24 Mart 2019 Pazar

TRUVA ASTEROİDİ

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   
Jüpiter gezegeninin yanında, Truva asteroidi var. Nedeni şuymuş; bundan 3000 yıl önce Akhalar ve Truvalılar savaşa tutuştu biliyorsunuz, savaşın nedeni göz alan Truva ekonomisiyle, Dardanel boğazının denetimini ta Hellespont'a dek ele geçiren İlionluların bu yükselişi ve inişe geçen diğer Helen birliklerinin, bir çözüm bulmak amacıyla savaş yöntemine başvurmaları ve saldırıya uğrayanın eni sonu kaydeden taraf olacağı kuralınca, Truva'nın tarih sahnesinden silinmesiydi.
Ama bilinen sonucun tam öyle olmadığı söyleniyor. Jüpiter mitolojik çağların -tanrılar tanrısı- biliyorsunuz. Latin mitlerinde adı Jüpiter, Grek mitlerindeyse Zeus... Jüpiter, diğer adıyla Zeus, savaşta zaman zaman Truva'yı destekliyor, kimi zamanda Akha birliklerini... Savaş 11 yıl sürüyor sonuçta yıpranan Truva yakıp yıkılıyor, yağmalanıyor.
Ama Zeus öyle üzülüyor ki bu haksızlığa, tıpkı Ravenna önlerinde, sütunları ve göz alan burçlarıyla  güneşte parıldayan bir başka Truvayı görünce, saf değiştiren Lombardlı asker Droctulft gibi, sağ kalan tüm Truvalıları, -yaptığından pişmanlık duyarak- kendi öz yurduna Jüpiter gezegenine getirmeye karar veriyor. Orada Truvayı yeniden yaşatarak; girdiği günahın acılarını kendi öz benliğinden tümüyle silerek, tanrılar tanrısı olmanın kusursuzluğunu tüm evrene yeniden yaşatmak, yaymak istiyor.
Zaman içinde Truvalılar gene gelişiyor, dünyada varlığını sürdüren Akhaların tarih boyunca onmaz savaşlar ve yağmaların içine sürüklenmesini gülümseyerek izliyorlar ve Adrenalin ve Endorfin gibi ruhu yöneten hormonlarla bezeli olağanüstü uygarlıklarını bir bir yeniden kurarak, yaşamlarını kozmosun ele avuca gelmez sonsuz zamanı içinde, göz alan olağanüstü tarihlerini yeniden canlandırarak, kozmik cetvele adlarını sürgit yazdırmayı başarıyorlar.
Amerikalı İsa diye peygamberleri var onların, kurnazlığın insan naturasında nasıl ve neden var olduğu, genlerindeki şiddetin ve açgözlülüğün kaynaklarını araştıran ve bu anlamda Truvalıları ruhsal sayrılıklar konusunda sağaltıp, zamanlar boyunca yıkılmaz bir kale gibi onları yaşatan otacıları. Tüm insani sapkınlıkların önüne geçmekte usta bir ermiş, bilge bir Amerikalı.
Truvalılar bugün öyle gelişmiş bir uygarlık ki, nerede olursa olsun, Mozart, Einstein, Malevich gibi tüm atılımcıların, bütün yapıtlarına bir dalga boyuyla ulaşarak birebir üretebiliyor ve kendi uygarlıklarıyla karşılaştırarak nerede geri kaldıklarını, nerede hata yaptıklarını gözlemleyerek, sanat ve bilimde sonsuzca bir öngörü avantajıyla hareket ederek yenilmez bir armadaya dönüşebiliyorlar. Öyle ki yenilikçi her atılımı gözlemliyor ve düşüncenin okunması ve hareketin,  eylem zincirlerinin öngörülmesi tekniğiyle, tüm teknolojik ve bilimsel atılımları önceden sezip kurgulayarak öne geçmesini biliyorlar.  Bir gerçekliğin ya da yaratımın almış olduğu son görüngü ve biçimsellikten başlayarak, primitif başlangıca da  dönebiliyor  ve zamanı geriye doğru yaşayabildiklerini de            ileri sürdükleri biliniyor.       

Artık Zeus diye bir tanrıları da yok, o yalnızca sanal pazarlarda, sedefle, mercan, abanozla, kehribar ve türlü türlü baş döndürücü kokularla oyalanan, eski zaman gezgini. Bir butona basarak seçtiği          yaşam biçimiyle dilerse sonsuza dek oyalanma hakkı var. Hera'sı da var yanında Zeus'un, iki yabancılar artık ve birbirlerine sık sık gülümsüyorlar. Cinsiyetin şiddet barındırdığına inanan soyları, onları  birbirine aşık ama kozmik ve organel yapıdan arınmış iki varlık olarak kurgulamış ve algıları barışıklıkla sürüyor yüz yıllardır. Aksi halde kendi kendini nötralize edebilen otomatik eriyiklere dönüşebiliyorlar ya da dinlenme istasyonlarında kendilerini bilinmeyen bir zamana kadar yılkıya bırakabilirler. Şiddet sözlüklerinde yok bu uygarlığın ve onun ne olduğunu da bilmiyorlar. Biz insanlar basitçe nasıl uykusuz bir canlının olamayacağını düşünemiyorsak  ve algılarımızın tutsağıysak... Oysa uyku karanlık çağlardan kalma basit bir alışkanlık, abartılacak hiç bir yanı yok. Şiddeti önlemekte tıpkı ötekiler gibi basit bir kromozom değişikliği neredeyse...
Truvalılar hala spor yapıyorlar ve antik çağlardaki Aşil ve Hektor çarpışmalarının sanal görüntüleri eşliğinde,  birbirleriyle şakalaşıyorlar, ama gerçekte Hektor'un ölüsü tam on dört kez dolaşmıştı Truva'nın surlarını, 'bir  zamanlar  kaplumbağayla yarışan Akhilleus'sa topuğundan kan sızarak yavaş yavaş tanımıştı cehennemin duvarlarını... Onlar bunları algılayabilen canlılar değil artık, bir boşluğa bakar gibi bakıyorlar rölyeflere, Homeros'un metinlerine uyuşturan bir akineton gibi yaklaşmayı biliyorlar ve zevkleri bedensel değil, yalnızca ruhsal ve bu onların güvercinler gibi yumuşak ve bir  kuvözün içinde süzülen, kutsal bir hale gibi yaşamalarına yardımcı olan alışkanlıklar.

Tabletin bundan sonrası okunmuyor, 'bir kötülük, evrendeki bin iyiliği kovabilir' kuralı uyarınca, şeddat ve kindarlığın peşinde evreni saran -yeni bir uygarlığın- ve ama büyük olasılıkla eski dünyalıların tilmizi, vahşi bir planetin, ışık hızını aşan güçleriyle, oralara da ulaştığı ve Truvayı bir kez daha yok ettiğine ilişkin, içler acısı kanıtlar var!..


Sonraları  elde edilen bir bulguya göre, başka bir uygarlık; eski dünyalılara oldukça tuhaf gelen ve sanal yazıtlarında Truvalıların acı sonlarına ağıt yaktığı ileri sürülen,  başka bir metnin varlığından da söz etmişler...

(İLİON)
I
Uzayda oluşan hurda genlerimiz, bellek dolu odalarda, baryonik akustik salınımlarda, karanlık enerjilerde geçen günlerimiz.
Kozmolojik akıntılarda, görünmez maddede yüzen ejderha; golgi cisimciği, kuasarlar ve gökadalar. Spiraller ve spektrallerimiz…
Doğumunu izlediğimiz Plutarkhos, odaklanan polarizasyon, Kefren’le gelen İskender, çoğalan yıldız doğumları ve uzaklarda plasentalarla dolu ışık kirliliği!..
II
Hindibalar ve aslan pençeleri, gölgelerde, hijyenik dokusuyla baş döndüren komşumuz, ölümsüz Smyrna çiçeği.
Dokulardan oluşan nükleosentezler, düşlerden kısa süren nötron, soluduğumuz pus, kanatlanıp sönen gaz, kozmik arkaplanı gökadamızın…
Ölümcül ışımalar, Topal Halit ve Demirci Umar ve Mehdi’nin çığlığında, mutsuzluk ve umutsuzluklar
III
Boş notaları madrigallerin, altüst olan sinir uçları, kış üçgeninin incileri, gerçel sayınç, Panteon’da dokunan gökpar kümeleri ve Satürn büyüklüğünde tanrılar!..
Yörüngenin dışındaki gökadamız, yükselen zeppelin, görkül safralar, yavruağzı rengindeki gezegen, unutulmuş evren ve sanrılarla yücelen, yürekleri sızlatan anılarımız…
Wilkinson ölçerleri, yön bağımlılığı, dorukta gülen boomerang, örümcek ağlarıyla tozlu balyalar, geçmişi canlandıran şey ve ölümsüz Planck cihazıyla; dolunay yüzlü güneyli…
Güneşin karanlığında duran diyapozon, Pers aslanı, ölüs pars, yeşil yılan ve çivi çakılırken kanayan duvar…
IV
Kafesinde kükreyen ornitorenk, altın gagalı; ve uçsuz bucaksız yurtlağımız Tetis denizi.
V
(Yıldız kalıntısı gözyaşlarımız ve uzay tanrılar yaratır deyişimiz, bellek adaları, somvarlıklar, opak davranışlarla golgi aparatını adımlayan nörobilimler, doru kefre, organeller ve bose partikülleriyle, kukla ve kobaylarla, pleurodiralar ve peteklerin arasında salınan antivarlar, evrenuslar ve Mora'daki sonvarlık; nükleer gizin uyuttuğu, burçlarda soluyan, deltoit gözlü Grekler ve Morpheus!.. )
Trans yüzlerimiz, endoplazmik reticulum, vezikül ve sistemalar ve ağıtlarla
oyalanıyorduk!..
Rab proteinleri, sulfatalar, kinin ve gümüş iyodürlerle, Lûti Tarihi elimizde, dört nala koşan atların önündeydik.
Nörodejeneratif yaşam, potasyum, ölümsüz Argon, kuaternal ve komformal tavır, hipotetik dedüktiflik ve sisternalar bizi yiyip bitiriyordu.
Ve öğle üzeri duldalarda ve gölgelerde, analitik matematikten yemeğimiz verilirdi!..
VI
Herkesin bildiği o çılgın kuark, kansız, görklü takyon ve güneşin yokluğunda
Detroit’den gelen adam ve işte kanat çırparak uzaklaşan, güzelim Ankara’mız…
Biruni Sultanlığı yayını kitap, Nobel ödüllü grafen, Physics World,
Fulleren molekülü içeren ve bağ evlerimizde kaotik, çılgın sesiyle ötüşen,
çalı horozu!..
Piezoelektrik dünya, dönüp duran nitrat kristali, üzünçler veren Josephson denklemi, fibula kemiği aperatifimiz, soluyan dizkapağı, eklem ve kapasitörlerimiz.
Cooper çiftlerine yağan kar, sıçrayan Neptünel flüt ve yalıtkanların değiştirdiği, şeytansı doğa…
VII
Sırıtkan Feurbach çözümlemeleri, gözbebeği siborgların; gecenin derinliğini belirsizce adımlayan Musevi, Santa Barbara ekimozu, söylem kümeleri, akıntılar, yaralar, dişil bedevi, sarı yıldız, hangarlar ve meteorlar…
Gözleri ayetlerle çakışan ordu, melanj ruj, eskil tanrılar ve arkalarda gezinen, yaratılmışlar eskizi, o büyük tanrı!..
Tanrı parmağının materyalleri; labirentteki tanrı ve işte o... Tanrı’ya başkaldıran tanrımız!..
VIII
Doğudan gelen messenger orduları, sırtında sarnıcıyla susamış tanrı, sıkılan, çocuk tanrı, bölük pörçük geliyorlar, sular üstünde işte, öpüyor altın ayağını, titandan yayı, gülen yüzüyle, cenkçiler atası Hero!
Ve kurtuluşumuzun simgesi… Birbiriyle çatışan, 'iki zıt siyah renk' sanrılarla, tamtamlarla!..
İçiyor sıvıcıl dalgalanan otu, tek monarkı sonsuzluğumuzun, kırmızı gözlü Sullalar!
Ve işte, tutsaklığın sonsuz yüzü; görkünç ve tapınçla boyun eğdiğimiz, Amon Ra’lar!..                            

23 Mart 2019 Cumartesi

BORGES & SABATO





Borges için yaşam -ilahi, gülünesi- bir oyundur, edebiyatta, bu oyuna ve zamana katlanabilmek için bir araçtır. Bu yüzden trajikomik addettiği bir dünyada, Borges tanrının varlığına hiçbir değerlendirme yapmadan, kolaylık ve zorlanmaksızın inanır. Çünkü gülünç niteleyebildiği bir dünyada, Descartes vardır, Borges vardır, mitler vardır, şeyler vardır, bizler varız da; tanrı niçin olmasın.
Arkadaşı Ernesto Sabato bu görüş alışverişlerinden birinde tanrının kusurlu olabileceğini ve haksızlıkları ima ederek onun olamayabileceğini söyler. Sabato, arkadaşının aksine yaşamı ve dünyayı son derece ciddiye alıyordur çünkü, tanrının olduğu bir dünyada yaşam kusursuz olmalıdır ona göre, haklıdır da ve Borges’in inancı tanrının saf varlığına karşı çıkarak onun düşüncesini yanlışlamak için çaba sarfeder. Amacı sözde tanrının varlığından kuşku duyulmasını sağlamaktır.
Ne var ki gerçekte Sabato, dünyaya bakışını tam olarak kavrayamaz Borges’in, çünkü, kendisi yeri geldiğinde tanrıyı yüceltmek, ululamak ve kutsamaktan da geri kalmaz ve o tanrısal güçte bütün bu niteliklere sahip olmasına karşın, dünyevi yaşamın dayanılmaz gelgitlerinden, uçurum ve cehennemlerinden onu sorumlu tutarak - doğrusu da budur o halde-, tanrı da kusur arayarak, yaşamı ne denli ciddiye aldığını göstermekten de çekinmez.
Alabildiğine dünyevidir gerçeklikte bu tavır ve öbür dünyada Sabato için bir fantezi sayılabileceği kadar zorunludur da bu yüzden. Borges içinse tanrının varlığı böylesi bir dünyada -bir oyundan başka bir şey olmayan bu dünyada- gerçekte sıradan bir şeydir, olması gereklidir evet ve olmasında da hiç bir sakınca yoktur. Ama Sabato’nun dünyeviliğe bakışıyla, Borges’in bakış açısı çok farklıdır bu yüzden.
Borges için şaşırtıcı hiç bir şey olamaz bu dünyada, Sabato içinse şaşırtıcı olamayacak hiç bir şey yoktur, dünya tanrısal bir yaşam platosuysa eğer, tanrısal olan bu okeanosta tanrının kusurlu olması olanaksızdır ve katlanılır bir şey de değildir.
Derin bir düşüncenin zıddı da derindir mottosuna göre uyumlu bir yadsıyıştır ikisi de… Varsayımlar birbirine zıttır ama gerçekte, bir mantık silsilesiyle ileri sürülebilirlikler içermektedir…
Ne var ki, geriye kalan yalnızca şudur meselimizde; burada gerçek anlamda inançsız sayılabilecek olan Borges’dir ne yazık ki, tanrıda kusur arayarak onu sorgulayan Sabato ise katıksız bir inancın tutsağı sayılabilir.
Çünkü, kusuru aranan bir şeyin varlığından nasıl kuşku duyulabilir ki…
Borges içinse tanrı, acınası bir kurgu ya da bir oyundan bileşiktir görünür dünyamızda, o bir elemanter sayılmalıdır deyim yerindeyse veya kurgunun ya da oyunun bir parçası olarak varlığının hiçbir sakıncası da yoktur. O hatta tanrı türevi tüm inanç ve motto yığınlarına, inanç türlerine varlığıyla bir oyun, renk ve inandırıcılık katar, onu çılgınlıkla süsler ve bu bir oyun için de olmazsa olmaz bir vazgeçilmezlik olduğu için artık, kesin surette varlıklarına gereksinim duyulur. Oyunun inandırıcılığını artırır ilahi ritüeller.
Sonuçta Borges, yaşamı karşısına alabilecek kadar kurnaz bir derinliğin ürünüdür, onun evetleri anlaşılmaz derecede sorgulamalar içeren, derin bir hayırın diyalektleridir. Sabato içinse yaşam içine girilecek, kaynaştığımız, sonsuzlukla yaşadığımız bir cangıl ya da büyülü bir tansık veya ilahi bir sorunsallık içeren bir us dışılıktır.
Bu anlamda Sabato, tavrıyla katıksız biçimde bir inanca bağlanma gereksinimi duyar, Borges ise dünyaya ve yaşama, tanrının da ötesinde bir enginlik ve ermişlikle yaklaşabilen ve sonuçta korkunç bir tanrı tanımazlığa varan bir figürdür gerçeklikte…
Bir tapıncaya sığınarak, eleştiriye, yoksamaya ve paradokslar üretmeye çalışan ve doğallıkla tanrının varlığını kesinlemek isteyen Sabato’dur.
Borges ise -neredeyse- tanrıyı hoş gören biri konumundadır. Onun tanrıyla alıp veremediği hiçbir şey yoktur. Bu yüzden varlığı ve yokluğuyla edebi şakalar ve felsefi tütsülere boğarken kendini hiç bir zaman aldırmaz ve tanrıyı kişisel sorunlara indirgemez, tanrı onun için edebi bir metafordur ve bu konuda yarattığı çıkmazlar herkesçe kabul gören bir eğretileme ve çılgınlığa ulaşabilir.
Olayımızda diyesim, Borges ile Sabato’nun tartışmasında, görünürde Borges inançlı biri gözükürken, Sabato bir tanrı tanımaz ya da konumunu inançsızlığa taşımaya çalışan biri konumundadır. Borges, tanrıyı doğrularken, Sabato yadsımak ister. Çünkü onun varlığında dünyevi olan tavır ve davranışlarına kesinlikle karşı çıkabilmektedir.
Tanrıya karşı çıkanlar ve onunla savaşım içinde olanlar, tanrı inancının tam ortasında yer alırlar, diğer bir deyişle tanrıyla bir savaş ve çatışım içinde olanlar, ancak bir inanç sahipleri olabilirler. Onun varlığıyla sorunu olmayanlar, Borgesyen bakış açısında inançsızın ta kendisidir, çünkü koşulsuz biçimde var olan, sorgulanamaz, tartışılamaz ve yadsınamaz olan gerçekte yok hükmündedir ve kusur ve hata aranamayacağı içinde varlığından kesin olarak söz edilemeyecektir.
Bu zındıkların ve yadsımacıların bir inancın kurbanı olduğu kadar, tartışmasız boyun eğenlerin de gerçekte bir inançsız oldukları hükmüne götürür bizi... Söylemesi kimilerinin dilini yakabilirse de, bir dolayımla Marks iyi niyetli bir inançlıyken ve bir ateist, bir inancın pençesinde çırpınarak çıkış yolları ararken, sorgusuz, sonsuz ve tartışmasız olduğu savıyla bir tanrıya ya da bir inanca kapılanlarınsa; gerçekte temel ve kabullenilebilir hiçbir tapıncaya bağlı olmadıkları kolaylıkla ileri sürülebilir.

18 Mart 2019 Pazartesi

GÖRÜŞLER



UFUK ÖZGÜL: Yazına nasıl başladığınız ve bu konuda geçmişteki etkilenimlerinizin neler olduğuna ilişkin görüşlerinizi alabilir miyiz?

ULUS FATİH: Denizli ili, bindokuzyüzellibeş doğumluyum.İst.Ün.Hukuk Fakültesini bitirdim.Yazına olan ilgim Yaşar Kemal ve ondan önce küçük yaşta okuduğum kitaplar nedeniyledir. Örneğin: "Kızılsultan Abdülhamit'e Yapılan Suikast" "Cesaret Madalyası" "Akzambaklar Ülkesinde" ve otuz sayfa olmasına karşın "Vatansız Adam Filip Nolan" anımsadığım kitaplar, özellikle Vatansız Adam insanın içindeki; genlerinde saklı terkedilmişlik duygusu, sonsuza dek süren nedenini tam bilemediğimiz yurt sevgisi, sevdiklerimize duyulan özlem, nesnelere, bizi oluşturan zaman ve mekana duyulan onulmaz bağımlılığa ilişkin bende oluşan yerleşik bilgi
ve olumların temel  nedenidir. Bu küçük kitap insana öyle bir var oluş duygusu aşılıyor ki, her şeyin çocuklukta başlayıp bittiğini ileri süren Freudyen görüşe hak vermemek elde değil. Daha sonra Yaşar Kemal'in 'İnce Memed'i de öyle etkiledi ki geriye yaşam boyu süren, yazına, yazarlara ve de sanata duyulan hayranlık ve ilgi kaldı ve bu da temel uğraşlarımdan biri oldu diyebilirim.

U.Ö : Yapıtlarınızdan ve Artshop Yayınları'ndan çıkan öykü kitaplarınız Demir Kitap'la şu sıra yayımlanan Andromak'dan söz edebilir misiniz, soyutlamalar ve iç içe kurgularla yüklü öykülerinize ilişkin neler söyleyeceksiniz?

U.F : Üniversitede; Platon'un Akademisi gibi, insanlar gerçekten yaşama ilişkin derin bilgiler edinir.Orada en az öğrendiğim şey hukuktur.Çünkü belli bir birikimi olan idealist insanlar genç yaşlarıyla çevrenizi sarar ve dünya her gün yeniden kurulur. Şiir, felsefe, resim, müzik orada öğrenilir. Doğal yaşamımızda sözünü  bile etmediğimiz öğrenci yurtları her tür bilginin ideanın, olağanlığın çarpıştığı ve gerçek mutluluğun yaşandığı daracık alanlardır.Geçmişteki anarşi ve toplumsal düzensizlik, statüko dediğimiz şeyin bu güzelliklere asla katlanamadığının göstergesidir.Dünyadaki hiçbir düzen yeniye ve gelişime açık olamaz çünkü her gövde kendisini savunur. Şiddet ve karşı koyma azalsa bile en demokratik ve barışçıl düzen değişime gerçek bir içtenlikle açık olamaz. Bu doğanın bir kuralıdır ve şaşmamak gerekir. Burada olması gereken hümanitenin; yüksek boyutlarda bir etkileşimle, durağan ve değişmekte olanı bir denge içinde çarpışımını sağlamasıdır. İşte zaman içinde bu ve benzeri
düşüncelerle oluşan birikimi 'Priamosoğlu Hektor'un Ölümü' adlı şiir kitabıyla tüm sanat erbabı gibi ben de ortaya koymaya çalıştım. Daha sonra gene, Leandro, Sonsuz Küs Aias'a, Zümrüd-ü Anka ( Doğa Söylenleri) , Yaban Koku , Demir Kitap ve son olarak Andromak ki son ikisi öyküdür, birbirini izlediler. Demir Kitap, ondört öykünün yer aldığı ilk öykü kitabımdır. Otomatik metinler, içiçe öyküler ve kısacık öykümsülerin yeraldığı bir kitap. Örneğin Anastasya adlı öykü haremdeki bir cariyenin entrikalar içinde ölümüne uzanan yolu anlatıyor. Nitokris adlı bir başka öyküde ise Pers Kralı Kambyses'in oğlu olan küçük prensin düşünde gördüğü bir olayın gerçekliğe uzanışı öyküleniyor. Arabistan adlı öyküde ise (iki ayrı öykünün bireşimiyle çocukluktan gençliğe geçen kahramanın) sanrısal bir yolculuğa çıkışı var.  Genelde düşlerle gerçeklerin birbirine geçtiği, düşlerin değil gerçeklerin düşe dönüştüğü metinler...  Andromak ise; mitoloji, tarih , doğa, felsefe, bilimkurgu ve düşsellikle oluşturmaya çalışılmış bir öyküler demetidir ve büyük ölçüde deneyseldir. Alışılmış öykü yapısı yoktur, deneme ve anlatının da araya girdiği aslında
tümüyle söylenmek istenenin dile getirilmek istendiği, biçimlerin aracı olduğu ve yazınsal olarak da bir ara biçimin oluşturulduğu bütündür. Oradaki öyküler Koru adlı öyküde olduğu gibi aşkın metafiziğinin yaşamın çok gerisinde kalabileceğini ve temelde aşkın değil yaşamın bir tansık olarak algılanması gerektiğini ima etmeye çalışan oldukça uzun ve bilinç akışına öykünen metinlerdir. Oldukça deneyseldir  ve bu da doğal, çünkü nasıl yüzyıl başında şiir zincirlerinden boşandıysa, tüm yazın türlerinin de günümüzde sınırları parçalandı. Meksikalı Alfonso Reyes yazdıklarımızı hep düzeltmek zorunda kalmamak için yayınlarız demiş, Baba Mukaddem’e göre insan ölü sözlerinden geviş getiren hayvanmış, diyesim yapıt edebi ise artık roman mı, öykü mü, şiir mi günümüzde kimse sormuyor. Şiirroman, öyküselmetin, romansıdeneme hertür başlık kullanılıyor artık. İyi bir yapıtın dili özgün, anlatımı sağlam, biçemi de yazarın iç sesini kesinkes barındırmalı ki bir değeri olsun, biçimi pek önemli sayılmıyor günümüzde, ayrıca psikolojik sosyal ve bireysel bağla günümüze bağlı olması, zamanın ve mekanın dışında duygusu vermemesi, çağının ürünü olması bir değeri olması için olası kıstaslardır... Londra'daki Hyde Park’ta yağmur altında, serbest kürsüde biri konuşuyormuş, bir saat boyunca bir kişi onu dinlemiş, adam teşekkür ederek konuşmasını bitirdiğinde o tek dinleyiciye yağmur altında kendisine nasıl katlandığını sormuş, adam da senden sonra ben konuşacağım onun için demiş. Demek istediğim şu ki;  günümüzde sanat yaşam alanlarımıza öylesine indi ki, herkesin bir kitabının olması, herkesin bir bestesinin olması çok doğal.

UÖ: Genel anlamda yazın ve günümüz yazını ve dilimiz üzerine görüş ve değerlendirmeleriniz nelerdir?

UF : Mallarme kitaplarını o sonsuz azınlığa diye imzalarmış, hiçbir zaman çok olmayan, hiçbir zaman yok olmayan. Yazın: Amaya bir sadaka ver yerine - Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim, demenin daha çok duyunçlara seslenip, yardıma yol açtığının anlaşıldığı kıssada olduğu gibi, gerçekte tinsel alemde bir devinime neden olur. Goethe’den aktarılan bir kıssada da: Çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyormusun diye sorar; çoban hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum der!..  
Borges, gelenekten yararlanmalıyız çünkü ayrımında olmadan bir şeyi yinelemenin tuzağına düşebiliriz demiş. Sonuçta yazın, dünyamızı görünmez biçimde değiştirir, ilk bakışta maddi gerçekliğin içinde yüzen insan, onun yararını kolaylıkla göremez. Bu ruh sayrılığının indimizde önemsenmeyişine benzer, oysa ruhumuz olmasaydı insan olamazdık...
Avrupalılar us yoramadıkları şeyler için şiir yazarmış, işte bu görünmeyen bir büyüdür ki, her insanın içinde bir sanatçının yatıyor olması anlamına da gelebilir. Düşünelim ki şiir mutluluk vermez çünkü mutlu şair yok, yazdığımız şiir mi tanrı da bilemez, çünkü tanımı yok... Sanat bilinmeyene yolculuktur, hedonist kışkırtılar sunar, ama bir o kadar da ürkütücüdür… Şiirimizinse dünyanın en büyük şiirlerinden biri olduğunu yazınla ciddi biçimde ilgilenen herkes bilir ve anlar. Türkçenin de
kanımca dünyanın en gelişkin dillerinden biri olduğunu her zaman söylemişimdir. Bir dili yeterli kılan şiir ve felsefedir. İkisi de anlatım olanaklarının sınırlarını zorlar. Bizde felsefenin pek geli
şmediğini ya da yer bulamadığını ileri sürebiliriz ama şiiri bizim kadar güçlü kaç ulus var. Diyelim Alman dili felsefede çok gelişmiştir ama şiirinin bizden iyi olduğunu ileri sürebilmek için ancak taraf tutmak gerekir, bu da zaten sık yapılan bir şey. Gerçek göreceli olduğu sürece konumumuzu olması gereken noktada göremememiz de üzücü olmasa gerektir. Doğrulardan ve gerçeklerden korkanlar aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar gibi kümeleşirler ve gerçek istenildiği biçimde yön değiştirir ama bu bile parçalanmış gerçeğin her hangi bir öğesi olmaktan kendini kurtaramaz. Asıl gerçek bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zamanın, mekanın, geçmişin, geleceğin, tanrının, yeryüzünün ve tüm insanlığın sokaktaki sütçüden, kuzeyin son kraliçesine dek katmanlaşmış ve sonunda vücut bulmuş bir arketipdir  ki biz ona geçmişin, geleceğin, zamanın ve mekanın "şimdiki anı" adını veririz ama o yaşamakta olduğumuz ve hayhuyla kaotikleşmiş şimdiki zaman değildir.

UÖ.Öykücülüğümüzü nasıl buluyorsunuz, bu çerçevede neler söyleyebilirsiniz?

UF: Romanın 19.yüzyılın ikinci yarısında ülkemize bir yazın türü olarak giriş yaptığını biliyoruz. Öykü için minör roman nitelemesi yapabiliriz. Öyküde büyük ustalarımız var, Ömer Seyfettin, Mehmet Rauf, Sait Faik, Sabahattin Ali'yi  okumayan çocuk ya da yetişkin var mıdır bilmiyorum. Globalizm rüzgarının ulusalcılık ve ulus sevgisini yıpratıyor gözükmesine karşın, Ömer Seyfettin’in  ana izleği olan bu konularda kurduğu atmosfer son derece sıcaktır. Ayrıca kullandığı dile bakacak olursak bugün Türkçeyi yetersiz bulan ve gizliden gizliye Osmanlıcaya özenen ya da Türkilizce yaratmaya çabalayan entelektüel dünyamızın, dilde yüzyıl önceki Ömer Seyfettin’in gerisine düşmekten doğan ‘hali pür melalini’ okurların duyuncuna bırakıyorum. Yaşayan bir organizma olarak dilin, yaşlılığından çocukluğuna, gelecekten geçmişine dönerek;  zamanda yolculuk yapması gibi olanaksız bir şey bu, yapılan böyle bir tansık barındırıyor!.. Bu duruma payanda olanların durumu  şöyle açınlanabilir: Bir düşün ya da ideoloji, gelip beni bulmuşsa; hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendimde bulmuşsam; sanatçıyım.

UÖ.Sizin eleştiri yazılarınız olduğunu biliyoruz. Eleştirimiz üzerine düşünceleriniz nelerdir?

UF. Bizde her şey deneysellikle yürüyor, ömrünü eleştiri sanatına vermiş insanları gün geliyor paylaşamıyoruz ama, onların yapıtlarını kitlelere ulaştırmakta kimsenin bir şey yaptığı yok, Nurullah Ataç'ın bir kitabı için sahafları dolaşmak zorundasınız, dili eskiyen kitapları günümüz Türkçesiyle yeniden yayımlamak düşüncesi kimseleri ilgilendirmez, yazınımız, bu bağlamda eleştirimiz azgelişmişliğin şanına yaraşırcasına vahşi yaşamın yasalarıyla gelişimini sürdürür! kimse kimseyi beğenmez, herkes bir grubun üyesidir ama ilk fırsatta grublar birbirine girer ve tüm bu olaylarla birlikte, yazınımız, basınımız, la havle vela kuvvetiyle dünya ile yarışını sürdürür. Bu denli olumsuzluklar içinde eleştiriyi bırakın, yazar şair nasıl ortaya çıkar şaşmak gerekir, inanmam ama burada belki de yeteneğin rolü vardır, yazınımızın dünya yazını ile aynı üretkenlik ve gelişkinlikte yazar ve şairler üretmesini Anadolu kültürünün belkide genlerimize işleyen binyıllara dayanan birikiminde aramak gerekir. Eleştirmen için bizde şair (yazar) olamadı, eleştirmen oldu yakıştırması vardır, oysa eleştirmenliğe soyunmak, şair / yazar olmanın yanında öyle büyük evliyalıktır ki, şairin yazarın yeri gelip yakılıp,dışlandığı, ayrıksılıkla suçlandığı bir ortamda, eleştirmen olmak, cennetten kovulmuş lanetlilere asayla yol gösterip yalvaçlığa soyunmak gibi bir şey, yani lanetiniz çarpımlanıyor, iki kere lanetli oluyorsunuz, bu durumda eleştirmen olmanın erdemini varın siz ölçün demekten başka elden bir şey gelmiyor...
Ayrıca kişisellikle diyebileceğim şudur ki, sanata ilgi duyan kişinin hata yapması kaçınılmazdır. Ben de haddim olmayarak ki sanat haddi olmayanların işidir, resim eleştiri ve sanatın diğer alanlarına da ilgi duyarak onlarla da bir uğraşı içine girdim. Az da olsa resim yaptım, gene bizde hep söylenir eleştiri yok denildiği için bu
k
ışkırtıyla olsa gerek ona da yüz sürdüm, eleştirmen olmak için değil, bir kışkırtı olan sanatın bendeki dışavurumlarının önüne geçemediğim için. Sonuçta idealleriniz ve hedefleriniz doğrultusunda bir var oluş biçimine ulaşmak istiyorsanız, çok parçalanmamak en doğru yol ama, sanat beni o denli büyüledi ki ben bir şey olmaktan ziyade, olmuşların parodisiyle bütünleşerek tanımlayamadığım bir yok oluşun ironisini yaşamak isterim diyebilirim. Çünkü öyle insanlar tanıdım ki, sanat erbabı
dediğimiz kimilerinden çok daha derin ve içselleşmiş bir felsefe taşıydılar. Göz göre göre yok oldular, ne arayan oldu ne soran, kendileri de bu yolda en ufak bir kaygı taşımadan yaşadılar, onların yanında isim, resim ya da cismani bir görüntü olmayı istemek iç dünyamda tanımlanmaz bir iki yüzlülük oluşturduğundan ve sürekli çeli
şkiler içinde hep ve hiçin sarmalında yaşamayı, onlarla bir barışıklık gibi algıladığımdan elimden gelenin ötesine geçmeyi pek düşünemedim... Sanat; ölü ateşiyle kolkola gezen çöl tanrısıdır ve iç dünyamızda barınan, yaşamın hiç kimsenin olmadığı kadar bizim olmasını sağlayan biricik totemdir.

UÖ.  Teşekkür ederiz.

U.F. Ben de teşekkür ediyorum.
06.01.2008


******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************



İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ
*
SOLARİS
*-
ULUS FATİH
*
YAZIN ÜZERİNE

Mallarme kitaplarını o sonsuz azınlığa diye imzalarmış, hiçbir zaman çok olmayan, hiçbir zaman yok olmayan. Yazın: Amaya bir sadaka ver yerine - Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim, demenin daha çok duyunçlara seslenip, yardıma yol açtığının anlaşıldığı kıssada olduğu gibi, gerçekte tinsel alemde bir devinime neden olur. Goethe’den aktarılan bir kıssada da: Çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyormusun diye sorar; çoban hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum der!..  
Borges, gelenekten yararlanmalıyız çünkü ayrımında olmadan bir şeyi yinelemenin tuzağına düşebiliriz demiş. Sonuçta yazın, dünyamızı görünmez biçimde değiştirir, ilk bakışta maddi gerçekliğin içinde yüzen insan, onun yararını kolaylıkla göremez. Bu ruh sayrılığının indimizde önemsenmeyişine benzer, oysa ruhumuz olmasaydı insan olamazdık...
Avrupalılar us yoramadıkları şeyler için şiir yazarmış, işte bu görünmeyen bir büyüdür ki, her insanın içinde bir sanatçının yatıyor olması anlamına da gelebilir. Düşünelim ki şiir mutluluk vermez çünkü mutlu şair yok, yazdığımız şiir mi tanrı da bilemez, çünkü tanımı yok... Sanat bilinmeyene yolculuktur, hedonist kışkırtılar sunar, ama bir o kadar da ürkütücüdür… Şiirimizinse dünyanın en büyük şiirlerinden biri olduğunu yazınla ciddi biçimde ilgilenen herkes bilir ve anlar. Türkçenin de
kanımca dünyanın en gelişkin dillerinden biri olduğunu her zaman söylemişimdir. Bir dili yeterli kılan şiir ve felsefedir. İkisi de anlatım olanaklarının sınırlarını zorlar. Bizde felsefenin pek geli
şmediğini ya da yer bulamadığını ileri sürebiliriz ama şiiri bizim kadar güçlü kaç ulus var. Diyelim Alman dili felsefede çok gelişmiştir ama şiirinin bizden iyi olduğunu ileri sürebilmek için ancak taraf tutmak gerekir, bu da zaten sık yapılan bir şey. Gerçek göreceli olduğu sürece konumumuzu olması gereken noktada göremememiz de üzücü olmasa gerektir. Doğrulardan ve gerçeklerden korkanlar aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar gibi kümeleşirler ve gerçek istenildiği biçimde yön değiştirir ama bu bile parçalanmış gerçeğin her hangi bir öğesi olmaktan kendini kurtaramaz. Asıl gerçek bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zamanın, mekanın, geçmişin, geleceğin, tanrının, yeryüzünün ve tüm insanlığın sokaktaki sütçüden, kuzeyin son kraliçesine dek katmanlaşmış ve sonunda vücut bulmuş bir arketipdir ki biz ona geçmişin, geleceğin, zamanın ve mekanın "şimdiki anı" adını veririz ama o yaşamakta olduğumuz ve hayhuyla kaotikleşmiş şimdiki zaman değildir.
***
Romanın 19.yüzyılın ikinci yarısında ülkemize bir yazın türü olarak giriş yaptığını biliyoruz. Öykü için minör roman nitelemesi yapabiliriz. Öyküde büyük ustalarımız var, Ömer Seyfettin, Mehmet Rauf, Sait Faik, Sabahattin Ali'yi  okumayan çocuk ya da yetişkin var mıdır bilmiyorum. Globalizm rüzgarının ulusalcılık ve ulus sevgisini yıpratıyor gözükmesine karşın, Ömer Seyfettin’in  ana izleği olan bu konularda kurduğu atmosfer son derece sıcaktır. Ayrıca kullandığı dile bakacak olursak bugün Türkçeyi yetersiz bulan ve gizliden gizliye Osmanlıcaya özenen ya da Türkilizce yaratmaya çabalayan entelektüel dünyamızın, dilde yüzyıl önceki Ömer Seyfettin’in gerisine düşmekten doğan ‘hali pür melalini’ okurların duyuncuna bırakıyorum. Yaşayan bir organizma olarak dilin, yaşlılığından çocukluğuna, gelecekten geçmişine dönerek;  zamanda yolculuk yapması gibi olanaksız bir şey bu, yapılan böyle bir tansık barındırıyor!.. Bu duruma payanda olanların durumu  şöyle açınlanabilir: Bir düşün ya da ideoloji, gelip beni bulmuşsa; hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendimde bulmuşsam; sanatçıyım.
***
Bizde her şey deneysellikle yürüyor, ömrünü eleştiri sanatına vermiş insanları gün geliyor paylaşamıyoruz ama, onların yapıtlarını kitlelere ulaştırmakta kimsenin bir şey yaptığı yok, Nurullah Ataç'ın bir kitabı için sahafları dolaşmak zorundasınız, dili eskiyen kitapları günümüz Türkçesiyle yeniden yayımlamak düşüncesi kimseleri ilgilendirmez, yazınımız, bu bağlamda eleştirimiz azgelişmişliğin şanına yaraşırcasına vahşi yaşamın yasalarıyla gelişimini sürdürür! Kimse kimseyi beğenmez, herkes bir grubun üyesidir ama ilk fırsatta grublar birbirine girer ve tüm bu olaylarla birlikte, yazınımız, basınımız, la havle vela kuvvetiyle dünya ile yarışını sürdürür. Bu denli olumsuzluklar içinde eleştiriyi bırakın, yazar şair nasıl ortaya çıkar şaşmak gerekir, inanmam ama burada belki de yeteneğin rolü vardır, yazınımızın dünya yazını ile aynı üretkenlik ve gelişkinlikte yazar ve şairler üretmesini Anadolu kültürünün belkide genlerimize işleyen binyıllara dayanan birikiminde aramak gerekir. Eleştirmen için bizde şair (yazar) olamadı, eleştirmen oldu yakıştırması vardır, oysa eleştirmenliğe soyunmak, şair / yazar olmanın yanında öyle büyük evliyalıktır ki, şairin yazarın yeri gelip yakılıp,dışlandığı, ayrıksılıkla suçlandığı bir ortamda, eleştirmen olmak, cennetten kovulmuş lanetlilere asayla yol gösterip yalvaçlığa soyunmak gibi bir şey, yani lanetiniz çarpımlanıyor, iki kere lanetli oluyorsunuz.
***
Sanat; ölü ateşiyle kolkola gezen çöl tanrısıdır ve iç dünyamızda barınan, yaşamın; hiç kimsenin olmadığı kadar bizim olmasını sağlayan biricik totemdir.

******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

ULUS FATİH



SANAT ANLAYAN İÇİNDİR

‘Kalk Borusu’ başlıklı bir tv programı vardı, çarşamba günleri geç saatlerde onu izler, herkes yattığı halde ışık yandığı için beddualara da göğüs germek zorunda kalırdım. Çetin Altan’ın sanata ve yaşam antolojisi üzerine söyleştiği bu programdan değerli bilgiler edinmiştim, bugün belirtmeliyim ki benzer programların özlemi içindeyim. Değerli anekdotlar ve bilgi sunusunun yanı sıra, bir gün, sayın Altan, sanat sanat içindir, sanat halk içindir derler, oysa sanat anlayan içindir dedi. Bu sözü unutmadım, çünkü benim anlağımdaki tanıma son derece uygun olup, bir türlü dile getiremediğim bütünlüğü bu tanım sağlıyordu.

Her zaman şöyle bir tartışmanın içinde olmuşuzdur, sanat nedir ve nasıl olmalıdır? Sanatın yazın yakasıyla ilgilenen bizler, bir türlü ortak tanıma varamıyor ve anlaşmazlık sürüp gidiyordu. Kimi sömürü ve eşitsizlik ya da ezici çoğunluğun sorunlarına eğilmeyen bir yapıtın değerinin olamayacağını, kimi de dinsel, geleneksel ya da tarihsel kalıta uymayan yapıtların anlamsızlığını dile getirerek, bu ve buna benzer savlarla tartışmalar içinden çıkılmaz bir görünüme bürünüp, uzadıkça uzuyordu. İşte sanat anlayan içindir sözü benim bu tartışmalarda yetersiz bulduğum öğeyi ortadan kaldırmıştı, anlamıyorsak yazılanın ne önemi vardı, buradan, anlamak için çaba göstermek, çaba içinde; zaman ve mekan boyutunun derinliğinde kültürel bir kalıta sahip olmak ve ona, doğrudan ya da dolaylıda olsa katkıda bulunmak gerekiyordu. Sanatın kısırlığı geçmişten geliyorsa, yatay mekanda olağanüstü yapıtlar verilemeyeceği gibi, kültürel geri kalmışlık kaçınılmazdı, bu da bizim çözümlemelerimize denk düşen bir yaklaşım oluyordu. Bunları gözardı eden kısır tartışmalar, Nazım, Fakir Baykurt, Orhan Kemal ekseniyle, karşı eksende Yahya Kemal, İlhan Berk, Yusuf Atılgan gibi yazın erlerini, kendi içlerinde de gruplandırarak, birbirini yoksayan, yöresel veya evrensel açımlamalara varıyordu. Bu; dev bir kültür coğrafyasında yaşayıp, kısır bir üretimin çengelinde asılı bizler için, trajik bir durum oluşturuyordu. Gerçek sanatın her alanda verilen sayısız yapıtla yıldızının parlayacağını düşünenler, sanatın temel öğelerine ters düşmeyen, kimi tuhaf yapıtlara övgüler yağdırınca garipsenip, dışlanıyordu.

Buna karşın, bilim kurgumuz, polisiyemiz, felsefi metinlerimiz, yazın üzerine us dışı denemelerimizin olmadığı, uysallıkla kabul gördüğü için, yazında ve genelde de sanatta evrensel ölçekte ağırlığımızın olamayacağı açıktı. Bilinen sorunların dışında, tutucu, donuk bir sanat anlayışımız vardı. Yenilikçi, başlangıçta uçuk görünen, nice denemeler hiçleniyor, ilgi görmüyordu!..  Bundan kurtulmanın yolu yine de okumaktan geçiyordu, Ezra Pound’u okumadıkça, Nazım gözünüzde şiir okyanusunun tek ilahı olmayı sürdürüyordu, Yusuf Atılgan’ı okumadıkça, roman Orhan Kemal’le başlayıp bitebiliyordu. Olması gereken Sezai Karakoç’a da, Asaf Halet’e de, Latife Tekin’e de gerekli değeri verip, sağlam ölçümler kurarak, kültürel üretimin yücelmesini sağlamaktı. Birinin diğerinden haberi olmaksızın, kültürel yaşamımız sürerken, ilginç olanda resmi söylemin bütün bunlara kayıtsız, sanki üçüncü bir cins olarak sürüp gitmesiydi. Bu konunun çetrefilliği sürse de, kültürel üretimin yaygınlaşması, sağlam bir demokratik yapıyla, tüm değerlere sahip çıkarak, kendi adalarında ürün vermeleri için desteklenmeleri, en iyi yol gibi gözüküyordu.
...
Birbiriyle bağlantılı gibi gözükmese de; yaşam sanıldığı gibi içimizde değil, karşımızdadır, ona ulaşmaya çalışırız, yaşayan nesne ve yaşam arasındaki bağ (gerçeklik), öyle soyut ve öyle onmaz bir görecelilik taşır ki, biçim değiştirene dek (ölüm) bunu düşünmek, algılamak bile istemeyiz. Kavramlar o denli süratle yer değiştirirler ki geçmiş çağlarda tanrıları ve göksel güçleri simgeleyen kozmos, sonraları burçları ve içsel korkuları sembolize etmiş ve kavramlar yer değiştirerek sürüp gitmiştir. Bilimsel gerçeklik bile bir ‘varsayım’ olarak algılanan biçimin (kapsantısı genişde olsa) bir parçası olmaktan kendini kurtaramamaktadır.
Yaşam kendine sunulan biçimler, yemek, içmek, gezmek, tozmak, okur gibi yapmak biçiminde algılayanlar için midir. Niçin okuruz, beden neden madde tüketir, evrenin ataları var mıdır, zaman eskir mi, ‘yaşam’ göreceli ise yaşayan nedir gibi ilk bakışta basit görülebilecek, oysa çözüm ya da çözümsüzlüğünün bileşeni, sonsuza uzanan sarmallardır bütün bunlar... Son olarak şunu söylemeliyiz ki ‘Çağrılmayan Yakup’lara (Edip Cansever) uzak olmamak gerekir:

‘Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar / O kadar çoktular ki doğrusu ben şaşırdım / Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli / Daha hiç çağrılmadım / Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç / Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım / Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim / Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım / Sonra bir güzel yıkanayım da. / Ben size demedim mi. / Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum / Sanki böyle niye ben oradan geliyorum / Telaşlı aç gözlü kurbağalara / Bakmaktan / Bilmiyorum / Bilmiyorum, / bilmiyorum / Ben, yani Yusuf, / Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum.’

Belki şu gül mevsimin de bir aşk şiiri bizi, kuşkularımızdan arındırır, dinlendirebilir...
"Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan / diyorum ben / ağır metaller gibi, uzaysı sevi ve ah ki / bakılışı güzel / reyhansı tözden ve süzülen, bir Sümer koku, / arzunun karanlık nesnesinden / Alkeion ki doğrulur korulardan, bir masal geçiyor burada, / bir taç yaprağı / leylak büklümlü, bir kara yoru, ırmak bir peri / geçiyor ölümlerden diyorum ben."





******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************



JORGE LUİS BORGES
*
JANUS'UN BÜSTÜ KONUŞUYOR

Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan
bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları,
kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar
ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur.
Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar,
sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm,
çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları;
sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden
bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim.     
Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların
gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar
geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum.       
Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular,
bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben.


Türkçesi; Ulus Fatih



******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

JORGE LUİS BORGES
*
JOHANNES BRAHMS'A

O bağışlayıcı bahçende çağrılmaz bir konuktum                                    
O bitimsiz anıları sen oluşturdun
Zaman geldi, büyük mutluluklarla ondum                                               
Senin kemanların gökleri çalar.                                                        
Ama artık hakkını veriyorum. Utku diye sana,                                        
Yoksunluğu paylaşanlar bir boşluğu bağışlar                                           
Salt sanatın adı da yetmez.                                                                 
Nasılsa bulacaktı onur seni görkemli ve yiğit ol.
Yüreksizin biriyim ben. Üzünçlerin tutsağıyım. Hiçbir şey                          
Haklı çıkaramaz bu küstahlığımı
Onulmaz mutluluklar derledim seninle                                                      
-Ateş ve kristal- sende ki ışıltının ruhudur.        
Günaha bulanmış sözcükler sarmış beni,                                  
Bir sesin ve bir düşlemin dölleri ki;                                                          
Simge değil, ayna değil, çığlıkta değil,
Sonsuzluğa koşan ve yüceldikçe coşan bir ırmaktır senin ki.                    


Türkçesi; Ulus Fatih


******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************




SANAT ANLAYAN İÇİNDİR

‘Kalk Borusu’ başlıklı bir tv programı vardı, çarşamba günleri geç saatlerde onu izler, herkes yattığı halde ışık yandığı için beddualara da göğüs germek zorunda kalırdım. Çetin Altan’ın sanata ve yaşam antolojisi üzerine söyleştiği bu programdan değerli bilgiler edinmiştim, bugün belirtmeliyim ki benzer programların özlemi içindeyim. Değerli anekdotlar ve bilgi sunusunun yanı sıra, bir gün, sayın Altan, sanat sanat içindir, sanat halk içindir derler, oysa sanat anlayan içindir dedi. Bu sözü unutmadım, çünkü benim anlağımdaki tanıma son derece uygun olup, bir türlü dile getiremediğim bütünlüğü bu tanım sağlıyordu.

Her zaman şöyle bir tartışmanın içinde olmuşuzdur, sanat nedir ve nasıl olmalıdır? Sanatın yazın yakasıyla ilgilenen bizler, bir türlü ortak tanıma varamıyor ve anlaşmazlık sürüp gidiyordu. Kimi sömürü ve eşitsizlik ya da ezici çoğunluğun sorunlarına eğilmeyen bir yapıtın değerinin olamayacağını, kimi de dinsel, geleneksel ya da tarihsel kalıta uymayan yapıtların anlamsızlığını dile getirerek, bu ve buna benzer savlarla tartışmalar içinden çıkılmaz bir görünüme bürünüp, uzadıkça uzuyordu. İşte sanat anlayan içindir sözü benim bu tartışmalarda yetersiz bulduğum öğeyi ortadan kaldırmıştı, anlamıyorsak yazılanın ne önemi vardı, buradan, anlamak için çaba göstermek, çaba içinde; zaman ve mekan boyutunun derinliğinde kültürel bir kalıta sahip olmak ve ona, doğrudan ya da dolaylıda olsa katkıda bulunmak gerekiyordu. Sanatın kısırlığı geçmişten geliyorsa, yatay mekanda olağanüstü yapıtlar verilemeyeceği gibi, kültürel geri kalmışlık kaçınılmazdı, bu da bizim çözümlemelerimize denk düşen bir yaklaşım oluyordu. Bunları gözardı eden kısır tartışmalar, Nazım, Fakir Baykurt, Orhan Kemal ekseniyle, karşı eksende Yahya Kemal, İlhan Berk, Yusuf Atılgan gibi yazın erlerini, kendi içlerinde de gruplandırarak, birbirini yoksayan, yöresel veya evrensel açımlamalara varıyordu. Bu; dev bir kültür coğrafyasında yaşayıp, kısır bir üretimin çengelinde asılı bizler için, trajik bir durum oluşturuyordu. Gerçek sanatın her alanda verilen sayısız yapıtla yıldızının parlayacağını düşünenler, sanatın temel öğelerine ters düşmeyen, kimi tuhaf yapıtlara övgüler yağdırınca garipsenip, dışlanıyordu.

Buna karşın, bilim kurgumuz, polisiyemiz, felsefi metinlerimiz, yazın üzerine us dışı denemelerimizin olmadığı, uysallıkla kabul gördüğü için, yazında ve genelde de sanatta evrensel ölçekte ağırlığımızın olamayacağı açıktı. Bilinen sorunların dışında, tutucu, donuk bir sanat anlayışımız vardı. Yenilikçi, başlangıçta uçuk görünen, nice denemeler hiçleniyor, ilgi görmüyordu!..  Bundan kurtulmanın yolu yine de okumaktan geçiyordu, Ezra Pound’u okumadıkça, Nazım gözünüzde şiir okyanusunun tek ilahı olmayı sürdürüyordu, Yusuf Atılgan’ı okumadıkça, roman Orhan Kemal’le başlayıp bitebiliyordu. Olması gereken Sezai Karakoç’a da, Asaf Halet’e de, Latife Tekin’e de gerekli değeri verip, sağlam ölçümler kurarak, kültürel üretimin yücelmesini sağlamaktı. Birinin diğerinden haberi olmaksızın, kültürel yaşamımız sürerken, ilginç olanda resmi söylemin bütün bunlara kayıtsız, sanki üçüncü bir cins olarak sürüp gitmesiydi. Bu konunun çetrefilliği sürse de, kültürel üretimin yaygınlaşması, sağlam bir demokratik yapıyla, tüm değerlere sahip çıkarak, kendi adalarında ürün vermeleri için desteklenmeleri, en iyi yol gibi gözüküyordu.
...
Birbiriyle bağlantılı gibi gözükmese de; yaşam sanıldığı gibi içimizde değil, karşımızdadır, ona ulaşmaya çalışırız, yaşayan nesne ve yaşam arasındaki bağ (gerçeklik), öyle soyut ve öyle onmaz bir görecelilik taşır ki, biçim değiştirene dek (ölüm) bunu düşünmek, algılamak bile istemeyiz. Kavramlar o denli süratle yer değiştirirler ki geçmiş çağlarda tanrıları ve göksel güçleri simgeleyen kozmos, sonraları burçları ve içsel korkuları sembolize etmiş ve kavramlar yer değiştirerek sürüp gitmiştir. Bilimsel gerçeklik bile bir ‘varsayım’ olarak algılanan biçimin (kapsantısı genişde olsa) bir parçası olmaktan kendini kurtaramamaktadır.
Yaşam kendine sunulan biçimler, yemek, içmek, gezmek, tozmak, okur gibi yapmak biçiminde algılayanlar için midir. Niçin okuruz, beden neden madde tüketir, evrenin ataları var mıdır, zaman eskir mi, ‘yaşam’ göreceli ise yaşayan nedir gibi ilk bakışta basit görülebilecek, oysa çözüm ya da çözümsüzlüğünün bileşeni, sonsuza uzanan sarmallardır bütün bunlar... Son olarak şunu söylemeliyiz ki ‘Çağrılmayan Yakup’lara (Edip Cansever) uzak olmamak gerekir:

‘Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar / O kadar çoktular ki doğrusu ben şaşırdım / Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli / Daha hiç çağrılmadım / Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç / Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım / Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim / Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım / Sonra bir güzel yıkanayım da. / Ben size demedim mi. / Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum / Sanki böyle niye ben oradan geliyorum / Telaşlı aç gözlü kurbağalara / Bakmaktan / Bilmiyorum / Bilmiyorum, / bilmiyorum / Ben, yani Yusuf, / Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum.’

Belki şu gül mevsimin de bir aşk şiiri bizi, kuşkularımızdan arındırır, dinlendirebilir...
"Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan / diyorum ben / ağır metaller gibi, uzaysı sevi ve ah ki / bakılışı güzel / reyhansı tözden ve süzülen, bir Sümer koku, / arzunun karanlık nesnesinden / Alkeion ki doğrulur korulardan, bir masal geçiyor burada, / bir taç yaprağı / leylak büklümlü, bir kara yoru, ırmak bir peri / geçiyor ölümlerden diyorum ben."



******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************


ULUS FATİH
*
BORGES

Genellikle bir yazarı sevmeyi, kısır bir düzlemde algılarız, onun kişiliğini sevmeye dek varır bu yanılgı. Oysa yazar ölmüştür, çok uzaklardadır ya da yaşamımız
boyunca hiç görmemişizdir, kimseler bilmez. Diyelim Borges'i seviyoruz, Borges 1986'da öldü ve onun varlığını (yaşadığını) ilk kez böylece öğrenmiş oluyordum (o bu tür paradoksal anıştırmaları severdi; varlığını bilmem için, o şeyin yokolması ya da ölmesi gerekiyor ki, neredeyse bir Borges sorunsalı). Bir yazar yazdıklarıyla sevilir, anlattıklarıyla, bu bakımdan kişiselleştirmek bilisizce bir tutumdur, biz onun anlattıklarıyla bütünleşirken Borges gibi bir ime tutunarak özet bir tutum sergileriz gerçekte ve temelde amacımız yalnızca bir kısaltmaya sığınmaktır; çünkü öznel olan şudur ki yazar değil, olan biteni sever ve onlara bağlanır okuyucu, hatta bazen öyledir ki Dostoyevski yerine Raskolnikov, Canetti yerine Kien, Cervantes yerine Don Kişot demeye başlarız.

Onun öyküleri neden etkileyici gelir bir iki örnek verelim, öykülerinden birinde, bir gaucho (kabadayı, kır çobanı vb.) bir çiftlikte sürülerin başına getirilir, kahya olur bir yerde, zaman içinde güveni o denli artar, yetkileri o denli çoğalır ki, çiftlik sahibinin (pampalar beyi) yerini alacağı (çiftliğe el koyacağı) sanısına kapılır ve düşleri bu duygu üzerine bir sanrılar demetiyle, gerçelliğin çakışması noktasında utku dolu tavırlar ve gururla yükselen davranışlara yönelir. Öyleki çiftlik sahibinin karısıyla yakınlaşma şansına bile sahip olur. Ama günün birinde bir eğlencede kendisine yüz vermeyen kadına ters bir hareket yapar (her yapıt, ansımayla, unutuşla anlakta yeniden kurulur ve evrene öylece yayılır), olaylar zincirlerinden boşanırcasına gelişir ve çiftlik sahibi ve adamlarının onu aşağılayıp, son derece küçümseyen bakışları arasında, sonsuz ve anlamsız yalnızlığın çukuruna yuvarlandığında, olayların tümüyle düzmece ve baştan beri kurgulanıp, bile isteye bir alaysamadan ibaret olduğunu ancak anlar... Öykü bize şunu anlatmak ister; Yaşamda gücün yerini hiç bir zaman bir hayal (ya da düş) alamaz, güç yerini ancak yeni bir güce bırakabilir. Bu bizim için büyük bir derstir, düşe başvurmaktan yine de kaçınmayacak olanların bilmesi gereken bir ders. Ayrıca insanın kendisini başkalarının yerine koymasına çoğun kızarız ama görüyorsunuz; bazen insanın kendisini 'kendisi' zannetmesi, uskıran ve çok daha büyük tehlikelerin eşiğine getirebiliyor.

Bir başka öyküde, öldürülme korkusuyla, peşindeki adamlardan kaçan kahramanımız, korkusuyla o denli bütünleşir ki, kendisini öldürecek olan adamın ismiyle yaşamaya başlar ve kendini öyle tanıtır. Korkusu artık sonsuzlaşır, düşle gerçeği ayırt edemez hale gelir, sanrılar içinde yaşamı sürer, gece ve gündüz haram olur, her öldürülüşünde bir düşün (kâbus görüyordur) içinde olduğunu anlar ve bir gün gerçekten öldürüldüğünde nasıl olsa bu bir düş diye tepki vermez ve bilinmezliğin koridoruna geçerken, yazık ki gerçekten öldürüleceğinin ayrımına bile varmamıştır. Burada da düşlerin gerçeklere ne denli zarar verebileceğini ya da gerçekleri görmemizi engelleyen bir haleti ruhiyenin insanı nasıl insan olmaktan çıkarabileceğini anlarız. Ama öyle ki daha binlerce anlam çıkarmak okuyucuya kalmıştır. Çünkü gerçek yapıtlar anlam bakımından sonsuz bir parçalanım içinde olurlar.

Başka bir öyküde bir leoparla (jaguar) yanyana hücre hapsine mahkum olan adam, leoparın çizgilerinde (benekler) tanrı ya da evrenin sırrını aramaya başlar (belki de düş görüyordur), gün gelir sırra erer ve evrenin sırrına ulaşmayı yani onu okumayı başarır. Sonuçta adam bundan dolayı hiç bir tavır değişikliği göstermeyecektir, kendisine yapılan işkenceleri, yaşamını, geçmişi, geleceği, leoparı unutur. Oysa sır elindedir ve herşeye hükmetme olanağını da yakalamıştır. Ama şöyle söyler öykünün sonunda, burada çile çekmekte olan bir insanın kurtuluşu için evrenin sırrına vakıf olmaya kalksaydım, o sırra asla kavuşamaz ve hak etmiş olamazdım. Büyük bir sırra vakıf olma nedeni de, sırrın kendisi denli olağanüstü olmalı diye düşünür adam ve yaşadıklarının kişiye özgü, sıradan bir bayağılık olduğunu kabullenerek, kendisini zindandaki yalnızlığına ve hiçliğe terkederek ölür. Bunun da anlamı, imgeler okyanusunun içinde okura bırakılmalıdır.
...
Anlam dediğimiz şey, gerçekten soyut ve görecelidir. Yunanlı bir filozof, yaşamda hep paylaşımcı olmayı, eşitlikçi ve özgürlükçü olmayı savunur ama evinde, eşine ve çocuklarına son derece kaba ve eşitsiz davranırmış. Bir başka filozof, yaşamda eşitliğin olamayacağını, aslanın karacayı, güçlünün güçsüzü hep ezeceğini söyler, yaşamında böyle sürüp gideceğini savunur ama evinde, eşine ve çocuklarına son derece insancıl, alabildiğine de adil davranırmış. Bu kıssayı aktaran mesel sahibi diyor ki, şimdi hangi filozof gerçekte hümanist ve hangisi yaşam da eşitliğin olamayacağını savunuyor sizce diye bir soru yöneltiyor. Yinelemiş olalım ki, dünyadan  umudunu kesmeyen bir filozof her sabah ağlayarak evden çıkarmış, umudunu kesense, gülerek evden çıkarmış, soranlara da, bu dünya dert etmeye değmez, nasıl olsa düzelmeyecek dermiş.

'Baştan Çıkarıcının Günlüğü'yle; sözümüzü bağlarken, İst. film festivalinde (ayların en mutlusu nisandır!) Luchino Visconti'nin görkemli filmi Leopar'ı (1963) izlerken, konuk oyuncu, filmin aktristlerinden C. Cardinale'nin, üzünç dolu konuşmasına tanık olduğumuzu belirtelim. Cardinale, (Oscar Wilde'ın, Dorian Gray'ın Portresi'nde olduğu gibi) yitip giden gençliği ve güzelliğine ağıt yakıyor gibi geldi bize ve hâlâ efsanevi görünümünü yansıtacak jest ve mimiklerini bırakamıyordu. Bu da canlı bir Borges öyküsü yaşadığımız sanısı uyandırdı bizde ve dostum davetim için teşekkür ederken, "sebep olana lanet olsun" diye söylendim, anlamsızca yüzüme baktı... bu da başka bir Borges öyküsü dedim.

(Jorge Luis Borges. Arjantin. 1899-1986)


******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************




ULUS FATİH
*
SEVDAÇEKEN

Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan
diyorum ben

ağır metaller gibi, uzaysı sevi ve ah ki
bakılışı güzel

reyhansı tözden ve süzülen, bir Sümer koku,
arzunun karanlık nesnesinden

Alkeion ki doğrulur korulardan, bir masal geçiyor burada,
bir taç yaprağı                                               

leylak büklümlü, bir kara yoru, ırmak bir peri
geçiyor ölümlerden diyorum ben.



*****************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

ULUS FATİH
*
KASSANDRA



                                                                                                                        "Aşkın kitaplara girmesi
                                                                                                                        tek umarımızdır, yoksa başka
                                                                                                                        bir yerde yaşayamayacaktı."
                                                                                                                        Max Horkhaimer

        (Kalkhedon yakasına günaydın dersen yeşil gözlü bir güneşin olacak, üç vakte kadar onu göreceksin, gül parmaklarıyla sana ışıyacak, ona de ki, Altın Post'a giden yolu geçeyim mi, yoksa burada, defnelerin altında mı beklesem... )
        Mahpeyker bir sevgili gecede yürüyor, cansiper ve peri. Fatehpur Sıkri'nin zümrüdî mimarisi, susuz çöllerin Sürre alayı ve Hicaz gölgesi!.. Benim gecelerimi kimselerin görmediği bir ufuk aydınlatır, gündüzlerimde Emel Denizi'ne sürüklenişim bundandır diye, şarkı söylüyor biri. Şehinşahım, payidarım, gönül tacım diye iç çekiyor. Bilip bildiririm ki, o irem bağlarındaki elim, o ilim, o dilim, dünya ve ahirette bile sözü edilmeyecek melâlimdir. Ey anılar trenindeki Klezmer ezgileri, ey Kani Mesa'daki minik güneşler, ey gecede büyüttüğüm dolunay, ey pınarlar diye ekledi... Karanlıktı!.. Ey ölüm, bütün sevdiklerim öldü, yapayalnızım. Onlar orada ve bir aradalar, yalnızlığıma ağlıyorlar. Sana kızmıyorum, küsmüyorum, beni onlardan ayırdığın için ağlamıyorum. Çünkü beni onlara kavuşturacak olan yine sensin...
       Kassandram, ey sularda yürüyen Ankam, ey sessizliğin sesi, yüreklerin süveydası, ey leylâm, ey süheylâm diyenler, gölgelere girdi, bir bir eridi. Barış, doğal ölüm. Aşk, tinsel karanlık!.. Ey denizlerin kelebeği, ey dışbükey biçimlerin sentetik grameri, nöron uykuları, ey yürekleri sömüren zaman, ey kader, keder ve ey laedri. Burada, salkımların kokusu, üzünçle gölgelenen çöle açılır, Sezar'ı göremeyiz çünkü geçmiş zamandır. Silyon feneri, And dağlarında üflemeli çalgı gibi öten kuş ve ey yok oluş.
      Tanrı şiiri yaratmak uğruna seni yarattı diye haykıran kuzenim. Ey Flaman göğü, tinler ormanı, ey zincirli kölem, ey Prevezem, Navarinim. Puhum, pusum, sülünüm. Ey Uranus'un kollarında pare pare ölüşüm... Sümbülden biri çıktı güzeli arıyormuş, bir yaz günü, bir güz yaprağının altındadır o demişler, uçmuş, güz gelmiş, o kar tozanındadır demişler, kış gelmiş, o bir bahar çiçeğinin dalındadır demişler ve bahar gelince, o yaz başağının salınışındadır demişler. Irmak perisi ağlıyordu. Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum diyenler vardı. İncilim. Ey Emod yulfone'm. Ey göze inandırılmışım, kefenlenip, canlandırılmışım ey. Ey yittiğim gezegen, doğduğum vulva, İsagojiler yazan İsagoji, ey Meryem, ey "Doloris medicinam a philosophia peto" dediğim, ey zindan çiçeğim, ey çocuk Muhammed, ey Kaddaficik, ey Hasani Harakanim.
      Ey Ihşidim, boynumda cennet anahtarıyla ölümlere geldiğim, ey nur yüzlü Sur,  kanla çiftleşen, ey Selçuki bir ölü dirilten, altın ağızlı Yuhanna,  kutupçul çiçeğim, ey Suriye'den güzelim, Pers çiçeğim ey, Mezopotamya gülüm, at nalı yengecim. Gönüller hırsızı Hermes'im. Kuyruklu yıldızın kuyruğundaki gemisin sen. Ey ruh ikizim. Ey İlyas'ın üzüm salkımları, mor Yakup, ey ayağın öpen. Kuş ortaçağda var mıydı. Ey solgun yeşil düşüncelerim. Ey sessizlik, su sümbülüm. Aslan körfezine bakan Kordofanlı zencim. Ey resullerin sözleriyle çoğalan. Mars ufuğu. "Bir, iki, üç, dört, beş / balık tuttum / altı, yedi, sekiz, dokuz, on / onu bıraktım."
       Ey lezbiyen simülasyonlar, kuş yüzlü kadın. Ey yaban incirim, ey Himalaya sedirim, leylandim ey. Gelde evrenin derinlerindeki iç çekişimi, kanla doyurulmuş geçitlerden geçişimi, ilkçağ kuşları gibi pençelerimde eriyişini gör. Haykırdım mağaralara, uçurumlarda ki yağmurlara sordum, iç çekişlerim yıldızlara vardı. Gelmedin. Minik dişi ölümlerdin, göklerde kanat çırpan deniz, altın sağrak, demir rüzgâr ve arı konaklarına girdin. Bir kelebeği gezdirdin ve bağırdım sana; et ve kanım ben, sense tunç ve taş, yenilgi kaçınılmaz. Aşk ipekten bir ipte koşmaya benzer kanatları olan kazanır. Ey felekler sistematiğim, günahtan kurtulmak uğruna günahkâr oluruz dediğim. Ey Kolophonlu Homeros, Annales okulu, ey Tetis denizim, tanrıların vurulduğu çarmıhlarda; hazin gölgelerinden geçtiğim. Ey kısrak soluğunda gezen gnostiğim. Atların atası Hipparion, ey arısız bal veren kamışları bulan, ey tarihte özüne sayfa ayıran. Ey Amarna. Yer yuvarı nükleidinin periferisi mağmam... Okumak bilinmeyeni çoğaltmaktır Maria'm.
       Giyotin ki erguvandan güzeldir. Zebra bir tanrının altında kanla çiftleşir. Ben kendimi özlüyor ve minelerle kaplı kabuğumdan çıkmayı düşlüyorum. Kumsalı görüyorum, sayısız kum tanelerinin her birinde tanrının saklandığı, uçsuz bucaksız kumlar, içli, sızlatan bir müziğin eşliğinde, tozlar içinde, ışıltılı, helezonik yükseliyorum, yukarıya doğru kabarcıklar gibi; onlarla birlikte dans ederek, gülüp eğlenerek süzülüyor, kanatlı mırıltılarla şarkılar söyleyen, bir periyi özlüyorum. Buluttan buluta atlıyor, ince saydam kanatlarıyla solgun bir kelebeğin ipeksi yumuşaklığında, kelebeğe dönüşüyorum, tamtamlar çalıyor, dalgalar, danslarla alt üst olurken, bir peri olduğumu duyumsuyor, kumsala doğru yaklaşıyor, süzülüyorum. Ve müziğin sonsuzluğunda mırıltılı, ışıltılı ve ince bir kum halinde alçalıyor ve helezonilerle kabuğumun içine girerek, görüş ve dalgaların beni uzaklara savuruşunu, ufuklardan ufuklara uçarak, kabuğumun içinde salınışımı izliyorum.
      Kan içinde kalıyorum, sonra Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp, çıkar bir yol bulamaz diyorum. Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. Ben tek düze duvarlarla örülü bu taşlı yolda, kinle, nefreti, özün kamburuyla, iğrenmeyi unuttum.  Şu ki, kindarlık ve nefretle, tiksinç olan bu kara, iç sıkıcı duvarların, çınlayan dolambaçların kıvrımları yazgımdır benim. Yüzyılların sonunda, gizli taş büklümlerin, büküntülerin, dolantıların içindeki hangi bükeyler görkü ve şiddetin galerileridir. Bu çatlak,  yarık duvarlar, zaman yargıcının tefecileridir. Dehşetle düşlüyor ve düşünüyorum ki, süprüntüler içinde üzünçle çöle bakan, tozlu, solgun işaretlerin ayrımındayım. Gecenin içbükey edası bana doğru kükreyen gümbürtülerin ve ıssız ulumaların yankısını, ölgün, solmuş yansımasını taşıyor. Ve benim ölümümü silip süpüren ve benim kanım için can atan hangi dokumacı, hangi örücülerdir ki usandırıcı yalnızlığımın dışındadır. Kimin yazgısıdır ben orada biliyorum. Gölgelerin içinde her biri diğeridir, her biri bizi aramaktadır. Günlerin beklediği son; eğer yalnızca günlerin  ve zamanın beklediği son... Son buysa!..
     Ve çığlıkların karanlığında yine o şarkıyı dinliyorum...  ıÜü"Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum."


******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************





ULUS FATİH
*
MİTOLOJİ

Sirakuza Kralı'nın (belki de Hieron'dur) buyruğuyla, işlediği suçtan dolayı, halkın gözleri önünde idama mahkum edilen Filyos adlı kölenin son arzusu sorulduğunda, annemi görmek isterim der. Kral üç gün sonra cezanın infaz edileceğini söyler, kefil olarak bir arkadaşını bıraktığında sana izin vereceğim, gelmezsen o gün arkadaşın idam edilecek diye belirtir. Köle büyük bir hızla Sirakuza'dan, Mora yarımadasındaki annesini görmeye gider, köyüne ulaşır ve annesine olan özlemini giderdikten sonra olanları anlatarak, dönmek zorunda olduğunu açıklar. Annesi gözyaşlarıyla onu uğurlar, ama geri dönüş yolunda büyük zorluklar beklemektedir. Gemi büyük bir fırtınaya yakalanır, karaya çıkınca, kasırga, yağmur, çamur alabildiğine hızını artırır, taşan ırmaklarda sürüklenir, azgın sellere kapılır, canını zor kurtarır ve gün batımına doğru tepeleri aşarak, kent meydanına güç bela ulaşabildiğinde, arkadaşı idam edilmek üzeredir, uğultular arasında kalabalığı yararak, elini kaldıran krala 'Geldim!' diye haykırır. Sözünü tutmuş arkadaşıda kurtulmuştur. Kral büyük bir şaşkınlık içinde kalabalığa; Bugün, arkadaşlığın ne demek olduğunu öğrendik! der.

Bu olayı anlatmamın nedeni, sık sık neden mitoloji diye sorulmasıdır, mitoloji insanlık tarihinin parçası olup, insan nasıl insan oldu yaklaşımının özgül bir öğesini kapsamaktadır. Bu bakımdan, Euripides, Aristofanes, Lucretius (Evrenin Sırları adlı kitabı belki günümüzde bile aşılamamış bir yapıttır), Platon, Aristo, Çiçero, Gılgamış, Sümer tabletleri, Babil'in asma bahçeleri, Semiramis, Ramses, Musa, İdris, Habil-Kabil ne varsa çok büyük bir kültürün bizim yolumuzu aydınlatan parçalarıdır.

Gerçekte mitoloji (söylence) çağımızda da sürüp gitmektedir. Bağımsızlık Savaşı bizim için mitolojidir, Hitler çoktan mitolojinin bir parçasıdır, Paylaşım Savaşları'da öyledir. Avrupa'nın ölçülerine göre ray aralığını beş santim geniş tutarak, Alman lokomotiflerinin henüz Belarusya'da toprağa çakılıp kalmasına neden olan Stalin'de bir mitolojidir. Sabahattin Ali, Nazım, Sait Faik, Yılmaz Güney herbiri çağımızın mitik birer yüzüdürler. Marilyn Monroe, postmodern çağın Afrodit'idir, Jackie Kennedy bir Medusa, prenses Diana, Kassandra, Maria Callas, Medea'dır. Tarkovski bir sinema ilahı, Voznesenski bir şiir prensidir. Dolayısıyla mitoloji sözcüğü kimseyi şaşırtmamalıdır, yaşam ve insan sürekli mitoloji üretir, hatta buna gereksinir ve bizler söylencelerle besleniriz.

Hz.Davut (sanırım) bir çocuğu paylaşamayan iki kadına son olarak çocuğun ortadan bölünerek paylaşılmasını önerir, kadınlardan biri susarken diğeri hakkından vazgeçtiğini söyler, Davut'da çocuğu ona verir, bilir ki gerçek bir anne böyle bir şeyi isteyemez. Sonuç olarak, mitoloji yüzyılların içinden gelen bir kültür, bir etik ve insanı insan yapan anlamlar bütünüdür bizim için. Hz Ali'nin kılıcı Zülfikâr, Harun Reşit'in çağdaşı Şarlman'a gönderdiği çalar saat hepsi birer mitolojidir. Efes'teki Artemis tapınağını yakan Herostratos nedeni sorulduğunda yüzyıllara adımın kalmasını istediğim için yaktım demiştir. Bu  da insan ruhunun ne dramatik bir yapı barındırabileceğine iyi bir örnektir. Timur, Ankara savaşını yitirerek, esir düşen Yıldırım'ın sırtına basarak atına binermiş, Yıldırım Beyazıt'ı, kale komutanı olan Doğan Bey'e atıyla gece karanlığında düşman içinden geçerek 'Bre Doğan, bre Doğan' diye seslenen bahadır olarak tanıyan bizler için, trajik bir durum, ama işte bu bizim güç ve kibirin, yiğitlik ve cesaretin de yenilgiye uğrayabileceğini düşünmemize yol açan ve belki de barış duyularımızı alabildiğine körükleyen bir ayladır artık. Tarih kitaplarında Yıldırım'ın at üzerinde görkemli bir resmi vardır, o kitap çocukluğumun büyüleyici bir anısı olarak kırk yıldır yanımda duruyor. Mitoloji işte böyle bir şeydir, bizi tutsak edip besleyen olağanüstü gerçeklikler...

Konuyu uzatmadan, kitap adı olarak seçtiğim Andromak sözcüğüne ilişkin söyleyebileceğim ise şunlardır; bilindiği gibi Andromak, Fransız trajedi yazarı Racine'in yapıtının da adıdır. Mitolojik anlamda ki açını, Troya savaşının talihsizi kahraman Hektor'un karısı olmasıdır ve onun kardeşi, bir delphoist ve Truva atının tuzak olduğunu sezen Kassandra denli bahtsızdır. Büyük bir felaketle sonuçlanan savaşta Andromak, her acıyı tadar, çocuğunu, eşini ve tüm yakınlarını yitirir. Euripides'in trajedisine göre de, Hektor'u öldüren Aşil'in oğlu Neoptelemos'un tutsağı olarak anayurdundan ayrılır ve hiçliğe dönüşen yaşamıyla birlikte, yurtsamanın yarattığı boşluk tüm vücudunu kapladığında, yazık ki ruhu da son iç çekiş köyüne ulaşır. Bundan büyük bir acı var mıdır.

Son olarak çocukluğumdan kalma bir anı olarak, Ezop'un Androkles adlı kısacık masalında geçen dramatik bir olayla bu meseli kapatalım, kıssada bir erkek ve bir köledir Androkles, bir gün zincirlerinden boşanıp, kaçmayı başarır ve ormanda dolaşırkan ayağına diken batttığı için inleyen, yaralı bir aslanla karşılaşır. Dikeni aslanın ayağından çıkarmak cesaretini göstererek yoluna devam eder. Bir zaman sonra yakalanan ve kolezyumda aslanlara yem olmak üzere sırasını bekleyen Androkles, aslanın kafesten salınıp ortaya çıkmasıyla; onunla yüzyüze gelir ve sezarla birlikte binlerce kişinin şaşkın bakışları arasında yaklaşan aslan, ayakları dibine uzanarak, mırıltıyla Androkles'e sürünür. Çünkü o; ormanda Androkles'in, ayağından dikeni çekip çıkardığı aslandır. Bu konuda geçmişimden gelen bilit ve anım budur ve böylelikle mitoloji zamandaki yolculuğunu durduraksız sürdürür, mesel ve kıssalarla bir öğretiye dönüşerek, düşüncelerimizi eğitir ve düşlerimizi de avutur durur... &


******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************


ULUS FATİH
*
SEVDAÇEKEN

Maral bakışlı bir düş geçiyor
acılardan diyorum ben
ağır metaller gibi, uzaysı sevi
ve ah ki bakılışı güzel
reyhansı tözden ve süzülen,
bir Sümer koku,
arzunun karanlık nesnesinden
Alkeion ki doğrulur korulardan,
bir masal geçiyor burada,
bir taç yaprağı                                              
leylak büklümlü, bir kara yoru,
ırmak bir peri geçiyor
ölümlerden diyorum ben.

********************************************************************************************************************************************************************
*************************************************************************************************************************

ULUS FATİH
*
İZSÜREN

I
İnsanı yaşamı boyunca izleyen nenler (şeyler, eşyalar, nesneler demekmiş) vardır. Örneğin çocukluğumuzdan beri yanımızdan ayırmadığımız, fotoğraflar, albümler, belki oyuncaklar, kaseler, rozetler, çalar saatler.vb. Çocukluğumdan kalma küçük bir çini vazom var, kırıldı yapıştırdım hala duruyor. Bir minik kilimim, bir kaç kitabım, demirci olan babamdan kalma süngüm, ne yazık ki büyük kardeşlerim onu aldı ve bir iki defterim var. Çok daha ilginç nesnevi andaçlara sahip olan insanlarla karşılaşmışızdır. Anlatmak istediğim, geçmişimiz bizi bir gölge gibi sürekli izler ve biz onun gölgesinden çıkmaya çalışırız, bazen bu korkunç bir sonla noktalanır, bazende yeni ufuklar açar. Geçmişimizden kopmak hiç bir zaman benimseyemeyeceğimiz bir durumdur, nostalji, yurtsama olarak çevrimlenen bu sözcük, geçmişimizden kopmanın sakıncalarını içeren patolojik-sosyal bir deyimdir. Yurtsama, yurdundan, yerinden ocağından olmuş insanların geri dönüş özlemini dile getiren zarif bir sözcüktür aslında. Ama insanlık tarihi geçmişe bağlanmakla, geleceğe koşmak arasındaki kavgaların tarihidir. Bunun hangisi doğrudur, geçmişe bağlanıp kalmakta pek kabullenilir yanı olmayan bir durumdur, Heraklit 'panta rei' herşey akar demiş, yani siz istediğiniz kadar geçmişten kopmak istemeyin, gün olur devran dönecek, bahar gelecek, yağmurlar yağacak, buzullar eriyecek, insanlar ölecek, Napolyonlar gidecek, Vezüvler patlayacak, Nil taşacak, Zeus yerini yeni tanrılara bırakacak ve zaman geçip giderken insanlık yıldızlara doğru yeni serüvenlerin peşinde koşacaktır. Bu konu da bitip tükenmeyen bir çeşitlilikte sürüp gidecektir. Öyleyse asıl söylemek istediğim açıya gelmek en doğrusu olacağından, düşüncenin okyanuslarında kulaç atmaya bir son verelim, çünkü Magellan gibi başladığımız noktaya dönmekten başka bir noktürne yolaçmayabilir. Söylemek istediğim şu, eşyalar nesneler derken bir de yazına gönül verip gönlünü edebi yapıtlarla oyalayıp besleyen ademoğullarının peşini bırakmayan şiirlerde vardır dünyada...
Yine çocukluğumda  bir gece (inanın) dolunayın altında susa yolunda geziniyorduk, herkes bir şarkı, şiir ya da türkü okuyacaktı, kısa keseyim bizden yaşça büyük yakınımız, ilerdeki üzüm bağlarının hayaletlere dönüştüğü ürpertiler altında uzunca bir şiir okudu, densizliğim yarar ve zarar noktasında hep eşitlik sağladığından olsa gerek bunu sen mi yazdın dedim, bana karanlıkta görünmeyen, ama sesinin tonuna Gökler Hakimi Gordon'muşçasına bir eda veren tonda, aşkla, ben yazdım dedi. Aradan yıllar geçti o şiiri unutmadım, ta ki Lise II (sanırım) edebiyat kitaplarında günün birinde Annabel Lee şiiriyle karşılaşana kadar. M.C. Anday çevirisi E.A.Poe'ye ait o şiir onun kadar yıllarca benimde peşimi bırakmadı böylelikle. Şimdi ona kızmıyorum, şaşırmıyorum, çünkü insanoğlu yaşamda hep güzelin peşinde koşuyor, hep güzele sahip olmak istiyor, bazen bu yolda ( en çirkin ve vahşice olanıda göze alıp, tersinerek) elini kana buluyor, bazende genlerinde saklı vahşet güdüsü gibi, en az onun kadar genlerinde saklı bir estet ve zerafet duygusuyla, sahip olmanın içgüdüsüne yenik düşerek cennetsi bir yalana başvuruyor, hiç bir yararı, hatta yitimi olabileceği halde, çekinmiyor ve günahsızca 'o benim' diyor. Şimdi ben o yalancıyı anlıyorum, o güzele ulaşmak, ondan ayrılmak istemeyen, hep onu özleyen, naif, bu yolda kendi dürtülerine bile yenik düşen öpülesi biriydi... Onun öldüğünü duydum, son yıllarında köyüne dönmüş ve ancak köylülerin üzerine yakışan bir yoksulluk içinde, 'Gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, işte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri' diyerek, bu dünyada Annabel Lee'nin lirik tınısına gönül vermiş, ama yaşayıp yaşamadığını kimselerin bilmediği bir alınyazısıyla geçip gitmişti. Dilerim öbür dünyada Annabel Lee'nin içleri yakan terennümü kulaklarında çınlıyordur. Peşimi bırakmayan başka şiirler, şairler elbette vardır, bir kere şair diyorsanız o insanı seveceksiniz, en kötü şiir yazan insanların bile karıncayı incitme konusunda gözyaşı dökebildiklerine tanık olmuşumdur. Kim ki şiirin peşinde koşuyor, katilde olsa, mutfaktan çıkmayan saçını süpürge etmiş annede olsa, kanalizasyonda çalışan işçide olsa, zaten göklerde yüzen pilotda olsa siz siz olun onu anlamaya çalışın. Çünkü sonsuz barış ve sevgiye ulaşmak istiyoruz, ama paranın padişahlığı, mülkiyetin kırbaç izleri, mayınlarla belirlenmiş sınırlar ve gözlerimizin arkasına, kafatasımızın içlerine kadar uzanmış tel örgüler, ölü sayısıyla çarpımlanmış zincirler, dikenli teller ve madalyalarla, övgülere boğulmuş, prangalar, gelenekler bizleri birbirimizden ayırıyor. Ama şiir kendi başına bu ıssız, karanlık, kanla yıkanmış yolda bıkmak usanmak bilmeden ışığını yaymayı da sürdürüyor.  
"İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü / yaratma gücü olanın, zamanın / o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken / Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı,
/ zaman görünmezliklerle geçerken / ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor, / dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar, / öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu. / Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru / evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü / gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi,
/ Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar. / Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver / Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün."

II
İnsanı yaşamı boyunca izleyen sanata ilişkin objeler, ötesi şiirler vardır demiştik. İşte çocukluğumda Annabel Lee'nin her insanın genlerinde bulunan güzeli ayırt yetisinin etkisiyle unutamamış olmam bir yana sonraları aynı etkilenimler çeşitli dolayımlarla sürüp gitti. Yaşar Kemal'in İnce Memed'indeki Seyran karakteri ve oradaki betimler sonsuz şiirsellikler ve estetik duygusunun geri dönülmez biçimde benliğimde yer etmesine neden olmuştur diyebilirim. Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu adlı yapıtındaki Esmeralda kişiliğide aynı etkiyi perçinlemiş, aile içinden birinin arkadaşının yazdığını sandığım Andorra şiiride (şairi kimbilir nerelerdedir) sıkça okunup yinelendiği için benzer etkiyi uyandırmıştır.
Böylelikle şiir, sanat, hümanizm yavaş yavaş yaşamımda belirgin bir boyuta ulaşmış ve gelecekteki sezgi gücünü belirleme yolunda alt yapısını kurmuştur gözüyle bakabiliriz olup bitenlere... Yirmili yaşlara yakın Nazım'ın küçücük bir kitabının elimde dolaştığını anımsıyorum, o zaman onun amansız gücünün ayırdına pek varamadım, sonraları etkisi korkunç oldu, yıllarca ondan daha iyi şiir yazılamayacağını düşündüm, bunun asıl nedeni başka diyarlar ve başka coğrafyaların güzelim şairleriyle karşılaşmamızın gecikmesidir. Nazım'ın Masalların Masalı şiiri evrenin zaman için de akıp giden bir uçsuz bucaksızlık olduğunu, her canlı ölümü tadacaktır düşüncesinin altında, her ölüm yeni bir yaşamdır (yeni bir başlangıçtır) tümcesinin barındığını anlamama yardımcı olan, felsefi, iç konuşmalar gibi sürüp giden bir terennümdü doğrusu.
ıÜüMasalların Masalı
"Su başında durmuşuz / çınarla ben. Suda suretimiz çıkıyor / çınarla benim. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınarla bana. / Su başında durmuşuz / çınarla ben, bir de kedi. / Suda suretimiz çıkıyor / çınarla benim, bir de kedinin. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, bir de kediye. / ıÜüSu başında durmuşuz  / çınar, ben, kedi, bir de / güneş. / Suda suretimiz çıkıyor / çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, kediye, bir de güneşe./ Su başında durmuşuz / çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz./ ıÜüSuda suretimiz çıkıyor / çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, / kediye, güneşe, bir de ömrümüze. / Su başında durmuşuz. / Önce kedi gidecek / kaybolacak suda sureti./ ıÜüSonra ben gideceğim / kaybolacak suda suretim / Sonra çınar gidecek / kaybolacak suda sureti. / Sonra su gidecek / güneş kalacak, / Sonra o da gidecek./ Su başında durmuşuz / Su serin / Çınar ulu / ıÜüBen şiir yazıyorum / Kedi uyukluyor / Güneş sıcak / Çok şükür yaşıyoruz  / Suyun şavkı vuruyor bize / Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze."

Şiir anlatılmaz derler doğrudur, ama çağımızda artık şiiri anlatan şiirler bile yazıldığına göre, aforizmaların Engizisyon yargıçlarının dilinde kaldığını düşünsek iyi yapmış oluruz sanıyorum. İnsanı etkileyen şairler o kadar çoktur ki, Edip Cansever'in, Çağrılmayan Yakup, Sezai Karakoç'un Taha'nın Gül Muştusu, Ece Ayhan'ın zaten uzun bir şiir kısalığındaki tüm şiirleri, İlhan Berk'in, Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek, Dağlarca'dan Uzaklarla Giyinmek, ve Asaf Halet, Yahya Kemal, unuttuğumuz nice dokumacılar, gül dokumacıları öylesine çoktur ki saymakla bitmez ve yaşam onlarla güzeldir. Bakın şiir sanatı için Kavafis ne demiş.
Kommageneli Ozan Iason Kleander'in Üzüntüsü
ıÜü"Bedenimin ve yüzümün yaşlanması / korkunç bir hançerin yarası – / dayanılır gibi değil./ Sana dönüyorum, ey Şiir Sanatı, / merhemlerden az çok anlayan, / düşlerle, / sözcüklerle avutmasını bilen./ ıÜüKorkunç bir hançerin yarası./ Getir merhemlerini, ey Şiir Sanatı, / hiç değilse bir süre sızıları dindiren "
Şimdi bu konu bitmez diyelim, öyleyse bir sürü açımlamalarla sözü dolandıracağınıza, iyi bir şiir sunup, ayinesi iştir sözüne kulak vererek, mesel'e son vermek kanımca en güzeli sayılacaktır. Büyük romanlar yazmış Nikos Kazancakis'in doğaya övgü diye nitelendirebileceğimiz, arıların konaklayıp, kelebeklerin gezdiği bir gezegenden sizlere yöneleıÜün bir serenat; ayışığı yoldaşınız, güneşte kardeşiniz olsun. Güzelde olsa bir şiiri okuyacak zamanım yok ki demeyin, zamanın da an gelir sizin için "zamanı" olmayabilir.
Tırmanış
ıÜüNe büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak /tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından hızla dizlerine, beline /yükseldiğini, /oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden /
aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek,
/ ve tırmandıkça heryerde Tanrı'nın soluduğunu, / yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü,/ çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ıÜüne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada./ Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin,  / başın
ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska
/ altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / ıÜüveda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı /
genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik
derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı / verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / ıÜüEy yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez / bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür / seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, /
bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin;
/ bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla./ ıÜüŞafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu / ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü." &



******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************



ULUS FATİH
*
HLADİK SENDROMU

Arjantinli Jorge Luis Borges'in bir öyküsünde yaşam boyu büyük yapıtını bir türlü yazamamış Jaromir Hladik adlı bir oyun yazarı, Nazilerin eline düşer ve büyük yapıtını hücresinde yazma hayaline kapılır, yazarda ama, sonperdeyi yazacak süreyi bulamaz çünkü ölüm vakti gelmiştir, avluya çıkarılır ve tam ölüme giderken oyunun son perdesini zihninde yazarak bitirir. Mutlu ölmüştür. Ama şu an tüylerinizin ürperebileceğini düşünüyorum, bir insan o en büyük arzusunu zihninde kendisiyle paylaşarak mı ölüp gitmelidir. Hladik trajik bir olayın kahramanı olmaktan ileri gidemeyen kadersizler kadersizi biridir. Bu nedenle en büyük yapıtını yazamayan, üretemeyen, yazacak bir konu bulamayan, kısır ya da umarsız sanatçıların bu durumuna Hladik Sendromu adını vermekte bir sakınca yoktur sanırım.
Buradan başka ve asıl konumuza gelelim, yazamamak, yazacak bir konu bulamamak, konu yok diyebilmek... Bir yazar ya da sanatçı eğer konu yokluğundan, yazamamaktan, üretememekten söz ediyorsa, bilin ki o bir yazar değildir, belki hevesli olabilir ama sonuçta yazınsal açımı, gücü  onu sıradan bir ademoğlu olmaktan kurtaramaz sanırım. Adorno'nun, Auschwitz'den sonra sanat yapılamaz, söz bitmiştir diye bir aforizması var, olanlar, kendisini o denli etkiliyor ki sanatın günaha ortak olmaktan başka hiç bir işe yaramadığını düşünüyor, bakın işte zaten sanatda bunu anlatmaya çalışan bir araçtır, çünkü sanat ne yaparsak yapalım kan ve gözyaşından kurtulamıyoruz demenin "Arapça'sıdır." Demek ki söz bitmez, yazacak şeylerin ucu bucağı yoktur, ama yalnızca teması, iletisi hep aynı kapıya çıkar onun, savaştaki, burada Tanrı'yı göremedim anne der, maden kuyusundaki cehennemim grizu oldu kardeşlerim diye çağırır, gurbette ki, anavatanım senden ayrı kalınca anladım seni diye haykırır, çalışan çocuk yaşlılığım da böylemi olacak diye gözyaşı döker ve tüm insanlık, mutluluk; acılarla dolu yolculukta gelip geçtiğimiz duraklardır diye ağlar durur. İsa bile Tanrı'sına 'Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız karanlıklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim' demiştir. Ama bu bir paradokstur,  insanoğlunun yakarısı aslında kendisine olmalıdır, düşünceyi ve karşıtların kıvılcımıyla; ufukları aydınlatan yıldırımı bağışlayan Tanrı, daha ne yapsın.
Konumuza, yazamamak, üretememek sorununa dönersek, Aziz Paul, 'Göğün altında yeni bir şey yoktur' demiş, İranlı Baba Mukaddem 'İnsan ölü sözlerinden geviş getiren hayvandır' diyor. Yazdıklarımız, yazacaklarımız, gerçekten hiç bir zaman yeni şeyler değildir, dile gelen yeni bir anlatım biçimidir, yeni bir biçemdir olsa olsa, siz ona yeni bir 'dağdağa' bile diyebilirsiniz. Ayrıca hiç bir şey dünyada bir tansık sayılmamalıdır, bizim düşünsel ufkumuza durgunluk veren şiir bile bir alıntıdan ibarettir. Usun derinliklerinden, bilincin karanlık uçurumları, kara dehlizlerinden çekip çıkarabilene aşkolsun diyelim o kadar. Şimdi anımsayamadım adını ama bir bilim adamı, biz bir şey bulmuyoruz, varolanı ortaya çıkarıyoruz yalnızca diyordu. Yakında bilgisayar, sanal bilge, ya da robotlar öyle şiir veya bulgular yazıp ortaya koyacak ki, insan atıl bir doğal makineye dönüşecek ve kavgaya gürültüye yer kalmadan -belki de- kendi kendine yok olup gidecek. Geriyede, birbirinizi ne öldürüyorsunuz, biraz sabredin zaten öleceksiniz diyenlerin hoş; ve ama boş sadası kalacak!..
Yine yazamamak konusunda bir anekdot, Bir İtalyan yazarın öykülerinden birinde (yoksa bir film miydi) konu sıkıntısı çeken senaryo yazarı, içine düştüğü bunalımdan olsa gerek baş parmağını (Tanrı parmağı denirmiş buna, kavramaya ve üretip yaratmaya yol açtığı için, denedim de o olmadan, gerçekten dört parmağımız pek işe yaramıyor) kalemtıraşının içine sokmuş, imayı düşünüyorsunuz değil mi, beyin parmağa, parmak kaleme ilettiği için düşünceyi, adam çare arıyor ama fantastik bir çıldırıya kapılmak yaptığı... Sonuçta, bavul dersiniz, geziler, çocukluk, uzun yollar, sıkıntı (taşımak), hiç gezmemiş olmak kapanmak yani, ya da ipin ucunu kaçırmak, Jules Verne gibi uzaya gitmeye kadar açın üretebilirsiniz bu konuda, şaka dersiniz, Milan Kundera'nın romanından başlar, bir şakanın yolaçtığı seri cinayetler ya da kan davasına  kadar uzanırsınız, lâğımlar anası deseniz bile, Bilge Karasu'nun kitabından tarihteki kanalizasyon sorununa, Romalılardan, Ostrogotlara, Azteklerden, Göktürklere kadar konuyu uzatabilirsiniz, olmadı gerçekten yazamamanın sıkıntısını ömür boyu bunun her seferinde değişen kimi zaman haklı, kimi zaman gülünç, kimi zaman ürkütücü gerekçeleriyle doldurursunuz yaşamınızı. Çünkü bazen yazmak benim için yaşamaktır diyen yazarlarımızda çıkmıyor değil. Belki haklıdırlar, hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünceymiş, en basit olanın verisiyle, en gelişmiş olanın vargısına ulaşabilmek hepimiz için bir albenisi olsa gerektir.

Son bir anekdotla konumuzu kapatalım: 16. Lui, Fransız Devrimi'nden (1789) bir gün önce, günlüğüne 'Yazacak değerde bir şey yok' diye not düşmüş, ertesi gün devrim oluyor ve kendisini paradaki resminden tanıyan muhafızlarca (Varennes'te) yakalanarak giyotine boynunu uzatmak zorunda kalıyor. III. Ahmet sanırım, oda çağdaşı sayılır Lui'nin, bir gün vakanüvise ne yazdın bugün diyor, vakanüvis yazacak değerde bir şey bulamadım diyor, III Ahmet yakındaki mızrağı vakanüvise fırlatarak yaralıyor ve 'Bunu yaz' diyor. Diyorum ki sizin yapacağınız işi başkalarına yaptırıyorsanız (ya da sizin de yapmanız gereken bir şeyi diyelim), özürünüz kabahatinizden daima daha büyük olacaktır. Siz siz olun, diyelim ki bir angaryayı yaparken ya da yaptırırken, görü, bili ve duyunuzu açık tutun ve ne III. Ahmet gibi, ne de vakanüvis gibi olun, 16. Lui gibi olmak bu durumda daha iyi sanırım,  Marks, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkından sözaçar, kişilerde kendi kaderini belirleme hakkını yaşayıp öğrenmeli derim...
Tarih birinin diğerini mızrakla dürttüğü 'kişilerden' pek söz etmiyor, ama başını giyotine uzatabilen 'kişilerden' çok sözediyor...  &