25 Mart 2016 Cuma

MALAYA

Butan ülkesinde, yaşlı bir kadın kendini dini öğretilere adamıştı, tüm kutsal metinleri okuyup, buyrukları yerine getirerek, erdemle boyun eğdiğinde, her öğretinin cennetine gitmeyi hak edeceğine inanıyor ve böylelikle; yaşamı boyunca düşlediği cennete, o büyük özlemine kavuşmayı kesinleştirmek istiyordu. Kısır ve kısıtlı yaşamında aşkınlığı aramanın, uyuşturan, yüceltici duygularla süslü ve esenlikle dolu, bezdirici bir yöntemiydi bu... Yeryüzünün her köşesinden, gelmiş geçmiş tüm metinleri araştırıyor, vicdanının kanatları altına sığınan, yüreğinin kolları arasında uyuyan öğretileri coşkuyla okuyor, dinginlikle, tapıncayla, inancayla sonsuz bir mutlan içinde yüzüyordu... Evrenin bir hapishane olduğunu, çünkü bir kapısının olmadığını, kapısı olmaklığın, onun dışarı açılan bir çıkışı da kesinleyeceği için, özgürlük anlamına geleceğini, bundandır, evrenin, gerçekleyin bir hapishane, dahası cehennem olduğunu ileri süren, ölümünse, dolayımla bir kapı, çıkış sayılmakla; özgürlükçü bir kucaklaşma, bir özlemin erimi olduğunun kabulü gerektiğini söyleyen ve denilebilir ki artık bir cennete kavuşma, doğallıkla bir saltık kurtuluşa açılacağını müjdeleyen öğretilerden tutunda, belli sayıda varsanan olanaklar tükendiğinde Songün'ün de yaklaşmış olacağını, olanaklar yeniden yaratılamayacağına göre (bu deruni alanda, olmuş olanın önüne tanrı bile geçemez , an yinelenemez gerçelliği varmış), yaşamında bitmiş, doğal erimine varmış ve zamanın sonuna ermiş sayılacağını ileri süren veya evrende her şeyin bir ikizi olup, anot, katot görüngüsüyle kutuplaşan, tersinir bir yaşam sürdüğümüzü, biri harama el uzatırken, diğerinin ant vererek tövbe ettiğini, biri düşlerinde koşarken, diğerinin gündüz gözüyle dinlendiğini, biri göz yaşı dökerken, diğerinin gülmekten eridiğini varsayan görüşlere değin kendinden geçiyor ve neredeyse cennet mekân hazır bir yaşamın onu beklediğini düşlüyor, düşünüyordu... Kötü insan olmamanın şeytanca bir kibir olduğunu savlayan öğretiler, gerçekte insanların tanrıyı, dünyanın yükünden kurtulmak, yaşam denilen o vefasız yosmayı hafifsemek, alacakaranlıktan süzülen, tan aydınlığının ıtırında, sabah güneşinin eşliğinde, onu bir gül kokusu gibi duyumsamak, yuvasından çıkan bir sincap yavrusunun, neşeyle sağa sola bakışında, bir esrime, bir esenlik, bir ürperiş gibi algılamak, hayatın ve ölümün amansız baskılarından, bir anlam vehmedilememiş acılarından kurtulmak ereğiyle yarattığını; yaratıldığını ileri sürerlerdi... Zohar'ın tam on üç bin sayfalık kutsal öğretisini belleyenler, Şamlı Yahya'nın, insanın ortakçıl gereksinimlerini, tanrıya zorbalıkla dikte ettirdiğini söyleyenler, yazgısı yaratıcının iki dudağı arasında olduğu halde, onunla yarışmaklığın sanrısına düşüp, dehşete kapılarak, tir tir titreyenler, öz beninde dolaşan kanın ve sonsuz haklılığa inanmış olmaklığın sanısıyla, bir belleyiş ve belletişle haşır neşir olmaklığın baştan çıkarıcılığında; gölgelerin gücü adına, hayra ve sevaplara belendiğini ve cennetin kapısının kendileri için sonsuza dek açık olduğunun ürküsü, hıncahınç özlemleriyle dolu bir vehme kapılarak, görkemle yanıp tutuşanlar; onun bilginin ve ermişliğin afyon serkeşliği, hak tanırlığın ve hak edilmişliğe kabul buyurmaların sarhoş ediciliğinde, özümsenmiş bir kibirle kendinden geçmesine, geçmelerine neden oluyor ve sonul olandaysa; yarı baygın, büyük bir teslimiyet, ram oluş ve ruhaniyet içinde cennetine kavuşacağı günü beklemelerine yol açıyordu!.. Kimileri de diyordu ki, tanrıya boyun eğmekliğimiz, vaatlere duyduğumuz açgözlülüğümüz, insanlığın yeni bir ortaçağa sürüklenebileceği kuşkusundandır, onun kendisine ilişkin bildiklerinden çok neler biliyor olabiliriz ki biz, yine de yakınmalarla, kutsamalarla bağlanıp, tapınıyor olmaktan mutlu olabilmeliyiz, tapınmak, harfleri sayısınca yinelendiğinde, istemsizce kortekslerde çınladığında, garipleşerek, anlamını yitirebilir, bizi kargaşanın boğuntularına bulayarak bilinç cidarlarımızı harap edebilir, ne ki yaratılmışlara nasıl zararı olabilir tanrısallığın, yaşıyor olmaklığımızla inanıyoruz biz, hiç düşünmeden; duyarak, görerek, tadarak, koklayarak, böylesi anlamalar, kavranımlar, algılamalarla düşünüyor ve biz saltık inancın, ruh sağaltan inancaların coşkusu içinde yüzüyoruz... Biz bilmeliyiz ki, var olmuşluktan uzak, ilişiksiz, ilintisiz bir varlığın dışındaki tanrının bir anlamı olamaz, illiyet bağının dışında var olmak, nasıl olabilir ki, olası mıdır ve kim, ne biliyor, ayrımındayız ki, henüz bir çevrenin, bir çeperin içindeki öglenalar, amipler ve kamçılı zigotlar gibiyiz biz... Nedir ki, umarsızlığın pençesindeki bu görüngüler, yazık ki doğrudur, çünkü gerçellikte böylesi bir tapıntı, tanrının varlığını yadsımak olurdu... Var oluştan vareste, bağlantısız bir tanrının varlığı, varlığın yadsınması anlamına gelirdi. İlgeçten yoksun -edatsız- ve bağlaçsız bir tanrı, yokluğun varlığını kabul etmek, bir tür hiçliğe boyun eğmek anlamını taşırdı ve böyle bir çatışkının sonu, kaçınılmazlıkla düşlemsiz bir anakronizme, katıksız yanılgının anlamsızlığına kapılacağı, boşluğun içinde boğulacağı içindir ki, düşünüldüğünün aksine, ne yazık ki, tanrıyı yoksamanın, yokluğunun kanıtı olurdu, giderek onu yoksamanın yüklenimine, kolaylıkla kabullenilir bir işlevine dönüşür, dönüşebilirdi... İçlerinden biri açıkça düşünüyor ve savlıyordu ki; gerçekte tanrıyı yalnızca anımsıyorum ben, şimdi, şu an; yaşıyorum onu ve gelecek için ön görmeyi tasımlıyor, vecd içinde öneriyor, sunabiliyor, ileri sürebiliyorum... Başlangıçtan beri duruyor ova... Yalnızca sözlere ve tutuşan dillere inanarak bağlandıklarını bilmiyorlar mı onlar, düşünmek derinde gözlerimizi kapamak ve bile isteye kendinden geçerek, vecd içinde, bir şey düşünmüyor, düşleyemiyor olmak değil midir... Tanrı neyin metafiziğidir ki, varlığın metafiziği, soyut boyutlanımla ilgili bir şey düşünmemekle olanaklıdır, bir bilinmezliktir metafizik, dünyevi görselliği, bir biçimselliği olmayan ve ondan sonsuzca yoksunluğu... Gün ışığı ne yaptığını bilemiyordur ve yazık ki ne yaptığını bilmediğini de bilemiyordur, ağaçlar ve tepeler soy varlıklardır, saltık birer gerçekliktir, saflığın timsali, 'ol' buyuranın kült ve arı birer hamlığıdır onlar, dirimcil ve sonsuz körpelik, deneyimsiz bir acemilik, eylemsiz, hazırlıksız bir ilk elin, ilkinsiliğin, üzünçlü başlangıcın, otoistik, -mihaniki- pişmanlığıdırlar. Onun için tanrı eşdeğerlikle bizimledir ve sürekli yanımızdadır. Bakın tanrı nasıl da geziniyor yamaçlarda ve kendisiyle nasıl konuşuyor, soyluluğun sınırlarına vararak, kendisini karşısına alarak, tanrı budur işte... ''Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak / tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini, / oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden / aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, / ve tırmandıkça her yerde Tanrı'nın soluduğunu, / yanı başında güldüğünü, yürüdüğünü, / çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın / ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska / altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.'' Sonsuz soycullukta, algılanır kabullenimde, kutsanacak bir şey varsa çiçekler ve ağaçlardır, bilinmelidir ki tüm düşüncelerimizden, görüşlerimizden gün ışığı ve yamaçlar -daha gerçek-, daha değerlidir, bir arı, bir sincap, bir kelebek, vargı ve yargılarımızdan, bir açınsızlıkla daha sunulabilirdir, tartışma götürmeksizin varoluşun sarmallarını biçimlendiriyor onlar, düşlem ve düşüncelerimiz varlığın türevlerini aşamıyor, kendi göstergelerini sunamıyor, sınayamıyor... Düşlerimiz, tüm gerçelliğin gerisinde kalıyordur, tüm varoluşun, tansıklarımız; dünyanın şaşılasılığını aşamıyordur henüz, toprağın çocuklarıyız ve topraktan gelmekliğin tutsaklarıyız, çamurdan yaratıldık ve doğrunun hası olmaklığın bilinciyle, başka biçimselliklerde olabilmeyi bir türlü hak edemiyor ve katlanamıyoruzdur biz... Metafizik dediğimiz, tanrının, varlığın kendisidir, tanrının anlamıysa onu düşünmemek, düşünememek olmalıdır, ağaçlar, tepeler, çiçekler, ay ışığı ve güneşe, tanrı diyebildiğimizde, öyle sanılarla, öyle var sayımlarla dönüyor, dönüşüyor olabildiğimizde; tanrının; ağaçlar, tepeler, ay ışığı, gün ışığı ve çiçekleri 'kendisi' olarak görmemizi, bilmemizi istediğini anlıyor, sezebiliyor olmalıyız, düşünmeden varsamalıyız onu, kutsallıkla bağlanıp, sevebilmeliyiz, sorgusuz ve kuşkusuzca serimleyip, sunabilmeliyiz... Demek ki, o böyle istediği için seviyoruzdur onu; inanıyoruzdur ona, durukluğumuzun başka bir gerekçesi var olabilir mi ki, varsa canlı bilim kadrajının hangi silsilesinde yer alabilir ve kendini hangi biçimde ileri sürebilir ki... Tanrıda yaratılmışları seviyordur eminim... O böyle istediği için... Böyle düşünüyoruz biz onu... O böyle düşündüğü için... Görülerimiz dışındaki bağlanımlarımız, göksellikle yücelen kutlanımlarımız, acı veren bir belirsizliğin, adı sanı olmayan bir güvençsizliğin, sürgit ezilen benliğimizin cehenneminde yüzen sanrılarımız, korkularımızdır. İnsan, kesin belirsizlikte, kesinleyici bir sınırsızlıkla söylemelidir ki, -bir çelişiklik, çıkmazlıkla dolu çatışıklıkla, ezoterizmin temelinde bu vardır-, inanmaktan korkan bir hayvandır, teoreme bağlanmalıyız, çatışkı ve çelişkinin, eylemsizlik ve deneyimin denizlerinde kulaç atıyor olmaklığımız sürdükçe, yanılgı ve pişmanlıklarımız tükenmedikçe, bulantı ve çalkantıda bitimsizlikle sürüp gidecektir. Yaşamın tadı bilinmezliğindedir, hazzı belirsizliğin gizençli çekiciliğindedir. İnsan doğasıyla, yaşamdan sıkıldığını kavradığında, bezdiriciliğin süreğenleştiğini anladığında, bilineni de bilinmezlikle donatacaktır, o, onun yaşamın bir oyun olduğunu bilir, acılara katlanır, yenilir ve hiç bir şeyin değişmezliğine, olabilecek en düşük ve kabullenilirlik ölçeğinde, tanrısallığı aratmayan, gül kokusunda bir katlanılmazlıkla tepki verir, yüzyılların içinde alışkanlıklarda değişir, ne ki yaşamın değişmesini göremez, algılayamaz ve dehşet verici, şaşılası bir -şaşırtıcılıktır ki- istemez, istemeyebilir!.. Gerçekte, biz kimiz değildir soru... Yanıtı olan şey, soru olamaz... Biz biziz!.. Bu anakronik zamanlar, insanlığın kaynaştığı çağlar ve devinimin hızlandığı, alçaklığın evrensel tarihinin devreye girdiği ortamlarda, taraflar birbiriyle usa sığmaz düşünsel kavgalara girişir ve bundandır tuhaftır, felsefi derinlikler, yeni ve olağanüstü öğretiler ve reformist, insanüstü gerçeklikler ardısıra zincirden boşanırcasına meydanlara iner, ortalık ermişlerin panayırına döner ve ortalık birden gene sakinleşirdi... Bu sayfalarda yeri olmayan, kısa gün simsarları, düşünce hırsızları, belki yalnızca tanrıtanımazlar değilsede fason zındıklar, özellikle etik dışı, bilisizce soru üretirlerdi, inancın burçlarını sarsabilmek için, orientalist bakışlarla anlak sörfçülüğü yapan niceleri derdi ki, yoksulların afyonu nedir, peygamberler korkar mı, tanrının boynuzları var mıdır, şeytan zina yapar mı, süvari melodisiyle beygir koşar mı, koster zırhlı olursa da koster midir gibi sayısız saçmalıklar, kozmikomik derinliksiz, karşılıklı atışmalar birbirini izlerdi, ama dünya öyledir ki, her doğru bir gün eğri, her eğri bir gün doğru olabilir, yalan ve yanlış, salt bir doğruya ve katıksız gerçelliğe evrilebilir, her şey olduğundan başka bir görsellik ve içerikle süslenerek, adını gizleyebilir, biçimden biçime girerek dünyevi yaşamda kimliğini, niteliğini değiştirebilirdi. İşte ki, ulu olanın varlığında, onun adına, bu kimileyin mutlan, kimileyin düş kıran; us uçuran, dudak büktüğünde, göz bağcılığın cinnetlerine varan, belleği, benliği, kimliği ortadan kaldıran öğretilerden, çarpınçların elem bahçelerinden, bir defne tacı, kokusul bir manolya; buz beyazı renginde, bir sümbül ve menekşe bağı ki... Böyleydi ve o böyle istedi... Ve biz öyle yaptık... Karşıtların işbirliğiydik, dönüp duruyorduk ve çatışıyor ve uzlaşıyorduk, uzlaşıyor ve çatışıyorduk, sürgit... Doğrucul olsun ama bu engin öğretiler, yerin üstünde ve göğün altında, bir yenicillik ve değişen bir şey olmaksızın, Amon - Ra'nın öncüllüğünde, Uranos'un taştan ve tunçtan tanrıları adına, görkemli ve yeni tanrılarımızda ufuklarda belirirken, azalan ve yiten, artışan ve çoğalan, giderek birer yinelemeye dönüşürken, niceliğin ve niteliğin dolambaçlarında kolan vururken ve hologramlarsa bir gerçeksillik adına, tansıkların efendisiymişçesine ve hak tanır ve kutsal bir dünya uğruna, aldatısız bir yaşam için; böylesine ve acımasızca, coşkuyla, tutkuyla, ürküyle canlanırken, nasıl ileri sürülebiliyorlardı ki ve bize karanlıkların ölümünü aşılayarak, ışık körlüğünden kurtarmayı vaat eden nenler, azgınlıkla çarpışan doneler, varsağılar anlam denizlerinde nasıl adlandırılıyorlardı ki... İptidai Adem ve İlkeleri, Samuel'in Günlükleri, Eloah ve Gehenna, Zadokite Belgeleri, Yeşaya Kitabı, Öteki Bedenler ve Şintoizm, Nuh'un Kelamı, Süleymanın Bilgeliği, Habakkuk Yazıları, Eski Ahit, Putseverliğin Öncesi ve Sonrasından Şarkılar, Levililerin Vasiyeti, Hanok Deyileri, Sahra'nın Serap ve Su Tanrıları, Zındıkların Cenneti, Arami Görgüler ve Yazıtlar, Maorilerde Ruhsal Mastürbasyon, Kafirlerin Risalesi, Nahum Tomarı, Anti Tanrılar ve Ters Açılar, Resullerin Dikotomik Söylenleri, Talmudi Diyalekt, Buda'nın Geridönüş Vaatleri, Oturan Boğa ve Kırmızı Güneş, Bombaylı İsfendiyar'ın Düşleri, Çöl İlahlarında Din ve Mezhep Anlayışı, Mabutların Günahı, Zaloğlu Rüstem'den Kıssalar, Uranos'un Dinsiz Dindarları, Apis ve Hinduizm, Vulgata, Ölü Deniz Parşömenleri, Şeytan Baz Alınırsa Tanrı Nerede, Toynaklı ve Torakslı Solucanların İnsanlığı, Yemen Yazıtları, Müslim Olana Haldun'un Eleştirisi, Gnostik İncil Düsturu, Şamanistik Yergiler, Ko(r)kusuz Lisyantus'un Istırapları, Dekabrist ve Kartezyen Dünyada Goşist Yansımalar, 13. Havari, Maya ve Zapoteklerde Fitne, Sultanların Kara Kaplı Kitabı, Sümer Defterleri, Urartik Yazılar, Asuryen Fasiküllerin Açımı, Uyvar'ın Yalancı Peygamberi ve Yeni Tanrılar, Doha'nın Altın Sözleri, Akad Tabletleri, Islık ve Uğultuda Konuşan Sabbah, Birmanyalının Gizemi, Yehova Yeryüzünde, Antakya Kanonikleri, Musa ile Tevrat, Bağımsız Tanrılar ve Cennetizm, Ayetlerin Tanrısıyla Vaatlerin Şeytanı... Ne ki artık, sezgilerinde bu metinlerin, sonsuzca çatışan ve birbirine zıt belletilerle dolup taştığını görüyordu o, bir metinde tanrının buyruğunu yerine getirenin cennetlik olduğu söyleniyorsa, diğerinde aynı vargının ademoğlunu günaha boğacağı ve bir münkir olacağı ileri sürülüyordu. Birinin emirlerine tam tamına uyulsa, diğer buyrultuda kulların yoldan çıkmakla ve tanrıya şirk koşmakla eşdeğer tutulacağı belirtiliyordu. Azgın bir müşrik veya yadsımacı ya da günahkâr olacağı öngörülüyordu... Sonunda tanrının sonsuz sayıda bir yüzü olduğunu, zamanın akışında, yaratılmış ve yaratılacak olanların kozmik toplamının, yüceltilmiş bir verisi, bir yansıması olduğunu anladı, tüm öğretiler insan çığlığıyla, hiçliğin türevleri arasında dolanan algoritmalar, geçmiş ve geleceğin bireşiminde harmanlanmış, umarsızca düzenlenmiş, gelenekselin törpülediği ve kanıksanmış volkanizmin süslediği, herhangi bir çıkışı olmayan dışavurumlardı. Ölümcül bedeni ayağa kalktı ve paslı aynaya son bir kez baktı, orada ışık oyunlarının yalımında, biri giderek tanrılaşıyordu ve artık kadim hiç bir metnin, yazık ki kendisini cennete götürmekliğin bir güvencesi olamayacağını bildi... Ve zamanın umursuzluğunda, af ve bağışlayanın, ceza ve yargılayanın, saltıklıkla kendisi, diğer bir deyişle onu gerçekleştirenin; yalnızca insan orijinli bir nen olabileceğini gördü!.. Çıldırarak öldü.