UFUK ÖZGÜL: Yazına nasıl başladığınız ve bu konuda geçmişteki
etkilenimlerinizin neler olduğuna ilişkin görüşlerinizi alabilir miyiz?
ULUS FATİH: Denizli ili, bindokuzyüzellibeş
doğumluyum.İst.Ün.Hukuk Fakültesini bitirdim.Yazına olan ilgim Yaşar Kemal ve
ondan önce küçük yaşta okuduğum kitaplar nedeniyledir. Örneğin:
"Kızılsultan Abdülhamit'e Yapılan Suikast" "Cesaret
Madalyası" "Akzambaklar Ülkesinde" ve otuz sayfa olmasına karşın
"Vatansız Adam Filip Nolan" anımsadığım kitaplar, özellikle Vatansız
Adam insanın içindeki; genlerinde saklı terkedilmişlik duygusu, sonsuza dek
süren nedenini tam bilemediğimiz yurt sevgisi, sevdiklerimize duyulan özlem,
nesnelere, bizi oluşturan zaman ve mekana duyulan onulmaz bağımlılığa ilişkin
bende oluşan yerleşik bilgi
ve olumların temel nedenidir. Bu küçük kitap insana öyle bir var oluş
duygusu aşılıyor ki, her şeyin çocuklukta başlayıp bittiğini ileri süren
Freudyen görüşe hak vermemek elde değil. Daha sonra Yaşar Kemal'in 'İnce
Memed'i de öyle etkiledi ki geriye yaşam boyu süren, yazına, yazarlara ve de
sanata duyulan hayranlık ve ilgi kaldı ve bu da temel uğraşlarımdan biri oldu
diyebilirim.
U.Ö : Yapıtlarınızdan ve Artshop Yayınları'ndan çıkan öykü
kitaplarınız Demir Kitap'la şu sıra yayımlanan Andromak'dan söz edebilir
misiniz, soyutlamalar ve iç içe kurgularla yüklü öykülerinize ilişkin neler
söyleyeceksiniz?
U.F : Üniversitede; Platon'un Akademisi gibi, insanlar gerçekten
yaşama ilişkin derin bilgiler edinir.Orada en
az öğrendiğim
şey hukuktur.Çünkü belli bir birikimi olan idealist insanlar genç yaşlarıyla
çevrenizi sarar ve dünya her gün yeniden kurulur. Şiir, felsefe, resim, müzik
orada öğrenilir. Doğal yaşamımızda sözünü bile etmediğimiz öğrenci
yurtları her tür bilginin ideanın, olağanlığın çarpıştığı ve gerçek mutluluğun
yaşandığı daracık alanlardır.Geçmişteki anarşi ve toplumsal düzensizlik,
statüko dediğimiz şeyin bu güzelliklere asla katlanamadığının
göstergesidir.Dünyadaki hiçbir düzen yeniye ve gelişime açık olamaz çünkü her
gövde kendisini savunur. Şiddet ve karşı koyma azalsa bile
en demokratik ve barışçıl düzen değişime gerçek bir içtenlikle açık olamaz. Bu
doğanın bir kuralıdır ve şaşmamak gerekir. Burada olması gereken hümanitenin;
yüksek boyutlarda bir etkileşimle, durağan ve değişmekte olanı bir denge içinde
çarpışımını sağlamasıdır. İşte zaman içinde bu ve benzeri
düşüncelerle oluşan birikimi 'Priamosoğlu Hektor'un Ölümü' adlı şiir kitabıyla
tüm sanat erbabı gibi ben de ortaya koymaya çalıştım. Daha sonra gene, Leandro,
Sonsuz Küs Aias'a, Zümrüd-ü Anka ( Doğa Söylenleri) , Yaban Koku , Demir Kitap
ve son olarak Andromak ki son ikisi öyküdür, birbirini izlediler. Demir Kitap,
ondört öykünün yer aldığı ilk öykü kitabımdır. Otomatik metinler, içiçe öyküler
ve kısacık öykümsülerin yeraldığı bir kitap. Örneğin Anastasya adlı öykü
haremdeki bir cariyenin entrikalar içinde ölümüne uzanan yolu anlatıyor.
Nitokris adlı bir başka öyküde ise Pers Kralı Kambyses'in oğlu olan küçük
prensin düşünde gördüğü bir olayın gerçekliğe uzanışı öyküleniyor. Arabistan
adlı öyküde ise (iki ayrı öykünün bireşimiyle çocukluktan gençliğe geçen
kahramanın) sanrısal bir yolculuğa çıkışı var.
Genelde düşlerle gerçeklerin birbirine geçtiği, düşlerin değil
gerçeklerin düşe dönüştüğü metinler...
Andromak ise; mitoloji, tarih , doğa, felsefe, bilimkurgu ve düşsellikle
oluşturmaya çalışılmış bir öyküler demetidir ve büyük ölçüde deneyseldir.
Alışılmış öykü yapısı yoktur, deneme ve anlatının da araya girdiği aslında
tümüyle söylenmek istenenin dile getirilmek istendiği, biçimlerin aracı olduğu
ve yazınsal olarak da bir ara biçimin oluşturulduğu bütündür. Oradaki öyküler
Koru adlı öyküde olduğu gibi aşkın metafiziğinin yaşamın çok gerisinde
kalabileceğini ve temelde aşkın değil yaşamın bir tansık olarak algılanması
gerektiğini ima etmeye çalışan oldukça uzun ve bilinç akışına öykünen
metinlerdir. Oldukça deneyseldir ve bu
da doğal, çünkü nasıl yüzyıl başında şiir zincirlerinden boşandıysa, tüm yazın
türlerinin de günümüzde sınırları parçalandı. Meksikalı Alfonso Reyes
yazdıklarımızı hep düzeltmek zorunda kalmamak için yayınlarız demiş, Baba
Mukaddem’e göre insan ölü sözlerinden geviş getiren hayvanmış, diyesim yapıt edebi
ise artık roman mı, öykü mü, şiir mi günümüzde kimse sormuyor. Şiirroman,
öyküselmetin, romansıdeneme hertür başlık kullanılıyor artık. İyi bir yapıtın
dili özgün, anlatımı sağlam, biçemi de yazarın iç sesini kesinkes barındırmalı
ki bir değeri olsun, biçimi pek önemli sayılmıyor günümüzde, ayrıca psikolojik
sosyal ve bireysel bağla günümüze bağlı olması, zamanın ve mekanın dışında
duygusu vermemesi, çağının ürünü olması bir değeri olması için olası
kıstaslardır... Londra'daki Hyde Park’ta yağmur altında, serbest kürsüde biri
konuşuyormuş, bir saat boyunca bir kişi onu dinlemiş, adam teşekkür ederek
konuşmasını bitirdiğinde o tek dinleyiciye yağmur altında kendisine nasıl
katlandığını sormuş, adam da senden sonra ben konuşacağım onun için demiş.
Demek istediğim şu ki; günümüzde sanat
yaşam alanlarımıza öylesine indi ki, herkesin bir kitabının olması, herkesin
bir bestesinin olması çok doğal.
UÖ: Genel anlamda yazın ve günümüz yazını ve dilimiz üzerine görüş
ve değerlendirmeleriniz nelerdir?
UF : Mallarme kitaplarını o sonsuz azınlığa diye imzalarmış,
hiçbir zaman çok olmayan, hiçbir zaman yok olmayan. Yazın: Amaya bir sadaka
ver yerine - Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim, demenin daha çok
duyunçlara seslenip, yardıma yol açtığının anlaşıldığı kıssada olduğu gibi,
gerçekte tinsel alemde bir devinime neden olur. Goethe’den aktarılan bir
kıssada da: Çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte,
benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım önerisinde bulunur ve çobana
yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum
deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyormusun diye sorar; çoban
hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum
der!..
Borges, gelenekten yararlanmalıyız çünkü ayrımında olmadan bir
şeyi yinelemenin tuzağına düşebiliriz demiş. Sonuçta yazın, dünyamızı görünmez
biçimde değiştirir, ilk bakışta maddi gerçekliğin içinde yüzen insan, onun
yararını kolaylıkla göremez. Bu ruh sayrılığının indimizde önemsenmeyişine
benzer, oysa ruhumuz olmasaydı insan olamazdık...
Avrupalılar us yoramadıkları şeyler için şiir yazarmış, işte bu görünmeyen bir
büyüdür ki, her insanın içinde bir sanatçının yatıyor olması anlamına da
gelebilir. Düşünelim ki şiir mutluluk vermez
çünkü mutlu şair yok, yazdığımız şiir mi tanrı da bilemez, çünkü tanımı yok... Sanat
bilinmeyene yolculuktur, hedonist kışkırtılar sunar, ama bir o kadar da
ürkütücüdür… Şiirimizinse dünyanın en büyük şiirlerinden biri olduğunu yazınla ciddi biçimde
ilgilenen herkes bilir ve anlar. Türkçenin de
kanımca dünyanın en gelişkin dillerinden biri olduğunu her zaman söylemişimdir.
Bir dili yeterli kılan şiir ve felsefedir. İkisi de anlatım olanaklarının
sınırlarını zorlar. Bizde felsefenin pek gelişmediğini ya da yer
bulamadığını ileri sürebiliriz ama şiiri bizim kadar güçlü kaç ulus var.
Diyelim Alman dili felsefede çok gelişmiştir ama şiirinin bizden iyi olduğunu ileri sürebilmek için ancak taraf
tutmak gerekir, bu da zaten sık yapılan bir şey. Gerçek göreceli olduğu sürece
konumumuzu olması gereken noktada göremememiz de üzücü olmasa gerektir. Doğrulardan
ve gerçeklerden korkanlar aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar gibi
kümeleşirler ve gerçek istenildiği biçimde yön değiştirir ama bu bile
parçalanmış gerçeğin her hangi bir öğesi olmaktan kendini kurtaramaz. Asıl
gerçek bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zamanın, mekanın, geçmişin,
geleceğin, tanrının, yeryüzünün ve tüm insanlığın sokaktaki sütçüden, kuzeyin
son kraliçesine dek katmanlaşmış ve sonunda vücut bulmuş bir arketipdir ki biz ona geçmişin, geleceğin, zamanın ve
mekanın "şimdiki anı" adını veririz ama o yaşamakta olduğumuz ve
hayhuyla kaotikleşmiş şimdiki zaman değildir.
UÖ.Öykücülüğümüzü nasıl buluyorsunuz, bu çerçevede neler
söyleyebilirsiniz?
UF: Romanın 19.yüzyılın ikinci yarısında ülkemize bir yazın türü
olarak giriş yaptığını biliyoruz.
Öykü için minör roman nitelemesi yapabiliriz. Öyküde büyük ustalarımız var,
Ömer Seyfettin, Mehmet Rauf, Sait Faik, Sabahattin Ali'yi okumayan çocuk ya da yetişkin var mıdır bilmiyorum. Globalizm rüzgarının ulusalcılık ve ulus
sevgisini yıpratıyor gözükmesine karşın, Ömer Seyfettin’in ana izleği olan bu konularda kurduğu atmosfer
son derece sıcaktır. Ayrıca kullandığı dile bakacak olursak bugün Türkçeyi
yetersiz bulan ve gizliden gizliye Osmanlıcaya özenen ya da Türkilizce
yaratmaya çabalayan entelektüel dünyamızın, dilde yüzyıl önceki Ömer
Seyfettin’in gerisine düşmekten doğan ‘hali pür
melalini’ okurların duyuncuna bırakıyorum. Yaşayan
bir organizma olarak dilin, yaşlılığından çocukluğuna, gelecekten geçmişine dönerek; zamanda yolculuk yapması gibi olanaksız bir şey bu, yapılan böyle bir tansık barındırıyor!.. Bu duruma payanda
olanların durumu şöyle açınlanabilir: Bir düşün ya da ideoloji, gelip beni bulmuşsa;
hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi
kendimde bulmuşsam; sanatçıyım.
UÖ.Sizin eleştiri yazılarınız olduğunu
biliyoruz. Eleştirimiz üzerine düşünceleriniz nelerdir?
UF. Bizde her şey deneysellikle yürüyor, ömrünü eleştiri sanatına
vermiş insanları gün geliyor paylaşamıyoruz ama, onların yapıtlarını kitlelere
ulaştırmakta kimsenin bir şey yaptığı yok, Nurullah Ataç'ın bir kitabı için
sahafları dolaşmak zorundasınız, dili eskiyen kitapları günümüz Türkçesiyle
yeniden yayımlamak düşüncesi kimseleri ilgilendirmez, yazınımız, bu bağlamda
eleştirimiz azgelişmişliğin şanına yaraşırcasına vahşi yaşamın yasalarıyla
gelişimini sürdürür! kimse kimseyi beğenmez, herkes bir grubun üyesidir ama ilk
fırsatta grublar birbirine girer ve tüm bu olaylarla birlikte, yazınımız,
basınımız, la havle vela kuvvetiyle dünya ile yarışını sürdürür. Bu denli olumsuzluklar
içinde eleştiriyi bırakın, yazar şair nasıl ortaya çıkar şaşmak gerekir,
inanmam ama burada belki de yeteneğin rolü vardır, yazınımızın dünya yazını ile
aynı üretkenlik ve gelişkinlikte yazar ve şairler üretmesini Anadolu kültürünün
belkide genlerimize işleyen binyıllara dayanan birikiminde aramak gerekir.
Eleştirmen için bizde şair (yazar) olamadı, eleştirmen oldu yakıştırması
vardır, oysa eleştirmenliğe soyunmak, şair / yazar olmanın yanında öyle büyük
evliyalıktır ki, şairin yazarın yeri gelip yakılıp,dışlandığı, ayrıksılıkla
suçlandığı bir ortamda, eleştirmen olmak, cennetten kovulmuş lanetlilere asayla
yol gösterip yalvaçlığa soyunmak gibi bir şey, yani lanetiniz çarpımlanıyor,
iki kere lanetli oluyorsunuz, bu durumda eleştirmen olmanın erdemini varın siz
ölçün demekten başka elden bir şey gelmiyor...
Ayrıca kişisellikle diyebileceğim şudur ki, sanata ilgi duyan kişinin hata yapması kaçınılmazdır. Ben de haddim olmayarak ki sanat haddi
olmayanların işidir, resim eleştiri ve sanatın diğer alanlarına da ilgi duyarak
onlarla da bir uğraşı içine girdim. Az da olsa resim yaptım, gene bizde hep
söylenir eleştiri yok denildiği için bu
kışkırtıyla
olsa gerek ona da yüz sürdüm, eleştirmen olmak için değil, bir kışkırtı olan
sanatın bendeki dışavurumlarının önüne geçemediğim için. Sonuçta idealleriniz
ve hedefleriniz doğrultusunda bir var oluş biçimine ulaşmak istiyorsanız, çok
parçalanmamak en doğru yol ama, sanat beni o denli büyüledi ki ben bir şey olmaktan ziyade, olmuşların parodisiyle
bütünleşerek tanımlayamadığım bir yok oluşun ironisini yaşamak isterim diyebilirim. Çünkü öyle insanlar tanıdım ki, sanat erbabı
dediğimiz kimilerinden çok daha derin ve içselleşmiş bir felsefe taşıydılar.
Göz göre göre yok oldular, ne arayan oldu ne soran, kendileri de bu yolda en
ufak bir kaygı taşımadan yaşadılar, onların yanında isim, resim ya da cismani
bir görüntü olmayı istemek iç dünyamda tanımlanmaz bir iki yüzlülük
oluşturduğundan ve sürekli çelişkiler içinde
hep ve hiçin sarmalında yaşamayı, onlarla bir barışıklık gibi algıladığımdan elimden
gelenin ötesine geçmeyi pek düşünemedim... Sanat; ölü ateşiyle kolkola gezen çöl tanrısıdır ve iç dünyamızda barınan,
yaşamın hiç kimsenin olmadığı kadar bizim olmasını sağlayan biricik totemdir.
UÖ. Teşekkür ederiz.
U.F. Ben de teşekkür ediyorum.
06.01.2008
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
İZNİK DOĞUŞ GAZETESİ
*
SOLARİS
*-
ULUS FATİH
*
YAZIN ÜZERİNE
Mallarme kitaplarını o sonsuz azınlığa diye imzalarmış, hiçbir
zaman çok olmayan, hiçbir zaman yok olmayan. Yazın: Amaya bir sadaka ver
yerine - Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim, demenin daha çok duyunçlara
seslenip, yardıma yol açtığının anlaşıldığı kıssada olduğu gibi, gerçekte
tinsel alemde bir devinime neden olur. Goethe’den aktarılan bir kıssada da: Çoban
şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de
senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz
için yarışalım önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp
görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi
kapatalım; şimdi de görüyormusun diye sorar; çoban hayır, yalnızca karanlıklar
var diye ekler, şair; ama ben görüyorum
der!..
Borges, gelenekten yararlanmalıyız çünkü ayrımında olmadan bir
şeyi yinelemenin tuzağına düşebiliriz demiş. Sonuçta yazın, dünyamızı görünmez
biçimde değiştirir, ilk bakışta maddi gerçekliğin içinde yüzen insan, onun
yararını kolaylıkla göremez. Bu ruh sayrılığının indimizde önemsenmeyişine
benzer, oysa ruhumuz olmasaydı insan olamazdık...
Avrupalılar us yoramadıkları şeyler için şiir yazarmış, işte bu görünmeyen bir
büyüdür ki, her insanın içinde bir sanatçının yatıyor olması anlamına da
gelebilir. Düşünelim ki şiir mutluluk vermez
çünkü mutlu şair yok, yazdığımız şiir mi tanrı da bilemez, çünkü tanımı yok... Sanat
bilinmeyene yolculuktur, hedonist kışkırtılar sunar, ama bir o kadar da
ürkütücüdür… Şiirimizinse dünyanın en büyük şiirlerinden biri olduğunu yazınla ciddi biçimde
ilgilenen herkes bilir ve anlar. Türkçenin de
kanımca dünyanın en gelişkin dillerinden biri olduğunu her zaman söylemişimdir.
Bir dili yeterli kılan şiir ve felsefedir. İkisi de anlatım olanaklarının
sınırlarını zorlar. Bizde felsefenin pek gelişmediğini ya da yer
bulamadığını ileri sürebiliriz ama şiiri bizim kadar güçlü kaç ulus var.
Diyelim Alman dili felsefede çok gelişmiştir ama şiirinin bizden iyi olduğunu ileri sürebilmek için ancak taraf
tutmak gerekir, bu da zaten sık yapılan bir şey. Gerçek göreceli olduğu sürece
konumumuzu olması gereken noktada göremememiz de üzücü olmasa gerektir.
Doğrulardan ve gerçeklerden korkanlar aslan kükremesinden birbirine sokulan
koyunlar gibi kümeleşirler ve gerçek istenildiği biçimde yön değiştirir ama bu
bile parçalanmış gerçeğin her hangi bir öğesi olmaktan kendini kurtaramaz. Asıl
gerçek bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zamanın, mekanın, geçmişin,
geleceğin, tanrının, yeryüzünün ve tüm insanlığın sokaktaki sütçüden, kuzeyin
son kraliçesine dek katmanlaşmış ve sonunda vücut bulmuş bir arketipdir ki biz
ona geçmişin, geleceğin, zamanın ve mekanın "şimdiki anı" adını
veririz ama o yaşamakta olduğumuz ve hayhuyla kaotikleşmiş şimdiki zaman değildir.
***
Romanın 19.yüzyılın
ikinci yarısında ülkemize bir yazın türü olarak giriş yaptığını biliyoruz. Öykü için minör roman nitelemesi yapabiliriz.
Öyküde büyük ustalarımız var, Ömer Seyfettin, Mehmet Rauf, Sait Faik,
Sabahattin Ali'yi okumayan çocuk ya da
yetişkin var mıdır bilmiyorum. Globalizm rüzgarının
ulusalcılık ve ulus sevgisini yıpratıyor gözükmesine karşın, Ömer
Seyfettin’in ana izleği olan bu
konularda kurduğu atmosfer son derece sıcaktır. Ayrıca kullandığı dile bakacak
olursak bugün Türkçeyi yetersiz bulan ve gizliden gizliye Osmanlıcaya özenen ya
da Türkilizce yaratmaya çabalayan entelektüel dünyamızın, dilde yüzyıl önceki
Ömer Seyfettin’in gerisine düşmekten doğan ‘hali pür
melalini’ okurların duyuncuna bırakıyorum. Yaşayan
bir organizma olarak dilin, yaşlılığından çocukluğuna, gelecekten geçmişine dönerek; zamanda yolculuk yapması gibi olanaksız bir şey bu, yapılan böyle bir tansık barındırıyor!.. Bu duruma payanda
olanların durumu şöyle açınlanabilir: Bir düşün ya da ideoloji, gelip beni bulmuşsa;
hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi
kendimde bulmuşsam; sanatçıyım.
***
Bizde her şey deneysellikle yürüyor, ömrünü eleştiri sanatına
vermiş insanları gün geliyor paylaşamıyoruz ama, onların yapıtlarını kitlelere
ulaştırmakta kimsenin bir şey yaptığı yok, Nurullah Ataç'ın bir kitabı için
sahafları dolaşmak zorundasınız, dili eskiyen kitapları günümüz Türkçesiyle
yeniden yayımlamak düşüncesi kimseleri ilgilendirmez, yazınımız, bu bağlamda eleştirimiz
azgelişmişliğin şanına yaraşırcasına vahşi yaşamın yasalarıyla gelişimini
sürdürür! Kimse kimseyi beğenmez, herkes bir grubun üyesidir ama ilk fırsatta
grublar birbirine girer ve tüm bu olaylarla birlikte, yazınımız, basınımız, la
havle vela kuvvetiyle dünya ile yarışını sürdürür. Bu denli olumsuzluklar
içinde eleştiriyi bırakın, yazar şair nasıl ortaya çıkar şaşmak gerekir,
inanmam ama burada belki de yeteneğin rolü vardır, yazınımızın dünya yazını ile
aynı üretkenlik ve gelişkinlikte yazar ve şairler üretmesini Anadolu kültürünün
belkide genlerimize işleyen binyıllara dayanan birikiminde aramak gerekir.
Eleştirmen için bizde şair (yazar) olamadı, eleştirmen oldu yakıştırması
vardır, oysa eleştirmenliğe soyunmak, şair / yazar olmanın yanında öyle büyük
evliyalıktır ki, şairin yazarın yeri gelip yakılıp,dışlandığı, ayrıksılıkla
suçlandığı bir ortamda, eleştirmen olmak, cennetten kovulmuş lanetlilere asayla
yol gösterip yalvaçlığa soyunmak gibi bir şey, yani lanetiniz çarpımlanıyor,
iki kere lanetli oluyorsunuz.
***
Sanat; ölü ateşiyle kolkola gezen
çöl tanrısıdır
ve iç dünyamızda barınan, yaşamın; hiç kimsenin olmadığı kadar bizim olmasını
sağlayan biricik totemdir.
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
SANAT ANLAYAN İÇİNDİR
‘Kalk
Borusu’ başlıklı bir tv programı vardı, çarşamba günleri geç saatlerde onu
izler, herkes yattığı halde ışık yandığı için beddualara da göğüs germek
zorunda kalırdım. Çetin Altan’ın sanata ve yaşam antolojisi üzerine söyleştiği
bu programdan değerli bilgiler edinmiştim, bugün belirtmeliyim ki benzer programların
özlemi içindeyim. Değerli anekdotlar ve bilgi sunusunun yanı sıra, bir gün,
sayın Altan, sanat sanat içindir, sanat halk içindir derler, oysa sanat anlayan
içindir dedi. Bu sözü unutmadım, çünkü benim anlağımdaki tanıma son derece
uygun olup, bir türlü dile getiremediğim bütünlüğü bu tanım sağlıyordu.
Her
zaman şöyle bir tartışmanın içinde olmuşuzdur, sanat nedir ve nasıl olmalıdır?
Sanatın yazın yakasıyla ilgilenen bizler, bir türlü ortak tanıma varamıyor ve
anlaşmazlık sürüp gidiyordu. Kimi sömürü ve eşitsizlik ya da ezici çoğunluğun
sorunlarına eğilmeyen bir yapıtın değerinin olamayacağını, kimi de dinsel,
geleneksel ya da tarihsel kalıta uymayan yapıtların anlamsızlığını dile
getirerek, bu ve buna benzer savlarla tartışmalar içinden çıkılmaz bir görünüme
bürünüp, uzadıkça uzuyordu. İşte sanat anlayan içindir sözü benim bu
tartışmalarda yetersiz bulduğum öğeyi ortadan kaldırmıştı, anlamıyorsak
yazılanın ne önemi vardı, buradan, anlamak için çaba göstermek, çaba içinde;
zaman ve mekan boyutunun derinliğinde kültürel bir kalıta sahip olmak ve ona,
doğrudan ya da dolaylıda olsa katkıda bulunmak gerekiyordu. Sanatın kısırlığı
geçmişten geliyorsa, yatay mekanda olağanüstü yapıtlar verilemeyeceği gibi,
kültürel geri kalmışlık kaçınılmazdı, bu da bizim çözümlemelerimize denk düşen
bir yaklaşım oluyordu. Bunları gözardı eden kısır tartışmalar, Nazım, Fakir
Baykurt, Orhan Kemal ekseniyle, karşı eksende Yahya Kemal, İlhan Berk, Yusuf
Atılgan gibi yazın erlerini, kendi içlerinde de gruplandırarak, birbirini yoksayan,
yöresel veya evrensel açımlamalara varıyordu. Bu; dev bir kültür coğrafyasında
yaşayıp, kısır bir üretimin çengelinde asılı bizler için, trajik bir durum
oluşturuyordu. Gerçek sanatın her alanda verilen sayısız yapıtla yıldızının
parlayacağını düşünenler, sanatın temel öğelerine ters düşmeyen, kimi tuhaf
yapıtlara övgüler yağdırınca garipsenip, dışlanıyordu.
Buna
karşın, bilim kurgumuz, polisiyemiz, felsefi metinlerimiz, yazın üzerine us
dışı denemelerimizin olmadığı, uysallıkla kabul gördüğü için, yazında ve
genelde de sanatta evrensel ölçekte ağırlığımızın olamayacağı açıktı. Bilinen
sorunların dışında, tutucu, donuk bir sanat anlayışımız vardı. Yenilikçi,
başlangıçta uçuk görünen, nice denemeler hiçleniyor, ilgi görmüyordu!.. Bundan kurtulmanın yolu yine de okumaktan
geçiyordu, Ezra Pound’u okumadıkça, Nazım gözünüzde şiir okyanusunun tek ilahı
olmayı sürdürüyordu, Yusuf Atılgan’ı okumadıkça, roman Orhan Kemal’le başlayıp
bitebiliyordu. Olması gereken Sezai Karakoç’a da, Asaf Halet’e de, Latife
Tekin’e de gerekli değeri verip, sağlam ölçümler kurarak, kültürel üretimin
yücelmesini sağlamaktı. Birinin diğerinden haberi olmaksızın, kültürel
yaşamımız sürerken, ilginç olanda resmi söylemin bütün bunlara kayıtsız, sanki
üçüncü bir cins olarak sürüp gitmesiydi. Bu konunun çetrefilliği sürse de,
kültürel üretimin yaygınlaşması, sağlam bir demokratik yapıyla, tüm değerlere
sahip çıkarak, kendi adalarında ürün vermeleri için desteklenmeleri, en iyi yol
gibi gözüküyordu.
...
Birbiriyle
bağlantılı gibi gözükmese de; yaşam sanıldığı gibi içimizde değil,
karşımızdadır, ona ulaşmaya çalışırız, yaşayan nesne ve yaşam arasındaki bağ
(gerçeklik), öyle soyut ve öyle onmaz bir görecelilik taşır ki, biçim
değiştirene dek (ölüm) bunu düşünmek, algılamak bile istemeyiz. Kavramlar o
denli süratle yer değiştirirler ki geçmiş çağlarda tanrıları ve göksel güçleri
simgeleyen kozmos, sonraları burçları ve içsel korkuları sembolize etmiş ve
kavramlar yer değiştirerek sürüp gitmiştir. Bilimsel gerçeklik bile bir
‘varsayım’ olarak algılanan biçimin (kapsantısı genişde olsa) bir parçası
olmaktan kendini kurtaramamaktadır.
Yaşam
kendine sunulan biçimler, yemek, içmek, gezmek, tozmak, okur gibi yapmak
biçiminde algılayanlar için midir. Niçin okuruz, beden neden madde tüketir,
evrenin ataları var mıdır, zaman eskir mi, ‘yaşam’ göreceli ise yaşayan nedir
gibi ilk bakışta basit görülebilecek, oysa çözüm ya da çözümsüzlüğünün
bileşeni, sonsuza uzanan sarmallardır bütün bunlar... Son olarak şunu
söylemeliyiz ki ‘Çağrılmayan Yakup’lara (Edip Cansever) uzak olmamak gerekir:
‘Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi
Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar / O
kadar çoktular ki doğrusu ben şaşırdım / Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın
olağan şekli / Daha hiç çağrılmadım / Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç /
Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım / Ve içimden durgun ve çürük
bir suyu düşüreyim / Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım / Sonra bir
güzel yıkanayım da. / Ben size demedim mi. / Evet, kurbağalara bakmaktan
geliyorum / Sanki böyle niye ben oradan geliyorum / Telaşlı aç gözlü
kurbağalara / Bakmaktan / Bilmiyorum / Bilmiyorum, / bilmiyorum / Ben, yani
Yusuf, / Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum.’
Belki şu gül mevsimin de bir
aşk şiiri bizi, kuşkularımızdan arındırır, dinlendirebilir...
"Maral
bakışlı bir düş geçiyor acılardan / diyorum ben / ağır metaller gibi, uzaysı
sevi ve ah ki / bakılışı güzel / reyhansı tözden ve süzülen, bir Sümer koku, /
arzunun karanlık nesnesinden / Alkeion ki doğrulur korulardan, bir masal
geçiyor burada, / bir taç yaprağı / leylak büklümlü, bir kara yoru, ırmak bir
peri / geçiyor ölümlerden diyorum ben."
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
JORGE LUİS BORGES
*
JANUS'UN BÜSTÜ KONUŞUYOR
Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan
bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları,
kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar
ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur.
Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar,
sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm,
çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları;
sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden
bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim.
Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların
gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki
tartışmalar
geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını
diyemiyorum.
Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular,
bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum
ben.
Türkçesi; Ulus Fatih
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
JORGE LUİS BORGES
*
JOHANNES BRAHMS'A
O bağışlayıcı bahçende çağrılmaz bir konuktum
O bitimsiz anıları sen oluşturdun
Zaman geldi, büyük mutluluklarla ondum
Senin kemanların gökleri çalar.
Ama artık hakkını veriyorum. Utku diye sana,
Yoksunluğu paylaşanlar bir boşluğu bağışlar
Salt sanatın adı da yetmez.
Nasılsa bulacaktı onur seni görkemli ve yiğit ol.
Yüreksizin biriyim ben. Üzünçlerin tutsağıyım. Hiçbir şey
Haklı çıkaramaz bu küstahlığımı
Onulmaz mutluluklar derledim seninle
-Ateş ve kristal- sende ki ışıltının ruhudur.
Günaha bulanmış sözcükler sarmış beni,
Bir sesin ve bir düşlemin dölleri ki;
Simge değil, ayna değil, çığlıkta değil,
Sonsuzluğa koşan ve yüceldikçe coşan bir ırmaktır senin ki.
Türkçesi; Ulus Fatih
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
SANAT ANLAYAN İÇİNDİR
‘Kalk
Borusu’ başlıklı bir tv programı vardı, çarşamba günleri geç saatlerde onu
izler, herkes yattığı halde ışık yandığı için beddualara da göğüs germek
zorunda kalırdım. Çetin Altan’ın sanata ve yaşam antolojisi üzerine söyleştiği
bu programdan değerli bilgiler edinmiştim, bugün belirtmeliyim ki benzer
programların özlemi içindeyim. Değerli anekdotlar ve bilgi sunusunun yanı sıra,
bir gün, sayın Altan, sanat sanat içindir, sanat halk içindir derler, oysa
sanat anlayan içindir dedi. Bu sözü unutmadım, çünkü benim anlağımdaki tanıma
son derece uygun olup, bir türlü dile getiremediğim bütünlüğü bu tanım
sağlıyordu.
Her
zaman şöyle bir tartışmanın içinde olmuşuzdur, sanat nedir ve nasıl olmalıdır?
Sanatın yazın yakasıyla ilgilenen bizler, bir türlü ortak tanıma varamıyor ve
anlaşmazlık sürüp gidiyordu. Kimi sömürü ve eşitsizlik ya da ezici çoğunluğun
sorunlarına eğilmeyen bir yapıtın değerinin olamayacağını, kimi de dinsel,
geleneksel ya da tarihsel kalıta uymayan yapıtların anlamsızlığını dile
getirerek, bu ve buna benzer savlarla tartışmalar içinden çıkılmaz bir görünüme
bürünüp, uzadıkça uzuyordu. İşte sanat anlayan içindir sözü benim bu
tartışmalarda yetersiz bulduğum öğeyi ortadan kaldırmıştı, anlamıyorsak
yazılanın ne önemi vardı, buradan, anlamak için çaba göstermek, çaba içinde;
zaman ve mekan boyutunun derinliğinde kültürel bir kalıta sahip olmak ve ona,
doğrudan ya da dolaylıda olsa katkıda bulunmak gerekiyordu. Sanatın kısırlığı
geçmişten geliyorsa, yatay mekanda olağanüstü yapıtlar verilemeyeceği gibi,
kültürel geri kalmışlık kaçınılmazdı, bu da bizim çözümlemelerimize denk düşen
bir yaklaşım oluyordu. Bunları gözardı eden kısır tartışmalar, Nazım, Fakir
Baykurt, Orhan Kemal ekseniyle, karşı eksende Yahya Kemal, İlhan Berk, Yusuf
Atılgan gibi yazın erlerini, kendi içlerinde de gruplandırarak, birbirini
yoksayan, yöresel veya evrensel açımlamalara varıyordu. Bu; dev bir kültür
coğrafyasında yaşayıp, kısır bir üretimin çengelinde asılı bizler için, trajik
bir durum oluşturuyordu. Gerçek sanatın her alanda verilen sayısız yapıtla
yıldızının parlayacağını düşünenler, sanatın temel öğelerine ters düşmeyen,
kimi tuhaf yapıtlara övgüler yağdırınca garipsenip, dışlanıyordu.
Buna
karşın, bilim kurgumuz, polisiyemiz, felsefi metinlerimiz, yazın üzerine us
dışı denemelerimizin olmadığı, uysallıkla kabul gördüğü için, yazında ve
genelde de sanatta evrensel ölçekte ağırlığımızın olamayacağı açıktı. Bilinen
sorunların dışında, tutucu, donuk bir sanat anlayışımız vardı. Yenilikçi,
başlangıçta uçuk görünen, nice denemeler hiçleniyor, ilgi görmüyordu!.. Bundan kurtulmanın yolu yine de okumaktan
geçiyordu, Ezra Pound’u okumadıkça, Nazım gözünüzde şiir okyanusunun tek ilahı
olmayı sürdürüyordu, Yusuf Atılgan’ı okumadıkça, roman Orhan Kemal’le başlayıp
bitebiliyordu. Olması gereken Sezai Karakoç’a da, Asaf Halet’e de, Latife
Tekin’e de gerekli değeri verip, sağlam ölçümler kurarak, kültürel üretimin
yücelmesini sağlamaktı. Birinin diğerinden haberi olmaksızın, kültürel
yaşamımız sürerken, ilginç olanda resmi söylemin bütün bunlara kayıtsız, sanki
üçüncü bir cins olarak sürüp gitmesiydi. Bu konunun çetrefilliği sürse de,
kültürel üretimin yaygınlaşması, sağlam bir demokratik yapıyla, tüm değerlere
sahip çıkarak, kendi adalarında ürün vermeleri için desteklenmeleri, en iyi yol
gibi gözüküyordu.
...
Birbiriyle
bağlantılı gibi gözükmese de; yaşam sanıldığı gibi içimizde değil,
karşımızdadır, ona ulaşmaya çalışırız, yaşayan nesne ve yaşam arasındaki bağ
(gerçeklik), öyle soyut ve öyle onmaz bir görecelilik taşır ki, biçim
değiştirene dek (ölüm) bunu düşünmek, algılamak bile istemeyiz. Kavramlar o
denli süratle yer değiştirirler ki geçmiş çağlarda tanrıları ve göksel güçleri
simgeleyen kozmos, sonraları burçları ve içsel korkuları sembolize etmiş ve
kavramlar yer değiştirerek sürüp gitmiştir. Bilimsel gerçeklik bile bir
‘varsayım’ olarak algılanan biçimin (kapsantısı genişde olsa) bir parçası
olmaktan kendini kurtaramamaktadır.
Yaşam
kendine sunulan biçimler, yemek, içmek, gezmek, tozmak, okur gibi yapmak
biçiminde algılayanlar için midir. Niçin okuruz, beden neden madde tüketir,
evrenin ataları var mıdır, zaman eskir mi, ‘yaşam’ göreceli ise yaşayan nedir
gibi ilk bakışta basit görülebilecek, oysa çözüm ya da çözümsüzlüğünün
bileşeni, sonsuza uzanan sarmallardır bütün bunlar... Son olarak şunu
söylemeliyiz ki ‘Çağrılmayan Yakup’lara (Edip Cansever) uzak olmamak gerekir:
‘Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi
Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar / O
kadar çoktular ki doğrusu ben şaşırdım / Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın
olağan şekli / Daha hiç çağrılmadım / Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç /
Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım / Ve içimden durgun ve çürük
bir suyu düşüreyim / Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım / Sonra bir
güzel yıkanayım da. / Ben size demedim mi. / Evet, kurbağalara bakmaktan
geliyorum / Sanki böyle niye ben oradan geliyorum / Telaşlı aç gözlü
kurbağalara / Bakmaktan / Bilmiyorum / Bilmiyorum, / bilmiyorum / Ben, yani
Yusuf, / Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum.’
Belki şu gül mevsimin de bir
aşk şiiri bizi, kuşkularımızdan arındırır, dinlendirebilir...
"Maral
bakışlı bir düş geçiyor acılardan / diyorum ben / ağır metaller gibi, uzaysı
sevi ve ah ki / bakılışı güzel / reyhansı tözden ve süzülen, bir Sümer koku, /
arzunun karanlık nesnesinden / Alkeion ki doğrulur korulardan, bir masal
geçiyor burada, / bir taç yaprağı / leylak büklümlü, bir kara yoru, ırmak bir
peri / geçiyor ölümlerden diyorum ben."
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
*
BORGES
Genellikle bir
yazarı sevmeyi, kısır bir düzlemde algılarız, onun kişiliğini sevmeye dek varır
bu yanılgı. Oysa yazar ölmüştür, çok uzaklardadır ya da yaşamımız
boyunca hiç
görmemişizdir, kimseler bilmez. Diyelim Borges'i seviyoruz, Borges 1986'da öldü
ve onun varlığını (yaşadığını) ilk kez böylece öğrenmiş oluyordum (o
bu tür paradoksal anıştırmaları severdi; varlığını bilmem için, o şeyin
yokolması ya da ölmesi gerekiyor ki, neredeyse bir Borges sorunsalı). Bir
yazar yazdıklarıyla sevilir, anlattıklarıyla, bu bakımdan kişiselleştirmek
bilisizce bir tutumdur, biz onun anlattıklarıyla bütünleşirken Borges gibi bir
ime tutunarak özet bir tutum sergileriz gerçekte ve temelde amacımız yalnızca
bir kısaltmaya sığınmaktır; çünkü öznel olan şudur ki yazar değil, olan biteni
sever ve onlara bağlanır okuyucu, hatta bazen öyledir ki Dostoyevski yerine
Raskolnikov, Canetti yerine Kien, Cervantes yerine Don Kişot demeye başlarız.
Onun öyküleri neden
etkileyici gelir bir iki örnek verelim, öykülerinden birinde, bir gaucho (kabadayı,
kır çobanı vb.) bir çiftlikte sürülerin başına getirilir, kahya olur bir
yerde, zaman içinde güveni o denli artar, yetkileri o denli çoğalır ki, çiftlik
sahibinin (pampalar beyi) yerini alacağı (çiftliğe el koyacağı)
sanısına kapılır ve düşleri bu duygu üzerine bir sanrılar demetiyle,
gerçelliğin çakışması noktasında utku dolu tavırlar ve gururla yükselen
davranışlara yönelir. Öyleki çiftlik sahibinin karısıyla yakınlaşma şansına
bile sahip olur. Ama günün birinde bir eğlencede kendisine yüz vermeyen kadına
ters bir hareket yapar (her yapıt, ansımayla, unutuşla anlakta yeniden
kurulur ve evrene öylece yayılır), olaylar zincirlerinden boşanırcasına
gelişir ve çiftlik sahibi ve adamlarının onu aşağılayıp, son derece küçümseyen
bakışları arasında, sonsuz ve anlamsız yalnızlığın çukuruna yuvarlandığında,
olayların tümüyle düzmece ve baştan beri kurgulanıp, bile isteye bir
alaysamadan ibaret olduğunu ancak anlar... Öykü bize şunu anlatmak ister; Yaşamda
gücün yerini hiç bir zaman bir hayal (ya da düş) alamaz, güç yerini
ancak yeni bir güce bırakabilir. Bu bizim için büyük bir derstir, düşe
başvurmaktan yine de kaçınmayacak olanların bilmesi gereken bir ders. Ayrıca
insanın kendisini başkalarının yerine koymasına çoğun kızarız ama görüyorsunuz;
bazen insanın kendisini 'kendisi' zannetmesi, uskıran ve çok daha büyük
tehlikelerin eşiğine getirebiliyor.
Bir başka öyküde, öldürülme korkusuyla, peşindeki adamlardan kaçan
kahramanımız, korkusuyla o denli bütünleşir ki, kendisini öldürecek olan adamın
ismiyle yaşamaya başlar ve kendini öyle tanıtır. Korkusu artık sonsuzlaşır,
düşle gerçeği ayırt edemez hale gelir, sanrılar içinde yaşamı sürer, gece ve
gündüz haram olur, her öldürülüşünde bir düşün (kâbus görüyordur) içinde
olduğunu anlar ve bir gün gerçekten öldürüldüğünde nasıl olsa bu bir düş diye
tepki vermez ve bilinmezliğin koridoruna geçerken, yazık ki gerçekten
öldürüleceğinin ayrımına bile varmamıştır. Burada da düşlerin gerçeklere ne
denli zarar verebileceğini ya da gerçekleri görmemizi engelleyen bir haleti
ruhiyenin insanı nasıl insan olmaktan çıkarabileceğini anlarız. Ama öyle ki
daha binlerce anlam çıkarmak okuyucuya kalmıştır. Çünkü gerçek yapıtlar anlam
bakımından sonsuz bir parçalanım içinde olurlar.
Başka bir öyküde bir leoparla (jaguar) yanyana hücre
hapsine mahkum olan adam, leoparın çizgilerinde (benekler) tanrı ya da
evrenin sırrını aramaya başlar (belki de düş görüyordur), gün gelir
sırra erer ve evrenin sırrına ulaşmayı yani onu okumayı başarır. Sonuçta adam
bundan dolayı hiç bir tavır değişikliği göstermeyecektir, kendisine yapılan
işkenceleri, yaşamını, geçmişi, geleceği, leoparı unutur. Oysa sır elindedir ve
herşeye hükmetme olanağını da yakalamıştır. Ama şöyle söyler öykünün sonunda,
burada çile çekmekte olan bir insanın kurtuluşu için evrenin sırrına vakıf
olmaya kalksaydım, o sırra asla kavuşamaz ve hak etmiş olamazdım. Büyük bir
sırra vakıf olma nedeni de, sırrın kendisi denli olağanüstü olmalı diye düşünür
adam ve yaşadıklarının kişiye özgü, sıradan bir bayağılık olduğunu
kabullenerek, kendisini zindandaki yalnızlığına ve hiçliğe terkederek ölür.
Bunun da anlamı, imgeler okyanusunun içinde okura bırakılmalıdır.
...
Anlam dediğimiz şey, gerçekten soyut ve görecelidir. Yunanlı bir filozof,
yaşamda hep paylaşımcı olmayı, eşitlikçi ve özgürlükçü olmayı savunur ama
evinde, eşine ve çocuklarına son derece kaba ve eşitsiz davranırmış. Bir başka
filozof, yaşamda eşitliğin olamayacağını, aslanın karacayı, güçlünün güçsüzü
hep ezeceğini söyler, yaşamında böyle sürüp gideceğini savunur ama evinde,
eşine ve çocuklarına son derece insancıl, alabildiğine de adil davranırmış. Bu
kıssayı aktaran mesel sahibi diyor ki, şimdi hangi filozof gerçekte hümanist ve
hangisi yaşam da eşitliğin olamayacağını savunuyor sizce diye bir soru
yöneltiyor. Yinelemiş olalım ki, dünyadan
umudunu kesmeyen bir filozof her sabah ağlayarak evden çıkarmış, umudunu
kesense, gülerek evden çıkarmış, soranlara da, bu dünya dert etmeye değmez,
nasıl olsa düzelmeyecek dermiş.
'Baştan Çıkarıcının Günlüğü'yle; sözümüzü bağlarken, İst. film
festivalinde (ayların en mutlusu nisandır!) Luchino Visconti'nin
görkemli filmi Leopar'ı (1963) izlerken, konuk oyuncu, filmin aktristlerinden
C. Cardinale'nin, üzünç dolu konuşmasına tanık olduğumuzu belirtelim.
Cardinale, (Oscar Wilde'ın, Dorian Gray'ın Portresi'nde olduğu gibi)
yitip giden gençliği ve güzelliğine ağıt yakıyor gibi geldi bize ve hâlâ
efsanevi görünümünü yansıtacak jest ve mimiklerini bırakamıyordu. Bu da canlı
bir Borges öyküsü yaşadığımız sanısı uyandırdı bizde ve dostum davetim için
teşekkür ederken, "sebep olana lanet olsun" diye söylendim,
anlamsızca yüzüme baktı... bu da başka bir Borges öyküsü dedim.
(Jorge Luis Borges.
Arjantin. 1899-1986)
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
*
SEVDAÇEKEN
Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan
diyorum ben
ağır metaller gibi, uzaysı sevi ve ah ki
bakılışı güzel
reyhansı tözden ve süzülen, bir Sümer koku,
arzunun karanlık nesnesinden
Alkeion ki doğrulur korulardan, bir masal geçiyor burada,
bir taç yaprağı
leylak büklümlü, bir kara yoru, ırmak bir peri
geçiyor ölümlerden diyorum ben.
*****************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
*
KASSANDRA
"Aşkın
kitaplara girmesi
tek umarımızdır, yoksa başka
bir
yerde yaşayamayacaktı."
Max Horkhaimer
(Kalkhedon yakasına günaydın dersen yeşil gözlü bir güneşin olacak, üç
vakte kadar onu göreceksin, gül parmaklarıyla sana ışıyacak, ona de ki, Altın
Post'a giden yolu geçeyim mi, yoksa burada, defnelerin altında mı beklesem... )
Mahpeyker bir
sevgili gecede yürüyor, cansiper ve peri. Fatehpur Sıkri'nin zümrüdî mimarisi,
susuz çöllerin Sürre alayı ve Hicaz gölgesi!.. Benim gecelerimi kimselerin
görmediği bir ufuk aydınlatır, gündüzlerimde Emel Denizi'ne sürüklenişim
bundandır diye, şarkı söylüyor biri. Şehinşahım, payidarım, gönül tacım diye iç
çekiyor. Bilip bildiririm ki, o irem bağlarındaki elim, o ilim, o dilim, dünya
ve ahirette bile sözü edilmeyecek melâlimdir. Ey anılar trenindeki Klezmer
ezgileri, ey Kani Mesa'daki minik güneşler, ey gecede büyüttüğüm dolunay, ey
pınarlar diye ekledi... Karanlıktı!.. Ey ölüm, bütün sevdiklerim öldü,
yapayalnızım. Onlar orada ve bir aradalar, yalnızlığıma ağlıyorlar. Sana
kızmıyorum, küsmüyorum, beni onlardan ayırdığın için ağlamıyorum. Çünkü beni
onlara kavuşturacak olan yine sensin...
Kassandram, ey
sularda yürüyen Ankam, ey sessizliğin sesi, yüreklerin süveydası, ey leylâm, ey
süheylâm diyenler, gölgelere girdi, bir bir eridi. Barış, doğal ölüm. Aşk,
tinsel karanlık!.. Ey denizlerin kelebeği, ey dışbükey biçimlerin sentetik
grameri, nöron uykuları, ey yürekleri sömüren zaman, ey kader, keder ve ey
laedri. Burada, salkımların kokusu, üzünçle gölgelenen çöle açılır, Sezar'ı
göremeyiz çünkü geçmiş zamandır. Silyon feneri, And dağlarında üflemeli çalgı
gibi öten kuş ve ey yok oluş.
Tanrı şiiri yaratmak
uğruna seni yarattı diye haykıran kuzenim. Ey Flaman göğü, tinler ormanı, ey
zincirli kölem, ey Prevezem, Navarinim. Puhum, pusum, sülünüm. Ey Uranus'un
kollarında pare pare ölüşüm... Sümbülden biri çıktı güzeli arıyormuş, bir yaz
günü, bir güz yaprağının altındadır o demişler, uçmuş, güz gelmiş, o kar
tozanındadır demişler, kış gelmiş, o bir bahar çiçeğinin dalındadır demişler ve
bahar gelince, o yaz başağının salınışındadır demişler. Irmak perisi ağlıyordu.
Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum diyenler vardı. İncilim. Ey Emod
yulfone'm. Ey göze inandırılmışım, kefenlenip, canlandırılmışım ey. Ey yittiğim
gezegen, doğduğum vulva, İsagojiler yazan İsagoji, ey Meryem, ey "Doloris
medicinam a philosophia peto" dediğim, ey zindan çiçeğim, ey çocuk
Muhammed, ey Kaddaficik, ey Hasani Harakanim.
Ey Ihşidim, boynumda
cennet anahtarıyla ölümlere geldiğim, ey nur yüzlü Sur, kanla çiftleşen, ey Selçuki bir ölü dirilten,
altın ağızlı Yuhanna, kutupçul çiçeğim,
ey Suriye'den güzelim, Pers çiçeğim ey, Mezopotamya gülüm, at nalı yengecim.
Gönüller hırsızı Hermes'im. Kuyruklu yıldızın kuyruğundaki gemisin sen. Ey ruh
ikizim. Ey İlyas'ın üzüm salkımları, mor Yakup, ey ayağın öpen. Kuş ortaçağda
var mıydı. Ey solgun yeşil düşüncelerim. Ey sessizlik, su sümbülüm. Aslan
körfezine bakan Kordofanlı zencim. Ey resullerin sözleriyle çoğalan. Mars
ufuğu. "Bir, iki, üç, dört, beş / balık tuttum / altı, yedi, sekiz,
dokuz, on / onu bıraktım."
Ey lezbiyen
simülasyonlar, kuş yüzlü kadın. Ey yaban incirim, ey Himalaya sedirim,
leylandim ey. Gelde evrenin derinlerindeki iç çekişimi, kanla doyurulmuş
geçitlerden geçişimi, ilkçağ kuşları gibi pençelerimde eriyişini gör. Haykırdım
mağaralara, uçurumlarda ki yağmurlara sordum, iç çekişlerim yıldızlara vardı.
Gelmedin. Minik dişi ölümlerdin, göklerde kanat çırpan deniz, altın sağrak,
demir rüzgâr ve arı konaklarına girdin. Bir kelebeği gezdirdin ve bağırdım
sana; et ve kanım ben, sense tunç ve taş, yenilgi kaçınılmaz. Aşk ipekten bir
ipte koşmaya benzer kanatları olan kazanır. Ey felekler sistematiğim, günahtan
kurtulmak uğruna günahkâr oluruz dediğim. Ey Kolophonlu Homeros, Annales okulu,
ey Tetis denizim, tanrıların vurulduğu çarmıhlarda; hazin gölgelerinden
geçtiğim. Ey kısrak soluğunda gezen gnostiğim. Atların atası Hipparion, ey
arısız bal veren kamışları bulan, ey tarihte özüne sayfa ayıran. Ey Amarna. Yer
yuvarı nükleidinin periferisi mağmam... Okumak bilinmeyeni çoğaltmaktır
Maria'm.
Giyotin ki erguvandan
güzeldir. Zebra bir tanrının altında kanla çiftleşir. Ben kendimi özlüyor ve
minelerle kaplı kabuğumdan çıkmayı düşlüyorum. Kumsalı görüyorum, sayısız kum
tanelerinin her birinde tanrının saklandığı, uçsuz bucaksız kumlar, içli,
sızlatan bir müziğin eşliğinde, tozlar içinde, ışıltılı, helezonik
yükseliyorum, yukarıya doğru kabarcıklar gibi; onlarla birlikte dans ederek,
gülüp eğlenerek süzülüyor, kanatlı mırıltılarla şarkılar söyleyen, bir periyi
özlüyorum. Buluttan buluta atlıyor, ince saydam kanatlarıyla solgun bir
kelebeğin ipeksi yumuşaklığında, kelebeğe dönüşüyorum, tamtamlar çalıyor,
dalgalar, danslarla alt üst olurken, bir peri olduğumu duyumsuyor, kumsala
doğru yaklaşıyor, süzülüyorum. Ve müziğin sonsuzluğunda mırıltılı, ışıltılı ve
ince bir kum halinde alçalıyor ve helezonilerle kabuğumun içine girerek, görüş
ve dalgaların beni uzaklara savuruşunu, ufuklardan ufuklara uçarak, kabuğumun
içinde salınışımı izliyorum.
Kan içinde kalıyorum,
sonra Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp, çıkar bir yol
bulamaz diyorum. Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. Ben tek düze
duvarlarla örülü bu taşlı yolda, kinle, nefreti, özün kamburuyla, iğrenmeyi
unuttum. Şu ki, kindarlık ve nefretle,
tiksinç olan bu kara, iç sıkıcı duvarların, çınlayan dolambaçların kıvrımları
yazgımdır benim. Yüzyılların sonunda, gizli taş büklümlerin, büküntülerin,
dolantıların içindeki hangi bükeyler görkü ve şiddetin galerileridir. Bu
çatlak, yarık duvarlar, zaman yargıcının
tefecileridir. Dehşetle düşlüyor ve düşünüyorum ki, süprüntüler içinde üzünçle
çöle bakan, tozlu, solgun işaretlerin ayrımındayım. Gecenin içbükey edası bana
doğru kükreyen gümbürtülerin ve ıssız ulumaların yankısını, ölgün, solmuş
yansımasını taşıyor. Ve benim ölümümü silip süpüren ve benim kanım için can
atan hangi dokumacı, hangi örücülerdir ki usandırıcı yalnızlığımın dışındadır.
Kimin yazgısıdır ben orada biliyorum. Gölgelerin içinde her biri diğeridir, her
biri bizi aramaktadır. Günlerin beklediği son; eğer yalnızca günlerin ve zamanın beklediği son... Son buysa!..
Ve çığlıkların
karanlığında yine o şarkıyı dinliyorum...
ıÜü"Saltık karanlıktan
ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz
acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler
ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak
tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık
nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum."
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
*
MİTOLOJİ
Sirakuza Kralı'nın (belki de Hieron'dur) buyruğuyla,
işlediği suçtan dolayı, halkın gözleri önünde idama mahkum edilen Filyos adlı
kölenin son arzusu sorulduğunda, annemi görmek isterim der. Kral üç gün sonra
cezanın infaz edileceğini söyler, kefil olarak bir arkadaşını bıraktığında sana
izin vereceğim, gelmezsen o gün arkadaşın idam edilecek diye belirtir. Köle
büyük bir hızla Sirakuza'dan, Mora yarımadasındaki annesini görmeye gider,
köyüne ulaşır ve annesine olan özlemini giderdikten sonra olanları anlatarak,
dönmek zorunda olduğunu açıklar. Annesi gözyaşlarıyla onu uğurlar, ama geri
dönüş yolunda büyük zorluklar beklemektedir. Gemi büyük bir fırtınaya
yakalanır, karaya çıkınca, kasırga, yağmur, çamur alabildiğine hızını artırır,
taşan ırmaklarda sürüklenir, azgın sellere kapılır, canını zor kurtarır ve gün
batımına doğru tepeleri aşarak, kent meydanına güç bela ulaşabildiğinde,
arkadaşı idam edilmek üzeredir, uğultular arasında kalabalığı yararak, elini kaldıran
krala 'Geldim!' diye haykırır. Sözünü tutmuş arkadaşıda kurtulmuştur.
Kral büyük bir şaşkınlık içinde kalabalığa; Bugün, arkadaşlığın ne demek
olduğunu öğrendik! der.
Bu olayı anlatmamın nedeni, sık sık neden mitoloji diye
sorulmasıdır, mitoloji insanlık tarihinin parçası olup, insan nasıl insan oldu
yaklaşımının özgül bir öğesini kapsamaktadır. Bu bakımdan, Euripides,
Aristofanes, Lucretius (Evrenin Sırları adlı kitabı belki günümüzde bile
aşılamamış bir yapıttır), Platon, Aristo, Çiçero, Gılgamış, Sümer
tabletleri, Babil'in asma bahçeleri, Semiramis, Ramses, Musa, İdris,
Habil-Kabil ne varsa çok büyük bir kültürün bizim yolumuzu aydınlatan
parçalarıdır.
Gerçekte mitoloji (söylence) çağımızda da sürüp
gitmektedir. Bağımsızlık Savaşı bizim için mitolojidir, Hitler çoktan
mitolojinin bir parçasıdır, Paylaşım Savaşları'da öyledir. Avrupa'nın
ölçülerine göre ray aralığını beş santim geniş tutarak, Alman lokomotiflerinin
henüz Belarusya'da toprağa çakılıp kalmasına neden olan Stalin'de bir
mitolojidir. Sabahattin Ali, Nazım, Sait Faik, Yılmaz Güney herbiri çağımızın
mitik birer yüzüdürler. Marilyn Monroe, postmodern çağın Afrodit'idir, Jackie
Kennedy bir Medusa, prenses Diana, Kassandra, Maria Callas, Medea'dır.
Tarkovski bir sinema ilahı, Voznesenski bir şiir prensidir. Dolayısıyla
mitoloji sözcüğü kimseyi şaşırtmamalıdır, yaşam ve insan sürekli mitoloji
üretir, hatta buna gereksinir ve bizler söylencelerle besleniriz.
Hz.Davut (sanırım) bir çocuğu paylaşamayan iki kadına son olarak
çocuğun ortadan bölünerek paylaşılmasını önerir, kadınlardan biri susarken
diğeri hakkından vazgeçtiğini söyler, Davut'da çocuğu ona verir, bilir ki
gerçek bir anne böyle bir şeyi isteyemez. Sonuç olarak, mitoloji yüzyılların
içinden gelen bir kültür, bir etik ve insanı insan yapan anlamlar bütünüdür
bizim için. Hz Ali'nin kılıcı Zülfikâr, Harun Reşit'in çağdaşı Şarlman'a
gönderdiği çalar saat hepsi birer mitolojidir. Efes'teki Artemis tapınağını
yakan Herostratos nedeni sorulduğunda yüzyıllara adımın kalmasını istediğim için
yaktım demiştir. Bu da insan ruhunun ne
dramatik bir yapı barındırabileceğine iyi bir örnektir. Timur, Ankara savaşını
yitirerek, esir düşen Yıldırım'ın sırtına basarak atına binermiş, Yıldırım
Beyazıt'ı, kale komutanı olan Doğan Bey'e atıyla gece karanlığında düşman
içinden geçerek 'Bre Doğan, bre Doğan' diye seslenen bahadır olarak
tanıyan bizler için, trajik bir durum, ama işte bu bizim güç ve kibirin,
yiğitlik ve cesaretin de yenilgiye uğrayabileceğini düşünmemize yol açan ve
belki de barış duyularımızı alabildiğine körükleyen bir ayladır artık. Tarih
kitaplarında Yıldırım'ın at üzerinde görkemli bir resmi vardır, o kitap
çocukluğumun büyüleyici bir anısı olarak kırk yıldır yanımda duruyor. Mitoloji
işte böyle bir şeydir, bizi tutsak edip besleyen olağanüstü gerçeklikler...
Konuyu uzatmadan, kitap adı olarak seçtiğim Andromak sözcüğüne
ilişkin söyleyebileceğim ise şunlardır; bilindiği gibi Andromak, Fransız
trajedi yazarı Racine'in yapıtının da adıdır. Mitolojik anlamda ki açını, Troya
savaşının talihsizi kahraman Hektor'un karısı olmasıdır ve onun kardeşi, bir
delphoist ve Truva atının tuzak olduğunu sezen Kassandra denli bahtsızdır.
Büyük bir felaketle sonuçlanan savaşta Andromak, her acıyı tadar, çocuğunu,
eşini ve tüm yakınlarını yitirir. Euripides'in trajedisine göre de, Hektor'u
öldüren Aşil'in oğlu Neoptelemos'un tutsağı olarak anayurdundan ayrılır ve
hiçliğe dönüşen yaşamıyla birlikte, yurtsamanın yarattığı boşluk tüm vücudunu
kapladığında, yazık ki ruhu da son iç çekiş köyüne ulaşır. Bundan büyük bir acı
var mıdır.
Son olarak çocukluğumdan kalma bir anı olarak, Ezop'un Androkles
adlı kısacık masalında geçen dramatik bir olayla bu meseli kapatalım, kıssada
bir erkek ve bir köledir Androkles, bir gün zincirlerinden boşanıp, kaçmayı
başarır ve ormanda dolaşırkan ayağına diken batttığı için inleyen, yaralı bir
aslanla karşılaşır. Dikeni aslanın ayağından çıkarmak cesaretini göstererek
yoluna devam eder. Bir zaman sonra yakalanan ve kolezyumda aslanlara yem olmak
üzere sırasını bekleyen Androkles, aslanın kafesten salınıp ortaya çıkmasıyla;
onunla yüzyüze gelir ve sezarla birlikte binlerce kişinin şaşkın bakışları
arasında yaklaşan aslan, ayakları dibine uzanarak, mırıltıyla Androkles'e
sürünür. Çünkü o; ormanda Androkles'in, ayağından dikeni çekip çıkardığı
aslandır. Bu konuda geçmişimden gelen bilit ve anım budur ve böylelikle
mitoloji zamandaki yolculuğunu durduraksız sürdürür, mesel ve kıssalarla bir
öğretiye dönüşerek, düşüncelerimizi eğitir ve düşlerimizi de avutur durur...
&
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
*
SEVDAÇEKEN
Maral bakışlı bir düş geçiyor
acılardan diyorum ben
ağır metaller gibi, uzaysı sevi
ve ah ki bakılışı güzel
reyhansı tözden ve süzülen,
bir Sümer koku,
arzunun karanlık nesnesinden
Alkeion ki doğrulur korulardan,
bir masal geçiyor burada,
bir taç yaprağı
leylak büklümlü, bir kara yoru,
ırmak bir peri geçiyor
ölümlerden diyorum ben.
********************************************************************************************************************************************************************
*************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
*
İZSÜREN
I
İnsanı yaşamı boyunca izleyen nenler (şeyler, eşyalar, nesneler demekmiş)
vardır. Örneğin çocukluğumuzdan beri yanımızdan ayırmadığımız, fotoğraflar,
albümler, belki oyuncaklar, kaseler, rozetler, çalar saatler.vb. Çocukluğumdan
kalma küçük bir çini vazom var, kırıldı yapıştırdım hala duruyor. Bir minik
kilimim, bir kaç kitabım, demirci olan babamdan kalma süngüm, ne yazık ki büyük
kardeşlerim onu aldı ve bir iki defterim var. Çok daha ilginç nesnevi andaçlara
sahip olan insanlarla karşılaşmışızdır. Anlatmak istediğim, geçmişimiz bizi bir
gölge gibi sürekli izler ve biz onun gölgesinden çıkmaya çalışırız, bazen bu
korkunç bir sonla noktalanır, bazende yeni ufuklar açar. Geçmişimizden kopmak
hiç bir zaman benimseyemeyeceğimiz bir durumdur, nostalji, yurtsama olarak
çevrimlenen bu sözcük, geçmişimizden kopmanın sakıncalarını içeren
patolojik-sosyal bir deyimdir. Yurtsama, yurdundan, yerinden ocağından olmuş
insanların geri dönüş özlemini dile getiren zarif bir sözcüktür aslında. Ama
insanlık tarihi geçmişe bağlanmakla, geleceğe koşmak arasındaki kavgaların
tarihidir. Bunun hangisi doğrudur, geçmişe bağlanıp kalmakta pek kabullenilir
yanı olmayan bir durumdur, Heraklit 'panta rei' herşey akar demiş, yani siz
istediğiniz kadar geçmişten kopmak istemeyin, gün olur devran dönecek, bahar
gelecek, yağmurlar yağacak, buzullar eriyecek, insanlar ölecek, Napolyonlar
gidecek, Vezüvler patlayacak, Nil taşacak, Zeus yerini yeni tanrılara bırakacak
ve zaman geçip giderken insanlık yıldızlara doğru yeni serüvenlerin peşinde
koşacaktır. Bu konu da bitip tükenmeyen bir çeşitlilikte sürüp gidecektir.
Öyleyse asıl söylemek istediğim açıya gelmek en doğrusu olacağından, düşüncenin
okyanuslarında kulaç atmaya bir son verelim, çünkü Magellan gibi başladığımız
noktaya dönmekten başka bir noktürne yolaçmayabilir. Söylemek istediğim şu,
eşyalar nesneler derken bir de yazına gönül verip gönlünü edebi yapıtlarla
oyalayıp besleyen ademoğullarının peşini bırakmayan şiirlerde vardır dünyada...
Yine çocukluğumda bir gece
(inanın) dolunayın altında susa yolunda geziniyorduk, herkes bir şarkı, şiir ya
da türkü okuyacaktı, kısa keseyim bizden yaşça büyük yakınımız, ilerdeki üzüm
bağlarının hayaletlere dönüştüğü ürpertiler altında uzunca bir şiir okudu,
densizliğim yarar ve zarar noktasında hep eşitlik sağladığından olsa gerek bunu
sen mi yazdın dedim, bana karanlıkta görünmeyen, ama sesinin tonuna Gökler
Hakimi Gordon'muşçasına bir eda veren tonda, aşkla, ben yazdım dedi. Aradan
yıllar geçti o şiiri unutmadım, ta ki Lise II (sanırım) edebiyat kitaplarında
günün birinde Annabel Lee şiiriyle karşılaşana kadar. M.C. Anday çevirisi
E.A.Poe'ye ait o şiir onun kadar yıllarca benimde peşimi bırakmadı böylelikle.
Şimdi ona kızmıyorum, şaşırmıyorum, çünkü insanoğlu yaşamda hep güzelin peşinde
koşuyor, hep güzele sahip olmak istiyor, bazen bu yolda ( en çirkin ve vahşice
olanıda göze alıp, tersinerek) elini kana buluyor, bazende genlerinde saklı
vahşet güdüsü gibi, en az onun kadar genlerinde saklı bir estet ve zerafet
duygusuyla, sahip olmanın içgüdüsüne yenik düşerek cennetsi bir yalana
başvuruyor, hiç bir yararı, hatta yitimi olabileceği halde, çekinmiyor ve
günahsızca 'o benim' diyor. Şimdi ben o yalancıyı anlıyorum, o güzele ulaşmak,
ondan ayrılmak istemeyen, hep onu özleyen, naif, bu yolda kendi dürtülerine
bile yenik düşen öpülesi biriydi... Onun öldüğünü duydum, son yıllarında köyüne
dönmüş ve ancak köylülerin üzerine yakışan bir yoksulluk içinde, 'Gönlümüzde
hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, işte
geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri' diyerek, bu dünyada Annabel Lee'nin
lirik tınısına gönül vermiş, ama yaşayıp yaşamadığını kimselerin bilmediği bir
alınyazısıyla geçip gitmişti. Dilerim öbür dünyada Annabel Lee'nin içleri yakan
terennümü kulaklarında çınlıyordur. Peşimi bırakmayan başka şiirler, şairler
elbette vardır, bir kere şair diyorsanız o insanı seveceksiniz, en kötü şiir
yazan insanların bile karıncayı incitme konusunda gözyaşı dökebildiklerine
tanık olmuşumdur. Kim ki şiirin peşinde koşuyor, katilde olsa, mutfaktan
çıkmayan saçını süpürge etmiş annede olsa, kanalizasyonda çalışan işçide olsa,
zaten göklerde yüzen pilotda olsa siz siz olun onu anlamaya çalışın. Çünkü
sonsuz barış ve sevgiye ulaşmak istiyoruz, ama paranın padişahlığı, mülkiyetin
kırbaç izleri, mayınlarla belirlenmiş sınırlar ve gözlerimizin arkasına, kafatasımızın
içlerine kadar uzanmış tel örgüler, ölü sayısıyla çarpımlanmış zincirler,
dikenli teller ve madalyalarla, övgülere boğulmuş, prangalar, gelenekler
bizleri birbirimizden ayırıyor. Ama şiir kendi başına bu ıssız, karanlık, kanla
yıkanmış yolda bıkmak usanmak bilmeden ışığını yaymayı da sürdürüyor.
"İnsanlığın tüm günlerinden bir
gündü / yaratma gücü olanın, zamanın / o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken /
Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı,
/ zaman görünmezliklerle geçerken /
ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor, / dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar, /
öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu. / Tıpkı benim gibi, tan
atımından karanlıklara doğru / evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü / gecenin
derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi,
/ Kartaca'nın ruh göçü, cennet,
cehennem, göksel karmaşalar. / Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik,
dirimle cesaret ver / Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu
gün."
II
İnsanı yaşamı boyunca izleyen sanata ilişkin objeler, ötesi şiirler
vardır demiştik. İşte çocukluğumda Annabel Lee'nin her insanın genlerinde
bulunan güzeli ayırt yetisinin etkisiyle unutamamış olmam bir yana sonraları
aynı etkilenimler çeşitli dolayımlarla sürüp gitti. Yaşar Kemal'in İnce
Memed'indeki Seyran karakteri ve oradaki betimler sonsuz şiirsellikler ve
estetik duygusunun geri dönülmez biçimde benliğimde yer etmesine neden olmuştur
diyebilirim. Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu adlı yapıtındaki Esmeralda
kişiliğide aynı etkiyi perçinlemiş, aile içinden birinin arkadaşının yazdığını
sandığım Andorra şiiride (şairi kimbilir nerelerdedir) sıkça okunup yinelendiği
için benzer etkiyi uyandırmıştır.
Böylelikle şiir, sanat, hümanizm yavaş yavaş yaşamımda belirgin
bir boyuta ulaşmış ve gelecekteki sezgi gücünü belirleme yolunda alt yapısını
kurmuştur gözüyle bakabiliriz olup bitenlere... Yirmili yaşlara yakın Nazım'ın
küçücük bir kitabının elimde dolaştığını anımsıyorum, o zaman onun amansız
gücünün ayırdına pek varamadım, sonraları etkisi korkunç oldu, yıllarca ondan
daha iyi şiir yazılamayacağını düşündüm, bunun asıl nedeni başka diyarlar ve
başka coğrafyaların güzelim şairleriyle karşılaşmamızın gecikmesidir. Nazım'ın
Masalların Masalı şiiri evrenin zaman için de akıp giden bir uçsuz bucaksızlık
olduğunu, her canlı ölümü tadacaktır düşüncesinin altında, her ölüm yeni bir
yaşamdır (yeni bir başlangıçtır) tümcesinin barındığını anlamama yardımcı olan,
felsefi, iç konuşmalar gibi sürüp giden bir terennümdü doğrusu.
ıÜüMasalların Masalı
"Su başında durmuşuz / çınarla ben. Suda suretimiz çıkıyor / çınarla benim. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınarla bana. / Su başında durmuşuz / çınarla ben, bir de
kedi. / Suda suretimiz çıkıyor / çınarla benim, bir de kedinin. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, bir de
kediye. / ıÜüSu başında durmuşuz / çınar, ben, kedi, bir de / güneş. / Suda suretimiz çıkıyor / çınarın, benim, kedinin,
bir de güneşin. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, kediye, bir de güneşe./ Su başında durmuşuz / çınar, ben, kedi, güneş,
bir de ömrümüz./ ıÜüSuda suretimiz çıkıyor / çınarın, benim, kedinin,
güneşin, bir de ömrümüzün. / Suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, / kediye, güneşe, bir de ömrümüze. / Su başında durmuşuz. / Önce kedi gidecek / kaybolacak suda sureti./ ıÜüSonra ben gideceğim / kaybolacak suda suretim / Sonra çınar gidecek / kaybolacak suda sureti. / Sonra su gidecek / güneş kalacak, / Sonra o da gidecek./ Su başında durmuşuz / Su serin / Çınar ulu / ıÜüBen şiir yazıyorum / Kedi uyukluyor / Güneş sıcak / Çok şükür yaşıyoruz / Suyun şavkı vuruyor bize / Çınara, bana, kediye,
güneşe, bir de ömrümüze."
Şiir
anlatılmaz derler doğrudur, ama çağımızda artık şiiri anlatan şiirler bile
yazıldığına göre, aforizmaların Engizisyon yargıçlarının dilinde kaldığını
düşünsek iyi yapmış oluruz sanıyorum. İnsanı etkileyen şairler o kadar çoktur
ki, Edip Cansever'in, Çağrılmayan Yakup, Sezai Karakoç'un Taha'nın Gül Muştusu,
Ece Ayhan'ın zaten uzun bir şiir kısalığındaki tüm şiirleri, İlhan Berk'in, Ölü
Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek, Dağlarca'dan Uzaklarla Giyinmek, ve
Asaf Halet, Yahya Kemal, unuttuğumuz nice dokumacılar, gül dokumacıları
öylesine çoktur ki saymakla bitmez ve yaşam onlarla güzeldir. Bakın şiir sanatı
için Kavafis ne demiş.
Kommageneli Ozan Iason Kleander'in
Üzüntüsü
ıÜü"Bedenimin ve yüzümün
yaşlanması / korkunç bir hançerin yarası – / dayanılır gibi değil./ Sana dönüyorum, ey Şiir
Sanatı, / merhemlerden az çok anlayan, / düşlerle, / sözcüklerle avutmasını bilen./ ıÜüKorkunç bir hançerin yarası./ Getir merhemlerini, ey Şiir Sanatı, / hiç değilse bir süre sızıları
dindiren "
Şimdi bu konu bitmez diyelim, öyleyse bir sürü açımlamalarla sözü
dolandıracağınıza, iyi bir şiir sunup, ayinesi iştir sözüne kulak vererek,
mesel'e son vermek kanımca en güzeli sayılacaktır. Büyük romanlar yazmış Nikos
Kazancakis'in doğaya övgü diye nitelendirebileceğimiz, arıların konaklayıp,
kelebeklerin gezdiği bir gezegenden sizlere yöneleıÜün bir serenat; ayışığı yoldaşınız, güneşte kardeşiniz olsun.
Güzelde olsa bir şiiri okuyacak zamanım yok ki demeyin, zamanın da an gelir
sizin için "zamanı" olmayabilir.
Tırmanış
ıÜüNe büyük mutluluk dağın
kutsal yalnızlığına tırmanmak /tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından
hızla dizlerine, beline /yükseldiğini, /oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / ve aklının köklerini
yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden /
aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, / ve tırmandıkça heryerde
Tanrı'nın soluduğunu, / yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü,/ çalı çırpıyı ve taşları
tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında
kuş sesleri yankılansa bile / ıÜüne bir canlıya, ne de
bir kuş kanadına rastlamak havada./ Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın
sırtında kılıçtan keskin, / başın
ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska / altın ve gümüşten,
göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın
hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / ıÜüveda etmek erdemli
yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı /
genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde
güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı / verircesine / ve senin kanlı ayak
izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir
güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / ıÜüEy yalnız insan,
bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez / bastığı yere, / sen ki her türlü
ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de
insanın ayak izleri döndürür / seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, /
bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar
aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle,
tazılarla, uçan oklarla./ ıÜüŞafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da
karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların
çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu / ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler
boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında
durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis
içinde alacakaranlık çöktü." &
******************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
ULUS FATİH
*
HLADİK SENDROMU
Arjantinli Jorge Luis Borges'in bir öyküsünde yaşam boyu büyük
yapıtını bir türlü yazamamış Jaromir Hladik adlı bir oyun yazarı, Nazilerin
eline düşer ve büyük yapıtını hücresinde yazma hayaline kapılır, yazarda ama,
sonperdeyi yazacak süreyi bulamaz çünkü ölüm vakti gelmiştir, avluya çıkarılır
ve tam ölüme giderken oyunun son perdesini zihninde yazarak bitirir. Mutlu
ölmüştür. Ama şu an tüylerinizin ürperebileceğini düşünüyorum, bir insan o en
büyük arzusunu zihninde kendisiyle paylaşarak mı ölüp gitmelidir. Hladik trajik
bir olayın kahramanı olmaktan ileri gidemeyen kadersizler kadersizi biridir. Bu
nedenle en büyük yapıtını yazamayan, üretemeyen, yazacak bir konu bulamayan,
kısır ya da umarsız sanatçıların bu durumuna Hladik Sendromu adını vermekte bir
sakınca yoktur sanırım.
Buradan başka ve asıl konumuza gelelim, yazamamak, yazacak bir
konu bulamamak, konu yok diyebilmek... Bir yazar ya da sanatçı eğer konu
yokluğundan, yazamamaktan, üretememekten söz ediyorsa, bilin ki o bir yazar
değildir, belki hevesli olabilir ama sonuçta yazınsal açımı, gücü onu sıradan bir ademoğlu olmaktan kurtaramaz
sanırım. Adorno'nun, Auschwitz'den sonra sanat yapılamaz, söz bitmiştir diye
bir aforizması var, olanlar, kendisini o denli etkiliyor ki sanatın günaha
ortak olmaktan başka hiç bir işe yaramadığını düşünüyor, bakın işte zaten
sanatda bunu anlatmaya çalışan bir araçtır, çünkü sanat ne yaparsak yapalım kan
ve gözyaşından kurtulamıyoruz demenin "Arapça'sıdır." Demek ki söz
bitmez, yazacak şeylerin ucu bucağı yoktur, ama yalnızca teması, iletisi hep
aynı kapıya çıkar onun, savaştaki, burada Tanrı'yı göremedim anne der, maden
kuyusundaki cehennemim grizu oldu kardeşlerim diye çağırır, gurbette ki,
anavatanım senden ayrı kalınca anladım seni diye haykırır, çalışan çocuk
yaşlılığım da böylemi olacak diye gözyaşı döker ve tüm insanlık, mutluluk;
acılarla dolu yolculukta gelip geçtiğimiz duraklardır diye ağlar durur. İsa
bile Tanrı'sına 'Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız karanlıklar
ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim' demiştir. Ama bu bir
paradokstur, insanoğlunun yakarısı
aslında kendisine olmalıdır, düşünceyi ve karşıtların kıvılcımıyla; ufukları
aydınlatan yıldırımı bağışlayan Tanrı, daha ne yapsın.
Konumuza, yazamamak, üretememek sorununa dönersek, Aziz Paul,
'Göğün altında yeni bir şey yoktur' demiş, İranlı Baba Mukaddem 'İnsan ölü
sözlerinden geviş getiren hayvandır' diyor. Yazdıklarımız, yazacaklarımız,
gerçekten hiç bir zaman yeni şeyler değildir, dile gelen yeni bir anlatım
biçimidir, yeni bir biçemdir olsa olsa, siz ona yeni bir 'dağdağa' bile
diyebilirsiniz. Ayrıca hiç bir şey dünyada bir tansık sayılmamalıdır, bizim
düşünsel ufkumuza durgunluk veren şiir bile bir alıntıdan ibarettir. Usun
derinliklerinden, bilincin karanlık uçurumları, kara dehlizlerinden çekip
çıkarabilene aşkolsun diyelim o kadar. Şimdi anımsayamadım adını ama bir bilim
adamı, biz bir şey bulmuyoruz, varolanı ortaya çıkarıyoruz yalnızca diyordu.
Yakında bilgisayar, sanal bilge, ya da robotlar öyle şiir veya bulgular yazıp
ortaya koyacak ki, insan atıl bir doğal makineye dönüşecek ve kavgaya gürültüye
yer kalmadan -belki de- kendi kendine yok olup gidecek. Geriyede, birbirinizi
ne öldürüyorsunuz, biraz sabredin zaten öleceksiniz diyenlerin hoş; ve ama boş
sadası kalacak!..
Yine yazamamak konusunda bir anekdot, Bir İtalyan yazarın
öykülerinden birinde (yoksa bir film miydi) konu sıkıntısı çeken senaryo
yazarı, içine düştüğü bunalımdan olsa gerek baş parmağını (Tanrı parmağı
denirmiş buna, kavramaya ve üretip yaratmaya yol açtığı için, denedim de o
olmadan, gerçekten dört parmağımız pek işe yaramıyor) kalemtıraşının içine
sokmuş, imayı düşünüyorsunuz değil mi, beyin parmağa, parmak kaleme ilettiği
için düşünceyi, adam çare arıyor ama fantastik bir çıldırıya kapılmak yaptığı...
Sonuçta, bavul dersiniz, geziler, çocukluk, uzun yollar, sıkıntı (taşımak), hiç
gezmemiş olmak kapanmak yani, ya da ipin ucunu kaçırmak, Jules Verne gibi uzaya
gitmeye kadar açın üretebilirsiniz bu konuda, şaka dersiniz, Milan Kundera'nın
romanından başlar, bir şakanın yolaçtığı seri cinayetler ya da kan
davasına kadar uzanırsınız, lâğımlar
anası deseniz bile, Bilge Karasu'nun kitabından tarihteki kanalizasyon
sorununa, Romalılardan, Ostrogotlara, Azteklerden, Göktürklere kadar konuyu
uzatabilirsiniz, olmadı gerçekten yazamamanın sıkıntısını ömür boyu bunun her
seferinde değişen kimi zaman haklı, kimi zaman gülünç, kimi zaman ürkütücü
gerekçeleriyle doldurursunuz yaşamınızı. Çünkü bazen yazmak benim için
yaşamaktır diyen yazarlarımızda çıkmıyor değil. Belki haklıdırlar, hareketin en
basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünceymiş, en basit olanın
verisiyle, en gelişmiş olanın vargısına ulaşabilmek hepimiz için bir albenisi
olsa gerektir.
Son bir anekdotla konumuzu kapatalım: 16. Lui, Fransız
Devrimi'nden (1789) bir gün önce, günlüğüne 'Yazacak değerde bir şey yok' diye
not düşmüş, ertesi gün devrim oluyor ve kendisini paradaki resminden tanıyan
muhafızlarca (Varennes'te) yakalanarak giyotine boynunu uzatmak zorunda
kalıyor. III. Ahmet sanırım, oda çağdaşı sayılır Lui'nin, bir gün vakanüvise ne
yazdın bugün diyor, vakanüvis yazacak değerde bir şey bulamadım diyor, III
Ahmet yakındaki mızrağı vakanüvise fırlatarak yaralıyor ve 'Bunu yaz' diyor.
Diyorum ki sizin yapacağınız işi başkalarına yaptırıyorsanız (ya da sizin de
yapmanız gereken bir şeyi diyelim), özürünüz kabahatinizden daima daha büyük
olacaktır. Siz siz olun, diyelim ki bir angaryayı yaparken ya da yaptırırken,
görü, bili ve duyunuzu açık tutun ve ne III. Ahmet gibi, ne de vakanüvis gibi
olun, 16. Lui gibi olmak bu durumda daha iyi sanırım, Marks, ulusların kendi kaderini tayin etme
hakkından sözaçar, kişilerde kendi kaderini belirleme hakkını yaşayıp öğrenmeli
derim...
Tarih birinin diğerini mızrakla dürttüğü 'kişilerden' pek söz etmiyor,
ama başını giyotine uzatabilen 'kişilerden' çok sözediyor... &