15 Ağustos 2020 Cumartesi

FAUSTİNA

 FAUSTİNA

Bir Endülüs çiçeği.

Abdurrahman’ın Ferdinand’a uzattığı, Gırnata'nın altın anahtarı gibi pırıltılı, zarif, narin ve bir sülün gibi renkler içinde ve Tuleytule’nin sümbülü gibi alımlı, İspanyol kanı taşıyan damarları ve düşmüş bütün şehirler gibi üzünçlü...

Elhamra gibi görkemli ve yas içinde!.. Ama şimdilerde, güzelim bedeni, vandal çatısı, kızıl saçları ve İskandinav ruhu taşıyabilen bir druit masalıyla, gerçekte bir dünyalı olarak, Cadiz'de, El Puerto de Santa María'da neşe veren, hayat dolu düşlerini aramayı sürdürüyor.

Hep düşünürüm, şu şiir belki onun ruhuna yazılmıştır,

'Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı... / Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı.../ Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir. / İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir. / Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri, / İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri... / Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır; / İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır. / Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü, / Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü.../ Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir / İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir. / Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi; / Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi.../ Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli.../ Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kere öpmeli.../ Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle, / Her kalbi dolduran zile, her sineden: Ole!'

Ama şu içli şiirde, belki de Faustina'nın melankolik ve özlemler içindeki bedenini, güzelliğin acılarını ve artık yaşama yenik düşmüş olmaklığın kederiyle...

Gölgelerde süzülüp giden Guadalquivir’i anlatıyordur güzel yüzünde… Emel Denizleri'ne kavuşmayı düşleyen özlemiyle…

‘Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki / Kimi kumları kararmış bunalmış gibi. / Zarif bir el yol açtı ona / Özenircesine sütunlardaki oyuklara. / Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi / Geçip gidiyor ıhlamurların arasında. / Onun içli bir şarkı olduğunu / Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu / Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini / Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu. / Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar, / Sürüler, yağmacı kalabalıklar. / En iyi olmak için boşuna uğraşırlar. / Bütün bunların ayrımındadır üzünçlü kral, / Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez, / Geçersizdir anahtarlar, / Haç ötekilerin olur ay tutulurken, / Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.’

İşte benim için Faustina bu dizelerdeki umarsızlık, geçmişe duyulan bir özlem ve sonsuz bir keder… İnsan bir organizma değil, bir kültürdür, nice uygarlıkların izi, nice söylencelerin ve nice yaşanmışlıkların bileşenidir o... Faustina'ya sevdalıyım ben. Neden, çünkü o yıkıntılar arasında ilahi, bir zamanların Gırnatası, yeşil çayırlar, serviler, göz alıcı sütunlar, başları göklerdeki kuleler ve küllerinde, yitip giden düşlerin, elem dolu rayihası...

Bir gün çekinmedim, aşk boş zaman sektörünün yarattığı bir anomalidir dedim ona… Ama bu gizlenmiş bir acının, düş kırıklığıyla örtülmüş bir üzüncün, çekincesi gibi geldi bana dedi…

Ona sevdalıyım, böyle bir hülya için, us dışı bir becerinin, hepimizi üzünce boğan bir iç çekişin olması gerekmiyor ki Faustina… Sen görkemli bir kadınsın, ben düşler içindeyim, tanrım bu sevdayı ona da bağışlamalısın, ne olur Faustina'da sevsin beni, anlasın…Kim aşık, kim seviyor, kimin içi yanıyor, bilinir mi bu dünyada, herkesler onu görsün!.. Ama o Guadalkquivir’i izliyor, zamanın içine gömülmüşçesine…

‘Sanat her zaman bir düşten söz etmez mi!..’

Aşk aynadaki ‘Ben’i sevmek gibidir, ruh ikizi, ötekindeki kendisi… Senin boyun öyle uzun ki Faustina'm, aşkın tanımı bulutlarda saklı…

‘Sen esirliğim, hürriyetimsin, / çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, / sen memleketimsin. / Ela gözlerinde yeşil hareler, / sen güzel, büyük ve muzaffer / ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin... / Ben sende, kutba giden bir geminin sergüzeştini, / kumarbaz macerasını keşiflerin, / ben sende uzaklığı, / ben sende imkansızlığı seviyorum. / Ama asla ümitsizliği değil…’

Faustina, yalnız yaşıyorum ben diyorum ona, trajedimi sevginle süslediğin için, sen benim canevimsin, keşke bana gelebilseydin, bir çift ruhun, aşkın ne olduğunu anlayabilmesi için.

Ben edebiyata aşığım Faustina... Horkheimer diyor ki, bu kaçıncı sızlanışım onun adına… ‘Aşkın kitaplara girmesi tek umarımızdır, yoksa başka bir yerde yaşayamayacaktı!..’

Herkes aşkı arıyor, herkes sevmeyi, sevilmeyi bekliyor ve herkes yaşam denen 'o vefasız yosmanın' özlemleri içinde... Paradokslar içinde bir sevi ve sevilmenin beklentisinde, yaşam dediğimiz hülyanın rüzgarıyla, sahillerden demir alıp, kıyamete doğru uzaklaşan, bir geminin içindeyiz biz Faustina...

Ama her şeye karşın aşktan söz edebiliyorsun sen. Tapıyorum bu dünyaya bakışına ve kutluyorum.

Sanatın bir yalnızlık şarkısı, bir yas tutma ve Joaquin Murieta’nın Ölümü’ne adanmış bir çığlık olduğunu biliyorsun.

Sana iman ediyorum ben ve inanıyorum.

Faustina, ‘Sanat her zaman bir düşten söz etmez mi’ diyen Konstantinos Kavafis!..

Benim için sanat, duygu, neşe ve doyumdur diyorsun...

Şair ne diyebilir ki sana...

Sanatın aşkıyla, belki bir gün, yüz yüze geleceğizdir Faustina...

Erotizm ve arzunun karanlık nesnesi adına, sana hoşça kal diyorum…

Edebiyat göklerde bir kara deliktir, gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz unutma…

Dünya kendini yenilerken, çağ kendini eskitiyor ve düşlerimiz orgazmlarına yeniliyor.

Edebiyat saf bir sihirdir, bu sayede sınırsız deneyimler edinebilir ve ölene kadar tutkuyla yaşayabiliriz ha....

Bu sözler beni aşıyor Faustina

Melek, Şeytan ve Tanrı’nın kim olduğu, her zaman bir bilinmeyen olarak kalacaktır dünyamızda…

Her sabah sarılmayı özlüyorsun…

Bugün düşlerimde olacaksın. Ve acı çekeceğiz ikimizde. Çünkü düşlerimiz olacak ama biz olamayacağız orada...

Belki de bir sabah erken, sarılacağım sana...

Çılgın bir kalp ve parlak bir düşevi var ve bu heyecan verici ve patlayıcı… Ama artık tutku istemiyorum, dinginliği arıyorum.

Faustina...

Sürekli çırpınan bir kuş gibisin avuçlarımda...

Seni yaşamak isterdim…

Ve sessiz bir çığlık gibi, boşluğa doğru haykırıyorum hâlâ...

‘Sana bu pembe bulutları göstermek istiyorum gecede. / Ama görmüyorsun. Gece olmuş – insan neyi görebilir ki? / Artık senin gözlerinle görmekten öte bir seçeneğim yok, diyor, / demek ki yalnız değilim, yalnız değilsin. Gerçekten de / bir şey yok sana gösterdiğim yerde. / Sadece gecede bir araya gelmiş yıldızlar, yorgun, / bir kır eğlencesinden öylece dönen insanlar gibi, / hayal kırıklığına uğramış, aç, hiç biri türkü söylemeyen, / terli avuçlarında ezik yaban çiçekleri./ Ama ben direteceğim, diyor, görmekte ve sana göstermekte, / çünkü sen görmezsen, sanki ben de görmemiş olacağım- / hiç değilse senin gözlerinle görmemekte direteceğim- / ve belki bir gün buluşacağız başka yönlerden gelip sana.’

Hoşça kal Faustina..


*




FAYTON
Dünyadan ayrılalı  yüz yıllar oluyor, günahlarımın kefaretini ödemiş olmalıyım ki cennetteyim ben. Ödenmiş cezaların ve vaat edilmiş mükâfatların son durağında!.. Bilinmez belki de öyle sanıyorumdur. Şu evrende terk edilmeyen tek kuram, Heisenberg'in belirsizlik ilkesi, tanrının sağ koluymuş bu adam bilemedik. 
Büyükadalı biri olarak fayton ulaşım aracı olarak kullanımdan kalktı mı pek merak ediyorum ama, burada bir gönül tsunamisine yakalandım öncelikle, daha doğrusu dünyada yarım kalan, bir türlü yaşayamadığım aşkın depresyonu sürüyor ve gene delirtti beni, sersem gibiyim ve çok ender görülen bir belanın pençesindeyim, tanrının bağlarında, dünyevi sendromlar başlığında toplanıyor bu tür sayrılıklar ve her zamanki gibi, her şeye gücü yeten tanrımız ilgilendi benimle -o her yerde ve her şeyde değil mi, türün öbür bireyleriyle nasılsa, benim de her zaman yanı başımda- ve dedi ki rehabilitasyona gereksinimin var hem de acilen...
Dedim ki, biz dünyada yaşadığımız travmalardan dolayı buraya düşmedik mi, üstelik iyiletim amaçlı ve de armağanlarla dolu, cennet bize çare olamayacaksa ne işimiz var burada... İyi de dedi, burada aşk yok ki, gılman ve huriler var dilediğin kadar, ama illaki aşk arayan ve onun acılarını şifa olarak gören biriysen, öbür dünyaya gitmen en uygun çözüm. 
Öbür dünya dediği de 6 adet anakarası, okyanusları ve bitmeyen savaşlarıyla şu bizim; sizin dünyanız yani!.. Güldüm artık, o taraftayken bu taraf öbür dünya, bu taraftayken o taraf öbür dünya, işkillendim ben dedim tanrıya, yuh olsun dedi, çözüm be kardeşim, burada derdin varsa öbür dünya çözüm, orada derdin varsa bu dünya, ne değer bilmez şeysin sen...
Düşündüm ve dedim ki, iyi de nasıl olacak bu workshop, bu taraftan gideni hiç görmemiştik de... O taraftan geleni de görmedi buradakiler dedi. Birden aydınlandım, demek ki dünyevi günahlarımızın 'cezası ve mükâfatıyla' bilmeden karşılaşıyor ve aynı imparatorluklar dünyamızda olduğu gibi, buradaki günah ve sevaplarımızın karşılığını, öbür dünya korkusuyla ezilip büzülmeden ediniyorcasına yaşıyorduk sanki. Çok güzel, ussal ve belki de kurnazca bir yöntem bu bence!..  
Gerçekte cezalar ve mükâfatlar somut biçimde yaşanırken, vaatler ve nice haksızlıkların diyeti ise hep öbür dünyaya havale ediliyor biliyorsunuz!.. İkisi arasındaki fark çok incelikli ama ve altta kalanların, daima üsttekileri sırtlayan lokomotif olmasının sinsice düzenlenmiş bir gerçelliğine dönüşüyor bu dünyamızda ve sürekli ne yazık ki!.. 
Tanrıya kızmıyorum, küseceğimde yok, çok zor işler, cennetini gördüğümde anlamıştım bunu, tanrıya yardımcı olmuyoruz biz, başıboş sürüler gibi davranmakta üstümüze yok, tanrıcıl geçinenler en zalim topluluklar  üstelik, her şey karmakarışık ve tanrı da baş edemiyor ve bambaşka  bir formül üretmeye çalıştığına birebir tanığım!.. Tanrı masum, insanlar fırsatçı bu formülasyonda yani!.. Açımlamalarımın yetersizliğini görmüyor da değilim. 
Tamam dedim önerisine, ama nasıl beceriyorsun sen bunu, -korkunç derecede hoşgörülüdür kendisi- reenkarnasyon dedi, seni Verona'da aşktan sarhoş olup delirecek, çılgın bir delikanlı gibi göndereceğim oraya, büyüyünce özlemiyle yanıp tutuştuğun tsunamin,  kasırgalar ve tayfunlar arasında seni boğacak ve ama karşılığında da büyük mutluluklar yaşayacaksın. Anlaştık dedim, ama ben şu huriye tutulmuştum, kendisinde Sibel'i gördüğüm. Bilinçaltı ve sanrının oyunları evrenin her köşesinde... 
Burada aşk yok, anomali yok, dehşetengiz hülyalar yok, yalnızca mutluluk var dedim sana, ama mutluluk seni katlanılmaz anlamsızlıklara sürüklüyorsa -genelde böyle oluyor- o tarafa gitmen gerek, bir denge arayışı içindeyiz biz, sevgili deneğim, başkaca bir çözüm yok diye sesini yükseltti. Umarsız gibiydi!..
Verona yerine Napoli olsa iyiydi, mandolin çalmasını biliyorum da  ben, ama gene de Büyükada'yı istiyorum, sevdiğim, büyük yaram orda kaldı, belki onu bulurum dedim. Eksikliğini duyduğum özlem uğruna!.. Orada 66. yüzyıldalar gene de sen bilirsin dedi, senin antik ve ilkel dürtülerle dolu tasımladığın aşk daha büyük facialara ve yıkıntılara neden olabilir, ruhsal yaraların ve  depresif yapın erkenden buraya dönme içgüdünü tetikleyebilir!..
...
Aradan nice yıllar geçti. Ben başıma gelenlerden söz edeyim izin verirseniz. Büyükada'da faytonlar ışıktan ve bir lazer çubuğu gibi saydamdı artık, isteseler atlar bir anda ışıltıdan başka bir şey olmayan Aya Yorgi'nin tepesine ulaşabilirlerdi, saydam insanlar, saydam faytonlara biniyor, saydam marketlerden alış veriş ediyor, saydam yiyeceklerle karın doyuruyor ve sözleri hiç duyulmadığı halde kahkahalarla gülüyor gibi yapıyorlardı. Neredeyse görünmüyorlar ve tüysü, içi dışı elyaf gibi geçişli, ipekten bir eriyik gibi, yok hükmünde varlıklardı bunlar ve deniz atı gibi parlıyordular. 
Korkunç derecede sessiz bir dünyayla karşılaşmıştım ve zamanları öylesine boldu ki, momentum hızını kendileri ayarlıyor ve yaşamlarını diledikleri gibi düzenleyerek, örneğin piknikte sanki yıllarca vakit geçirebiliyorlardı, oysa bu sanal bir şeydi ve her şey bir mikro saniyeden bile kısaydı belki de, anladım ki zamana hükmedebilen ultramatik bir canavarlar dünyasıydı bu!..
Nasıl olduysa ölüm sözcüğünü ağzımdan kaçırır gibi oldum bir gün, o kadar uzun süre baktılar ki bana, dediğime bin pişman oldum, bilisiz birinden beter bir konuma düştüm sanki, sayıklayan bir insansı sanmışlardır herhalde beni ya da sekarat eşiğine gelmiş ve yokluğuna susamış bir yarıdeli... Lennie dedi biri, Lennie! Duymazlıktan geldim. Ağaçlar ışıktan, binalar ışıktan, güneş, ay, tüm yeryüzü ve gökyüzü ışıktandı, sonra anladım ki burası, gerçekte bir ütopya ve bir plantasyonun akvaryumuydu.
Ellerimizle hiç bir şey tutamıyor, kimseye dokunamıyor ama elimizi uzattığımız her şey ışıktan bir sepete giriyor, yanımıza geliyor veya midemize iniyordu. Görkemli bir yaşam biçimi vardı sanki ama bana çok yavan, ilkel, hatta komik gelmişti gene de, itici buluyordum bu tür bir yaşamı ve iğreniyordum uygarlık biçimlerinden. Olağanüstülüklerini anlatmakla bitiremem ama sıcaklık yoktu, içtenlik yoktu, rekabet yoktu, hırs yoktu ve aşk yoktu artık. İçimden dedim ki birbirinizden bu kadar korkar, nefret eder ve bir gram bile güvenmezseniz olacağı buydu, ölüme aşık, kavgacı primatlar!
...
Tanrı indinde, reenkarne olarak yaşayan bir genç olarak, Büyükada'daki aşkımla ilk kez bir markette karşılaştım, -aşk adına özlemini duyduğum mazohizm ayağıma gelmişti işte- adı Sibel'di onun, bana bakar gibi yaptı gene, sonra başını eğdi her zamanki gibi ve ben bu kez affetmedim, görüşebilir miyiz dedim. Eli elime değmeden, göz göze gelmeden ve gülümsemeden, platonik. 'Deniz Kızı' heykelinin oraya gel dedi. Bayılacak gibi oldum, bin yıllarca  sahilde hiç bir değişiklik olmamış mıydı yoksa... Yoksa Sibel'de benim gibi bir reenkarnasyon muydu, tanrıma şükreder gibi oldum o an, sayrılığıma bir umar  olsun diye; Sibel'i de buraya göndermişti belki de, yeni bir Sibel uydurup, biçmektense, vahşete eğilimli çağların, gaddarlıkla beslenmiş ruhu ve emellerine bir türlü kavuşamayan, organ yetmezliğinden mustarip ve sakatlanmış 'anomalik' bir bünye için!..
Sevişeceğimiz tuttu bir gün, yüz yüze iki aşık ve iç içe iki  kaşık gibi birbirimizin içinden geçiyor, ışık körü bir havada, uykulu gibi, bir esirin boşluğunda dönüp duruyorduk -sanki bizi gizleyen duvarlar varmış gibi!-, kahrımdan ölecektim, kendimi bir oyuncak, sanki aşağılanmış bir varlık gibi algılıyordum, sevişmek böyle mi olurdu, ama bedenlerimiz ve tasımlanmış ruhlarımız başka türlüsüne el vermiyordu ki, geçmişi anımsamasam belki bir yararı olurdu bunun, ama bir şeylerin eksikliği iliklerime kadar donduruyor ve bir inme duygusu, bütün vücuduma yayılıyordu sanki...
Sibel'de sanki motorize, düş gücüyle çalışan bir otomat gibi ayak uyduruyordu bana, aşkıma kavuşmuştum sözde ama saklamak utanca boğuyor, dayanılmaz bir aşağılık duygusuna sürüklüyor beni, korkunç derecede mutsuzdum ve bir gün Sibel'e her şeyi, umarsızlığımı ve bu aşktan belki de artık  nefret ettiğimi, dahası ayrılmak istediğimi söyleyecek kadar ileri gittim, ama gaipten gelen bir ses sanki dur dedi bana, sabret, ilkel dünyalı!.. 
Onların uygarlık biçimine ayak uyduramayışım imgelemdeki aşk duygularımı yok etmiş, bir niceliğe indirgemişti beni... Sibel'de duyarsız gibiydi sanki olan bitene, yalnızca uyum içindeydi belki de o, belki de yeni dünyaya ve uygarlığımıza alışmayı, post fütürizmi benimsemeyi ve saydam -yokluk sınırında- oluşumculuğu özümsemeyi bir tür yetenek gösterisiyle benden çok daha önce başarmıştır, ne bileyim. Aşka giden her yol mubah değil miydi geçmişte, hak veriyordum ona ama beni sanrılarım, dünyevi kıskançlıklarım ve ondan bir dakika bile ayrı kalamama dürtülerim her zamanki gibi perişan ediyordu. O salt benim olmalıydı ve eşi benzeri olmayan kırmızı gülüm, gizlenti dolu buyruklarım altında ezilmeliydi açıkçası. Aşk hükmetme ve yok etme duygusunun romantik varyetesi değil miydi, bir zamanların 'Ölümlüler' dünyasında!..
En sonunda kendimi tutamadım ve onu öldürmek geçti içimden açıkçası, çünkü benim değildi bu görkemli yaratık, gensel dürtülerimin kurbanı olacak bir özveriden yoksun ve çılgınlığın sınırlarını parçalayacak denli gemi azıya alabilen; tanrısal bir aşktan da habersizdi... Onu ya öldürecek ya da aşkı dilediğim, düşündüğüm veya tasımladığım gibi yaşayamayışımı kabullenemediğim için bu dünyayı terk edecektim. Kendisine taşıdığı ışık gücünün kat be kat fazlasını gizlice yüklersem sigortası atabilir ya da kendi kendine yanıp kül olabilirdi, bende eskinin özkıyımlarını anımsatan bir atakla fişimi çektiğimde ya da bin bir türlü olanak ve yöntemlerle işimi bitirdiğimde yok olabilirdim, bir intihar şarkısı eşliğinde!..
Bunlar ölüm sayılmıyor ama burada, klonlanabiliyor ve her şeye yeniden başlayabiliyorsunuz ve ceza olarak ne Sibel'i anımsıyorsunuz ne de bir tür geçmişe bağlı olarak yaşıyorsunuz artık, hatta türün öbür bireyleriyle olan manyetik -kimyevi tinsellik- bağlarınızda yok oluyor, tecritte yaşıyorsunuz sanki belirsiz bir süre... Gördüğünüz gibi sayısız bir olanaklar dünyası bu ama yaşamın tadı yok bence!..
Neyse, sözü uzatma alışkanlığı var klasik dünyanın maymunelerinde, alınmayın kendime söylüyorum bunu, ceylanlarında desem sevineceksiniz ama; oysa maymunun uscağızı geyikte olsaydı, bugün insan diye geyikleri ayakta alkışlayacaktık biz... Çatallı boynuzlarıyla heybetli bir geyiğin, kurumlu bir diktatöre özenircesine, halkını selamladığını düşünün, tuhaf bir gurur duymuyor değilim bu manzaradan, çokça da ürküyorum ama, Gaspar David'in tablolarındaki beyzadeler gibi, sanki tacı ve asası doğuştan bağışlanmış bu canlıya ve bu işte bir yanlışlık var gibi geliyor bana!.. Onu bırakın, en yakın akrabamız köpek olmalıydı diye hayıflanırım öteden beri, bakışları, tavırları, uyumu, teslimiyeti kesinlikle insanın dürtülerine benziyor, gelecek dünyalarda, cennetsiz de olabilir belki ama; bir 'Köpek Gezegeni' bekliyor bizi diye düşünüyorum açıkçası...
Sözümü bitireyim, tanrıya gizlice yalvarmaya başladım ben, cennetine geri al diye, Sibel'in egzistansiyalistçe sürüp giden saydam dünyasına alışamadım, çocukluğumun aşkına bir türlü ısınamadım, oysa tanrı başkalarına, belki bir kez bile bahşetmediği bir iyiliği bağışlamıştı bana, onu yadsıdım, gücünü alaya aldım ve beni gene gamdan kasavetten yoksun 'İrem Bağları'na alabilir misin diye yalvardım, alay ederek yaptığı iyilikle, küçümseyerek, şımarıklık ve hor gören bir utanmazlık, arsızlık ve  hodbinlikle... Hayran olduğumuz şeyi tepmek ve yemek yediğimiz çanağı devirip, dökmek alışkanlığımız geçmiyor bizim. Basitçe özeti bu Ademgillerin. Yapabileceğimiz bir şey yok!..
Ama ne yapayım, aşk geri gelmiyor, geçip giden şeylerin ne tadı, ne hedonist coşkusu bir daha yinelenmiyor. Yaşadığınız an bir daha yenilenmiyor ve tanrı bağışlamış olsa dahi, geçmişteki düş kırıklığımızı yeniden ve yaralarımızı sararak yaşamaya, hem de her şeyi ayağınızın altına sererek; gene de iflah olmuyor artık ruhlarımız ne yazık ki, yaşanmış acılar ve mutlulukların, ne telafisi ne geriye dönüşü var; ne de yinelenişi, ne yazık ki sonsuzluğa karışıyorlar ve daha da ötesidir belki ... 
Zeno'nun oku gibi kırılabilir ama geriye dönmüyor o...
Öyleyse şunu söyleyeyim, olmuş olanın önüne tanrı bile geçemezmiş, ben üzünçler içindeyim ve bu aşk acısı hiç bir zaman yüreğimden çekip gitmiş değil...
Ne yazık ki bu macerada, acılarıma bir şey daha eklendi sonuç da, tanrı geriye dönmemin olanağı yok dedi. Saydamsıların arasında ölmeyi başarırsam, kıyamet kopana değin Araf da bekleyecekmişim, klasik insan türü olmamın tek cezasını çekmek zorundaymışım, bize uyarlanabilir  biricik ritüele boyun eğmek, tanrı yüzsüzlüğümü affetmedi bence, ne büyük bir hata yaptım aşk uğruna, şimdi ne öbür dünyadayım ne de bu dünyadayım.
Bekliyorum yalnızca...
Gözyaşlarımla!..


*










ANI
I

 

Bir ressam arkadaşla, Vedat Türkali'nin Cihangir'deki evine gitmiştik, Cihangir'i iyi bilirim ama yeni dünyanın insanları kırk yıllık komşularının kim olduğunu bilmedikleri gibi, onun evinin nerede olduğunu bilmiyordum. Türkali'nin evine çıktık. O bir dostunu görecek bende bir klişe olarak kitabımı verecektim. Eşi onu çağırdı, ziyaretçilerin var diye, biraz sonra geldi, oturdu masasına, işte anlatmak istediğim bundan sonra başlıyor, önünde bir sürü kurabiye, poğaça, açma türünden şeyler, ben yedim mi hatırlamıyorum, Vedat Türkali ha bire yiyor, içimden amacı şu bu gösterinin dedim, bakın yaşlıyım ama yaşlılara yasak olan şeyleri nasıl da yiyorum görün. O günden beri ölümün hiç bir şeyle ilgisi olmadığını düşünürüm, obez biri uzun süre yaşıyor, vegetaryan biri ise genç yaşta ölüyor örneğin. Vedat Türkali uzun süre yaşadı. İyi bir insandı ve hayatın anlamına yorumlar katabilmeyi başardı sanırım yaşamında...

 

Onun kitaplarını okumadım, bir kaç satır belki, anlatıları, egzantrik olmayan metinleri okuyamıyorum, bunun gerekçesi şu, geçin birinin önüne hayatını anlat deyin, inanın çok görkünç ya da hedonizm dolu şeyler anlatacaktır. Deneyin hak vereceksiniz.

 

İnandığım bir şey daha var, o da benim kitabı okumadı, kitap verirseniz kitabınızı okumazlar, onun için kitabınızın aranması ve öyle okunması olasıdır ancak genellikle. Bir şairin kitabını masada unutan insanlar biliyorum ben, çünkü zahmetsizce elde edilen şeyin ne değeri vardır, ne de önemi...

 

Çok yazara kitap verdim, kimse okumadı biliyorum, bende onlarınkini okumamışımdır, normal. Her kitabı okuyacak ömrümüz olsaydı yazın sanatı bu denli özel ve gerilim dolu bir şey olamazdı. Sanat heyecan veren bir avın peşinde koşmak gibidir. Ölü bir ceylan ise heyecan veremez!.. Onun için kitap vermek, ölü bir ceylanı görmeye benzer!..

 

Gerçekte Vedat Türkali'nin doksanlı yaşlarda bile trans yağla dolu şeyler atıştırdığını anmak istedim burada, bir de kitap vermenin anlamsız olduğunu... Bu öyle bir konudur ki, Borges bana bir kitabını verseydi, onu bu kadar sevemezdim belki de, onu Amazon ormanlarında dolaşırken, bizzat kurduğum düzene, ökseye takılmıştı o, diyesim avlamıştım onu ben, vahşiyane, korku dolu bir macerayı yaşarken!.. İşte Amazon'un anakondası diye önüme bıraksalardı onu sevemezdim sanırım.

 

Buradan bazı şeyler okunmaz, okunamaz anlamı çıkarılmamalıdır, 'İnsana ilişkin her şey kabulüm' veya 'Günahlardan arınabilmemiz için günaha girmemiz gerekir'. Yaşamım boyunca elden geldiğince okumaya çalıştım, yönseme, bir kolhoz gibi ayrışma ve içselleştirmeye varıyorsa her şey, okumalara dayanıyor. Düşünelim ki, yetmişli yıllara kadar kandil ışığında aydınlanıyorduk biz!.. Bir yazarın, bir idenin kendisi ya da türevlerini okumadan ayrışmaya varma olasılığı yoktur. Okuyamam diyebilmek için o şeyi okumak gerekir kısacası!.. Sonuçları nedenlerden önce yazma çağına gireli epey oluyor ama!.. Kısacası okumadan bir şeyin okunup, okunamayacağı konusunda, kumdan kaleler yapma olasılığı yoktur, bir paradokstur bu, ama yazma konusunda insan prospektüsleri, diyelim bazı yapıtlardan daha çok okumaya varabilir veya kozmolojik metinlere, hatta istemeden de olsa astrolojik metinlere ilgi duyabilir, bu düşündüğünü gerçekleştirme yolunda olması gereken harç ya da naçizane tuğlalarıdır onun, yazgısını gittiği yol belirleyecektir sonuçta, hiçliğin dolambaçlarında gezinirken de, canlılarla karşılaşma olasılığı her zaman vardır kısacası... Varlık için hiçlik, kendisinin bir türevidir -kesinleyemediğimiz- bir kesinlikle!..

 

Sevmek de, gizemli bir bileşen, tuhaf bir soyutlama ve eşi olmayan öznel bir akıştır. Onun yönü sizin iradeniz dışında değiştirilirse, yargıcı yargılayacak yargıç ararlar ve sevginin yerinde yeller esebilir!..

****************

ANI

 

II

 

Geçmiş zamanda, Bostancı'da edebiyat toplantıları olurdu. Hatay Restaurant, Çağlayan Kafe, İstasyon Kafe gibi yerlerde. Sık sık yer değiştirilirdi, çünkü iş yerleri henüz sanat erlerini (er olgun ol anlamında, ermiş olgun demek!) ağırlamanın onurunu işyerinin skalasını yükseltip, bir nitelik kazandırmasına önem vermek şöyle dursun, onlara göre atıl kalabalıklar, cüzdan sarhoşları kadar önem arz etmesi olanaksız kitleler, hatta belki habis diye düşünüyorlardır kim bilir, doğu artık ipini koparmış, onu ya bir titan duvarı ya da Akheron türü bir uçurum bekliyor ki dünya ahvaline hakkıyla dönÜp, ayak uydurabilsin, sığmıyor uzandığı yorgana diye Procrus gibi ayağını kesmek cehaletinden bıkıp usansın ve tanrısının layık gördüğü Sisifus işkencesi bitsin ki Adem'den doğma değil, adamdan olma biri olduğunu anlayabilsin!..

 

Doğunun yaklaşım sorunu var, belki palangası, boyunduruğu zorluyordur buna, ama -gerçekte- eşitler arasındaki mücadelede alta düşen bir türlü kalkamıyorsa, tanrıda biliyor ki bu ilahi bir tecelli değil, alttakinin sürgit basiretsizliğidir!..

 

Toplantılar Salı ve Perşembe günleri olurdu, Perşembe toplantılarını Salah Birsel forse ederdi, daha iyi bir takım ve daha sessizce ve günahkar olduklarını bilen bir gruptu onlar, yani daha ermiştiler. Salı günleri ise çaylaklar gelirdi, hayatı bile henüz tanımamış ama şiir yazmış, roman kucaklamış, öyküsü beğenilmeyince durum öyküsü bu diye icatlarda bulunabilen acemiler mangası, ama daha ilginç bilin ki...

 

Salah Birsel'in toplantısına giderdim ben, zorlu olan tüm az konuşulurluğuna karşın onunkisiydi, zorluğu severim ben, çünkü başka zorluklarla tanışınca onlar bu yeni zorbayı aralarına almak istemezler bile, bu yüzden hoş ve stresli müsabakalara tanık olur izleyiciler elverdiğince... Salah Birsel aramızdan ayrılınca toplantı tarihe karıştı, işverenler sanatın değerini bilemediği için veya bu tür toplantıları Arkadialı çoban ölünce bitiren toplumlar, yeni bir öncü ya da yol gösterici aralarından çıkaramıyorsa, doğunun sanatında da bir problem vardır doğallıkla, hiç bir gerileyimin kusuru, toplumun bir kesimine yüklenemez, aydınınız da geridir doğallıkla, geri bir unsurun, diğer materyallerinin de geri olması ya da kalması doğa yasasıdır, hiç boş yere böbürlenmeyin, kalburun dışında peşrev çekip durmanın hazzıyla.... Kusurun temelinde, bilim adamınız, sanatçınız veya teknolojist kağnıcınız vardır gerçekte bunu bilin!.. Koparma ve silkmede de değil, meşruten toplamdadır kusur. Düşünün ki burjuvası fason bir toplumda afra tafralarla büyük annesinin veya babasının görkemli kamçısının becerilerini anlatmaya kalkan züğürtler gırla gidiyor aranızda!..

 

Salah Birsel yine de Öztürkçeci, olmakla ve denemeyi edebiyatımıza kazandırmakla bir şövalyeydi elbette bu yolda... Mizah ve humoura ilgi duymam ben, her şeyi seven hiç bir şeyi sevemiyor demektir. Dolayısıyla yazarın inceliğine, dil cambazlığına, yenilikçi yaklaşımına ve dili evirip çevirmekteki hüner ve inceliğine hayrandım.

 

Dil bir tür orgazm aracıdır gerçekte, Salah Birsel'de bu ultra'izm vardı.

 

Anlatmak istediğime gelince, bir gün kendisine dedim ki, hiç alıntı yapar mısınız, başka metinlerden yararlanır veya metinler arası geçiş için köprü olsunlar diye kaydırmada bulunur musunuz minval bir şey sordum. Çalıyor musunuz demenin Arapçasıdır bu!..

 

Sanatçılar bir şehir efsanesi değilse de, toplumdan ayrık birer kimesne değildirler ne yazık ki, tam anlamıyla onlar da toplumun birer parçasıdır. Bu yüzden kibirli, egosunu dışa vurabilen veya içgüdüsel olarak savunma ağırlıklı bir yaşam peyzajının müridi olabilirler, doğaldır bu.

 

Soruma ben asla başkalarından yararlanmadım, alıntı bile yapmam biçiminde yorumlanabilecek bir yanıt buyurdu sanatçımız. Günahı benim olsun...

 

Ama tanrı o gün bana bir pusu kurmuş demek ki, küçükte olsa bir kaosa neden olmak için düş evimde ya da bilinç dünyamda...

 

Eve geldiğimde, Zekeriyazade'nin Ferah Cerbe Savaşı adlı kitabını karıştıracağım tuttu, nedeni şu, tarihi mecelle ya da menkıbelere bağımlıyımdır, hoş görüm ve tutkum vardır. Babamdan kaldı bu zehri bağımlılık, lambanın gölgesine sığınarak, fürudan kalan tarih kitaplarını kör noktaların içinde, yarı karanlıkta sinip, heceleyerek okuduğunu bilirim. Ne trajik bir olay gerçekte, gözüm yaşarıyor işte. Olayın gizi şu, inanın sanata merak salıp Roma'nın arenasında boy göstermeye ant içmişsem naçizane bir dünyalı druit olarak, o elim manzaranın ve okumayı bizim kitaplardan otopyatik biçimde öğrenen Aşık Ömer'in -annem böyle derdi ona- bunda payı vardır.

 

İşte onun özlemlerine son vermek ve dinmeyen, ilahi alışkanlığını sürdürmek için yola çıktım ben. Açıkça söylemek densizlik mi bilemem ama bu benim içimdeki tümördür ve yaşamımı şu ya da bu biçimde ona adamış ya da klişe deyimle bu kavgaya gözü kapalı atılmışsam kimse yadırgamasın olan biteni, olayın geçmişi altmışlı yıllardan kalan, filmatik ama elem dolu bir sahneye dayanıyor, yarı karanlık bir oda, lambanın gölgesinde harfler heceleyen bir Kilikyalı ve dibinde şaşkınlık ve ürküyle onu izleyen minicik bir satir.

 

Kimseyle dalaşmak istemedim ben, boynumun borcunu ödüyorum ve o borç hala sürüyor, borç ödeyen birini herkes hoş görür ve anlayışla karşılar benim bildiğim!..

 

Zekeriyazade'nin kitabını karıştırırken, bir yerde şöyle bir giriş vardı, belki baş sayfadadır anımsamıyorum şimdi, girizgah şu; Dara heybetli, İskender ayarlı diye bir estet, süsleme, tersi de olabilir, Dara ayarlı gibi...

 

Salah Birsel'i ilk görüşümde, bu konuyu ortaya sürerdim artık, edebiyat bu tür çekişme, hoşgörü, İncinatus'u ya da kahkaha tufanını çağırmak değil mi... Dedim ki sizin bir denemenizde şöyle bir tümce var giriş levhasının önünde ama o tümcecik Cerbe Savaşı'nda da kullanılmış, açıklamalı söyledim tabi, ben bir kusur olarak değil, bir merak ya da anlayamadığım bir şey mi var amacıyla sordum, ses tonu bu tür mecralarda olayın belgesidir, hiç ses çıkarmadı, büyük bir kusur veya bir sorunsala dayanmıyordu zaten diyaloğumuz.

 

Bir muziplikte değildi yaptığım, olay aydınlanmış gibiydi sonuç olarak, binlerce sayfa kazandırmış bir yazarın olgun yaklaşımı olaya, benimde ağrılarımı çok daha sakin ve derinden kavramam için, kuleden gelen bir çan sesi gibi uyarıcı olmuştu işte!..

 

Yüzlerce anı var oralarda, Trabzonlu şair Subutay Karsan vardı örneğin, adını çok severdim, aramızdan ayrılalı yılarca yıllar kadar yıl oluyor ve bir şairdir ki o kimsecikler bilmiyor. Tanrıdan başka...

 

Tanrının bildiğini kul bilmiyorsa; Kulun bildiğini tanrının bilmemesinden, yeğdir ama!...

 

Salah Birsel edebiyatımıza katkısı olan zarif, saygın ve motorize bir yazarımızdı. Deyim uygun olmadı ama gerçekliği dışa vuruyor acımasızca... O didaktik bir şey anlatmak isteyen bastonlular gibi hecelemezdi sözcükleri, Hint kirazı derdi ama sizinde düşlerinize, Hint kırları düşerdi karşılığında ve sıkı durun, 'Bu ne kadar çok Nemrut, ne kadar az Yunus Emre' derdi.

 

Bir espri parçacığı bu anı, bir sanatçı geçmişten, çağdaşlarından, hatta gelecekten elbette yararlanır ve yararlanmalıdır, o sanat dışı, günü birlik, emprovize bir yanıtta verebilir ama örneğin şu gün ya da gelecekte biz ondan yararlanamıyorsak bu bizim edebiyatımızın hala primitif bir çoban değneği -yol gösterici- olduğunun kanıtı olabilir!..



ANI

 

III

 

Bir yazın yapıtı neden ilgimizi çeker biliyor musunuz, daha doğrusu düşündünüz mü, basitçe iki nedeni vardır bunun, ilki, bize yakın oluşudur... İnce Memed tüm Anadolu halkına yakındır sonuçta, ilgimizi çekmesi orada anlatılanların şu ya da bu biçimde bize anlatılan masal, efsane, kıssa gibi şeylere yakın oluşundandır. Biz onlarla büyüdük, Yaşar Kemal'i kentli olduğunu savlayanlar pek sevmez, doğma büyüme İstanbulluyum diye yaklaşımları bir yaşam kozuna çeviren ninjalarda pek sevmez onu, sonuç bize yakın olan şeyi içgüdüsel olarak sevme zorunluluğumuz vardır, bir genelleme olarak. Bunun ayrıksı yanı bu konularda derin araştırmalara dalanlar için geçerli olamaz bu mottolar, gerçek bir aydın bu sırat köprülerinin müdavimi olamaz.

 

İkincisi yapıtın bize uzak oluşudur, bilinmeyen dünyalar, egzotik ana karalar doğallıkla ilgimizi kamçılar, Jules Verne (benim karakoncolosumdur), Llosa, hatta James Joyce -Ulysses- bile ilgimizi çekebilir, biri geçmişin bilim kurguvari bilinmeyenlerinin ustasıdır, ikincisi egzotik tanımlamasına girer, üçüncüsü, yapıtı yeni bir absürtizmin gezegene yayılan tek örneği olduğu için merak uyandırır. Ulysses'in anlattığı şeyler değil, biçemi ilgimizi çeker. Bu bazen her şeyden çok katkı sağlayabilir yazın sayrılığına bulaşmış Son Kişot'lara... Ayrıca Ezra Pound'un Kantoları öyle sarsar ki insanı, uzaklık ortadan kalkar, tam aksine sizin düş evinizi kuşatan bir anomaliye dönüşür. Yazın tehlikeli bir alışkanlıktır.

 

Doksanlı yıllara kadar kitapçıları dolaşarak ömrüm geçti benim, orada bir gün Kuzey Defterleri diye bir şiir kitabı gördüm, aldım hemen, nedeni şu, bağışlayın beni, daha ilk bir kaç dizede kitabın iyi olup olmadığını -kendimce- anlarım ben, hiç yanılmadım. hatta ilk gördüğüm dize kitabın en iyi bölümü de çıkabilir bazen, tanrı yardımcımdır benim. O yararlılık kitabın geri kalanı vasat olsa da kariler için yeterli bir katlanmaya yol açabilecek bir fedailer sancağıdır artık. Beyin haznesine bir kaç kıvılcım daha bağışlanmıştır ne de olsa!...

 

Dil bağnazlığının tuzağına düşecek kadar cühela mangasının lejyonerliğine soyunmayan her sanatçı bir şey kazandırabilir okura, hatta onlarda kazandırır ama onlar eski bir karalama defteri gibidir, şöyle düşünürsünüz, insan bakkal çıraklığı bile yapsa, kendisi için bu kadar acımasız davranmamalıdır, çağdaş hatta daha ötesi bir dil aramayanlar, yazın eri sayılamazlar, bunu anlamak için yargıcı yargılayacak yargıç bulmak gerekir, gerisini bilemem. Kronolojiye bakan belki bir ışık görebilir bu konuda!.. Shakespeare İngilizcesiyle roman yazmaya kalkan her kişi -özel bir tasım olmadıkça- öncelikle meczuptur!..

 

Sanat sanat değildir, ama çokta zorlamayın mutfak masallarını, Nietzsche, beygirin boynuna sarıldı ağlayarak, Torino Atı adlı filmin ondan yola çıkarak, bambaşka bir şeye vardığını görürsünüz. Bela Tarr yalnızca yetenekli bir sanatçıdır, esinlenme işin varyetik yanı. Picasso, Görecelilik Kuramı'nı tuvale taşıdı, esinlenme değil, popülizmin kar zarar cetvelini borsadan çalmayı başaran, Venedikli Tacir'dir o... Böyle söylenir mi, savaşlarda milyonlarca mujiki cepheye sürenleri sorgulamayıp, gerçeğin çekinmeden ucundan tutmaya çalışanları günahkar değil, cani ilan eden bir dünyada yaşadığımızı biliyorum aziz kardeşlerim. Onların içinde ne Picassolar vardı, size hanutçu olanı kaldı!.. Kadın düşmanıdır diyen kadınların tanrısı o!.. Hayranım ama, çünkü hepimiz yıldız tozuyuz... Akrabayız yani!..

 

Sanat içimizde bir şeydir, olağanüstülüğü tanrıda bile bulamazsınız gerçekte, çarpım cetveliniz beklenen sonuçları vermeseydi, anında terk ederdiniz. Bu yüzden sanat bekleneni veren bir dünya ahvali olmak zorundadır. Anlak İçi. Gerçek sanat uygarlığımızın top yekun değiştiği bir ütopyanın topraklarında yatıyor!.. Sanat, sanılanın aksine uygarlığın arkasından gelir, önünden gitmez!.. Cambazı asla padişah yapmazlar, bu nedenle illüzyon alabildiğine serbesttir ama!..

 

Kuzey Defterleri Lale Müldür'ün kitabı, bana katkısı oldu, onun için onu bir gün tanıdım, bir kokteylde, Gülseli İnal'da katkısı olan bir şairdir ama, çok hemde, sonraları evine gitmeye başladım Lale Müldür'ün, evi herkese açıktır ve dünya iyisidir gerçekte... Beni sever, kitaplarında bana yazılmış iki şiiri var, belgesi var yani... Ama borçlu kalmam ben, eleştiri yazdım ona, şiir yazdım, yayınladım da, Sanat sanat değildir dedim ya, işte onunla ilgisi kurulamayacak bir şiirdir o...

 

Lale Müldür'le düşlerimin ülkesi İtalya'ya gittik, onun bana yaptığı iyilikler, benim ona yaptığımın yanında hiç kalır, gene de insanoğlunun naturasında ya da kozmik dünyamızın coğrafyasında unutmaktan kötü alışkanlıklar vardır. 13 havari varsa biri Judas'tır kesinlikle bu dünyada, onun için kendisi de anlaşılmaz tavırlar içine girmek zorunluğu duyabiliyor, çünkü Mefistofeles'te var, Frankşeytan'da var, tövbesi kanla yıkanmış Drakula'da var bu dünyada...

 

Günahkarların dünyasında masumiyete inanmak olanaksız ne yazık ki, öyleyse yaşamı boyunca şiirin peşine düşmüş bir Madonna'yı saygı ve sevgiyle anmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor!...

 













ATLANTİS ÜZERİNE YOLCULUK
Söze yazılanlara yönelik bir eleştiriden başlamalıyım, çelişkiler var görüşlerinizde, birbirinin aksi şeyler söyleyebiliyorsunuz diyorlar. Gerçekte doğrudur bu, bir ideolog olamayacağıma göre, öncelikle bir yazın severim ben ve bir okurum. 'Ben' demeyelim diye büyütüldük biz, bunun yanlış olduğunu düşünüyorum, ben demek bir yanlışa dönüşünceye kadar onu kullanmak zorundayım. Çelişkiye düştüğümü ya da düşeceğimi biliyor ve görebiliyorum. Ama tam aksine amacım bütün bunları anlatabilmektir, deyim yerindeyse, çok başlı bir ejderha bu dünya, çelişmek yazgımız ve zorunlu, salt gerçeği algılama yolunda!.. İnsanlık tarihinde çelişkiler cirit atarken, onun yokluğu ya da bir kesinlemeyle sanki bir olmazlığı varmış gibi, savununun katılığının bizi bu duruma sürüklediğini ileri sürebilirim. Örneğin basit bir biçimde, siyah beyazın zıddıdır diyelim, ama bir yerde beyaza yakınlığıyla tanımlanabilen şey siyahtır ve bu da doğrudur dediğimizi düşünelim, iki uç yani, ikisi de gerçektir ve beyazın arıtılmış siyah, siyahında koyulaştırılmış ya da alışılmış deyimle kirletilmiş beyaz olduğunu ileri sürelim, doğru değil mi... Her ‘izm’ biraz faşizm barındırır demişti İsmet Tarık, katılıyorum. Ayrıca şunu ileri süren biride çıkabilir aramızdan, demokrasi hakların paylaşımı, verimi, yerine getirilmesi uğruna, zamana yayılabilen bir beklenti, bekleyim ve gecikmenin ürünüdür. Çünkü analiz, deneyim ve eşitsizlik yapma korkusuna uzak durmaya çalışır bir oluntudur diyelim. Faşizm ise kestirmecidir, bunlar uğruna beklenti ve beklemeyi gecikme sayan ve hak verimi ve teslim edilirliği adına seri hareket edebilen bir erkin adıdır desek -yanılsama diyebilirsek de- sivil bir düşünce paylaşımı adına, tarih ve gelenek gözetmeksizin, bir yanıyla kabullenilebilir bir öngörü ve mottoya yol açmaz mı bu... Faşizm doğası gereği, bir yanıyla, kestirmeci, demokratik dille yargısız infaz değil mi, ırkçı, zümrevi, nobran bir idedir belki ama demokrasi içinde, demokratörlüğe kayabiliyor diyebiliyoruz. Çünkü onunda dogmatik yanları var, yoksa demokrasi kavgası diye bir kavram olamazdı, hem de demokrasi içinde, öyleyse her şey gelişmelere bağlıdır diye düşünebiliriz, bunu düşüncenin sınırsızlığı adına söylemek isterim, dünyamızın durumu adına, bugünlere faşizm ve demokrasi el ele geldi, bir sorun varsa dünyamızda, tümümüz sorumluyuz, bütün bir düşünce yapımız. Bu durumda çelişen kişiyi kaçınılmaz bir son bekliyor, düşüncenin enginliği, her görüşü dile getirebilmek ve kutsal yargılarımız adına... Her düşünsemeyi dinlemeli, görmeli, tartmalı ve bilinç evimizi açabilmeliyiz ona, çelişki dediğimiz bu mu... Ayrı ayrı ülkelere bölünmüş gezegen demek kolay, öldürümler bundan yararlanıyor, düşünceye saygımız yok... Bir yazınsal figür, düşünsel bilgilenim ve varyantları sergilemekle sorumludur, çünkü dünyamız bir yakadan olunamayacak kadar karmaşık, bulanık ve acımasız olabiliyor. Bunun yararı nedir diyebiliriz ama bunu söyleten her alanda görülen bu yararsızlık işte…
Dolayımla, belli bir görüşü değil, düşünceler yelpazesi sunmak istiyorum ben, engin bir akışı. Örneğin, hakların, doğruların kesişmesi, dirilip, yönlendirilmesi adına günoğulcu -oportünist- olabilen, hatalarla dolu olabiliyor demokrasi, belki de oligarklar ad değişikliğiyle toplumları sakinleştirmenin yolunu arıyorlardır kim bilir, dünyamız adına tanrıdan bile kuşkulanıyorum bu noktada ne yazık ki!.. Adlandırmanın bir yol açıcı müsekkin olabileceğini de yaşamıştır insanlık tarih boyunca, Antuvanet gitti, Napolyonlar geldi örneğin, ne değişti dersem naif ve gülünç olacağımı da biliyorum, bilisizde diyecekler ama söylemek sessizlikten yeğdir, iyidir daima... Ve dünyamızın bugünkü durumu, konumu hangi ideolojinin ya da yönetim biçiminin dört işlemden geçirilmiş sağlamasını yapabilmiş ki, dört rüzgârı birden estirerek ve yeryüzünün toplumlarına sonsuz barışa dayalı -söylemesi bile dilimizi tutuşturuyor!- cennetsi bir sükunet sunabilmiş ki, dünyamız eşsiz biçimde, barbar çağlarını yaşıyor, kötülük çoktan ışık hızına kavuştu ve Hiroşima Sendromu var artık gizil ruhlarımızın bir köşesinde, daha önce asla düşleyemediğimiz. Savaş pazarlıkları, ölümcül çığırtkanlıklar en güzel şarkılarımızdır artık bizim, marşlarımız yaşamak için öldüreceksin dizeleriyle donanmış, her an içi içeyiz onlarla, görkemle süslü kibir dalgalarımın içinde, pozitiv ya da negativ!.. Faşizmi bırakın, demokrasi götürmek gibi tanrısal, göksel ayetlerle göz alıcı masal dünyalarımız var artık bizim, çağdaşlık, demokrasi adına dökülen kan, ne yazık ki denizleri taşırıyor günümüzde... Sömürü ve barbarlığın iz süren versiyonları hiç olmadığı kadar ölümcül, ıstırap verici ve nasılsa, her şey bir aşk söyleminden parçalar olabiliyor artık. Bir bölüm toplumların yaşadığı bu günümüzde ve tapınmaları da yalnızca bu söylemler üzerine olabiliyor, demokrasi havariliği iş üstünde günümüzde ve iyi niyetle döşeniyor cehennemi trafik, söylemler hep Halep'i işaret eden ok olmuş güçsüzler için!.. Faşizm geriledi, kraliyet ortalıktan çekildi, tanrımız yoksulları ziyaret etti ve ama ne değişti dünyamızda!..
Öyleyse şöyle düşünebiliriz artık, çelişmeliyim, çelişmelisiniz, çelişmeliler!.. Ve bu öyle sonsuz ve sınırsız olmalı ki diyalektik yolda, hiç bir kişinin diğer kişi üzerin de düşünsel hegemonya kurmadığı kuramadığı bir dünyaya doğru gidilebilsin, düşünce zincirlerinden boşansın, bir şey değişmeyecekse, kuramlarla avunan ya da aldatının dolambaçlarına savrulan bir hominid olmaktan uzaklaşalım hiç olmazsa... Açık çelişki bütün oyunların anlaşılır olmasına yardımcı bir unsur olabilecektir belki de. Her şey bir oyun gibi geliyor bana, bunun en basit versiyonu açınlamalarımız ve adlandırmalar. Biz düşünce zehirlenmesiyle ömrü geçen yaratıklar ligiyiz. Faşizm ya da demokrasi kavgası, komünal toplum ya da biyosferik hümanizm, doktrinel yarışlardan öte uygarlık biçimimiz kökten değişmeli bizim, insanlığın kurtuluşunun bir klişeye dönüşmekten başka, yeryüzünün ve evrenin kurtuluşunun bir olasılık dahi taşıyamayacağını düşünüyorum, hatta kurtuluş kavramı bir fable dönüşerek gönüllü kobaylık rejisiyle sürüp giden bir dünyanın özlemiyle, bir primatlar yığını olacağımızdan kuşkulanıyorum artık.
Uygarlık biçimimiz değişmeli gerçekte. İlk insanlar mağaralarda yaşıyordu ve belki de yerinde bir tutumdu yaşamsal yöntemleri, biz geriledik sanılanın aksine ya da bir sapmaya doğru gidiyoruz açıkçası, mağaralarda yaşıyorduk evet ama, uygarlığımız doğadan yararlanmaktan uzaklaştı, onu öldürdü ve Platon'un alegorisini bırakarak yapay mağaralar üretme uygarlığına geçti, bir ‘avm’ ve rezidans uygarlığı artık dünyamız. Homodolor ya da homoconsumer -tüketici- diye adlandırabileceğimiz bir maymunsu gelişmişliğe evrildik sonuçta. Beton Otlaklar'dır uygarlığımızın logosu ve evrensel skalada gezegenimizin tanımı, plakası da budur şimdilik. Biz tanrının önderliğinde, aciz ve usa vurumdan yoksun bir primatlar yığınıyız. Tanrı da iyi bir sürücü değil ne yazık ki, demir atıp, sığındığı liman kırık dökük bir yıkıntı, dünya!.. Ve gezegeni bir kıyamete doğru sürüklüyor!.. Yolcuları da ona iman eden bir kimesne topluluğu ne yazık ki... Ve öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, tanrının yol göstericiliğinde, her an buharlaşabiliriz biz, patlayıcı bir nükleid olmayı çoktan başardık ve düşüncelerimiz ve tüm yetersizliğimizle, hınçla konuşmaya koşturan varlıklarız yine de... Öyleyse faşizm, örtülü faşizm, sıradan faşizm, demokrasi, demokratörlük, uygarlık götürme, kültürel enjeksiyon, düşünceyi bloke etme veyahut tüm seçenekler ve yolların tümü barbarlık ve insan kaynaklarının sömürülmesi adına, emperyal viyadükler geliştirmek gibi geliyor bana ve demokrasilerin ölümcül kayıpları ara sıra gezegenimizi ziyaret eden, orka faşizmi dalgalarının çok üstünde doğrusu... Göreceli ilerleyim ve yüzeysel barış algılarıyla mutluluklar ve hatta teknolojik atılım, dünyamızın kimi uluslarının diğeri üzerinden kadim Truva Atlığı'nın imajını ve kararlılığını ortadan kaldırmıyor. Öyleyse ideolojiler saçma geliyor artık yaşayan varlığa ve gerçekte çelişen dünyamız aslında ve insanlığın tüm çağlardan daha umutsuz ve kölecil olma açısından en acımasız çağlarını yaşadığı kanısındayım. Çelişme uğruna şunu da diyebilirim, geçmiş çağların köleleri her şeye karşın insandı ama bugünün köleleri, insan olma fırsatı ve olağan yaşam alanı bile bulamadan, siborglaşıyor, robotlaşıyor ve hatta ne olduğunu bile anlayıp, tanımlayamadan -ürkünç olanda bu- yok olup gidebiliyor. Ölüyor dilimiz Türkçesiyle!.. Acımasız, barbar, et ve kan uygarlığının, en azılı biçimi günümüz dünyasıdır ve insanlık artık bir anomali olduğunu düşünmek bir yana, sayrı bir bünye ve tinsel dengesizlik içinde yüzüyor.
Barbarlık, teknolojik üstünlüğü de ele geçirdi ne yazık ki... Batı uygarlığı, et ve kan uygarlığıdır ve ideolojisinin adı barbarizm olabilir. Demokratik barbarizm!.. Vandalizm, el koymacılık, sınırsız sömürü, uzaysıl cinnet diye uzatabiliriz adlandırmaları, dileyen hayır batı değil, biz Çin'iz onlar doğumuzda kalıyor diye bir uslamlamaya da baş vurabilir. Kuzey veya güneyde olabilir o, değişebilir de, öyle ki haklar ve haksızlıklarda kimlik değiştiriyor, manipülasyona uğrayıp yönlendirilebiliyor günümüzde, sen bir soykırımcısın, sen öldürücü bir ırksın, sen cinai bir topluluksun gibi.
Düşünün Yuval Harari kitabının yalnızca ülkemiz baskısında Ermeni soykırımına ilişkin ibareler koyuyor, bu adlandırmayla, peki Harari kendi ülkesi için ne diyebiliyor, tek bir satırı var mı çağımızın günahkâr Şeria Vadisi için (ve iç dünyanız da onlar masum gibi bir algı yerleşmiş biliyorum)... Orada yaşananlar adına... Amerika adına, batı uygarlığı adına... Onlar için şunu söylüyor ama; Çok şükür yine de emperyal kapitalizm bugünkü uygarlığımızı yarattı ve bize bağışladı. İşte çağın amansız ikiyüzlülüğü, karşı koymanın dayanılmaz işbirliği ve vulger çelişkinin kimlerden, nerelerden başladığına bir örnek. Bizim çelişkilerimiz, çelişkilerimizin çelişkisini hepimizin yüzüne vurmak içindir. Tanrı vardır ve yoktur, sömürü vardır ve yoktur, ölümün ötesi vardır ve yoktur, salt bizim uykucul alışkanlığımızı artırmak içindir ve onu dışa vurabilmektir amacımız. Salt Harari değil, çağımızda hemen bütün entelektüellerin görevi kültür borsacılığına soyunup, emperyal vurgunculukla dayanışmadır ne yazık ki... Böyle aydın ve hümanizm yanlısı sanat olur mu... Geniş spektrumun tarafsız, manipülasyondan uzak, beyinsel formatların can alıcı gölgeleriyle avunmadan yaşamayı öğrenebilmeliyiz!.. Uygarlığımız, bir oyun içinde oyun görüngüsü uyandırıyor yazık ki... Bu insani bedenlerimizi değil, ruhlarımızı tutsak eden ve sinir sistemlerimizi felç eden bir yöntem, gizenç dolu bir alışkanlıktır dünyamızda... Anti gereksinirlik peşindeyiz biz, bu sonsuz doğru ve salt barışı aramak değil, et ve kan uygarlığından uzak, çığlıksız bir doğum bizim özlemimiz... Çok mu karamsarız. O kadarda değil ha! Ama vandalizm daima kazanıyor ve birer tutsağız biz!..
Savunduğumuz bir şeyde yok, biz yakınan kesimiz ve görüşlerimizi ortaya koymaya çalışıyoruz. Emel güllerinin açabileceği bahçeler uğruna bir çaba göstermek istiyoruz ve biz insan oğlu hatta o da değil, dünya tarihi ve biyoevrenimiz adına... Artık Lilith adildi, Havva ile eşitsizlik başladı, Kabil ile özümsendi gibi yaklaşımlar gülünç, evet cennetten kovulan bir canlı türüyle karşı karşıyayız, tanrı pişmanlıkta duyabilir yaptıklarından ve hatanın büyüğü onda olabilir, sözde yadsınan din ve bilim kardeşliği adına, (Big bang dini bir kuramdır oysa! ol dedi ve oldu demiyor mu tanrı buyruğu, ilahi emirler!.. Düşsel evrenimizin gücü bu kadardır belki de, patlayan yanardağdan esinleniyorsak, tanrı niçin var olmasın ki, bir tür koyutlayıcıdır belki, her yerde var, ateş gibi, su gibi, patlayan bir marmelat, bir balsam, içinde düşünce barındıran!..) Bu tür yaklaşımlar barbarlığın kodlarına, bir onama ve katlanılırlığın özümsenir, benimsenir olmasına götürüyor bizi.... Tanrı otokrat bir varlıktır, buyurucudur, faşizan bir örgütlenmedir, uygarlık biçimimizin yaratmak zorunda kaldığı bir hiçlik ve içinden doğal ve insani yasalar fışkıran anomali!.. Gerekirse tanrıyı terk edebilmelidir insanoğlu ya da kıyamet kültüründen uzak, ütobik, Robensonik açınlar deneyebilmelidir. Yasak meyvenin erişilmezliği ve kulluk ve boyunduruğa dayalı kültürü ve sömürü, yağma ve talana dayalı -yok etme, terminatöristik kangren!- uygarlığı geride bırakabilmelidir insan türü. Komitrajik bir ‘trump tik tak’ anlayışını terk etmeliyiz. Havva-Ana temelli bir toplumu deneyebilmeliydik öncelikle biz. Bir yarımız kadınlar, diğer yarımız onlardan doğma değil miyiz... Sükunet çağlarını yaşatabilecek bir tür yöntem deneyip, geliştirebilmeliyiz. Bizler sahip olabildiğimiz veriler, var olan, kültür ve uygarlığımız doğrultusunda düşünen ve düşünce üretebilen varlıklarız, Düşleyemediğimiz bir yöntemi bulup yaratacak ve ileri sürebilecek bir güç ve yetenekten yoksunuz. Anlağımızın sınırları dışında neler var, neler olabilir ve düşünce oralarda nasıl bir gelişim içindedir bilemiyoruz, düşleyemiyoruz, belki de bir kafesin içinde ötüşen kuşlarızdır biz. Adlandırdığımız düşünceler, kozmitrajik birer göstergedir belki de, ki çok olağanüstü olamayacaktır o hiç bir zaman, var olan hiç bir şey, bir tansık ve olağanüstü sayılamaz ve değildir de... Öyleyse kendimizi kaçınılmaz biçimde geliştirmek zorundayız biz, bilinmeyenle böylelikle baş edebiliriz. Belki de!..
İnsanlık, insanlığı bulmuş karşısında tarih boyunca, 'düşüncenin üretimi' bu değildir sanırım. Kendimizi aşabilmeliyiz. Kendimizden kurtulabilmeliyiz. Derimizin altında yüzen çiplerle olabilecek bir şey değil bu. Kiliseleri satışa çıkarmakla da olabilecek değil. Top yekun genlerimiz değişime uğramalı, mutasyon geçirmeliyiz. Ama bu bile bize sonsuz kobaylığın kapılarını açabilir, onun için çelişmekte ve doğrularımız çelişkilerimizin içinde ilerlemekten kurtulamıyor. Barış için savaşmalıyız diyebilen primatlarız biz. Düşünebilen bir canlı türüne evrildiğimiz de söylenemez. Havva’dan üremişiz ama adımız insanoğlu! ..
Bir çelişkiye düşmeyi deneyelim, kurtuluşumuz olanaksızdır diyelim ve olanaksız değildir diyerek düşüncemizi kesinleyelim. Sanalitik bir çağdayız biz . Sanalite çağı. Homohome, ev hapsinde yaşayanlar çağı. ''Yeryüzü eğri, demir bir kafes, biz tutsağıyız körpe deneyin!..'' Dört duvar insanlarının çağı. Bir kafes kuşuyuzdur belki de. İçinde otların yeşerip, suların şırıldadığı... Artık onu bile arıyoruz. Geleceğimiz gerçekten kafes için de olacak ama nasıl ve nerede kim bilir... Anti tekilliğimize ve her tür yalnızlığımıza çözüm bulmadıkça, umarsız bir yaratığız biz. Kalabalıkların yalnızlığından da kaçınmalıyız. Geleceğimize ipotek koyduk. Bir tutsağız biz. İşkence bile gelecekte düşselleştirilebilir, kabuslar içinde yaşayabilir, dijitalleşebilir ve matriksleşebiliriz. İnsanlık kendini yadsıma aşamasında, oraya doğru gidebilir, kavramlar o denli yer değiştirecek ki ne düşlerimiz kalacak, ne insan, ne de yeryüzü, tanrı kim bilir ne çok sevinecektir, bir kıyamet dünyası yaklaşıyor bize doğru, insan nasıl insan oldu değil, insan nasıl kendisini yitirdi… Soru bu!.. Karl Marx bile -merkantilist- çağların hominidi olarak anılacak gelecekte, çünkü 21. yüzyıl insansı varlığın, insangillerin son yüzyılı, sonrasında düşsel bir karabasan içinde başkalaşmış, metamorfoza uğramış bir eARTh bekliyor bizi. Sömürü ve barbarlığın usa sığmaz versiyonunda, cesur yeni dünya!.. Kim bilir!.. Öyle çünkü, Bosna savaşında Emir Kusturica bile Sırplardan yana tavır koymuş. Hani sanat özünden dolayı ilericiydi, hümanistti, işte insanlığın, sanatın ve idelerimizin gün batımı... İnsan, diğerlerini insan olma noktasında engel görebilen bir varlık. Hiç bir şeyin, hiç bir şeyi değiştiremediğini söylemek istiyorum ben, umutsuzum ve evren gibi çelişkiler içinde olmak hakkım!.. Çelişki değil onlar, insanlığın bütün hallerini sunmak görevidir sanatın diyenler kim?..
Atlantis’de, tanıdığımız yazarların eleştirileri var, ülkemiz dışından, yabancı yazarlarında... Eleştiriler dolaylı olsa bile yazarları, sanatçıları, hatta bilim adamları ya da müzisyenleri aynaya tutarak akıp gidiyor. Tanrı, aşk, zaman ve ölümsüzlük üzerine deneme ve eleştirel metinlerde var. Bir kaç Büyükada öyküsü ve bilimkurgu şiiri de var ama parodi olarak, sevdiğimiz şiirlerin parodisi var, çeviri değil tabi, şiirin ruhu ya da müziği -ritmi- üzerine yeni bir versiyon geliştirmek, ne kadar doğru bilemem ama, müzik endüstrimiz yıllardır yapıyor bunu, gerçekte çalıntı ruhun vodvilleri gibiyse de yazında bu hoş görülebilir, çünkü yazın baştan başa versiyondur. İlyada'nın bile versiyonu vardır dünyamızda, öykünme temel alışkanlıklarından biridir yazının. Şiirdeyse, Andora diye bir şiir okudum çocukluğumda adı Sıtkı'ydı sanırım şairin, Annabel Lee’nin versiyonuydu şiir, çok sevildiği için o yıllarda, şair kendini alamamış benzeri bir şiir yazmış sanırım, yazınsal geçmişiniz yoksa, olmadığında, fabl tarzı bir statüde kalabilir bu anlayışınız, unutulur belki de… Yaşam gibi sanatta acımasızdır!.. Versiyonlar ilkinsil ve primitif örnek elbette, ama bilim kurgu şiirini deneyenler için anlayışla karşılanabilecek bir yararlanma türü... Bir yapıntıya biz öncülük edebilir miyiz düşüncesi var bilimkurgusal şiirde, geleceğimiz gerçekten 'Science Fiction' çağı olacak diye düşünüyorum, bilim kurgu yaşamımız olacağı için adlandırmalar çoğalabilir pekala...
İnsanın insana yabancılaşmadığı, çarmıhsız bir dünya özlemi sonuçta bizimki Azrailgillerin lügatlerden silindiği bir yeryüzü, kozmik bir dünya, yerellikten kurtulmuş, gerçek gökselliği amaçlayan, cezalandırıcı olmaktan sonsuzca uzaklaşabilmiş bir biyosfer, minimal söze indirgersek ceset kapitalizminin sona erdiği bir dünya... Bilimin, sanatın, teknolojik ve medyatik canavarlığın, bir ezimin olmadığı, sömürenlerin yanında yer almadığı bir dünya -karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir- mottosunun son soluğunu verdiği, vereceği reel, başka bir dünya... Korku imparatorluğunun, terörize edilmiş insanlığın, ölümün kutsandığı bir vandalizmin, kanibalizmin kanıksanmadığı bir dünya...
İnternet çağına yeni girmedi insanlık, her zaman vardı o, abaküste bir internetti, matematik yoksulları sömürmenin bilimsel yolu diye bir söz var, göz bağcılığın her türü baştan beri dijitaldi, İskender doğuya uygarlık götürdü safsatası bir sanalite, sanalitik bir uygarlığın sürümüdür, (Pers uygarlığı, Hint uygarlığı hiç olmamış yokmuş gibi).Ömer Hayyam, Sabbah'ın akıl hocasıydı ( bir matematikçiymiş Ömer Hayyam, hayyamda çadır demekmiş.), Nizamülmülk hançerle şehadete ermiştir, sanalitik dünyanın varlığına birer örnektir. Elbette Kolombus’da bir kaşif değildir, Eldorado peşinde koşan bir maceraperest, hayalci bir misyoner, kralın uzaktan kumanda edilen bir konkistadoruydu o...
Bizim edebiyatımıza gelince, eşsizdir bir noktada, Nazım henüz dünyada aşılabilmiş değil, bizde Farsça olanaklarıyla, Türk şiirinden üstündür gibi, geçmişin divani düşünceleriyle haşır neşir, çağdışı -gerileyimci- aydınlar var hâlâ... Fransız şiiri içinde ileri sürebilirlerdi bu tür hurafeyi, böyle derinliği olmayan belirtkeleri, var böyleleri, İrani şiir kendi içinde iyidir belki ama Fransız şiiri Türk şiirinden niçin ileride olsun. Çağın yeniliklerine bir an önce kavuşmak, uygulayım yazın da her şey değildir, yüz yıllara bakarak değerlendirme zorunluluğu vardır. Ekonomi değildir tüm sanat... Türk şiiri ya da Anadolu şiiri hiç bir şeyle kıyaslanamaz, eşsiz ve o denli güçlüdür ki Yunus türü bir şiir ve bakış açısını yineleyebilen dahi henüz görünmedi, denemiş olabilirler belki. O felsefeye şiirin ruhunu üfledi, şiiri felsefede eritti, ilk örnek onun dur yeryüzünde, Örneğin Lucretius salt anlatıcıdır, bilgi aktarır, bir orijin yaratmış olabilir ama Yunus ruh ve müzik kazandırmıştır felsefi şiire, şiir dediğimiz de budur. Şiir anlak içiyse eğer, dünyevidir ve vasattır deyim yerindeyse, Yunus uhrevi-tinsel şiirin atasıdır, büyüleyici bir ruhanilik vardır şiirinde, anlayan için elbette... Dante onun yanında azılı gerçekçi ve betimleyici bir ozan konumunda kalır. Düşsel gerçekçilikte olasıdır yazında ve vardır. Cehennemden söz etmek bir tür gerçekçiliktir verili dünyamızda. Ne ki onu dünyevi değil ruhani bir gökselliğe taşıyabilirseniz türü değişir. Bu da söz ve müzik olarak bildik sınırların dışına taşmakla olur. Betimleme yetmez. Yunus işte odur. Şiirin göklerdeki son durağı yalın ve en az sözle en çok anlam içereni, evreni tümüyle içselleştirebilenidir deyim yerindeyse, Yunus belki de odur. Sonsuzbirsaflık.
Yaşar Kemal'de eşsiz ve aşılması zor biridir, örneğin bu tür yazın erlerinin(ermişlerin) hiç okunmaması bile sorun değildir, antik çağında tüm yapıtları okunmuyor ama yerin de duruyorlar, onlar insanlığın var oluş cevherine dönüşürler. Dünya uygarlığına yazınsal anlamda katkımız küçümsenemez kısacası, nasıl diyene verecek yanıtımız var çünkü. Ama bilinmezlik gerçekte dünyamızın diğer adıdır.
Eğer Fransa, İngiltere, Almanya gibi, Fransız, İngiliz ve Alman diyecek-diyebilecek olursak, Türk demekten çekinmeyeceksek, yazın sanatımız eşsizdir. Ama uygarlığın dört ayağı var, bilim, sanat, sınai-teknoloji ve sosyo-ekonomik alt yapı; sosyal ve ekonomik bütünlüklü göstergeler. Biz ne yazık ki tek ayaklı bir sandalyeyiz, üç ayaklı sandalye bile olmazken. Yazının -sanatın- dışında varlığımız söz konusu değil ne yazık ki, geri kalmışız bu varyantlarda nedenlerini biliyoruz ama söyleyemiyoruzdur belki de… Bun dan ötürü çağdaşlaşmamız uzun zaman alacaktır, bu gerçekte bir ilahilik barındırıyor ama, öteden beri böyledir bu, tüm gücünüzü bir şeye verirseniz o konuda başat olmanız kolaylaşır, yazınımız son derece etkilidir, evrenseldir ve ama batı uygarlık bayrağını eline geçirebildikten beri bize yazınsal beceriler kaldı ne yazık ki... Zamanla değişecek, her şeyin sonu yaklaşıyor ve uygarlıklar kendi içine çökme gibi bir kozmik bir yasanın ürünüdür, süpernovalar gibi. Belki anakronik bir tutum ama sanat doğuya bırakılmıştır, bilim batının tekelindedir bugün. Medya ise ultrasonik biçimde batının elindedir. Bayrak değiştirme zorunluluğu vardır ama ne yazık ki…
… Atlantis genelde eleştiri ağırlıklı, Büyükada öyküleri, bilimkurgusal şiir denemeler var demiştim, yadırganmamalı, hepsi bir bütün diye düşünüyorum, türler diğerleri gibi bir tavır geliştirmeye çalışmaktır sonuçta, insanın her sözü pozitiv-negativ bir eleştiridir gerçekte, öykü, roman, şiir tümü eleştiridir sonuç olarak, dolayımla olsa bile... Harp ve Sulh eleştirel bir yapıttır. Don Kişot batı dünyasının ilk eleştirisidir, roman aracılığıyla, bir fabldir gerçekte ve bir ilktir biliyorsunuz. Sonuçta her kitap bir eleştiridir. Kapalı ya da gizil bir yola başvurmadan yaparsınız, biz adını koyarız yalnızca. Kutsal kitaplar yeryüzünün ve göksel olanın baştan sona bir eleştirisidir gerçekte… Atlantis hacimli bir kitap, yorucudur düşüncesi yanlış bir kanıdır, kısa parçalarında yer alabildiği, oluşturduğu bir kitap bu, bir roman gibi bütün değil, her sayfası ayrı bir bakış açısı, çelişkilerle dolu bir düşünceler kumpanyası!.. Bir oturuşta okunacak ya da roman gibi bütünlüğü kaçırılmadan bitirmek gerekir gibi zorlamalar yok. Baş ucunda ara sıra dönüp baktığın, okuduğun ya da kullandığın bir müsekkin gibidir bu tür kitap, ema yani, gereksinim duydukça kullanılabilecek bir dünyevi betik... Oku diye başlıyor insanlık, çünkü önce söz vardı!.. Bütün kitaplar aynıdır dünyada, okumaktan hoşlanırsınız ya da sıkıcı gelebilirler, gerçekte okur kendini okur çünkü... Kendini bulabileceği kitabı okur. Ara sıra başka dünyaları ziyaret etmek bir sonraki aşamadır. Okumanın son aşaması da hangi kitabı okuyacağını bilmek ya da okuması gerektiğini anlamaktır. Çünkü; Ars longa vita brevis.
Sanat uzun hayat kısa!..
Ama; Huş ağacı küspesi kullandık, selülozu nanofibrillere ayırdık ve sert bir yapı iskelesine hizaladık. Aynı zamanda, selülozik ağa yumuşak ve enerji harcayan bir örümcek ipek yapışkan matrisi ile sızdık. İyi değiliz biz, şu tümce gelmiş geçmiş tüm önermelerimizden daha değerlidir belki de, çünkü plastisite dünyamız ve naylon ruhlarımız için bir çözümü anlatıyormuş!..