29 Eylül 2018 Cumartesi

KORU



I
Defne yapraklarının arasında mavi tulumuyla bir Kyklop gözetlerdi Artemis’i... Sivri kulaklı, maskeli satirlerin, inci bilekli, altın parmaklı, saçları lâdin topuzu nymphalara, günün olur olmaz saatinde üşüşerek  birleştiği, türlü acayipliklerin yurduydu koruluk...  Tepeye çıkınca, çok uzaklardaki Arşipel’i, hemen bu yakada Argonotlar denizini, aşağıdaysa Leander’in aşkının bir gece boğularak ölülere karıştığı, anaforlu Buzağı Geçidi’ni görebilirdiniz. Sultan Hamit’in sarayını, boğazkesen burçlarını ve ötelerde, güneş yılının 1974’ünde, çelik putrellerle şol geçidi kesecek olan, ‘Hudutsuz ve Allahsız’ Akheron Köprüsü’nü de.
Ey bu cihandan gelip geçmiş sevgililer, ey saçları rüzgarlara yaprak olmuş güzeller, varlık dediğimiz şey soğumuş bir plazmaymış sonuçta, ama dünya dediğimiz şu Bizantion yuvasında gerçekten yaşadığını duyumsadığı tek yer işte bu koruluktu Artemis’in... Yukarıda, ağaçlar arasındaki ıhlamur evinde, Kur’an’ım dediği ‘İnsan Manzaraları’nı okur, kimi zaman Hemingway’i anar ve belki de toprak çektiği için; Pavlos’a, Yunus’a dalar giderdi.
Ben onun yanında kimdim?.. Kendini başkasında arayan biri mi, ışık görünce pervane olan deli mi, lavtasıyla gönülçelen bir Orphee mi, gölge mi?..
Neyse, ama onun koruluktaki tek erosu olan ben, şimdi anıların gözyaşıyla kendini harap eden şu bahtsız kulunuzdu. Yaşarken benimde ağzıma bir parmak bal çalmış, benimde yüzümün gülmesini hoş karşılamış, bende sevmiştim, her sevenin yüreğini şahmaran pençeleriyle bölük pörçük eden, o delişmen Artemis’i...
Korulukta, ayın kargışlanmış yeryüzünden, sisler içinde geçişine dek kalır, gökte yıldızların ayinine kapılarak, Sakurai’nin cismini arar, karanlık basınca da Berenis’in saçlarını tarardık. Yaşamlarımıza ilişkin, tümüyle gerçek binlerce öykü anlatabilirdik birbirimize.
Yaşam, bir kez göz kırpan bir gökpar, deniz aslanları gibi renkçil bir illüzyon ve kulakların yalnız bir kez duyabildiği eşsiz bir serenattı belki de. Bizde, kendimizce bir özgürlük, ikicil bir mutlan içinde yaşıyor, düşlerin ireminde anlatıyor, anlatıyorduk. Korulukta geçen yıllar boyunca, öyle mutlan içindeydik ki, gözlerin sevgisinde, bir an bile en ufak bir değişiklik olmamıştı. O geçen zamanlarda tek bir im vardı aramızda, her şeyi, her acıyı, her kalp kırıklığını önleyen, her derde deva bir çift söz; Korsika dilinden kalma bir deyim: Şob amşunok!.. bu sözlerin gereksizleşebileceğini ima eden bir parolaydı, akan suları durduran, sihirli bir Beckett sözcüğüydü sanki!..
Yaşamın, vulva benzeri bir boşluk içinde yüzüp gittiğini, adı güzel hiç bir yerden gelmediğini, adı güzel hiç bir yere gitmeyeceğini, tek gerçek tansığın yaşadığımız anı algılamaya tutsak, ona yazgılı ve Casimir etkisiyle birbirine düğümlenmiş, ölümlü birer can olduğumuzu düşünüyorduk.
Çağlar önce, Akdeniz’i dolaşan korsanlar, Malta kıyılarına gelince; ‘İşte Barbaros’un mağaraları!’ diye çığlık atar, nice sessiz koyağa da; ‘Hey bakın! burası Kızıl Sakal'ın gözetleme yeri!’ diye bağırırlarmış. Bizde o küçücük korulukta, örümcek yuvaları, kelebek kozaları ve tüysü, minicik larvaları gördükçe delicesine haykırır ve Artemis’in, yaratan ve yaratmış olan pelvisine girdikçe, Andromeda’dan öte, disk perçemli adaların, yeryüzündeki bir örneğini bulmuş gibi, çığlık çığlığa birbirimize sarılırdık. Öyle ki dudaklarına bile bir galaksi tünerdi Artemis’in, her öpüşte evrendeki tozanların birbirine karıştığı anı yaşar, kendimizi sonsuz barış ve sonsuz mutluluğa kavuşmuş sanırdık.
Sabahın tanında koruya girer, Büyük Ayı’nın ürpertici parlaklığında, ertesi sabaha dek kalır, zaman kavramını yitirmiş iki kozmik yolcu gibi kucaklaşıp, koruluğun görkül karanlığında, birilerinin süt yolundan çıkıp gelerek bizi sonsuza dek böyle kalabileceğimiz bir planet aquarium’a götürmesini beklerdik.  







II
Kutsal koruluğa, şubatın karlı bir gününde gene gitmiştik, ta Tigrano Kerta’dan bu koruluğu görmeye gelmiş bir Medli ve umarsız aşıkların alınyazılarını gönüllerine göre okuyan Romen bir çingeneyle konuştuk bol bol... Yine o gün boğazdan geçen her devasa gemiyi, eski Sovyetlerin masalsı gücüne yoran ve ‘Pravda kadar büyük!’ diyerek, mutlulukla izleyen bilge görünümlü bir emeklinin düş kırıklığına da tanık olduk. Devasa geminin Panama bandıralı bir petrol platformu olduğunu yazıyordu gazeteler.
Karlı bir şubat gününde, mart ayının ilk güneşli pazarında buluşmak üzere ayrılmıştık korudan. Alacakaranlıkta bastıran kara, tepelerde yakalanarak aşağı inerken, neredeyse yolumuzu yitiriyorduk. Ağaçları beyaz bir deniz gibi örten kar, rüzgarla yeni bir esime yol açıyor, gökte uçuşanla, ağaçlardan dökülen kar tozanları, dar yolda kıvrımlı hortumlara dönüşerek uzuyor ve gözden ırak kıyılarda, kuru ot birikintilerine savrulup, yığılıyor ve anlık bir hayalet gibi aniden yiterek tozan olup gidiyordu.
Kışın bu Süphansı havasında, ağaçların uçları rüzgarda eğilip doğruluyor ve bu coşkuya katılan bir alakarga, keskin ıslıklarla, bütün bu olan bitene kucak açarak, delicesine uçup kalkıyor, puslu havada, kar yuğumlarıyla sarmaşarak dalgalanan ötüşü, mekanik bir oyuncağın bitip tükenmez çınlamaları gibi tüm koruda yankılanıyordu.
Kararan havayla birlikte Antonioni filmlerindeki sanrılar gibi, birden bir meczup çıktı önümüze, mitik bir Robenson, yitik bir heimatlos gibi fırlayıp, yoğun kar fırtınasında düşselleşip silindi ve korunun içlerindeki mağarasına doğru, acıklı bir şarkı, Wagneryen bir senfoni eşliğindeymiş gibi  yokoldu gitti.

III
Bu gün koruya her zamankinden daha geç geldik. Nedeni, Artemis’in bir yanının hep küskün kalışına neden olan, kardeşi Diana’nın genç yaştaki ölümünden dolayı, Karacaahmet mezarlığına uğramamız. Diana mitolojiye göre, ok torbası, yayı, geyik ve tazılarıyla bir av tanrıçası. Bizim Dianamız ise yüreklerin avcısıydı. O, bugünden tam yirmibiryıl yıl önce (sularla sevişme vaktinde) bedeninden dökülen suların, kristal aynalara dönüşerek, ay tanrıçası Selene’yi bile kıskandıran güzelliğiyle -hem de gelinlik giydiği günün ilk gecesinde!- sanayi çağının tuzaklarına düşüp, metan gazıyla zehirlenmiş ve talihinin güzellik aynasını kırarak, bir daha gelmemek üzere, yaşamın karşı kıyısına geçip gitmişti. İşte biz onun toprağına yüz sürüp, genç ve doyumsuz bedenini kutsayarak, lale ve rüzgarlara karışmış bu körpe vücudu, acılarla dopdolu, bir kez daha yadettik.
Artemis, onun mezar taşına sarılarak, bir zamanlar teninden dökülürken, hayranlığını gizleyemeyen billur damlalarıyla yazgısını paylaşırcasına, bir demet gözyaşı bıraktı ona, ağladı, ağladı, ağladı...
Bende Artemis’e sarılarak, bu çırpınmalar, bu yakarılar, boşuna, boşuna dedim. O körpecik bedenleri, o güzelim insanları geri getiremezsin. O da bana, canları seviyorsan, sevgiye inanıyorsan, gencecik yaşında ölenlerin tadamadığı güzelliklerden, bir parçada onların tatmasını istiyorsan, ruhları erinç içinde kalsın istiyorsan, ne olur, ne olur gel de birazcık sevişelim. O kumru gençliğine doyamadı, sevişmelere doyamadı diye ağlayışlarını sürdürünce, iki mezar taşının arasında, bedenlerini terketmiş, evrenin derinliklerine çekilmiş, tüm canlıların kromozomlarına işlemiş, o gençlik filizini, sırf mutlanlı kılabilmek için, oracıkta usul usul, kalp kalbe doyasıya seviştik.
Mezarların biri, zifaf gecesi ölen Diana’ya, diğeri de ömrünü Odysseus gibi denizlerde tüketmiş bir uzak yol kaptanına aitti... Dudaklarımızı kanatarak mezarlıktan ayrılırken, bir mezar taşındaki yazı ilgimi çekti; Mehmet Kaplan. D.1928-Ö.!976. Ruhuna Fatiha. -Yedi Kişinin Katili-. Son yazı, fatihanın altına kara kalemle çarpık çurpuk yazılmış, mezarın diğerlerinden bir farkı yoksa da, bambaşka bir etki bıraktı bende, Artemis’te baştan aşağı ürperdi. Yaşadığımız melankoli bir trajediye dönüşürken, çocukluğumda ölümcül bir kavganın ortasında; ‘Birbirinizi ne öldürürsünüz, biraz sabredin zaten öleceksiniz’ diye haykıran Börtü Baba düştü usuma! İşin ilginç yanı, Börtü Baba o olaydan üç ay sonra kendisi de bir öldürüme kurban gitmiş, yalnız yaşadığı barakasında delik deşik edilmişti. 




O gün, ne mezarlıkta, ne koruda gözyaşlarından kurtulamadık. Birbirinden uçsuz bucaksız denecek kadar uzakta yaşayan, benzer duaların, geleneklerin, benzer törelerin girdabında boğulan, benzer alışkanlıkların sarmalında, aynı zamanı tüketip, aynı tepkilerin, aynı başıbozuklukların, aynı yaşamların potasında bunalan, aynı acıları göğüsleyip, aynı dertlerle boğuşan milyonlarca insanın, pervasız bir boşuboşunalıkta tükenip gitmesi ve her birimizin bu geminin içinde yüzüyor olması, alabildiğine kederlendirmişti bizi. O karanlık günün sabahına yakın, uzaklarda denizin ipiltilerle esriyen salınışında, ışıltılarla dolu pırıltısında, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönen Artemis, çantasından özenle katlanmış bir kağıt çıkardı, hıçkırıklara boğularak, bir şiir okumak istediğini söyledi. Sevinebileceğimiz hiç bir şeyin olmadığı bu dünyada bir şiirin olmasına şaşırmak isterdik. Hiç bir duygu belirtisi taşımadan, kuru bir ağaç dalı, tükenen, yitip giden  bir girdabın son fısıltısı gibi, yavaşça  o şiiri okudu...

“Burada, zamanın çarkına
yok edebileceği hiç bir şey vermeyen
bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan
oluşan madeni manzarada:
burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan
ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin
taşıdığı o her şeye egemen ışıkta;
burada, belki yalnız bir an için
putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha
bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan
    bir şimşeğin aydınlığında;
nice maskenin ardına gizlenen o yüze,
zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış,
senin aldattığın, herkesin zorbalıkla
    kandırarak senden çaldığı.
Böylece arınarak bir toprak testi gibi
ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak
bir an için kurtulacak özündeki kil
    hayatın ve ölümün amansız baskılarından.”

IV
Bugün koruya tam kırkıncı gelişimiz. Bu dünyada yurt diye bir şey varsa, bizim yurtluğumuzda burası. Bugün o denli çok konuştuk o denli çok konuştuk ki, hatta kendimize tuhaf öyküler bile uydurduk. Hiç bekletmeden benim başladığım onun bitirdiği öyküyü sizlere anlatmak isterdim. Ama şöyle söylemenizi istemezdim: Zamanımızı boş yere çaldı!..
Ben ne bir Kazanova’yım, nede oyalayıcı Köchel numaralarım var, değerli vakitlerinizi alıyorsam ancak bağışlayın diyebilirim. Düşlerimde istiridye kabuğundan çıkan ‘Kara Venüs’üm olsun isterdim, olmadı! Yengeçleri tuzağa düşürerek sevişen örümceklere öykünmek isterdim olmadı! Ölmeye geldik diye salya sümük bağırarak, ölüme övgü düzen kalabalıklara karışmak isterdim olmadı! İçimdeki vahşeti doyurmak için, Kitera’da tenine kavuştuktan sonra, boğarak öldürdüğüm genç kızın cesedini  -orman-köpeklerine yedirmek isterdim- olmadı! Orakla biçtiğim ekinleri, yağmur yediği halde saf tüccarlara yutturmak isterdim olmadı! Bir Hiksoslu gibi çirkin olup, kimseler dikkat etmediği için, en görkemli yaşamı sürmek isterdim olmadı! Sitenin hatırlı yöneticilerine yaslanıp, değerli kağıt basarak, ahaliyi kandırmak isterdim olmadı!






Ekbatan’da, at üstünde çadırları dolaşarak, gizlice orduya kolera bulaştırmak isterdim, olmadı! Darius’un kısrağı gibi, sarayın taht kavgalarına karışmak isterdim olmadı! Selevkoslu biri olarak, Erbil’de edindiğim her türlü ahlaksızlık ve kandırıcılığımın şanı Mengücekler’e dek yayılsın isterdim olmadı! Kargamışlı salaklara gönül evleri açarak, Keraitli ortağımla kısa yoldan varsıllığa ermek isterdim olmadı! Eriha’daki toprak evde Talha’yla sevişirken Vezüv gibi yanıp yıkılmak isterdim olmadı! Lebbeyk ben beceriksiz biriyim! Çolak değilim ama bir baltaya sap olamadığımdan yazıyorum. Benim gibi olmayasınız diye, dünya dururken Ros Algethi’ye sapmayasınız diye, size yalvarıyorum...
Neyse, dünya benim gibi iğrenç ve ilenç dolu, kirini, kârını yüzünden saklayabilen ahmakların başıboş dolanı yeri ve ahlaksızlara Eden Bahçesi olduğu için, pek mutsuzda sayılmam. Bakın, bu dünyada en yakın yoldaşlarımın yaptıklarına birer örnek vereyim...
Bir komşum vardı, hiç yoktan para kazanmak istiyordu. Ahalinin (halkın-onun bunun) sırtından, körden, topaldan yani. Gönülçelen bulamıyor ama, melun ve ahlaksız biri olduğumu biliyordu. Normal insanların kusa kusa ölebileceği gizleri çok iyi saklayabileceğimi de... Bir gün pervane gibi nasıl para basabileceğini sordu! (Benim param, her zaman vardır, lâkabım Kirli Harry’dir, kirli, argoda para anlamınadır, yani ben ‘Para Harry’yim!) İstanköy’le, Marsilya arasında, ıssız kır yollarından, uygun bir kasabaya yürür adım uzaklıkta bir kır lokantası aç dedim ona! Öyle ki, kasaba lokantanın hemen dışında, lokantada kasabanın hemen içinde denilebilmeli. Yayaların dışında gelen, geceleyen, salt çorba içen olabilmeli. Sözlerimin ardından ne geleceğini anlamış gibi birden gözleri parladı! Ben sürdürdüm, işte bu yalnız gelenlere, tuvalet yolunda bir tuzak kurup, mahzene düşürerek öldüreceksin (Bir düğmeye basarak, yolcu birden yedi metre aşağıdaki beton zemine çakılıyordu.), gerisini anladınız, arkadaşım tam yirmi yıl, ‘günlük’ taze et yedirdi insanlara, inanılmaz paralar kazandı, çeşit çeşit etli yemekler pişiriyordu, enfes servisinin -ve yemek konusundaki büyük şöhretinin kurbanı olarak- kucak dolusu sevgi sunan kalabalıklar arasında, yirmi yıl sonra yakalandı! Son kurbanının alyansı, karısının rosto tabağından çıkınca (alyansın içindeki ‘Bethenay’a yazısı ele vermişti), insanların bu lokantada yirmi yıldır insan eti yediğinin kanıtı oldu, ama dostum Delaunay (biz dostları ona kısaca, Dolunay  derdik!) yirmi yıl olağanüstü kazanmış, olağanüstüde harcamıştı. Tanrı herkese onun gibi bir yaşam nasip etsin. Olaylar, teknik bir öldürüm sayıldığı için, mahkeme uzun sürmüş, yargılama konusunda ülke ikiye bölünmüş ve hatta sonuçta yaptığını ‘kamu hizmeti’ diye savunanlar bile görülmüştü. Hapiste (çılgın bir) mutluluk içinde ve ağzı kulaklarında öldüğünde altmışbir yaşındaydı. Şimdi herkes gibi iki kulaç mezarı var, yaptıkları yanına kâr kaldı.   
Tüylerinizi sevecek olan diğer arkadaşım Jean Claude Rommand’dır! Bir utanç meselesi yüzünden 22’lik bir Long Rifle’la (Bunun anlamını hiç bir zaman merak etmedim!) önce karısı ve iki çocuğunu, ardından anne ve babasını öldürmüştü. (Utanç meselesi hemen anlayacağınız gibi parayla ilgili bir konu, dünyada her şeyin para olduğunu biliyorsunuz, gizleyip, söylemiyorsunuz o başka!)
Yargılanırken: Karımı, kendisine yalan söylediğimi (Aslında doktor diye biliyormuş, oysa bir kalpazandı) öğrenmemesi için, çocuklarımı, analarının katili olduğumu bilmemeleri için, annemi ve babamı ise bir caniye yaşam verdiklerini anlamamaları için öldürdüm dedi. Ülkenin dört bir yanından kutlama telgrafları aldı, ama yetkililer bunu kendisinden ve kamuoyundan saklamıştır. Oysa kutlayanlar kamuoyunun ta kendisiydi. Yetkili demek, binbir surat olmayı becerebilmek demektir. Onların tanrısı Judas’tır.
Üçüncü arkadaşım ise dünya çapında biridir, ilk kez burada açıklıyorum: I. Paylaşım Savaşı’nda Arşidük Ferdinand’a suikast yapılabilmesi için gereken ön temizlikte, verilen bir ziyafetin, tüm ilgili ve bilgililerinin yemeğine büyük bir ustalıkla arsenik karıştırmış, önemli dört kişinin ölümüne, yedi kişinin de el ve ayakları tutmaz olduğu için, politik kariyerlerinin sona ermesine neden olmuştur. Ne var ki yirmibin dinara anlaştığı bu işte en önemli üç kişi kurtulduğu için gene de parayı alamamış ve ayrıca görevinden olmuştur. Aramızdaki tek başarısız budur, bir vantrilog olduğu için, sonradan sefih insanların katına düşüp, sirklerde kazandığı üç beş kuruşla, derbeder bir yaşam sürmüş ve hepimizden de hakaret görmüştür.
Son gördüğümde, reankarnasyona inandığını, bir daha ki gelişinde hata yapmayacağını ileri sürerek, kompleksle ezilip büzülmüşse de, pragmatist, makyavelist gibi paravanların ardına sığınarak konuşan bizler ona; Gavril, önceki gelişinde de söylemiştin bunu! diyerek yüz vermemişizdir. Biz ruha inanmayız!..


V
Yengecin yan yan yürümesinin, yerçekimiyle bir ilgisi var mıdır, yada bir gökadanın dönüş biçimiyle, yoksa her şeyin atası olan tözün geometrik ölçemle benzeştiği, yada kalıtçısı olduğu, uzayın bir çeşit lineer doku olduğu ve saydam elementlerle ilgili bilgiler, dinitrojen monoksit dediğimiz güldürücü gazlar filân, frakteller veya hekzametilen tetraminin atomik bağlarının spiral oluşu, Vlademir’in, Pamir tepesinde adı bulunuşu, karın bölgesi ve kalça kemiğindeki lipidlerin artışı, hydraların, su aygırı gibi gülüşü ya da at kafasına benzeyen başı, uzayarak hortum biçimini almış burnu, küçük ağzı, birbirinden bağımsız hareket eden gözleri, kemik plakalarla kaplı vücudu, kavrayıcı kuyruğu, yüzgeçlerinin oluşu ve embriyolarını dişilerin değil erkeklerinin taşıyışı, bu su hayvanının öteki özelliklerini gölgede bırakır vb.
Hurî’nin dişlerinden saçılan ışığı görünce Gabriel’in bayılması gibi, Tihâme kadınlarının dokuz yaşında hayız gördüklerini işittimse de, bir Mutezile tepkisiyle ben gene de başka şeyler anlatayım: Iason’un küçük düşürdüğü Medea, nişanlısının terkettiği Lucia, Pollion’un reddettiği Norma, Henry’nin idam ettiği Anna, Alfredo’nun aldattığı Viola, kıskanç Tosca, üç oktav kapsayabilen bir dramatik coloratura, Bel Canto’dan, Wagner’e tüm yapıtları seslendirebilen bir diva-primadonna, hatta ve yani sunu: Eski yalılar yıkılmadan, korular yakılmadan, bahçeler satılmadan, feraceler atılmadan, altın şal dökülmeden... Eldivenler solmadan, atlas mintan kalmadan, kayık suya dalmadan... Kablettarihe karışmadan, aşıklar buluşmadan, hanendeler küsüşmeden, sazendeler çekişmeden, çukur gamze gülüşmeden... Mehtaplar tükenmeden, ahu gözler kapanmadan, taze ruhlar kocalmadan... Çeşmeler kurumadan, kitabeler çürümeden, çerağ mumlar erimeden... Servi boylar devrilmeden, evliyalar görülmeden, şol rüyalar yorulmadan, ilahiler durulmadan, deli gönül kırılmadan... Rabbimin adıyla: Boğaziçi güzeldi!..
Güzeldi ama: “Zaman zaman geceleri beliren, boğazın denize uzanmış, suyu çırpıntılı ve tenha, sessiz yalı rıhtımlarında, bir balıkçıl kuşu, zarif, ince bacakları üzerinde hareketsiz durup, uzun uzun baktığı karanlıklara, ara sıra seslenir, kime, neye seslendiği ve ne düşündüğü bilinmezdi.”
Bilinmezdi ama: ‘Hemadanlı varsıl bir tüccar, bir akşam evine döndüğünde, birde bakmış, eşikte ölüm kendisini bekliyor, hemen dönüp, hanlara, hamamlara, kervanlara karışmış. Tam üç gün üç gece durup-durmaksızın kaçmış, çöller aşmış, yollar geçmiş, nice kehkeşanlarda durmayıp, Kum kentinden, Isfahan’a ulaşmış ki, artık ölüm peşimi bırakmış, ardımdan düşmüştür diyerek, bir handa dinlenip yorgunluğunu atacak olmuş ki, tam eşikten adımını attığı anda, gene karşısına çıkmış Azrail ve kulağına eğilerek demiş ki; ‘Üç gün önce, bu saatte, tam burada buluşacağımızı söyleyecektim, ama fırsat tanımadın!’. Bunun gibi, bizi bekleyen sondan hiç bir zaman kaçamayız dostlarım!..

VI
Artemis öldü!.. İnsan yaşamadan nasıl ölür? ‘Hypatia’yı arabasıyla evine döndüğünü gördükleri gün, sürükleyerek dışarı çıkarıp, Caesaerum adlı kiliseye götürdüler. Orada çırılçıplak soyup, istiridye kabuklarıyla saçlarından topuklarına dek, derisini yüzüp, etini kemiğinden sıyırarak, rektumunu parçaladılar. Can verici organlarını Anebus’a yedirip, ‘bakışsız bir kedi karaya da’ ciğerini verdiler. Kemiklerini de Cinaron denilen yere götürüp yaktılar.
“Onyedi Mart’da tipi başladı, çadırda dertop olmuş yatarlarken, Oates ağır ağır dikildi ve ben dışarı çıkacağım, uzun sürebilir dedi. Ardından topallayarak, sonsuz beyazlığa çıktığında, onu bir daha gören olmadı.”
Köpek balığı derisinden giysisiyle Evita ve karınca yiyenle dolaşan Salvador Dali’la kadar çılgın olmadığımız için bu bulantıya ve bulanıklığa son veriyorum! Pisagor’un eşek teoremi denli kısa olmasa da, konuşan bir hayvan olarak, andolsun ki, Artemis'le kurgulayıp, bir daha araya girmeden size aktaracağım öykü şudur: 
“Galep, dünyadan ayrılalı sekiz Deneb yılı olmuştu, bu sürede hep uzayın içlerinde gitmiş, Hale Bopp’u  geçmiş, Vega’nın dışından aşağıya kayarak, kaotik bir çember çizip ivmeye uğrayarak Vortilis’e ulaşmıştı. Dönüşte, kozmik rüzgarların, hız değiştiren, ışığı bile eğen tuzağına düşünce, bilinen dünyalardan da güzel, uyumlu ve hep aranan sonsuzluğu yakalamış Nazkon gezegenine düşmüş, daha doğrusu denetsiz biçimde inmek zorunda kalmıştı.
Bu karbon kuşağı, dünya benzeri gezegende, bizim kavramımızla tam ikiyüzkırküç yıl yalnız ve küskün bir yaşam sürdü Galep. Nazkonlular mutsuzluğu tanıdı, yaşlanıp ölmek istiyor, ama daha önce yıpranma payı dahil tam binkırksekiz yıllık ölümsüzlük sigortasına sahip olduğu için (ve bu galaktik ve manyetik ortamlarda geçerli bir sözleşme olduğundan) ömrünü uzatabiliyor ama kısaltamıyordu. Ayrıca kısaltmak hem olanaksız (neredeyse cansızdılar!), hem de bir suçtu, (işlenmesi  olanaksız bir suç!) geriye dönüp tarihi tümüyle değiştirmek gibi!.. Nazkon’da ise, -karşılıklı olmasa bile- evrensel uyum yasaları geçerliydi ve Galep’e bir şey yapmaz, yapamazlardı.
Ama, (G) galakların birinde bu oluyormuş, hatta zamanı (tarihi) bile geçmişe dönük değiştirebiliyorlarmış. Onların yakınması çok farklı, geçmişi değiştiriyoruz ama silemiyoruz diyorlar. Dolayısıyla ayrı ayrı pek çok geçmişe sahiplermiş. Eğer geçmişin akışını değiştirirken, kozmik sigorta atacak olursa, bir karmaşa, bir kaos ortamı doğuyor, geçmişi günümüze iliştirecek bağ kopmuş olacağından, doğal statüko bozularak anarşi doğuyormuş...
Ayrıca ölüleri konuşturabiliyorlarmış, ölenin sanal kopyaları saklanarak, bin yıl sonra bile olaylar karşısında, ne yapıp, nasıl davranacağı dijital bir aynada aynen gösterilip, sınanarak bu yolla çözümde üretebiliyorlarmış.
Dünyadakiler, Galep’in Nazkon’da olduğunu biliyor ama geri getirmenin hem yararsız ve hem de bir insan için harcanacak zaman diliminin çokluğu karşısında (prezantabl) olmadığını düşünerek, Galep’in Nazkon’da yaşamasına (kalmasına) göz yummuşlar, hatta Dr. Kevork’un sanal öldürüm törenine katılarak bir mezar bile yapmışlardı.
Galep’in yalnızlığı ise Nazkonlular’la uyuşamayışından ileri geliyordu. Dünyada da böyleydi Galep, bu yolculuğa da elverişli psikolojisi ile uzaysı yalnızlığa kolay uyum sağlayacağından dolayı seçilmişti. Yıldızlararası Donkişot yalnızlıktan sıkılmıyor ve kalabalığı da sevmiyordu. Ama Nazkon bambaşkaydı, burada yalnızlıktan sıkılmaya başlamıştı, yalnızlığın kareleri, küpleri ne yazık ki Galep’in çözülmesine yetmişti.  
Bir gün Nazkon’un ünlü kenti Suncity’deki, kenar mahallelerden Moonburg’da bulunan, pek meşhur barlara gitmeye karar verdi. Bildiğimiz bardı bunlar, müzik, dans ve eğlence. Moonburg, Nazkon’un eğlencede omuriliği sayılırdı.
Galep, yıllardan sonra kendisini kemirmeye başlayan depresyonu ertelemeye çalışıyor, yalnızlığın kübik katlarına direniyor, ama başaramıyor, hatta dünyayı özlüyordu. O akşam oturduğu barda, sesi bin desibele çıkan, sahneye sırtını dönerek, “Yaratılmışlar Akvaryumu” denilen -dinlendirici- kristal küreyi izleyip, sanal görüntüsüyle birlikte, uzun süre gitar çalan bir şarkıcının üzünçlü sesini dinledi. Üzünçlü ama metalik bir sesti bu. Müzik bittiğinde ara koridorlardan geçerek uzaklaşan, sesi ve görünümü mekanik bu şarkıcıyı, birden daha önce görmüş olduğu sanısına kapılarak, lenfatarı titremeye başladı! Yüzey basıncının giderek arttığını görüyordu, eğer yüz şekeli aşarsa, yirmi yıl geçici ölüme girebilirdi. Durumumu kurtarırım düşüncesiyle,  şarkıcı tam  sağdaki aynanın önünden geçerken, otomat bir biçimde,  ‘Jose!’ diye haykırdı.
Ölenlerin, evrenin sınırlı boşluğunda, başka gezegenlerde yaşamlarını sürdürdüklerini, ama ilk ölümün, sonraki yaşamla paralel zaman diliminde (birebir) görülebilirliğinin, görecelik kuramının değişebilirlik oranına (bir olasılık olarak) eşit olduğuna ilişkin öyküler duymuş, (görecelik kuramı zıt eğrisel değil, düzgün doğrusal değişikliğe uğruyordu - zıt eğrisel değişikliğe, düzgün doğrusal yoldan varılacağı ileri sürülüyor. Kimi teorilerinde zıt eğrisel yoldan düzgün doğrusallığı bulacağı vb.) bu tansığın, tansıktan da öte olanaksızlığın -var olduğunu- dünyada kanıtlamışlardı. Görecelik kuramı ilerleyen zamanda kendisini yalanlayan, (lineer) bir tür  varoluş kuramına (hipoteze) dönüşmüştü.
 Evet,  Jose! diye haykırmıştı!.. İşte o an Jose, başka dünyalardan  sesleniliyormuşçasına, şaşırarak, siyah gözlükleriyle yan tarafa, Galep’e doğru baktı (Galep aslında Jose’nin, Detroit’li sıradan bir hayranıydı, Alp kuşağı turnesinde, bir vesileyle (bu pop şarkıcısını) Paris’ten, İstanbul’a “Miklagard” dek izlemişti), ama olanaksızlığın olanaklılığına pek inanmadığı için, hiç bir şey duymamış gibi geçip giderken, Galep, kara gözlükleriyle aslında âma olan şarkıcının ardından, kutupsu, çelik soğukluğunda bir sesle; Feliciano!!!  dedi ve öylece kaldı.
İşte Artemis’le bütün gün bozup düzelterek, 1970’lerin âma şarkıcısı, pek sevilen Amerikalı Jose Feliciano’yu yadettiğimiz  kısacık öykü bu.

VII
Canım Artemis’im hep anlatırım, hep anlatırsın. Saint Exupery, Küçük Prens’te, kahramanına, bir dostunun mektup içinde bir kuzu çizmesini ister. Küçük Prens her defasında kuzuya bir kusur bulur, bu durumdan usanan dostu, en sonunda bir kutu çizerek, aradığın kuzu bu kutunun içinde der. Küçük Prens, aradığı kuzuyu sonunda bulduğunu ve çok mutlu olduğunu yazar. Bende, Artemis’in onca sevişmelerimize karşın gizemine eremedim. Bir uydu gibi yıllarca onun yörüngesinde dolaştım, gerçekte ne aradığımı bir türlü bilemedim. Venüs Tepesi’ni -güleradım- arşınlayarak, kutsal Zeus Tapınağı’na bir gün olsun giremedim.
O gün öyle istenç dolu, öyle coşkulu, yatağından taşan, tepelerden çağlayıp, derelerden süzülen, öyle deli dolu bir akarsuyduk ki, sevişmelerin en sonsuz, en uykulu anlarında bile bedenlerimiz birbirinden ayrılmıyor, Nepal kabartmaları gibi dolanıyor, ayrılmak istedikçe birleşiyor, birleştikçe karışıyor, tek bir vücut oluyorduk. Böyle bir anda, altında seviştiğimiz köknar ağacının ta uç dallarından, -esen rüzgarla- bir femür kemiği düşmesin mi! Belki de, yüzyıllar önce ağacın dallarında, koruda sevişenlerin bir parçasıydı bu kemik. Bu kemik belki de gezegenin keçi ayaklı Pan zamanlarında, boğazda tuhaf kemik yapısıyla kırlangıç balıklarının yüzdüğü, yuttuğu yalvacı karnında unutan gözleri görmez Yunus (cankurtaran!) balıklarını izleyen birinindir. O zamanlar sırtlardaki koruları gözleyerek boğazı geçen argonotlar kol gezerdi dünyada. Kemikte bir de yazı vardı, Latince “habis habem corps austrum” ‘deli dünya, tatlı hayat!’ demekmiş. Öteki sevenin kemiğine, beriki sevilenin yazdığına bakılırsa, yaşamında mutlu olabilmiş, acılardan uzak birisiymiş. Ama yazan belki de muzip  bir tiyatro oyuncusu, yada küçük çaplı, serseri bir tacirdir. Kimbilir...

VIII
“Herkes şairdir çünkü rüya görür”.
Bugün Artemis’le, Che’den, vanadyum ve tungsten yuvalarından, kalker plakaları ve suyun kimyasından, Hitit yemeği, Nesa dili ve Daniel peygamberden ve rüyalardan sözettik. Yehova şahidi bir komşumuz vardı. Daniel’e neredeyse tapıyordu, bu yalvacın kehanetine göre; ilk dünya savaşının üzerinden bir insan ömrü geçtiğinde ‘Mehdi gelecek!’ tüm insanlığı kurtaracaktı, yine bu komşumuza göre o tarih 1914’ün üstüne eklenecek bir yüz yıl olabilirdi. En geç 2014. Ellidokuz yaşındaki komşum üzünçle sen görürsün ama ben göremem diyordu! Ona, Daniel’e inanmayanlar ne olacak dedim, onlarda kurtulacak ama bir “inançsız” olarak dedi. Daniel kültüründen tümüyle habersiz bir eskimo için oldukça ağır bir suçlama deyince, bilmeyenler günahsızdır dedi. 2014’te mehdi gelmezse bence, Daniel’de günahsız! demek isterdim ama, birden ‘Hepimizin bir kurtuluşa gereksinimi var’  demişim...  Koruda; tüyler, dışkılar, şahinler, kırlar, ışık ve taşla, aşklar, geceler ve suçlar üzerine konuşmayı sürdürdük. Pisidya ve Milavanda’da geçen acıklı bir sevda öyküsü anlattım, savaş arabalarının tarihsel gelişimi, Kastilya çeşmelerinin mimarisi üzerine konuşurken, Artemis sözümü keserek, ima dolu bir sesle, birde ‘Ivır Zıvır Tarihi!’ var diyerek, belki de sırf kadın olmanın getirdiği yaralarla,  kendine kıyan genç bir yazarın veda mektubundan satırlar okudu bana ve sık sık yaptığı gibi yine ağladı, sırf  ağlayan birine  dayanamadığım için bende ağladım...
“Bir şeyler yapmak, ama ne? İnsanlar ne yapıyorlar? Yaşıyorlar. Yaşamak için çalışıyorlar. Çalışabilmek, para kazanabilmek için boğuşuyorlar. Bir yer edindiklerinde, en azından edindikleri konumu koruyabilmek için savaşıyorlar; yalan söyleyerek “siyasal ilişkilerini uyumlu” tutarak, daha, hep daha fazla kurallara uyarak, deneyim edinerek, hata yapmayarak...
Sonunda ne oluyor? Belki bir ev, bir iki çocuk, dost mu, düşman mı bilinmez bir iki tanış edinerek, boş zamanlarında insanları daha iyi değerlendirebilmek ve ahkâm kesmek için kitap okuyup, film izleyerek...
Ve bir gün ölüm geliyor. “İyi insandı” deniyor. “İyi yaşadı”, çocuk yetiştirdi, ailesine baktı, iyide çalıştı. Sıra onun çocuklarında artık. Kurallardan nefret ediyorum. Öncelikle doğanın yasalarını anlamıyorum zaten, insanlarınkini hiç anlamamam çok doğal. Yaşamak için bir başka canlının ölmesi gerekliliği bana korkunç geliyor. Amaçsız bir boğuşmaya kapılmış gidiyoruz. Doğa yasaları acımasız, insanlar doğadan örnek almışlar. Doğanın yasalarından daha acımasız insanın yasaları. Daha incelmiş ama daha acımasız. Hayvanlar yaptıklarını ahlak kaygısıyla yapmıyorlar, yaptıklarına akılcı neden aramıyorlar, birbirlerini öyle gerektiği için öldürüyorlar; canları öyle istediği için, yada doğru olan bu olduğu için değil. Yargılamıyorlar, pişman olmuyorlar.”
Daha başka şeylerde var diye ekledim:

“Yaşamın soylu değerlerinin, bağımsızlığımızın (...) bir avuç bağnazın ve ideologun çılgınlığına kurban edildiği dönemlerde, içinde yaşadığı zamanın etkisiyle insanlığını yitirmek istemeyen insanoğlu için bütün sorunlar, tek bir soruda odaklaşır: Nasıl özgür kalabilirim? Bu çılgınlık ve vahşet ortamında, bütün tehditlere karşın düşüncemin, hiç bir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını, yüreğimin insancıllığını nasıl koruyabilirim? Devletin, dinin yada politikanın irademe aykırı olarak bana yönelttikleri o tiranca isteklerden nasıl kaçınabilirim? Sözlerimde ve eylemlerimde, benliğimin en derin noktasındaki ben, hangi sınırlara kadar gitmemi istiyorsa, ancak oraya kadar gitmeyi nasıl başarabilirim? Benliğimin bu tek ve biricik parselini yerleşik düzene, dışarıdan dikte edilen ölçülere uymaktan nasıl koruyabilirim?”
.Evet, Aktium savaşında askerler dirisi yada ölüsü aranan Cassius’un ölüsünü bulunca komutana bağırırlar, ‘Cassius burada!’ Komutan, ölüye yaklaşır ve derki: “Bir zamanlar Cassius’tu ama artık değil!..”  Koruda karıncalar, bir Ağustos böceğini yuvalarına çekiyor, kertenkele güneşlendiği taşın üzerinde göğsü inip kalkarken, iki sevgili yanına yaklaşınca, iç organları andıran, dışa fırlamış ağaç köklerinin arasında yitip gidiyordu. Sedir ağacının gölgesinde kalmış bir defnenin, iri yaprağı esen yelle koparak, salına, kıvrıla iniyor ve kendini toprağın kollarına bırakarak yeni yaşamına başlıyordu. Artemis onu eline aldı ve kitabının arasına koyarak yeni bir yolculuk daha başlattı. Bir kaplumbağa otların arasında göğe dönük, ayaklarını oynatıyor, ikindi güneşinin uzak vadilerde, kavakların arasından hayalsi biçimde süzülerek battığı yerde, bir İshak kuşu çınlayarak ötüyor, sakız ağaçlarının tepesinde bir başka kuş nedendir bilinmez, bu ötüşe karşılık vererek, giderek kararan bu endüstri  kentinin son soluklarına, bu durdurulamayan, gemi azıya almış vahşete, belki de ağıtlar yakıyordu. Uzaklarda bir kilise çanının sesi kubbelerde parçalanarak dağılıyor, Ayasofya’dan, Eyüp’ten, Sultanahmet’ten bir karanfil kokusu gibi dağılan Bilali sesleri betonarme şehrin çatlakları arasına, melül bir vaat, eskil   bir panzehir gibi yayılıyordu.
Artemis’im, benim biricik sevgilim, sonunda o korulukta öldürüldü. Çaresiz katastrofların içinde kaldım, ölümcül, karanlık dolambaçların içine daldım. Firavunun konuğu Nabukodnesor gibi labirentlerden kurtuldumsa da ey yarab, Artemis’ten ayrı kalmak Şehriyar’dan da beter kör etti beni.      

KATASTROF
I
(Andolsunki, İstanbul şehri değil, İstanbul zehridir! “Tedavi gören ve bir türlü iyileşmek bilmeyen tanrının bir alyuvarının üzerindeyiz.” J. Cocteau. Eskiden gözyaşları vardı, sevgiliye yakarmak vardı, tatsız, renksiz, kokusuz bir sıvıcıl oldu insanlık.) Ve Cabub’da ve Nubya denizinde doyasıya oyalandıktan milyarlarca yıl sonra, bizim samanyolumuz boş uzayda, en yakın komşuları bile görülemeyecek denli uzakta, kendisini yapayalnız bulacak ve sonunda da yıldızlar basitçe gözlerini kapatarak, bir gümbürtüyle değilse de, fısıltıların en cılızıyla haykırarak evren tükenip gidecektir.
Denizcilerin en son 1854’de gördüğü bir ahtapot türü vardır ki başı tümüyle inek başı gibidir. Bu boynuzlu ahtapotun uzun kollarından tutulup ters çevrildiğinde, insanlarınkine benzer bir penisi olduğu görülmüştür. İşin ilginç yanı ahtapotta penisin müslümanlarda olduğu gibi sünnetli oluşudur. Denizciler, Herman Melville ve Jules Verne’in yazılarında, bilerek bu hayvandan söz etmediğini belirtmişlerdir. Bu hayvan avlanarak havaya kaldırıldığında, kulaklar, mırıltıyla karışık bir pişmanlık şarkısı duyarlarmış.
Ayrıca deniz leoparı ve kutup eşeği de varmış. Süleyman’ın mesellerindeki fahişe balinaların yumurtlayıp, masadan düşerek kırılan fincanın zıplayıp bir araya geleceği günler yakınmış, keratinleşme, kitinleşme, kalbur, kendir, biz ben-i İsrail’den beri bile, “Saul vurdu binleri, Davut’da onbinleri” sloganıyla yaşamaya alışmışız. Ölmeye gelmişiz dünyaya, öpüşlerin tarla kuşu, “mürle ovdum uyluklarımı, yirmibirindeydim, İnebahtı’nın bahtsız amirali Mehmet Şirokko idim, mekanik ve mihanikiydim, doğmakla ölürüz dedim, papağan plantasyonu, sınai kuşu kırlangıçlar, kundaktaki mısırlar, güneş karaya, ay denize düşecek, Mısır mitinde, çift cinsiyetli Am-un erselik ilişkisinden yuttuğu spermi tükürünce yaratılmış dünya, Suriyeli Yunan büyücüler, Muhammetimizde Sevde’yi kollarına almıştı, oda hurma ağaçlarının altında doyasıya sevişmiş, oda çölün karanlığına çılgıncasına haykırmıştı huma kuşu gibi, oda senin gibi faniydi, geceler boyu ağlıyorum, annem öleli beri, eskiden ben annemin içindeydim, şimdi annem benim içimde, nasıl ağlamam, termodinamiğin yasaları, görecelik, olasılık kuralları, kuvantum mekaniği, belirsizlik ilkesi, tüm insanlar bir katilin soyundan gelir diye (kulağıma fısıldayan) Kabil, matematik çok ilginçtir, birin iki katı iki, birden bir fazla, ikinin iki katı dört, bir artı iki eşittir üç (dörtten bir eksik) dört üçten bir fazla, dördün iki katı sekiz, bir artı iki artı dört toplam yedi, sekiz yediden bir fazla, sekizin iki katı onaltı geride kalan bir artı iki artı dört artı sekiz toplam onbeş, onaltı onbeşden bir fazla, otuz iki, altmışdört, yüzyirmisekiz, ikiyüzellialtı, her kat geride kalan katların toplamından bir fazla, sonsuza dek sürüyor. “o kozmos ine seftis, o haros ine kleptis” ‘dünya yalandır, azrailse hırsız’ bir Girit deyişi, yılkı atları, yangında ağaçların çıkardığı ses, bir Urart yontusu, senin için bestelenmiş füg, mavi bir toz parçacığı tırnağının üzerine kondu, mercan resiflerinin, atollerin simbiotik ilişki kuran bakteri kolonileriyiz, kutupçul saçlı paraşütler gibiyiz, güneş battı, perilerin ormanında, kafaların padişahı, devrildi adıgüzel mermer denizinden ve karanlığın prensi, gecenin firavunu ay, geceye rengini veren ay, F.P korusunun, (Ujal yakasında) sevişgen tanrıçası Artemis’in iri gözlerinde, kızıl saçlarında ve mermer yüzünde dolaşarak dünyayı selamladı, nereden geldiği belli olmayan Babil mührünü kucağına aldı, Amine’de Muhammet’i böyle kucağına alır, Benû-n Neccâr yurduna giderdi, oradan Mekke’ye giderken her dünyalı gibi Amine’de birgün ölüvermişti., sonra önümde ayak sesleri duydum, oda yüzügüzel Bilâl idi, Ebu Talha’nın karısını da gördüm, bana cennette göründü, Mekke müşrikleri, bizden evvel Yehûd ve Nasara’ya Tevrat ve İncil inzal olunmuştu, Hadramut ruhunu canlandırmak için, Kindeli şarkıcı kızlar kabileye güzel tambur çalardı, yüzü simsiyah kesildi, Kinde kabilesi, Ebu’l Ferec’in Kitabu’l Agani’si gibi Farazdak ve Cerîr gibi ünlülerin şiirleri, Rabbihi’nin El İkdu’l- Ferîdi, Bedir savaşından sonra kendi aleyhinde şiir yazan Mervan kızı Esma’yı Umayra’ya öldürtmüştü. Artemis’i öldüren Kyklop’da cinsel ilişkide bulunmuştu, ölüm sonrası kırmızı karıncalar, ağzından akan sarı sularda gezinmişti.

Sarı gagalı keten kuşu, yuvasını yosunlu kaya ve taşların arasına, dağ horozu, küçük sık çalılarla, yüksek otların arasına yapardı, fil adam Proteus sendromuna yakalanmış, istediği biçime bürünen Yunan tanrısı Proteus, sanat hayranlığından doğan Stendhal sendromu, Mars’ta yaşam var, Antartikaya inen yabancılar, dünyayı buzullarla kaplı bir gezegen sanmışlar, Marslılar bizi görememişler, uğursuz gezegeniz biz, göremeyecekler, ta ki onlar bizi görmek isteyinceye dek, lanetliyiz, ayrıca görmek, bir Boeing’i  bir sinekten küçük algılamaksa, yada metali filtre gibi süzüyor, moleküler deliklerden geçiyorlarsa, yaşamları katı madde içinde süren uygarlıklar varsa, bunlar saçma, bunlar saçma...
Umami tadında meyveler vardı koruda, sincap gibi bütün gün uyuyup, zürafa gibi bütün gece dolaşırdık, Zeus’la, Afro ile söyleştik, tan ağarınca satyrlerle, nymphalarla seviştik, sabah olunca saklandık, yalnız geceleri buluştuk, Blow up gibi gece olanlar gündüz görünmüyordu, güneş yörüngesinde saniyede iki kilometre gidiyor, Pluton -görünmeyen- sırayı bozuyor, kızıl gezegende gerçekler ölüyor, bizlerde sanal yaşıyoruz, ilk başlarda dünya, hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve hidrojensülfitten oluşuyor, laboratuarda böyle bir gaz karışımına dışarıdan enerji verildiğinde, bir süre sonra kahverengi bir bulamaç elde ediliyor, dünyanın da böyle bir süreçten geçerek, en dış kabuktan başlayarak, önce sıcak, kıvamlı bir bulamaç halini aldığı, sonra ağır ağır katılaştığı varsayılıyor, toprağın anası bu kıvamlı çorba, güneşin sıcağıyla kimyasal evrimini yaşıyor, “belki de yazmamın nedeni hep çelişkiler içinde çok tanrılı bir evrene inanmam, her şeye kadir, her şeyi gören, acı çekmeye, kötülüğe ve ölüme izin vermeyen bir tanrının yükselemediği, çok tanrılı bir evren, bir labirent -bir tanrı paradoksu- paradoks, Burroughs, uçarı kalpleri tuzağa düşürmek üzere ağını kurmuş soylu hanımlar, Kambriyen dönemde, biz hayvanlar ortaya çıkıyoruz, mutant, değişik canlılar, cinsel yaşamımız ve ubrikant, kayganlaştıran kullanımına ilişkin bilgi veriniz, mukus üzerine, kızıl güllü matador, bronz haçlı Yunanlı kadın, hangi yaşam gerçek, hangisi sanal, oradakilerin mi, buradakilerin mi, bizim yaşamımızın basit ve uydurma bir deney olmadığını nereden bilebiliriz, uygarlık biçimimiz kötü, gerçek beyin okyanuslar, Mars’ın uyduları Phobos ve Demios neden amorf, dünyanın suları olmasa bizde amorfuz, gerçek yaşam her ellibin yılda bir evrim geçirmiş, yılan evrim sonucu ayaklarını yitirmiş, kuşun ön ayakları kanat olmuş, insanda el... Yalnız kafalarımız mı kalacak, dünya baş ve insan baş, her şey küreden ibaret olacak, insan antropolojik bir sapma, insan varsa tanrı yok, tanrı varsa insan yok, bir adam bir kuşu parçalayıp öldürmüş, parçaları bir dağın tepesine koymuş, çağırınca kuş dirilip gelmiş, Übna’yı Filistin’de  yaktırmış, kadın hoşgeldin ölüm, ne yazık ki başka kurtuluş yolum yok, Muhammet de ‘gülerek öldüren benim’ demiş... Belki İdikut’tadır ama Katalan keşiş yabani kökleri toplarken, manastırın dar penceresinden kendini izleyen gölgeye baktı, bir buffalo, gizlice aslanların avı şarkısını söylüyordu, tinlerin ve solukların gezegeni yavaşça kıpırdıyor, sayısal diyagramlarda, elektronik us çörküleri yaşlı rahibe uyuyan dünyalılardan sözediyordu, ayakta kırılan bir camın kayrası duyulduğunda, Katalan keşişinde usulca yere doğru süzüldüğü görüldü ve ne yazık ki düştü. Gerçel bir ölümdü bu, leptonlar, muonlar, hadronlar, baryon, mezon ve bozonlar, fotonlar, beygir çulu, Tethys okyanusu,  ‘Tanrı salt yokluktur’ diyen Scottus Eriguena, iyot, tuzun panayırlarda satılıp kızların çeyiz olarak sakladığı yıllar, kulaksız karıncalar, lemürler, ben Hâlik doğum günüm yok, Elagalipus yengin gladyatöre köpek ölüsü verir, Hubble sabiti kırkiki mi dir, (sol el kalbe yakındır) mavi karlar, kaslar, kuşlar, Litvanya’da pantolon giyen kızlar, kilisede (bahçede) oturan Kierkegaard, boynunda aşktan teslis taşıyan, molluscalar, kabuklu hayvan, beş kral kalacak biri İngiltere’de, diğeri iskambil kağıtlarında diyen Faruk, taş zamanı, peygamberler dönemi, hilal-salip, yüzyıl savaşları, yüzgün savaşları, birgün savaşları, “tanrının yüreğinde düşlediğimiz, kör tohumların içinde, uyuyan düşünceden mavi taç, ardıç kuşunun çılgın flütüyle, ormanın ötelerindeki gölün buzlarını çağıran, yaban arıları, yusufçuklar ve sevinçli kurbağaların taşıdığı yumuşak ışıkta, yoksul hayvanların gözlerine parıltıyı veren zat, yazar Louise de Vilmorin’in mezartaşı üzerinde yalnızca şu sözcük varmış, “İmdat”, Abdülhamit döneminde tahta kurusu sözcüğü yasakmış, tahtı kurusun sözünü çağrıştırdığı için ve o dönemde bir jurnalci elyazısı tanınır diye ihbarları sağ ayağıyla yazarmış.  Delphoi’de, Apollon tapınağı girişinde, “yvwotoeocvtov” “Kendini bil” yazarmış, ışık hızını aşınca, Cherenkov ışıması adında bir parlama varmış, Bitinya kralına satılan Sezar, Süller köyünde Sezar’ım diyen yabancı...
Gazneli Mahmut, betimlenen suçlu kendi oğluna benzeyince, gün ışığında belki kıyamam diye karanlıkta yakalayıp elleriyle boğmuş oğlunu, elektrik içen, ışıkta yüzen canlılar, gerçek yaşam görünmez olan, biz beyhude ve kaba yaratıklar, hiç bir zaman hiç bir şeyle karşılaşmayacağız, Fromm’un dediği gibi, yaratmayan kişi yoketmek ister, Rus çarı, sahte Dimitri ve sadrazam Düzmece Mustafa gibi, Alnitak, Rigel ve Saif yıldızları, ormanın kedisi su perisi, kıkırdak kentler, Hindistan’da Aşaka adında bir bitki varmış, neyin dibinde biterse onu sarar sarmalar, kendi rengine benzetirmiş, aşk adını bu bitkiden alırmış, Yusuf’u alan vezir Katfir gibi, Ficar çatışmasında onbeş yaşındaki körpe gibi, Laimo Kopion (Boğaz Kesen) Rumeli Burcu’nun, Fatih’in farikasına benzetilişi, kar kelebeği, Nefertiti, ‘yanımdaki güzel biri’ demekmiş, Suriye çiçekleri, göz kırpan fugu balığı, civciv fetüsü yiyen Manilalılar, Maniciliği aşağılamak için uydurulan maniyak! sözcüğü, yediğiniz balı, eşek arısı Urfud ağacından topladı, Türkleri kahır kadar hiç bir şey neşelendiremezdi, istiridyenin ay başı kanamasıyla, Makedonyalı İskender’in Erbil zaferi, fetih sabahı hem Konstantin, hem Fatih’in ayrı dillerde, aynı Allah’a, utkunun kendilerine bağışlanması için yakardıkları gibi, Lysstrata, orduları bölen demekti, Brockenspekter, yüksek dağlarda güneşin konumunun dağcının arkasında, daha alçak seviyede kalması nedeniyle, dağcıların gölgesinin bulutlara düşmesi sonucu oluşan bir olgu, uygun koşullarda gölgenin çevresinde renkli halkalar görülür, olay adını Almanya’daki Brocken dağından alıyor, ama, ama işte Çek Jiri Sotola’nın şiiri;
“Işıl ışıl bir kordon boyu, nazarlık kadınlar,
Gölge, okyanus, bir mezar-ve biz
Her köşe başında, trenin hüzünle düdük çalarak
Durup beklediği her istasyonda
Gözlerimizi uzaktaki yeşil yıldıza dikeriz-
Aynıyız hepimiz, ama
kimse bilmiyor, evet,
Bilmiyor kimse,”



Hublon ve melek otu görmüş gibiyiz, doğal kornonun fanfarları, papağan tüneğine dönmüş gibi, ölülerin güldüğü Müküs’te, Baudelaire’e nerede yaşamak istediği sorulunca, her yerde ama dünyanın dışında olsunda demiş, ağlama varlık bir tür plazma, korunun tepesinde nereden estiği belli olmayan bir caz müziğinin tınısı yayılırdı kulaklara, dinler, dinler ve dinlerdik ve gökte  foton yelkenlileriyle gezerdik, Pompei’de varsıl evlerde, ‘Cave canem’ ‘Köpekten sakınınız’ yazardı, nazar duası, iftar duası, sofra duası, kudûr duası, nikah duası, hacet duası, yağmur duası, mercan duası vardı, Szymanovski’nin tarantellası gibi, ‘Yangın, tavus kuşunun kuyruğu üstündeki bir güldür’ derdi Verlaine, ‘Yaylı bir tütün tanesidir pire’ bense, titanyum kaplı bir zambak gibi gezinirdim onun diri göğüslerinde, soğum-kış, dirim-bahar, verim-yaz, döküm-sonbahardır derdi, bilincinin eteklerinde, aşk, fiziki bir çarpım tablosuymuş gibi, dili dilime değdi, hızla ağzıma girdi cinsiyet değiştirmek ister gibi, kendinden çıkıp kurtulmak ister gibi, ağzımdan dolaşıp çıkan öteki dilleri anımsadım, yükseklerdeki alıcı kuş, aşağıdaki kertenkelenin kambriyen etiyle beslenmeyi düşlüyor, sonsuza dek sürecek bir cansızlığın solgun yüzünü içimde görüyordum, “kumulların başladığı yerde kayalık bir sahilin eteklerinden belki de elli metre uzakta, gümüş grisi bir kavis, dört bir yana kum ve toz olukları saçarak çölden çıktı, daha yukarı çıktı, avını arayan dev bir ağıza dönüştü, bu kenarları ay ışığında parıldayan yuvarlak ve karanlık bir delikti, ağız Paul ve Jessica’nın tıkıştığı dar çatlağa doğru kıvrıldı, tarçın burun deliklerini yaktı, kristal dişlerde ay ışığı ışıldadı, koskoca ağız sola mekik dokuyordu” , Samuel’in kutsal kitabıydı, yüzüğünü denize atıp suyla evlenmek isteyen kız gibi, yaşam bahtsız, insanda, insanın kurdu idi., kitap ‘İnsan Ölüyor’ diye başlayacak idi, ezel, ebed, temmetdi.

KATASTROF
II
O gün sıkılmasın diye öykü ve eklenti dolu meseller anlatayım sana dedim, saçmalayacağımı biliyordu ama saçmalamak bizim için değerli bir şeydi. Anakreon şarkıların Roma öpücüğü gibi. ‘Hacer taşı beyazmış ve Adem Peygamber bu taşı vaktiyle Ebu Kubeys dağına yerleştirmiş. Mecit ahalisinden bir şeyh o taşı çalarak, Müleyke diye göğsü güzel bir kadına armağan etmiş. İki hanımlı İbrahim, şeyhin peşine düşmüş, hırsızı bir yerde yakaladığında, refikelerinin sayısı bilinmeyen şeyhi, İshak’ın oğlu Evas’a teslim etmiş, Evas, İsmail kızı Nebayot’un kızkardeşi Mahalat’ıda eş alırken taşı ona armağan etmiş. Yakup, iki cariyesi ve onbir çocuğuyla Yabbok geçidine girerken düşünde taşı görmüş. Samuel’in kitabında yazdığına göre, Yakup düşlediğini elde edebilen biriymiş. Mahalat, bir anda kucağından uçup giden taş-ı cevheri yitirince, onu saklayıp uğrularla işbirliği yapmakla, onlara satmakla suçlanmış. Talmud’da başkaca anlatılırsa da, gerçekte olay böyleymiş. Medyalılar ve fahiş kadınla evlenmeye alışkın Plaklar, bu taşı ellerine geçirmeyi çok istemişlerse de bir türlü başaramamışlardır. Kızaran bir gökyüzünde, hilalsi, yatağan gibi parıldayan ayın önünde, bir yıldız belirdiğinde, kanlı savaş alanında, yere düşen bu hilale gözlerini diken Fatih, tebaamın bayrağı bundan böyle bu ola dediğinde, Yakup’da bin yıllar öncesinden bunu düşleyebilirmiş. Yakup’un düşlerinden birinde şöyle bir sözde varmış; ‘Sen benim yeşil renkli El-Hazrami hırkamla üstünü ört, o zaman Kureyşliler sana dokunmaz’ ama bu sözün hangi düşsel görüntünün kaynağı olduğu hakkında bir ortak düşünce ne yazık ki yoktur. Yakup, Yemâme’de Kur’an’ı belleyen hafızların şehit düşeceğini, Sa’d, Neml ve Sebe surelerinde neler yazacağını da düşlerinde görmüş biridir. Nurani ve latif varlıklara ilişkin ilk düşü de Yakup görmüştür.
Mahalat’ı nasıl affetmişlerdir. Mahalat taşı çaldırdığında, bizim size bir kıssasını anlatacağımız şöyle bir öykü dile getirmiştir ki, onun içtenliğine ve taşa bağlılığına gölge düşürmeyeceği bununla anlaşılmıştır. Oda şudur; ‘Bahira’nın ömrü her geçen gün biraz daha azalıyor, günnük reçinesiymişçesine akıp giden zamanda, son peygambere yetişemeden, bu dünyadan göçüp gideceği korkusunu, kara, derin bir kuyu gibi onun içine salıyordu. Miladi 582 yılının bir ikindi vakti, güneşin yalımında Arabistan’a doğru akıp duran Suriye ovasına boş gözlerle bakarken, birden oturduğu yerden fırladı. Başını kaldırarak, gözleriyle gökyüzünü taradı. Deminden beri kıvrılarak yol alan bir kervanın üstünde, adeta kervanı izleyen, kısrak kuyruğu gibi küçük, ince bir bulut gördü. Gökte başkaca bir bulut yoktu. Kervan geceyi geçirmek için harap bir manastırın bulunduğu tepede, büyük bir ağacın altında mola verdi. Kervanla beraber bulut durdu ve solarak birden yok oldu. Ağacın dalları rüzgarda dalgalanır gibi eğilip doğruldular. Kervandakilerden yalnızca biri, bu ağacın dallarının gölgesi altına düştü.
Bahira yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle manastıra doğru yürüdü. Merdivenleri çıkarak büyük bir ziyafet hazırlanmasını emrettikten sonra, kervan başına haber göndererek herkesi yemeğe davet etti. Ziyafet sofrasında çölün lütuflarıyla karınlarını doyuran yolcuları teker teker inceleyen Bahira, davetliler arasında kutsal kitapların tanımına uyan kimseyi seçemedi. Yanıldım diye düşünürken, ağacın altında develerin yanında kimsenin kalıp kalmadığını sordu. Evet dediler, oniki yaşında bir çocuk kaldı, Bahira onun hemen çağırılmasını buyurunca az sonra eşikte beliren çocuğu gördü ve tepeden tırnağa ürperdi, bütün vücudunu bir titreme aldı, haykırmak, bağırmak çağırmak istedi çölün karanlığına doğru...’ (ve tenindeki beni görerek, bir serap gibi, işte gelecek olan son peygamber bu! dedi).
Mahalat, bu öyküden dolayı affedilmek istemiyordu, o kendine inanıyor ve taşı çaldırmadığını biliyordu ve mazlumun bedduasından kaçının diyordu. Buna karşın bir gün gerçek anlaşıldığında kalabalıklarda şöyle bir dalgalanma oldu ve her nasılsa Mahalat hiç ilgisi olmadığı halde, giderek büyüyen baskıların hücumuna uğradı ve korkunç biçimde bunaldı olaylardan, bir suç işlenmiş ve giderek çoğalan bir halka gibi üzerine doğru salınmıştı. Ne yapmıştı ki? Nil’de, bir gece kaçabilmek için, öküz işkembesinden tulumlar üzerinde yüzen, iki sal ördürdü ve bir gece çocuklarıyla birlikte, Habeşistan iline kaçtı. Yanına silah olarak yalnızca efendimizin Seyf-i Nebevî’si gibi uzun bir pala almıştı. Habeş topraklarına çıktıkları zaman taşlık bir yere geldiler ve çocuklardan birinin ayağı aksayarak -Kabe putlarının en büyüğü Hubel gibi- düşerek yüzüstü kapaklandı. Gecenin karanlığında, kibirli hükümdara, saçı sakalı ak birinin, atının ayaklarına kapanarak, kendisiyle görüşmek istediğini söylediğinde, hükümdar ne istiyorsun bre sakallı diye onu küçümseyince, yaşlı adamın, hükümdarın kulağına eğilerek -Ben Azrail’im! dediği gibi, kaçmak Mahalat’ı ölümden kurtarmadı. Habeşistan’da aç gözlü bir yerli onu anlaşılmaz bir tartışmadan dolayı mızrağıyla delik deşik ettiğinde otuzaltı yaşındaydı.

Mekke tüccarlarının, Medine’ye mal satmaya gittiklerinde tüccarlardan birinin pek meşhur bir koyunu varmış ve kendisinden habersiz Medine’ye giden çoban tüccarı (Muhammet S.A.V.) pazar yerinde ta Mekke’den gelerek bulduğu gibi Mahalat’ın geride kalan tek çocuğu Habeş ilinde annesini tam bulduğu gün, onun mezarıyla karşılaşmıştı.
Bütün öyküler acıklıdır. Yaşam Janus’tur. Kısa süren mutluluk ve yaşamımıza sarmaşık gibi dolanmış acılar... Tarih Musa peygamberin bile iki olduğunu yazar. Biri soylu olmayan Samira kabilesinden olmakla kendisine Samiri lakabı vereni, ikincisi de annenin kalbine düşen ilhamla bir sandık içinde Nil’e bırakılıp firavunun sarayında büyüyen Hz. Musa’dır. Birincisi soylu olmadığı için kavmini altın buzağıya taptırandır. Bir çöl şehrinde bir günün gecesi yolumu yitirmiştim, bir türbenin kenarından geçerken bana yitirdiğim yolumu yeniden gösteren nur yüzlü insana ki, adının Abdüllatif Geylani olduğunu söylemişti, ertesi gün, hanemden çıkıp şükranlarımı sunmak için o türbeye vardığımda, türbenin girişinde, burada Abdüllatif Geylani yatmaktadır talikini görünce, hayretimi gizleyememiş ve şaşkınlığım ömrümce sürmüş, ahrete dek bu hali açıklayıcı bir yanıt bulamamıştım. Bu mübarek gecede son kelamım şudur: ‘Dünyada yalnızca karanlıklar vardır’.  Şanlı bir hükümdar önünde libasları ve zümrüt taşlı kalkanlarıyla  nice cengaver gösteriş üzere kavgaya tutuşurlar ve içlerinden biride varmış ki hiç yenilmezmiş. Günün birinde çok ve çok süslü, libası göz alıcı, altın miğferli, kalkanı yakuttan, bir yiğit alana çıktığında, anda yenilmez cengaveri bir titreme ve ardından humma dolu bir dehşet ve sonu gelmez seyrimeler aldığında, tüm izleyenlerin gözleri önünde bu aslan vücutlu cengaver yenilivermiş. Çünkü bu yeni ve en yenilmez olanı yenen, renklerle bezeli, tunç derili, kırmızı bilekli yiğidin adı da; meğer ‘Aşk’ imiş (berhüdarım) efendim!..

KATASTROF
III
Tanrı iyi bir heykeltraş değil. Yapıt ufak bir darbede dökülüp dağılıyor, dokular kaynamıyor, lifler atıyor...
Tüylü kılıçtan balıklar gibi, yirmi derecelik hava akımında yaşasak, şehirleri yıkasak, berzah alemi bühtanıyla. (Kutup serçeleri, budist rahibin gölgesine işese, Aden bahçeleri, iş merkezi olsa, insanlar en çok, sanayi insanları, doğa insanları, inanç insanları diye ayrılsa, herkes istediği gibi yaşasa, sanayi insanları metal ceket giyse, doğa insanları çıplak gezse, iman insanları  kader dese... Perili köşkte, ondört numarada desem. Samiriye’yi bilsem. Yer mantosuna gülsem, faylardan kayarak İran’a gitsem, tellür elementiyle sevişsem, firavun Psamtrik’in (Psambetik?) çocukları gibi ‘becos’ desem; Frigya dilinde ekmek demiş olsam, gözlere materyalist, marksist gözüksem, doku iplikçiklerine ayrılsam, ölmesem, yine birleşsem. Fâtır Suresi mezar yaşamı ile ilgiliydi, Ümmi-i Seleme, aileyi infâk için, vade ile arpa alırdı, Tihâme kadınları (isterik olurdu) da arzu doluydu. Hatice’nin, Hıristiyan amcazadesi Varaka, Hicaz’ın zengin vahalarını alınca, saçaklı kadifenin altında kendileriyle yattım dedi. Zûhruf otuziki, Nahl yetmişbeş oldu. Marid’lerden birinin bir kadınla evlendiği dedikodusu yayıldı, erkeklik duygusu olmayan  Muhannes’in çirkin denecek kadar şişman bir kadına bakması ayıplandı. Jfk olayı nedeniyle Ayşe ile küsüşmesi, Mıstah’ı kör etmesi, Safvan’ı savaşa göndermesi, Müselman kadınlara karşı şiir yazan Ka’b İbn-i Eşref’i feci şekilde öldürtmesi, Allah yarın size Taif’in kapısını açarsa, size gereken Gaylân’ın kızını tutsak etmektir demesi dikkat çekti. Sakif halkı kadınlarının giyiminden dolayı putlarının kırılmasını Mugira’ya emrettiğinde, Safvan bin Muattal Sulemr, Lihyan oğullarına karşı giriştiği Usfan savaşından dönerken devenin arkasına Safiyye’yi bindirir. Cüveyriye, el-Muraysi gazasında tutsak olup güzelliğiyle Muhammet’e eş tutulduğunda, Safiyye, Hayber tutsağı olup (Muhammet) o tutsakları gözden geçirirken bu kadının üzerine hırkasını atarak haremine almıştır. Mariya, İskenderiye sahibi Mukavkis tarafından armağan edilmiş köle olup, cariyedir. Ahzâp suresi, Benî Kureyza kavmi, Ebû Nuaym’ın Hilye’sinden gelme Mücahid’in sözlerini nakleden Buhari’ye göre o (Muhammet), fakat Tanrı bana Kefiti verdi, Herise yememi diledi, El Huvayla’da kiminle evlenmeni düşünürsün deyince, Esma’nın güzelliğinin methini Numan’dan duymuştu ki, ‘ o’ dedi. Ama kendine hakim olup iki ayağını “izhir” otlarının arasına sokar ki orada bulunan zehirli akrep yahut yılan musallat olsun diye, madem ki ayaklarının ucuna debagatte kullanılan karez ağacının yaprakları döküldü, Ümmi hâni ile evlenmeyi istedi, Ban’il Nazır adındaki yahudi kabilesi Safiye’ye karşı Kinâne’nin kız kardeşini verdi, oda Kâ’ab’ın kızı Müleyke’nin babasını öldürüp sonrada koynuna aldı, yanlarında el değmemiş deve kuşu yumurtası renginde ceylan gözlü dilberler vardı. Kâ’ab’ı ve Mervan kızı Esma’yı böyle öldürtmüştü. İbn-i Ebî Sufre ve Kurtubî’nin görüşleri sümbül yataklar, kehribar boyunlu kızlar, safranlar, kefurlarla ilgiliydi ve Kurazî Rifâa adında birisi, üç talâk ile karısı Temime’yi boşar. Ne varki Abdurrahman İbn Zubeyr’in erliği şu libas saçağı gibi ayrıktır. İlligün ve Nâim cenneti yeşil yastıklar ve hurmalıklarla, Zuhruf suresiyle tasarlar, kadınlarsa isyankar ve küfrândırlar. Kulağında küpe olan kızanlar, sedefteki inci gibi parlar, Tebük seferinde, Muhammet’in alnındaki beneğin Amine’den geçtiğini anlar. Ben-i Mustalik gazasında kaçarken düşen Cüveyriyye, İskenderiyeli kıptilerin önderi Mukavkıs tarafından olup, önderleri  Leys uyruğundan Davud kızı Müleyke ile evlenmiştir. Birinci Akabe biatı onun el-Akabe’de, (El) Ansar’dan oniki kişiyle buluşmasıyla olmuştur. Buna kadınlar biatı denir. Kocalara yalan ve bûhtanda bulunmamak konusunda asıl kaynak Keykâ’ûs b. İskandar b. Kâbûs b. Vaşmgir Unsur al-Ma’ül’nin yayınladığı kitaptır. Adn, Nâim, Firdevs, İlliyin  yüce cennetler olup, her şey kerem ve kerim olan  Allah’ın adıyladır...


IX
Bir gün koruda oturup, ıhlamurların altında söyleşiyorduk, garip bir adam geldi, fötrlü. Saatlerce oturdu, yalnızca çay içti, her ne olduysa kalkmaya yakın bir konuşma geçti aramızda, bir fırsatını bulunca, ne iş yaparsınız dedim: Dışalım-dışsatım deyince, ne gibi yani demişim farkında olmadan, hiç unutmam boğuk bir sesle: ‘Yoksulları eziyorum ben!’ dedi. Bir kış günüydü. Bir nisan gecesinde gene korudaydık, gecenin yarısında silik bulutların arasında, kuzey batı ortayının bir mızrak boyu yukarısında, sol kol havada, gözün sanal çakışıp, kolun teğet geçtiği noktada, bir kuyruklu yıldız gördük. Bir azize gibi soluktu, bu nedenle ‘Meryem Kuyruklusu’ demiştik ona. Puslu gökte; kandil ışığında köy evlerinin tavanında parlayan mısır koçanı gibiydi.  Soygazların oluşturduğu kuyruğu, cennet süpürgesi gibi sarkmış, konik beyazlık bir gelin tacı gibi uzamıştı.
Ayların en mutlusu nisan! Bu aşk yağmurları bize yağıyor. Öne doğru kayarak, ışık saçan bu püsküllü yaratık, minik cansız bir mürekkep balığı gibi duruyor ama çevresine de kozmik bir esin yayıyordu.



Bir başka gün, tam gece yarısı, korunun doğu duvarlarına bakan taş evlerin alnacında oturuyorduk, sırtı güneye yaslı, bedenini kavisli biçimde uzatmış, gamsız kasavetsiz bir adam belirdi önümüzde; Artemis olur olmaz herkesle konuşur, sevişirdi. Birden adama laf attı, varlığımızdan habersiz adam, çekinir gibi olduysa da, çabuk toparlandı ve bizi duymazdan gelerek, derin bir iç çekişle: 'Sesimizi geleceğe duyuramayız...' dedi.
Koruya karanlığın gölgesi düşüyor, ürküntü dolu bir havanın boğucu kokusu içlerimize işliyordu. Adam karanlıkta, dur duraksız, ağırlıkla içtiği tütünün parlattığı havayı yırtarcasına söze başlayarak, aşağıda, denize doğru uzanan deltoit tarlaya her yıl bu saatlerde bir ufonun indiğinden söz etti...
Ufo beklediği anlaşılan bu adamdan ürkmeye başlamıştık, hiç durmadan serseri bir asteroidin dünyamıza çarpabileceğini, mikro sonsuzluğa ulaşmaya çabalayan uygarlıkların olduğunu, makro uzayın gizinin, mikro uzayda saklı olduğunu ve sonsuz olasılıkta evren biçimlerinin olduğundan söz ederek mırıldandı durdu. Büyük bir köpük üzerinde yüzen küçük köpüklerden, sihirbaz kutusu, içiçe evrenlerden söz ederek, biz aslında gereğinden büyük bir evrenin, gereğinden büyük bir parçasıyız dedi.  Ve sonuçta hepsi evrenin bir  parçası olan  katmanların, herhangi bir katında oturuyoruz -apartman gibi- diyerek, yedi katlı gök meselinin binlerce yıl öncesinden genlerimize işlemiş, bir bilişim yongası olduğuyla sözlerini bağladı. Geceden çekinmeye başlamıştık, içine düştüğümüz güvensizlikle, başımızı yıldızlara çevirmişiz, ne kadarda çoktular, canhıraş, akçıl bir afyon tarlası gibi zehr içinde parlıyordular.
Adam son olarak, merak; gelecekte ilkel duygulardan biri olacak, bilinecek hiç bir şey yoktur, yaşamaya bakın diye ağlamaya başladı. Alınmadıysak da, peki bütün bunlar neden oluyor dediğimizde: Üzülebilirsiniz ama, ne yazık ki bir şeylere hizmet ediyoruz biz dedi. ‘Hizmet ettiğimiz şeyse yokluğun varolmaya çalışmaktaki katılığı, ısrarı...’
Yokluk var sayılabileceğine ilişkin inandırıcı bir kanıt oluşturabilmiş değil, yokluktan yokluğa gidiyoruz, evren kalıcı değil ve bu durumdan çekiniyor, tanrı, töz gibi kavramlarla kendini var etmeye çabalıyor (bize karşı mı!) oysa bu kendisinin yadsınmasından başka bir şey değil, aslında evren kaos demek, bunu aşamıyor, bu gerçekleşse belki o zaman insana da gerek kalmayacak, insan olmazsa bütün bunların olamayacağı gibi; düşüncede olamaz deyince, insanın önemi yok, dünyada bir insan, evren düşünüyor ve bir bellek yumağı, tek karşıtı da kendisi ve en görünür tanrı da; bir aracı, bir yaratan olarak tekcil olan ışıktır diyerek ağzından hiç eksiltmediği tütününü söndürdü. Karanlıkta; konuşulanların tam terside düşünülebilir diye söylendimse de duymadı. Bu tartışmalar telefon tellerine konan kuşların konuşmayı etkileyip etkilemediğine ilişkin şakalara benziyordu. Gerçekle, görünürdeki anlam arasında inandırıcı bir illiyet bağı kurulamıyordu.
Tam bu sırada, kentin ışıklarının güz yaprakları gibi bir bir dökülerek söndüğü bir saatte, bize göre at nalı biçiminde uzanan  tarlanın, atın sağ ön kaburgasına doğru diyebileceğimiz tarafta, kalkan balığı gibi üzerindeki pütürlü pulcukların tümünün bir ışık kaynağı olduğu  bir cisim, belli ki bir ufo peydah oldu, tarla aşağıda, tümsek durumdaymış da biz fark etmemişiz gibi, yerin altından, toprağın içindeki bir galeriden yükseliyormuş gibi parlamaya başladı, Artemis gibi az kalsın bende bayılıyor, sanrısal bir dürtüyle nerdeyse küçük dilimi yutuyordum. Yükselti boyunca, ışıklar saçan, sessiz bir ölüler alayı, bir düğün konvoyu gibi yaklaştı ufo! donup kalmıştık uğultudan duyamadık, gözler kamaştı göremedik. Uzansak dokunuruz sanısı verecek denli yakından,  cankurtaran düdüğünü andırır bir müzikle, minyatür bir dünya, tuhaf  bir cüceler ordusu gibi küçüle küçüle yok oldu gitti. Bayılmışız. Sabah uyandığımızda  fötrlü adam ayaktaydı, ondan erken uyansaydık  bir şey değişir miydi  hala merak ederim. Ufo toprakta ışıksı bir çizgi bırakıp gitmişti. Duvarın aşağısındaki boşluğa -boş tarlaya- bakayım derken otların arasında ufoya benzer karton bir oyuncağa takıldı ayağım, korkuyla bir tepik savurmuşum, oyuncak süzülerek, gece ufonun göründüğü tarlaya doğru gözden kayboldu. Adam ben yaptım onu dedi. Gördün merak edilecek bir şey yok, bunu bilmeliyiz diyerek arkada, korunun çıkış kapısının olduğu yere doğru yürüyerek yitti gitti.





X
Artemis’le yalnızca sevişerek ve yalnızca düşünerek aylar yıllar geçirmiştik. Gelecek korkusundan uzak yaşıyorduk. Bir gizil yurtluk, kimselerin bilmediği bir shangry, bir karşı ütopyada zamansızlığa koşuyorduk. O günde, ağaçların altında defnelerin dibinde seviştik gün boyu, kalbe yakın sol el; onun tapılası mabedinin kubbelerinde, güneş yapraklardan çekilip, ağaçlar solgun bir ikindinin içinde, sessiz ve süzgün kalana dek gönül sürdü. Dudaklarım her uyanışında, umru dutlarının meyvelerinde, sarhoşlukla gezindi. Dilim ab-ı hayatın pınarından mitolojik hayvanlar gibi su içti. Güneşin bağrına düşmüş bir beyaz cüce, yörüngesine esir düşmüş bir pulsar gibi dolandı durdu.
Güzeller güzeli tanrıçanın saçlarından bir mavi taç, kamerî düşüncenin uyuyan talih kuşu, ormanın yaprakları arasında çağıldayan flüt, ötüşen kumrular, buzul göllerinin tanında katmerlenip-goncalanan gül, görklü yaban arıları, sincapların yumuşak ışıkta uyuyuşları, binbir renkte böcek, uçuşan kelebek ve orman cinslerinin gözlerindeki parıltıyı veren gizil ecelere tapınarak, renkli minicik bir cin gibi, onun barınaklarında gün boyu eridim gittim

XI
Ama defne yapraklarının arasında, mavi tulumlu bir Kyklop gözetlermiş Artemis’i. O, irem dolu günlerin başından beri izlermiş bizi! Ben Artemis’in kollarından fırsat buldukça, bir Pan gibi koruyu dolaşır, otların arasında, ağaç diplerinde, örümcek ağlarına, kuş yuvalarına, sincapların toprakta sakladığı yemişlere dalar giderdim. İşte günün pusarıklaştığı, çayırların rüzgarlarla dalaştığı o saatte, Kyklop benim Pan gibi koruda esen havayı soluyup, Artemis’in yanına, genç bir satir-çevik bir titan gibi dönene dek, dağılan saçlarını örmeye çalışan, durgun bir göl gibi, yüzünün aksi yapraklara yansıyan, bereket tanrıçasına, kara bir kaplan, sinsi-korkak bir yılan gibi yaklaşıp, saldırarak onu kirletmiş vede boğmuş dostlarım...

Gördüğümü anlatmaya dilim varmıyor, gücüm yetmiyor, yalnızca kanlı ve tüylü bir humma gibi karşımda duruyor. Oysa az önce bana ‘Aşk bizi birleştirdi,  kim ayırabilir ki’ demişti. Şimdi, şu an, onun çırılçıplak bedenine bakıp çığlıklarla ‘Ölüm bizi ayırdı, kim birleştirebilir ki’ diye haykırdım...
Gerçek olsaydık ölüm olmazdı. Zahiriyiz, çünkü ölüm var. Yanına vardığımda ağlayamadım bile, dizlerimin üzerine çöktüm, iri, kan çanağına dönmüş gözlerim afallamış kalakaldım. Otobanlarda arabalar, bilinmeyen bir zamana doğru akıp gidiyorlardı. İnsanlar, güneşi, ayı, yıldızları, evleri, arabaları, anneleri, babaları, çocukları günün birinde, ansızın bırakıp gidiyorlardı. Bilerek ya da bilmeyerek şu veya bu nedenle milyonlarca yaşamı birbirine düğümleyen bağ, birdenbire kopuyordu. Hiç bir zaman yer almak istemediğimiz bir kargaşa, umutsuz bir kör dövüşünü andırıyordu yaşam.
Karıncalar, ölünün boynunda telaşla gezinip, ağzındaki sarı suya yaklaşıyor, orada bir süre durduktan sonra, hızla ölünün kirpiklerinden geçip, bilinmez bir nedenle, aşağıdaki toprağa doğru kayarak düşüyorlardı. Ölünün, esmer, kuru yaprak rengindeki bacak aralarına dalıyor, ıslak vulvanın kenarlarında gezinerek, sanki ilk kez gördükleri bir dünyaya girip çıkıyorlardı.
Artemis bir yokluktu artık.  Onu öylesine bırakarak, kirletip boğan Kyklop, belki ilerde ağaçların içinde, gölgelerin arasından, kanlı kızıl bir alev gibi uzaklaşırken, soluğu otları, ağaçları bile titretirken, bana göre Artemis’in, Artemis’e göre benim, artık olmadığı bir dünyada, biricik sevgilim sessizce yatıyor ve bir zamanlar coşkuyla kıvranan bedeni, şimdi karıncalara bile karşı koyamıyordu.

XII
İshak kuşu son bir kez öttü koruda! Artemis’in ölüsü bu ani çınlama karşısında istençsizce seyridi...
Zaman ne idi?.. Ölüm belki yaşamak, yaşamak, belki de  ölümdü. Sonsuzluğun içinde, sonsuzluğun bir parçası bütünleşiyor, bir araya gelerek birleşiyor ve sonsuzun önüne, bir karşı yaşam, bir karşı varlık gibi dikiliyordu. Ve ama çok kısa  dayanabildiği, bu bir çeşit ‘ölüm anını’  sürdüremeyerek, hemen aslına, ‘gerçek yaşam’a dönüyordu. Aslolan yaşam ölüm müydü... Yaşam, onun sonrasında başlıyor olabilir mi... Yürek duracak, bilinç yitecek, gözler kararacaktı. Atomların, nötronların, elektronların gizli dünyasında bir sonsuz payda olan töz, gene o sonsuz paydaya dönecek, ta ki elektronlar, protonlar yeni bir bağıntıyla bu denli tuhaf, bu denli us dışı, bambaşka bir varlığa dönüşene dek bekleyip duracaktı.
Su canlı değil miydi, taş tembel bir yaratık sayılmaz mı, biz dünya denen bulamacın, düşünen bir okyanusun simbiotik partikülleri değil miyiz. Asıl canlı olan ve bilinci dalgalanıp duran okeanos değil mi! O, onun görkünç plazması, katı ile gaz arasında salınan sıvı belleği değil mi, biz onun dev atollerine tutunmuş minik parazitler değil miyiz.
İnsan; belleği okyanuslar olan büyük bir taşkürenin eteklerinde dolanan pire; duruyor, yürüyor, koşuyor, kendi boyunun milyonlarca katı uzaklıklara sıçrayabiliyor...
Ama aslolan küre, o yoksa, biz de yokuz.
Artemis’in ölüsü bundan böyle düşünen, koşan, yürüyen, soran bir şey değil, düşünmenin, koşmanın, yürümenin, sormanın ta kendisi olacaktı. Ne kadar ağlasam, ne kadar sızlansam boşunaydı.
O bir soru değil, bir yanıttı artık...
O an koruda ilahi,  garip bir ses çınladı kulağımda;
“İşte bu söylediğim bir şarkı ki
bir yerde söylendi ve şarkı değildi
ki bazıları ve ben bana baktık
pembe aynanın içinde 
ve bakışta  bana ve paltolara baktı...”

Ve dünya silindi, yokoldu gitti...
...

(Bir Latin masalında yaşlı bir denizci, deniz kızlarını gördüğünü söylermiş... Birincisi aşktı, bana, gel dedi, ama ikincisi ben hayalim,  hayal olmazsa aşkta olmaz, asıl bana gelmelisin dedi dermiş. Sonrasındaysa sabır, utku, servet, umut ve mutluluk ben olmazsam diğeri de olmaz deyip gelmemi istediler... Ama sonuçta yaşam adında olanı, kendisi olmazsa hiç birinin olamayacağını söyleyince, çaresiz ona gittiğini belirtir, gözyaşlarıyla da eklermiş: Şimdi anlıyorum ki en büyük yalancı oymuş, meğer onunda diğerlerinden bir farkı yokmuş.)

25 Eylül 2018 Salı

SANATÇI



Sanat bin yılların dışavurumu, alışkanlığı, paralel dünyaları, protest tavrı, işbirliği ve bir tanrı sözcüğüdür...  Bir yinelemedir sanat ve bilimle, teknolojiyle, sosyal yaşam ve ekonomik, siyasi  argüman ve peyzajlarla simbiyoz bir yaşam sürdürür. Öyle olmasaydı mağara duvarlarına ilk insan avladığı canlının resmini çizmek yerine düşleyebildiği ya da aklına esen bir şeyi, saçmalığı, deliliğin versiyonları diyebileceğimiz, bize anlamsız gelen geoit, antimetrik formları, savrukluğu çizmeye kalkışırdı. Ama biz ona resim veya sanat diyemezdik, çünkü düşlerimiz aklımızın sınırları içinde cirit atan meleksi veya şeytani dünyacıl/yersel durumlardır gerçekte...

Hieronymus ortaçağın gerçekçi bir ressamıdır diyebiliriz bugün, kara vebayı ve  cadıların bayramı adı altında alt sınıftan insanların, özellikle kadınların yakılmasını başka türlü resmedemezdi, çünkü onu ölüm bekliyordur; sorunu düz anlatım biçimiyle yansıtmak isteseydi!..  Jurnal ve herkesin anlayacağı dil, bireyin sosyal  özgüvenini  tehlikeye atabilir. Onun resmi bir kıyamet/songün belirtisinin, insani vandallığın doruklarında gezen, barbarsı ve kanibalist bir vahşetin tuvale birebir yansımasıdır. Hieronymus gerçeküstü, hatta fantastik bir ressam olarak nitelenebilir ama engizisyon çağlarında, açık bir dil ve kaba yüreklilikle çıplak gerçeği dile getirmek her babayiğidin harcı değildir, bugünde böyledir inanın, zaten sanat hayatı dolanmaktan geçer, sağ eliyle sol kulağını tutmaktır sanat, birde işbirlikçi ve günoğulcu yaygaralara kapılmanın ehven ve getirisi bolca bir rahmetidir o!..

Hangi toplumsalın duyargası, hangi açık dile karşı değildir onu siyasi erk belirler, batının ve doğunun yumuşak karnı farklıdır, doğu insan hakları karşıtı olmakla suçlanırken, batının argümanlarına paralellik taslayan şeyler için suçlanır ama batının açık toplum görüngüsü altında neleri hazmedemeyeceği de ortadadır ama doğunun bunları dile getirebilecek gücü pek yoktur bugün, uygarlık el değiştirdikçe suçlanan taraflarda değişir doğallıkla, oysa suç evrenseldir ve batı masum olmak şöyle dursun tam aksine günahkardır ama bugün onun babası -tanrı-, ondan yana olduğu için suçlanabilen taraf olmaktan ne yazık ki uzaktır, yoksa kapitalizmin tutuşturduğu dünyamız ya da göçmen sorunlarının ana kaynağı batının izlediği politikaların kaçınılmaz sonucudur ve yüzüklerin kardeşliğinin bu nedenle gerçekleşmesi olanağı yoktur.

Bugün batıya 'Noli me tangere' diyebilmek için öncelikle bir nükleer silaha sahip olmak gerekir, buyrun en güçlü silaha sahip olanların çeki düzen verdiği, demokrasi bekçiliğine soyunup, karaların su başısı kesildiği bir dünya, batı demokrasinin altın vuruşuna sahip topraklar değildir, silahların gölgesinde sizlere uygun gördüğü 'demokrasi paketlerinin' dünyasıdır bu, ekonomik, sosyal, kültürel paketler, gün gelecek paketler el değiştirecek, nasıl, o silahlar el değiştirdiğinde tabi, görüyorsunuz her şey bir peri masalı gibi, kül kedisi nerede, Sindirella nerede, kırmızı başlıklı kız nerede, bulun bakalım 'puzzle'nızın labirentlerinde!..

Sanatta böyledir, cezalar ve kutsamaların -armağanların- paralelliği ve sözde kardeşliğidir sanat, bakmayın siz, kulelerden, karanlık ve gizemli dehlizlerden sızan parıltılardan başka bir şey olmadığını ileri sürenlere, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir, sanatın atalar sözüdür gerçeklikte!.. Geldiğimiz nokta, geçtiğimiz yerler ve geleceğin düşler ülkesi (1984), yinelemelerin tuzağında birer kanıt işlevi görebilir söylemlerimize!..


Sanat, esin -tanrısal vahiy- değildir, esin kaynağı hiç bir zaman bilinmeyen dünyalardan kaynaklanmaz, kaynaklanamaz, o bilinmeyen dünyaları bile; bildik dünyalarımızın  izin verdiği ölçütler ve düşlerimizin kapasitesiyle dolup boşalmış hoş görülerle yüklenmiş de/şarjların hızında kurabilir imgelemini!.. Özünde sanat, çağımızın rüzgârlarının süpürdüğünden, talan ve yıkıcı gücümüzden kalan panoramadır (Guernika, Hiroşima, Ernst'in yaklaşımları, Kandinsky, Pollock çizimleri, tümü çağın biçimsel anlamda bir dışraklık ve yansımalarıdır.) ve  öyledir de... Zaman çarkının kustuklarından, atık ve dışkılarından ve çağın endikasyonlarının bireşiminden doğar o...

Einstein'ın kuantum teorisi -rölativite- olmasaydı, Picasso kübizmin göreceli -üç boyutlu- portrelerine yıllarını veremezdi, çünkü çağ neyse bilinçte ancak onu üretebilir, görünmez bağlarla biz zaman ve zeminimize kesenkes bağlıyızdır, bilinçaltı dediğimiz şey, görünen yaşamın afazilerinin kaçınılmaz püskürtüleri ve dışa vurumu olabilecektir doğallıkla...  Yirminci yüzyıl başlarında, tifo, tifüs, dizanteri gibi savaşlardan büyük kayıplara yol açan anomaliler yerle bir edilmeseydi, Kandinsky doğmaz, amipyen, zigot ve öglenayı kutsayan, mikrobik/bakteriyel dünyaları keşfederek, resim sanatına ayrıksı ve o güne dek denenmemiş bir bakış açısını armağan edemez, yeryüzüne adını bırakamazdı. Techne, bilim ve sanatın birbirinin uzantısı olduğudur, her şey birbirinin uzantısıdır yeryüzünde...

İstanbul Contemporary'ye gitmedim, çünkü sanat aynı zamanda, azılı bir yinelemedir... Çağımızda ya da dünyamızda anlam kirliliğinden kendini kurtarmayı başarabilen hiç bir kavram yoktur, göksel saflık ve masumiyet bile... Çağımız 'Digito ergo sum' çağı, hepimiz sanal bir varlığız ve hem varız hem de yokuz, yaşıyoruz ya da yaşamıyoruz, hatta kimin yaşayıp, kimin yaşamadığı bile belli değil artık, tüm insanlık çoktan bir matriks yığınına dönüştü... Sosyal varlığımız-matriks, ciddiye alınmamız, hatırımızın sayılması kesin biçimde başkalarının, görünmeyen dünyaların ve tuşların, bizim çıkarlarımız veya var oluşumuza, varlığımızın kabulü doğrultusunda, basılmasına ve bir işlev üretmesi, üstlenmesine bağlı.

Yaşadığımız öngörüler ve kesinlemeler dünyasının; apocalypse, kıyamet çağında olduğu bile ileri sürülebilir artık. Çünkü bağlarımız ve iletişimimiz aritmetik bir hızla arttıkça, ilişkilerimiz ve iletişimimiz geometrik bir hızla birbirinden uzaklaşmaktadır karşılığında!.. Bir uygarlık anomalisi ve bir paradokstur bu ne yazık ki...

Günümüzde herkesin tıbben human sayılabildiği bir dünyanın sonunda, fenerle sokaklarda insan aramaya çıkacağızdır doğallıkla ve kaçınılmazlıkla, tıpkı Diyojen gibi...

Sanat gerçekte nedir diye düşünmemiz bile, bir alışkanlıktan öteye gidemiyor günümüzde, çünkü sanat tüm bir dünya nüfusunun imgelemine düşebilen bir görsel, bir grafiti ya da her tür görüngüyü kullanmayı becerebilen bir dünyevi enstalasyon artık. Sanat ayağa düştü değil, damarlarımıza nüfus etti, kanımıza girdi ve düşlerimizi, düşüncelerimizi tüm sıradanlığına karşın, acımasızca yönlendirebilen bir materyale dönüştü artık;  bunun sonu nereye vardı, her insan sanatçı olabiliyor çağımızda ve ama bunun yanında, sanatçı olmakta alabildiğine zorlaştı, hiçleşti ve kriterler değişti. Para yani sermaye ile iç içe olamayan şey sanat değil günümüzde, guguk kuşu dahi olabilmesi olanaksız.

Van Gogh gibi yazgısını ölüp giderek; sanatına güneşin vurup, aydınlanmasını, göze çarpmasını bekleyen insanları, gerçekten ölüm selamlıyor günümüzde artık, sanat nüfusa oranla çoğalabilir çağımızda ama sanatçı azaldı garip biçimde, algoritmik, ters orantı işliyor bu noktada tuhaflıkla, doğanın aritmetiği değil bu,  matriks dünyaların, çılgınlığın doruklarında sürünen tüketim toplumunun ve apokaliptik, sermayedar sınıfların dayatması bu bir biçimde, mekanistik doğal düzenin acımasız çarkları böyle işliyor ve bu çok doğal. Doğal çünkü ortaya -sahneye- çıkmak kesinlikle olanaksız ama  bir o kadarda  kolay.

Anlaşılır gibi değil, dünyanın düzeni tanrıyı bile yerinden hoplatıp, şaşırtacak kadar zorluklar ve matematik büyülerle dolu ama saat gibi işliyor. Aklın sınırları bunu kavrayabilmiş değil henüz ama herkes alanının efendisi ve çıkarlarının yılmaz ve dayanılmaz bekçisi olunca, makine de aşkla çalışıyor, her şey karşılıklı!.. Vesayet mekanizmaları daha sert ve acımasız artık, kapital ve kapitol çok daha sıkı işbirliği içinde, alacağınız Nobel'e Birleşik Devletler'den işaret gelebiliyor ama siz onu bir dilem ve hoşgörü dolu sözel yığınlar arasında görerek illüzyona sürüklenebiliyorsunuz ve şeytanın mızrağı başak destelerinin arasında hiç bir zaman görünmüyor, göze çarpmıyor.

Görkem dolu paradokslarla süren bu yaşam, sanatın yozlaşmasına yol açtı belki de, ama sorun o da değil ne yazık ki, gerçek sorun; sanatın çağımızda hiç olmadığı kadar dünyevileşmesi, yani yücelen ve ruhani, tinimizi ele geçiren, o güneşin gözlerini bile kamaştıran büyüsünden uzaklaşıp, ayaklarının suya ererek işlevini yitirmesi ve walkmanlara, varoşlara, sokaklara, yatak odalarımıza kadar, dijital dünya aracılığıyla girip, nüfuz edebilmesi, sanatın hiçleşmesi, endüstriyel bir workshop'a ve bir ninni gibi yalnızca uykuya yarar bir melodiye dönüşmesine yol açtı çağımızda, her eve lazım alet edevat yığınları gibi sıradanlaştı o ve ucuzlayarak kullan ve at ritüeline dönüştü.

Sanat bugün yalnızca düzenin hizmetkarlığına soyunan, kâr amaçlı bir kuruluştur,  kavalye ve partnerleride alabildiğine mutludur bu gelişmeden, zahmetsiz ve sanalitik bir emeğin, çabanın karşılığında bir kazanç gibi görünmektedir bireylere sanat cambazlığı günümüzde ve kaçınılmazlıkla çekicidir ve surlarından herkesin giremediği bir sektördür artık o, yanılsamalarla dolu ve hiç bir çağda olmadığı kadar kabul gören. Deyim yerindeyse; tanrı ölmediyse de, sanat öldü çağımızda... O 14 numarada artık!..

20. yüzyılın, 'hainler kralı' gibi nitelediğimiz Andy Warhol'u, meğer bugünleri sezmiş ve görüyormuş, anladığımızda onur ve prestijini iade ettik ona, yanılmışız kokacı satılmışı tanımakta!.. Sanatın, klişe deyimle kapitalizmin anlaklara yansıyan, düşlerimize giren bir reklam panosu veya bir tanıtım broşürü ya da çocuklarımıza hitap eden, kızlarımızın gönlünü çelen, oğlanlarımızı perişan eden; vicdani bir ayeti kerime gibi muskalaşıp, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla yorumlanmasının kaçınılmaz olacağını imleyen, görselleriyle duyuran ve onu umarsız bir çığlığa dönüştüren ilk Mesih'imizmiş meğer bu yolda o!..

Zaman kavramları nasıl da değiştiriyor, oysa çoğumuz onun Dali gibi dolar çılgını ve kapitalizmin finofil ejderliğine soyunan satın alınmış bir  kemiyet olduğunu sanmıştık. Yanıldık, çünkü dünün işbirlikçisi, bugünün isyankârı konumuna sürüklendi, çağın çetrefil, içler acısı, anlam kaymalarıyla dolu, bu yolda ışık hızını bile geçebilen kavramlar, oluntular, sürklase edilen veriler, verimler, zincirleme ikonlar ve protestonun bile gülünç ve düzenin tanrısal bir seviyeye yükselip, neredeyse sonsuz bir güce dönüşen, erkin, görünmeyen mekanizmaların tüm bir insanlığı köleleştirebilecek güce ulaştığı bir yıkım ve ilahiler tanrısının, Satan'ı bile sağ kolu olarak sunduğu bu illüzyonlar ve  her şeyin; güneşin, tanrının ve evrenin ayetlerine dönüşebildiği, çağrılmayan Yakuplar ve manipülasyonlar dünyasının, kuyruklu yıldızlarla kaynaşan ve hiç bir ederi, düşünsel yeniliği, çekiciliği ve hümanistik yadsıma ve fütürist bir görselliği ya da içeriği barındırmayan, her şeyin yıvışıp sıvıştığı, gerçekte tanrıya bile yer olmayan, anlakta onun manyetik bir dalgaya dahi değil, mizahi bir kara duyuna dönüştüğü, bize sonsuz gelebilen sanal bir özgürlükle süslenmiş, tüm evreni tutsak alabilecek bir algılam'a doğru sürükleyen bu canlılar ve okyanuslarla dolu sanat dünyamızda...

Bugün insanlık sanalitedir, sanalitik bir yığın, bir görüngüdür, ölüm sıradan bir olgu olup, tüm kavramlar tarihte görülmediği kadar hiçlenmiş, içeriğinden boşalmış ve insan beyni tüm yeteneklerini, tüm kişisel, tepkisel, bilinçsel özelliklerini yitirmiş ve beyin; köleleşmiş bir evrenin kumanda merkezine dönüşmüştür. Beynimiz bizim değil artık, bizim dışımızdaki, her şey ve herkesin bir düşünsel aracı o, bir kobay -denek- ve bir veri merkezidir artık. Kısacası sanat, klasik sanat kavramı; ölmüştür, tüm insanlıkla birlikte, sonsuza dek. Çağımız 21. yüzyılla geleneksel dünyaya son vermiş ve deyim yerindeyse insanlık tarihinin en büyük devrimini gerçekleştirmiştir. Dijital devrim. Atom çağının sonrası, dijital bir çağdır bu. Atomdan daha keskin belirsizlik ve görünmezliklerle dolu. İnsanın ve sözün  nitelikten niceliğe, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik kavramının tanrısal bir töze, bir ayete dönüştüğü kutsal cehennem!..


Bir düşünce sorunu çözmek için değil, sorunları çoğaltmak, imlemek ve onu dışa vurmak için vardır. Ama yine de o, çözümden söz etmeyi sorunu göstermenin yollarından biri olarak ileri sürmeyi bir alışkanlık edinmiş ve tarih boyunca, hiç bir çözüm üretemediği halde, çözüm adına yaygaralar üretmeyi bir borç bilmiştir. Öyleyse çözüm nedir; toplu yok oluş ya da toplu kurtuluş gibi gözüküyor ufukta, hamaset dolu bir yaklaşımla, nasıl olabilir bu, günahkâr olmaktan kurtulmamız, tövbe etmemiz, arınmamız için, önce günaha girmiş olmamız gerekir diye bir söz var, insanlığın kurtuluşu, onun sürüklenebileceği felaketlerin en büyüğüyle doğru orantılı bir varsayım ne yazık ki, yaratılışımızın naturası, cehennemi görmeden, yaşamadan, cenneti vaat etmeyen bir tanrının çocukları olmakla yoğrulmuş alışkanlıkla, bizim kurtuluşumuz, o büyük felaketimizle -apokalips- olasıdır, buran yeli esmedikçe, tuz gibi ak olmadıkça ve Sodom ve Gomore yinelenip arşı alaya yükselen bir yansıma, tersinir yadsıma, bir günah cinneti ve bir şirkin ulvi, alelade şahikası olmadıkça, tanrısal bir gazabın, gaddarlığın ve bir kıyamın kapısına varıp, ulaşmadıkça bir kurtuluştan söz edemeyiz biz.

Ama umut var, o yolda ilerliyoruz, ne var ki sanıldığı kadar hızlı değiliz, bizim tanrılarımız nükleer güçlerle donatılmış, alev şeytanlarıyla kucak kucağa, kıtalara nam salmış ve ozon tabakasını delerek Mars'a ulaşmış olsa da; ne yazık ki henüz emekleme dönemindeyiz. Bir kıyamla, umuyla kurtuluşa erişebilmemize daha çok var, kendimizi yok etmek bile yetmiyor buna açıkçası, dahası yetmez. Tüm evreni ortadan kaldırabilecek bir güce sahip olmalıyız biz, olasıdır bu ama bir gelişme sayılamaz ne yazık ki, işte bütün sorunda bu...

Biz tanrının gerçekte bir mahalle bekçisi, bir apartmanın süpürgecisi bile olamadığını anlamalıyız, melek ve şeytanların onun has evlatları olduğunu kavrayıp bilebilmeliyiz ki, yeni bir evren ya da kan ve et uygarlığından amade bir yaşam ve kutuplardan arınmış, reng'ahenk bir kuş cenneti kurabilelim, yine de umutlu olmalıyız biliyorum; Adem'in çocukları bugünlere nasıl geldiyse, cehennemide çıplak ayaklarıyla yürüyerek geçecek, bir anksıyeteye  sahip olabilecektir o, çok basit bir beceridir onun için bu ve insan gerçekte bir tanrıdır ama bunu bilmezlikten gelmekte ve çağları geçip gitmek gibi bir uğraş içinde o...

Onu küllerinden doğuracak sihir  daima elindedir ve onun şeytanları ve Nemrutları bu dehşet veren vodvilin kozmikomik, komitrajik ve satirik oyuncaklarıdır yalnızca, bu yüzden bugüne dek, tek bir insan yaşadı diyebiliyoruz. Çünkü biz bir kategori olarak yaşadık çağlar boyunca, canlılar sınıfından bir Eden Kristali, bir sürgün, kendimizi yineleyip durduk acımasızca ve acemilik dönemlerini tüketiyoruz yalnızca ve bir deneyimin ustaları olmaktan alabildiğine uzağız henüz.

İstanbul Contemporary'de gözde bir sanatçımızın işinin çalıntı mı olduğu, yoksa bir esin ya da bağımsız bir yapıt mı olduğu tartışılıyor sanal dünyada... Bu açınlar bu yüzden açıkçası, somut ve dürüst, yani gizlentisiz, tüm çıplaklığıyla düşünecek olursak, çalıntı olmayan sanat yapıtı daha doğmadı yeryüzünde, ama kesinlemeler karmaşaya yol açar, bu ne demektir, sanat geçmişin birikimini, yeni bir yorumla sunma çabasından başka bir şey değildir, salt yeni de olanaksızdır bu anlamda, taşın, suyun, eşyanın, yağmurun ve şimşeğin  tanrısıyla süslenmiş dünyasında, gerçekten yeni bir şey yoktur ve olmayacaktır da, gerçek sorunda budur zaten, kibar bir deyimle esin diyoruz zaman zaman çalıntıya, oysa  tümüyle yineleme, virgülü virgülüne aynı olan bir Don Kişot veya kutsal bir kitabın sunumu, gerçekte çok daha ders verici ve sanatkarane olabilir ya da ışık tutabilirdi bize... Anlamak için Deloslu dalgıç gerek ama paradokslar dünyasında sanat anlayan içindir ne yazık ki...

Çünkü biz sonsuz bir eskilliğin, yeni bir güne gözünü açmış, onun teknolojik türevleriyle boyanıp çalkanmış primatlarıyız ve görünür, kavranabilir evrenimizin versiyonlarıyız; sanatta bunun içindedir, biz de ve ev/renimizin ta kendisi de bunun içindedir, hepimiz ve görüngülerimizin esiri ve esini olan soyut vargı ve varsağılarımızda!..  Başka bir şey üretemeyiz biz, ötekine çok benzeyen, tıpkısını andıran bir sanat objesi veya Mona Lisa'nın birebir kopyasının sergilendiği bir sanat yapıtı, bizim için daha gerçekçi ve ders verici olabilirdi, çünkü yinelemek cezasından kurtulmuş bir sapiens olmaktansa, protest bir bakış açısıyla tıpkısının aynısını ortaya koymak kozmik bir derinlikte dürüstçe bir anlayış ve daha gerçekçi bir yaklaşımdır artık bizim için, çünkü sanat baştan sona bir yinelemedir gerçekte...

Bizim temel sorunumuz, bu yinelemeyi her defasında kozmik bir adap ve derin bir insanilikle anımsatmak, yansıtmak ve duyumsatmaktır belki de, sanat terkedilmelidir diyemeyiz ama sanat bizim sıradan bir parçamız olmaktan kurtulamıyor ne yazık ki, kendimizi anlatmak bir tür yineleme değil midir, böyle bir bildik tanı, köktenci değil, yüzeysel bir tanıya yol açacaktır sonuçta, var olanı kusurlarıyla biçimlendirmek, restorasyonla sözde yenilemek, niçin sanat sayılabilsin ki, ama uygarlık biçimimizi değiştirebilseydik biz, insan hiç olmazsa kendini tanıyabilecek, belki de anlayabilecekti kozmik ölçekte, yinelemek bir tanı olamaz ki, o salt bir tekerlemedir,  ama ufkun ardında ne var bilemeyişimiz, bugünkü anlaksal yapımız ve onun sınırları içinde, başka bir gerçekliğe ulaşıp, göremeyişimizdendir. İnsan vahşidir, ölümcüldür, yazgısının tutsağı olup, umarsız bir yaratıktır ne yazık ki, bu topoğrafyası değişmedikçe, o tropikal bir kuşun renkleriyle avunduğu sanata, bir illüzyona ve kendisine boyun eğmeyi sürdürecektir.

Bundan ötürü bir dolayımla Sanatçı günümüzde sanatçı olmadığını ileri sürebilen kişidir, olmalıdır. Çünkü o kaçınılmazlıkla işbirlikçidir, bir yineleyici, günoğulcu ve skolastiktir gerçekte o... Yeni sanat diye bir şey yoktur, versiyonlarımızın piyasaya sürüldüğü, sayısal deneklerin karşıtlamında, kitlelerin beğenisine sunulduğu veya sosyal yaşamda türetken yollardan karşılık gördüğü, bildik bakış açılarının, bilinç üstüne çıkarılmış kozmik, kaotik ve bildik görselleridir onlar yalnızca.

Öyle olmasaydı Şeyh Bedrettin bir kere doğar, Marks bir kez konuşur, Spartaküs bir kerecik kalkışırdı o sürekli şükrettiğimiz,  kutsal ve tanrısal bildiğimiz -dünya sahnesi- kurulu düzene karşı, oysa dünyamız saltıklıkla, bu tür düşselliklerin ve açmazlıkla yinelenen motto ve manifestoların ve her seferinde şu ya da bu biçimde 'Yüce Sezar, ölüme gidenler seni selamlıyor' diyenlerin  mezarlarıyla dolup boşalan bir ambardır geçmişteki gibi, versiyonlar cennetiyiz biz ne yazık ki. Savaş savaş değil, içimizde kök salmış, bizi kuşatıp temellenmiş bir kavram o, diğer anomaliler gibi tanrıyı günahkar yapan ve utanılması gereken bu... Belirsizlik ilkesiyle yaşayan bir dünyanın ve tüm belirsizliklere hükmeden bir tanrının çocuklarıyız biz. Bir tür ahlaksızlık içindeyiz ve bir sapmayız gerçeklikte ve bu yolla günahtan yoksun olmakla, gerçek bir masumiyetin içindeyiz aynı zamanda, ne yazık ki. Acınası bir devran!..

İnsanlık ilerlemiyor, aşkınlığın versiyonlarıyla gönül eğlendirmiyor, yalnızca keşfediyor o, atomu keşfediyor, nötronu ve gökadaları keşfediyor, peynir çeşitlerini ve karamelayı keşfediyor, yeni bir şey bulmuş değil o, olmayan bir şeyi yaratabilmiş değil -yarattığı tanrı öyle değil ama(!)-, bir yinelemeyi yeniliyor o ve yazgısına doğru hızla koşmaktan da büyük bir haz alıyor... Göğün altında yeni bir şey olmadığı sürece,  genlerimizdeki alıcı kuşun, düşlerindeki rengarenk tüyleriyle oyalanan bir çılgınlığın bebeği olmayı sürdürecektir o...

Her zaman bir Quetzalcoatl özlemiyle avunan ve onu savunan baltalar tapınağının bir yabanılı o!..

Sanat, o denli kısır bir çıkışlar yumağıdır ki gerçekte, temaları tarih boyunca, üç beş başlık altında cirit atan neandarteller olmaktan kendini kurtaramamıştır. Nedir onlar, aşk, ölüm, yaşam, zaman, evren, sonsuzluk ve varlık, yokluk ikilemleriyle, onun versiyonlarıyla dolup taşan yaşam gaileleri, savaş, barış, kin, para ve ekonomik, sosyal, kültürel, endüstriyel ne varsa ve onun kozmik açımlarıyla dolup taşan her tür, tümü...

Bizim anlağımızın cennet bağları, Eden Bahçesi o denli küçüktür ki, biz okyanuslar ve sonu gelmez cennet ve cehennemlerin sınırsızlığında taklalar, perendeler atarak  yaşamlarımızı düşlerin sonsuzluğunda geçirmekte olduğumuzu sanıyoruz, oysa insan minicil bir yaratıktır ve düşünce kozmolojisi henüz alabildiğine sınırlıdır, bir kaçış içindeyiz biz gerçekte, evrensi her şeyi, her neni algılamakta zorlanıyoruz, her konuda çelimsiz bir varlığız ve bildik sınırlarının dışına çıkmakla tehdit edilen umarsız bedeni, anında intihara kalkışabilir örneğin,  dışlanan bir homosapiens -düşünebilen varlık- o kadar naif ve kırılgandır ki, yaşam denilen kozmolojiyi anında yadsıyabilir, içine kapanır ve kendi kendini yok edebilecek basit bir aygıta, bildiğimiz bir alet ya da gülünç bile sayılamayacak son derece sıradan mekaniğiyle, öylesi bir makineye, et ve kanın danteliyle örülmüş bir kurmacaya dönüşebilir. Kurmaca, ne denli tehlikeli ve insansı etikten yoksun bir deyim. Ölümsüzlük bile kurtaramaz bu varlığı, ezasını artırır, o duyguyu terk etmedikçe ve düşüncesi sınırsızlığın kapısına ulaşacak bir biçimde gelişmedikçe, tıpkı kendisi gibi, amorf -anlamdan yoksun- bir biçimde oluşmuş bir yapıntının, bir göktaşının kozmik geometrisinde, cücemsi bir oluntu olmaktan öteye gidemeyecektir ne yazık ki...

Sanatın kategorileri de bir kaç kalemde toplanabilir bu yüzden, uygarlığımız son derece geri ve gülünç bir uygarlıktır inanın, başka dünyalar ve evrenlerin, kuantumla, parçacık ve dalga kuramlarıyla berkitilmiş veriler dünyasının düşlerini kuran insanlık, kozmik çölünde hiç bir şeyle karşılaşmadan, tüm evrenin sonsuza dek uzanan sınırlarını yerle bir ederek, hiç durmaksızın yol alabilir inanın. Bu yüzden kendimizi abartıyoruz biz, başka dünyalar ve canlıların özlemi içindeyiz, yalnızız ve bir ebeveyne gereksinim  duyuyoruz her zaman, bir süt anne (süt yolu) ya da bir teselli ocağı arıyoruz sürekli, büyük lokma yutalım elbette ama biz bulamayacağız onu...

Bizi karşılamaya değer bulacak bir kavramlar bütünü, bir töz ve kolloid yığınlarının olabileceği bir evrende yaşamıyoruz büyük olasılıkla, biz sıradansak eğer ki öyle görünüyor, evrende; bir hiçliği barındırıyor olabilir, bu yüzden aksi bile sıradan olabilecektir artık bu madalyonun öteki yüzünün. Sıradan olanın türevleri de sıradan olacaktır doğallıkla...

İnsan bir bölüm bilim adamlarının ileri sürdüğü gibi antropolojik bir sapma; arınmış bir ruhun, sağlıklı diyebileceğimiz bir dna'nın ürünleri ve gerçekten tanrısal sayılabilecek bir gen yığınlarının yumağı olabilseydik biz, bugünün sanat, düşün ve ideolojik dünyasından en ufak bir kırıntı taşımadan varlığını sürdüren, düşüncesini onun en küçük bir endikasyonuyla karşılaşmadan ve kontranın yıkımına uğramadan, sürüp giden bir yapıntılar ve uğraşılar evreninin içinde olabilirdik biz ama evrilişimiz insanın ürkütücü derecede naif ve komik unsurların egemen olduğu bir yapıntıya dönüşmesine yol açmış ve üstelik tanrıları, yığınla, başıboş göktaşı gibi yüzen tabularıyla, inanılmaz bir  kutsaliteler cenneti ve cehennemini icat etmişiz biz. Umarsızlığımızdan ve kozmikomik bir karikatür olmaktan kurtulamayışımızdan, iyi düşünmeliyiz, biz kimiz ve neyiz, milyarlarca sözcük arasında, bir'icik sayıda bir 'Umut', eşi bile olmayan bir sözcük var ha!..

Gerçek bir varlık, bugünün sorunlarının hiçbiriyle uğraşmadan, sürüp giden bir töz ya da nen olabilir ve kendini anlayabilme bahtına erişebilirdi belki de ama bu olanak tanınmamış homosapiensimize...


Nereden biliyorsun deselerdi?
Bizden, kendimizden biliyorum derdim o varlığa!..