi mi…

Efruz mutfakta, Efruz çayı getiriyor, Efruz yemeği hazırlıyor, Efruz kahve falına baktıracak zaman buldu, Efruz çocukları topladı, Efruz yatağı hazırladı, Efruz faturaları yatırmaya gitti, Efruz boşandığı adamla düşlerinde sevişti… Bir hüzün bahçesinin, bitip tükenmeyen yaprak dökümleri… Bu tip Şehrazatlar’a göz koymak, düşünüldüğünde, günahların en büyüğü, obsesif bozuklukların, fırsat düşkünlüğünün önde geleni ama Efruz’da biliyor ki, şu dünyadan yalnız gelip geçmek ne denli acı verici, herkes el ele tutuşuyor, birbirine sarılıyor sağda solda, ama o tencerenin kapağını kaldırıyor, tavanın kulpunu tutuyor, yorganı çekiştiriyor ve merdivenleri siliyor kaç yıllardır, kürek cezasına mahkum bir yeryüzü nöbetçisi gibi.

Ama her şeyi biliyor o, her şeyi biliyor ve yazgısına lanet ediyor, tanrısını da sorguluyor geceleri ve yine de şükrediyor her sabah kalkarken, bu günde yaşıyorum işte, kanserli göğsümün ağrıları dindi, genç yaşımın zamansız siyatikleri geçti ve her nasılsa bu ay faturalara param yetti. Düşlerinde ekstralardan kazanmadın mı bu paraları diyor şeytan ona, ama öyle bir şey yok ki. Efruzcuk belki de hayallerle gerçekleri birbirine karıştırıyordur öteden beri… Kim bilir, belki de afazi, paranoya, Alzheimer gibi ‘başka dünyalar’dan gelen ziyaretçileri yoldadır!..

Günün birinde, şanı edebi, namı İsmailîler’den Hatayi bir içki konağına gittik onlarla, dört kişi, Deniz, ben, Efruz ve çocuksu don juanlarımızdan biri, -devranidir belki ama- hesap o kadar yüklüydü ki, kim verdi anımsamıyorsam da, bir bölümünü ben üstlendim ne yazık ki, ne yazık ki demem şu; çene çalmaktan başka hiçbir yeteneği olmayan birinin, şirk koşarak sermayeyi üstlenmesi, dünyamızın acımasız geleneklerinden biri ve konu komşunun fermanları uyarınca da  biliyorum ki; Efruz’un cüzdanına el atması demek, onun gözlerinde, bin bir gece masallarından süzülen harelerin,  eşsiz ve bahtiyar bir payidarı olarak, herkese bağışlanmaz bir nimeti, hayasızca tepmek demek oluyordur. Öl ama, yapma!..
Efruz, eriyen buzullar gibi, yine içti o gün, mutfaktan çıkar çıkmaz, başka bir kimliğe bürünüyor ve farmakolojinin alkolitlerine karşı, Frankşeytansı bir bağımlılığa soyunuyor bu kadın. Gündüz insan, gece bayan bir zombi!..  Zombi çünkü; Hokus pokus diyerek kadehini kaldırıp herkesi yoluna yolladı (meğer binlerce yıl önce komünyon ayinlerinde, rahip bir parça ekmek alır ve ‘Hoc est corpus’ -bu İsa’nın bedenidir- diye haykırır ve onu İsa’nın kanı olan şarapla birlikte yiyip içmeye davet edermiş yoksulları, ama bu sözler yoksul çiftçilerin dilinde, zamanla hokus pokusa dönüşmüş) ve gecenin yarısında benimle baş başa kalmayı başardı bu Judasçı rahibe... Ben ki kitabi yaşar ve yönünü çok önceleri kaybettiği içinde  pusula aramaz bir komitrajik varlık.

Barlara girip çıktık (Ne garip, insanlar dünyaya eğlenmeye gelmişler, karanlık koridorda, kuyruklu iblisler gibi geçiyorlar yanımdan, birbirinin üzerine yığılanlar özlemle kucaklanıyor, az ilerde Çıfıtlarla, ifritler, kulakları sağır eden gürültüye, öyle bir eşlik ediyorlar ki, sanki keçi ayaklı Pan’ın çocuklarıyla, erkekli dişili su perileri ve satirler ortalığı velveleye vermek için, şarap tanrısı Diyonizos’dan ödünç alınmış ve ahı gitmiş, vahı kalmış, metal ve mental yorgunluktan viran olmuş dünyamıza yollanmışlar, hah dedim göz gözü görmez karanlıkta, bir bu eksikti, Tepegöz’de geliyor işte, ama yanıldım, ürkütücü parlaklıktaki şeyi, ağzındaki tütün çıktı, kimileri ortaya salınıp, çember olmuşlar, Picasso’nun harpileri gibi, teke şarkıları eşliğinde dönüp duruyorlar, Efruz’a dedim ki, gördüğün gibi, dünya hiç değişmeyecek, o çok daha deneyimli bu yollarda tabi, halime acır gibi gözlerime baktı, tövbe ya rabbim;  Acem acemiliği bu olsa gerek dedi), birkaç yer gezdik, geç saatlerde kapılardan çevrildik, sabahçı aperatifçilerde pinekledik (biri köşede, dünyamızın insan dahil tüm cangıllarıyla sentezleyip, dayattığı düzeni; hala değişebilir/değiştirebilirmiş gibi Anti Dühring’i okuyordu, yanlış duymadıysam, biride kızını, Hasan diye çağırdı), Efruz’un masalarda, uzun yollara çıkan yolcuların uyuklamasına benzer hallerine eşlik edip, elceğizini öperek, saçlarını okşayıp, merdivenlerden salınarak inerken, düşmesin diye kanatlar açıp; güneşin doğmasını bekledik…

Mutluyduk.

Çünkü bu şehrin gecelerinde herkes uyuyor ama uyumayan birileri var ki, kimdi onlar; işte onları gözetliyor, bütün gece karanlık serin yollarda, dünyayı aydınlatmaya ve orada sürüp giden gizemli  yaşama, bin yıllardır eşlik etmekten usanmayan ayın rotasını izliyor (Efruz aya, hilâl kuşu dedi), birbirimize antik çağlardan kalmış bir iki solgun yıldızı gösteriyor,  parıldayan asfalt yollarda, kin dolu, yorgun uyanışların, meraklı ve şaşkın bakışların eşliğinde; yüz yıllardır yinelenen, afişler ve ışıltıyla süslü, gerçekte yılgınlık ve baygınlık yayan, yıkıntılar arasında ilahiye benzer, alabildiğine ölgün ve artık motorize alaylara evrilmiş,  yine de yaşam sevinciyle dolu, çalımından geçilmeyen, kibirli hırıltıları dinliyorduk.

Arabalar geçiyordu ve tan ağarıyordu artık.

Efruz’a dedim ki, gördüğün ay ve alaylar, bin yıllar önce gene böyle bir gece, Antonius ve Kleopatra’ya da eşlik etmişti, çok şanslısın. Öyle bir kahkaha attı ki, birileri ne oluyor diye başımıza üşüşecek sandım, çünkü ses karanlığın surlarını paramparça eden bir akustikle, aya dek gidip gelmişti neredeyse… Efruz dedim, her sahne yinelensin diye yaşarız biz insanlar, Brutus’un kahredici bahtsızlığı yinelensin diye,  bir kabadayı öldürülür köşe başında, minik göğsü kadehlere ölçü olan Antoinette, giyotine başını uzatırken, bir başkası delik deşik edilir yatağında, Şeyh Bedrettin asılırken Serez’in esnaf çarşısında, gene biri dikenli telleri aşmak ister ve kurşunlara yem olur öğle sıcağında, bütün insanlık hınçla yineler durur kendini ve sanki El Kindi’nin soyundan gelirmiş gibi, sabırla…

Uzatıyorsun ama dedi Efruz, görecelidir yaşam, hayatın bin bir yüzü var ve pencerelerde birbirini göremeden, geçip gidebiliyor insanlar. Şu yaşamda sen, gördüğüm kadarıyla, -yazı kalıcıdır- sanıyorsun yalnızca, üstelik konuşuyor gibi de değilsin, okuyor gibisin.

Anladım ki bu öykü bitmeyecekti.

Zaman değişse de, hiçbir şey değişmeyecekti, bizler, Efruz ve özlemlerimiz…

Düşündüm ki yaşam, arzunun karanlık nesnesi, -Demokles’in kılıcı gibi- sürüp gidiyor, çağlar gelip geçiyor, belki yenileniyor ama, ruhlarımız epriyor ve yalnızca insan, insanlık eskiyordu…





NOAH
Platinyum tabanlı bir levhada gizlenmiş safir diskin, sakladığı bilgiler gibi ulaştığımız, mitolojik çağlarda, kanla sulanmış, iğrenç, mermer bir sunağa, boylu boyunca uzanmış bir kurbanın düşünü görüyormuş gibi, yarı karanlıkta, uyku tutmadığı için, bilmediğim bir dilde sayıklıyor, yatağımda dönüp duruyordum. Tan atımına yakın dalıp gittim sanırım, düş içinde düş görüyor gibiydim, evrendeki  yıldız tozlarının içinde, uçsuz bucaksız bir foton denizine uzanmıştım sanki, geçmiş çağların içinden gelmiş gibi biri, mazurkalı, dev gibi bir adam, başımda dikilmiş, ha bire yaşamını anlatıyordu. Bir ölü gibi kalpağı yana yatmış, ama kendisi dimdikti, ağzı açılıyor ama sesi çıkmıyor, oda da dolaşır gibi kıpırdanıyorsa da, yer değiştirmiyor, hiç hareket etmiyordu, gerçekte ölü olan  yoksa ben miydim diyordum, bütün bu sanrılara kapıldığım, cehennemin kapısında olduğumu sandığım için, yaşıyor olamam diye düşünüyordum, başımda dikilen adam, yaşamındaki yengi ve yenilgilerini, kavga ve mutluluklarını, başardıklarını, geride kalan idealler ve düş kırıklıklarını  anlattı durdu.

Söyledikleri şuydu…

Bilimin Tarkovski’si Nikolay Tesla arkadaşımdı, bir gün, birinin tanrı dediğine, diğeri fiziğin adları der diyerek hıçkırdı, üzülüyordu yaşamına, enerji, frekans, katalizör, rezonans meselleriyle doludur yaşamım diyordu. Hak bilir olalım ama, Tarkovski’de güzel sanatların Tesla’sıydı... Biliyor musun, tanrı bir ışıksa, atomda bir yaratıktır, nefretimizin elektriği evreni aydınlatabilirdi. Yaşam her yerdedir, tüm evrende, değilse eğer tanrı bir Moliereciliğin ya da büyük bir müsrifliğin adı olurdu; sonsuzlukta bütün kuvvetler uyum içindedir, tanrı, şeytan, dalga, parçacıklar, Vulgata.   Bundandır tek bir düşünce bile evrenin gizini verebilir bize, onun adı metafiziktir. Kusur ve erdem aynı şeydir kozmogonik dünyada, kediye aşkla sarılmak sevapsa, onu kalbimizde hapsetmek günahtır, ama bunun ayrımında değiliz, çünkü evrenin gizi özden beyine doğru geliyordur ve var oluş bir elektrikse; madde var da olabilir, yokta olabilir. İnsangiller enerjiyi enerjiden elde eden canlılardı, bu başlangıçtan beri bir vahşi olduğumuzun göstergesidir. Matematik dedikleriyse dünyevi bir şey, manyetik birer alanız hepimiz ve içgüdülerimiz de bilginin üzerindedir, onlar ilk günden beri yuvalandılar ruhumuza, bilgilerse dün devşirdiklerimiz, bu yüzden, yazmayı bırakmalıyız biz, okumaya çalışmalıyız bütün bir dünyayı ve başkalarını değil, saltıklıkla kendimizi aramalıyız.

Enerji boşluğa verdiğimiz ad, tanrıda elektriğin. Varlığın varlığı, boşluk dışındakilerin iznine bağlı, insanlık henüz puzzle aşamasında, bir yapboz ve yıkım ritüelidir. Bebek evrenlerdeki bir deneyin materyali olabiliriz biz. Örneğin ahlak (moral), ide (düşünce), kavranılır ölçekte birer elektriktir ve diğer her şey. Dış dünya ve iç dünya birbirinin aynasıdır, bir kopya, bir döngüyüz ve evrenin kendisiyiz biz. Ama doğruyu sahiplenenler, Kuzey-Güney savaşının albayları gibi artıyordur.

Elektrik belki bir bilinmezlik, tanrının yeli o, ilahi rüzgâr. Duyularımız sınırlıdır bizim, ötesiyse uçsuz bucaksız kozmoloji ve aşkın varlıksılık. Tarık bin Ziyad’ın bir kulede bulduğu aynayız belki de ve kaderimiz dekretlerde yazılıdır. Bir soru, kırlangıç, saçlarında yuvalandığı Heloise’in, son soluğunda da barınabilir mi... Bilgisizlik heterojen, tanrısallıksa homojen, birer Havva ve havayız biz. İnorganik canlı türleriyle kuşatılmışız. Ölümsüzlüğe dirençliyiz ama, o hep yanımızda, düşünce dediğimizde derinlikte değil, delilikte yer bulabilir. Einstein bir matematikti, dünyevi bir varlık o ve yanlışlarla dolu, mora bürünmüş bir dilencinin kral sanılması gibi, ne yazık ki teorisi ölü.

II
Doğrular, mantıklı gelen yanlışlarımızdır, sürüyle doluşurlar düş evimize ve matematik var olanın belirlenmesi adına hep pozitiftir, hep yanımızdadır,  ama sonsuzlukta hiç bir şeydir o. Düşüncenin hızı yaşamın hızını sürgit  geride bırakıyor. değişmeyen vahşet ve ilkelliğimiz bundan bizim, her düşüncede bir gerçeklik payı vardır ve evinden çıktığında ölebileceğini düşünen insan haklıdır, çünkü kişisel durağanlıktan, kitlesel devinime, bir bilinmezliğe sürükleniyor ve savunmasızdır. Nicelik ve nitelik de bir gerçeklik. Sanatın dişil, biliminse eril olması gibi, tanrı biz olduğumuz için, insangiller kozmik bir  canlı türüdür, bulutu ve ormanları, ateşi ve yanardağı, galaksi ve yıldızları var. Var oluşumuz bir görüngüdür, yazgı dediğimiz bu işte ve tüm sorularımız yanıtsızdır. Giz dediğimiz burada yatıyor.

Posta bir ağsa, bulut güneşin önüne geçen balistiktir ve mikrop aleladeliktir. Varlık salt düşüncedir, düşünceyse varlık, bir döngü, anlaşılır bir yanılgıdan yoksunuz biz. Bireycilik yaralarımızdır, nisan karları gibi eriyebilir o, erimeyen biricik şey umutlarımız ve tanrı umudun adıdır, bir kurgu ve bir niteleme. Uydurmadır her şeyimiz, bir adlandırma ve bir eylem türüdür. Biz bedenimizi ödünç alırız ve düşüncelerimiz uçsuz bucaksızdır, bedenden açılan birer yelkenlidir onlar.

Evren bir müziktir, ışık parçacıkları birer nota. Gök gürültüsü, yıldırımlar, belki bir beste ve de konserdir.
Düşünmekse altıncı duyumuz olabilir. Hepimiz birer dişliyiz, kalabalık Asya ve hiper donanımlı Avrupa orduları gibi.  Yıldızlı gökyüzünün gezginleriyle, takım yıldızların yazgısı birbirine eştir. Bilin ki Hertz dalgaları ve polifaz sistemi Himalayalar’dan büyük. İnsan beynindeki alfa dalgalar ve vücut boşluğunun frekansları da. Öyleyse başarabiliriz demeliyiz. Uzun yaşam ve öze inanmak için Ikigai felsefesinin gerekliliği gibi. Utku, pagan çağların yıkılmakta olan son kalesi. Sürdürülebilir ölüm çağları bitti, bitiyor. Gücünü topraktan alan Antheus gibi, güçlenebiliriz. Bir enerjiyiz biz.

III
Düşünceyi değil, düşüncenin ne olduğunu öğrenmeliyiz. Asmodeus gibi, bazen bir fısıltı duyarım, Hydra’nın kafaları gibi çoğalan. Bir gün laboratuvarın dağları, kutuplar ve çöller üzerindeki bulutlar öyle yoğunlaştı ki, bir dirsek ötesindeki, elimi göremedim. Gezegenimiz karmaşık bir birlik ve manyetik bir olgu.  Bu yüzden sanatçı dünyevi olanın ötesine bakabilmeli, kendine tansıklar yaratabilmelidir. Soğuk bir kış günü, kedim Macak’ı okşar okşamaz, birden sırtı parladı. O elektrikti ve annem bırak, yoksa alev alacak dedi. Bir soyutlama belki ama; doğa da bir kedi. Onun sırtını kim sıvazlıyor, tanrı mı. Elektriği bulmak hepsinden zordu, ama türevlerini öncesinden bulmuştuk. Çok şaşırtıcı.

Kadınların yetenekleri yüzyıllarca uykuda kaldı, bir gün patlamaları evreni değiştirecektir. İçgüdünün tutsağı olan hayvanın ve kaba dalaşmaların yerini, homo sapiens ve savaş aldı ne yazık ki. Düş gören varlık ve çatışan doğa diye düşünebiliriz. Yer çekimi hepimizi ilkelliğe zorluyor, kuş en gelişmiş varlık belki de, uzayda omurgamız uzuyor ve yer çekimine bağlılık, gericil, kovuğundan çıkmazlık eden primatlar yaratıyor, evrenin sefilliği bu diyorum, dikey denge sorunuyla yüzyıllarını geçiren. Yer çekimsiz bir varlık, aşkın bir yaratık. Taykonot, astronot, kozmonot, spacenot. Boynumuzu yukarda tutmaya çalışmak, bir direniş değil, bir boyun eğiştir. Yeryüzünün tutsağıyız biz. Bir bilgisayarız sonuçta ve soru şu artık, bilgisayar da insan olabilir mi...

IV
Şu Turing elbirliğiyle öldürüldü dünyada ve komplonun içindeydi kendisi. İnsan denen varlık işte bu.
Kriptogam, eğrelti otu ya da yosun benzeri bitkilere verilen, tohumsuz bitkilere karşılık gelen, bir biyoloji terimi. Kriptogram ise şifreli metin demek, yani -bariz bir anarşinin eşiğinde olan dostane bir gayri resmilik-. Bizim bir tümceyi doğrulayacak, hiçbir duyu verimiz yoksa, o tümce salt yanlış değil aynı zamanda anlamsızdır. ‘Geçen gece evrendeki her şey katlanarak çoğaldı’ dediğimizde bu tanıtlamanın hiçbir anlamı olamaz ve hiçbir biçimde doğrulama olanağı da yoktur, bu yüzden pozitivistler, dini ve ahlaki değerleri çöp kutusuna fırlatıyorlar.

Bu yaklaşımların ışığında, tanrı yoktur diyebilir miyiz, karşılığı; görmesek de Jüpiter vardır olan. Belirsizlik her olanağa gerçeklik veren bir varsayımlar bütününe dönüşebilir. Öyleyse tanrı vardır, ama tanrı yokturdan farkı var mı bu tanıtlamanın… Her şey Schrödinger’in kedisidir. Sofistike havarilik nedir. Şemsiyem yağmur yarasası. Şamanizm’de vardır bu dünyada, bilisizliğin çapraz bağları da, Parviz Dar’da. Sanat geçmişe, teknoloji geleceğe dönükse, tanrı insanın yedeği olmaklığın yazgısını taşır, insan da tanrının, evren bir  varsayımlar bütünü çünkü...

Roma’da lonca demokrasisi, ruhlarda dünya nöbetçisi ve davranış ve kararları yönetme bilişimidir uygarlığımızın adı. Değişkesi, olmuşları engellemenin donanımsal yollarını aramaktı; Jezero krateri. Kızıl denizin adı gerçekte şap denizidir.  Akdenizli hacıları götüren gemiler, orada kızıl kayalara oturunca, denilesi şapa oturunca, gemileri yolda kalır, hac hayalleri de suya düşerdi.  Şapa oturdu deyimi de oradan gelir.

Dünyadaki Sevde'sine seslenir gibi, konuşmasına ara verdi burada adam, sure-i celilen olaydım Nuran dedi!..


Mırıldanır gibi gene başladı, ayrışık ve bileşik, Mişna ve Talmud, güneşin içinde donuyor, buzulların içinde yanıyordur, Samiriyeliydim ben, terör ki boğanın kulağına girerek vızıldayan bir sinekti, boş kavanozda, çınlayıp duran, akustik sesler yayan bir para gibi, gücünden büyük bir etkilenim yayardı o, gizil karmaşa, süpürgeci bir süper güç. Doğduğum yerde, Mers-el-Kebir Muharebesi’nde kaç kişi öldü, sığ Azov Denizi geçişe kapalıydı, insanlık savaş ve soykırımlarla kitleleri büyüleyen mitler ve şarkılara bel bağlayan bir kıyam ordusuydu, insanın genlerinde yazılıdır bu, kıyametin bekçileri ve bir son iç çekiş uygarlığıyız biz, nükleer kışların çocuğuyuz, cro magnon değil, nuclear winter çağlarının. Ameleklerin çocukları, Asoka fermanlarının da kurtaramadığı ve laisizm dedikleri, dini bir kavram bütünseliydi, kutsal kitaplar, inançlara saygı duymalıyız der, çünkü tanrı birdir ve hepimizindir, öyleyse inancımız içimizde yaşamalıdır, yaşam akmalıdır diye düşünebiliriz, Hakka dili ve Hitaylardan çekinmemeliyiz, Zircon gezegeni yeni yuvamız olabilirdi, Meşhed’de tadılmış bir atom çorbasıyızdır biz belki de, silisyumsuz Silikon vadisi gibi, şu düşünsel obezite kurbanları Mormon kitabının, çok hücreli varlıklarda görülen cinsiyetimiz, uyumsuz ve tersinir evrim geçirecekti sonuçta ve birer zoosapiens olacağız biz, bir sapma, her şeye yeniden başlamadıkça...

Bambaşka bir uygarlığa…

Bitti dedi adam eğilerek ve bir butona basılırcasına, silinip gitti.

Noah diyebildim ona, Noah, çünkü ilerde bir fülk bekliyordu onu gördüm.

Bir yel hışırtısı gibi, biri fısıltıyla, hepiniz düşsel birer varlıksınız,  kimsecikler yok orada dedi...

Ve beyinleriniz hacklendi!.. 



TİTANLAR

Teoremde, miladi, hicri yüzyıllar kavramı bitti, günler eridi. Longin saatinin dakikaları, saniyeleri ne demek unutuldu. İnsangillerin soyu giderek tükenmekte ve tarihleri ilahi kodekslerden silindi. Zaman dilimi, birim zaman, indirgenmiş saliseler ve limidal dünya sona erdi ve onların egemenliğindeki tüm uygarlıklar bitti. Sağda solda kimselerin önemsemediği, insani yıkımların artığı, pigmemsi, yarı sanal ve giderek yok olan,  varlıklar dışında… Çünkü karıncalar hiçbir zaman kale alınmamıştır, yaratıcıları tanrı olsa da!..

Zaman kavramı ya sonsuz içerikler barındırmakta ya da atomik, homo sapiensin düşünüp, anlağında ölçümleyemeyeceği karmaşıklıkta, düşsellikler yaratmakta... Yaşamsal kavram korkunç boyutlara evrildi ve usa sığmayacak biçimde değişti, en son atom, atomaltı veya nano ya da  navigatik -yol gösterici- çağ adını verdiğimiz zamanlar da eridi.  

Düşünce endüstrisi bazında, anlak dolandırıcılığı, manipülatif yağmacılık, spekülatif alım satımla yaşamını sürdüren, gergedan, kaplan gibi vahşi hayvanları klonlayarak, gümrüklerden geçiren sapiens birlikleri, borsayla iş gören kabile dernekleri veya interaktif oyunlarla yaşamını sürdüren, sanalitik kavimler ve ırmak kıyılarının uyurgezer kitleleri hâlâ var yeryüzünde.

Ne ki  atıl konumdaki bu insansılar ve geçmiş çağların şeri çöl toplulukları, sufi vaha oymakları gibi hiç kimseyle, hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar ve doğallıkla onlarla da kimse ilgilenmiyor eARTh’da, tıpkı böcekçilleri bir zamanlar görmezden gelen ‘Cromagnonlar’ ya da kendisi dışındaki bütün öbekleri, hiçbir zaman umursamayan ‘Homosapiens’ ve örümcek ağlarından yalnızca kozmik, çelik zırhlar üretmeyi tasarlayan ve hiçbir zaman atalarını aratmayan ‘Homo home’, şu yitip giden, uzaysıl, ölümcül kuşaklar gibi…

Üçüncü gezegen o denli ilginç ki, tüm soruların yanıtı verilebilmiş değil ne yazık ki, yer yer tanrılara tapan, peygamberler üreterek oyalanan, İsaları, Judasları olan ve sanal alemde kılıç kalkanla, olmadı nükleer tekniklerle savaşan ve kartal gibi tüyleri uzayıp, bitkin, topraksı gruplarla sürgit  işbirliği yapan ve anlaşmazlıklarına çözüm bulamadıklarında, kendilerini hologramdan çıkararak, gerçek varlıklara özenip, alanlarda savaşarak, birbirini yok etmeye çalışan grupçuklar, kurgusal kitleler, Habeşi ve vahşilerde var ne yazık ki…

Uçaklar tüy çıkarmadan nasıl kuşlardan daha hızlı uçabiliyor, bilsaylar nasıl bir bilinç geliştirmeden gelişmiş sonuçlara odaklanabiliyor ve insansıları geride bırakabiliyorsa, bu garipliklerde olacak diyorum ben ve yaratılmışlığın, tersinirlik içeren endikasyonları diyorum bunlara, idealler sürgit, Orwellizmin, katıksızca egoizm, estetik türetkeler, atavistik coşku ve politeknik çıkarsama gibi yasalarına uyumlu olmak zorunda değil ki…

İşte dün aniden -bu yurtlağınızda üç parsek yılı karşılıyor-, yerel piyasanın tüm bu sürümlerini bir kalemde silip atacak şeyler oldu ve tüm açımların yalanlanarak, bir yanılsamaya yol açabilecek edinceler gelişti,  güneş sisteminin, en gelişmiş, en deneyimli, en yorgun ve yaşama açık, süpersonik konumdaki planet statüsünü, ışık yılları boyunca kimselere kaptırmayan eARTh’da…

Şu bizim yorgun ve yıpranmış diye yılkıya yatırdığımız üçüncü gezegende…

Üçüncü gezegenin, bu sonuncu kapanış evresinde, ilk kez bir savaş başlıyor ne yazık ki, eni sonu bu olacaktı evet ama, nedeni şu, kim daha üstün kavgası, egemenlik yarışı, emperyal egoların doyumsuzluğa varan, tuz ve iyot rekabeti, iyot değil idiotda diyebiliriz bu gizemli gaitalar savaşına… Görülüyor ki evrende terk edilmeyen tek sanat objektivizmi gene komedya, her alanda hem de, fabl, mizah, taşlama, hiciv, satirik, gülmece, fars gibi sözcüklerle oyunu sonsuzlaştırabilirsiniz de…

Titanların Savaşı adını verdik bu edilgeye, bu kokuşmuş içgüdülerimizin, bunca zaman sonra depreşmesi sonucu doğuşan yortuya… Karnaval, faşing, panayır, festival, şenlik veya agoratik kapılımlar gibi sözcüklerle oyunu sonsuzlaştırabilirsiniz de!..

Kavganın taraflarıysa kısaca şunlar, Süpermen, spiderman, xman, pacman, süpersonlar, siborg, mutant, robot, robocop, robotar, roboteksler, gökmen, spacenot, taykonot, gordon, ultranot, swing, astronot ve kozmonot gibi dünya varlıkları ya da fan grupları diyelim. Drakula, zombiler, kingkong, goodman, satanas, akbulut, godmen ve kırmızı şeytanları saymayı unuttum tabi…

Savaşın milyonlarca yıl önce yaşamış Maria Callas adındaki primadonnanın, hologramdaki konserini dinlemeye gelen kalabalık arasında başlaması öngörülmüş, çığlıksı gürültü kışkırtıyor bu hayvanları. Hasım grupları bir sentriumda toplama stratejisini, unutulan dünya tanrısı Eloah örgütlemiştir belki de, yeraltı grupları, mafioso, FBI ve Mossad işbirlikçileri her daim, sonsuza dek varlar!..

Eloah’ın, intikam soğuk yenilen bir yemektir diye bir sözü var,  yaşam biçimlerinin kodlandığı göksel kavaninlerde, ama işbirlikçileri de uydurabiliyor böyle şeyler.

Evvel zaman içinde, kurtarıcılardan kurtulmanın tümünden zor olduğunu, Zodyak burcunda bile yazıya geçirmiş homotik canlılarla karşılaşmıştık biz… Neyse tanrıların müzesini ziyaret etmeye söz verelim de, geçip gitsin bu konu…

İnsanın genleriyle oynamak ya da zaman içinde evrilmesini beklemek, doğrusal sonuçlar vermeyebiliyor, lineer cebir, zıtlıklarıyla olsa da, her zaman kadir olan kozmistanın damarlarında var. Yarı insan, yarı mitolojik yaratıklar birer gerçek ve robotlar saltık geleceğimizdir diyen yuvarımızın Öklid’ini her zaman kutlarız biz. Kozmos robotlarla, mitik varlıkların savaş yeridir zaten. Amaç kan dökmek değil, sanal alemdedir kolezyumlarımız ve gladyatörlerimiz de gerçekte birer kukladır. Düşlerin düşüyüz biz.

Burada insan ya da bebek siparişleri çağı da bitti. Robocoplar, mutantlar, godman ve siborgların savaşı demek, gerçekte embriyo, DNA ve genlerin savaşıydı, gene de matematiksel deha mutantlarla, ısmarlama bebek konsorsiyumunun taraftarları kıyasıya çarpışacaklar.

‘Bebek gününü doldurdu ve beyaz yüzlü melekler gökten inerek, onun ruhunu üflediler ve pembe  yanaklının cinsiyeti o an belirdi’ Tanrılar yok olsa da, kutsal kitaplarımız ve kasemiz eksilmiyordur bizim. Yaratılışımızın bir başına manifestidir estetik kaygılar ve evrenimiz eşsiz bir şiirdir biliyorsunuz. Tanrısal uydurmalara, muska ve masallara kaynaklık ediyor bunlar.

Dünyanın sürgit bir savaş yeri olması, bu gezegenin  ucuz ve düşük gider içeren, eşsiz bir konak yeri, denizel bir plantasyon olmasından. Yaratanın yarattığını beğenmeyen ve bu benim vücudum değil mi istediğimi yaparım diyenlerin özyuvağıdır  bu gezegen. Savaşın mantığı da bu zaten, dünyevi sorumsuzlukla, tinsel bilisizliğin kaprisleri.

Süperinsanlar en güçlü hayvandır buralarda, çünkü robotlar, siborglar, bir anda kendini yenileyemiyorlar. Süperinsan bir tanrıdır, varla yok arasında, içinden kılıç geçen, binbir gece masallarının canlısı o, mekanistik her şey işler ona ama kendini ve organlarını bir anda yenileyebiliyordur, klonlayabiliyordur ve gerçekte ona, hiçbir şey, hiçbir parabellum işlemiyor bilesiniz. Onun gibi bir düşün jimnastikçisi, bir daha gelmeyecek evrenimize…

Sonuç ne oldu ha!..

İnsangiller kazandı savaşı. Siborglar, mutantlar yenildi ve işte sonunda ereklerine kavuştular. Tanrının tanrısı olmayı başardı insansılar, türevlerinin tümünden üstün onlar ne yazık ki… Derebeyler kralı, bütün oymakların hükümdarı, imparatorlar imparatorudur o...

Öyle değil mi!..

Alo, öyle değil mi!..

Zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz!..








7 Kasım 2018 Çarşamba

BUHARİ

Moğolistan'da mı, Belücistan'da mı bilmem, bir sınır taşının ötesinde, kuru bir çavdar tarlasının gölgesinde, boydan boya yırtılmış sarilerle beş kişi, toprağa uzanmış düşünüyorduk.


Derken ufukta, boynuzlarıyla kızgın bir boğa gibi yaklaşan, içinde sanırım insanlar olan, kocaman bir şey belirdi ve eski çağların uydurma, çöllerde gezer ilâhı, yeni çağların parıldar, metal yorgunu tanrıları gibi, kulakları sağır eden bir gümbürtüyle böğürerek geçip gitti. İçindekiler düğüne gidiyorlar gibiydi... İnsanoğlu neşeye ne kadar muhtaç, yaşamaya ne kadar özlemli; kıyamet hiç bir zaman kopmayacak ve bu yaratığın soyu, hiç bir zaman tükenip, yok olmayacak diye geçirdim içimden.

 
Dev cisim, tozu dumana katarak ve pencerelerdeki kalabalık, çığlıklarla el sallayarak yitip gittiler. İçinde kim bilir kimler vardı. Yarınlarını kahve köşelerinde iskambil oynayarak, parlak iskarpinlerini aşığına göstermek için mahalle aralarında dolanarak, teraziyle yoğurt satmak için ev ev dolaşarak, paslanmış lağım borularını baltasıyla açıp, kazdığı çukurlarda, kötü kokuları ve su baskınlarını gidermeyi tansık sanarak, bir elişi tanrısının cinperisi gibi, günün birinde öbür dünyanın uçurumlarına yuvarlanarak...

 
Belki beyaz atlar üzerinde uçuşan pelerinli, çizmeli kelebeklerle, ırmakların kıyısında, eteklerini çekiştiren, benekli, rengarenk çiçeklerde vardır, kim bilir...

 
Ademoğullarının şu evrendeki macerası, inanın dillere destandır, dünya ne kadar enteresan bir yumru, insanoğlu bir sergüzeşt cambazı gibi, nasıl da bir gözbağcı, nasıl da bir büyücü, kesin olan şu ki düşlerimiz, bu şaşırtıcı dünyanın yaratıları karşısında, her zaman modası geçmiş bir tasarı, bayat birer dışavurum, bir kobay ya da yapay yetenek ürünü, kozmikomik birer agora veya yavan ve albeniden uzak, minik birer sunu; belki de arsızlık, hırsızlık ve bin bir türlü uğursuzluklardır...

 
Çavdarların arasından süzülürken, dolunayda bir kurt gibi ulur rüzgârın hışırtısında, 'Eşarîliği' savunan bir arkadaşımız çığlık ata ata can verdiğinde, yerin yarığından çıkan, kara bir yılanın ısırığıyla, öbür dünyayı boyladığını anlamak için, göğüs kafesini açıp, içine bakmak yetmişti. Son kez iç çeker gibi kıpırdayan kalbi, dalından koparılmış bir gonca gibiydi. Ağzı köpüklü ve hâlâ damarları seyriyen ölünün yaşadığına dair, bahse tutuştu iki arkadaşımız ve kara bahtlı zanlımız, aniden ayağa fırlayarak elveda sevdiklerim diye haykırmayı bildi ve az sonra da ardında sicim gibi, kırmızı dumanlar bırakarak göklere doğru uçup gitti.

 
Kalanlardan biri işte dedi, emel denizlerine kavuştu artık sevgili... Bir diğeri ölmedi ki o, görmedin mi olan biteni diyerek, naralar attı, üçüncüsü İsa efendimiz gibi, babasının yanına gitti o diye mırıldandı. Sonuncunun haykırışları, gözyaşlarına karıştı. Her şey bir yana, ölüp ölmediğine bile inanıp, güvenemiyorduk artık.


 
Çünkü belirsizlik ve düşünseme dışında, olan biten şeyler için, ortak karara yönelik bir yapıntı geliştiremediğimiz gibi, sağlıklı bir öngörü de ortaya koyamayız biz ve o ana dek baş eğmelerle, hep birbirini onayıp, oyalayan ve dalıp gitmeleriyle meşhur bu -çavdar tarlası- düşünürleri, birbiriyle çatışır ve hatta birer canavar kesilerek, saldırır oldular ki, gün boyunca birbirinden zor ayırdık ermişlerimizi... Sanki birden kudurmuştular. İşte bu, biricik ortak vargıydı aralarındaki, ne yazık ki...

 
İnsanoğlu, bu işte!..

 
İçimizden biri, akşam üzeri dalıp gitmelerinde, geçmişte Deşti Kebir'de, bir timsahla nikâh kıyıp, altı yıl boyunca karı koca hayatı yaşadığını söyledi, ağzımız arı kovanı gibi açık kalmıştı ki, bir diğeri ben dedi, dağların birinde paraşütle uçurumları gezerdim, tek bacaklı Sibanlarla söyleştim ve Meryem anamızla bir mağarada çiftleşip, yedi çocuk büyütmeyi becerdim dedi; birinin adı Kıtmir'di.

 
Ayakta duran zani aniden güldü, ötekisi saçmalama bre densiz diye çıkıştı, adam pek şaşırmıştı ama o kadıncağız, bizim Selcen köyünün Meryemiydi, ilk kocasını bırakıp dağlara kaçan dedi!.. Hah şimdi yola geldin dediler, başka biri de işe yarar tasımlarınız yok mu sizin diye söylendi!..

 
Gece yarısına doğru, gergedan büyüklüğünde, bir ışık gemisi süzülerek ortamıza indi, içinden çıkan biri, Karahallı yerleşkesinden geliyorum dedi, frenine basılmış marşandiz gibi horulduyordu gemi. Bir uzay dolmuşu gibi sesler çıkarıyor, birden şaha kalkacak gibi de, ikide bir, ileri geri yaylanıyordu.


 
İnanılacak gibi değil ama içinden çıkan, bacakları yok ama yürüyen, dilsiz ama konuşan, elleri olmadığı halde el sıkışan ve ağzı sürekli lafazan ve sanki canı çekince, bağırıp çağıran biriydi. Zanzalak ağacından düzülmüş kolyelerle süslü bir gerdanı vardı ve asası göz alıcı abanoz ağacındandı, yanında Sütleğen adında bir kızı da vardı, varisidir bu kızcağız dedi en arkamızdaki ve ekledi; Bilip bildiririm ki bu bir tanrı!..

 
Adı Belh hükümdarı diye ünlenen, hepimizin sırdaşı Belhan; inanın Kelkit'in aşağısındaki Adilcevaz köyünden, Gurbanyev'in düşlediği de, tamda bu adam dedi. Tanrı pek alındı bu söze ve ben uniseks biriyim ey bilisiz Kadıyoran halkı, edepsizlikten uzak durun, densizliğe kapılıp, aşkınlığa savurmayın boş yere kendinizi diye bağırdı.

 
Zamanınızı hiçliklere adar gibi tüketiyorsunuz, çılgın bir hoyratlıkta debeleniyorsunuz, evrene ve varlığa gönül indirmeyen Kabillerden misiniz, yargılamaya bile gerek duymadan, El Gühel hapishanesine tıkıyorum sizi diye haykırdı. Tanrı bile kötülüğü, kötülükle karşılardı.
 
Gülmece bu olanlar dedi, Russel!..
 
Yaşça en küçük olanımız ki adı Buhari'dir; bak tanrım dedi, yaratmış olduğun dünyadan, daha büyük olan Hindistan'ın dizleri dibindeki Seylancık, bir gözyaşı damlası gibi durur onun yanında, ben bu elem veren güz dalına bir türlü katlanamam ve her anımsadığımda ağlar, göz yaşlarına boğulurum.

 
Tanrı durdu ve güneşin parıldayışından onur duyarmış gibi, senin edebin bayağı gelişmiş ey cennetten kovulma, sanırım hayırlı bir füruusun sen, yedi kat göklere gel de, günah defterimi sen karala artık, kim bilir ne yakıcı düşünceler üretir, ne kutsal dizeler döktürürsün dedi. Buhari, ölmem gerekecek mi bu iş için diye sordu. Ne yazık ki evet dedi tanrı.

 
Günün birinde, ölümüme bir gün batımı kalsa bile, yine de, onu yaşamadan hiç bir yere gidemem diye yanıtladı tanrıyı. Hepimiz yaşa, varol diye bağırdık Buhari'ye ve coşkuyla alkışladık. İşte dedik artık, tanrının bağışladığı göksel tahtı bile umursamayan bir yaratık var ve bu bir ilk, başardık sonunda!..

 
Buhari sözlerini sürdürdü, dedi ki sararmış çavdarların içinden; Troyalı Helen'in bir gözü mavi, bir gözü yeşildi. Ama herkes sözlerini duymazlıktan geldi, çünkü sayfa bitmişti ve dünya boş bir kavanoz gibi dolanıp duran, bir karnaval yeriydi.

 
Şeytan geldi o sıra ve gülümseyerek elini uzattı hepimize, sağ ayağı havada parendeler atıyordu!..

 
Düşme diye bağırdım ona, ama sesim öyle gürültüyle çıkmıştı ki, uyandım!
 
Kameriyenin öğle güneşinde uyuklarken, kâbus görmüş ve oyma tahtalarıyla süslü sedirden düşmüştüm!..
 
Tanrı yine de kulağıma bir şey fısıldar gibi oldu o anda, günah defterine böyle şeyler ilk kez yazılıyor, bir başlangıç sanki, çağınız değişiyor mu dedi!..
 
Yemin kasem ettim bilmem diye...
 
Cebrail değilim ki!..