26 Ocak 2019 Cumartesi

ZEROLOJİ (Monolog)





( Fichte, istenç özgürlüğü verdi dün / Neptün koyuna... / Sit alanı zorunlu diyor Gadamer / Göksel primatlara. / Fiyortları kamulaştıracaklar. / Dilthey'e öykünüyor uçurumlarda... / Bakın Sancho ne denli sakin / Eşeğiyle, kozmik dolambaçlarda. / Eseme, eseme, eseme / Ölümün kollarında Sindirella uykusu. / İç evren tinselliğinin adıyız biz. / Levni'de bulutları göremedi / Tutsaklığın bitişini göklerde / Sonsuzluğun aşkı gölgelediğini. / Doğa ötesi varlıklar tümel düşman. / Adem'in öyküleri gülünç kılıyor bizi / İçlerine almıyorlar. / Belleğin varlığı tümüyle yararsız çıktı, / Gördüğünüz gibi. / Tanrımız, Denver'in şerifi / Bir 'Parator' o ant veririm ki / Juliet bağırdı ona / Tristan'ın egolarına göz yumdu diye / İsolde ince sayrılıktan gitmedi mi? / Üç tarih anlayışımız da uyumsuz. / Kozmikistan mı bizim yuvamız. / Değerler alanında hiç yerimiz olmadı ki... / Bilinç; ürün çıktı. / Düşünsel yasalar tümüyle yapay. / Yaşamı kavrayamadılar. / Tanrılar düşsel prangamız işte / Odysseus gelir gelmez haykırdı / Tüm gizleri Erebos'tan; / Kuvöz yaratıklarıyız biz. / Melekle, üç Meryem tropeye / Geri dönmeliymişiz. / Tanrıları gördüm ben, / Kayıklarını da. / Denize girip saklandılar / Arkon rıhtımında. / Patikalardan geçtiler ve / Sessizce; yanlarımızdan. / Yelkenlerini açtılar ufukta. / Bizlerde hiç kıpırtı yok ki / Onların işleri yolunda!)

Rüzgara, tanrı var mıdır diye bir soru yöneltebilir miyiz? Evet, çünkü var. Olmayan şey sorulamaz, çünkü tasımlanıp, düşlenebilen her şey vardır ‘İnsan’ için. Yalnızca düşlenemeyeni soramayız biz. Anlağımıza düşüremediğimizi!.. Tanrı'nın özelliği nedir peki; şu kozmosu yaratandır o, taşı, toprağı, kuşu. Somut bir yaratıcıdır ve bize düşünmeyi de bağışladığı için, soyut yetilerimizi de o yaratmıştır bizim için diyebiliriz. Varlığı ve yaratıcılığı onun soyut ve somut olanı da kapsıyor.

Peki şeytan kimdir? Bize kötülüğe, insani olmayan, her tür aşkınlığa, alışkanlığa, düşünceye yönelmemizi, kapılmamızı isteyen, usumuzu eğip büken, gönlümüzü çelen yaratık. Gücü, yalnız soyutlamalara yönelik bir varsayımdır şeytan, kesinleyemediğimize göre... Peki şeytanı kim yaratmış olabilir, kutsal bilitlere göre tanrı yaratmış olabilir, çünkü o bizi sınayacak ve öbür dünyadaki yerimiz belirlenecektir.

Öyleyse şöyle düşünmemize engel olan ne olabilir ki; şeytan olmasaydı biz kötülük nedir bilmeyecektik. Çünkü kötülük soyut dünyamızda yaralar açabilen ve birbirimize düşürebilen edim ve eylemselliklerdir diye düşünebiliriz... O zaman tanrı şeytanı bile isteye yaratmış olamaz, neden yaratmış olsun ki, kötülük nedir bilemeyeceğimize göre, hepimizin cennetlik olacağı bir dünya daha güzel olmaz mıydı... Aksinin ne gibi bir yararı olacaktır dahası, ya kötülük tanrısal olandan önce vardı ve bir kılıf uyarladık ona ya da tanrının matriksinde öyle yaratıldık biz ve günah ve kötülük istemesek de naturamızda var. İlkinde umarsızca çözüm arıyoruz arazlarımıza belki ama ikincisinde yazgımız devreye girebilir ve ilahi güce direnemeyeceğimize göre hepimiz masumuz. Çünkü iyilik ve kötülük gökten iniyor ve biz bir deneyin parçalarıyız belki de...

Tanrı, şeytanı bile isteye yaratmış olamayacağına göre diyelim ve şeytanı, insanda yaratmış olamayacağı, yaratamayacağına göre, çünkü böyle bir yeti, yetki ve yeteneğimiz yok inanç sisteminde, o zaman şeytanın olduğu yerde tanrının olmaması gerekir. Çünkü onu tanrı yaratmış olamaz, bu kozmikomikte....

Sonuç şu, tanrının olduğu yerde şeytan olamaz, şeytanın olduğu yerde de tanrı olamaz, hayır ikisi de olabilir, niçin olmasın diyebiliyorsak, bunu imgelemin (düş gücü) ya da insanın alçaklık ve yüceliğinin düşünsel yetenekleri alanına sokmamız gerekiyor. Bu durum 'Yıkıntılar Arasında İlahi'yi çağrıştırıyor doğallıkla ve zındıklıkla, iğrençliğin tarihinden başka bir şey olmadığımızı düşündürüyor ve bunun adını çok önceden koymuş kimileri, 'Alçaklığın Evrensel Tarihi,...' Ama İncilî kıssada şeytan baştan çıkmamıştı deniyor tanrı yarattığında, ama tanrı baştan çıkacağını biliyordu doğallıkla , o her şeyi bilendir çünkü…

Sonuçta, insanın düşünsel yeteneklerinin, alçaklık ve yüceliğinin ürünü tüm bu tözel varlık (ruhani, tinsel) ve kavramsallıklar belki de.. Düşünsel varyantlarda gezinelim; şeytanın varlığı olabildiğince eseme dışı, bizi sınamak için yönlendiren, yönlendirilen bir varlıksa şeytan, her şeye gücü yeten tanrı nasıl böyle bir yönteme başvurabilir ki...

Düşünün, şeytanın, Hiroşima'nın üzerindeki Paul Tibbets'e butona bas diye kulağına haykırması, iyilik ve kötülüğün tanrısal terazide ölçülebiliyor olması adına, sağlıklı bir deney gibi düşünülemiyor ki, çünkü sevap ve günahın terazisinde bu denli korkunç bir israf ve beyin ishali, ders ve ibret noktasında insanlığı yola getirmek için alabildiğine ilkel ve deneysel yanı korkunç bir acemilik barındıran bir zorbaca tutum ve doğallıkla gemi azıya alan, dizginsiz bir aşkınlık gibi geliyor insansı varlığa, düşünceyle donatılmış bir varlığın aşağılanması var burada ve hiç de tanrısal değil, ne yazık ki... Günah ve sevap tanrısal ve insani olmalıdır gerçeklikte, bir yanıyla, burada salt şeytan var sanki ve tanrı ve insanın umarsızlığı sırıtıyor da... Öyleyse, insan, tanrı ve şeytan bir triumvirlik belki de ve üçü de bir savaşım içinde ne yazık ki

Tibbets, hem israf yüklü, hem beyin ishalini legalite edebilen bir görsellik, bir durum örneğimizde, sonuçları bakımından. Orantılı güç kullanımı olmadığı gibi -usun yüzeyde görünebilen en basit belirtisidir bu-, savunulabilir hiç bir yanı da yok ne yazık ki… Olamaz mı, saçmalığın, us dışının bir izne tabi tutulmasını bekleyemeyiz ama kuşkuların davetkarlığı da hoş değil kanımca… Yadsımada belki anlak içidir evet ama tanrısal bir ders ve ibretin bu denli orantısız ve absürt, çılgınsı bir varsıllıkla dolup taşması, katlanılabilir bir ussal çağrışıma oldukça uzak kaldığını düşünmemize yol açıyor ve tanrıyı çağrıştırırken, anlamsızlığa varıyor insan ve kuşkuların karabasanında diyor ki düşünseme dediğimiz şey; olay ufkunun ve hesaba tabi tutulabilirliğinde, ussal, duyunsal, etik, anlaşılır ve kabullenilir boyutları, kavranılır, algılanabilir, bir dengeden söz edebileceğimiz bir görsellikle, eylemsellikleri barındırması gerekmez mi... İnsani düşün ve tasımın çok üstünde bir zorlayım ve çok üstünde bir vargı ve sonurguyla döşenmiş bir olgu ve cezai anlamda her şeyi aşan bir yaptırım bu, düşünsellik barındırmıyor ve tanrıyı da zanlılar arasına yerleştiriyor neredeyse...

Sonul kertede, tanrı'nın işine karışamayız diyeceksek eğer, günah -cezai, bedeli olan- ve sevabında -ödüllü, armağanla dolu, iyicil olan- tanımını bilemeyeceğiz anlamına gelebilir bu, oysa sorgulama ve yargı hakkı bağışlanmıştır insana, öyle görünüyor, ölçüleri de bilmek zorunluğundayız biz ya da böyle bir yetiye sahip olabilmeliyiz ki, kaostan, anlak dışı olandan kurtulabilelim, ölçülerini bilemeyeceğimiz bir davranış modelinin, sağlıklı bir deneyime yol açabileceği düşünülemez, bir kaotizm ve bilinmezlik içindeki insani davranışlar bütününde, her insan bir umarsızlığa sürüklenebilecektir bu durumda, çünkü günah ve sevabın belirleyimi ve ölçüsü noktasında sonsuz bir karmaşaya düşebileceksek eğer, ilahi düzenden söz edilebilmesi giderek zorlaşacaktır ne yazık ki ve cennet ve cehennem iç içe karmaşık bir yapıntıya dönüşecek, hiç bir anlamı kalmayacaktır. Soru şu öyleyse, bunca şiddet ve ceza, bunca sevap ve iyiliğin ne anlamı olabilir ki artık, kargaşanın saltanatında, bir deney bu demek sakinleşmemize yol açabilir ama... Aldırma homosapiens senden de geri bir yapıntının ürünü olabilirsin inan ki... Ne bileyim bayrak senin elindedir belki de...

Öyleyse ve kesinlikle diyebiliriz ki, iyilik ve kötülüğün ölçüleri adına, saydamlık ve görünür açıklığın kesinlemelerine yakın olabilmeliyiz ki, ortak bir vargıda buluşarak, Tibbets için de bir yargıya varabilelim ya da uç noktadaki bir -yok edicinin- günahkarlığı noktasında kuşku duymadan bir karara varabilelim, hacimsel bağıntıda bize çok ağır gelen ve neredeyse anlak dışı bir olayın çözümlenmesinde karmaşaya düşmeden bir yorum ve dingin bir görüngü safhasına ulaşabilelim ki, inançlarımız noktasında ayakta kalabilelim artık.

Son varımda, Tibbets olayı, sağlıklı düşünmemizi her açıdan bozuma uğratan dünyevi ve tanrısal bir dengesizliğe alabildiğine açık, anlaşılmaz bir olay ne yazık ki, bir ders, bir ibret alma adına aşırı, gereksinirliğin sınırlarını delicesine geçmiş, dünyeviliği aşkınlıkla dolu, düşkıran bir görüntü bu, ilahi açıdan da kurgusu korkunç derecede zayıf, donanımı acemice ve anlam kaymasını bırakın, anlaşılması, kavranılması olanaksız bir çıkış ve ne yazık ki ürkünç biçimde kuşku uyandırıcı, inancı değil, inançsızlığı körüklüyor. Sanki başıboş ve görkünç bir boşu boşunalığın hüküm sürebileceği bir genetik exodus bu ve elle tutulur bir yanı olduğunu söylemek, her şeyin yadsınabileceği mottosuna ulaşmaktan başka bir işe yaramıyor. Lanet olsun demek bile caydırıcı bir dinginliğe ulaştırma noktasında geçersiz.

Böylesi bir ders için çok ağır ve aşkın, ilahi kavramlara yaslanmak için de çokça acımasız ve dengeden yoksun bir olay bu, öyle ki gereksizdi demekte sayrılık işaretidir artık. Çekicin karşılığının balyoz olduğu bir karbonier dünyada buna öğreti denilemez, düşüncenin ürünleri hiç denemez ve tanrısallık bağışlanabilmesi de acınası bir gülünçlük bile değil.

Bu duygunun ve şiddetin ürünü, her açıdan kompakt ve bir esemeden yoksun olayın, dengeli bir bağıntıya açık ve anlaşılabilir olması olanaksız görünüyor. Belki de ve yalnızca tanrı da bizden biri gibi görünüyor diye kestirip atabiliriz kısacası… O zaman da biz bize neden yetmeyelim ki diye düşünebiliyoruz umarsızca…

Ama olayımızda sonucun abartılı ve son derece ürkünç bir aşırılıkla cereyanı, üstelik Tibbets’in değil ‘Göksel’ olanın da sorgulanmasını düşündürüyor açıkçası. Yoksa cennet ve cehenneme nasıl ve hangi tutum ve davranışın uyum sağlayabileceği noktasında kararsızlık içinde olabileceğiz… Tanrı bu kadar güçsüz ya da bir tür oyunun içinde yer alıyor gibi canlandırabileceğimiz bir töz olamaz, olmamalıdır da... Çünkü sonuçları ussal sağlığımızı aşan bir türem, olay, bizim anlaşılır bir tanrısal düzen algısını zedeleyen bir sonuçla karşılaşmamıza yol açabilecektir.

Anlayamayacağımız, yorumlayıp açık bir ders çıkaramayacağımız, aşkınlıkla anlağımızı paralize edebilecek bir olgunun, ne ders anlamında ne de tanrısallık katında bir yararından söz edemeyiz. Negatif motivasyonun sınırları, kozmolojinin ve bir paranoyanın olay ufkundaki dehşetini bu denli aşabilecek ve pozitif algının çevrenini bu denli parçalayıp dağıtabilecekse, bu saltıklıkla yönergesiz bir anomalidir, yararsız, amorf bir yapıntıdır ve hiç bir insanilik, hiç bir şeytanilik ve tanrısallık barındıramaz. Çünkü dengeden yoksun, algı sınırlarına uzak ve artık her tür anlamsallığı yadsıyan bir tepkime, bir yere sığdıramadığımız us dışı bir 'Thriller' bu olsa olsa, bir boşluk barındırabilecek ve bir boşunalığı çağrıştırabilecek, bir sanrıya yol açabilir yalnızca…

Sarsılan bir ilahi düzen, inanılırlığı noktasında kaygılara yol açmamalıdır ki, uygulanabilirliği insanlığın sevdayla, özlençle başvurduğu ve özünde duyumsadığı bir ussal yargı ve inançlar bütünü olarak kendini koruyabilsin. Esemeden yoksun ve saçma bir uygulayım, her tür kutsaliteyi zedeleyen bir yaptırıma dönüşecekse tanrıdan bir yadsımacının gerekçeleri dışında da kopabilecektir insan ve ayrıca onun doğasından da uzaklaşabilecektir.

Bu anlamda, bilinemezlik ve öylesinelikle dolu bir evren, yazık ki masumiyeti güvence altına alan ve her türlü kararı evetleyen bir cangıla dönüşebilirdi o zaman. İyi ve kötüyü bilmek zorundayız biz ve kuşkusuz bir ayırt ediciliğe kavuşabilmeliyiz ki, bir genelleme olarak da olsa, Tibbets'in yaptığı affedilmez bir israf ve affı olmayan bir kötülük silsilesi ve zincirleme bir günah olmakla, önü alınmaz biçimde tanrı katına ulaşan, elim bir çığlığı artık kavrayabilelim, ama hem tanrı, hem insan bu görüngüde düşünsel yargılayımının sınırlarını zorluyor ve olay nedenselliğini aşarak anlamsızlaşıyor ne yazık ki… Anlağımıza yansıması buysa olayın, düşüncelerimizinde bir iyelik payının olması gerekir.

Olaylar şaşırtıcı olabilir ama ölçümler ve kararların şaşırtıcı olması, inancın iradesinden kurtulan titremlere dönüşmesine yol açabildiğinde, günahın ve günahlarımızın yaratıcıları, neredeyse ortaklarına dönüşebiliyor ya da gizemin sınırlarını bile aşarak, yoksanabilecek bir bilinmezliğe bürünebiliyor bazen anlağımızda...

Evrenin kendisi de, minicik bir gelgittir, bir rezonans bile sayılmaz bunlar diyebiliyorsak, yine de çok acımasız bir durum bizim için bu, yadsımayı hak ediyor olan bitenler ne yazık ki... Ama evren zaten bir ateş kazanı ve bütün bunlar birer paralel dünyadır, ne bekliyorsun Yakup düşlerin merdiveninden diyene de, somut algılar her zaman canımızı sıkmıştır bizim mi diyeceğiz!..

Üstelik tam aksine, yaşanmış olgu, ne denli çabalasak da, giderek tanrıyı bir yoksama ve dünyevi düzlemde Stalin'in bir ölü cinayet, bin ölü istatistiktir söylemini çağrıştıran bir nirengiye dönüşüyor ve ötesinde, tanrıyı böyle bir şeye aracı kılacaksak eğer -ki anlamsız bir yaklaşım bu-, şeytanın egemenliği var demektir dünyada artık ya da tanrısız bir dünyada yaşıyoruzdur belki de, hayır bu da bir sınamadır, bir sınavdır diyebildiğimizde, tanrı insanla değil şeytanla bilek güreşine tutuşuyor diyebilmek gerekir ki, alabildiğine dizginsiz bir yarışın içindeyizdir çünkü görüngüde ve insanlığın çok üstünde bir eylemsellik silsilesinin içinde yuvarlanıyoruzdur biz belki de... Ne yazık ki sözcüğü, bizim basit alfabemizin bir ürünü sayılmalıdır burada...

Ve öyleyse, insanlığın acınası yazgısına yas tutalım şimdiden. Ölülerimiz gerçekten kutsal ve onu bırakın hepimiz cennetliğiz demektir artık bu tür bir bakışta ve bir vesile sayılabileceğimiz için, tanrısal yasalar, Hegelci düşünceyi, tersinirlikten alıp, ayakları üstünde durmasını sağlayan Marks örneğinde olduğu gibi, baştan sona yeniden yorumlanıp, bir değişkeye kurban edilebilecektir artık yaşam. Değişkenin akışında, köktenci bir yaklaşıma da olanak tanıyordur bu durum. Artık nedensizce bir güven duyabilirim yeniliğe, yeni bir düşünceye!..

Çünkü yine de, iki dev çarpışıyordur açında ve bizler minicik cinler ve perilerizdir. Öyleyse birbirimizi öldürebiliriz de, öyle mi... Ne basit ve tanrısallıktan uzak bir matematiktir bu, yerel bir sanrı ve yüzeysel bir vargı olmasın yaşadığımız, suç bizim, suç bizim, suç bizim diyebileceğimiz.

Evet birbirimizi öldürebiliriz ve ölümün kutsanmasına yarar bir mottoyu doğuruyor yalnızca bu ve İsa'yı ne yazık ki, korkunç bir boşunalık bekliyor o zaman tanrının kapısında!.. Üstesine, tanrının işine karışmakta sayılabilir peşinde olduğu şey ve şirk koşmaktır neredeyse...

Çünkü öyle olmuyor mu, işin içinden çıkmak son derece zor!.. Ya tanrısız bir evren bu ve şeytan var ya da bir tanrı var ama o zaman şeytan bir işsiz ya da yok olmalı ki ona inanalım. Çünkü, hiç bir gösterge bir diğerini doğrulamıyor gerçeklikte...

Yoksa, bize eşlik eden düşüncelerimizle, bir rüzgarın önünde savrulmakta mıyız biz...

''O'nu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim...''

Çarmıhtaki İsa'nın gözyaşlarına bakarak söyleyebilirsek;

Yalnızız...

24 Ocak 2019 Perşembe

ARKAİK DİLLER / DİL-İ OSMANİ

Osmanlıca bir dil değil terkiptir, nasıl Habsburgca, Romanofca, Windsorca diye bir dil yoksa, böyle bir dilde yoktur, ama bizim kendi Türkçesine uyduruk deyip, fellahsız aşure yapamayan, onun yanında hanendesine, bonjur madam diyen gureba -iki kapıda sömürgeciliği aralar- Osmanlıca diye bir dil icat etti. Dünyada halk ile hanedan ya da saray arasında dil anlaşmazlığı daima vardır. Bir ülkenin doğusu ile batısı kolaylıkla anlaşamaz, Belçika'da, Hollanda'da aynı dilin versiyonları birbirine bu ne demek diye soruyor.

Osmanlıcayı dil zannedenlerin derdi politiktir belki, bir vaveylacılık, onlar da biliyor ki Osmanlıca saray lehçesi -bir diyalekt-, çok uluslu bir devlette Boşnak, Arap, Fars ve Türkçe bulamacının adı Osmanlıca olmuş -imparatorluk Türkçesi- bunu dil devrimiyle bizi ayırdılar diyenin yaklaşımı, bir yanılgıdır ve doğrudan uzak, sağlıksız bir yakınmadır.

Yunus'un dili Türkçe'nin hasıdır, bu Türkçe şimdi ortaya çıkmış değildir, ki Osmanlı'nın ana dili Türkçe'dir, ama Osmanlı Türkçe'sine evrildi zorunlu olarak, bütün diller, özellikle imparatorluklarda dil biraz bulamaç halini alır.

Sonuç olarak dil devrimi hiç bir zaman olmamıştır, Anadolu'da saray dili, yani Osmanlı'nın saray dili olan Türkçe'nin, emperyal nedenlerle diğer dillerle kaynaşması nedeniyle Osmanlı Türkçesi oluşmuştur. Halkın bu dili anlaması beklenemez. Felsefe konuşulursa bugünkü Türkçe'yle toplum gene anlamadım diyebilecektir. O zamanda geçerli bir yaklaşımdır bu, Darende'de yaşayan bir Osmanlı, Osmanlıca dediğimiz saray dilini anlayamayacaktır.

Dil düş gücünün -edebiyat, sanat, bilim-, var olan teknolojik ve sosyal gelişimin sınırlarıyla orantılıdır. Bugün tıp dilini anlamakta güçlük çekeriz, tapu kadastro deyimlerini anlayamayız, neden, o diller özel bir alanın oluşturduğu sözcüklerle kendini var kılabildiği için. Nefrit böbrek hastalığı, bizzat kadastro ne demek bilen var mı, bunun gibi örnekler sayısızca çoğaltılabilir.

Sonuç olarak Osmanlıcayı ayrı bir dilmiş gibi, olmayan dil devrimini ileri sürerek bizi birbirimizden ayırdılar diyenler, gerçekliği bozgunculukla suçlayan konumundadırlar.

Örneğin yinelemiş olalım, 'Bir garip ölmüş diyeler' derseniz, Anadolu'nun her yerinde gerisi söylenebilecektir, ama 'Aşiyanı mürg-i dil zülfü perişanındadır' derseniz gerisini yalnızca zadeganın dili, Osmanlı Türkçesi'ni hatmetmiş bir insan getirebilir.

Neden, çünkü Osmanlı Türkçesi sarayın, aristokrasinin, ayan ve olabildiğince eşrafın diliydi, bundan ötürü bir dil devrimine gerek yoktu. Osmanlı bitti, saray dili de, yani bir terkip olan bu yapay dili konuşan zadegan ki bir azınlıktır, tarihten silindi. Arşivlerde kaldı dil. Tıpkı Shakespeare dönemi İngilizcesi gibi. Bourbon Hanedanlığı'nın Fransızcası gibi.

Bu yapay dil, bu terkip, bu emperyal Osmanlının çok uluslu yapısından kaynaklanan üst dil, bugün bir avuç Anadolu'nun nasıl dili olsun ki, olsun diyenlerin, Mısır'ı fethedip, Bosna Hersek'i yeniden haritalarında görmesi gerekir ne yazık ki, bu bir zorunluluktur, çünkü dil somut dünyamızda, yerelliğin olmayana ergi metoduyla çalışamaz, ama soyut dünyamızda, yazın ve sanatın düş gücü dili değiştirebilir, geliştirebilir doğallıkla...

Yoksa uygar sözcüğünü bir türeti ve uyduruk diye nitelemek, Osmanlı zamanında, Arapça, Farsça deyimleri Türkçeleştirmek hevesi vardı diye önermeler taslayıp, kendi dilindeki çabaları uydurukça diye karalayarak, Fuzuli'nin yüzyıllar önceki dilini geri getirmeye çalışmak; Ayan'ın aya gitmedi insanlık, Los Alamos'ta çöle indirilen uydu görüntüleri onlar demenin cüretkarlığıyla, batının veya gelişmiş dünyanın kuklası olarak daha çok yüzyıllar geçirmekten öte bir şeye yarayamaz ve kerrakeli Vehbilik, zındıklık, münafıklık bazında birbirimizle çatışıp, çelişerek, kapalı dünyalarımızın içinde ömrümüz gelip geçecektir bu yolda...

Kendini yenilemeyen dil, inanın başkalarına avuç açan sadaka toplumu yaratabilir ancak. Osmanlıca dirilsin diye uğraşacağımıza, uzayda bir yıldıza adını koyacak gelişmelerin peşinde koşmalıyız, görünen çağdaşlığın ne olduğunu hepimiz biliyoruz gerçeklikte ama dilimizi çağa uydurmak noktasında, başkalarının oyuncağı olduğumuz konularda görüldüğü gibi, elem tapınaklarında birbirimize düşmekten kendimizi alamıyoruz. Neyse ki her konuda böyleyiz biz!.. 'Göğün altında yeni bir şey yoktur' bizim için. Osmanlıca şakıyıp, putperestçe avunmanın yararı ne olabilir ki, modernist dünyamızın, Mars toprağında yeşeren gülleri adına...

Trigonometri ne demek, tanjant ne demek, hendese ne demek, kosinüs nedir vb, Türkçeleştiremediğimiz sürece, Einsteingillerin, Hawkinggillerin sömürdüğü toprakların yurdu olmaktan başka bir yetenek sergileyemeyiz. Dilden amaç çağa ayak uydurmaktır, uygarlığa katkıda bulunmak, bir basamakta bizim koymamız, bir yıldızda bizim sığdırmamızdır göksel aleme... Dilini değiştiremiyorsan, geliştiremiyorsan, teknolojinle, sosyal ve sınai kültürün, sanatınla, bilimsel katkılarınla, yaşamsal çölüne ya da agorasına heybesiyle varan hoplit ya da çarıklı piyadenin mahzun ülkesi olmaktan kurtulamayız ne yazık ki...

Çünkü çağa, zamana ayak uydurmak demek, onun teknolojisini, ekonomisini, kültürünü, görgüsünü yapılandırmak ve o tanrısal muştunun, barışın, sevginin, mutluluğun dilini yaratabilmek demektir. Çabası bile, açılmış bir goncanın, nazenin bir sümbülün bizi şaşırtan ve hayran bırakan tanrısallığını özümsememize, biraz daha yaklaştıracaktır.

Yaşamın biricik anlamı, sonsuzluğun sınırına ulaşmak olduğu kadar, dilimizin de özlemini duyduğu -tanrısıyla kucaklaşması- ve insanın özvarlığının tözü olan yücelikte-tanrısallıkta eriyerek, kaderinin sonsuzluğuna varmasıdır.

Umut sözcüğünün teolojik dildeki anlamı da budur ve o her çağda kendini gösteriyor!..

***

KUFE'YE VARMADAN

(Vuslat)

'Yel tazılarına binip bütün gece,

uçup durduk Betlehem'de'

Eski-

sarı surlar.

Rüzgârsız

kuşun kurdun olmadığı

daracık yollar!

Köhne

taş duvarlar...

Tozlu tepe

sükun içinde yatan yaşlı fundalık

Mezarlık!..

Leşlerinde sırtlanların uyuduğu develer-

Zağarlar

Ebabiller.

Miraç ve minyatürler...

Tüyleri yoluk elif kuşu

El yazmalar

Hacer taşı.

Ve alçıdan

her an karşımızda duran

boğuk bir kadın!

Ve ırak

bulutsu bir yolda

kolsuz ayaksız

dev bir örümcek gibi parıldayan

EL Medine!..

Ve alabildiğine uzanmış hırpani bir tabiat...

Hırpani tabiatı,

ölü huylu bir köpek gibi geçip

Dayrül Zaferan'dan

yorgun argın

Kufe'ye vardığımızda;

Anladık ki,

çöl ve çığlıktı artık

akıp giden zaman..

Uzanıp bir dilim aldık da zamandan

bir hâl olup

Bab-ı El'e -Büyük Kapı- ulaşınca

Sinirle asasını toprağa vurdu İshak!

Zülâl gibi su fışkırdı kara topraktan

Kana kana içip, yunup yıkandık

o çok yüce

ve çok rahim olandan...

Ve şehre girmeden geceye kalıp

Şehrâyin olup suyun başında

kollarımız yastık

eller boyunda;

Kandillere dalmıştık!

Baktık ki,

harlı

kubbeyi yara yara

bir sahtiyan ışık akıyor gökte

bir çılgın mızrak gibi de ışılıyor

-pul pul-

Sadi terkisinde Şehrazat'ı kaçırıyordur belki de

-büyük aşkını-

diye düşünmüştük!

Burak sırtında gök- Zülfikar elde

çöl ve yeldir de!..

Meğer,

Kagoşima'dan atılan bir uydu

değil miymiş bu!

Kederle ışılıyor

temren ucuna takılı, Kur'an yaprağı gibi de

uçuşuyordu

Ucunsuz gök yuvarlarda!..

O sıra,

ilahi bir şey okunur gibi oldu kulağımıza

iniltisi çalındı

sesini duyduk.

Bir inleyiş bir soluk verişti sanki!

Ah ah...

'Akıp giden şu bir kaç zamanda

Kufe'den yıldızlara varmıştı hayat'

Ziril ziril ağlıyordu İshak!

Muhammed'le, Yakup,

göklerdeki bu peyzajı

göremeden gittiler diye!

Ve bütün gece;

kardeşlerim diye haykırıp

duvarlara vurmasın mı kendini,

alkan içinde havaları döğmedi mi yumruğu!

Ağladık artık bizde...

Sonsuz,

kederle!