7 Mart 2018 Çarşamba

FACETOFACE

                                                                      (İsabey)

Bir kültür sarnıcı gibiydi, Laura'ydı adı, yani Defne. Formoza nerede, zaman bantları, kendi zamanımızın dışına çıkamayız demektir, sonsuzluk ırmakları Atlantis öyküsünü anlatır, Solon'un Sais'teki bir Mısırlı tapınak katibinden aldığı ve Antik Yunan dönemindeki akrabası olan Kritias'a anlattığı, Platon'unda ondan öğrendiği bir meseldir bu, mesel şu; Tanrı var diyende, yok diyerek yadsıyan da insan olduğuna göre, her iki düşüncede savunulabilir değerdedir, bileşik kaplar yasasına göre tanrı hem vardır hem de yoktur, nasıl oluyor bu, varsayımların sonu yoktur, öyle oluyor kanaviçem.

Atlantis onuncu gezegenmiş evvel emirde, petunya bahçeleri varmış içinde, begonvillerle, şu Prince Island gibi yani, gezip duranın adı Phaeton'muş, yerinde duramayan amorf kayacığın, Mars'dan büyük, Jüpiterden küçükmüş, Aylin gibi. 175 milyon yıl önce parçalanmış, turcoinin piyasada olmadığı yıllar yani, bunu sezen Phaetonlular başka gezegenlere doğru yola çıkarak Vizara'ya gelmişler. Pozantı, Cenova, Cumae, Bogoto ve Montevideo gibi başkaca garip Atlantisler de vardır tabi.

O zamanlar Venüs ve Mars parmağımızın ucu kadar yakınmış Dar-ü Ekber'e, hatta biri dokununca eli yanmış, biri de yumrukla parçalamış, hangisi bilinmiyor, ay doğmuş toz bulutundan, gene biri donunu çekiyormuş ki vakıa esnasında, heyecandan donu düşmüş ve üryan beyan kalmış ortalıkta. Truva savaşı Atlantislilerin egemenlik ve prestij savaşıymış, zatturi zutturi kavimlerle, Homeros bu söylenceyi kozmik bir vaka olmaktan çıkarıp edepsizleştirmiştir, kan ve gözyaşı pazarına çevirmiştir hır gürü, Homeros bir insandır bu yüzden, ama Tahta At gerçekte bir uzay gemisidir. İlyada böyle kaleme alınsa kimse okumazdı, çünkü eh zabitim deli saçması işte diye geçiştirilirdi, deliler deliliğin ne olduğunu herkesten iyi bilir görümcem.
Aynı Olay Çin-i Maçin'de Koel Kie'nin imparatorluğunda, iki yıldızın -Venüs ve Jüpiter- çarpışması biçiminde almanaklara geçirilmiştir, vakanüvisin halt etmesi aslında!.. Çünkü boğaz savaşıydı gerçekte bu, gelip geçenden harç alıp, kanişmento çeken Atlantisliler, işi bilen öteki oymaklarca kavgaya sürüklenmiş ve ölümün tadına bakmışlardır on yıl boyunca, insanın sığabildiği yerlere alem, alemlere sığamayan mahluka insan denir bu yüzden...

Romalı Plinius, Apeninlerin kuzeyindeki Etrüsklerin kozmik bir patlamayla yıkıldığını yazmıştır, asparagas bu, tepedeki üç gezegenden kopan yıldırımlar, başkent Vosinium'un imanını gevretmiş ve duman konilerini evlerin, yerle bir etmiştir. Yatağında uyuyan Etrüsk kraliçesi kurtulmuştur tek, güzel kadınmış şayiaya göre, anladınız. Mısır veziri dilsiz Semut'un mezarında bulunan gök haritaları, bugünkü yıldız kümelerinin farklılığını gösterir, Pasifikteki Kasskara kıtası da, Atlantis'de insanların uçabildiğini, başka gezegenlere dolmuş bile kaldırdıklarını, hatta kız alıp verdiklerini ama büyük bir felaketle yok olduklarını yazmışlardır.

Yahu dedikodu çok, tükemsiz yani, Amon Ra'nın son hecesi ışık demektir, piramitlerin parametresi, perspektif mimarisi nedir ki, Musa piramitte ameleydi, Spartaküs olamadı, peygamber oldu durduk yerde, gene de rabbimizin adaletine semiz bir örnektir bu, piramitlerin mimarı Nemrut'tu, Şam şehrine adını veren Sam'da, gemiyle mülteci kaçakçılığı yapan Nuh'un oğluydu, tövbe yarabbim.

Otomobil ve Çernobil'le, nükleer sırları ve füze motorlarıyla, metro küvözlerinin planlamasını bilen adem çavuşları aniden ölse, ilkçağa dönme miyiz kardeşim, sırlarıyla ölenlerin sırrını bilen var mı şu dünyada!.. Temistokles ve Tesla öldü, hangi biriniz biliyor, ne herzeleri nereye götürdüklerini, yürüyen merdiven değil, uçan merdiven yaptı komşumuzun biri, Sadalmelek ülkesine üç günde gitti,  ertesi gün ölü bulundu valla, demir yığınlarının içinde...

Suni manyetik alanlar, biyo elektrik organlar, anlayacağınız şeyleri söylüyorum bakın, vak vak sesiyle paralel evrenin kurt deliklerinde mola verdiği halde, Belucistan'a bütün kervanlardan önce varan Kezvan Dayı'nın sırrından söz etmiyorum size, çünkü şu anda içinizden geçiyor o ve öleceğiniz tarihin çipini yerleştiriyor safra kesenize, beni sinir etmeyinde. Kurt deliği komşunun evine yan duvarı delerek girmektir Bosnalar, ama Aristoteles dehliz felsefesinin, gözetleme çağlarında içgüdüsel gizemleriyle aya bakan, gözde meşru hatları diye bir risale uydurdu buna, kendisi aseksüeldir ve meleklerle cinlerin agorasında sattığı uyluk kemikleriyle, hatırı sayılır bir servetin sahibi olmuştur, kenar mahallelerdeki adı dürzidir, Beyrut göçmeni. Bakın sırf bu yüzden Cebrail Lut'a demişti ki, rabbimizin indinde lanetlilerin arasında bir tane bile -iyi kerim- olsaydı Gomore yıkılmazdı, ama onlar bu kelamla  bile lügati oyunlara girerek sabahı eden keratalardı.

Zen bir aydınlanma, bir özgürlük demekti, Vedantizmde öyle sayılır, ben karanlıkların ölümüyüm derdi amcam, Buda'dır adı. Ne olacak ki deme, en başıboş gevezeliklerin bile hayırlı bir yanı vardır Dürdane, Yazır köyünde halsiz Suleyman diye biri vardı, hiç bir ipe yaramazdı, ne ekine giderdi, ne de pazara, kendisini her gün eşiğe çıkarak taşlayan karıcığına, dur Belkısım derdi, halbuki kadının adı Hürü, ama bu adı duyup da bir hoş olunca kadın dururdu, Saba Melikesi Belkıs'sın yahu, kolay mı ve şartolsun Suleyman bütün köylüleri ayağına çağırıp kısacık bir söylev verirdi; Ey yazı yazmaz Yazırlılar, tasalanmayın, kim ki bir testi yapsa seyr-ü alemin kilinden, yaratanın el verdiği renk cümbüşüyle süslese onu ve bizim gözlerimizi şaşı yapsa cennetin renklerinden, vallahülelazim içindeki boşluktur yararlanılan!.. Yazırlı bir Cin Ali vardı tamam da Suleymanım ne yapalım şimdi derdi, eh onu sıkıştırmak bahanesiyle, o da altta kalmazdı ve derdi ki; İşte ben oyum, o boşluk. Akan sular dururdu ve fırsattan istifade son salvosunu sallardı köylülere; Kırkayak hangi ayağıyla atar adımını!.. Derin kuyularda kafa karıştırmak için dünyaya gelmişti aylakların Suleyman.

Bir şeye aşırı istek duymak, onun ıstırabını yaşamak demekmiş, ıstırap da gidilecek yolu engellemeye yararmış, yani Nirvana'ya ulaşmak için verilecek çaba, ona ulaşmayı engellermiş yalnızca ve derlermiş ki Nirvana çabasız ulaşılabilen bir şeydir, çünkü o içimizdedir. Halt etmenin bin bir türlü yolu var şu dünyada Saniye Abla. Bak şimdi, deniz sakindir, huzur verir, dinlendirir, özlemleri dindirir neredeyse değil mi, ama onun içinde binlerce canlı hayatta kalmak için savaşım içindedir değil mi...

Tantrizmde bağımlı kalmak dışında her şey serbestmiş, yani dinle ama uyma, uy pekala ama alışma!.. Benliğimizi yok edersek bencillik kalmaz ha, Bodhi Dharma yaşamı o denli ciddiye alıyormuş ki, sürekli uyanık kalıp haz almak için, göz kapaklarını kesip atmış. Ozan olmak için, küçük bir ırmak, koskoca okyanusu önüne katmış gidiyor diyeceksin. Şeria ırmağının coşkusu ruhları yıkıyor filan gibi. Dünyada iricil rengarenk varlıklar, yollarda gidip geliyorlar ve bunlara tebelleş olmuş iki bacaklı parazitler var galiba dermiş uzaylılar.

Geçen gün, bizleri yok edecek olan süpersonik silahlar mı, bedenimizi örten, ruhlarımızı gizleyen kara peçeler mi daha tehlikeli dedi Hunok ve bu densizliğine karşın rabbi onu bağışladı. Neden diye sordular rahim olana, dedi ki, aşırı bilgelik saflık getirir, onun için bağışladım dedi. Unutulmak, dram çağrıştıran, romantize bir sözcük, toz ise, ruhani, hiçlik gibi derin ve felsefi çağrışımlarla yüklü, ama bu iki sözcük bir biçimde yan yana geldiğinde, illüzyonal, taşra ile kent yaşamı arasına sıkışmış, -samanyolu şarkısı- tadında aşkları anımsatan bir görsellik ve derinliğin sanal versiyonu, bir kolay erişim olanağı sunan anlam dizileri, içli şeyler düşüyor anlağımıza, bu biçimsellik gerçek bir veri sunmuyor okura ve sonuçta hiç bir şey yazmamış olmamak kaydıyla ve sanat sözcülüğüne soyunmak karşılığında, burjuvazimizin literatür ikonu olmakla taltif ediliyorlar ve yaşayıp gidiyorlar. Çünkü Kuzey Afrika şeridi batıdadır, Libya, Cezayir, Fas, Tunus, peki bunlar neden bir kurgudur ve neden doğudadır turbo! Oriental sözcüğü renkli sabahlar gibi bir anlamı çağrıştırır, ama Israel doğu sayılmaz nedense, doğu bir kavramsallıktır öyleyse, gökyüzü mavi, bulutlar beyaz, topraklar yeşil ama yeryüzü damarlarından kan akan bir canavar gibidir, işte bunu anlayamıyorum.

Bizi merakta bırakan kitaplar bir solukta okunur, ama merakınızı yendiğinizde bir daha okunmaz olur, defalarca okunan kitaplarsa, merakımız adına okunmaz, bir mağaraya bir kez gireriz, bir uçuruma bir kez bakarız, ama bir güzellik, bir estet, bir anlam denizi ve bir olağanüstülük bulduğumuz şeyleri her defasında okumaya kalkarız, bir gizem ve bir büyü barındırır onlar, çözemediğimiz. Edebiyat merak uyandıran şeylerden öte, bir büyü ve estetle yüklü tinselliklerin varoluşudur ne yazık ki...

Bir şeyi, örneğin atomu öğrenirseniz, ondan kaynaklı sonuçları veya diğer verileri de öğrenmeniz gerekir, proton, nötron, elektron gibi, kuark ya da onun alt parçacıklarını da tabi, bu sonsuza dek sürer bilirsiniz, genelde bir neni öğrenmeye kalkmak, kalkışmak, hiç bir şeyi bilmediğimiz ya da bilemeyeceğimiz anlamına gelir, bu bir sezgidir, kesinlik barındırmaz, sonuçta öğrenmek, bilmek, bilisizliğimizi artırmaya yarar, öğrendikçe bilisizliğimiz çoğalır. Bu tuhaflık, evrende arttıkça eksilen ve başkaca örneği olmayan, rakipsiz, biricik bir kavramsallığın yalnızca bizlere, insanı kamile, sözde mahlukların en şereflisine yansımasıdır. Bu bize bir derstir. Arttıkça, hızlandıkça, amacından uzaklaşan, ulaşılmazlığı artan, uzaklıkları çoğaltan, biricik ters orantı budur evrende, bilgi yalnızca soruları çoğaltmaya yarar, bilinmeyeni!.. Sanki tanrı bilgiyi ve körlüğü, aynı anda bağışlamıştır insanoğluna, sırf bu yüzden. Gene bu yüzden somut dediğimiz şey bir sınırlamayı belirtebilir, dünyamız somuttur sözde ama onun türevleri olan evren sonsuzdur ve soyuttur, dahası her somutluk, somut olan şey giderek soyutlamaya dönüşür anlağımızda. Bir cinayet hepimizi üzebilir bu yüzden, ama bir savaşın hepimizi üzdüğü görülmemiştir, kimi yerde o tanrısal bir utkudur, işte somutun giderek bir soyutlamaya dönüşmesine örnektir bu ne yazık ki...

 Soyut mutlak bir belirsizlik içerir. Somut olan insan bu yüzden, soyut olan bilgiyi hiç bir zaman tam anlamıyla ele geçiremez, bu olanaksızdır. Yer değiştirmeyle olasıdır beşki ama, süreğen anlağımızda bu da olanaksızdır. Ne var ki  bu durum bizi yaşama sıkı sıkıya bağlamaya yarar. Soyut olan bilgiyi ve bu anlamda bir tür sonsuzluğu eline geçirebilseydi insan, yaşamın hiç bir anlamı kalmazdı, son durakta inmemiz gerekir çünkü, ya da geri dönmemiz. Tanrının kendisi, bir sınırlama için vardır bu yüzden ve sırrı o taşır, sırrı bize verdiğinde kendisi yok olur, ama bizim varlığımızda tehlikeye girer, çünkü hayatın anlamını kaybederiz. Tanrı bu yüzden olmak zorundadır ve bilgi yani sır uğruna tanrıyı yitirmeyi göze alırsak, biz de insan olmaktan uzaklaşırız artık, bizim türümüzde bir yaşamda, varlık, -tildey- bir dile sahip olan yaratık, kendi paralel dünyasını ve tanrısını yaratmak zorundadır.

Tanrı yokluğun ve ele geçmezliğin, çözümsüzlüğün ve ulaşılmazlığın, bir tür sonsuzluğun kendisidir. İnsan o denli ilkel -güçsüz- bir yaratıktır ki, tanrıyı korkunç derecede basite indirgemiştir, bu bizim henüz düşünmeyi öğrenemediğimizi veya bilemediğimizi gösterir. Tanrı insan indinde; şeytan ve melek, iyilik ve kötülük, cennet ve cehennemden başka bir şey değildir. İnsanoğlunun tanrısı o kadar aciz ve gülünç bir yaratıktır ki, evrenin kendisi onun varlığından daha güçlü bir ışın yayar doğrusu, insan bunu bilmezlikten gelir, çünkü tanrı zaten bilinmeyenin muhafızlığını yapan bir bekçidir. Tanrı, var olan, sürüp giden bir bilginin dayandığı son setdir, bu yüzden hem vardır ve hem de bildikçe bir bilinmezliği de ürettiğinden -bir sorunsalı büyüttüğünden- yoktur. Varlık=Yokluktur öyleyse, yoklukta varlık, dahası biz hem var, hem yokuz, çünkü sonuçta biz de bir 'Bilgiyiz'.

Homeros gibi kör olan Tamiris diye bir ozan varmış eski Yunan'da, esin perileriyle savaşa girip yenik düşünce, lirini kırıp, gözlerini kör etmiş ama Homeros'un kör olarak sunulmasının nedeni, Grek dünyasının, şiirin görsel değil, işitsel bir araç olduğunu duyumsatmak içinmiş. Kötü şeylerin şiir ya da dokunaklı sözcüklere dönüştüğü, dönüştürüldüğü biliniyor, ama mutluluğun böyle bir şeye dönüşmemesinin nedeni, onun başlı başına bir amaç olmasından kaynaklanmasıymış. O varlığıyla bir şiir gibiymiş zaten!.. 'Kör, Gazze'de, değirmende kölelerle' denirmiş ama; 'Üç gözlü biri mutluluktan ölürmüş' dersek, komik olurmuş.

Abderalı Demokritos, gerçekliğin görünümü kendisini ayartmasın diye çiçek dolu bir bahçede gözlerini oymuş derler. İyi de ben nefret edecek kadar güçlü değilim şu yaşamda... Kabala, kabul edilen, gelenek sayılan demekmiş, insan olmaya gönül indiren bir tanrı gibi... Sanat bu yüzden düş görmekten hasıl olmuştur, sanat düş görmenin uzantısıymış. Cehennem maddi acılar verir, elimizin yanması gibi, oysa bizi öldüren manevi, ruhsal acılarımızdır. Bu yüzden tanrı bir parodiymiş, yaşamın parodisi, asıl gerçeğin basitçe bir yansımasının ürünü. Parodi kopyadır ve komiklik yayar, dolayısıyla tanrının bir parodi olduğu üzücüdür ama, bilim, sanat ve zaten kötülük üreten siyasette bir parodidir, tüm yaşam yani, üstelik siyaset, böyle bir dünyayı yaratanın, kanlı elidir. Öyleyse insanda bir parodidir ne yazık ki ve bu yüzden cennet ve cehennem tam anlamıyla bir gerçeklik olmalıydı derler, anlaşılması güç ama ve ne var ki; Asıl biz gerçek değiliz...

Ne yazık ki!..