17 Haziran 2020 Çarşamba

MARGARET


MARGARET
'Małgorzata Majerczyk için...'
Sen benim düşlerimsin. Katowiçe kontesi. Zakopane'nin meleği. Mavi kanın prensesi!..
Ah, söylemeyi unuttum, bir ressam o. Tanrı sözü israf etmeyin diyor, bu tanrının kusuruysa, benimde heyecanımdır.
Margaret, güzeller güzeli, vicdanımın yüreği. Sen uzaklardasın, yaşam bu, her olasılığa hazır olmak aşkın öncül ilkesidir belki!.. Bilinmez, belki bir gün kavuşabiliriz, belki de denizler, dağlar yasımızı tutar. Ama aramızdaki titreşim diyor ki, onun varlığı yeter!..
Margaret, bir balerin inceliğindesin, ressamların en güzeli... Operaların, en tiz, en derin sesi. Biliyor musun, Tosca'yı izlerken uyumuştum ben, çocuk yaşta, arkalardan bir melek suflörlük yapıyordu, dedi ki, üzülme, alışırsın!...
Gecede öyle güzelsin ki, öyle seviyorum ki incileyin bedenini, bağdaşıksız belki ama, bir Siyu'nun ruhu var sende, kararlı, arzu dolu, bir öz güven sarmalıyla, umudun harmanlandığı bahçede, çiçeklerin arasında, kızıl bir zambaksın gerçekte.
Margaret, seni her düşlediğim de, uykularım kaçıyor.. Irmaklar gürültüyle akıyor, atlılar yıldızlara kıvılcımlar saçıyor, kuşlar ufukları aşıyor, pembe bulutlar göz yaşlarıyla üzerimize yağıyor ve sen gecede bana doğru koşuyor, kalbimi kucaklıyorsun.
Sanrılar, umutlarıma karışıyor ve senin belirsiz, gölgelerle dolu suretin içinden, Tanrı süzülerek çıkıyor ve gözlerim görmez olup, kulaklarım duymazken, son iç çekiş vadisine ulaşıyor ve alevlerin arasından, aşkın ve güzelliğin dünyasına ve yaratılmışların büyük hülyasına, İrem Bağı'na, dünya renklerinin özlemiyle buluştuğu, bir cennet çavlanına kavuşuyoruz.
Şimdi uyumaktasın ve bakışların, derin uykuların şarkısını söyler masallardır demiştim sana ve gülümsemiştin, bir gül bahçesinden havalanan kelebeğin neşesiyle...
Ama bu evrende, gerçekler mi düş, düşler mi gerçek, hiç bir zaman bilemeyeceğiz Margaret, ne geçmişte, ne de gelecekte...
Ah resimlerin, işte düşler gerçektir demiştim sana, evet düşler, tarzını değiştirme diye haykırıyorum, tuvallerdeki buğulu havaya, Heisenberg'in belirsizlik ülkesinde, onun can alıcı gölgesinde, özleyen dudaklarla, hümanik, nitelikli şeyler yapıyorsun ve yüreğinin çizgisini sürdürmelisin, henüz pek erken, bu yolu Araf'ın yolu saymalısın diyorum.
Güvençli ruhun, varlığını kanıtlasın ve bir gün varyantlara dalmalısın. Erken değişim kozmosda, ölü doğan kuş gibidir. Margaret, sen bakılışı güzel, bir yıldızın içindesin, dirimcil hücrelerin sevdasına, kızgın, körpe heyecanına yenilmemelisin.
Bu yıldızlar maratonu, kötücül olanla, parodiye kaçanların, düşlerinde uyuya kaldığı masallardır. Bilirsin...
Derler ki, Mozart biraz barok, bir tutam da rokokodur ama Beethoven dünyaya sağır, gotik bir cehennem ve tutkularıyla Venüs'den inen, alev dolu bir katedraldir. Sanat tutkunun yolculuğudur Margaret, bir başarı öyküsü değil.
Bir yazılımdır belki de şu dünyamız, belki de bir matriks, 'döl yatağı', önemi yok, varlık neyi amaçlıyorsa, dünya odur belki de, belki de biyolojik robotlardık biz ve nöbeti siborglara bırakıyoruz. Belki de onun için, hem yüzüyor ve hem ağlıyoruz.
Şimdi sen uyumaktasın Margaret, ama dünya belki de bir halloween provasıdır, belki İsa'ya ilk taşı atıyorlardır bir yerlerde, belki Habil'e karşı sürgit utkular kazanan Kabil, Taç'ını giyer giymez yeniliyordur da bilemeyiz. Adı sonsuz bir virüse!.. Oğlunu çarmıha geren babamız, belki düşünceler içindedir. Bilinmez, yaratılmışlar düşünce aşamasına, belki de bir türlü geçememiştir.
Margaret, arzunun karanlık nesnesi geceyi tetikliyor, ant verdiğim gibi ağzımdan nice sözler dökülüyor, senin -gül goncanı- öpücüklere boğuyorum ben. Bir idealin rüzgarında, uçuşan desenlerinle, İncil'imsi bir dünyan var, kusursuz bir mozaiksin sen, tanrının sevdalanacağı, bir ölümlünün kalbini çalacağı melekler gibisin. Yer insanlarına coşkular bağışlayan bir müsekkinsin. Sen büyüleyicisin Margaret....
Dramatik bir müzik ve depresif ruhumun koridorlarında göz yaşı döküyorum, yaşama ağlıyorum Margaret, ulaşıldıkça ulaşılmaz olan bir evrenin içindeyiz ne yazık ki diyorum...
Senin belirsizliğin içinde yüzen bir bulut gibiyim. Konuşmalarımız bir rüya benim için. Kendimi unutabilirim. Bilinir mi, bir düş ya da bir beklentinin tanrı katında yüzleşme anıdır belki de bu. Çok şeyler haykırabilirim ama bilinmeli ki bu dizginsiz bir tutku, tıpkı resim gibi, müzik gibi.
Margaret, aşkta bir sanattır belki...
Pygmalion'un öyküsü.benimki. Düşlerimde yarattığım, onun hayaletine aşık olduğum. Düşlerinin tapılacak kadınına aşkın ayetlerini fısıldayan adam, pejmürde, çaresiz ve kendi dünyasının Mecnun'udur o... Şaşkınlığıma şaşırmayınız. Evet sizi seviyorum ve biliyorum ki bu bir düş.
Horkheimer diyor ki, aşkın sözleri salt kitapları süslemek için vardır.
Margaret bir kerecik bu kuralı bozmayı denesene, ne olur, uyuyan güzeli öpüyorum ben ve sarılıyorum bedenine. Çünkü o bir insan ve narin bir ceylan ve belki de aşka aşık bir canan.
Margaret, sevinçler içindeyim ve bugün bana uyku yok.
Platon'un tanrıçasını seviyorum gerçekte, iyi geceler der sevenler birbirine, tan sökümünde, iyi geceler, ama gece bir türlü bitmez Margaret, lütfen uyu, ressamların en güzeli, kederli ruhumun iyilik meleği...
...
'Harika bir yeni arkadaş, küçük beden ve duygulu bir kalp. Zakopane' deki stüdyosunda günlük olarak 180 X180 cm ile uğraşır, bu kentte yaratılan büyük ressamların varisi ve şimdiki büyücülerin öncülerinden, izlediği yol kendi tarafından ve tam bir düşlemle seçilmiş, gece gündüz gözlemci, duygular bağışlayan ve zamanın yorumcusu. Mavi, sarı, kırmızı dünyası, her zaman siyaha egemen ve onun hülyalı tonlarıyla güzel. Acı, umutsuzluk, korku ve sevincin karnavalı, umutla ortaya çıkan. Duvarlarınızda ki yerini hazırlayın, Margaret'i dünyanıza çağırın, dünyalar buluşacak ve sizi mutlu edecektir. Çünkü içinde insanlık ve bitimsiz gerçeklik var. Margaret, dünyasıyla paha biçilmez bir mücevher...'
Pożegnanie Margaret, sabah oldu ne yazık ki...
Gün doğdu, yine geceyi yarılar, yine konuşuruz belki...
Gün ışığında bedenimizi görebiliriz, karanlığın ışıltısındaysa ruhumuzu!...
Hoşçakal...

12 Haziran 2020 Cuma

SOPHİE


SOPHİE

Aşkın ölümümdür. Çok kışkırtıcısın, kendi ölümüme doğru sürükleniyorum günden güne, etimiz ekmek, kanımız şarap olsun diye, karanlık duygular içindeyim Sophie...

Her gece sana dualarımla sahip olmak istiyorum, tan sökümünde, politize bedeninizde istavrozlar çıkarmak, Tudor hanedanından kurtulup, Elizabeth'lere kavuşmak, giyotine uzanmış bir başın, gönüller içindeki Yahyası olmak, umutsuz ruhlar için nasılda doyurucu...

Yüce Sophie... Sen anemonlar azizesi, vulvanın bütün kıyılarında dolaşmak, benliğimin karanlıklarına savrulmak, uçsuz bucaksız dehlizlerini arşınlayıp, azgın denizlerinde var olmak ve bir kuş ölüsü gibi sahillere vurmak, buz tutmuş ırmaklarını yerle bir edip, karlar altında ki kanallarını paramparça ederek, ateş cehennemleriyle tanışmak, volkanlarından göklere tırmanarak, şol cennetinin kapılarına ulaşmak istiyorum.

Sophie, biliyorum ki, senin düşsel varlığında ben bir hiçim.

Bütün yurtluklarına varmak. ülkelerini adımlamak, sularında yunup, toprağında uyuyarak, gece yarılarında parıldayan zümrüt gözlerinin ışığında yitip gitmek istiyorum ben. Düşlerin korularından, imgenin ormanlarından sakın uzaklaşma, ne olur dumanlara, buğulara karışma, puslu sabahımın göz gözü görmeyen sisleri arasında, sakın kaybolma Sophie...

Sonsuza dek sürmelidir bu nar çiçeği, bu kan kızılı tören!.. Kap kacağın ve bronz aynan yanında mı, gecede ilahi gövdenin kutsanmış sızıları adına, tanrının bağışladığı, şu kılıç suyunun tadına bakmalısın, kuşatılmış yamaçlarında, uykulu sabahlara uyanmalısın, kutsal birlikteliğimiz adına, çarmıhtakinin acıları adına, canhıraş iniltilerle göklere tırmanarak, sonsuza dek var olmalısın.

Ey başlangıçtan bu yana, ehramın kasırgaları adına, yeryüzünü tavaf eden Sophie, bilip bildiririm ki ve tanrına buyurmalısın ki; bu dayanılmaz tansımalar, kutsal doyumsuzluklar ve salt çıldırtıcı şu seyrimeler için mi yarattın bizi!..

Ey, el Gühel ecesi, umarsız ruhlara, dünya komşuluğunu bağışlayan, meleklerin azizesi, varlığıyla ayı küstüren gözlerin, yedi kıratlık elmasın ve mercan süslerinden döl yatağın yanında mı... Senin için deli oluyorum ben. Gümrah göğüslerinin sütü ölümsüzlük nektarıdır. Yalvarıyorum, ey ruhumun yatıştırıcısı, Bel'am'ın belalısı, kale kapılarından savrul da gel,

Gecede zincirlerimden boşanmak üzereyim Sophie... Binbir gece masallarının güllerini koynuna doldur da gel, gecede altın anahtarım kilidinde şıkırdıyor, deli olmak için delin olmam gerekirdi, işte böyle Sophie!..

Sen uzaklaştıkça içime gömülen bir hayaletsin, rabbini bilen Samiri'nin tutsağı, yittikçe tinimde çoğalır bir meleksin Sophie...

Sen kalplerde yeşeren o eşsiz yonca, düşlerde serpilen bir gül-ü goncasın...

O Süveyş ötesinden yanıma geldi ve mavi denizinde, azgın dalgalarla boğuştuğumu ve nasıl çırpındığımı ve bir horozun dünya renkleriyle dolu, dilberim tüylerinin nasıl savrulduğunu da gördü..

Ah, Sophiem'in vulvasında uyuyacak bir kiklop varsa o benim, kızıl bir fener gibi yanıp sönen gözlerinde, günahlardan arınmak için bir rahip aranıyorsa o benim.

Ve o gün geldiğinde, demeliyim ki ona, günah çıkarmamız için önce günaha girmemiz gerekir. Yatıştırıcı ay ve yıldızların şapelinde, hınçla, coşumla, bir yanardağın volkanıyla, meleğimin bekareti kutsal suyla ovulacak, tanrının kamçısı ılık tenini okşayacak ve ant veririm ki, büyülü gövdesi, meltem rüzgarlarının esintisinde, o doyumsuz cennetine kavuşacaktır.

Sophie inliyor, seyriyor ve gümüş kanatlı sözlerle, dualar sayıklıyordur şimdi düşlerinde ve mut dolu gecede, gözyaşlarıyla el ele, uzak, güneş yağmurlarıyla dolu bir ülkeye doğru gitmektedir, ölümsüzlüğün ve sonsuzluğun, yalnızca düşlerde yaşattığı o tatlı anılarla...

Sophie uyumakta...

Altın anahtarımın musikisiyle, şimdi baygın ve kemanımın yayı onun içlerinde gidip geldikçe, bedeni kımıldıyor ve yıldızların karanlığında dehlizini arıyor ve duvarlarını tuz buz edip, yakıp yıkıyor... Sen cennetinde uyu Sophie, ben senin iç çekişlerine çalışıyorum.

Bugün tanrının bağışlarında ne var Sophie, senin gözlerin zümrüt yeşili, kirpiklerin ela ve tümülüsündeki çayırlar mavidir. Göğsünün minik tepecikleri safran... Ve biliyor musun ki, hiç bir mutant, senin adını bilmiyor, hiç bir siborg senin gördüğünü görmüyor!.. Çünkü o deniz ülkesinde, yalnızca ikimiz yaşamış ve yalnızca ikimiz tek bir bedendik Sophie...

Sen düşlerin, yüksemlerin ve sanımların yeryüzündeki ceylanıydın...

...

Üzerinden bin yıllar geçti bu öykülerin... Odysseus bir adanın ormanına daldı ve bir zaman yargıcının ortağı, dev kikloplarla karşılaştı ve tüm zamanlarda tavşanlar, hep kırmızıydı orada, koruluğun suları yeşil taamındaydı. Göklerde kaknuslar dolaşıyor, apak kar kristalleri, kar bulutlarıyla dur duraksız yamaçlara yağıyordu. Varlıklar uçuşuyordu doğudan batıya, kuzeyden güneye...

Bakir Lilith'in otları, Penolepe'nin kıvır kıvır saçları gibiydi, içinde bıldırcınlar yuva yapmış ve oğlaklar geziniyordu, koyaktan koyağa, kovuktan kovuğa, oyuktan oyuğa, kuşlar uçuşuyor, ortalığa sümbül kokusu yayılıyor, su perileri korularda çığlıklar atarak, ılık güneşin çavlanlarında su dökünüyordu...

Bu gece, düşümde seni gördüm Sophie...

Yelkenlimin direği, senin azgın dalgalarında bir iniyor, bir çıkıyor, bir iniyor, bir çıkıyordu. O kadar uzun süre boğuştum ki dalgalarla, bir an öleceğimi sandım. An geldi, senin denizin birden duruldu, yelkenlinin direği indi, dalgalar delirmiş gibi, bir o yana, bir bu yana savruldu, sonra devinimsiz gök kubbe, sessizce tahtına kuruldu.

Tüm yeryüzü, ıssız, sakin bir İrem Bağı oldu.

Sen, göz alıcı, mücevher gibi kabarcıklar, bembeyaz köpükler arasında uyuyordun. Soluk alıp veriyordun ama ılık yelde, savrulmuş bir yaprak gibi titriyordun. Sanırım kendinden geçmiş, bir divaneye dönmüş, orgazm olmuştun.

Bugün seni Yakup gibi çağırmadım Sophie, düşlerin merdivenine tırmandım ve göklerin yurtluğunda, dört bir yana koşarak, yıldızlarda seni aradım.

Sophie, gün ışığı bedenimizi görmeye yarar, karanlığın ışıltısıysa ruhumuzu...

Şimdi ıslak dilim görkemli yarığını öpücüklere boğuyor ve İncil üstüne ant veririm ki bütün kuyuların günnük gibi kokuyor. Çıldırtıcı ve bir gün beni boğacak olan ve ölümümü bağışlayıp, sunacak olan sevdana meftunum ben Sophie... Geleceğimi görüyorum.

Sen her şeye kadirsin, sen tanrının elçisisin, elini uzat, gölgenle avunamam Sophie, hiç bir şeyin teselliye yetmiyor kara sevdamı...

Biliyorum sen, Zürih'inde hiç bir düşe kapılmadan gideceksin. gerçeklikler çok güçlüdür orada ve yağmurlar da alabildiğine dirimcil. Burada esrikliğin tadına varacak, dehlizlerin ruhunu görecek ve yüreğin kanayacak, sürgit, kanlı sargılarla uyuyacaksın.

Ve tanrının mihnetiyle doyuma varacaksın ve bir kar kelebeğinin düşlerinde olacaksın sürgit...

Geceler boyunca şiir okuyacaklar sana, musikiler duyacaksın, tanrının havarisi sen...

Altın anahtarımın şıkırtısı, Harun'un çalar saati, zamanın bağışı ve Taç'ın sayrılıklarına gönül indiren...

Ey kısır Meryem!..

6 Haziran 2020 Cumartesi

SON YAZILAR / ODYSSEUS

LİHFEN
Sonsuz vampir güneşleri, okyanusun derinlerini aydınlatıyordu. Karanlıkta ayışığı yalpalıyor, sokak aralarında gölgeler dolaşıyordu. Köşeden biri çıktı süzülerek, entarisi parıldıyordu... Meydandaki heykelin oraya kadar yaklaştı ve sütunların arasından çıkarak, Lihfen diye fısıldadım, Lihfen... Gece kuşları gibi ötüşen rüzgar yüzümü yalıyordu. Karanlıkta koluma girdi ve bir türlü gölgesini göremediğim sol kolu, sanki yok gibiydi. Kalabalık gelmeden uzaklaşalım dedi. Sarnıçların, yanıp söner gibi göz aldığı yola girdik. Arnavut kaldırımı sessizliği bozuyor, Lihfen'in takunyası kurt ulumalarını andıran bir melodi gibi, ay ışığına şarkılar söylüyordu.
Epeyce yürüdük ve Brooklyn köprüsünün altındaki mahzenlerde soluklanıp, bizi Boğaziçi'ne uçuracak kanatlı atımıza binmek üzere hipodrom yoluna saptık. Uzaklardaki sahile uzanan yol, uçsuz bucaksız bir okyanusa açılan ışık çubuğu gibi dümdüzdü ve keskin bir kılıç gibi parlıyordu. İlk köşeden sola döndük ve Pegasus'un, Truva Atı'na benzer dehşeti ve gökyüzüne uzanan kanatlarıyla bizi beklediğini gördük. Önce Lihfen'i bindirdim, Likya saraylarını da çınlatan takunyalarını eline verdim ve bana sıkı sıkıya sarılması için onu uyardım ve az sonra pembe parmaklarının belime dolandığını duyumsadım.
At uçmuyor, şahlanarak ve yıldızlı karanlıkları yararak ilerliyordu sanki. Andromeda'da mola verdik, Lihfen mızmızlanarak sızlandı ve buzdan kulaklarıma, bu gece karanlığında yolu neden uzattın dedi. İlk kez simsiyah dudaklarına yapıştım ve o anda dirseğini belime indirdi ve bu minicik ejderhalar ne arıyor ağzında diye bir çığlık attı. Aşağılara doğru baktım ve uçurumların içine bir bir süzülerek döküldü ejderhalar. Yıldızlardan, Lihfen'in üzerine kar yağıyordu.
Bir hayvan barınağında sabahladık. Gece Lihfen'le kanımız birbirine karıştı, onun eti ekmeğimiz, benim kanım şarabımız olsun. Kutup yıldızı geceden beri üzerimizde parıldıyordu, giderek yaklaştı ve ikimizi içine aldı. Halifenin orduları kılıçlarıyla, inanmışları bir kulenin tepesine sürüyor, orada sunağa başını uzatma yarışı içindeki mazlumların kanı, ta aşağılara azgın bir selinti, coşkulu bir çağlayan gibi dökülüyordu. Habeşli köleye benzer celladın gözleri tapınak kandili gibi gecenin karanlığını yırtarak göz kırptı ve sıra bize gelince Habeşli durdu ve Lihfen'in kulağına bir şeyler fısıldayarak bizi ta aşağılara, gayyalara fırlattı. Boşlukta kılıçlar bedenimizi ikiye ayırıyor ama bir türlü parçalanmıyor ve yatağanlar rüzgar gibi içimizden geçerken uzaklarda güneş batıyordu. Nasıl bir dünya bu diye bağırdık ve Lihfen'le birbirimize sarılarak, uçan bir halının üzerinde gökyüzüne savrulduk artık. Satürn canavarı geldi az sonra ve bizi zeplin gibi kucaklayarak Nil sularına bıraktı.
Dev gibi bir firavun ordusu yaklaştı yanımıza ve panter suratlı biri, Amon Ra'nın işaretiyle ansızın elest alemine ışınladı bizi ve nasılsa Andromeda'ya dönebildik. Soluk aldığımızı görünce, gerçekte nereye gidecektik biz dedim Lihfen'e , gel buraya dedi ve gümrah bir cennet nektarını andıran Vulva Yıldızı'nı gösterdi bana, sıcak bir buhurun içine girer gibi içine girdim, altın anahtarım karanlıkta bütün kovuklarını aydınlatıyordu. Bir süre sonra, ağır bir sağanakla, yıldırımlar boşandı. Gökyüzü gözyaşlarını tutamıyor, kederden mi sevinçten mi bilinmez, aralıksız şimşekler çakıyordu. Bir mezarlığın içinde gibiydik, kara taşların arasında, bir ayet çıktı önüme!.. Öylesine paralanmıştı ki, neredeyse okunmuyordu.
'Kıyamet gününde, seninle buluşacağız Lihfen ve Araf'ta göz göze geleceğiz. Ve bilmelisin ki, kutsal gözeneklerin kılıcımın buyruğu altına girecektir. Ve ben ordularımın başında, yıldırım gibi akacağım zülfünden ve yukarıdan , aşağıya, tepeden tırnağa seni kanımla yıkayacağım.
Ben seni yeterince anlayıp, kavrayamıyorum Lihfen...
Ey ruh, sevişmek için Sırat'ın sıgasını ve Araf'ın duasını bekleyemiyorum ben.
Bilinir ki, Hitit'in orduları o gün Kadeş'e geldiler ve firavunun ordularıyla cenkleştiler. Ve Muvattali'nin ülkesi bütünüyle Mısır'a göçtü ve Kleopatra sevindi. Çünkü azapla dolu, gürbüz köleler vardı. İşte bir yunus gibi yüzüyordu Lihfen orada. Ve gözlerinin önünde ben kendimden geçiyorum ve onun şişe burnunu seviyordum.
Ben anlayamıyorum Lihfen, yeryüzü bir cehennem değil mi, aşkın ve sevişmenin kuralları yazılmamış mıdır tunç kargılarla. Seni sevmeliyim ve ruhum özgür olmalı ha!.. Bu beni sakinleştirmeli ve cehennem başka yerler olmalıydı ha!..
Hepimizin bu dünyadan nefret etmek ve iğrenç tanrılarımızdan kaçınmak için yeterli gerekçesi var. Korona'nın Kraliçesi söylüyordu bunu...
Lihfen...
Ruhum hepimizi yok etmek istiyor ama bu olanaksız biliyorum. Öyleyse ben hiçliğe savrulmalıyım ve işte o zaman, yaşadığımı anlıyorum ben. Biliyorum ki yaşıyorum. Şu dünyada, sen benim olmalıydın Lihfen!.. İç içe iki kaşık gibi girmeliydik birbirimize, tek bir beden olmalıydık.
Karanlık ruhumun koridorlarında her gece seni düşlüyorum ben. Ve beni doğurduğunu görebiliyorum her tan atımında. İnlemelerle!.. Dilim içinde kayıyor ve anahtarım yeryüzünün bütün kapılarını açıyor. Kanım kanında dolaşıyor Lihfen. Sen benimsin.
Ve işte okyanus dalgalarının içinde, yitip giden Solaris'im.
Sen benim benliğimsin Lihfen. Senin tunçtan bedeninle sevişebilirim. Hayalini bir buhur gibi içime çekebilirim. Bu ne kadar kötü diyorlar Lihfen, biliyorum ki, ruhun bunu duyumsuyor. Elem okyanuslarının tek ortağıydın sen. Her gece kulaklarım çınlıyor. Aşkın ve bağlılığın, son iç çekişine yaklaştığını biliyor yeryüzü. Aşk artık burada oturmuyor. Ve her gece yağmurlar yağdığını ve her gece ıslandığını biliyorum ben. Ve tüm ıstırapların Roma'ya çıkan Appian yolu olduğunu da...
Hiçliğe savrulmak üzereyim ben. Ve o anı biliyorum. Affet beni. Gecede zincirlerimden boşanmak üzereyim ve bilirsin ki Lihfen, yıkıntılar arasında bir ilahiyim ben. Affet beni tanrıçam...
Biliyor musun, affediyorsun Lihfen...
Ve yağmurun sesiyle uyanıyorsun bak... Yağmur seni mutlu ediyor ve kızıl ışıltılar içinde, gökten doğru durmaksızın yağıyor!..'
***.
Sildiniz mi her şeyi.
Silmeye gerek yok.
Geçmişten, geleceğe dönülmüyor ki!..




***







ETHEL
(Bir Büyükada Öyküsü)
Ada vapuru, Kserkses'in Hellespont'u geçmek için yan yana dizilen sandalları gibi, değişik türden yüzlerce yolcusuyla hareket etti. Peçeneklerde Bosphorus'u (Sığır Geçidi) aşmak için aynı yöntemi kullanmıştı derler. Genelde çevremi izler, insanlarla göz göze gelir, havaya, suya, kıyılardaki gökdelenlerle dolu, artık yedi kocadan arta kalmış değil, üç günlük Newyork gibi sibernetik bir yazgıya dönüşmüş rüküş ve pornografik Konstantinapolis'in kötü kokular yayan 'vagonismusuna' doluşmuş dünyalara bakarım ben.
Biri ta uzaklardan geldi ve seçilmiş bir yalnızlığın kederiyle boğuşan ve derdine bir türlü deva bulamayan; artık yaşlanmış ve tacını tahtını kaybetmiş zatı aliniz, onun nadan ve pişman kulu, yıkıntılar arasında ilahi, Genç Osman'ın karşısına oturdu!..
Sık sık yer değiştiren, ikide bir kent, semt, okul, ada, moda değiştiren her insan gibi sonsuzca süreceğine inandığım yalnızlığımın bulaşıcı sayrılık gibi üzerimden atamadığım bir kompleksi vardır, herkesle konuşmak isterim, her kadına hayranlıkla bakarım ve karşıma gelip oturan her insanın bilerek bunu yaptığına inanırım. Yalnızlık sendromu halüsinasyonlar üretir, geceleri konuşur ve düşler içinde geçen bir yaşamın kapılarını açar insana, bu kuyularda bazıları kaybolur, bazıları da yaşamla nefron suyu yarıştırmayı ve her şeyi ve kendisini de küçümsemeyi başardığı için yenilmez armada gibi dolaşır, sahillerde, kenar semtlerde, Cihangir'de ve adanın daracık koridorlarında, faytonların maziye karıştığı patikalarında...
Karşımdaki bayan beni haklı çıkarırcasına hemen kitabını çıkardı...
Kitabı bu garip yolcumuza, şöyle bir aşk duygusu veriyor mudur acaba, okuduğuna göre... 'Tam bir dil ziyafeti, biçem var (üslup, yazara özgü dil, dolayım), biçim var -anlatım özgünlüğü, konu bütünlüğü, tinsel çerçeve- sözcesi var (yazarın kullandığı dil), derli toplu, arı ve seçkin, bugüne dek denenmemiş üstelik, bu biçem değil, yazarın kullandığı ve hepimizin kullanıp, kullanabileceği dil burada söz konusu olan, konu var, köy-bozkır-uygur geleneği ve yaşam biçiminin, gündelik kaygı, baş edilmezleşen tasalar ve sevinç taşan, bezdirici uğraşlar içinde akıp gidişi, zamanın dışında, orada bir yerde geçen, gizemli bir dünyanın, diri ve sürgit körpe bir dil eşliğinde, şaşırtıcı biçimde düşlerden aşkın sayfalar boyunca, yellerde devinen bahar yaprakları gibi titremler içinde sürüp gidişi, anlatı var, konu sıkmadan ve büyüleyici bir yabansılık içinde, sanki yinelemelerle sürüp gidiyor da, ama dilin baştan çıkarıcılığında hep yeni bir şeyler söylermiş izlenimi vererek, belki de okurun başını döndürdüğü için, onu ele geçirerek bizlerin elini tutuyor ve kendi zamanının, uzamının içinde bambaşka bir dünyaya sürükleyerek, evrenin nice gizemli köşelerinde neler olabileceğini, ne can alıcı, albenili yaşamların, bir düş gibi sürüp gidebileceğinin özlenci ve dilin olağanüstü oyunları içinde bizi kucaklayıp ve yaşam sevinciyle kuşatarak, dirim veriyor artık, yazın dediğimiz şey bu işte, okuyun, dilin, dillerin ne denli ele geçmez bir bayır gülü, ne denli büyülü kokular yayabilen bir güneş ayeti olduğunu görüp hak vereceksiniz...'
Şol betikler böyledir de, dünyamız nasıl bir ırmak söylencesidir acaba, onun için, seyrüsefer edilecek bunca dünya varken sanki yine de, zaman peşinden koşuyor da, boş bir anını yakalarsa gırtlağının tadına bakabilirmiş, ölüler ülkesine, Kharon'un sorgusuna yollayabilirmiş gibi ivedilik yansıyan bir korkuyla satırlara, satirlere bakarak dalıp gitti konuğum!..
İçimden, şimdi benim laf atmamı bekliyor diye düşündüm, düşler kadar zevkli bir şey yoktur çünkü!.. Ama atamam ki, öyle becerilerim olsa yalnız olmazdım ben, düşlerimin prangasında ömrünü yitirip gidecek bir forsayım. Üstelik suçüstü yakalanırım korkusuyla düşlerimi gizlemeye çalışırım, insanların gözlerinin içine gene de bakamam, asla konuşamam, ta ki bir ip ucu veya karşımdaki bir açık verene ya da kendisi bir şey diyene kadar. Düşlerimin hapishanesinde yaşarım kısacası. Düşlerimden kurtulmam onlarla haşır neşir olmam demekse, düşlerim beni yalnız bırakır ve tümüyle karanlığa gömülürüm, düşler yalnızlığın devasıdır, insanlar değil, bir paradoks olsa da bu çözüm!..
Ama bir alışkanlığım vardır yine de, beğendiğim kadınlara laf atabilecek kadar delilik nöbetleri geçirdiğim olur, kimdir onlar, hoşlandıklarım, güzeller güzeli bulduklarım değil, kaçık tipli, meraklı, vücudu deformasyona yüz tutmuş, aksanı yarı gülünç ya da tuhaflaşmış, gene de ben sizin endazenizi herkesten çok bilirim langalılar diyecek kadar fütursuz, pelül pejmürde, göğsü beline uzanmış, kolu kalçası gibi, morsdan kuvvetli, dudağı tanrı aşkına silikondan, gözleri radar vazifesi görebilen, saçları kilometrelerce uzanan çadır gibi başını örtmüş, geçmiş zamanın bahtsız, tahtsız, Nefertitilerini andıran ve ana tanrıçadan el almış devasa kıratlar!.. Onlara aşığım ben, her şeyi bilir gibi yaparlar ama sizin her söylediğinize başıyla ya da hamur tahtası gibi uzayan dilleriyle onay veren hanende melekler...
Karşımdaki bayan kitaptan gözünü ayırmıyor ama inanın tanımını yaptığım tiplerin -intelektüel- görünümlü versiyonu bu, arzuyla bakıyor inceliyorum onu, nasılsa başı önünde, ayağını bana doğru uzatacak diye bekliyorum, bu tipler bu hareketi tanrı adına bilinçsiz biçimde yaptıklarına sizi inandırırlar, çünkü çantaları koltuğu kaplar, şalları yere sarkar, pabuçları ayağından fırlayacak gibi olur, varsa gözlükleri yüzünü karanlığa boğar, işte ayağını ayağıma çarptı bile, ama o kadar bilincindeyim ve doğallıkla bekliyorum ki bu hareketlerini, benim için bir şey ifade etmiyor artık, onlar çok masumdur, sizin çay bardağınız yere düşse kırıklarını sizden önce toplar çünkü...
Ama platonik aşkımın bu jestini karşılıksız bırakmamaya yeminliyim tabi...
Bir yolculukta ya da vapurda, açık havada, piknikte okunacak koskoca bir dünya varken 4x4 alt tarafı yüz rakamının türevlerini geçmeyen kitaplara dalanlara şaşarım ben, dünya bir kitap değil mi yahu, bu bir kimlik yarışı bence, ıvır zıvıra değer veremem ben, zamanım çok değerli, sizin gibi ''Trene!'' bakacak zamanım yok, homo homini lupuslarım, okumam gerek, kendimi geliştirmem gerek, kariyer edinmem gerek, üst katlarda, teraslarda, orada okyanus ötelerinin dikte edilip, pazarlandığı kokteyllerde yaşamam gerek!.. Siz ordinary people'larım hep aynı şeyleri yineler, bıkmadan usanmadan trene bakarsınız, ne var bunda, zamanınızı biçimlendirip, hükmetmezseniz o sizi biçimlendirir, hükmeder!..
Ama güzelde sonuç, korona virüsünün travmalarıyla eve kapanmak, manikür pedikürle dolu bir hayat yaşamak, kokteyllerde sıra gecesi beklemek, yazacaksa, büyük annesinin, çizecekse göl kıyılarının, alacaksa 1+1 lerin aynalı hapishanelerinde sönüp giden yaşamlar olmuyor mu bu, değer mi, trene bakan buzağıları ve anne-babalarını bu kadar yokuşa sürmek!..
Vapur iskeleye doğru yaklaşıyor ve sonunda yarı buffalo maşuğuma, dizine kapaklanır gibi işaret ettim, son durak der gibi ve usulca kitabını kapattı. Onlara karşı cesurumdur!.. O kadar hırçın ve kemikleri dışarıya fırlayacak bir butun kol ve bacaklarına sahip ki, kitap okuması onu türün öbür bireylerine özgü kitap okuma alışkanlığının bu devasa piramitte nasıl oluştuğuna dair insanlarda kuşku uyandırabilir ama ben biliyorum, aşklarımı çok iyi tanırım, onlardan her şey beklenir ve ağızları bir makineli gibi hızla çalışırlar ve herkesi bastırarak, eteklerinde kurulmuş kolonyal ülkenin altına sığdırabilirler inanın. Tartışmaya gelmez, ben hariç!..
Sonunda olan oldu ve benim işaretime bir lafla katılmak zorunda kaldı her zamanki gibi, ne çabuk geldi vapur ya dedi, satırlardan nicedir ayrılmayan mahmur gözleriyle!.. Şimdi anımsamıyorum, bir iki sıradan şeyler söyledim ona ve isminiz nedir sizin dedim, isimler o kadar önemlidir ki benim için, siz sırf onun ismi için bu öyküyü yazdığımı bilemezsiniz!..
Ethel dedi, çok nadir bir isim ama bildiğim Ethel Kennedy var dedim, telefonuna bakarak sağlamasını yaptı, kimilerine boşboğazlık gibi gelen bir yaklaşımla dudağını kıvırıp, direk sanatçıyım ben dedi, telefon numarasını aldım, alırım da!..
Ve dedim ki ona, çok çabuk gelmedi vapur Ethel, kalktıktan hemen sonra lodosun tanrısı istedi diye, bordadan bir balıkçı filikasına çarptı, balıklar özgürleşti ama yolculardan biri denize düştü, neyse kurtardılarsa da bu kez balıkçı göz yaşı dökmeye başladı, az sonra Fenerbahçe camiinin imamı ikindi duasına davet etti yolcuları, yeri göğü inleten, vapur düdüklerini bile bastıran çağrısıyla, bir kaç yolcu koridorda eda etti ibadetini, o sıra İsa efendimiz denize girip saklanmış olacak ki, yürüyerek vapura geldi, hepimizi elceğiziyle takdis etti, kuş biçimli buhurdandan, baharatlar, esanslar serpti, yüzmekte olan yunus kafilesini dudaklarından öptü, içimizde adı Yahya olanı alıp Yerusalem'e gitti, anında ortalıkta Kabe yeşili bir hava esti, biri, iki ada arasına, bak işte Kidron vadisi, biride,  yükseltiye Horeb tepesi dedi, kargaşa bittiyse de, yunuslar yine peyda oldu, meğer açıkta bir balina kovalıyormuş onları, içlerinden bir kaçı güverteye atladılar, diğerleri vapuru kaşalot sanıp geri kaçtılar ve bizim 'Beyaz Cani' küfürlerle uzaklaştı, derken Dragos'un arka yüzünde bir gökdeleni alevler sardı, kadının biri çelik çatıdan aşağıya atladı, yere doğru balık ağı gerip üstüne düşürdüler, ne görelim, kadın yüzgeçlerini vura vura uzaklaştı... Güneşin içlerinden gelen bir helikopter geçti üstümüzden, ada yakınlarında düştü, sonra izini kaybettik, asâlının biri 'belki rüya görmüşüzdür' dedi, yolculardan hamile bir kadının doğuracağı tuttu, adanın yüzme rekortmeni varmış yolcular arasında, adam kadını sırtına aldı, Bostancı sahillerine doğru coşkuyla kanat açtı, güzel bir kız çığlık atmaya başladı, ne okuluna gidebiliyor, ne karnını doyurabiliyormuş maddi sıkıntıdan, aramızda para topladık yolcular, kızı kurtardık bir süreliğine, paraşütle biri indi vapurun tepesine, James Bond filmi çeviriyorlarmış, alkışlardan sonra gelip aldılar, gündüz gözüyle yıldız kaydı dedi biri, deli misin dediler, yirmi yedi yıl hücrede kalmış, gözleri öyle keskinleşmiş ki aydınlıkta bile seçer olmuş yıldızları... Bitmedi, Heybeli'de bir yolcu eksik çıktı, çımacı kendini 'geceye sundu' diye denizi işaret etti. Kaptan geldi bir ara, ben Arjantin'de darbeden sonra kaçan sanatçıları (o dandy dedi!) kurtarmış adamım, üç gün sürdü Atlantis yolculuğu diye yüklendi, derken arkalarda biri Karadenizliymiş bir meselcik anlattı, yaşını başını almışlardan Temel'in karısı, bir gün Temel'i çırılçıplak karşılamış, Temel ne oluyor neden çıplaksın demiş, eşi ben çıplak değilim bu 'Aşk' elbisesidir canım demiş, Temel yaşlı refikasına bakmış, iyi de biraz ütüleseydin bari demiş!..
Ethel güldü bir süre, kaotikleşen retinasını gözlerime lütfederek, ama ben bunların hiçbirine tanık olmadım dedi. Teklifsiz aşkıma, bunca izlenecek, gönül gözüyle okunacak, düşlenecek hengame varken gün ortasında, dört duvar arasının 'Cinperisi' kitaba daldın sen dedim. Ana tanrıça, ağırsak, ezici bir tonda, bu kez gülümsedi.
Şalının gölgesinde yorgunlukla bizi gözetleyen kitabını aldı ve çantasını açarak içine koymak üzereyken, göz ucuyla kitaba bakabildim!..
Görme Biçimleri / John Berger.