28 Haziran 2018 Perşembe

ZÜMRÜDÜANKA / Toplu Şiirler


 
 
 
 
 
 
 
 
 



ŞİİR ÇILDIRTIR
Saksonya kralı, Normanlar'a karşı kazanılan zaferin kutlanması adına bir destan yazmasını ister şairden.
Zaferin yıldönümünde şair uzun ve görkemli bir destan okur. Kral şairi kutlar ve der ki, biraz uzun değil mi, daha öz, daha sıkı olsa, daha iyi olmaz mıydı!..

Şair ertesi yıl daha vurucu, daha çarpıcı bir destanla çıkar halkın karşısına, kral yine kutlar şairi ve yine der ki, bu da uzun ne yazık ki, daha yüce, daha derin, daha öz olsaydı keşke!..

Şair bir yıl daha çalışır ve üçüncü yıl kutlamalarında, sapsarı bir yüzle çıkar kürsüye ve tek bir sözcük fırlar ağzından, bir fısıltı, sessiz bir çığlık gibi evrene yayılır sanki sözcüğü!..

Ve şair aniden, kralın hançerini belinden çeker alır ve kendine saplayarak oracıkta ölür!..

Kralda o günden sonra tacını tahtını terk ederek, Saksonya kırlarına açılır ve bir daha haber alınamaz kendisinden, imi timi bellisiz olur!..

14 Haziran 2018 Perşembe

PARODYA



Vega doğumsuz karanlıklar boyunca
Işıldamakta.

Başsız bir tanrı
Buyruklarıyla uçurumlardan akmakta.

Orion'da, nötronlar
Kulaç kulaç yutmakta gölgeleri ve hiçliği.

Yitip giden siborglarız biz, birbirini
Klonlayan öteki siborgların;

Bellatriks ile Proksima.

9 Haziran 2018 Cumartesi

FANTOM AĞRISI









Seni çok seviyorum!.. Sonsuza dek benim olmalısın!..
Simaycığına söylüyordu bunu adem!.. Simay... Ada'da yaşayan bir Azeri kızıydı. İşini bilen, gün görmüş ve konuşmazdan önce olabileceklerin önlemini alan biriydi; nazik, sınırlarını bilen, ataklığın handikaplarını sezen... Saat Kulesi'nin karşısında bir apart hotel işletiyordu ve 'İşçi Patron'uydu oranın. İş dünyası sonsuz açılımlar, alabildiğine geniş olanaklar ve öngörülemez olasılıklara sahip olmakla; güzel sanatların dallarından biridir!..
Herkesin güvenini kazanmış becerikli biriydi Simay...
Ama bir yazgı değilse de, olmazsa olmaz bir halleri vardır Simayların ve ne yazık ki diyerek, günahlarına ortak olmadığımız bilinsin ister söz sahipleri. Bu türden çoğun gibi bir belalısı vardı onun. Zahir!..
Her başarılı erkeğin ardında bir kadın, her başarılı kadının ardında da bir köstek; erkek vardır mottosunca, bütün dertlerinin buzdağı olan bir Zahir'i vardı onun. Her işine burnunu sokan, hiç bir getirisi, pozitif hiç bir dünyalığa vesile olmayan, olamayan, ama her şeyin içinde olan, yer alabilen bir ur, bir kanserojen, çağdaş sayrılıkların artık habis bir tümör diye adlandırdığı, demode, modası geçmiş dünyaların antik bir incisi gibi sırıtan bir ademoğlu. Bir mahalle kabadayısı artığı.
Simay bir kraliçeydi işinde ama, erkeksiz bir hiçti, onun bir göçmen oluşu, zamanla bunun kendi ruhunda bir sürgünlüğe dönüşmesi, onun sosyopsikolojik dünyasını, dış dünyalara kapatmış, çoktan bir set çekerek görünmez kılmıştı. İnsan yaşanabilecek, deneyimlenebilecek her dünya işinde başarılı olamaz, para denizinde yüzersin, bir tek candan arkadaşın yoktur, güzeller güzelisindir ama tanrı güzelliğin acılarıyla boğuşmayı nasip eyler sana, her sınavı kazanırsın ama işinde öylesine bir seviyede ömrün geçip gider, daha nice şeyler. Bu yüzden Simay, az sayıdaki çalışanlarına buyruklar yağdırıyordu ama Zahir'in kayıtsız koşulsuz kölesi olmakla; çelişkilerin armağanı bir dünyamızın, ilginç yaratılmışlarından biri olmanın önüne geçemiyordu. Bunu ona söylediğimde, anında demişti ki; Hepimiz gibi!.. Gülümsedim tabi...
Simaycık, yaşamında mutlu ve başarılı duyumsuyordu elbette kendini, başka bir yurtluktan, beş parasız gel ve bir apart hotelin kraliçesi ol, o bir yana her şey senden sorulsun. Muhasebe, vergi, çalışanların ücreti, eli nurlu; her soruna çözüm bulabilen, onların özel sorunlarının büyücülükten gelmiş peygamberi, ne yapalım sizce sorularının, duraksaya duraksaya dile gelen özdeyişleri ve taçsız kraliçe Simayımızın bitip tükenmez kehanetleri. Şu yalan dünyada, bu doğrumlar herkese kısmet oluyor mu ki, işte Simay iç dünyasında geldiği noktanın ne olduğunu, adı gibi biliyordu, daha ne olsun!..
Zahir, adının ne anlama geldiği hiç bir zaman çözülememiş bir adamotuydu, belki hiç soranda olmamıştı, ama merak ederdim ben, sormayı düşünemezdim ama, Zahir için böyle bir sorunun; yaşadığı dünyayla en ufak bir ilgisi olmayan bir zıp çıktılığın tezahürü olduğunu bildiğim için.
Modası geçmiş bir dünyanın kabadayısı, hala İspanyol paçalı bir meczubuna bu tür sorular sormak; onu yaşadığı mağarasında dürtüp, uyandırmak anlamına bile gelebilirdi. Onunla lafa tutuşmak, dalgalı bir denizde, artık sahilin hiç bir zaman görünmeyeceğine dair bahse tutuşmaya benziyordu. Kabadayı geçinirdi o, bu yüzden konuşmanın sonu, bıçakların altın gibi parıldayışı, yazgılarımızın yarışı, durup dururken gammazlanmak, yok yere geçip giden bir insanın boğazına sarılmak, iş uzamak gibi bir talihsizliğe varırsa, gırtlağının tadına bakmak... Bu olasılıkların varlığı bağlıyordu Simaycığa onu.
Zahir'in görünmez varlığı, Simay'ın sorumluluklarına karşın, nasılsa, bu tür tehlikelerden uzak modern bir dünyanın içinde yaşadığını duyumsatıyordu ona, ama İngiliz Uluslar Topluluğu'nun olmazsa olmazı, ponponlu muhafızlar, kırmızı topuklu kunduralar, mücevherle süslü, gümüş rengi taçlar ve sanki ölmüş de, mumyalanarak balkona çıkartılmış, yüz kasları dondurularak, sonsuzca gülümser gibi katılaşmış bir kraliçenin, sıradan insanlarca ne işe yaradığı, egzotik bahçelerin bir tavusu gibi, tropik kuşları andıran bir orijin yaymaktan öteye geçemeyip, komik bulunmaktan kurtulamadığı gibi, Zahir'de, bize göre, bu kendi çapında efsaneler yaratmış Simayımız için bir anlamı olmaktan uzak, fi tarihinden kalma ürkütücü dürtülerin, kadük ve de utanç verici olmak bir yana, dünyamızı tehdit eden alışkanlıkların fütursuz ve göz dağı gibi duran ve gerçekte gözbağcı, hiç bir işe yaramaz bir görseli gibi geliyordu bize ve gizil bir nefret uyandırıyordu hepimizde, hiç bir zaman dile getirilmeyen!..
Zahir'in özelliği yaşamı boyunca çalışıp çabalamamış olmasıydı, tıpkı kral ve kraliçelerin; çalışanların, kolu bacağı kırılanların veya düşüncenin teriyle çarpmayan elektriği bulanların seremonisinde boy göstermek gibi hazıra konmak ve tebaasına bu mutlu günü adabınca duyurmak gibi bir acayipliğin cinperileri olmaktan başka bir -forslarının- olmayışı gibi!..
Estağfurullah diyorum ama kadınlar cellatlarından çok hoşlanır!.. Stockholm Sendromu denir psikolojide bu ahvale, birebir gerçektir bu aganigi naganigi!.. Diyesim Zahir ömrünce kadınlardan geçinmiş bir adamdı, kolunu bile kaldırmamıştır bir iş olsun diye, -Dur- diye bir soytarılığın kendinden menkul, ucuz meşalesi gibi -arada bir- yukarıya kaldırmaktan başka!..
O dehşet provalarının, koma terapilerinin sahte kabadayısı gibi geçinerek namını yürütür, böylelikle kadınların beğenisini kazanır, gözdesi olurdu.
İşi buydu, kimsenin başaramayacağı ve gizlerini bilip anlayamayacağı, şeytansı bir tansığın; şaşırtıcı biçimde meleklerin sunduğu, gösterişli ve dokunulmazlıkla süslü bir tanrı bağışı!...
Onun görkemi her insanın zulmette, kadın-erkek böyle bir dünyanın kahramanı olmanın özlemiyle yanıp tutuştuğu, bu özlemin yürekte ve bilincin derinlerinde açıkça duyumsanıyor olmasıydı.
Belki kırk yıla yaklaşan yaşamı boyunca en az kırk kadının, deyim yerindeyse sırtından geçinmiş bu adam, kadınlar sancağı düşürse bile, Zahir'in cesedi bir türlü katafalka konulamadığı, tüm bir dünyaca bu tür bir insiyak gösterilemediği için, hiç bir zaman ondan kurtulamamış, bağımsızlık ve 'oh be' çığlığıyla karışık, gerçekte Zahirliğe özenmenin nişanesi 'doydun mu' narası bir türlü sergilenememişti!..
'Yaşam sonsuza dek, her şey vardır ama hiç bir şey tam değildir dünyamızda' mottosundan başka bir şey olamazdır belki de...
Çünkü bayrağı dalgalanmıyorsa artık Zahir'in, onun sırada bekleyen bir aftosu, bir hayranı, bir kurbanı veya ağa takılan bir sazanı her daim bulunurdu bu dünyada... Onu bırakın, gizli uğraşılar boyunca, eni sonu, onu elinden kaçıran kadınların gözyaşları, Atlantik'in dalgaları gibi acı verir, buhur gibi ürkütücü bir pişmanlık yayardı. Gizemle dökülen, tükenmez gözyaşları sel olur akar, önüne gelen her engeli aşarak -Kanossa Kapısı'na- ulaşır ama ne feryatlar, ne dualar bir daha Zahir'i geri getirmez, getiremezdi ne yazık ki...
Zahir denen, bu kadınların celladı olmakla nam salıp; ömrünü onun tam zıddı olarak, -efemine namı yakıştırılmış berber Nazmi'ye göre- beyhude yaşayan, bu mahalle haramisinin, ahir ömrü böylece geçip gidiyordu işte...
Zahir'le onarılmaz semptomlar, irsi olmayan sara alışkanlıkları ve gizem dolu cinsi törenlerle süslenmiş ilişkisi, belki yıllarca yıllar kadar yıl sürdü Simaycığın... Gelip geçen dünya gaileleriyle haşır neşir olurken, insanlarla ilişkim en çok bir ya da bir kaç yıl sürebildiğine göre, ne kadar acı verici, ürkütücü veya şaşırtıcı bir şey olsa da gene de hayranı olmaktan kurtulamıyordum Simay'ın...
Bir gün Simay'a, dünyamızın melankolik hüznünü, değil sen, belki kraliçe ya da inan bir tanrı bile değiştiremiyor femme fatalem, evin barkın kundaklansaydı da keşke kurtulsaydın bu dertten, böylesi yaşamaktan dedim. Aynı şeyi yineledi tabi, hepimiz anlamına gelen o sihirli sözcüğü; 'Cümlemize' dedi!..
Bu dünya, polyglot varyantlar, yalan rüzgarıyla dolu topraklar ve envaı çeşit olaylar, insanlarla dolup taşan bir canlı denizidir sanırım...
Olayların sonu şöyle geldi diyebilirim.
Bir gün Simay'ı madden ve ruhen öldürmeye ant içmiş ve bayrağı devralmaya yemin etmiş, hayatın ve ölümün amansız baskılarına yenik düşmüş, yeni bir karadul araya girince, Zahir'le ölümüne birbirine girdiler... Görünmez bir bıçak ışıldıyor, Simayımız her şeye karşın kaçacak delik arıyor, Zahir efsaneyle doyurulmuş yeteneklerini, bu acayip ve saralı ilişkinin ulaşılacak hedefi kalmamış doruklarında, usta bir silahşor gibi kullanıyordu.
Şöyle bitti masal, buradaki gibi birden ve kısık, duyulmaz bir ıslık ve o bildik -son iç çekişi- andırır gibi...
...
Zahir'den kaçarken, bir odaya kilitlemiş kendini Simay, kurtarın diye çığlıklar atmış, çok uzaklardaki yakınlarına yardım edin diye mesajlar çekmiş, az sonra kapısının kırılacağı aşikar olan, karanlığın odasından. Kırılmış kapı ve ilk bıçak darbesi, Simaycığın kanserli göğsünün -bu kanser kederli dünyasının acıları, düş kırıklıkları ve pişmanlıklarıyla dolup taşan yaşamının toplamından başka bir şey değildir- tam ortasından aşkla doldurduğu yüreğine saplanmış ve bir ıslık çıkmış ağzından, bir kuş yavrusunun, henüz ötüşe benzemeyen, yalnızca çaresizlik ve açlık dürtülerini imleyen, o minicik haykırışı gibi.
Ama Simay'da bu korkunç ve acımasız dünyada nice deneyimler edinmişti, yere düşerken, o da bir şey saplamayı başarmış Zahir'in sol bacağına...
Kaval kemiği bayram etmişti Zahir'in...
Yaşam biçimimiz neyse bünyeniz onun açlığını duyarmış!..
Ve ama böylece ölüp gitmişti Simay...
Derin bir yarık, kırmızı bir uçurum açılmıştı Zahir'in bacağında, sanki ölüm sakaratında, yaşamı boyunca hastaneye, postaneye uğramadığı için, krallığını ilan etmiş gibi duran bu adam, müdahalede bile isteye gecikmeye yol açtığını bildiğimden sanırım, ayağından olacağını bilemezdi elbette!..
Zahir'in bacağı kesildi ve Ada da bir efsane böylece bitti. Yaşamdan çekildi. Öyle ya da böyle o da çok sevmişti Simay'ı, ama seçtiği yaşam düsturunun görünmeyen kuralları onu bu yola itmiş ve Simay'ın gerçekte; nasıl sona ereceği öngörülebilen yaşamı da Ada mezarlığının -Hiçkimse- denilen, belki de kimi kimsesi olmayanlara ayrılan, süssüz ve bir tümsekten ibaret bölümünde sona ermişti.
Doğrusu budur belki de...
Ama Simay'ın karşılıksız, hep bağışlayan, hep özveride bulunan taraf olması, onun ölürken bile Zahir'in kurtulmasına yol açabilecek, iyilikler iyisi bir davranış göstermesine yol açmıştı.
'Ölümünü gördüğü an!', içgüdüsel tepkiden kaynaklanabilecek hareketi, Zahir'in, bir anlamda meşru savunma addedilebilecek nedenlerle, indirime giden bir cezayla kurtulmasına yol açmış, kısa süre sonra Zahir yine Ada sokaklarında arzı endam eylemişti. Üstelik 'eril egemenliğin dünyasında', artık kabadayılığıyla değil, bir başka açıdan; kader kurbanı olmak sıfatıyla!..
Garip bir bileşim bu. Dünya, gerekçesi ne olursa olsun, ölmüşten yana tavır koyamıyor!.. O, yaşam nasıl sürerse sürsün der gibi, şiddetten yana, savaştan yana ve belki tümüyle haksızlıktan yana bir dünya!..
Saf paradoks diye buna derler işte!..
Zahir yine de, çok sevmişti belki de Simay'ı, öyle ki kesik bacağında, zamanla Fantom Ağrıları başlamış ve bu dinmeyen ağrılarını; Hiç bir ilaç, antibiyotik, penisilin, emar, aşı, terapi yahut kemoterapi gibi cin işleri bile dindiremez hale gelmişti.
Ama Zahir'in böylelikle, boş zaman sektörü ve işsizmin desteğiyle geliştirdiği krallığı bitmiş, şayiası tükenmiş ve dünyadan elini ayağını çekmişti.
Fantom Ağrıları'yla geçirmişti kalan ömrünü, -hayalet ağrı- deniyordu buna halk arasında...
Ada halkına göre; bu ağrı kesinlikle, ölmüş Simay'ın ruhunun, artık -kendisi gibi yaşamayan- bir bacakta konaklayıp, hâlâ bu dünyaya dönmenin özlemiyle tutuşan ve kahırlarla dolu bir sığınma çabasının göstergesiydi. Düşünüldüğünde, içler acısı derecede üzücü ve ürkütücü bir şey. Ama bu gerçekte bir kinden mi kaynaklanıyor, bir öç duygusundan mı, yoksa dayanılmaz bir özlemin çalkantısından mı hiç belli değil.
Ağrı, Simaycığın öbür dünyadan, bu dünyaya kadar uzanan çığlıklarının göstergesiydi gerçekte, kesin olan bu... Evet Simay ölmüştü ama, onun kıymetini bilmeyen Zahir; onun özlemiyle bütünleşen; olmayan bacağının -varmış gibi- duyumsadığı ağrılarıyla geçirmek zorunda kalmıştı kalan ömrünü...
Düalistik yaklaşımlar bunlar ama her iki açıdan baktıkça da; oldukça tuhaf ve bayağı dehşet verici!..
Son pişmanlık acıları gerçekte bunun adı...
Ve gerçekte Simay'da, Zahir'i çok sevmiştir belki de...
Son anım şu bu trajedi de, Simay'ı bir gün avucunda, hiç görmediğim bir kuşu tutarken gördüm, yazık ama, sal gitsin onu dedim. Hayır dedi, 'İnsanlık Tarihi'nin bir parçası yaptım ben onu diyerek, üst perdeden yanıtlamıştı her zamanki gibi.
Şimdi gözlerim yaşarıyor ve 'Cinayetler Tarihi'nin bir parçası oldun Simay diyemiyorum, bir anının parçası olmak, üzücü bile olsa, o anının sahiplerinden biri olmaktır ne yazık ki...
...
Gerçekte onun yaşamının özeti şuydu...
'Seni seviyorum Simay, bildiğin gibi değil! İçimden öldürmek geçiyor ama olsun!..'
Sonsuza dek sahip olmak, başkaca nasıl olabilir ki...
Ruhlarda olup biten şeylerin, bir tanımının olamayışı gibi...
Güzel sanatların tümü, şiir, resim, müzik ve yaşamda ki bütün soyutlamalar gibi...
Aşk belki de; böyle bir şeydi işte!..
&
BİR ÖYKÜNÜN ANATOMİSİ
(Fantom Ağrısı)
Ada'da bir cinayet olmuş gibi öykü yazmak sempatiyle karşılanacak bir şey değil. Bu öyküyü bir kaç günde tasarladım, öyküleri ya da metinleri bir günde yazarım. Yazma hevesi, hırsı bazen, düşünsemenin önüne geçer, hatalar olur. Ada'da gerçekten Saat Kulesi'nin karşısında apart hotel işleten, Azeri bir kadın var, beni sever, arada oraya gider sohbet ederim. Tebrik ederim hep onu, başarılı kadınsın kendine acımasız davranma derim!.. Dedi ki geçenlerde, ben de bir gün öykülerinde yer alırım, beni de yaz dedi. Kesinlikle dedim ama bu öykü onun öyküsü değil, o daha sonra belki...
Ada'da engelli yurttaşımız çok, bu tip insanlar çok değerlidir gözümde, çok şey öğrenirim onlardan, çünkü az hareket bilgiyi artırır, zamanı çoğaltır ve bir özü olan şeylere yönelme olanağı artar. Biri var ki içlerinde kütüphane gibi, onunla sohbet ederken duyduklarımı kayda alırım!..
Geçenlerde içlerinden biri kaybettiği uzvu için Fantom Ağrısı oluyor bende hiç geçmiyor dedi. Hayalet Ağrı derler ona diye bilgiçlik tasladım, bilmezmiş gibi. Ama bir şimşek çakmıştı bende, bu ilginç bir konuydu ve kesinlikle bir öykü yazmalıydım bu sözcüğün anısına!..
Ertesi gün, Gratis adlı parfümeri mağazasında, yanımda iri yarı bir bayanla dolaşıyordum. Oldukça ağırsak, arkadaşımdan eksik kalmayan görevli bir kızla sohbete daldılar. Bu iri yarı bayanlarla çok iyi anlaşırım ben, onların bende her zaman yeri ayrıdır. Çok safiyane ve açık sözlüdürler, sevecen ve art niyetten uzaktırlar. Platonik aşkımdır onlar ve ama işte o görevli kıza hemen laf attım, okulun yok mu senin burada ne arıyorsun dedim, tınmadı bile, liseyi bitirdim ben dedi. Onları onurlandırmak görevlerim arasındadır. Dedim ki ona, hiç kaygılanma sakın, şaka yapıyorum ben, liseyi Aristoteles, akademi, yani yüksek okulu Platon kurmuş. Aristocular liseyi tercih edermiş, Platoncularsa akademiyi... Sen Aristotelesçisin demek ki, ne mutlu sana... Gülümsedi doyasıya!..
Sonra adını sordum, Simay demez mi, bir şimşek daha çaktı bende, dedim ki Serçin diye bir kız tanımıştım senin gibi, sırf adının hatırına bir 'Ada' öyküsü yazdım ama henüz okumadı bile, bu güzel ismin için öykü yazmam zorunludur artık benim için dedim. İsimler benim başlı başına esin kaynağım olabilir.
Peki Zahir kim, akşam lisesini bitirdim, o kadar sıradan bir öğrenciydim ki okulun ilk dönem mezunlarından yalnızca ben kazandım üniversiteyi, o zaman okulun öğrencisi olduğumun farkına vardılar, Emin, Halit ve Zahir Zakir Alpaslan vardı, ismi hoşuma giderdi Zahir'in, yaşlı öğrencilerdi ve birbiriyle yarışırlardı, mahşerin dört atlısı gibi, dördüncüsü geride kalan tüm öğrenciler. Zahir ve Zakir'in ne demek olduğuna sözlükten bakmıştım ama yıllar ve yıllar sonra o ismi bir yerlerde anımsayacağım kesindi, Fantom Ağrısı'nın kabadayısı olmak varmış serde, dediğim gibi sırf isimler için elime kalem alabilirim. İsimler beni düşlere sürükleyebilir. Pek çok öyküyü bu nedenle yazdım, örneğin Mahzun adındaki öyküyü, adı Mahzun olduğu için dramatize etme gücünü gösterdim, bu komik gelebilir ama değil, insanın içinde edindiği bilgiler bir köşede durur ama onun öykü veya bir motto içeren görüntüye kavuşması için bir roket atara gereksinim var, bir rakete diyeyim daha doğrusu... Bu tür konularda parola işlevini; öykünün adı, konusunun orijinal, el değmedik bir çağrışıma yol açan bir imgelemi anıştırması görebilir. Parola öykü dünyasına geçişi sağlar düşünsel dünyamızda...
Kassandra'nın trajedisi demek bu isim düşünüldüğünde anlağımıza yağan, yığılan kahredici olaylar zinciri demek, o isim söylenir söylenmez çektiği tüm acılar yaşadığı talihsizlik veya kaderin oyunları üşüşür -edebi nitelemedir bunlar- düşün evimize... Kassandra denildiğinde yazabiliriz ona ilişkin bir trajik şarkıyı, yoksa hiç bir çağrışımın olmadığı, trajik bir öykü yazmak bizi daha çok zorlar. Simgeler, çağrışımlar, isim, resim ve ele aldığımız olayın dayanılmaz bilitleri, o konuda edindiğimiz objelerin varlığıdır bizim için yazmayı kolaylaştıran. Soyadım demirci örneğin, köyde bu konuyla ilgili çok anım var, yaz bir demirci öyküsü deseler, demirci sözcüğünün çağrışımları hazırdır artık ve kolaylıkla yazabilirim. Sözcük burada motor işlevi görür deyim yerindeyse... Elma ya da Havva da öyledir, söylenir söylenmez düş gücümüz harekete geçebilir.
Fantom Ağrısı, apart hoteli çalıştıran ve hayatla boğuşan Azeri dostum bayan, Zahir ve Simay... Artık öyküyü yazma zamanı gelmişti. Akşam bilgisayarın başında omurgasını kurdum öykünün. Cinayet nereden çıktı diyeceksiniz, bu kesinlikle sırf öykü orijinalite kazansın, ilgi çeksin diye baş vurulmuş bir yöntem. Çünkü bu kaygı düşünülmediğinde, öykü olmayan çok şey yazıyor insan. Yazmak kolay olduğu kadar, oldukça zordur da....
Süleyman rüzgara emir verdi ve Belkıs'ı tahtıyla yanı başına getirdi ve onunla evlendi.
Sanat güneşin ayetidir, kusurlardan arınmış ve tanrısal bir estete kavuşmuş olmalıdır, bizi gösteren salt bir ayna olsaydı eğer o; hiç bir anlam taşıyamazdı.
Kâbuslar ruhumuzun, Fantom Ağrısı bedenimizin halüsinasyonlarıdır. Ruh kadar, bedenimizde tanrısal ve şeytani yetenekler gösterebilir, bedenimizi de sevmeli hatta ona aşık olmalıyız diyemedikçe, sanatla iç içe olmak şöyle dursun, estetin evrenimizin yaratılmasında ki ilkinsil amaç olduğunu ne kavrayabiliriz ne de sanatın bu yolda tanrısal ve eşsiz bir yöntem olabileceğini ileri sürebiliriz...
Sanat, yaratmak ve yaratılmaktan korkunç bir haz duyabilmenin biricik yoludur.

5 Haziran 2018 Salı

BİR DOKUN BİN AH İŞİT!

BİR DOKUN BİN AH İŞİT!
Bir konuda yanlış yapıyoruz, dil yaratımla ilgili, bilimsel, teknolojik ve sanatsal... Direksiyon Türkçe değil, aks, şanzıman, karoser, akü, buji vb. Neden, yerli araba yapımına -rantabl(!)- değil diyen sermayedarınız oldukça bu böyle sürüp gider ve dilinizin bikri bozularak, başka dillerin sultası altında yüzyılları geçirirsiniz. Onu bırakın, Hakkari'de üniversite açılmaz diyen profesörünüz oldukça da bu ıstırabınız katlanarak sürer, çünkü aydınınız uzaktan kumandalı bir dron! yani tasmalı maymun maalesef. İnanmadığınız sürece, dilinizle, dininizle, geleceğinizle, çağdaş bir ülke olmak zorunda çektiğiniz ıstıraplar sürer. Şunu kabul edin, Birleşmiş Milletler'e kayıtlı 193 ülke arasında 149. sıradasınız, bunu ben söylemiyorum, her gün sadece bayrak asarak yurtseverlik taslamayı özendiren medyanızın manşetlerinden biri bu.
Sözün özü, bilim ve teknolojide geri kalırsanız, ağzınızla kuş tutsanız bile, astronota -gökmen- diyeniniz çıkmaz, çıkamaz, kozmonot veya astronot demek zorundasınız, diyelim ki dediniz, Hawkinggillerin binlerce yeni deyimi bizi bekliyor, kuark, proton, nötron, impuls, periferi, müon, ekinoks vb.
Hangisini biliyoruz bu sözcüklerin, çünkü siz dünya uygarlığının seyircilerisiniz!..
Bir şey daha söyleyeyim, yalnızca dil öğrenerek, diyelim İngilizce olsun bu, çocuklarınızı çağdaş dünyanın ferdi yapacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz, bir dili bilmek o kültürün sıradan bir öğesi olmayı kazandırabilir size, ama bir helikopterin yazılımı İngilizceyse gene çuvallıyorsunuz, çünkü çocuğunuzun o teknolojinin kültürüne sahip olması gerekir, bu şu demek artık, Türkçe konuşuyorsa bir doktor, bende doktor olabilirim, çünkü Türkçe biliyorum. Anladınız değil mi, ne korkunç bir tuzak bu!..
Biz bilim, bilim de ilim aslında, bilim yanlış yani, bu bile tuzak bence, kim demişse, ilime bilim diye... Biz ilim ve teknolojide son sıralardayız, hayır derseniz yarı sömürge olmaya devam edersiniz ve Türkçeniz, cambazhanenin komikçi dükkanında satılan bir gevezelik olmaya devam eder.
Dil, bilim, sanat ve teknolojinin terkibidir. Bileşenidir yani!..
Biz sanatta ileriyiz, çünkü o düş gücüne dayanıyor ve edebi geleneğiniz güçlüyse, ön saflarda olabilirsiniz, Yaşar Kemal rakipsiz, Nazım rakipsiz, değerini bilmediğiniz Yunus rakipsiz, Yunus üstelik diğer ikisinden üstündür, sırrını size söyleyemem, ıstıraplarımı çoğaltmak neye yarar!..
İşte bir yurtsever olarak dile katkıda bulunmak istiyor aciz kulunuz, çabalıyor ve aşağıda sunacağı, dil oyunlarından başka elinden bir şey gelmiyor, keşke bir gökmen olsaydı o, keşke yenilik peşinde koşan bir yazılım mühendisi olsaydı, ama ona yalnızca dil oyunları bırakılmış!.. Suç hepimizin!...
DOĞUŞ
Garip bir selintinin, devintisi içinde sürüklenen, kimi tansıklı açıngılar, düşlemleri olanı doyurmaz. Ürkül uzamda, bir kasınç içinde gelen ve düşünsel olanın izleği üzerinde durakoyan insanoğlu; aynaşık ve bakışımsıl ortamla, sayrımsı ve belgit olanı, karasıl ve durağan olanın kayağanlığıyla özdeşler.
İnsan cılızdır, bunun gibi üzücül durumlarda, bir ürküşüm ve gerim içinde, kendi adını ünleyen ve gehennavi bir bekleyim sanısıyla, tek tip düzlem içinde bulunmayı sevecek olan organizma, zamanın dışında, iyicil, umulası hiç bir sonuç elde edemez. Tan esiminin kızıl çakıntısında, şiddet çizgilerinin büküntüsü kayşar ve büyük bir istençle gök dürülür ve bulutlar çözümsüzlük içinde bürgülenir.
Kırçıllaşmış pöstekide, soluğun ve tozun cirit attığı anaç yüzyıllar, gelecekte ki anılarımıza dönüşecek terminlerle kol kola, yumuşak iniş yaparlar. Derişik ve kayağan bir irintide, gezegenin leylâk büklümlerini bir burgu gibi delen yürek, kendi kanının kapsantısı içinde köpürüp, sürüklenerek gelir ve bizcileyin çığlık atan ayırtkan sığır sürülerinin kasçıl boynuzları üzerinde tiksinçle durur.
İnsan doğmuştur!..

TARİH
Metafizik bir sorguyla, tozun içinde, kafalar yuvarlanıyordu!.. Betimde; Osmanlı hidivleri, Kıpti patrikler ve sufî kadınlar vardı. Geometrinin bitimsiz estetinde, tinin tinselliğinde; Miken parası gibi buruşuk, sarı ve solgundular. Sıfırın altındaki bir zamanda; 'dokuz' diye bağırmak istiyorlar, ama gırtlaklarından ancak 'tokuz!' sesi çıkarabiliyorlardı. Yine de senkronizeydiler. Bulutsuz bir Flaman göğünde, baktığı şeyden kaçmaya çalışan melek, onlara yardımda bulunmak istiyor; Demir Atlar Ülkesi'ne vardıklarındaysa, bir yalvaç önlerini keserek; 'Burada hiç bir şey yokken aşk vardı ve her şey yok olduğunda gene aşk olacaktır' diyordu. Ürkütücü ıssızlıkta, evcil hayvanlara dönüşen yarasalar, kör kelebeklerle, iki ayaklıların sevişmelerine tanık oluyorlardı.
Bakır arılar, çinko yılanlar ve iblisin iğrenç kuşları; sütleğene övgü diye bağırıyor, atlı tatarların sırtına binmişler, Zinderud ırmağının kartalı gibi suya inmişler, erklerin tek karşıtı, gündüzün terörüdür diye çığırıyorlardı!..
Akreplerin kokular süründüğü, zigguratları gölgelerin bürüdüğü bir zamandı!..
Epiktetos dehşetle önerince, usuna düşen herkese parola soran azatlı köle; Roma avlularında ki (boynu vurulacak!) ölüm cezasından kurtulacaktı.
Demir pabuçlu hayaletler dolaşıyordu... Elen ruhlu stoacı, bir galeri dibinde bana yaklaştı ve Einstein eşittir, Marx çarpı; Camus üzeri Camus diye bağırdı! Puhu kuşundan bir mesih gözlerimi gagalıyordu.
Kenter biçemle, ey kaplanlar; biz ak bulutlara kandık, ak toynaklara inandık dediğimde, suları bol Tarnak ırmağını geçen Bukefalos, canhıraş bir sesle Kandehar'a vardık diye haykırdı ve keçi şarkılarıyla birlikte, körpe kapılardan geçip, ün, şan ve fener alaylarının içinde; sessizliğin sesinde:
Yüzyıllar ve yüzyıllar süren uykumuzdan uyandık!..
ARAF
(...Darius karılarını ve çocuklarını bırakıp Baktria'ya kaçtı. Karanlık gökte Mars parıldadı!.. Kanatlı bir atın gölgesi düştü, defne dolu avluya!..)
Düş içindeydik! Bir Moğol şehzadesiyle, irem bağlarında geziniyorduk. Ilık bir hava vardı, dumanlı güllerden göz gözü görmüyor, sandal ayaklarımızla sümbüllere basmamak için, yavaşça yürüyorduk.
Tatarların hakanıyla, Cezayir dayısının gönderdiği birkaç kişi daha katıldı aramıza... Güllerin başucunda; kırmızı ahşap uduyla kör bir adam, suzinaklar, semailer çalıyordu. Dillerin dili denilen Meghalayam dilinde, 'Emel Denizine Sürükleniyorum' adlı bir şarkı söylüyordu, mavi gözlü cariye...
Mora püreni yiyenlerimiz, kevser şarabı içenlerimiz vardı. Andra Pradeş kalesini, Delhi surlarını gösterip, tavşanların savaşını canlandıran bir sihirbaz, alkışlar alıyordu.
Sularına balığını geri verdiğimiz Teselya ırmağında, onmaz gözyaşlarına boğuluyorduk. Suyun gövdesini ikiye ayıran Yezidîler yine cenkleşiyordu. Yıldız biçeminde bir üçgenin içinden, cenbiyesi sayısız gırtlağın tadına bakmış, bir adam fırladı birden.
Kim o dedik, anda Merv reislerinden Haris Abdurrahman'dır dediler. Sustuk. Atlas'ın yüküyle berkli, Devâmend Emiri, Ebu Bekir El Şıblî yanımıza geldi. Hüseyin Şirokko şehit oldu mu dedik... Yâ dedi!.. O an Malik'in gözbebekleri toprağa düştü.
Gökler denizinde sallanıyorduk. 'Sahalin Toprakları' uzaklardan gözüktü. Kürekçilerimiz, Araplar ve Basra'da yetişmiş Pers leventleriydi. Deniz durulduğunda, güverte şenlenir, sezarımız Karakalla ufka bakar, zambak gözlü hünsalarla, ilâhi gövdesinin gereksinimlerini dindirir ve çılgınca avunurdu.
İrem bağlarına yolu düşenin, rüyası buydu!..
***
Son sözüm şu, bu metinler bana da saçma geliyor, nedeni şu, bu ülke parçalı gerçekliğin esareti altında inliyor, biri uçak yapmaya çalışıyor, gülüyoruz olmaz diye, biri şiir yazıyor, ayranın yok içmeye bu ne yahu diyoruz, biri kansere çare bulmaya kalkışsa, batıya doğru git orada değerini bilirler diyoruz, hiç bir insan kendisiyle barışık olamaz bu ülke de, Polyannacılığı çözüm sanan medeni meczublarımızdan başka, çünkü her şey var bu ülke de ama hiç bir şey tam değil. Üç bacaklı at bu ülke, biri var hem de kusursuz ama diğeri yerlerde sürünüyor, biri göklere tırmanmaya çalışırken diğeri dileniyor, sınıfsal, sosyal ve teknolojik uçurumlar var insanlar arasında, toplum paramparça, biri kelebek koleksiyonu yaparken umursuzca ve kibirle, diğeri kelebek yenir mi diye soracak kadar şaşkınlık ve yoksulluk içinde, yoksulluk yalnızca ekonomik değildir, sosyal, bedensel ve ruhsal yosulluk gibi sınırsız parçalara ayrılabilir o kavram, bu yüzden birbirimizi aşağılamaktan başka becerimiz yok bizim, bu yüzden birbirimizie düşmanız, bu yüzden başkalarına hayranız ve dudaklarımız uçukluyor onların karşısında ve birbirimizle uğraşmaktan ve birbirimizi zemin seviyesine çekmekten, çekiştirmekten başka hünerimiz yok. Bir özelliğimiz daha var, bunlar söylendi mi yüzünüze, yukardaki tüm sorunların üzerinde durmak şöyle dursun, o kişiyi eleştiriyor, hatta saldırıyorsunuz!..
Havanda su dövmeye alışmış toplumların işi zor. Bir şey yapmak isteyenler, canından oluyor uğraşlarının içinde ama onun belki tek armağanı mezarı bile çok görüyor toplum birbirine, çünkü kurdan haberin yok mu, yuroyla dolar ezdi geçti piyasayı diyorlar, fasonist yapılanma havadaki kuşa bile bakarken ücretini isteyecek yakında, azılı geri kalmışlığın bir nolu göstergesi saadetin parayla olacağı gerçeğidir ne yazık ki... Çözüm mü, en iyisi vurun abalıya, geviş getirmeye devam etmek için iyi bir yöntem!..
Ve arabesk dinleyin, hakkıyla ama, belki yetti artık demeyi akıl eden biri çıkar aramızdan!..

SANAT ve DİL

SANAT VE DİL
Bir süre önce İstanbul Modern Sanat Müzesine gittim, pazartesileri kapalıyız dediler, bu durum güzel sanatlara olan ilgimizin boyutlarına ilişkin ayrımlar sunabilir, müzelere ne denli az uğruyoruz ki kapalı olacağı günün hangisi olduğu bilincinden yoksunuz. Ertesi gün yine gittim, elbette çok beğendim ama gerçek mülk sahipleri hemen oranın bir modern sanat müzesi olmadığını ancak bir 'müze' sayılabileceğini kulağıma fısıldadılar, oysa ben sanat için anlatılan en geçerli fıkranın bir eşeğin kuyruğuyla Dali’nin yaptığı tabloya yapılan anıştırma ve ‘bunu ben de yaparım’ biçiminde bir fütursuzluğun kuşağından biri olarak müze olsun da ne olursa olsun mantığının kurbanı bir kategorinin içine girmeyi çoktan kabullenmiş biriydim. Sanata, güzel sanatlara ilgiyi artırmak kolay ama çok boyutlu bir şey, örneğin sosyal dengeler birbirine yakın olacak; kişisel sorunlar taşıyan insan sanata yönelebilir ama sanatı anlayacak gücü kendinde bulamaz, yani hepimiz şiir yazabiliriz ama şair olabilmemiz koşullara bağlıdır, oysa kendimize bağlı sanırız.
Bunun gibi ilgiyi artırmak için örneğin ilköğretimde bir müze veya antikite dersi konamaz mı, şunu demek istiyorum, ayda bir de olsa bir ders adına örneğin Arkeoloji müzesine zorunlu ziyaret yapılmalı veya ayda bir gün, bir sınıf o günü dışarıda kültürel, sosyal izlenceyle geçirmeli, ama bu servis, para, anlayış ve çeşitli olanaklar isteyen bir şey, oysa biz okullarda henüz ısınma sorununu bile çözebilmiş değiliz, bunun kesin tanıklarından biriyim. Ayrıca görsel ve yazılı basın bu ilgiyi artıracak sıcak tutum içine girmediği için, bizde sanat diğer alanlarda olduğu gibi bireysel atılım ve girişim işiymiş gibi gözüküyor, oysa Rönesans ve reformda görüldüğü gibi sanat bireysel değil toplumsal bir olaydır, köklü geleneğin temellendirmediği bireysel anlayış ve atılım ancak işgören sanatçılar yaratabilir.
Sanatsal bir uğraş o denli büyük değişiklikler yaratır ki insan üzerinde, dünyayı neredeyse 'bir sanatla uğraşan kişiler' ve bir sanatla uğraşmayan kişiler diye ikiye ayırabilirsiniz, bir sanatla uğraşan kişi büyük olasılıkla daha hoş görülüdür bunu hemen gözleyebilirsiniz, şiddete uzaktır ve insanlığın hallerini daha bir olgunlukla algılayabileceği için (tarihi-sosyal, çünkü sanat bir kültür içereni ve yapılanımıdır sonuçta) gerçekte daha donanımlıdır ama yaşadığı dünyaya konumu ve organik yapısı nedeniyle ne yazık ki ters düşer, bu kaçınılmazdır ve bir klişe gibi gelen muhalif sözcüğü gerçekte tam bir karşılık olup; sanat ve sanatçı gerçekten bir karşı duruş sergiler, bunun dışındaki şeyler, örneğin güdümlü üretim sanat olmayıp kültürel tüketim alanına girer ve diğerlerinden kolaylıkla ayırt edilebilir.
Sanat bir yetenek değil eğitim işidir diye düşünelim. Gerçekten de doğrudur, yeteneğin tanımının tam olarak yapılabileceğini sanmıyorum, arzuyla yönelme midir yetenek, birikim midir, tanrısal meleke midir, geliştirilmiş beceri midir... Sözcük olarak yeteneğin varlığına inanmak gerekir ama, kapsadığı alan bakımından yeteneğe inanmak usdışı bir yaklaşım olmaktan öteye geçemez, yetenek olabilirlikler alanının tüketilmesiyle yapılandırılmış bir bileşkedir, ama biz onu göremeyiz, hatta sanatın uğraşanı da onu göremeyebilir, bu nedenle yetenek kısaca mistifize, soyut bir kazanımmış gibi dokunulmazlık zırhına bürünür, oysa Aziz Paul’un yinelediği gibi ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ ve anlaşılmayacak bir şey de olmayacaktır, ama anlayamadığımız (sürgit olmayan) şeyler hep var olacaktır. Bu şeylerin içiçeliğinden kaynaklanır ve anatomik doğa yasaları gibi birbirini izlerler.
Bu açına bağlı olarak, olağanüstü bir şey yoktur dünyada diyebiliriz ta ki anlaşılıncaya kadar! Tansık insanın kendisindedir, dahası kendisidir. Bu bakımdan sanat ya da sanatsal etkinlik ulaşılmaz bir şey değildir ama çeşitli nedenler ve de konumlar sonucu kavranılmaz bir şeymiş gibi sanılabilir, bu kavranılmazlık da giderek ulaşılmazlık içerebilir, 'kavra' diye yerel bir deyim vardır, sıkı tut, ‘sahip ol’ anlamında kullanılır. Sorun dar düzlemde böyle açıklanabilir. Ama geniş düzlemde bu sorun büyür, sanat bir üst yapıdır, ne ki üst yapının biçim verdiği bir şey olmamalıdır, mağara soyluları nasıl varlığını, kimliğini duvara resmettiyse, günümüz anlayışı da, olanı ve olması gerekenin yansısı ve yankısını düşsel düzlemde yaratmayı sürdürecektir. Bu özgürlüktür ve bir formasyona sığdırıldığında sanat olmaktan çıkar. Örneğin dili, kültürü kurcalanan, bir erkin despotize ettiği toplumlar geri kalmakta olan ya da geri kalacak toplumlardır, bu sanatı da, sanatçıyı da sakınımlı dürtülere sürükler. Yine bizde dil sorunu bile çözümlenmiş değildir, dil üzerinde bir konsensüs kurulmamıştır, bunun tartışmasıyla yıllar geçirilmiştir, halen de öyledir.
Bir görüşe göre Osmanlıcadan koparılan toplum yolunu yitirmiştir, diğer görüşe göre ise toplum dilini yeni bulmuştur, doğrusu da budur. Farsça, Arapça ve kırma Türkçeyle oluşturulan bir dil bulamacıdır Osmanlıca ve tarihte böyle bir dil de kalmamıştır, çünkü gene Osmani dille söylersek bu bir dil değil terkiptir (Yunus'un Türkçesi varken Osmanlıca yoktu, I.Mehmet'le imparatorluk sıfatını alan devlet, halife I.Selim'le Osmanlıcayı tümüyle benimsemiş, resmileştirmiştir, öyleyse Osmani dil zamansal, topoğrafik bir gereksinim, yapay bir dönüşümdür), çok uluslu Osmanlının, Balkan, Anadolu, Ortadoğu diyalektleriyle oluşmuş bir karma yapıdır, bir ana ekseni yoktur, eşit ağırlıklı bir kimyasal gibi sonuçta kolayca ayrışmış ve buharlaşarak reaksiyon sona ermiştir. Nasıl Brötonca olmayıp, Galce, İngilizce varsa, Romanofça oluşmayıp, Rusça sağ kalmışsa bu da böyledir. Bu açıdan Cumhuriyetle bir dil devrimi yaşanmamıştır, tam aksine bir karşıdevrim veya bir dokuncaya (müdahale) son verilerek, bu baskı ve yapay zorbalığa son verilmiş, dil doğal yatağına (mecrasına) kavuşarak, gerçek kimliğine ulaşmıştır, bu anlamda karşıdevrim süreci bitmiş, herkes dilini korumuş, ne ki herkesin dili Osmanlıca gibi bir bulamaç, yapay bir kurmaca doğallıkla halkların dili olamamıştır. Ama kimi entelektüellerimiz Osmanlı bürokrasisiyle olan bağları ve üstyapısalcı yaklaşımı ve genlerinden süzülen hegemonik dürtüleri nedeniyle bu dilin toplum ve ülkenin diliymiş gibi; ortadan kaldırıldığını ileri sürecek denli bir açmaza düşebilmişlerdir. Oysa basit bir deneyle gerçek ortaya çıkabilir, Anadolu’nun en uzak bir köşesinde ‘Aşiyan-ı mürg-i dil zülfü perişanındadır’ deseniz kimse size öbür mısrayı söyleyecek bir bilgilenim sergilemez ama ‘Bir garip ölmüş diyeler’ deseniz hemen diğer dizeyi size söyleyecekler, hatta başka örnekler bile vereceklerdir. Saray çevresinde, ya da şehzade sancağında yuvalanmaktan öteye gitmeyen ve bazılarının Türkçe için dediği gibi asıl uydurma dil olan Osmanlıca’nın kültürler arası bağı kopardığını ileri sürmek işte bu nedenle büyük bir aldatmaca ve bu ülkeye karşı yapılmış bir kültürel gecikmeye yol açacak gereksiz bir tartışma olmuştur. Bir ülkede sanat benzer nedenlerle, geri kalıp yozlaşabilir. Osmani anlayış, yüzyıllarca nasıl bir kraliçe ve prensesten yoksun, masalsız, söylencesiz, kurak, tek boyutlu bir ataerkil yapıyla, mimariden, heykelden, resimden uzak ve edebiyatı da salt şiir terennümü, basit bir sözcük oyunu sanarak, katılımcı, var edici değil, yok edici tavrıyla nasıl yüzyıllarını geçirdiyse, dünya renklerini kısır bir döngü içinde, kendi içine kapanarak görmezlikten geldiyse, sonuçta bunun uzantısı olan teknoloji ve bilimden geride kalıp, yıkılıp gittiyse (Şalvarı şaltak Osmanlı, eyeri kaltak Osmanlı, ekende yok, biçende yok, yiyende ortak Osmanlı, deyişi zadeganın değil, halkın deyişidir ne yazık ki...), aynı şey her zaman tarih sahnesinde yinelenebilir.
Dilimize, kültürümüze, sanatımıza katkıda bulunmaya çalışarak, kültürel değerlerimize, müze bahçelerinden gün ortasında yapılan saldırı ve barbarlıklara, onları yok edip, çalıp çırpmaya karşı sürüp giden çabalarımızı tüm bir toplum olarak artırmaya, bireysel ve toplumsal kayıtsızlığımızı hep birlikte ortadan kaldırmaya, fasonistik yapıya karşın sanat ve bilim aşkını yüceltmeye çalışmalıyız. Novalis ‘Şiir insanın doğal dinidir’ demiş. Bunu ‘Sanat toplumun doğal dini olmalıdır’ biçiminde düşünebiliriz ve düşünmeliyiz.
Çünkü, bilim, sanat, teknoloji üçgeni çağımızın varoluş bildirgesidir.

DİL (Türkçe)

DİL
(Türkçe)
Felsefe susarak, pantomimle, gökseli ululayış veya görsellik, sanalite ya da herhangi bir edimle olasıdır, yapılabilir. Felsefe bir ideye dönüşmek için dili kullanır, hangi biçimde olursa olsun, Babil Kulesi bizim yekvücut olabildiğimiz tek bileşendir, öyleyse felsefe temelinde ancak dille bir omurgaya sahip olabilen bir ufuk gemisidir.
Felsefenin Türkçeyle yapılamayacağını ileri sürmek dili yadsımaktır, dil insanlığın en büyük bulgusu, olmazsa olmazıdır, bunun için resulleri der ki, hem de Tanrısına râm olarak; 'Başlangıçta söz vardı'. Felsefenin hangi dille olursa olsun yapılamayabileceğini ileri sürmek, insanın kendini hiçlemesi, Tanrı katında aşağılamasıdır ki, Tanrının sureti olan bir yaratık için günahların en büyüğü, cehennemi bir söylemdir.
Bunun ileri sürülebilmesi insanı / toplumu sürekli aşağı çeken, onu soy bilgiye, tutuma, yüceler yücesi bir çağrıya yönlendirmeyip, avam, vulgerize, en aşağı anaforların, tepkimelerin içinde boğmaya çalışan bir düstur, diskur, etik dışı, insanı her şeyin yadsınmasına götürebilecek bir tavır, bir farstır!..
Türkçeyle felsefe yapılabilir mi diye soru üretemeyiz, bu Truva Atı bir söylemin ürünü aciz bir tutum sayılabilir ancak, emperyal kültür cehennemi, gizil geriletme organizasyonu içindeki dünyalar, yerinden, yurdundan nefretle söz eden ve bir yanılsamayla, 'Cesur Yeni Dünya'lara göçen birer eleman, kobaylar üretmek için bir motto olabilir bu, ama insanlığın ulu gerçeği kutsal dilin yerilmesi ve onun küçümsenen, insanlık öksüzü bir şeyi olabilirmiş gibi algılanmasının yollarını açamaz, ne yazık ki bu olanaksızdır, çünkü 'Dil' insanın üstünde bir edimdir. O somut bir yaratılışın, elle tutulan göstergelerine sahip, bir kurt deliği olmayıp, tam tersine soyut, elle tutulup, gözle görülemeyen bir nendir ki, gerçekte Tanrı katından dizlerimiz dibine konuk olmuş bir töz, sonsuzlayıcı aşkınlıkta bir tansıktır.
Çağların içinden süzülüp gelen kültür hegemonyaları, silahların gölgesinde yeryüzünü, ulusların çocuklarını zapturapt altına almış yüzyıllarca, görünmeyen güçlerin, sezilmez, pekişmiş önderliğinde, içimizdeki gönüllü, gönülsüz, bilinçli, bilinçsiz şövalyelerinizle bir ekin / kültür tutsaklığının pençesinde, mimesizme, plagiarisme, tilmizliğe özenen birer hominid olabilir toplumlar, ama bu sonsuza dek sürüp giden bir şey değildir, doğanın diyalektiği, köhnemiş saltanatı, rüzgârda savrulan kuleleri, yelkenleri, günümüzde başı arşı alaya değen gökdelenleri günü gelince yıkar ve gerçeklikte, kendisi olamayan hiç bir toplum felsefe üretemez diyebilsek de, Tanrının adaleti sözün gücünü hep eşit biçimde paylaştırarak, kültür saraylarına, katedral ve tapınaklarına tüm insanlığın katkısını aralıksız bir hak tanırlıkla gözetir ve dağıtır. Kültürel egemenlik, sonsuzluğun terazisinde insanlık için olanaksız bir edimdir, her insan, her toplum kozmosa varlığıyla, sözüyle, düşleriyle sürgit bir katkı verir ve Tanrının sevgili kulları sözü bu hilkatten gelir.
Fason, verili, pastörize, parçalı bütünlükle yetinen ve tüm temel gereksinimleri dışarlıklı / dışa bağımlı, skalada en altlarda yer edinen bir toplum, yalansı / yanılsamacı bir uygarlık, sahte profil ve yaşayan ölülerin gezindiği bir cennet olabilir ama gerçek hiç bir zaman bununla sınırlı kalamaz. Kölecil bir toplum bile diyalektiğin, acımasız / görkünç adaletinden kendini kurtaramaz ve sancağı devralarak günün birinde, kesenkes bir düşün peşinde koşarken bulur kendini, öncülük sırası ona gelmiştir, erinç veren gerçellik, tarih boyunca yeğ tutulmuş, içrek, ezinç içindeki tutsaklığa eğimli / kölecil toplumlar bile anıtsal bir kültürün almanağında yaratılarını sergilemiş, adlarını yazdırmışlar ve günü geldiğinde tanrı katında kutsanmışlardır.
Bu tür düşünce, diyesim herhangi bir dille olsa bile, felsefe yapılamayacağını ileri sürenler, çağın korkunç derecede gerisinde kalmışlardır, uygarlık göreceli bir kavramdır, (Vankulu Lügatı'nda patlıcandan kıl, kıldan solucan olur mizahıyla alay ediyor olsanız, şeytani bir misyonun kılık / kılıf değiştirmiş ceditleri de olsanız bu gerçek değişemez) kültürel patronajın sahipliğini üstlenenler, bu tür zırhı, türün öbür bireylerine, bir savunma kalkanı gibi kullanıp, önde koşarak, öncüllükle, etik ve estetik yüksünmenin, çürümenin ve toplumu geriye götürüyor olmanın gizil önderliğinde, kahraman sanılmanın illüzyonuyla taht sahibi olabilseler bile, bu düşkü, anlayan için, insani olanın, derin bir ikiyüzlülüğüdür. Çünkü ileri sürülen olanaksız bir şeydir, bilinçle doğrultulmuş hiç bir silah geri tepmeyebilir belki ama zamanın içinde dogmalar ve yanılsamalar, yanlışlar ve bağdaşıksız yinelemeler, rüzgârını yitirmiş bir mızrak gibi kaçınılmazlıkla yere düşerler!.. Zamanın efendiliği, satanizmi, sulta'nizmi, peronizmi yerle bir ederek, vortisizmin, fütürizmin kollarında yelkenlerini açar ve yeni dünyalar yaratarak, onlara konukluk ederek, dilimiz tutulurcasına haykırmayı sürgit başarırlar. İnsanlığın biricik yazgısı budur.
Bir toplum ki ayrıntıya önem vermez, onun için roman yazamaz / yazılmaz diyebiliyorsak bu doğrudur belki, belki felsefede böyledir; yapar gibi görünebilirsiniz, yazar gibi görünebilirsiniz, nicelikten niteliğe geçmek, üstençle yüzyıllar alabilir belki de ama her insan, her toplum Tanrının bir sureti, bir oymağı olarak, felsefeden nasibini / payına düşeni alacaktır. İnsanlık düşünebilsin, felsefeyle her ölümünde kendini yeniden yaratabilsin diye doğurulmuştur ve Tanrı bir doğuran, bir yaratan olarak bir monark, pederşahi babamız değil, tüm evreni kucaklayan anamızdır bizim, biz kendimizi her seferinde yeniden yaratıp; üretebilelim, yenileyebilelim, yineleyebilelim ve değişkelerin sonsuz açımlarla süslü cennetinde yıkanabilelim diye doğurmuştur o bizi!.. Bir paradoks gibi gözükse de, dekadana teslim olacak kadar kul işi bir eğretilik, yeknesak bir yapı gösteremez insanlık!..
Felsefe yapmak için kısacası, dilin değil Tanrının yarattığı kimesne olmak yeterlidir, bu bakımdan erişilemez de değildir felsefe, uzanabiliriz ona, sağlıklı, coşkulu, inanç ve güvenç içindeki birey / toplum bir esemeyle ve kolaylıkla yaratabilir onu, çünkü; gerçekte bir umacı ve tansıklar toplumu değil, ardışık, açık / aşkıncı bir doğunum, göz alıcı bir yapıntının, anlaşılır bir 'Üretke'nin bir süreğeni olabilir ancak insanlık!..
Durcanın yürümesini, işitmezin duymasını, görmezin algılamasını Tanrıya hasredecek kadar pagan değildir o, kimi zaman felsefenin, felsefi olanın tütsüsü masallarda gizlenmiş olsa bile, biline bilirlik ve erişilebilirliğin ceylanıdır o, bir Tanrı parçacığıdır. Sonsuzca arayacağımız Higgs bozonudur o, bilginin kaynağı, içrek ve dışrak olanın haznesi ve öğütücü değirmeni salt kendisidir. İnsanın, -yaratmış ve yaratılmışın- kendisi dışında bilgi yoktur!..
İnsan felsefenin ta kendisidir. Her birey dilini ayırmış olsaydı bile, gökleri yere indiren, sonsuz erinç, dinginlik duygusu veren felsefenin, estet ve engin denizlerinde yüzmüş olmaktan kendini kurtaramazdı. Kimi zaman düşünülenin aksine, o olmasaydı eğer, uçsuz bucaksız yoklukların, sonsuzlara dek uzanan boşlukların ve zamanın döngüsünde bizi acımasızca kemiren, özümüzün yitip gittiği hiçliklerin uçurumuna çoktan savrulmuş olurduk.
Peki salt'ık insan bu durumda felsefeyi nasıl gerçekleştirecektir...
?
Felsefe yapmak gerçekte bu kadar basittir.

RÜZGÂR ODASI

RÜZGÂR ODASI
Yazarlığa heveslenen gönüllerin derdi bitmez, yazın üreterlerinin tasası, kaygısı, kompleksi öyle çoktur ki, şimdi şu an, kaygıyla, tasa aynı anlama geliyor, acaba hata mı ettim diye gününü zehir eder artık kendine, genelde çalar yazar, çalmak meşrudur edebiyatta, sevaptır hatta, ama çalmanın ne olduğunu bilmeyenler onu haramilikle karıştırır, buradaki çalma Robin Hoodluk gibidir, Koçeroluk yani, çalacaksın ve yoksullara, yoksunlara, düşmüş ve tükenmişlere meccani dağıtarak, keyiflerine keder, umutlarına ışık, yaşamlarına bir teselli ve moral yasemeni olacaksın. Edebiyat zaten bir öncekini -çağdaşlarını- ve yazılan her bir şeyi okumaktır olabildiğince, sonra harmanlayıp, gül ağacı dikerek en kısa zamanda açıp, kokular yaymasını sağlayacaksın olan bitenin. Konu uzun mutfağı anlatarak salona giremezsin yaşamda...
Benim kompleksim çoktur bu konuda, bilim kurgu öyküsü yok bizim, nasıl olur yazayım da görsünler, acaba şiiri de olur mu, dur bir deneyeyim, şu yazar çok usta, onun gibi yazmaya çalışsam bir gediği kapatır mıyım acaba, felsefe yok biz de, aman bunların hepsi bizi aşağılama amaçlı, bu kuşağın canına ot tıkamışlar, ben onların kurtarıcılığına soyunayım, ilk gördüğüm canlı, canım sen önce kendini kurtar dese bile!..
Hep yapamadığımı, yapılmayanı yapmak istemişimdir bu cavalacicoz işte, korku öyküsü hala yazamadım, yahu kağıttan korkar mı insan, göz gezdirdiği harflerden korkan zaten hastadır, korkması yazıdan değil diye düşünürüm, ama öyle değil, boş oda da öykü okurken hızla ışığı söndürerek yorganın altına girdiği mi bilirim ben, orası daha korkunç diyenler olabilir, hayır korkunun türleri var, yorganın altı sıcak, elimle elimi tutar, korkma yaşıyorsun bak, soluk alıp, bak kimse yok çevrede, bambaşka düşlere dalıp, yaşam cennetsi bir şey, işte yemediğimi yiyorum, sevdiğimle baş başayım ne tepegöz var tepede, ne yılan çıyan geziniyor yerde diye düşünebilirim doğallıkla... Her şeyde olduğu gibi korku da bir periyottur, aksı değiştirirseniz, düş ya da kâbus bitebilir!.. Korkunun somut olanı insanın kendisinden gerçekleşmez zaten, başka varlıkların neşesinden ya da ölüm severliğinden el alır!..
Neyse, edebiyat hayat gibi değildir, en iyisini yine de siz bilirsiniz, neyin ne olduğuna dair!... Dedim ya bir korku öyküsü yazmak isterim ben, önce bir ad bulmalıyım, Korku Odası olur mu, olur ama edebiyat bilineni yinelemekse iş değildir kanımca, öyleyse başka bir şey olmalı, Rüzgâr Odası olsa, çok daha iyi, çünkü, belirsiz bir şey bu, ne demek yani, onun için iyi bence, Rüzgâr Odası, bilim kurgu ve yaratılış günlerini çağrıştırıyor, bir taşla dört kuş filan vuruyor, adı bu olmalı iyi...
Şimdi, girişe gelelim, giriş bu işte, olur mu olur, öyleyse sürdüreyim, bakın çalıntı bir tümceyi monte ederek başlayalım, sürdürelim daha doğrusu; Tren homurdandı... Mavi sıcak dumanlar püskürterek uçsuz bucaksız ovada bir sevinç kasırgası gibi uçtu... Bu nasıl korku yahu demeyin çünkü, trende iki aşık vardı ve tren göklere doğru yüzünü çevirdiğinde, bir el uzandı trene ve Azrail mi, ifrit miydi bilemem, ölüm tanrısıdır belki de, çelik bir pençe gibi o iki aşığı çekip aldı ve iç organları bulutların içinde solgun bir duman gibi yayıldı iki talihsizin, çığlık atmaya bile fırsat bulamadılar.
Kanları yağmur olup yağdı göklerden, hatta Buenos Aires'te birinin, nasıl oluyor da kırmızı yağmur yağıyor diye meraklanıp, onu içtiği ve artık bir zombi olarak yaşamına devam edip, geceleri vampir gibi ortaya çıkarak alışkanlığını sürdürdüğü söylenir. Onu bırakın Alacahöyük'te -Çorum mu, Çankırı civarı mıydı bu yer yahu, kırmızı yağmuru içen başka bir kişinin, ölümsüzlüğe kavuştuğu için kanını pazarladığı rivayet edilir, ölmek istemeyen başka insanların biricik emeline derman olabilmek için.
Ölümsüzlüğe kavuşmanın nedeni kırmızı yağmur değilmiş ama, aslında bu yağmur suyunu içersek ölümsüzlüğe kavuşacağız diye inanırmış insanlar, gerçekten inanan biri bu dünyada amacına ulaşırmış, gerçekten inanmanın, sırrınıysa kimse bilmiyor!.. Ama üç yüz yıl sonra onlar da ölmüş, bir mağarada bulmuşlar ölülerini, öleceklerini anlayınca utançlarından mağaraya sığındılar diyor çevre halkı, bazıları da ölen onlar değil, karı koca iki çoban filan diyor, ama ölmedilerse neredeler diye basit bir karşılığı var bunun. Amerika'ya göçmüşlerdir demiş biri ama ben inanmadım, çünkü her zaman bir düşüncenin aksi bir düşünce üretilebilir bu dünyada, yalan ve doğru aynı şeydir gerçekte, ama bu bir yarar sağlamaz insanlara, para kazanmayı düşünmeyen biri, ağzıyla kuş tutsa bile bunu beceremez, öncelikle ifrat ve hınçla varsıl biri olacağım ben diye düşünmesi gerekir, düşüncesini yapılandırmadan ne bir düş görülür bu arafta, ne de suya girilir. İnanç bu nedenle önemlidir, bir motordur o!..
Ölümün olduğu yerde düşünce yoktur ama!.. Biz insanlar, insanlık yani, düşündüğümüzü varsayan ve çan sesi çıkarıp, zil çalınca oynayan yaratıklarız, kuşkulanmayın hemen canım, hiç korkmadınız baştan beri ve benimle alay ediyorsunuz ha, iyi düşünün, tarih boyunca düşünemedi insanoğlu, düşünce nedir onu bile bilmiyoruz hala, bu yüzden ne günaha girmiştir bu yaratık daha, ne de üç kuruşluk bir iyiliği dokunmuştur yaşadığı dünyaya, bir deneyimlemedir o, bir denek daha doğrusu, kobay yani, tanrının tasarımları filan diyende var, dur ısırma ama, dişlerin çok sağlam ve köpek dişlerin ne kadar keskin görüyor musun, git aynaya bak istersen, ha koridordaki aynaya bak, loş ışıkta iç organlarını görebilirsin ona bakarsan, aşağıya doğru, döne kıvrıla süzülen şeyin ne olduğunu bilebilecek misin bakalım, içinde hala o var senin, iki bacaklıya dönüştüren balçık, ağlama ama, biliyorsun korkutmak istiyorum ben seni...
Bakın, şarıbül leyli ven nehar, ebedi sarhoş demekmiş, bir adam varmış, bir gün Almanya'ya gitmiş, ama bir süre sonra bir duyum almış, şalvarı tezek kokan ve sattığı ıspanakların parasını, ayak parmacığını sayarak hesaplayan karısıyla ilgili, karısı hörgüçlü bir deve gibiymiş, son derece ürkütücü, adımları tren katarı gibi, baldırları paskalya çöreği gibi, yok besili kısrak gibiymiş, kuyruğu da beline kadar uzanıp, uyluğunu kapatıyormuş, uzaktan gören onu Kerberos ya da Minotaur gibi bir şey sanıyormuş, oda ahaliyi kırmaz bazen beygir gibi kişner ya da boğazlanan bir sığır gibi böğürürmüş gece yarılarında, işte adam Almanya'ya gittiği halde bu kişneme ve böğürmeler kesilmeyince, karın seni aldatıyor Çamurcu Muhtar Dayı'yla diye bir haber uçurmuşlar, adam sessizce dönmüş ve karısına yetmiş galon şarap içirip, ağzından laf almaya çalışmış, dev anası zerre kadar tınmamış, derken adam dönüyorum ben Germencik vilayetine, hadi hoşça kal demiş ama eve gece yarısı birden dönerek, gafilleri yakalamış, daha doğrusu karısı gene kişneyip böğürüyor, Muhtar Dayı'da iki ayağını kadananın sağrılarına vurarak dört nala gitsin atım da, ufukta nallarından kıvılcımlar saçan süvariler ya da kuyruklu yıldız sürülerinin içine girerek, yanıp sönen alev böcekleri sansınlar beni, yarıtanrı Muhtar Emmi'yi diye ter döküp debeleniyormuş yatakta...
Alman mültecisi kardeşimiz, her ademoğlu gibi Havva'da aramış kusuru ve Muhtar soba deliğinden bacaya geçerek, dama çıkmış ve kolayca kaçmış evden ve hiç umursamamış bile başına geleni, kılıbıklık deryası adamsa, karısıyla gene içmiş, ama bu kez sızana dek, yok hayır ama, karısı sızana dek ve işte korku, ürkü saatimiz şimdi geldi artık. Adam; dünyanın yarısından büyük olan, Isfahan gibi karısı, Ali Baba Kırk Haramiler meseli uyarınca uykuya dalınca, ne yapmış biliyor musunuz, karısının mahşer de bile teneşircilerin ilgisini çekip, içmeden sarhoş olmasına yol açan, ilahlara layık Mezomorto Yarığı'na şarap şişesini değil, evde bulunan Barthelmi Diaz'ı değil, Balthazar'ı da değil, çalı çırpıyı bile kesmeyen, işe yaramaz, kollarından uzun kör baltayı sokarak, altın gibi parıldayan dişlerinin arasından, Muhtar'la meze yaptıkları için; azgın derecede kişniş otu kokan mübarek ağzının ortasından, Priapos'un bindiği düldül gibi çıkarmış.
Karısı ölmeden önce, at gibi kişnemiş ve gözleri belerip, kızıl bir fener gibi yanmadan önce de, bir sığır gibi böğürmüş gene, hatta ayağa kalkıp, adama saldırmış dendiğine göre, ne olmuş sonuçta dersiniz, adamın kalbi heyecanına yenilmiş ve ölmüş ne yazık ki ve karısından öbür dünyada bile ayrı kalmamayı başarmış böylelikle, oysa bu adamcağızın ölüm nedeni, tanrı indinde, kendisi Almanya'da karısının işlediği günahların envaı çeşidiyle gönül eyleyip, Keramet Çubuğu ordan oraya cirit attığı halde, karısına bunu her iki cihanda da çok görmesiymiş, tanrının adaleti, sabrı, minneti ve mihneti vardır biliyorsunuz, o esirgeyen ve bağışlayandır ve de zaten Günah Cehennemi'dir bu dünya, dimyata giderken evdeki bulgurdan olursunuz, sıygayı anlayamaz, sınıfı geçemezsiniz bir hiç yüzünden ve başınıza gelenlerin reva gördüğü ruhani şiddet, öyle büyük yaralara yol açar ki, düş evinizde dahi, hiç bir zaman iflah olamazsınız kıyamete dek!..
Kuşun karnı taşla bile doyar ama insanın karnı düşünmeyi öğrenmeden, doymayı bilmez, hiç bir şey öğrenmese de, geviş getirir durur alçak gene de, Mojave'de de böyledir bu, Selcen ve Karahallı'da da...
Şöyle bir şey yazsaydık biz bu olayda ya da yazabilseydik keşke...
'Adam ve karısı tapınak kirişlerinin altındaki rüzgâr odasına girip, orada uçsuz bucaksız manzaraya daldılar ve gecede sevinç kasırgası gibi sevişerek, cennetin yeryüzünde olduğunun, yaşamın bir cennet provası olduğunun, arsızlıkla, doymazlıkla tadına vardılar.
Ve sonunda bir yaratılmışın, bütün uzuvları tümel olmuş, kusursuz bir varlığın doyumsuzlukları, ulaşılmazlıkla berkitilmiş, yüceltilmiş açlığının sınırları ne olabilir ki diye düşünerek, tan atımına vardılar ve altın sarısı ışığıyla güneş tanrısı, onları kollarına alarak, bir daha uyanmaksızın, sonsuz bir düş ülkesinin içlerine doğru kanat açtılar!..'
...
...gün gelip herkesin bacaksız bedenlerle yerlerde, ateşten duvarlara tutunmaya çalışarak sürüneceği...

DİL SÖYLENCEDİR


DİL SÖYLENCEDİR
k sözcüğü Hint kökenli diyorlar, Aşaka diye bir ot varmış dediklerine göre, -bir sarmaşık- ormanda sarıp sarmaladığı ağacı sonunda kuruturmuş. Aşk'ta -karasevda- yoluna çıkan, uçurumuna düşen çoğu kurbanını kurutuyor, mantıksız bir yaklaşım değil!.. Windsor düşesi yüzünden Philip tahtı bırakıyor, Beatrice sararıp soluyor, Kleopatra yılan zehrini zerk ederek öbür dünyayı yeğliyor, Antonius imparatorluktan oluyor, Tac Mahal aşkın kudretiyle güneşe meydan okuyor, Mecnun, Leyla'yı -insana- benzeten sultanına sen ona benim gözümle bak diyor, ama garip bir şey var bu mesellerde Pygmalion gibi tanrı neden yarattığı kullarına aşık olmuyor, eski Grek tanrıları söylence kurbanları ama, tek tanrılı dinler daha otoriterler, yaşamda aşka yer verecek vakitleri yok onların, emin olun ki geleceğin tanrıları aşkın olmadığı bir dünyanın efendisi olacaklar, aşk doğayla ve büyüyle yaratılmış tansıklı dünyamızın, daha doğrusu cennetsi dünyamızın masallarından biri aslında... Mekaniğe doğru evrilen yaşamımızda aşk belki biçim değiştirir ama gözyaşı ve gönülleri titreten iç acılarıyla, elem ve emel denizlerine gark olup sürüklenme çağlarımız gene de gerilerde kaldı diye düşünüyorum... İnsan her zaman geçmişini özleyecektir, gelecek bilinmeyenlerle dolu çünkü!..
Aşkın baş döndürücülüğüyle ilgili bir şey anlatayım -aynı şeyleri yineler durur insanoğlu- binbir gece masallarında geçiyordur sanırım, ama ben göremedim, tıpkı Ulysses'te kuark sözcüğünü göremeyişim gibi!.. Vakıa şu, adamın biri çölde -bedevi- vuzuh içinde ibadete durmuş, önünden kaygısızca bir meczup geçmiş, bedevi hemen örtüsünü çekip almış ve ayağa kalkarak bre melun nasıl önümden geçersin beni görmedin mi, ibadeti bozdun işte demiş. Meczup şaşkın, ben Leyla'nın aşığıyım,            onun kurbanıyım, seni göremedim, sen ki Allah'ın aşığısın, yaratana sevdalısın, beni nasıl gördün demiş!..
Anlatmak istediğim şu, aşkın özünde Türkçe olduğunu söyleyecektim, kök olarak, Aşk Azerice'de Eşk olarak söylenirmiş dillerde, ağızda yani, Eş'den kaynak alan sözcük yani, eşk ışığa gidiyorsa, eşte ışığım anlamındadır belki, Platon'a göre aşk insanın diğer yarısını aramasıymış; Eşk de eşim, yani benim olabilecek dünyalarda karşılaşabileceğim biricik yarım, öteki yanım anlamına gelmiş olmuyor mu. Atın, -güzelliğin timsalidir diyen var- tüm görkemini yansıtan, hayranlık verici, uyum ve sükun içindeki yürüyüşüne de eşkin adı verilirmiş, belki de bu yüzdendir. K, bizim dilde çılgınlık, aşkınlık eki olarak işlevi olan bir sessiz harf. Coş, coşku, eş, eşki, şar (akma gürültülü akış) şark diye akma veya düşme eyleme şiddet, hız ve sertlik kazandırıyor, eşk de çılgınca beraber olabileceğim eşim, arkadaşım, kardeşim, sevdiceğim gibi anlam kazanıyor. (Şark doğu anlamına geliyor, inanın oda Türkçe, Şarkı, suyun uyum içindeki şırıltısı demek, şarlayan suyun uyum ve dinginlik veren sesi, suyun şarlaması doğduğu yer anlamına gelebileceği için ki öyledir, şark da elbette doğum, doğan anlamına gelebilir, yani sözcükler, kavramlar çok yönlü gelgitler içinde değerlendirilebiliyor gördüğünüz gibi. Bu duygu, suyun bu şarkısı için Borges bir methiye yazmış bakın işte o şiir...
''Elhamra''
Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki
Kimi kumları kararmış bunalmış gibi.
Zarif bir el yol açtı ona
Özenircesine sütunlardaki oyuklara.
Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi
Geçip gidiyor ıhlamurların arasında.
Onun içli bir şarkı olduğunu
Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu
Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini
Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu.
Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar,
Sürüler, yağmacı kalabalıklar.
En iyi olmak için boşuna uğraşırlar.
Bütün bunların ayrımındadır üzünçlü kral,
Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez,
Geçersizdir anahtarlar,
Haç ötekilerin olur ay tutulurken,
Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.
Şar sözcüğü ilginç, Fransızca da şarlatan var, yani boş yere, yalan dolanla yüksekten atıp tutan, aldatan demek, Türkçeden geçmiş olması gerekir ya da aklın yolu bir, ne diyeyim. Oysa ben Şarlotan diye onu batılı bir kisveye sokmak istemiştim, boşuna çabalamışım. Bizim köyde şarlak vardı, köylüler şarlak derdi, küçücük bir çağlayanımız vardı, onun adı... Diller geçişli ve kökte bir, neredeyse hepimizin ortak yargısı üzere!..
Dil bir tabu değildir bu yüzden, tabulaştırmamak gerekir. Her söylence bir gerçeklikten kaynak alır, Babil Kulesi'nin dillerin ayrıldığı yer olması meseli, doğrudur, tanrı (ulu gerekçe, tartışmasız kabul, insanın hep birlikte karar verdiği ilahi ortaklıklarına, düsturlarına yüklenen şanlı nişane) dillerimizi ayırdı ve sonsuz kardeşlik bitti, cennet ve cehennem türedi ve evrenimiz kozmostan, kaosa evrildi, tanrının canı sıkılmış olabilir belki de sükunetten, şunları birbirine vereyim, düşman eyleyeyim ki, kulübelerinde yıldızlara bakıp durmaktansa, samanyolunda yeni yurtluklar aramak gibi kaygılara sürüklensinler diye düşünmüş olabilir.
Şiddet coşkudur aslında, iyi bir şeydir, enerji ve hız kazandırır, ama şidetin ehlileşip, evcilleşme çağlarına gelemedik daha, evrildikçe o da olacak, nasıl tanrılarımız evrildiyse, yıldırım elektriğe dönüştüyse, bir gün şiddette bulvarlarda tasmasıyla gezdirdiğimiz finomuz gibi! -tüm sadakatiyle bizlere bağlı olacak-, şiddet genlerimizden çıkacak ve pozitif bir enerji, tanrısal bir kuvvet olarak evrene yayılarak, mutluluğumuzun kaynağına dönüşecek.
Şiddette insan gibi, henüz varlığının ilk safhalarını, primitif çağlarını yaşayan bir şey, bir töz, bir soyutlama... Varlık, insanlık deneyim edindikçe, ölümü, aşkın yok ediciliğini, şiddetin buyrultu ve körlük aşılayan yanlarını törpüleyerek evreni gül bahçesine çevirecek, yaratılmışlığın kozasından çıkarak, yaratan safhasına geçecek, güçsüzlüğünü, acizliğini, kölecil edimlerini, zaaflarını tarihin-zamanın gerisinde bırakarak, evrenin akla ve aşka uyarlanmış egemeni olarak, esirgeyen ve bağışlayanla yer değiştirecek...
Tanrı olacak!..
Yoksa bu çabaların hiç bir anlamı olamazdı, bunu tanrı istiyordur kısacası. Eğer tanrı bunu amaçlamamış olsaydı, bize düş gücü, şiddet ve aklın büyüleyiciliğini bağışlamazdı, bağışlayamazdı belki de...
Bunun kanıtı var, her şeyi yaratan tanrılar, yorgun düşünce, bu işleri yapacak bir tanrı yaratalım, tüm işleri o yapsın, biz dinlenip keyif sürelim demişler ve o tanrıyı yaratmışlar, adını da Amilu koymuşlar, ortadoğunun, Mezopotamya'nın, tanrıların cirit attığı toprakların söylencelerine göre...
Kim bu Amilu...
Amele, yani insan!..
Bu topraklara bütün batının, hatta bütün dünyanın göz dikmesi bu yüzden, tanrılarından korkuyorlar ve kendilerinin başına gelebilecek şeylerden kuşkulanıyorlar, batı bu yüzden yadsımacı, yani inkarcıdır, tanrının üvey evladı gibidir, peygamberini bile çarmıha gerdi o ve o Kabil'dir belki de, onun için bu toprakların, tüm ortadoğuyu, antik yapılarıyla, yer altı zenginlikleriyle, kaynakları ve efsaneleriyle, İlyada'sından, Binbir gece masallarına kadar her şeyini yağmalıyordur, doymak bilmez bir açlık ve yüzyıllarca gölgede kalmışlığın hıncıyla... Ortaya koyup, yaratılan bir talan ve yağma uygarlığıdır ama, aynı zamanda bu, tanrının bir sınavıdır onlar için, ne yazık ki görüntü onların modern bir kıromagnon ve vampirik bir siborg olma yolunda ilerlediklerini gösteriyor, ne ki onu ehlileştirecek olan yine Amilu'dur, bu toprağın tanrıları!.. Efsaneler onları bekliyor!..
Aşkta, gerçekte Eşk olup, anlatıldığı üzere saf Türkçe bir sözcük olup bu toprakların kadim efsanelerinden, dünyadaki yeni ve çağımıza atfedilen tüm edebi edimlerin -roman, şiir, öykü- efendisi binbirgece masallarından el alıp, -binbirgecenin kaynağı da Gılgamış'a, Babil satiriklerine uzanır- dünyaya yayılmış bir kavramdır, tüm kültürler gibi!.. Eşki aşk olarak telaffuz eden İstanbul diyalekti olup, fason ve boyunduruk altındaki burjuvazimiz bu tür oyunlara başvurarak ayrıcalık arar kendine, gerçekte kendisini yadsıyordur ama, çünkü burjuvazimiz öylesine fason ve al-satçı bir şoven yapıdadır ki, geceleri düşlerinde,  bu tutumuyla halkı uyutmaktan suçlandığı için, kastanyetli ecinniler çevresinde toplanarak, fantoma (hayalet ağrı) ağrısına tutuluyor mudur bilemem!.. Öyle fason ve uzaktan kumandalı bir burjuvazisi var ki bu toplumun çocukluk hayalim sportif müdür olmak diyebiliyor!.. Filigranlı konuşmak az gelişmişlere mahsus bir yetenektir, sen dağların hayvanların çobanıysan, ben de denizlerin balıkların çobanıyım Mihail!.. Cehaletle bilginin okyanusları bile baş edemez!..
Yazı yani düşlerimizin kayıt altına alınması bu toprakların icadı olup, atomu parçalamaktan daha büyük bir buluştur, atomu parçalamak bir olgu, bir sonuçtur, yanardağın türevidir o,  ama yazı salt bir düşlem,  olmayana ergi ve  yokluktan var etmektir bir neni ve yalnızca tanrının gücü yetebilir ona, öyle ki artık Tanrı'da bu toprakların atalarından başka bir şey değildir. Geldiğimiz yer ise düşündürücüdür!.. Biz bunu hak etmiyoruz demek acizlik belirtisiyse de, insan-lık nankör bir yaratıktır.

Nankörlüğün sonu ise kıyamettir!..