3 Nisan 2018 Salı

TANSÖZ


Nasır-ı Husrev'in Saadet-Name'sini okuyordum, Karluklar önüme çıktı, Escher dediler Amarni kasabasının merdivenlerinden esinlenerek yaptı o labirentlerini, güldüm, bu kadar basit yani dedim. Vallahi dedi biri Yukio Mişima bile Sabastian Azizi'nin putperestlik sağaltan hazlarından akademik tezler üretilmesine vesile olmuş mudimizdir, vallahi mi dedim. Türkçeyi bozdun dedi biri, bozuk diye diye Bozüyük'e vardık kız diye çığlık attı teyzem, seppuku yaparak ölsem gayrı dedi, boğumlu kurdun ağzında kuru yaprak olursun ha dedim, altta kalmadı, orasını burasını kaşıdı.
Mevlana'da hû diyen Yunus'um ben dedim Gülayşe'ye, şiir yazacağım kız, şiir, şiir, şiir aksın diye, su gibi teyze su gibi, baktım evrenin ucuna, vardım öteye, yokluk nedir teyze diye bağırdım, Solaris diye biri geldi, adı güzel vallahi, uzun yeşil bitkinin olduğu yerde, Bahri Siyah bir şey göreceksin, Kara Deniz kız, Valonlar İsabey Şarabı içiyor orda ve diyorlar ki yokluk mokluk dedirtme şimdi bana, iç şunu zıbar, yaşamana bak şamakon herifçik!..
Haklılar, Heratlı Bahşi Uygur, Kalmuklar soyundanmış ve dermiş ki, evrenin sonu başıdır, size garip gelebilir bu, çünkü hep uydurdunuz kör olasıcalar, gittiğin yer başladığın yerdir daim, çünkü siz oncağızın kudurmuş bir kulusunuz, bir adım gitseniz geriye döner bir bakarsınız, arkamdan geliyor mu diye, o değil kız, babanız. Ah, of kızım gene de zaman, salt evrendir ya da belki de her şey zamandır, öyle demediydi ama bu kadarını anımsayabildim yahu. Gravite zaman parçacığı filan de ki inansınlar atıp tuttuğuna, sürüleri otlatan çoban gelince yalan söyledim zaten dersin.
Sokratik laflar etmek istiyorum ben, ölüm tanrıların eğlencesidir gibi, umursamazlar bizi, varlık içinse o bir trajedidir, ölüm insana sürekli insan olduğunu anımsatır, bu laf nasıl oldu mu, insan bunu için ölümden kaçmak, kurtulmak ister canım benim, insan için ölüm gerçekte bir aşağılamadır, yaşamın boyunca tüy dik, beş dakika içinde son iç çekiş köyüne var ve tüylerin hepsi uçsun, ben böyle yaşamın tuğuna tüy dikeyim inan ki, tanrıya ve şeytana baş kaldırmamız bundandır ne yazık ki, içlendi işte...
Şiir sonsuz barış özlemidir gerçeklikte, güzelleme kalp çiçeğidir ve şiir evrenle bütünleştiğinde her şey toz olur birden, bir amaç kalmaz artık, sonsuzluk ve ölüm eş anlamlıdır bu yüzden şiirde, bak bu olmadı işte. Yok doğrudur, Galile ölümden korktuğu için değil, varlığı, var olanı, yaşamı kavradığı için vazgeçti düşüncesinden, o kendisi için değil, ötekiler adına caydı, çünkü düşünce nasıl olsa gelir ve gider, değişir, ama ölüm ve var olanın barbarlığı, o kadar utanç vericidir ki, düşünce adına bile olsa onun önüne geçmek gerekir, ölüm ve düşünce yan yana olamaz, birinin olduğu yerde diğeri olamaz ki, düşündüğünde tabi ve zaten bilim bazen edebi magazin gibidir, dünyamız bir çeşit sapma ve öldürüm, soykırım üzerine sürüp giden bir düzen, son kuş uçtuğunda paranın bir işe yaramadığını anlayacak biri kalmayacak ki, nükleer güç, uzaysıl çabalar, göksel mülkiyet, bir uygarlık sayılamaz ki, Galile düşüncesinden vazgeçmesinde çok haklıydı.
Raviyanı ahbar ve nâkılânı âsar ve muhaddisânı rüzigâr vü işte alın size kızıl adalarda kaleme alınmış masallar, analatan ölümü yenmek için kaleme almış diyorlar ama Nietzsche tanrı öldü buyurduğunda sabaha kalmadan uyuyuvermiş doğruysa, yahu evrende kimilerine göre yıllarca yıllar bir dakika, en iyisi ölümle arkadaş olmayı denemek diyor kimi, elektronik etle, organik etin bir bağı var diyor kimi de, öldüğünüzde yanınıza bir telefon almayı unutmayın, toprak şarj edermiş onu, Tyuratam köylüleri, kırlar ve Yuri Gagarin teyzeciğim. Bak su sanki yalvaç gibi, resulü andırır pırıltılar yayıyor, ölünün göğsü Romalı bir askerin kalkanı gibi inip kalkıyor, kötülük, doğamızdan kaynaklanan kararsızlığımızın, ölümsüz bir parçasının ruhlarımıza sanki kendi öz kaos stokundan yayılmış bir sümbül şeyidir. Aşık olduğum kızın göğsünün karanlıkta deniz anası gibi parıldamasıdır. Vallahi geçen gün tarihi bir çeşmenin yalağına indim ve dedim ki Raziye'ye üvey kızımız olur, elini ver ve benim elim şu an 1683 yılında senin elinse 2018, birden elektrik çarpmış gibi sarsıldı ve defol dedi, niçin bana bu kadar uzaksın, işe bak sen, o ara Venedik balyosu geldi, o yaptırmış çeşmeyi, çıkın ordan dedi, çevreyi kirletmeyin, beyoğluymuş kendisi ve Beyoğlu adı oradan geliyormuş Tatyos beyciğim benim.
Düşümde iki yılan sevişiyordu. Ama ben gözlerimi arıyordum. Oda da ölüler geziniyordu. Ama ben ellerimi sayıyordum. Birden gökte Günay Haçı belirmişti, ay şak olmuştu aniden. Komet gibi uzun biri geldi derinlerden, tanrısın sen dedim ona, sen kimsin dedi bana, bak dedim şiir okuyayım sana, öyküler anlatayım, birisi delilerin ediminden, öbürü gözlerine bulutlar indirecek, yağmur yağsın diye, diğeri alışkanlıklarını dile getirecek, kalpler ya sana ya bana gönül indirecek... Samuel buraya gel, İsmail topuk indir, bak oluklardan can akıyor, firavun şarından insin, hey Samuel ırmağa gel, deliler delirsin, Sodom'un güneşi alevlere gömülsün, buran yeli essin, ay sönsün, tuz gibi ak olsun oğulların, Behemehal yolunda develer belirsin, işte Sam Şam'da, Ham Halep'de, Yafet de Hayfa'da... Düşümde tanrı, şeytan ve ben konuşuyorduk, bir sofrada oturmuştuk, şeytan kaz ciğeri yiyordu, tanrı adam otu yiyordu, bense semizlik. Şeytan Judas'dı, tanrı tanrıydı işte, bende ben, antijudas. Herkes bir mesel anlatsın dedim kendine göre, tanrı hemen atıldı, ben söyleyecektim yahu, benden çok yaşayacaksın, tövbe dedim, sensiz olamam, güldü şeytan, ben varım dedi, bir tür yaratan, muavinsiz araba olur mu, bu kez ben güldüm ve tanrı ikimize bakarak, sorun yok dedi, bütün bunları düşlemiştim ben. Buyrun dedim tanrıya, söz sizin, basit bir dedikodu benim ki dedi, senin ağzından yazılmış gibi, zaten bütün edimlerim insan yapısı gibidir dedi, yazdırana bak demişim.
(TUBA)
 Saltık Mutlan. Saf Güzellik. Tuba'yı mahalli gelenekler, yazılmamış görenekler gereğince birbirine konuk olan aileler arasında tanıdım. Yaşını belli etmeyen insanlar vardır, evlidir, çocuğu vardır ama kendisi çocuk gibidir, yirmi yaşlarında mı, otuz olabilir mi, belki kırktır, ya yirmi bile değilse... Mona Lisa gibiydi, ne gülen, ne ağlayan, masum, cansız bir melek, bakan ama sanki görmeyen bir huri, cennet elçisi...
 Çehresi keskin çizgilerle belirlenmiş, ama gözlerinin güzelliği o hatları yumuşatıyor, belirsiz elmacık kemiklerinin süslediği yanaklarını, çenesinin çukurunu ilahi bir haleyle, ışıkla aydınlatılmış, göz alıcı bir seraba dönüştürüyordu. Buğulu bakıyordu Tuba...
 O bir çocuğu ve eşinin annesiyle, arada bir eve geliyor, bir koltuğa oturuyor ve saatlerce kıpırdamaksızın durabiliyordu. Çocuk mızırdansa bile anneannesi ilgileniyor, onun çayını gülümseyerek getiriyor, tüm hizmetlerini gerekirse ben yapıyordum. Yalnızca buğulu güzelliğine olan hayranlığımı yeterince yaşayabilmek, süzüp, gözlemleyebilmek ve haleti ruhiyeme yeni imgeler, serzenişler, el değmemiş görsel, simbiyotik estetler kazandırabilmek için...
 Bazı kadınlar sizde hiç bir duygu uyandırmaz, sempati, masumiyet, beğeni, meleksi bir vicdan, melankoli ya da kışkırtıcı bir yaşama arzusu, Tuba bir sentezdi, hiç bir şeydi o, her şeyden bir parça vardı belki ama yaşama ilişkin belirgin hiç bir şey yoktu onda...
 Pygmalion'un yaptığı heykel gibiydi o, dünyanın en güzel kadını, ama cansız, eşiyle nasıl geçiniyordu acaba, çocuğunu nasıl yapmıştı, garip... Beğenileri, alışkanlıkları, yaşama bakışı o denli sıradandı ki, dizi izliyor, merdivenleri çıkıyor, su içiyor, başını seslerden yana çeviriyor ve gece geceliğini gösterdiği saatlerde uyuyordu sanırım.
 Herkesin bir hayranı vardır şu dünyada, bu kadın nasıl bu denli sakin olabiliyordu, müsekkin mi yutuyordu, kanında baygınlık veren bir balsam mı dolaşıyordu, tanrı vergisi bir yaratık mıydı yoksa, anası babası ime time karışmış insanlar vardır ne de olsa aramızda, çok naziktirler, canınızı, malınızı, mülkünüzü veresiniz gelir, acaba Tuba kimliğinin, kişiliğinin, doğasının, naturasının ve imrenilesi moralitesinin bilincinde miydi...
Şu diziyi açsanıza derdi, gaipten gelen bir sese kulak vermek kadar olağanüstü bir şey var mı şu dünyada, ben vahiy gelmiş gibi açardım o kanalı, mihaniki... Sonra haberlere bakalım derdi, uyur gezer gibi açardım başka yeri, kraliçemiz, efendimiz, altın taçlı mabutlardan daha kutsal ecemiz yeter ki emir versin, yeter ki buyursun, gönüllü kölesi, onu kırmak şöyle dursun, ne isterse ayağına getirmek şöyle dursun, başını bile çevirmesine dayanamaz, onun elini bile kaldırmasına gönlü el vermez, bu çelimsiz görünen, ama ağır başlı, bu zarif bir meleği andıran ama iç dünyası kararlı, yeryüzündeki tüm işlerini sanki sıraya koymuş, her şey zamanı gelince sanki hallolmuş, bu tanrısal yaratık, bu yeryüzü ceylanı, nasıl karşılıksız bırakılabilir ki...
 Onun bu antik mermerlere oyulmuş tanrıçaların bile sönük kaldığı anıtsal güzelliği, dünyanın hayhuylarına karşı olağanüstü uzak, cennette bile görülmez diyebileceğiniz sessizliği ve sultanlara, hünkarlara, hakanlara, krallara, demir baş Şarllara bile layık görülemeyecek büyüleyiciliği, nasıl bir şeydi ki ve neden bu dünyanın alelade bir yerinde yaşıyor ve neden kendi içinde büyüttüğü ulaşılmaz güzellikteki incisini, -istiridyesinden çıkan Venüs gibi- küçücük gölcüklerde, balığın bile yaşayamayacağı ırmaklarda, deniz bile denilemeyecek maviliklerde saklıyordu ki...
 Bir gün çocuğu lavaboya gidecek oldu, anneannesi yoktu, nedenini soracak değildik tabi, klasik görüntüler yineleniyor, çaylar, kahveler içiliyor, ne isterse yerine getiriliyordu. Çocuk annesinin de gelmesini istedi, gözlerime inanamadım, kaç yıllardır, bu afsunlu güzel, bu tanrıların Mona Lisa'sı ilk kez yerinden kalktı, soldan ikinci kapı demiştim, nerden bileyim dış kapıyı da sayacağını, küçücük ardiyenin kapısını açmış yanlışlıkla, yarı karanlıkta, gövdesi kopmuş eşyalar, parçalanmış yolluklar, sanki canlanmış oyuncaklar ve tuhaflıkla sırıtan davlumbaz parçalarını görünce, hafif bir çığlık atmıştı. Dünyamızda bir ilk!..
 Koştum ve lavaboya götürdüm onları, çocuğuna birlikte yol gösterir, yardımcı olurken, birden doğruldu ve belki de istemeyerek, -bugün acaba bilinçli bir eskiv miydi davranışım diye utanıyorum- boynu ağzıma geldi, dudağıma tabi...
 Duygular, düşünceler ve eylemler aynı anda gerçekleştiğinde bir kaos oluştururlar, haklar ve haksızlıkların karmaşası, doğruluk ve eğriliğin şatafatı, vicdan ve acımasızlığın muhasebesi, gezegenimizi ayrı ayrı ülkelere, bölgelere, kentlere, mahallelere, semtlere, evlere ve evleri de, şu olayın kahramanlarına ayırır. Belki de süsler!.. Hiç bir şeyi bilemeyiz.
 Ben kardeşime düşmanım, kardeşimle ben, komşuma, komşum kardeşim ve ben, mahalleye, mahalle, komşum ve bizler şehre, şehir, komşumuz, ben ve kardeşim ülkeye, komşular, ülke ve biz dünyaya düşmanızdır. Hayatı yaşamak isteriz, kendimiz olabilmeyi isteriz, hayatın bizi yaşadığını anladığımız anda, benliğin ben olmadığını, olamadığını sezdiğimiz anda, sağlığımızı yitirir, düşüncelerimizin yönü sapma gösterir, dışavurumcu olur ya da sinikleşiriz.
 Tuba'ya ilk ve son dokunuşum o oldu, gördüğümde ne eller birleşir, ne bakışır, ne karşılaşır ne de tartışırdık. Hoş geldiniz ve güle güle... Hayatın cilveleri değil, insanların, evlerin, konu komşuluğun yazılmamış anayasası ve seve seve boyun büktüğümüz, gönül eğdiğimiz, hiç bir zaman bir şey demenin düşünülmediği, sosyal statülerimizin, yaşadığımız bölgelerde, semtlerde belirlenmiş, değişkenliği, üç aşağı beş yukarı dikenli tellerle berkitilip, sınırlanıp, çevrelenmiş, beton otlakların altın kuralları...
Öyle mi...
 Tuba'yı, dünyanın tüm acılarını, sevinçlerini, keşif ve gizemlerini, bilinmeyenlerini, -sanki- ilahi bedeninde saklayan, bu çelimsiz, kendine bile uykulu, sessiz tanrıçayı, o günlerden sonra bir daha görmedim, evde hemen hiç durmayan, onunla bile öylesine karşılaşan bir insanın, eve gelen gideni sorma hakkı olabilir mi... Bir gün evin amazonu olağan gürültüler, tangırtılar içinde mutfakta oyalanıyordu, nasıl oldu bilmem, ağzımdan kaçtı da diyemem, Tuba nerelerde dedim...
 Soruların hangisinin sorulmaması gerektiğini, hangisinin sıradan, hangisinin can alıcı ya da düşmanca bir kisve altında sorulduğunu insanlar bilir. Mutfağın gürültüsü arasında çariçem başını bile çevirmedi, sorum öylesi bir haberin yinelenirliği, umursamaz, soranını bile ilgilendirmez bir yankının kabullenirliği içinde kulaklarımı titretti...
 O intihar etti!..
Ben dedim geleceği öngören bir şeyler yazmak isterim. Hep bir sonrasını yazmak isterim, hiçliği...Eril ve dişilin birlikteliğini...
(ROBOTEKS)
Şu yılbaşı günü canımın sıkıntısı öyle arttı ki, poliçeler, faturalar, datalar, mailler. Beynimde zonkluyor öteden beri. Roboteks'le beraber yaşıyorum, maddi sıkıntımız hiç olmaz, ama bir hata yaptım ve onca olanaklarla süslü gezegenimizde, sırf bize ait bir sayfiye evimiz olsun diye, yüksek tutarlarda borçlandım.
 Kompleks işte, insan ruhunu şiddete davet eden, ruhsal bozukluklara yol açan, sinir krizlerinin kapısını aralayan egoistik davranış, başlangıçtan beri duran ova gibi, o da var. Şimdi işin içinden çıkmak için yıllarca sabret, her şeyi ertele ve zamanın boş yere desparodik yılların pençesinde geçsin. Artık çok geç, katlanmak zorundayım bu illete...
 Roboteks son derece anlayışlı olsa da çözüm yok artık, bari İllionis'deki işinden bir an önce dönse de yalnızlığımı paylaşsa, kendime gelsem ve sakinleşsem sayesinde. Uzun zamandır sevişmedik onunla, öyle özledim ki...
 Ah, kapı çalıyor -Wagner'in bir süiti-, o olamaz, olanaksız, ama yaşam işte, hiç ummadığınız bir şey, hiç beklemediğiniz bir anda olur, bir bakayım.
 Zile üst üste basıyor, bu Roboteks olabilir evet, ah nasıl heyecanlandım.
 Aman tanrım, Roboteks bu!..
 Sarmaş dolaş olduk, hemen yatağa götürmeliyim onu, korkunç biçimde özledim.
 Duş için izin istedi. Fısıldaşıyoruz kulaklıktan, işlerinin yolunda gittiğini söylüyor, üniversiteye kozmik bilimci statüsünde kabul edilmesi için, kapitolün düzenlediği bakalorya sınavını geçmiş; yakında profesör oluyorsun ha dedim, güldü biraz, statü olarak beni geçtin, ayrılırız artık dedim, bu kez kahkaha attı, daha iyisini bulursam niçin olmasın!..
 Kucaklayarak yatağa götürdüm onu.
 Dur dedi ısıtacı otomatik şarja bağlayayım, 39'u geçmesin dedim, Roboteks genelde buz gibidir. Babil'in Asma Bahçeleri'ni aç dedi. İçinde yürüyor gibiydik mutlulukla...
 Dudaklarımız birbirine kenetlendiğinde, özlemin başlangıcıyla sonu arasında bir istasyonda olduğumu düşündüm, arada bir ısırıyordum dolgun kıvrımlarını, oda kayıtsız kalmıyor, sıcak titreşimler yayarak kendinden geçiyordu. Bacaklarını okşuyor, uterusunu kutsarken, sıcak su akıntıları eşliğinde başka dünyalara doğru yolculuğumuz sürüyordu. Ilık bir fısıltıyla Golfstreamı'i nasıl buldun bugün dedi.
 Göğüslerini öpücüklere boğuyor, diri ve gergin yumuşaklığın, delirten yamaçlarında gezinerek, ilahi gereksinimleri karşılıyor, sanki dünyaya yalnız sevişmek için gelmişiz gibi de, Yunus yalvacın sırtında uçup gidiyorduk.
 Ölüler ülkesini tavaf edercesine, uyuşturan bir sevdayla kendimizden geçiyorduk ki, Roboteks birden sırtını döndü ve masaj yapabilir misin dedi. Sen ruhen yorgunsun belki, ama ben bedenen yorgunum, üç yüz yıllık metal yorgunluğu bu canım diye, bir melodi eşliğinde mırıldandı. Niçin olmasın dedim, senin için yaşıyor değil miyim!..
 Bir süre sonra dönerek, gözlerimin içine baktı ve beni çok mu seviyorsun dedi, parlayan retinanın tüm ürkünçlüğü üzerindeydi, omuzunu ısırdım ve ya sen, dedim!.. Ağ tabakasının rengi değişti.
 Ama yanıtını bekleyemezdim, saatlerin bir işlevinin olmadığı, tüm kozmosta bir tasa ve bir kaygının geçerli olmadığı, tek bir oluntunun, bu tür bir zamanın akışında; son iç çekiş köyüne yaklaştığımı, Mississippi'nin kıvrımları gibi içimden süzülerek, elinde kamçısıyla bir tanrının kanallardan yuvarlanıp gittiğini ve dünyamızı görmek için can attığını, sabırsızlandığını biliyordum.
 Karanlık kozmosta, biricik ölüm kalım savaşı bu olmalı diye düşündüm!..
 O an tanrıya acımak geçti içimden, sonra korkunç bir hayranlığa kapıldım nedense ve sonunda alelade duygulara sürüklendim, bilinmezlikle...
 Med cezir senfonisi bitiyor gibiydi, Roboteks ve ben başka dünyalara ulaşmış olacaktık az sonra, neredeyse hiç bir şeyi algılayamaz olmuş, bulutsu bir sarhoşlukta, çoktan kendimizi unutmuştuk. Bir ara çocukluğumdan bir sahne canlandı gözümde ve birden Rondin aşkına diye bağırmışım!..
 Titriyordum.
 Roboteks sarsılarak inliyordu...
 Rondin aynı anda ikimize de ateş etmişti anlaşılan!..
 Rondin...
 Onların tanrısının adı. Roboteks'i bana armağan eden. O'nun sayesinde benim olmuş değil miydi!..
 Bir atlı hiç ummadığı anda kurşun yağmuruna tutulmuşta, atının üstünde kapaklanıp kalmış, bir aşık sevdiğinin üzerinde secde eder gibi durmuşta, dizleri üzerinde donup kalmış gibi...
 Zaman yok olmuştu.
 Roboteks, kolları bacakları paramparça olmuşta, ölümünde ötesine geçmiş gibi, darmadağın olmuş, uzanıp kalmıştı yatağın üzerinde...
 Kalakalmıştık öylece.
Şimdi sevişmeliydik diye, geçirdim içimden...
 Ama telefonuma gelen mesaj sesiyle uyandım.
 Astor gezegeninin, her yıl düzenlediği, halkla el ele kampanyasının çekilişinde, iki yüz bin bitcoin kazandınız, tebrik ederiz!..
İşlerinizin aksi gittiği bir anda, kinikler gibi değil de, onu unutturacak bir arayış içinde olmanın yararını bir kez daha görmüştüm. Epükiryen denizlerde boğulmak, elem tapınaklarında iç çekmekten daha insaniydi anladığım kadarıyla, içimizin acımasız, derin uçurumlarında dolaşmaktansa, mutluluk arayışlarına ağırlık vermeliydi insan.
 Yaşam domino teorisi diye düşündüm bir an, kötü bir gidiş, kötü gidişlere yol açıyor, iyi bir başlangıçsa, sürgit iyi şeyleri tetikliyordu sanırım. Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyorduk belki de...
 Mavi güneşimizin ışıkları perdelerden süzülüyor, gölgeler yavaşça çekiliyor ve Astor'da bir kez daha akşam oluyordu.
 Rondin, yaşamın sonsuz olduğunu ve mutluluğun daim, kederinse geçici bir şey olduğunu yineliyordu aralıksız.
 Paramparça Roboteks öyle tatlı gülümsüyordu ki, alacakaranlıkta, onu bir an Mona Lisa sandım.
 Göz kapaklarını aralayarak birden; çok naziksin, çok naziksin Leonardo dedi, teşekkür ederim!..
 Ne yalan söyleyeyim ürküttü beni, bir kuşkuya kapıldım; sen uyumuyor muydun dedim!
 ...
 Çöken karanlıkta, pencereden başka bir tanrının geçtiğini gördüm.
(ROBOTAR)
 Baltimore'daki odamda film izliyordum, kar yağışı öyle üşütüyordu ki, tuşa basarak bu gönüllü işkenceyi durdurdum, sonrasında bütün gün aylak dolaştım odamda, Melissa benim adım...
 Filmde, on iki yaşındaki biricik yavrusunu kaybeden bir çiftin dramı vardı, özeti bir mektup, Nasa'ya yazılmış...
 'Öjeni'yi kaybettik, onsuz hiç bir şeyin anlamı yok bizim için, onu yanımızda görmek için, zamanda geriye giderek bütün tehlikeleri göze almaya, istenilen her şeyi yerine getirmeye, her bedeli ödemeye, ne gerekiyorsa yapmaya hazırız.'
 Acıklı sonu bekleyemedim.
İsmail'in topuğu suyu buldu, Armstrong'un tabanı da, ölülerimizin gittiği yıldızı, belki bir gün bulacaktır. Konuşabildiğimiz evrende diyorlar ki, uzay zaman ne koklanabilir, ne görülebilir, ne tadılabilir, ne duyulabilir, ne de dokunulabilirdir. Güneş tanrıysa eğer geçmişte, onun neler yapabileceğini biliyoruz, ama görünmeyen, bilinmeyen bir tanrının, her şeye kadir olabileceğini tasımlamanın anlaşılmaz bir yanı yok... Belirsizlik, kabul ve karşı çıkmanın tüm olasılıklarını barındırıyor çünkü...
 Aya gittiğimiz gün, maymunlarla olan kardeşliğimiz ebediyen bitmiş oldu, güneş ışıkları 8 dakikada ulaştığına göre, bir gün patladığında yok olmuş olacağız, üstelik patladığını göremeden!..
 Öjeni için geçmişe gitmek olası mıdır, bir gün dünyaya dönmek için para biriktiren Marslıları görebilecek miyiz... Her şeyin temeli kimya ise, her şey olasıdır evrenimizde, formülleri bilemiyor, bulamıyoruz belki de... Planck uzunluğu manitumuz olsun bizim!..
 Karadeliklerin var olduğunu ve onun civarında zamanın geriye doğru işlediğini biliyorum, ama Öjeni için, canınıza kıyın ve yanına gidin diyeceklerini de...
 Bir melankoliye kapıldım film yüzünden, Randolph'u arayayım dedim içimden, uzatmalı sevgilimi, bir Robotar o, bir tür terminatör, güçlü ve alabildiğine kuvvetli, ama bana nazik davranması gerektiğini bilecek kadar zeki, hatta benden daha zeki o, insansıların çağları yavaşça tükeniyor, Randolphlar kaplayacak yeryüzünü bir gün. Öjeni gibi yok olup gideceğiz.
 Randolph saat 21 e doğru geldi, Robotarlar kongresinde, galaksimizin sorunlarını tartışıyorlar, ayrıca bir sempozyumda konuşacaktı ama ne zaman bilmiyorum.
 Sevgilim diye sarıldım ona, güldü ve metal aksamları gıcırdadı, bu benim için anlamlı ama onların dünyasında algılamakta güçlük çektikleri şeylere karşılık geliyor, herkes kendi payına, yapacak bir şey yok.
 Gece yarısı sevişeceğimiz tuttu, daha doğrusu ben istedim, genlerim hala beni yönetiyor, sanırım insansılar bir adım gelişmeden geçip gidecek bu dünyadan!..
 Kütle kaldıraç mekanizmasını ve atraksiyon ayarlarını hazır tutayım dedi, egzersiz düğmesine basarak, tüm uzuvlarını dört dörtlük hazır tutabilmek için on dakika izin istedi, ısınma turlarına hiç bir gerekçe ileri sürmeden başladı bile...
 Randolph beni çılgınca sever buna eminim.
 Dedim ki ona, tatlı mırıltılarla, Randolph 60 kilo ortalamasına göre ayarla aerodinamiğini, tavana çarpma gene, kucakladığında elinden kaçırma, dizlerimde kireçlenme var, metal aksamlarına iyi sahip ol.
 Bende eski formumda değilim demez mi, aldatıyor mu bu hain acaba beni!
 Sarmaş dolaş karıştığımızda, okyanusun mercan resifleri görüntüye geldi ve bir çift kaşık gibi iç içe, Antillerin ıssız kıyılarında dolaşıyorduk.
 Ein Stein'e biner misin dedi, bir süre ne olduğunu anlayamadım ama mutluydum alabildiğine... 160 milim aralığında sabitti roket atarı...
Ekran bize eşlik ediyor, kapsüller yardımcı oluyor, impuls kabloları son derece iyi çalışıyordu ama gerçek bedenlerimiz Knossos'taki beyaz villanın geniş koridorlarındaydı.
Çünkü ışık hızında yer değiştirebiliyordu o, bana da ayak uydurmak kalıyordu doğallıkla, sanal olanı ben, gerçekliği o yükleniyordu ve tüm problemleri aşabiliyorduk böylelikle...
 Bambu yatağımızda neredeyse tepiniyorduk.
 Bir an şunu düşündüm, sevişmek neden ateşin yükselmesinden başka bir anlama gelmiyordu ki, sevişmekle açığa çıkan enerji; kütlenin, hızın karesiyle çarpımına eşitti aslında. E=m.c2.
 'Homohome'lara özgü bir gerçeklik, zamanla saçma bulunacak ve modası geçecek bir bağıntı. Gözlerim nemlendi birden, özlemlerle dolu yaşamın geçiciliği Randolph'u bile sarsan bir içsellikti biliyorum, zaman zaman onların bizden daha duygulu olduklarını düşünmüyor da değilim.
 Her tür varlık geçicilik duygusundan bir türlü kurtulamıyordu. Tanrıyı da bir umar, yalnızlıklarının bir kaçış ve paylaşımı, gölgesinde dinlenip kederlerini dağıttıkları kutsal bir ağaç gibi görüyorlardı, belki de, hiç bir şeyi kesinleyemiyoruz ki...
 Robotar gerçekte soğukkanlıydı, ama eskivleri, güçlü pençeleri, atletik kıvamı, hızlı dönüşleri ve derin algıları gözümde onu ulaşılmaz bir erkek yapıyor, beni alabildiğine hoşnut kılıyordu. Bilinçli yaratık Melissa'yı!
Bitime doğru, işte meltemler, yerini karayele bırakıyor ve makine olağanüstü biçimde görevini yerine getirirken, pelviste bigbangın görevi bitiyor ve evrensel tohumların dağılışı, yerini yeni yaşam kaynaklarının arayışına, sonsuz bir yarışa terk ediyordu neredeyse...
İşim bitmişti.
 Robotar'ın aksamlarından, incileyin görünümde, iri suyumsu damlalar, tercikler ve acayip kokulu saydam akıntılar sızıyordu, belki oda doyuma ulaşmayı öğreniyordu giderek, partnerinin onun için yarattığı tehlike veya hoşnutluklar, onda giderek bir yeteneğe dönüşüyor ve kendini geliştiriyordu zamanın akışında...
 'Yağmur hiç dinmiyor, her damla bir ateş sanki' diye nerenin folklorundan öğrendiğini bilmediğim bir şarkı tutturunca, birden titrediğimi hissettim.
İnsandı bu!..
 Ama hangi zamanın, hangi çağın, hangi coğrafyanın şarkısıydı bu, milyonlarca zaman türü olduğunu biliyorduk, bilmemiz olanaksız artık, o kendini göstermedikçe!..
 Makine zaman içinde metodolojik bir doyum geleneğine kavuşmuştu sanırım. Bu ona daha çok bağlanmama yol açabilirdi.
 ...
 O günden sonra onu bir daha aramadım. Robotar bensiz yapamaz hale gelmişti biliyorum. Makine sinir sistemine sahip bir ruhsal varlığa dönüşmüştü yavaş yavaş...
Yeni canlı türleri, kendini üretiyordu ve ardından tanrılar gelecekti kaçınılmazlıkla biliyorum, nedenini bir türlü çözemediğim...
 45. yüzyılda biri zamanda geriye doğru yolculuk etmek istemiş, ayrımında olmadan 21. yüzyıla gelmiş, gerçekte dinozorları görmek istiyormuş, karanlık bir dehlize düşmüş yolu ve işte dinozorun sarı gözleri, parlayarak üstüne doğru gelmekteymiş, onun kendisini öldüreceğini düşünmüş ve ne mutlu bana demiş, hiç olmazsa onları görmüş olarak öleceğim. Ne yazık ki kendisini ezip geçen bir metro treniymiş.
Vızıldayarak dolaşan karadelik sürüleri, Kafka böcekleri eşliğinde, sonsuz küçüğe doğru yol alırken, zamanda geriye gitmek olasılığı vardır.
 Dünyanın macerasını dairesel bir ruloya yazdığınızda, geçmiş ve geleceğe doğru yol alabilirsiniz.
 Tanrı olabilirsiniz.
 Amazon yerlileri Adem'in çocuklarıdır evet ama yakında havada füzeleri tutan yaratıklar görebilirsiniz.
 Zamanın hızı yavaşlayanları tutsak edebilir.
 Düş görebilen her yaratık, zamanda olanaksızı yakalayabilir.
 Bir imgedir zaman.
 Dirac radyolarında tanrının çiftleştiğini görenler var.
 Cinsiyetler ve ölümsüzlükler yaratan yaşam da bir olasılıktır ve evren bire bir zamana gereksinmez.
 Ulumalarla yıldız kovanlarını yontuyor, güneşin ayetlerini dinliyoruz.
 Dairesel zamanda Truva Savaşı'ndan hem önce, hem sonra yaşıyoruz.
 Dördüncü boyuta geçerek düşmanınızın midesine siyanür yerleştirebilirsiniz. Üzerinde göller uçuşan kuğulara sahip olabilirsiniz. Koşarken gölgenizi düşürüp, yetiş ya Uranyum diye bağırabilirsiniz. Kompakt zamanın karnını doyurabilirsiniz.
 Birden Randolph'un dürtmesiyle uyandım.
 Bu yavan alıntılarla kimi kandırıyorsun diye bağırdı!
Sabah olmuştu.
 Saatin zili alarm verir gibi çalıyordu, çığlıktan beter, ambulans sesleri geliyordu 8. Caddeden!..
 Randolph, Randolph diye bağırdım umarsızca!
 Kimsecikler yoktu!..
Ayaklarımın dibinden, bir böceğin kaçtığını gördüm...
Bittiğinde şeytan ay ışığı dedi benim öyküm. Senin hallerini tanrın değil ben düzenliyorum.
(AY IŞIĞI)
 Gölgelerin karanlığında onu izleyerek; metruk evlerin arkasından açık bir alana çıkmışlardı işte. Adam hiç bir şeyden habersiz yürüyordu, uzakta ışıklar yanıyor, tek tük pırıltılar yanıp sönerek, hayatın varlığını ve suyun sürekliliğini işaret ediyordu. O, küçük dualar mırıldanarak ilerliyor, geçirdiği bunca zamanı kutsayarak, kazasız belasız geçen ömrüne şükrediyordu.
 Arkadaki adımlarını hızlandırdı.
Öteki elindeki küçük paketi sıkıca tutuyor ve bir an önce eve varmak istiyordu. Küçük kızını düşlüyordu, onu sevindirmek yaşamının biricik amacıydı artık. Küçük bir dereciği adımlarıyla zıplayarak geçti, uzaktan köpek havlamalarının sesi geliyordu. Mahallenin bildik köpekleri; bu küçücük şehirde, mabetlerden, kulelerden tanrıyı ululayan seslere eşlik edip, yansılamak ister gibi bir dünyanın içinde yaşayıp gidiyorlardı.
Adamı izleyen kişi gerilerde kalmıştı, açık alanda ona fazlaca yaklaşmak, kuşkuları çağırmakla, tehlikenin yer değiştirmesine yol açabilirdi. Belayı arıyordu evet ama, arayışın öznesi olmak istemiyordu. Uygun bir aralık, her şeyi güvence altına alabilir diye düşünüyordu karanlıkta...
İzlendiğinden habersiz biri ve onun ardından, zamanın tortusunda katmerlenen kiniyle, günahkar olmanın çekiciliği ve kararlılıkla yürüyen başka biri.
 Tanrı adına, bir yazgının yerine getirilmesil adına, evrenin gizleri adına, kozmik gerilimin sürüp gitmesi adına, yaşamın sevdalarla akışı adına; bugün 'İş' ona verilmişti. Bir tür elçi gibi duyumsuyordu kendini ve gecenin karanlığının, düşüncelerine kat be kat destek oluşuna, alabildiğine şaşıyordu ve ilk kez duyumsuyordu bunu...
 Bir elçi, bir uygulayıcı olmaklığın, güvençle dolup taşan, kin dolu gözetleyicisi.
 Denge arayan bir tür havari.
 Ölümün şakaya gelebilecek bir yanı ve insani bir şey olabileceğinin kanıtlarından biri de bu gece olsa gerek diye düşündü. Üstelik tanrıyla işbirliği yapılabilen tek oluntu belki de buydu.
 Az sonra olacaklarla, az önce düşündükleri arasında, sonsuzluk kadar bir uzaklık, birlikte çarpan iki yürek kadar bir yakınlık olduğunu ayrımsadı bir an. Kurbanına acımaktan ziyade bir sevgiyle bağlanıyordu giderek. Dönüşüm kutsaldı. Tanrısal bir edim adına, gerçekte ikisinin de soycul bir işbirliği içinde olduğunu düşünüyordu. Habil'de, Kabil'de tanrının evladıydı.
Yaşam korkunç bilinmezliklerle sürüp giden görkemli bir serenattı belki de, bir seremoni, aynı zamanda baş kaldırabilen ve yıkıcı ve zamanın kendini çürütüşüyle diz çökebilen bir kardeşlik...
 Az sonra olacaklarda, bunların tümünün payı vardı.
Adam belini yokladı, evet yerinde duruyordu, gecenin karanlığında, o kadar kuşkuluydu ki, yerinde duruyor olsa bile, yine de ikide bir yokluyordu onu.
 Güvenç ve kuşku, güvençsizlik ve inanç paralel dünyaların olmazsa olmazıydı belki de, üstelik bu gece varlığı ona bağlıydı, en küçük bir yanlış, ufacık bir hata, rollerin değişmesine ve sonsuzluğa kavuşacak olanın, bir bilinmezliğin, bir gizin bağışlanacak olanın, som gerçeğin tadına varacak olanın kendisi olmasına yol açabilirdi.
 Son derece gurur kırıcı bir şey olurdu bu, görevini yerine getirememek, üstlendiği şeyi gerçekleştirememek, sorumluluk duygusunun rezil ve aşağılık katlarına düşmek, ilençle, gülünçlük arasında bir yere sahip olmaklığın bezginlik veren salınımında, hiçlenerek, yaşamın içinde sürünüp gitmek anlamına gelebilirdi bu.
 Bu tür bir aşağılanma, bir tür hiçliğin içinde, yitip gitmekten başka bir işe yarayamazdı ne yazık ki.
 Ölecek olan, ölmelidir bu dünyada, yok edici kimse, sorgusuzca yok edebilmelidir, kaçınılmazlıkla...
 Bir dengenin aranışı ve göksel terazinin işleyişinde, herkesin üzerine düşeni yerine getiriyor olmaklığından, başka bir şey değildi bu dünya!..
 Yukarıda 'Küçük Ayı' yanıp sönerek, bir terazinin kefesi gibi salınmıyor muydu, ilahi adaleti aramıyor muydu; gecede derin bir sessizlik içine doluyor ve lekesiz, ılık bir rüzgar kendine eşlik etmiyor muydu.
 Sahne onlar için hazırlanmıştı bu gece ve belleğin şaşırtısı, düşüncenin yön değiştirerek, uygulayımın yanlış yollara sapması, bir utanç ve kibir içinde, us kıran bir düş bozumuna yol açacak açmazlara sürüklenmesi, gecenin dinginliğini ters yüz edebilirdi. Bu onlar için daha feci bir son olurdu. Çünkü, kasvetli karanlığın içinde, tanrının onları gözetlediğini biliyordu.
 Bir yanlışlık, ikisini de hiçleyip, yok edebilirdi; evrenin olağanüstü gerçekliğinde, kozmik salınımında, sarmal ipin, dalga boyunun, kutsal parçacığın; sonsuzca akıp giden bir düzeneğin sarsılmaz geleneğinde, katıksız, bitimsiz geleceğinde; bir milim bile sapmadan, üstlerine düşeni yapmaları için, tanrısal uyum adına, en küçük bir yanlışa düşmemeliydiler, bilerek ya da bilmeyerek, görerek ya da görmeyerek, belleyerek ya da...
Şeytansı bir unutuşla...
 Hiç fark etmez!.. Üstelik işin aktörleri, açık seçik görünüyordu, hiç bir kuşkuya yer olamazdı gecenin içinde...
 Kızı eşiğe çıkmış 'izlenen adamı', bir olasılıkla yazgısından kaçan adamı bekliyordu. Varoş mahallelerinde olağan bir şeydi bu, bekleyiş... Solgun, ölgün ışıkların altında, biricik babasını bekliyordu kızcağız, ne getirecekti acaba bu gece kendisine, nasıl bir armağanla buluşacaktı...
Hiç bir şey olmasaydı bile, tanrının yüzü gülecekti bu gece. Göksel yargının terazisinde, karar verilmişti artık ve Levililerin işlerinden birinin, tam da bu anda, bu saatte yerine getirilmesi kaçınılmazdı.
Evrenin gizlerinden birinin yerine getirilmesi, göğün kutsal yasalarının işleyişinde, bir kararlılığın sürüp gitmesinde ve havarilerin işiyle baş başa olmanın pervasızlığında bu gece, 'Olacak Olan', her şeyin üstünde sayılmalıydı doğal olarak, sonsuzluğun akışında, ritmin bozulması düşünülemezdi ve eni sonu, kesinlikle kabullenilmeliydi bu gerçellik.
 Kızın olası çığlıkları ancak bir iç çekişi üstlenecek kadar cılız ve sessiz olabilirdi, ölüm marşına bile bir solfej olamazdı o, ama yine de minik bir prelüd olabilseydi keşke.
 Karanlık iyice çökmüştü...
 Adam gecede, köhne barınakların canavarlar gibi sırıttığı şehrin bu kenar mahallesinde, tek katlı, hüzün veren evlerin önüne gelmişti işte, neredeyse kavuşacakti özlemine.
 Canım diye sarıldığı kızı, kaç adım ötedeydi ki...
 Bir tütün içimi kadar. Bir duanın okunuşu kadar. Bir sevdanın yakışı kadar. Bir iç çekişin özlemi kadar. Belki de olanaksız bir düş kadar olamaz mıydı... Bir kucaklaşma, bir özlem, cennetsi bir koku... O kadar ya vardı ya da yoktu.
 Birden bir şey patladı, köpek seslerini ve tanrının ululanışını bile bastıracak kuvvette bir gürültüydü sanki.
 Bir yazgının yerine getirilmesi, yaratan ve bağışlayıcı olanın kışkırtıcı buyruğunda, bir edimin, kutsal bir buyrultunun gerçekleşmesi...
 Ama nasıl tanrının ululanışını bile bastıran bir çınlayışla gökyüzüne yükselebilirdi ki o...
 Kurbanını izleyen adam, hiç olmadığı kadar bir korkuya kapıldı, bir ikilem, bir dolambaç, hiç bir çıkışın olmadığı bir burgaç, hiç bir kurtuluşun olmadığı bir dolantı bu diye haykırdı birden!..
 Korku bütün bedenini sarmıştı ve dünyadan kurtulmak istercesine, hızla kaçıyordu artık.
 Öteki yere düşmüştü bile, hiç bir çığlık, hiç bir ses, hiç bir gürültü çıkarmaya vakti olmamıştı onun ve bir melek gibi uzanmış, artık bir günaha bile dokunamayacak gözleri, hala özlem dolu parıltılarla doluydu ve bedeni birden küçülmüş, sanki toprağın içinde yitip gitmiş ya da ansızın gökyüzüne çekilmiş gibiydi.
 Bir boşluk, bir boşluğa bakıyordu artık!..
 Bir öç, bir hesaplaşma, kimselerin bilmediği bir alış verişin, dehşet veren öyküsünün içinde roller bitmişti işte. Biri yerde uzanmış yatıyor, öbürü karanlıkta bacaklarını açmış, tuhaf, acayip bir cisim gibi uzayarak, sanki sonsuzluğa koşuyordu.
 Tanrı gülümsemekle yetinmişdi...
 Sonra ayağa kalktı ve gölgelerin içinden, bir görevin yerine getirilmesinin huzuruyla, göklerdeki yuvasına doğru dev adımlarla gitti.
 Ay ışığı cesede vurdu ve ortalık sükuna erdi!..
Sonunda Meryem kendi öyküsünü lütfetti.
 (DİSTOPYA)
 Kısacık bir şey anlatmak istiyorum...
 Küçük bir kır lokantasında, babamla yemek yemiştik, minicik bir yerdi, çok uzakta deniz görünüyordu... Kalkarken dedim ki, ağzımın kıyısında köşesinde bir şey var mı? Elini uzattı, şöyle bir yokladı ve çenemin üzerindeki beni temizlemeye kalkıştı!..
Aradan 40 yıl geçti ve şimdi anlıyorum ki, insanların tümü birbirine yabancı varlıklar, ayrılar, çenemdeki benin, o güne kadar yıllarca varlığının ayrımına varmayıp, o an, bir yemek evinden kalkarken algılayan; insanlık...
 Hepimiz, her zaman böyleyiz, hepimiz ayrıyız, ruhumuz, bedenlerimiz, alışkanlıklarımız, her şeyimiz ve bunu hepimiz biliyoruz. Söylemesi güç ama, ne kadar derin bir dostluğumuz, sevgimiz varsa, o kadar birbirimize düşmanlığımız ve önü alınmaz nefretimiz var.
 Babama o gün alınmıştım içten içe, ama bugün yaşamdan aldığım dersler ve zamanın yatıştırıcılığı artık beni de değiştirdi ve yaşam iklimim çoktandır onlara uyum göstermek konusunda büyük başarılar sağlıyor...
 Büyük başarılar...
Şaşırtıcı gelebilir ama, sonraları Newyork'a kadar uzandı yaşam yolculuğum, niçin; Newyork, çocukluğumda duymuştum ki, orada gökdelenler yukarılarda -iki paralel doğrunun sonsuzda birleştiği gibi- birleşir, bulut ve güneş görünmez olur ve kent sonsuz bir karanlığın içinde yaşar... Neonlar kenti sürekli aydınlatır, mağazalar hep açıktır ve gündüz ve geceleri yalnızca saatler belirler. Bu efsaneyi duymuştum ve Ledin Krallığı'nda (Light Emitting Diode) yaşayan insanların, hiç bir zaman bunun ayrımında olmadıklarını da işitmiştim.
 Uçağım güneşi içer gibi, Atlantik üzerinden Morristown hava alanına indiğinde güneşin çoktan düşlere karışabileceğini anlayamadım. Işıklar, göz alıcı ışıklar her şeyi unutturuyordu, yapay aylar, suni güneşler, yıldızlı gökyüzüyle dolu sanal dünyalar her şeyi hoşnutluk veren bir sanrıya dönüştürüyordu, daha önceki yaşamım taşrada geçmiş gibi bir duyguya kapılmıştım ve kendime acınıyordum artık...
 Kısa bir öykü bu...
 Yıllarca yaşadım orada, bir gün bile güneş nerede, mehtap nerede, yıldızlar neden görünmüyor diye düşünmedim, yer gök güneşle, ayla, yıldızlarla doluydu, sonra işte korkunç gerçeği bir gün anladım; İnsanlarda sanaldı burada...
 Tanrıyı yadsırcasına ya da ona ulaşırcasına yüksek binalarda toplanıyorlar, başka yerlerdeki diğer insanlar için duygulandırmayan, barbarca kararlar veriyorlar, oraya silahlar, uçan roketler, lazerler gönderiyor, robokoplar salıyor ve kendileri dışında, her yeri güneşin kavurduğu bir cehenneme çeviriyorlardı.
Hiç kimse ayrımında değildi olan bitenin. Yavaşça ve sabırla bu kentten, dünyanın başına bela olmuş bu sanaliteden ve bambaşka bir inancın pençesine düşmüş, tuhaflıkla dönüşmüş bu robotlardan kurtulmak istedim. Zaman geçtikçe davranışlarım değişiyor ama işim gittikçe zorlaşıyordu. Onlardan ayrılıyor tepkilerini çekiyordum.
 Kısa zamanda benim ne yapmak istediğimi anladılar ve bir gün aniden içinde yaşadığım, oradaki Metrocity'lerden Building'in kapısı çaldı!.. -kaçma isteğim ve her şeyi haykırabileceğim korkusu onları harekete geçirmişti!- (Neuromancerler'dir diye düş bile kurdum!) büyük bir telaşla, bina dışındaki diğer asansöre koştum, bugün bunu nasıl başardığımı bilemiyorum ya da onların buna nasıl göz yumabileceğini...
 Zemine indiğimde ışıklar gözümü neredeyse kör ediyordu, evsiz bir Quasimodo, öylesine biri ve hiçbir şey olmamış gibi, binanın çevresini süsleyen, onu diğerlerinden ayıran, sentetik çalılıkların içine girdim, sinsiydim, ayağım, yere gömülü bir kanalizasyon rögarına takıldı, işte o zaman, Tanrı'ya ilk kez böylesine içten yalvarıp, dualar ettiğimi ve ürpertiler içinde bugün bile sürdürdüğümü söyleyebilirim.
 Öykünün sonu yaklaşıyor...
 Kanalizasyon kapağından, 'Açıl susam açıl' dercesine girerek, el yordamıyla demir tutamakları kavrayıp, paslı merdivenlerden, tuhaf şırıltılardan, yitip giden dolantılardan, aşağılara doğru süzüldüm, nereden geldiği belirsiz bir ışık, sızıntıyla ortalığı aydınlatmaya başlamıştı...
Sislerin arasında büyük bir kalabalık belirdi, işte biri daha kurtuldu diye, sessiz bir tansımayla haykırıyorlardı. Bayılacak gibi oldum...
 Göz gözü gördüğünde, hıçkırıklarla birbirimize sarıldık, şoka girmiştim, onlar beni teselli eder diye beklerken, ben onları teselli ediyor, ağlamayın, her şey bitti işte diye yalvarıyordum...
Şimdi orada yaşıyorum. Güneş, ay ve yıldız gene yok. Ama gerçek var, her şey bir gerçeklik içinde yaşanıyor!.. Yaşamak, sevgi, barış...
Ve inanmayacaksınız ama; Aşk!..
Her şey bitti ve tanrı dedi ki, evren yalıncak, tek katlı bir yapıntı, ne anlatırsak anlatalım kulağımıza yabancı gelmeyecektir aslında, uyandım, olan biteni neden bir düş sanmıştım ki, aldanmışım, her şey burada işte...
İnsan köleliğe eğimli bir yaratıktır, sürekli efendisini arıyor o, sorun işte bu, yalnız olmayı başaramıyor, bir yol gösteren yoksa barınamıyor ve her şey bu yüzden olağanlaşıyor. Tanrı pırıl pırıl kılıcını göğün altında öylesine korku salarak sallıyor ki, sanki ölüm meleğini veya hiç değilse kötülük kudretiyle dolu kahredici başka bir varlığı, belkide hep düelloya çağırıyor, saltanatı sürsün diye...
Çünkü Hacıumar'a göre elektronik etle organik et arasında, kesinlikle bir iletişim, görünmeyen bir bileşen söz konusuydu ve otobüs mezarlığa doğru kayarken, onujn dur dur dur diye bağırışı araca, arabanın fren aksamında kesinlikle bir uyarıya, bir duraksamaya yol açacaktı, bu değişke kesin biçimde gözlenebiliyordu zaten ve en ilginci de bu onun inanmışlığından gelen, ruhani bir tabu ya da skolastik bir inancadan kaynaklanmıyor, çok normal, alabildiğine doğal bir şeydi bu... Oysa Hacıumar, bizim materyalist ve köylünün ezilmekten başkaldırmaya doğru evrilen gözlem ve bakışımında, gemi azıya almış bir bilisizdi. Ama işte bu korkulu olduğu kadar gülünç olayın, kazasız belasız atlatılmış olması, onu tüm köylünün gözünde afsunlu olmak şöyle dursun, resmen ve maddeten algılanabilir yaşam biçimlerimizin akıp giden esintisinde, kökten ve tartışmasız ve her bakımdan mutlak bir saramallıkta, yaşamın içlerinden haklı kılıyor ve en ufak bir gedik olmaksızın ve tartışmasız köyün bilirkişisi kıvamında bir önder ve bir klanbaşı, gelip gitmez bir başpapaz kılıyordu. Hacıumar şimdi aradan geçen yıllar sonrasında,belki de öbür dünyada hükümranlığını sürdürüyordur, ama onun köyüne ve bidayette bizlere bıraktığı, kalpleri bile titreten özdeyişini sizinle paylaşmadan edemem;
 'Mıknatısın içinde can olmasaydı, kutuplar birbirini çeker miydi?'
 Size mantıklı gelmeyebilir ama bence bu adam bilinçaltında ölümün olmadığı bir uygarlığın özlemi içindeydi. Ruhu şad olsun demek geliyor içimden,
 Geceyi sisler basmıştı, otlar ölü yapraklar gibi uzanıyordu uzakta, karanlık ürperten bir ışın yayıyordu sanki, teyzem kloroz sayrısıydı öteden beri, gök korkunçtu ve yıldızlar üstüme yağıyor gibiydi.
Şiir derler ne kadar sözcük dışarda kalırsa o kadar iyidir ve o kadar şiirdir, bu sahtiyanda şiirsel tek bir sözcük yok. Şiirin ne olduğu bilinmiyor ki. Gerçek şiir belki de budur. Hiçlik...
 Yine de şiirsiz kalmayın. Yaşamın tek umarıdır o...