20 Nisan 2019 Cumartesi

TANRI PARADOKSU
Tanrı, bir töz, bir algı değil, cismani bir yapı, somut, elle tutulur, gözle görülür bir madde, bir dünyevilikten olagelen bir varlık, bir yaratıcı sayılacaksa eğer;
Bir kabulün türevi ve bir yansıması olarak ve madde ruhtan değil, ruh maddeden doğar ya da oluşabilir kuralı uyarınca...
Çünkü; Tanrı insana, çamurdan yaratılmışa, ol dedi ve oldu demiş ve sonrasında üfleyerek ona bir ruh kazandırmıştır ve ruhta kimyasal bir elektriktir gerçeklikte…
Öyleyse şöyle düşünebilir ve sürdürebiliriz, maddenin sakınımı yasasınca; var olan bir madde yok olamayacağı, yok olan bir madde de var sayılamayacağı kuralınca, kendini bir biçimde var kılmış ya da baştan beri var olagelen madde, öncelik olarak ve kaçınılmazlıkla, tanrının kendisinden önce var olduğu ya da oluşmuş sayılması gerektiği ya da doğallıkla böyle bir kabulü gerektirdiğinden artık;
Tanrı kendisini var eden maddeden önce, varlığı kabul edilebilen ya da öne sürülebilen bir yaratan veya yaratıcı olamayacaktır ve böyle bir kurgulanımın olanağı da yoktur.
Kozmik dağılımda, maddenin tanrı olması da düşünülemeyeceği için, çünkü o her şeye gücü yeten ve kendisini yoktan var edebilen bir yaratıcı değildir ve madde, organik, inorganik veya üçüncü cins ya da başka bir tür canlılık, devinim olsun ama her şeyi yaratan ve var eden ya da her şeye gücü yeten bir somutluk, sonsuzluk veya tinsel bir varsayım sayılamayacağı açıktır, algı kapılarımız ve anlağımızın sınırları içinde bir doğrum olarak görülebilen ve kabul edemeyeceğimiz bir tasımlama olarak bu görü, kesin ve anlaşılırdır.
Çünkü bir maddi varlık, bir somutluk, cismani bir ten, beden veya düşlenebilen bir bünye ve her tür dünyeviliğin içinde biçimsellenebilen, var olabilen ve durum alabilen bir üretke, tanrısal bir niteleme veya ilahi bir varlık, yaratan da olsa, yaratılan da olsa, maddeden önce var olamayacağı için;
Çünkü o maddi bir varlıktır artık ve maddeden önce var olabilmesi düşünülemez.
Bu açında denilebilir ki, kozmik evrenimizi var eden, dalga ya da parçacık veya varsayımsal her oluşku;
Öncesizlik ve sonrasızlık, her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten varlık olarak kabul edilip, algılanamaz.
Çünkü o, maddeyle kendini var edebilecek bir töz ya da biçimlenim olmaktan öteye geçemeyecektir. Bir tanrı nitelemesinde, maddi bir varlık söz konusuysa eğer, kendisini var eden nitem, diğer bir deyişle maddeden önce var olamayacağı ve var oluşu maddeye bağlı sayılacağı veya ancak onunla varlığını sürdürüp bir olasılıkla kanıtlanabileceği için, artık tanrı maddi evrenimizi yaratan ve sonsuzluğu var eden bir yaratıcı, sınırsız gücü ve yetkesi olan cismani bir töz -bir ruhu olduğu düşünülebilen somutluk- olarak algılanıp, var sayılamayacaktır.
Katmanın ikincil varsayımında; tanrı ruhani, tinsel bir varlık, bir töz, düşlenebilen bir yaratıcı veya imgelemde dirimcil, canlandırabildiğimiz bir nen, bir tür nitem, tümüyle kurgusal ama varlığı kabul edilebilen bir yaratıcı veya tekillikte bir yaratan ya da düşsel ama kutsevi bir yaratımsallık, sayılabilecekse eğer;
Bu kez, onu düşleyebilen, tasımlanabilir bir varlık olarak, onu canlandırabilen, bir yaratılmışa gereksinim duyacak, varlığı ancak bu yolla duyumsanıp, kanıksanabilecek ya da sözel dünyamızda gerçelliğinin benimsenmesi ancak bu yolla bir olasılık barındırabilecektir.
Çünkü, ruhani, eş aşınımla tinsel olarak varsaydığımız bir neni, tanıtlanması yolunda ancak düşleyebiliriz.
Sonuçta bir inançsızlığa varmıyordur bu hipotez ve ama tanrıyı düşleyebilen bir varlık, saltıklıkla ve bir belirleyim olarak, ondan önce var olmak zorundadır, çünkü onu düşleyecektir ve ama gerçeklikte, bir tümellik ve aşkınlıkla var olsa bile o, düşleyenin ufuk ötesindeki varlığından uzaklaşarak var olamayacağı, varlığının kabul edilme olanağı, bu yönsemenin dışında bir güçlük, bir yoksama sayılması gerekeceği için, verili ve canlandırabildiğimiz tüm kozmosu var edebilen, görünür kılan, düşsel bir varlığın salt kendisi de, düşlemekte olanın imgeleminde, var olmak zorunluğunda kalacağı için, bir düşleyim ve bir tinsel varsayım ve açık bir algılayım biçimi olarak, artık varlığını düşselliğinin varlığına bağlı saymamız ya da bu tür bir varıncanın öznesinde var kılabileceğimizi açıkça belirlemiş olacağımızdan, o, başka bir deyimle, her şeyi var eden ve her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten bir töz, bir varlık ve kesinlenebilen bir varsayım olarak;
Kendisini düşleyebilenden önce var kılamayacağı için, böyle bir yaratıcının varlığı ve öncesiz ve sonrasız olarak, her şeyi yaratan bir tanrısallığın gerçeklikte var sayılabilmesi gene olanaksız olacaktır. Çünkü o bir düşleyimdir ve düşlemde var kılınabilen bir yaratıcıdır, bir kesinleme olsa bile varlığı, onu bir düşlemde canlandırabildiğimiz ve varlığını sürdürebilmemiz, onun varlığında değil, bir diğer yaratılmışın düşlerinde belirmiş olması sayılabileceğinden, kaçınılmazlıkla ve gene o düşsel bir yaratıktır artık ve varlığını doğallıkla düşsel sınırlar içinde sürdürebilecektir. Düşsel bir varlığın somut, matematik bir varlığa dönüşmesi onu maddi anlamda var kılamayabilir.
Soyut ve somut, maddi ve tinsel olan arasındaki içerik, kutuplaşmayı çağrıştıran ve ikisi arasındaki, öze yönelik bağıntı, gerçekte bir kurgusallık barındırır ve somuttan soyuta doğru, insansı olanın varlığında gidilebilir ama soyuttan somuta gidilebilme olanağını kanıtlayabilmiş, bulgulayabilmiş değilizdir, bu yoktan var etmeye benzeyeceği için, imgelemde düşleyen, bir tanrı olmaklığın konumuna geçebilir artık ve ama buda geçerli bir yaklaşım sayılamayacaktır varlığın indinde ve öyledir de...
Çünkü düşlenen, o, vardır belki ama kavramsal bir yaratıdır sonuçta, düşleyimde vardır ve gerçekliği düşleyenin düşleriyle sınırlı kalmak durumundadır. Gerçeklik burada, Janus'un yüzü gibi her iki olasılığa da varsayım alanı yaratmak zorundadır. Düşseldir çünkü ve gerçekliği belirsizlik ilkesiyle bağıntılı bir varsayıma da dönüşmek zorundadır. Belki de derinde insan gibidir de diyebiliriz, ama bu kez ona bir tanrı nitelemesi sunulamaz. Çünkü onu maddi bir görsellik bekliyorsa eğer varlık sorunsalının algı dünyasında, yukarıda değindiğimiz gibi, maddi olabilen varlık ya da kavramsallık, maddeden önce var olabilen bir nen değildir ve olamayacaktır da ve bu algı her şeyi yaratmış olma düşüncesiyle de çelişir. Kendisinin madde kavramının içinde belirdiği bir algılayımın, maddeden önce var olabileceğini ileri süremeyiz.
Çünkü varsa bile, kendi yaratıcısının, söz gelimi insanın düşlemiyle sınırlı bir yaratan ve bir yaratıcı olabilecektir artık, onu düşleyebilen onu yok edebilecek olandır aynı zamanda ve varlığı da, doğallıkla ondan öncelikli sayılabilir elemanter kozmolojide, düşsellik buna olanak tanıyordur ve varlığı ona bağlı ve ondan kaynaklı olacağı içinde, o artık böylesi bir tözü yüklenemeyecek ve yaratıcı sayılamayacaktır,
Çünkü tanrı düşlerimizde ve gerçeklikte, başka varlıklardan, örneğin insansıdan sonradır artık ve sonrada olmak zorundadır. Bundan ötürü, düşleyerek var kıldığımız tanrı olamayacaktır, çünkü zamanın nitelemesinde, yarattığından sonra ve salt onun düşlerinde beliren bir yaratıcı, ne yazık ki öncesiz ve sonrasız olamayacak, her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten sıfatını taşıyamayacaktır, çünkü bir düş ürünü olarak bu nitelemeleri var saymak kabul edilebilir değildir ve bu tür bir açın olanaksız sayılabilir de...
Düş zorunlu bir tasımdır ve kendisiyle sınırlı kalmak zorundadır, gerçekliğe dönüştüğündeyse, onu zaten maddi, somut olan bekliyordur ve o zaman somut olanın, varlıkla biçimlenmesinden ötürü, varlığın hamurundan önce var olamayacağını ileri sürdük. O düşselse, düşleyenin belleğinde yaşamak zorunda, somut bir varlığa dönüştüğündeyse, varlığın hamurundan önce var olmamak zorunda, olası aynı anda var olabileceğini düşündüğümüzde, bir yaratım ve yaratıcı olarak, zamanda bir öncelik sanısı tanıma olanağından yoksun olacak ve bu kez her şeyi yaratan olamamak durumunda, ötekinden bağımsız ve bir birlikte var oluş ve belki de iç içe, birbirini yaratma söz konusu olacaktır artık!.... Ama tanrı bu değil, algı dünyamızda o yokluğun efendisiyse, varlığında lütfedeni, yaratanı olmak durumundadır.
Diyelim ki duygulanım ve düşüncenin kuvözlerinde, tanrı var olsa da, bir maddi varlık olarak, maddenin öncesinde yaratılmış bir yaratıcı olması sayılamayacağını kurgulayabildik ve maddeden önce yaratılmış olması olanaksızdır dedik, bu nedenle biçimlendiğinde, bir varlığa dönüştüğünde, onun işlevi ve kavramsallığında, yok sayılması gerektiğini ileri sürdük.
Varlığını, düşsel ve imgelemde canlandırabildiğimiz bir tanrıyı var sayacaksak eğer dedik, o ilahi gücünde, kendisini düşleyenin varlığına ve doğallıkla kendisinden önceliğine gereksinim duyacağını ileri sürebildiğimizde, bir eğretileme olarak gene var sayılamayacağından söz ettik. Çünkü düşsel sınırlarından çıktığında zaten olamayacağını belirttik. İnsanı var eden materyal nasıl insandan önceyse, tanrıda kendini var eden materyalden veya varsayımdan sonra olmak zorundadır. Evrensel bilitteki sıralama duyumsalı bunu açınlıyor ve görüldüğü gibi ayrıksı yaklaşımlar paradokslara dönüşebiliyor. Onun somutlaşması, maddeye öncelik tanımak anlamına geliyor, düşsel sınırlarda kalması da, düşleyen varlığın, onun ilkinsil sayılmasının önüne geçmesine yol açabiliyor.
Tanrı, belki de varlıktan, söz gelimi insandan sonra yaratılmış bir yücelimdir. Düşsel bir varlık olarak ya da somut, gözlemlenebilir, duyumsanabilir bir varlık olarak da maddeden sonra yaratılmış olabilir. Tanrı bu açın doğrultusunda, maddeden veya kendisini düşleyebilen bir yaratılmıştan sonra var olmuş, yaşayabilen veya kozmik evrensellikte eş benzerlikle konumlanabilen bir varlık ve de sorguya elveren bir tür ölçek olduğu ileri sürülebilir. Tersinirlik veya bir tür paradoks yığınına geçiş olanağı tanıyabilen bir töz veya varlık o, eğip bükülebildiğin de, var oluşun dışına girip çıkabilen bir tanrısallık tanrı!.. Söz gelimi maddenin içine gizlendiğini düşünebildiğimiz de, o anda da pek çok niteliğini yitirebiliyor.
O, gerçek bir varlıktan, örneğin madde veya organik bir varsayım sayılabilen insandan önce var olma ve yaşama olanağı bulunmayan bir yaratıcıdır olasılıkla... Çelişik de olsa mikro düşüncenin tuzaklarıyla dolu bir varsayımız biz belki de ve evren, kozmoloji, makro düşüncenin bir varsayımı olarak, tanrıyı aramızda bir yere, bir titrem, bir salınım olarak yerleştirmiştir belki de....
Belki de;
Özü ya da bir ötekiyle karşılaştırılması ve bir varsayım olarak yorumlanabilirliği onu incitiyordur da…
MARTI
Ada öyküleri yazmak arzusuyla tutuşur adalı kimi insan, ama öyküler gerçeklikten alır gücünü yine de ve o ayağınıza gelir, güzeldir, hoştur, sıradandır önemi yoktur, bunu yazmak gerekir dersiniz, yazmak…
İşte bütün sorun bu!..
Burada altın bacaklı bir adamdan söz etmeyeceğiz, iksir, büyü, tılsım gibi şeylerden de… Annesinin vefatını anlatırken birinin, elem denizlerinde boğulmak üzereyken, hangi mezarda yatıyor yerine, hangi mezarda yaşıyor denildiğinde, birden sakinleşen ve mutlulukla gülümseyen bir insanı da anlatmayacağız, ayniyle vaki bir olayı, çok kısa bir olayın dile getirileceği, bir anıştırma bu....
Ülke çapında seçimin olduğu bir Şubat ayının içindeydik, kapı kapı dolaşıyorduk, oy gizli bir güç, görünmez bir gözdağıdır biliyorsunuz, bir olgulayım veya bir yapıntıya yönlendirildiği an, o gün geldiğinde, sandık başında başka bir varlığa doğru ivme kazanıp, yön değiştirebileceğini ve çok başlıklı olanaklar sunan, varyasyon zengini, güdümlü veya direkt bir tehlike saçar olduğunu, yerleşik sistemin o bildik kurgularını silerek, bir güvencin dilem ve titremleri içinde, temeli sarsabileceğini kimseler öngöremez!..
Bizde hiç gözümün tutmadığı bir partinin erleri olarak, ev ziyaretlerinde bulunuyorduk ikide bir. Gençliğimin adına macera arıyordum kısacası, insanların köhnemiş bir erki ya da Platonsu organizasyonu temsil edecek insanlar karşısında ne gibi tavırlar sergilediğini, ne söylüyor, engin bir hoşgörüyle mi karşılıyor gelenleri, yoksa kapıyı yüzlerine kapatacak kadar kesinleyici hareket edebiliyor mu gözlemlemek istiyordum…
Özlemin tadı değil, gözlemin tadı başkadır!
O günlerden birinde sahilden içeri doğru kıvrılmış, bizimle dolaşan arkadaş ve temsilci grubundan oldukça kilolu, sakallı bir gönüllü birden önüme düşmüştü… Birbirimize selam verirdik öylesine ama direkt bir bağlantı ve laflama alışkanlığı oluşmamıştı aramızda…
Bu değindiğim, yaşça benden biraz büyükçe delikanlı önümde belirince, saçları ve kulağı kendisinin arkasında kaldı doğallıkla!.. Yürüyorduk, uzun saçlarının salınışında, kocaman kulakları, birbirine karşı kıyılarda yüzen iki yelkenli gibi, simetriyle inip kalkıyordu sanki.
Gülümsedim kendi kendime, yürürken bu gencin gövdesi, önümde adına zaman ve mekân dediğimiz bir önermeyi, iştihayla kat ediyor, karşıya baktığımda da her seferinde onun başı, kulakları ve nedense dar bir pantolona sığamayıp, kurtulmak istemekte kararını bir türlü verememiş ayakları, çalımla kavisler çiziyor, zaman ve zeminin birlikteliğini görüntüleyebilen, dirimcilliğini henüz yitirmemiş gözlerim, yarı balıksı bir objektifle, bu tuhaf manzarayı, belleğimin karanlık, kozmik odasına dur duraksız iletiyordu.
Bir hiçliğe doğru mu bilinmez, gözümün önünden bir an bile yitmeyen bu genç adam, bir makine gibi ve sanki sürekli verevine doğru, bir boşluğu yutup duruyor ve ne yapmak istediği, gerçekte neyin peşinde olduğu belirsiz bir otomat gibi de, sürgit yarım daireler çizerek, bir çark gibi dönüp duruyor, belki de sürekli bir labirentin içinde dönüp duran Minotaur’u andırırcasına, adada sık sık ortaya çıkan küçük yokuşlardan birini tırmanıyorduk.
Birden garip bir şey oldu!.. Gencin sağ kulak küpeliğinin, kıkırdaksız memenin yerinde olmadığını gördüm. Diyesim, bir kulağı diğerinden oldukça farklıydı dikkatle bakarsanız, belki önden bu denli görünmüyor, arkadan, yok olan bölümün ağırlığını taşıyan kulak ekseninin şimdiki bu arka bölümüne dikkatle bakarsanız, seçilebiliyordu belki de…
İçimde bilemediğim, tuhaf bir merak oluştu. İnsan en olmayacak zamanda, en olmayacak şeyi merak eden bir hayvandır nede olsa… Hızla yanına yaklaştım genç adamın, bu yayvan gövdeli, kuru yaprak sakallı, rüzgarda uzun saçları, kulaklarını açıkta bırakan, bu alelade varlığın bir kulağının başına neler gelmişti de, böyle hiçbir zaman küpe takamayacak ya da dikkatle incelendiğinde bir kulağı dilmeli, dantel süsü gibi sırıtacak, bu elim güzellikte gözleri üzünce boğan manzaranın, nedenini sorgulayacaktım.
İnsan ayrıca; başı boş bir hayvandır belki de derinde ve nelerle uğraşır kim bilir demeyin, insani ve ürpertici bir kaygıdır bu nedensellik de...
Kemal dedim, adını biliyordum, bazen dostlarımız dışındaki insanlarında adlarını biliriz doğallıkla, bu adı çok severim öteden beri, Yeşilçam filmlerinde, iyi yürekli, aşk kırgını, gençliğine doyamamış aktörlerin rol aldığı filmlerde, hep bu adın kullanılışından mı bilmem, Kemal bir idoldür kısacası bu topraklarda, her zaman ve her dönemde…
'Belki bu halimin, psikolojik, fizyolojik bir izahı vardır!..'
Kemal dedim, sağ kulağına ne oldu senin?..
Hiç duymamış gibi davrandı ve yoluna aynı kategoryen hızını koruyarak devam ederken, böyle bir soru onun hiç umurunda değilmiş gibi mırıldandı…
Koptu o!..
Çok hoş görülü olduğunu, kendiliğinden o izlenimi verdiğini düşündüğümüz insanlar vardır, kurbanım onlardan biriydi. Hiç aldırmadan sürdürdüm…
Neden?..
Kalabalıktan kopmak istemezmiş gibi, direncini koruyarak yürüyüşünü sürdürdü, yanında seyrettiğimi seziyordu elbette…
Dedi ki, ada sahilinde dolaşıyordum bir gün, adamın biri belki yanındaki kız arkadaşını, dahası hep değişmez bir klişe olarak adlandırdığımız sevgilisini sanırım açıkça darp ediyordu. Fiziki bir saldırı karşısında, toplumun bir ferdi olduğumdan mı, böyle yetiştirildiğimizden mi, doğrusu ya da eğrisi nedir, yerine başka bir düstur koyamayışımızdan mı bilmem, adamı toplum içinde ve gerçekte asla yapmaması gereken bu ilkellikten alıkoymak için, güçlü bir yumruk savurarak durdurmaya çalıştım.
Böyle anlarda, kibarlığın işe yaramadığı konusunda uyarılarla yetiştirildik biz ve görüntü de zaten bu tezi doğruluyordu!..
Adam tınmadı bile ama benim daha güçlü bir fiziğe sahip olduğumu ve belki de bu yüzden, rezilliğin kapısına doğru ilerlediğini birden anlamıştı sanırım. Sanki kavgayı bırakmış gibiydi, saliseler içinde gelir geçer böylesi düşünceler. Adam şaşırmış, ezik bir görüntü içinde ve bir sarhoş dengesizliğinde bana doğru yaklaştı ve birden bin yıl düşünsem usuma düşmeyecek o şeyi yaptı. Elleri kolları sarkmıştı ama bir anda gövdeme yaslanarak, büyük bir hınç ve sanki büyük bir iştihayla kulağımı ısırdı.
Ne olduğunu anlayamadım. Kargaşada bizi ayıranlardan öğrendim kulak memesini kopardığını…
Dayanamayıp burada araya girdim.
Kemal dedim, ısırılan parça yerine konur, ne bileyim dikiş atılır, ilaçlar kaynaştırır, çok küçük şeyler, ayakta bile işlem yapılan türden operasyonlar bunlar günümüzde…
Deyip, demediğime pişman oldum diyemem de, nedense yaşamımda duyabileceğim en ilginç şeye tanık olmak şaşırttı beni…
İyide dedi Kemal;
Kulağımın düşen parçasını, martı yutmuş oracıkta!..

19 Nisan 2019 Cuma


DİLRÛBA
Ey Ebu Soraka'nın kızı. Sevabım ve günahım. Öyle baş döndürücüsün ki, Hemedan sokakları gülüşünle yıkanır. Ey güzeller güzeli, Abbasi'nin gülleri seni kokluyor. Ey Sabbah Hümeri'nin maşuğu, 'Yedi İmam' seni Hayber'de bekliyor. İşte çöl ceylanları sana hicret ediyor.
Ey Deylem krallarının sıra yavuklusu, aşk çeşmesi. Toplanma boruları çaldık da kulenin penceresinden görün. Pars hançerleri, Pers pençeleriyle buluştuğunda gülümse.
Ey Teophilos'un soyu, Hasenan'ın gelinliği, İbnü Heyzem'in iki cihanda ahıretliği. Sit seni arıyor. Habernak'ın, Rey'in bülbülleri seni soruyor.
Ey öpülüşü gelincikler gibi yüz kızartan. Alıcı kuşlara ram olan. Ey bıldırcın kuşu. Ey Mısırlı Yusuf'u yollara düşüren. Buhara'nın küstah ve kasvetli yollarında entarisin sürüyen. Ey Cezayirli hadım ağalarının, gözün döndüren.
Yemenli analığının gözleri kan çanağı.
Ey gönüllerin Dilrûba'sı, kürekten vahşi ellerim, senin narin gövdeni adımlar. Yelken direğinden uzun ayaklarım, senin ruhcağzını avuçlar.
Ey Kabil kabilesinin, nazenin ceylanı, Habil habitatından, kızıl yemişli hurmam. Ağzım seni çiğner, seni berkitir. Ey yedi mühürlü kitabım. Paraboller, elipsler ve geometrilerin önünde diz çöktüğü. Usturlapların, pusulaların şaştığı. Ey baygın kokulu Hint kenevirim. Kar serpintilerim, dağ meltemim.
Ey su yollarım, şövalyelerim, veliahtlarım. Gürzüm, kılıcım, kalkanım. Ey güneş diyarlarım. Ey Behram Gur'un Nuşirevan'ı.
Ey hasırlar üstündeki ailesinin umarı. El Yakup'un kumarı. Gecelerin hüneri. Ey Kanatlı At. Çanlar, ezgiler, alaylar seni karşılar. Ey Isfahanlı hacılar, bu 'Hülya' sizin.
Ey Selçuk sarayları, Bizans'ın tiranları, İsmailiye savaşçıları, dünya Tus turnasının bakışları için dönüyor.
Vakkas ve rakkasın çarkı
Onun için salınır.
Yalvaçlar, mehdiler, nebiler
Onun için koşarlar.
Santurlar, kanunlar, neyler
Onun için ağlar.
Dilrûba,
Allah-û Teâlâ, seni yarattığı içindir ki,
Dünya meşgalesi var!..

16 Nisan 2019 Salı

SAGİTTARİUS



Evrende insansı çağlar bitti. İnsan türü bitti.  Hiçbir zaman varlığımızdan söz edilemeyecek artık. Geçmiş zaman kovuğunda, kozmosun sonsuz mezarlığında kadim yerimizi aldık. Kısacası Adem’le Havva tözünün domine ettiği evrensel yaşam sona erdi. İnsangillerin kapsama alanındaki türler, tüm canlı versiyonlarında sonu geldi.  Denizatından, tardigrata, kutup ayısından, karıncaya, bonobo maymunundan ceylana dek, tüm varlıklar yok oldu.  Bizlere düşlenemeyecek biçimde uzun gelen, ışık yılları boyunca, evrenin efendisiydik ama algı sınırlarımızın dışında, hiç bir canlı   türüyle karşılaşmadık  zamanlar boyunca,  salt öznesini  çağrıştıran,  ‘Homohome’  türü iki ayaklılarla doluymuş evrenimiz. Nasılsa?.. Nereye gitseler, savaş, açlık, kavga, barış hülyaları ve  gelecek kaygılarıyla anlağı  biçimlenmiş bir yaratık türü işte bu… 

Sonraları bunun  bir deney olduğunu ve tüm düş ve düşüncelerimizi beynimize ışık ötesi bir takım araçlarla istifleyip, yönlendirerek yaşamlarımızın birer kopyofil -göğün altında yeni bir şey yoktur biçiminde özetlenebilen- ve kozmik yuvalarda denetlenebildiğini ileri sürenler  çıktıysa da bunu anlamaya ve  yeni, uzaysıl yönteçler yaratarak türümüzü kurtarmaya zamanımız kalmadı diyebiliriz. Matriks ve Gödel öğretileri hiçbir işe yaramadı doğrusu... Çünkü onların tümü birer veri ve beyin sinapslarımızda sürgit -bir bayrak gibi- onları taşımaya ve oyalanmaya zorunlu kılınmış ne yazık ki…

Sonumuz geldi.  Gökadamızın biricik   karadeliği Sagittarius bizi yuttu.  Olan biteni özetleyebilirim…  Karadelikler düşlenemez boyutlarda bir çekim gücüne sahip; ilahi yaratıklar biliyorsunuz, ilahi yaratık, zaman içinde her şeyin,  kutsayageldiğimiz canlı varlıklar olduğu anlaşılmadı mı…

Evren düşünüyor… Örneğin karadeliklerin karar mekanizmasına göre işliyor bazı yıldız ve gezegen grupları ve kimisinde nedensellik bağı, sonuçlardan önce geliyor, kimilerinde de  sonuçlar nedenselliğin  dışında bir yol izliyor, zamanlar boyunca şaşkınlık ve çözümsüzlük içinde kıvrandık. Oysa tüm kavraneller arasında  anlaşılamayacak  algoritmalar, yazılımlar ve lineer olmaktan çıkardığımız zamana göre kolaylıkla olası bu  tür şeyler artık ama ilginçtir bazen anlamak yetmeyebiliyor.   

Bilgi dağarcığımızın sonsuz küçük ölçekte bir nen olduğunu, zamanın sonsuz akışında kavrayabilmek gibi bağışlanmış bir tansımanın, makrokozmik bir olasılığın kesinleşmesine; tanrılarımız göz  yumduğunda, kendimizi anlamakta hiç zorluk çekmez olmuştuk. İnsani  varlığımızı küçümsemek değildi bu, kozmik cetveldeki  konumumuz bu bizim ve  tanrının içimizde olduğu kabul gören bir mekanik gelişim artık,  tartışmasız... Aşkın tadını kaçıran olasılıklar diye kitaplar bile yazıldı bu ‘abecesel’ sığ görüş üzerine… 

Üçüncü gezegende yaşadık  biz. Mikro sonsuz bir zamanın bağışladığı göklerin, ele avuca sığmayan, ruhani evlatları  olarak. Ne ki, makro sonsuz zamanı hiç bir zaman tatmış değiliz ne yazık ki, özellikle başımıza  gelenlerden sonra, sonsuza dek ondan yoksun sayılacağız artık. Makro sonsuzu  algılayabilmemiz için yaşadığımız evrenin başka tür bir evrenle yerinin değişmesi, değiştirilmesi gerekiyormuş. Kurduğumuz  tümceyi bile anlamakta zorluk çektiğimize  göre…

Masallarımızda yedi kat cehennemden söz etmişler ve bilinçaltımıza, bize özgü, gereksinirlik sınırları içinde her şeyi kodlamışlar, yüklemişler tarihin başlangıcında ve genlerimize işlemişler bir ağ gibi, bir dantel gibi diye estetik kazandıranlar da var yaşadığımız olgulanımlara... 

Bundan öncede  varlık-yokluk skalasında nice çağlar geçirmişiz.   Geçmişte bir başka karadeliğin püskürdüğü bir tür insansı varlıklarmışız biz. Şimdi Sagittarius’un pençesinde inliyoruz, radyasyonik dalgalar yayarak. Bizi  yuttu o ve büyük bir olasılıkla yeni bir püskürmeyi bekleyeceğiz sonsuza dek.

Bir kez daha insansı bir tür mü olacaklar, yoksa düşleyemediğimiz yeni bir varlık türü mü ortaya çıkacak bilemiyoruz. İnsan bizim için yine insan. Bilinmeyen bir olasılığın insansı olup olamayacağı bir sorun sayılamaz. Biz bir adlandırmayız sonuçta…

Bizler  yaratılmışız, yazgımıza bu noktada hiçbir zaman egemen olmuş sayılamayız, kendimizi üretmeyi başardık ama yokluktan varlığa doğru exodusu başarmamız olanaksız ne yazık ki, dört nala koşan mahşerin dört atlısıyız belki de ama varlıktan varlığa uçabilen atlarız ne yazık ki. Yokluktan varlığa geçebilmemiz için, tanrı olabilmemiz için, kozmik perdenin karşı kıyısına geçebilmek, her şeyin sıfırlandığı ve bilginin yoksanarak, karanlık maddeye, o da değil karanlık enerjiye dönüşebilmek ve bu noktada belki de bir bilince sahip olabilmek gerekiyor, daha doğrusu olay ufkunu anlaşılır kılabilmek gerekiyor. 

Yaratacağımız varlığın, yaratıcının kendisi olabilmesi gibi bir şey bu, sandalyenin dülgerini tanıması gibi bir şey ya da onun o olması!.. Madde biçimlendiğinde, cisme dönüşürken, cismin, aletin, üretilenin maddeyle organik ya  da direkt bağ kurarak yaratıcısını tanıması ya da onunla özdeş sayılabilmesi gibi bir şey, baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi gibi, ama yaratılmışlık safhasında bu olabilse de yaratan safhasında başaramıyoruz, yaratılmışlar oyun oynayabilir. 

Biz yaratılanız, yaratılmışlığımızı belirleyen değil. Kozmik yuvamızda, zamanlar  boyunca sürüp giden tartışmalarımız boşuna değildi. Ölümü kanıksadık bu kavganın içinde; yazık ama öyle değil mi… Bir iç içelik bağışlandığında düşüncelerimiz, vargılarımız ve yaratılarımız değişkenlik gösterebilecektir belki  de.       

Tanrı yok diye empati yapıyoruz biz, tanrı var diye kavgaya tutuşacak, ölümle şakalaşacak kadar bilisizleriz üstelik. Tanrı dünyamızdaki egemen sistemin gece bekçisiydi, böylesi bir kozmik ruh  olabilir mi?.. Fizik  yasalarınca olmayan bir şeyi düşleyemeyiz ki, olmayan bir şeyi adlandırmamız, biçimsellik  öngörmemiz ve insani boyutlarda tasımlayabilmemiz olanaksız. Bir düşü kurgulayabiliriz belki ama olmayanı düşleyebilmemiz olanaksızdır. Tanrı var ya da yok demiyorum, olmayanın ne olduğunu  bilemeyeceğimiz için olasılıklar ve düşlerimiz sonsuzlaşabilir  yalnızca. 

Tanrı insan için var, ilginç olan bu, bize özgü olan şey, evren için tasımlandığında, bize özgü olmaktan kurtulamaz ki… Biz neyiz sorusu bunun yanıtı olabilirdi belki.... Biz neyiz biliyor musunuz, bizim için tanrı ne anlama gelebilir, güçsüzlüğümüz, korkularımız  ve yetersizliğimizin umacısı, koruyucu meleği ve masalların uçan halısı ha!..

Var olan şeylerin, versiyonlarını üretebiliriz ancak.  Çünkü vulgeriz biz, hepimiz. Düşsel de olsa, saltıklıkla olmayan şeye yok diyebilme gereksinirliğini ileri süremeyiz. Yokluğu, yok olanı ne tanımlayabiliriz ne algılayabiliriz. Biz varlığı kabul gören şeyler için yok diyebiliriz. Dolambaçlarda, dönütlerde; 'Ben melamet hırkasını giydim eğnime / Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne'  diyenleriz biz. Bizler ölümseveriz.







Tanrı var ve aramızda… İnsanlıkla sınırlıdır o ne yazık ki… Ne cüzi bir varlık kozmos karşısında. Onun için yok diyebiliyorlar. Olmayan, düşlenemez olandır ve onu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz için, yokta diyemeyeceğizdir oysa. Bilinmeyen bir şey; hiç bir zaman ileri sürülemez.    Vargı ve yargılarımız  görünürlüğün  türevleridir, gerçekliğin aparatları her tür  düşsellikle, düşünsellikle yüklüdür, olanaklar alanını yaratan,  düşler dünyasının yokluktan geldiği sanısı veren, gerçekliğin amansız gücünden ve korkunç hükümranlığından el alıyordur. Dünün düşleri, gelecek zamandaki gerçekler, dünün gerçekleri de geçmiş zamanın düşleri olarak kalmadı mı...  

Bu yüzden biz, düşünceye bağlı olarak, bir yanlışı, yanılsama ya da sapmayı da ileri sürebilmeliyiz. Çünkü yanılsama ve doğrular, gerçek ve düşsellik her şey gibi sonsuzda birleşirler ve düşünce kendini yadsımadığı sürece bir düşünce olarak kabul görebilir.                                                                                                                                     
Sagittarius evrenin olasılıkları içinde hep vardır, bilinmeyen ne adlandırılabilir ne tasımlanabilir. Gücümüz yetmiyor ki ona… Yineleyeceğimiz gibi yok demek, var olan –varlıksı töz- karşısında, salt bir olasılık ileri sürebilmektir.  Çünkü yokluk saltıklıkla düşlenemezliğin kapsama alanına girebilirdi. İleri sürdüğümüz her şey, var olan ya da var olduğu kabul ölçeğinde benimseyebildiğimiz bir soyutlama ve düşsel varlığına izin verilebilen görüngülerin, sonsuz sayıda düşleyebildiğimiz süjelerin dışa vurumudur ve düş bir gerçekliktir insansı varlıkta… 

Öyleyse düşsel dünyamızın sınırları içine girmeyen hiçbir şeyin var olduğunu ileri süremeyeceğiz  ve öyleyse tanrı ancak insanın yarattığı bir töz olabilir. Egemen olamadığı kozmolojinin kitabını yazabilir insan ama tanrının varlığına onun adına karar verecek gücü kendinde bulamaz. Kozmik güç, eser, kendinin içerdiği bir varlığın hükmüne ne zaman bağlı olmuş ki, bu bir kozmikomikliğe dönüşürdü gerçek olsaydı. Kısacası, hükmü verecek olan tanrının kendisidir.  Yaratılanın işlevlerine yaratan karar verebilir ancak. O yaratanın üstüne çıkamaz ve onun yanlış ve doğrularını, yargı ve vargılarını ancak; bir üst düşünce -bizzat tanrı- değiştirecek gücü kendinde bulabilir. 

Pekinlikte, bundan ötürü  yaratılmış olan kendini yaratanın kim olduğunu ileri sürecek  bir  yetiye de sahip olamaz,  o gücü kendinde bulamaz, buna ancak yaratıcı karar verebilirdi ve yaşanılır hiç bir olasılıkta, yer değiştirilemez. Var dediğimizde yok dememiz de bu gerçeklikten alıyordur gücünü… Bize bağışlanan belirsizliktir ve tüm olan biteni kabullenmekte gerekir süreğenlikte...

Algılanamazlık  yokluğun tanımıdır. Evrende kim bilir nice  tözler var, anlağımızı bir gün bile ziyaret olanağı  bulamayan esemeler bütünü.  Ne ki bu  tümce  uyumsuz        sayılmalıdır evrenimizde, ussal sınırlama yoktur ama anlamsızlığın bir yararı olamayacağını da bilincimiz bize söylüyordur.  Gerçek efendimiz düşüncedir bizim ve tek tanrımız da ancak o olabilir. Düşünce kutupların birliğini yaratmamızdır olasılıkla ama düşünce insana özgü değildir, evrene özgü olup, kozmik bir yapıntıdır.
                                                                                                                               
Düşsel sınırlarımızın içindeki yer değiştirmeler, sonsuz oyunlar sınırlarımızdır ve sonsuzluk oradan gelir ve sonsuzluk sınırlarımızı içerir.                                                                                                                         
Hiçliği, varlığın, var oluşun, onun biçimlerine, algılarına göre tasımlarız biz, devinim ve eylemin, durağanlık ve konumun belirlenmesi ve yasaları bile belki  yalnızca bizim ürettiğimiz nenlerdir. Evrenin kuram ve kurallarını belki de hiç  bilmiyoruz.          Düşünebiliyoruz biz, duraksayabiliriz, konumlanabiliyoruz, devini içindeyiz, bu bizim için gerçeklik, ama kendi dışımızda bunun birer evrensel yasa olduğunu söylememiz doğru olamaz ve gerçeklikle bağdaşmaz ne yazık ki, kendi verilerimizin  doğrumu ve    gerçekliği kendimizle sınırlı olmak zorundadır, zamanda geriye gidemiyoruz ki, sözde gidemiyoruz, bilinmeyen bir yerde belki salt zamanda geriye doğru  gidiliyordur, bu kesinlikle olası çünkü bizim sınırlarımızda gidilemiyordur geriye; ama gideceğiz ve nükleik, metan soluyan bir gezegen var olabilir, cehennemi bir  sıcaklıkta yaşayan ve düşünen, uygarlıklar yaratan, üreten varlıklar olabilir!..

Biz onları göz önüne alamayız, bizim tanrımız cehennemi bir yok olma ve cezalandırma sistemi olarak kurgulayıp uyarlamıştır bizi. Çünkü bağ doku proteinlerinin etsi türleri bilinir ki böyledir... Yokluğu saltık bilinmezliği düşleyemeyeceğimiz için yokta diyemeyiz dedik, bir şeyin yokluğunu ileri sürebilmemiz için insansı öğretide onun varlığını ileri süren bir yaklaşımın olması kaçınılmazdır.   

İnsan türü  hiç olmayana yok diyemeyen bir canlı çeşitleminin ürünüdür. Bir şeyin varlığının yadsınması, onun varlığının karşısında bir düşünce üretmekten öteye geçilmezliktir, yadsıma başka tür bir varoluş biçimine götürebilir bizi, başka bir inancaya varırız tanrının yokluğu konusunda, örneğin ateizm sorunsalı bu noktada bir yadsıma ve inançsızlık değil, saltık anlamda bir kabule yönelik bir paradigma üretmiş olacağı için bir tanrıtaparlık konumundan kurtulamayacaktır tüm yadsımacılar.              
Bizim var oluş biçimimiz bir karadeliğin gravitasyon  gücüne karşı  bir çözüm üretebilmiş değil, sonsuz, gözlemlenemez ışık yılları boyunca, şimdi bizi şaşılası bir uygarlık kotasına, noktasına kim uyarlayabilir ki, kim ileri sürebilir böyle bir şeyi, üzünç veren bir şey değil bu, ezgilerle, alaylarla, naralarla geçmiş olsaydık da bu evrenden başaramadığımız bir şey her zaman olacaktır.  Çünkü zaman iki uçlu, varlık yaratırken, yokluk tüketiyor ve bir tür yetersizlik kaçınılmaz oluyordur, momentum bu,  vorteks bu, mutlu olabilmeyi bilmeliyiz yine de...

Sagittarius’un olay ufkunda -Event  Horizon- yutulduğumuz anı anımsıyorum.  Çünkü son becerimiz tozanlara ve atomaltı parçacıklara kendimizi, diyesim düşüncelerimizi yükleyebildiğimiz  için; sonra ne oldu  diyebilirsiniz, basit; başka parçacıklarla      bütünleştik ve  kimliğimizi  yitirdik,  dönüştük ve  unuttuk kendimizi… 

Bir şeyin var olabilmesi için gölgesinin de olması gerekir, karadeliğin gölgesini gördük. Evrende açtığımız son çığır bu. Karadeliğin gölgesini gören insanlık. Başak takım yıldızını da gördük. Sagittarius güneşin dört  milyon katı büyüklükte, dünya ve  onun yanı başında bir Havva  elmasını  düşünün.  En gizemli varlık onlar evrenimizde. Büyük güneşler sonunda karadelik olur,  devasa güneşlerse süpernova, yani  başka bir güneş ve dünyalara dönüşürler. Ömrü biten yıldız  büzülüyor, çöküyor  ve  kendi çevresinde sonsuz  bir hızla dönüyor artık ve  bir karadelik oluşturuyor ve hızı bir dünyadan başka  bir  dünyaya geçişin kapısını açıyor. Kıyamet ve öbür dünyalar evrende var ve bu bizim genlerimizde saklı bilgiler, kutsal ritüeller, sonsuz gerçekliklerin ürünü ve her şeyi yutabilir cehennemler.  Geri dönülmez bir yoldur bu kurgu, uzay  zaman  bükülür orada  ve şimdiden başka  hiç  bir şey yoktur  artık. Olay ufkunun  ötesi belki zamanda geriye dönüştür. Orası tekilliktir, her şeyin  hiçbir şey olduğu an. Düşüncemiz orada bitti demiştim. Olay ufkunun ötesi yoktur. Göremeyiz çünkü. Bir ip yumağı gibi her şeyi yuttuğunu, öngörüp sezebildiğimiz için var  diyoruz onlara… Radyasyon yayıyor maddeyi pişirip yutarken,  çünkü sıcaklıklar korkunç derecede artıyor. Madde sayrılanıyor deyim yerindeyse... Cygnus-Kuğu- karadeliğinde görüngülerin hepsi var ve görünüyorlar.                                                            

Teorilerimiz ve düşlerimiz kadar gelişir pratiğimiz, kozmik yaşamda formülasyon öyle karışık ki, geleceğin birinde, uzayda çamlardan  bal tozanları dökülmüş  ve karıncalar yolu tutmuştu bir bahar ağzında ve bir kızıl gerdan öterken ağaçlarda, kırkayaklar da bir kervan oluşturmuş gidiyorlardı yolun ortasında… Biri artık siyah  bir mutluluk  vermeyeceğim  size diye haykırdı.

Umut var diye bir ses duyuldu arkalardan ve bir şarkı yükseldi karanlıklardan…

‘Eter bir yıldıza odaklandı / bir demette onca kırmızı / ve bir ev uzak dünyaların ortasında / tekil gücü  simgeliyor. / Uyanmış yüzleriyle doğanın /  orta yerinde  bir adacık / kösnül, sevişme dolu bir alan /   birinde özgürlük, diğeri tam. / Yüzünü kumların incileri bastırmış /  parlıyor kömür elmasıyla / kızoğlankızların uyumunda / biçimsellikle parlıyor / kusursuzluk enfrarujunda / o bir seçici ve koleksiyonerdi. / Tüm kitaplar birleşirken / derinlik, genişlik ve yükseklikte / bu zamansız tanrıçası güzelliğin / bulutların arasında bir tepe. / Kim köpükten doğarsa / denizlerden yükselecek / coşkulu kalabalıkla eğlenebilmek / barışın kanatlarını uçurmak için / gökyüzünde yüzüyor bir  yıldız  / o birleşmeler adına  /  bir aşk söylencesi için / orada tanrılarla kol koladır / hepimiz için...'                                                                                                                       








5 Nisan 2019 Cuma

JESUS



Karanlık atalarımızın yurdudur. Harap yolda, gün batımına doğru ilerliyorduk. Terk edilmiş kiliseler, kırık dökük evler, duvarlar arasında gezinip duran oyuk gözler, unutulmuş anılarıyla un ufak olmuş şeyler, yüz yıllardır azapla kavrulan, artık kimselerin dönüp bakmadığı yerler…
Güneş tepelerden bir tanrı başı gibi süzülüyor; şarap rengi, dingin denizin içine hızla girip saklanmak ister gibi de sabırsızlanıyordu…
Güneş batarken hızlanır dedi fizik profesörü, son yaklaşırken her şey hızlanır sanısına kapılır varlık dedi yazar, hızlanan yalnızca ruhlarımızdır dedi psikiyatr.
Güneşli bir günün ortasında, ormanın gerçekte karanlık bir mahluk olduğuna ilk kez tanık oluyordum. Sarkan dalların, yaprakların, otların, ayaklarımıza dolanıp duran şeylerin arasında, gece rengi bir ürpertiyle yol alıyorduk.
Ağaçların, kesif ormanın; yorgun-çalkantılı denizin kollarında, sürgit karanlık bir dünyanın içinde yaşadığını bilmiyordum.
Ah, bu topraklar öyle söylencelerle doludur ki, herkesin kendine özgü bir meseli vardır belki de... Belki de zaman ve zemine uyarlı, kadim ya da moderniteye göre değişen sonsuz sayıda anekdotlardır...
Bir açıklığa çıktık, altın rengi mimozalar ilerde güneş gibi parlıyordu. Güneşten parlak, sarı bir çiçekti bu mimoza… Tanrım, tanrının yaratıları, sürgit neden birbiriyle yarışır, şu nisan baharında…
Az sonra yola vurduk kendimizi, dört kişi, tepedeki kilisede dua edip, dilekte bulunmak için... Yaşadığımız ve ruhlarımız sakinleşsin diye kendimizi adadığımız; şu Büyükada'da, nam-ı diğer Prinkipos'ta, bir gelenekti bu!..
Kilise tepede bizi bekliyor ama yolu yarılamadık daha, bir kır kedisi geçti gölgeler arasından, bir kaplumbağa bize baktı anlaşılmak ister gibi, bir kuş öttü gökyüzünde ve bir kürek şıpırtısı geldi uzaklardan. Balıkçı Hovsep’in kayığının, yıllardır denize olan sevdasıyla bütünleşen, yaratılışın başlangıcına özgü, o derin ses; kıyıya vurup duran azgın dalgalar…
Yolların çakıştığı yerden, ormanın içine daldık bir kez daha, harabeye dönmüş bir manastır sanısı veren, yıkık duvarların arasından geçerken, eskilliği iskemleyi andırır, alabildiğine eprimiş, delik deşik bir şey ilişti gözümüze, yarısı toprağın içinde gibiydi, demir rengindeydi ama ahşaptı sanırım, içimizden biri çekip çıkarmak isterken, çarpılmış gibi bir çığlık attı, öbürü ona sarıldı bilinçsizce, korumak ister gibi, üçüncümüz; bizlere döndü ve sakın ona dokunmayın dedi, ben dedi, bu sandalyenin söylencesini biliyorum!..
Bir zamanlar dedi, İsa peygamberin vaktinde, bir keşiş varmış, İsa’nın öğretilerini bir ermiş gibi inanarak, yaymak isteyen. Öyle hayranmış ve öyle bağlıymış ki İsa‘ya, o öldüğünde ondan bir eşya kalsın istemiş ve o eşyada onun ölümsüzlüğünü görmek istemiş, bir tür sonsuzluk duygusuyla… Eşyanın ölümsüzlüğüne inanırmış keşiş.
Bir gün bir sandalye ısmarlayasıymış ona, dülgerlik de bile herkeslerden üstün yeteneğe sahip İsa’ya, hem de düşüncesini açınlayarak… Günün birinde öyle mutlu, öyle sevinçle evine dönüyormuş ki, çünkü İsa; göz alıcı bir sandalye yapmış ve ona bağışlayasıymış kendi elleriyle.
Sonrasında İsa’nın şifa dolu elleriyle biçim verdiği bu sandalyenin ölümsüzlüğüne inanmış keşiş ve onun varlığında da; İsa’nın ölümsüzlüğüne... Çünkü sandalyede İsa’nın hüneri, alın teri, yetenekleri ve düşüncesiyle boyutlandırdığı; bakılışı güzel bu eşyada, bir anlamda İsa’nın tüm bir bedeni varmış neredeyse…
Zamanla, keşişten diğer keşişlere ve daha sonrada yakınlarına, çok sonraları da, İsa olduğu söylenegelen bu sandalye, çocuklarının çocuklarına geçmiş ve ama zamanla sandalyenin İsa olduğu inancı, primitif, pagan bir inancın süreğeni olabilirmiş gibi zayıflamış ve bir gün artık sıradan bir şeymiş gibi adalardan bir tüccar; onu buralara getirerek, geçmişteki bu söylenceden söz etmiş ve işte buradaki manastıra bağışlamış.
Zaman için de manastırda bu sandalye gibi, belki de inançların zayıflamasından ya da hiç bir şeyin zamana karşı koyamayacağı düşüncesinden ve belki de tüm evrende süregelen, bilinmeyenlerin bileşkesinden olsa gerek, yıkılmaya yüz tutmuş ve diğer tüm eşyalar gibi albenisini yitirerek, tümüyle birlikte ölüme terk edilmiş...
Mesel bitince, mahşerin dört atlısı gibi hep birlikte, özlem ve acılarımız adına; İsa diye sarıldık 'Kutsal Eşya'ya, -İsa diye yankılandı hava-, göz yaşı döktük onun çektiği ıstıraplara ve yazgısına karşı çıkmak uğruna, onu topraktan çekip çıkarmak, bitimsiz tutsaklığına son vermek isterken; elimizden kurtularak, göz açıp kapayana dek, birden      göğe yükseldi!..
Onun, gerçekte bir haçı andırır, devasa bir çarmıh ve ortasında, o günden bugüne asılı duran, 'Mahzun İsa’dan başka bir şey olmadığını anlamıştık artık...
Ne denilebilir ki şu dünyaya...
Bir çarmıh ve insanlık için hâlâ gözyaşı döken, bir İsa!..