30 Temmuz 2018 Pazartesi

BİR SÖZÜN TÜRKÇE OLDUĞUNU NASIL ANLARIZ!





Türkçede sözcüğün kökü bir anlam ifade eder. Yüz, yüzme, yüzücü, yol, yolcu, yolak, yoldaş, tin, tinsel, ten, tensel, g...öz, gözcü, gözetmen, gözel gibi. Güzelin aslı gözeldir bu yüzden. Güzel diye bir şey yoktur gerçekte, galatı meşhur olmuş güzele dönmüş. Bu yüzden çok beğendiğimiz İstanbul Türkçesi yanlışlarla doludur. Zeki Müren Türkçeyi yanlış öğretti bu topluma, oysa çok iyi bir şey yapıyor sanıyorduk. Zeki Müren sahibinin sesidir ve bunu çok iyi yerine getirmiştir. Onun dili Arabi bir Türkçedir. Şarkılarımızda Osmanlıcadır bu yüzden. Türkülerimizde Türkçe. Ne var ki dil başka dillerden sözcük alabilir, burada sorun şudur, teknolojiniz sıfırsa, bütün sözcükler yabancıdır artık, diferansiyel, navigasyon, pulsar, kuark, lansman gibi...
Hiç birimiz lansman ne demek bilmiyoruz, tanıtım gibi bir şeyi çağrıştırıyor sezgilerimiz öyle...
Bu ülkenin sanatçıları, yabancı dil budalası, hepsi fason, bir şey ürettikleri yok ve toplumu lansman, cower, single gibi sözcüklerle yaptıkları işin çok üst düzey, batı standartlarında bir marifetmiş gibi algı yayıyorlar. Bu yöntem onların işine geliyor.
Yerli arabanız yoksa, ferrari derken ağzı sulanan kapkaççılar ve kalpazanlar protokolde en öndedirler, sömürge ülkelerde!
Ve sanat özü itibariyle ilericidir diyenlere kanmayın, geri ülkenin sanatçısı, azılı bir gericidir, gelişmiş ülkenin sanatçısı da azılı bir gelecekçidir.
Sanat erbabına göre öten bir düdüktür dostlarım, sakın yanılmayın!!!!
Sizi kızdıracak bir şey söyleyeyim, vallahi geri kalmış ülkelerde hainler kahraman, kahramanlarda hain muamelesi görürler!!!
Korkuyorum sizden ama yine de utanıp çekinmeden bir örnek vereyim, bugün Fazlı Say'ı Porchesiyle, Tarkan'ı Ferrarisiyle İstanbul sokaklarında görseniz alkışlarsınız ve eklersiniz; HAK EDİYOR! ama harap bir Anadolla ahir ömründe kimsenin iplemediği Ali Ekber ÇİÇEK'i görseniz gülmekten yere yatar, yedi ceddinize hatıra diye anlatırsınız.
Bunun pisikolojide iki adı var, birincisi Stockholm Sendromu, celladına bağımlılık, yani sömürgeci efendisine Porche aracılığıyla selam durma ve alkışlama dürtüsü ki, genlerimize işlemiştir bu duygu yüz yıldır, ikincisi süblimleme veya süblimasyon, Türkçesi yüceltme, ezikliğini tam da ezildiği yolu benimseyerek, onunla bütünleşip özümseme, düşmanının kılığına bürünme; Ferrariyle hava atana tezahürat veya helal olsun nidalarıyla eşlik etme!..
İkisi de yalnızca SÖMÜRGELERDE GÖRÜLÜR!!!! şimdi asıl soruna geldik, sizin yere göğe sığdıramadığınız sanatçılarınıza öbür dünyada tanrı bir soru yöneltecek, ömründe vatanın (bu vatan içinde bulunduğun ve sana çok şeyini veren toplum ve toprak demek) için ne yaptın ve yukardaki Ali ekber çiçek e sen bu tarafa geç diyecek -zırnık kadar hizmeti olsa da- ama büyük işler başarmış gibi görünen diğer ikisini zebaniyle işaret ettiği yere yollayacak, büyük sorgular için! amma velakin bunun böyle olacağını anlayabilmeniz için -sanatın edebiyatın, fiziğin, kimyanın, teknolojik solfejlerle, vatanın ve insanın coğrafyasında neyin bir yaratım, neyin bir insanlığa veya evrene bir katkı, hizmet sayılabileceği noktasında gerçeği kavrayabilmiş olmak gerekir, bu yaşarken ne yazık ki belirsizdir ve terazisi de yoktur. BUNU BİLEN ademoğulları bazen çaresizce, bazen gülerek öbür dünyada görüşürüz o zaman derler.
O yüzden gerçek bir sanatla iştigal edebiliyor olmak, mutluluktan ziyade, inanç verir insana, banka cüzdanlarının yaratacağı Mona Lisa tebessümünden ziyade iç huzur verir ve bilirler ki bir tüccar bu dünyada çok insandan güçlüdür, bir komutan tanrının kırbacıdır neredeyse, bir şarlatan kral sofralarının baş konuğudur, bir zanaatçı, -yani sanatın, para, şöhret, alkış ve bir illüzyon, manipülasyon uğruna ne yazık ki yardakçısı sıfatıyla ömürlerini tüketenler- yaşadığı dünyada herkesten fazla itibar görürler ve herkesten fazla gülüp eğlenecek olanağı da bulabilirler. Ama 33 yaşında çarmıhta inleyerek ölen İsa'nın erdemine kavuşamazlar, onun sonsuz derinliğini algılayamazlar, Mozart karşısında kibirle yelpazesini sallayan Salieri gibidir onlar, Muhammet karşısında kadınları kuma gömen, cenbiyeli ve gözleri çölün ışığıyla yanıp sönen bir bedevi, bir büyücü gibidirler.
Hepsi gelip geçti bu dünyadan, Sokrates olsun, sahte bir dünyanın, kan ve şiddet dolu toprakların her şeyi ezdiği bir zamanın akışında sözünden dönmenin bir erdem olabileceğini anlayan Galile'nin -bunu anlayabilmek çok zor- sanatını, bilimini ve gerçek insan olma yolundaki çabalarını anlayanlar sanatçı olabilirler ancak. Sanat bir niceliğin şahikasıyla Queatzal Kuşu gibi parıldamakta değildir, insanın yolculuğunda onun dönüşümü ve -gerçek insan- ölüm, şiddet, hak ve haksızlık gibi kavramların olmayacağı bir evrene doğru yolculuk yaparken, bir nebze olsun ışık saçmak, tanrı indinde bir parmak kadar olsa bile çabalamış olmak olabilmektir.
Ben Ali Ekber Çiçek'in bu çaba içinde olduğunu biliyorum -bunu anlatabilmek için ayrı bir sayfa açmak gerekir ama açınlamalardan sezmek mümkündür-. Ama özür dileyerek söylüyorum ki diğer ikisi bir niceliğin ve değişmezliğin -belki masumca da olsa- bir kuyrukçusu, yineleyicisi ve dünyevi meşgalecisi ve statükonun -ve değişmezliğin- günahkar bekçisidir. Tanrı bunu bilir, aşağılanmış İsa onun için kalplerimizdedir, dişi kırılıp, dudağı patlayan Muhammet onun için dualarımızdadır, ölüm ve öldürüm karşısında sözünden dönme erdemini gösterebilecek kadar derin ve yorgun Galile onun için yüzyılların içinde sizinle yanyana yürümek başarısını gösterir.
Aslında her şeyin terazisi herkesin elindedir ve yaşam bunu anlamak ve gerçeği görmek uğruna, hazlar ve kederler içinde geçip giden, eşsiz bir nimettir.

***
Aslan yeleli kızlar geçti sokaktan, çünkü uzaya demir - tren - yolu döşeyeceğiz.

12 Temmuz 2018 Perşembe

KRİTERYUM

KRİTERYUM

 'AÇILIŞ'
(Kanossa Kapısı)

(Paronoya)

Tanrı karanlık bir evrene doğurmuştu onları.
Bir örnek sonsuz sayıda dünyalar
hiç bir anlamı olmayan, bir diğerinden kopmayan,
kurt delikleriyle dolu, pulsarlar
kuasarlar, irili ufaklı taşlar,
yörüngeler, dönenceler, ejderhalarla,
birbirini tüketen ve hınç dolu doymak bilmez içgüdülerle yaşayan.
Tanrının kaprisleri uğruna kurulmuştu bu düzen.
Bu görkünç dünyalardan birinde doğmuştu
Adem. Hunok ise, adına Babil dedikleri kovuklarda öğrenmişti abeceyi
Şeytanı anlayabilmek için.
Öbürü melekleri sevdiğini söylerdi, adını
bir uçurumun kenarında öğrendiği.
Et ve kanın ekmek ve şarabın hükümranlığında, bir kez görebildiler birbirlerini
özleyişten başka bir şey olmayan zamanlarında.
Kimisi İblis'ti, kimisi Mesih.
Birlikte vardılar tanrının karşısına.
İkisi de cehennemin volkanlarında şimdi.
Bir bildiği vardır belki de Tanrı'nın
Anlaşılmaz bir şey yazmak ya da yaratmak gibi.

(Parodigma)
'Yaratılış'

Ne kutsaldır göğün sonsuz karanlığında avunmak, bir başına, hiçliğin yurtluğunda, uçurumlarda bir uzay salı, tanrının ruhuna tutsak olup; kanında yükseldiğini, oradan boşluklara yayılıp, ilkinsil tözle bütünleştiğini duymak!

Aşağı, yukarı demeden, tüm olasılıkları estirmek acunda, uçtukça her yerde varlıkların soluduğunu, kımıldadığını, devinerek birbirine sarıldığını, yaklaşıp kucaklaştığını duyumsamak; gerilere bakmak ve ufukta doğurgular gözleyen bir tanrı gibi, varlığın kanatları tüm evreni kuşatsa bile, ne bir canlıyla ne de bir kımıltıyla karşılaşmak evrenin basamaklarında...

Ne kutsaldır sıradan doğumların bir okyanus gibi kaplaması tüm kozmosu ve tözün bir tanrı buyruğu gibi güvençli, düşüncenin; başına buyruk bir volkan gibi ilerlemesi, oluntularla, bozumlarla süslü, onun büyülü gerdanından çağlayarak dökülen cevherler gibi.

İzlemek, yitip giden varlığın tözünü, geride bırakmak tanrı parçacıklarını, varlığın o çıldırtıcı hengamesini; gurur içinde yükselen, kibir dolu meleklerini, sürgit kanatlarını çırpan. Elveda demek yaşamı kutsamaya, aldanışa ve sevdaya, geride bırakmak umut tacirliğini, ilk töz nasıl yadsırsa varlığın efendilerini.

Sonsuzluk kovuklarda yiter, varlığın rengi solar, töz kılıcını sallar gözdağı verircesine ve canevinin adımlarını, yuvalarını kıskanırlar ey yaratılış; ama karanlıktan korkarlar; oysa bir ninni tutturur, Odysseus gibi yürür durursun hiçliğe doğru; bağrının altın tüyleri ve kozmosun şanlı materyalleriyle.

Ey yaratılışın nenleri, bilirsin o atarcaya karışmaz, sessizliğe boyun eğer, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey varoluşun becerileri, artık ne onun ne de ötekinin izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin varlığın cinlerinin göründüğü kozmik gölgeleri, içindeki düşlerin su içtiği derinlikleri bilirsin, bütün gizemler usundadır senin, var etmek belleğindedir dilediğini, pusu kurup hiçliklere; tılsımlarla, tasımlarla, kama gibi ışınlarla.

Uçurumlardan yükselip aydınlanırken yüzün, titremler içindeydi soylu bedenin, gözlerin kristal gibi parıldamış; yıldırım gibi, ışıklar saçmıştı bakışların gökadalarda, bu varlıksız evrenin ilahı, renk renk tüylü, o vahşi Quetzalcoatl'ı tahtından etmek için.

Sonsuzlukta görkünç zamanlar, gerdanlarında muskalar, hiçlikleri dev adımlarıyla sarsan korkunç varlıklarla geçti, yeni günün tanrısı evrenin ortasında durdu, zaman kurtuldu zincirlerinden ve yavaş yavaş, sınırsız, soğuk maviliklere, o bitimsiz, büyük karanlıklar çöktü; eski, şangırdayan avadanlıklarıyla kocamış tanrılar, uçsuz bucaksız boşlukları sarsan, umarsız naraları, evrenin bütün uçurumlarını dolduran gözyaşlarıyla yitip gitti...


(Parodya)
 
Vega doğumsuz karanlıklar boyunca
Işıldamakta.

Başsız bir tanrı
Buyruklarıyla uçurumlardan akmakta.

Orion'da, nötronlar
Kulaç kulaç yutmakta gölgeleri ve hiçliği.

Yitip giden siborglarız biz, birbirini
Klonlayan öteki siborgların;

Bellatriks ile Proksima.


(Paronis)

Belki Ülgen'e, belki başka bir gezegene giderim, dedin,
bundan daha iyi bir başka planet bulunur belki.
Her koşum, tanrının kıyıcı bir engeliyle karşı karşıya;
-bir fosil gibi- umarsız ruhum.
Daha ne kadar avunup, oyalanacağım yeryüzünde?
Batıya gitsem, doğuya dönsem, güneyi denesem,
hep kara yazgısını görüyorum dünyanın,
olan bitenin, yıldırıcı yinelemenin; bu ellerde.
Yeni bir gezegen yok.
Bu bulutlar, bu gökyüzü arkandan gelecektir.
Sen gene aynı dolambaçlarda uykuya dalacak, aynı yurtlarda kocayacaksın;
aynı kabuslarda uyanacak, aynı girdaplarda kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp başladığın yere geleceksin sonunda. Başka bir şey umma.
Seni anlayacak tanrı yok, kucaklayacak umut yok.
Nasıl kurduysan yeryüzünü, neler düşlediysen bu yerlerde,
Öylesi bir yaşam öylesi bir dünya bekliyor seni tüm evrende de.



(Paroli)

Yüzyıllarca önceydi
Beyaz bir gezegende
Yaşayan bir pericik vardı bileceksiniz
Adı; Paroli
Hiçbir şey bilmezdi yaşamdan
Yaşamaktan başka bir şeyi
O sanki bir giz bense sevdiği, yöremiz
O beyaz gezegendi
Bütün bütüne tutkuluyduk biz
Ben ve Paroli
Gökleri yaratan tanrılar
Çekemezlerdi bizi
Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O beyaz gezegende
Oncağızı sardı  bir bulut
Ben ve Paroli
Acımadan ayırdılar
Bırakıp gittiler bizi
Lahdi ordadır şimdi
O beyaz gezegende
Biz gerçekte mutlu sayılırdık
Tanrılar kıskandı bizi
Bu yüzden tanığım herkes ve beyaz gezegen
Bir gün sardı  o tuhaf  bulut
Yok olup gitti Paroli
Sevda olsun da ne olursa olsun
İleri ya da geri
Ayıramazlardı bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne uçurumların devi
Hiç biri ayıramazdı bizi
Canım Paroli
Ay doğar beyaz gezegene, seni görürüm
Ey seviler perisi
Orda karanlıklarda seni beklerim
Paroli Parolim benim
O vahşi gezegende
Lahdinin başında seni...




(Paronoma)

Burada, bu yarı karanlıkta, Hint akasyası ve çiğdemler,  yasemenler ve sümbülden oluşan bunaltıcı akşamda; uykulu, arıların konser verdiği kıvırcık sakallarında, burada, biricik kokunun yeryüzüne yayıldığı ve dölütünü yalnız rüzgârın taşıdığı, o her şeye egemen sonsuzlukta; burada yalnız bir kerecik tanrı gözden yitecek; belki bir kez daha göremeyeceksin, gerçekliğin tözüyle kavrulmuş giz dolu alevlerin ufkunda; nice tansığın ardına gizlenen,  büyülerle,  tütsülerle aldanmış, senin kandırdığın, tözüyle, bedeniyle çaldığın. Böylece arınarak senin saf tomurcuğun ya da tinin çatından sıyrılarak; bir an için kurtulacak sevdayla bağlandığın özündeki tutsaklıktan, yaşamın ve ölümün amansız baskılarından.






(Parodama)

Göklerde, ışığın yurtluğunda
zamandan bir şey beklemeksizin
gökadalardan, pulsarlardan
yayılan o sonsuz yalnızlıkta;

orada, bütün gözleri senin düşlerin olan
ve ölümün yaşam olduğunu ve tininin
yansıdığı o her şeyi kapsayan bulutsuda

yukarıda, belki ışık yolundan kısa
tanrı gene gelecek, belki de gelmeyecek
ve bir daha dönmeyecek senin maskeni ışıtan
onun sonsuz varoluşu olduğu halde
kızıl yıldızların akıntısında

ve karanlığın buyrultusunda
ötekinin zorbalıkla, barbarlıkla yontulmuş
senin yücelttiğin, unutuşla anılmış
yadsımayla yortularla kutsandığı

işte sonsuzlukta dağılan bir ışık gibi
ya da çıplak bir tin gibi teninden sıyrılarak
bir an için kurtulacak özündeki ben
tanrının ve yaşamın amansız isterlerinden.
 




(Elektronal)


Amonyağı yakıta dönüştür
Ey katalizör ağacı!

Makinsanlar'ı nasıl buluyorsun orada
Tanrılar çıldırmış olmalı!

Makob onları mavi gezegende topladı.

Aldair'deki yuvalanmalar
Zalevsky'nin çılgınlıkları!

Geoit ziyafeti var yıldönümünde Stuart
Antilop kanyonu ve falezlerde balayı!

Ve jips kristallerinin üzerinden
Hierapolis kentini ziyaret
Varanisi'de ölüm kalım provaları!


Pelin otlarının ışığı hepimizi yok edecek
Vektörler yaşamasın istiyor Akhilleus
Viral hemorajik ateşler içinde Venüs!

Sars akıntıları yeniden çiziliyor
Mollusca grabenine taşınmalıyız

Balmumundan tatarcık istasyonları
Polimer ağlarından plantasyonlar
Polivinül klörür sanatoryumu

Soğuk ışık siloları ve kambur balinalar
Son iç çekiş fabrikaları!

Işık cennetinde ışık yığını onlar
Hiç bir işe yaramıyorlar!


Tribolüminesanslar
Ve karanlık tanrımızdır diyen filolar
Ve güneş ormanları

Burada da var!

Burada da var
Osmanlı Avrupası
Kutluk Han'ın oğulları!..







BARBARLIK



Barbar kök olarak İskandinav dillerinden aşırma bir sözcük, dolayımı kızıl sakal olsa da, yaban, uzaklardan gelen anlamını içeriyor.



Borges'in bir öyküsü var, Lombardlar, kuzeyden gelenler yani, İtalya'nın Ravenna şehrini kuşatır. İçlerinde Droctulft adında bir savaşçı vardır, kuzeyin ormanlarından, dumanlı dağlarından ve ırmak boylarında vahşice avlanarak geçimini sürdüren, hayvancılıkla geçinen otlakların diyarından gelme bir baltalı ilah, bir yabandır kendisi.



Ravenna önlerine gelince, parıldayan güneşte, şehrin yivli sütunlarıyla göz alan, görkemli binalarıyla karşılaşır; surları, dudak uçuklatan burçları, kaldırımlarında Senecaların, Ovidiusların dolandığı meydanlarıyla karşılaşır...



Uygarlıkla tanışır!..



Ve şehrin yağmalanmasına, yakılıp yıkılmasına gönlü el vermez, yüreği cız eder!.. Çok tuhaf ve aklının kıvrımlarında kimsenin anlayamayacağı, belki de haince bir karar vererek, Ravennalıların tarafına geçer ve kendi uyruğuna, kendi ordularına, karanlık göklerine karşı kahramanca savaşarak ölür ve Ravenna düşer. Bugün Ravenna'da Lombardlı hain savaşçı Droctulft'un bir heykeli vardır. Uygarlık yanlısı, çağdaş bir şövalyenin ibret verici anısıdır bu!..
 

Ama işin aslı karmakarışıktır açıkçası, Ravenna ve tüm İtalikler; Büyük Roma İmparatorluğu nasıl yükselmiştir tarih sahnesinde, nasıl olmuştur bu...

Bunun yanıtı hiç bir zaman değişmez; Barbarlıkla, kan dökmekle, insanoğullarını yetim bırakmakla, Kartacayı yerle bir etmekle, yetmedi İsa gibi reformist ve barışçı bir dünyanın savunucusu, gerçek devrimci ve elini kana bulamamış tanrının biricik elçisi, bir peygamber sıfatını taşıyan, sıradan bir marangozu; Alpleri aşarak, ta Kenan ülkesine kadar gelip, çarmıha germeye tenezzül edecek denli, insanlığın düşmanı olmakla!..

Neden, çünkü İsa yeni bir dünya düzenini savunuyordu ve Romanın bekasına aykırı bir tutumdu bu ve sinek bataklığı ele geçirmeden ezilmeliydi!..

Kısası şu, bugün ve dün, geçmiş ve gelecekte çağdaşlığın, modernitenin temsilcilerinin altında yatan bu olağanüstülüğün yaratılmasında, tek bir saik vardır; Talan ve yağmacılıkla oluşturulmuş, güçsüzlerin ezilmesiyle birikmiş sermayenin, altın gibi parıldar gökdelenlerin ve görkemin altında akıp giden kan ırmakları, et ve kemik yığınlarıyla yükselen borsa binaları, kutsal meclisler, kur ve dolar cehennemleri, nükleer kışın gölgesinde sürüp giden refah ve tanrının yegane temsilcisi konkistadorlar...

Yani çağların ve yeni çağımızın Fatih'i, prezidentler!..

Bir paradokstur bu, insanlık henüz çağdaşlığın kök salmasının, barbarlıktan geçmediği bir uygarlığı oluşturacak yeteneğe sahip değildir. Belki tanrıda öyledir. Çarpışan evrenler ve alev okyanuslarından ancak bir primat -bizler- üretebildiğine göre! Tanrıya layık olabilmeliyiz diye geçiştirebiliriz bu duygumuzu!..

Maymundan gelmedik, maymuna doğru gidiyoruz diye bir söz var.

Yani İskender doğuya uygarlık götürdü, Attila adındaki barbar Romayı yakacakken Honoria'nın işvesine yenildi yaklaşımlarının hepsi birer hurafedir, kültür h'egomonyasının, emperyal bir güce dönüştüğü, silahların gölgesinde uygarlığın anavatanı olarak, yeryüzünü cehenneme çeviren metropollerin gösterildiği bir dünyada, örneğin barbar Türkler yakıştırması, aldatmacadan öte, insani ahlaksızlığın, olağanüstü bir nişanesidir, her zaman şunu düşünürüm, bizler; içimizdeki Truva atları böyle bir yakıştırmayı nasıl da benimsiyorlar ve güçlünün yanında nasıl da bir tasmalı köle olarak ömürlerini tüketiyorlar.

Marks'ın bir sözü var; Uygarlık diye bir şey yoktur!..

Diyorum ki, uygarlık sanal bir kavramdır, et ve kan, ekmek ve şarabın hükümranlığıyla süslenmiş bir yortu, el değiştiren -bloody mary(!)- türü bir eğlencenin adıdır uygarlık.

Ve onu yıkmak için nereden geldiği belirsiz bir fiske yeterlidir daima tarih sahnesinde!..

Maymunsuların, genlerindeki şiddet dürtüsünden, gurur ve kibirden kurtulabilmesi için daha yüzyıllar var!..








 

BARBARLIK NEDİR, BARBAR KİMDİR?

Barbar kök olarak İskandinav dillerinden aşırma bir sözcük, dolayımı kızıl sakal olsa da, yaban, uzaklardan gelen anlamını içeriyor.

Borges'in bir öyküsü var, Lombardlar, kuzeyden gelenler yani, İtalya'nın Ravenna şehrini kuşatır. İçlerinde Droctulft adında bir savaşçı vardır, kuzeyin ormanlarından, dumanlı dağlarından ve ırmak boylarında vahşice avlanarak geçimini sürdüren, hayvancılıkla geçinen otlakların diyarından gelme bir baltalı ilah, bir yabandır kendisi.

Ravenna önlerine gelince, parıldayan güneşte, şehrin yivli sütunlarıyla göz alan, görkemli binalarıyla karşılaşır; surları, dudak uçuklatan burçları, kaldırımlarında Senecaların, Ovidiusların dolandığı meydanlarıyla karşılaşır...

Uygarlıkla tanışır!..

Ve şehrin yağmalanmasına, yakılıp yıkılmasına gönlü el vermez, yüreği cız eder!.. Çok tuhaf ve aklının kıvrımlarında kimsenin anlayamayacağı, belki de haince bir karar vererek, Ravennalıların tarafına geçer ve kendi uyruğuna, kendi ordularına, karanlık göklerine karşı kahramanca savaşarak ölür ve Ravenna düşer. Bugün Ravenna'da Lombardlı hain savaşçı Droctulft'un bir heykeli vardır. Uygarlık yanlısı, çağdaş bir şövalyenin ibret verici anısıdır bu!..

Ama işin aslı karmakarışıktır açıkçası, Ravenna ve tüm İtalikler; Büyük Roma İmparatorluğu nasıl yükselmiştir tarih sahnesinde, nasıl olmuştur bu...

Bunun yanıtı hiç bir zaman değişmez; Barbarlıkla, kan dökmekle, insanoğullarını yetim bırakmakla, Kartacayı yerle bir etmekle, yetmedi İsa gibi reformist ve barışçı bir dünyanın savunucusu, gerçek devrimci ve elini kana bulamamış tanrının biricik elçisi, bir peygamber sıfatını taşıyan, sıradan bir marangozu; Alpleri aşarak, ta Kenan ülkesine kadar gelip, çarmıha germeye tenezzül edecek denli, insanlığın düşmanı olmakla!..

Neden, çünkü İsa yeni bir dünya düzenini savunuyordu ve Romanın bekasına aykırı bir tutumdu bu ve sinek bataklığı ele geçirmeden ezilmeliydi!..

Kısası şu, bugün ve dün, geçmiş ve gelecekte çağdaşlığın, modernitenin temsilcilerinin altında yatan bu olağanüstülüğün yaratılmasında, tek bir saik vardır; Talan ve yağmacılıkla oluşturulmuş, güçsüzlerin ezilmesiyle birikmiş sermayenin, altın gibi parıldar gökdelenlerin ve görkemin altında akıp giden kan ırmakları, et ve kemik yığınlarıyla yükselen borsa binaları, kutsal meclisler, kur ve döviz cehennemleri, nükleer kışın gölgesinde sürüp giden refah ve tanrının yegane temsilcisi konkistadorlar...

Yani çağların ve yeni çağımızın Fatih'i, prezidentler!..

Bir paradokstur bu, insanlık henüz çağdaşlığın kök salmasının, barbarlıktan geçmediği bir uygarlığı oluşturacak yeteneğe sahip değildir. Belki tanrıda öyledir. Çarpışan evrenler ve alev okyanuslarından ancak bir primat -bizler- üretebildiğine göre! Tanrıya layık olabilmeliyiz diye geçiştirebiliriz bu duygumuzu!..

Maymundan gelmedik, maymuna doğru gidiyoruz diye bir söz var.

Yani İskender doğuya uygarlık götürdü, Atilla adındaki barbar Romayı yakacakken Honoria'nın işvesine yenildi yaklaşımlarının hepsi birer hurafedir, kültür h'egomonyasının, emperyal bir güce dönüştüğü, silahların gölgesinde uygarlığın anavatanı olarak, yeryüzünü cehenneme çeviren metropollerin gösterildiği bir dünyada, örneğin barbar Türkler yakıştırması, aldatmacadan öte, insani ahlaksızlığın, olağanüstü bir nişanesidir, her zaman şunu düşünürüm, bizler; içimizdeki Truva atları böyle bir yakıştırmayı nasıl da benimsiyorlar ve güçlünün yanında nasıl da bir tasmalı köle olarak ömürlerini tüketiyorlar.

(Ezilmenin -sömürülmenin- ilk kuralı atalarını yadsımak ve yalnızlaşmaktır. Türkün Türkten başka dostu yoktur vecizesi size verilen teselli ikramiyesi ve çiğneyebileceğiniz tek şekerli çiklettir artık!.. Bundan ötürü, hangi nedenle olursa olsun Osmanlıyı yadsıyanlar ki bu kesinlikle Türkleri yadsımaktır, fare kapanında -gravyerle- beslenen kobaylardır ve hiç bir dünya ulusunda böyle bir mantalite görülmemiştir ve olamaz! Bu batıya sarkan, Orleans'a ulaşan Atilla barbar ve ama doğuyu dize getiren, anatomisi bozuk ölüm makinesi, Nemrut gibi bir sineğe yenik düşmüş İskender'i uygar ilan eden düşüncenin versiyonudur ve toplumumuz yüz yıldır bu masalla kimliksizleştirilmekte ve 'Polyanna Uykusu'yla avutulmaktadır!

Her gün 4 sayfa boş bulmaca sayfası verip, çeyrek sütun bilim sanat teknoloji sayfası ayıramayan, küfrün baş harflerini gazeteye adını veren tasmalı basının, uzaktan kumanda ve kuşkusuz yurtsever köşe yazmanlarına göre -bunların katip olduğu ve talimatla yazdığını bilmeyeniniz hangi idiot!-, padişahlar Türk değilmiş, yabancı kadınlarla evliymiş, bu beyin veremi geçirmiş zatlar, Romanofları, Habsburgları, İngiliz ve Frank İmparatorluklarını incelemiyor mu, dünyanın bütün imparatorlukları birbirinden kız alıp veriyor, bu alelusül bir barış paktı yerine geçiyor belki, bir hoşgörüye dönüşüyor, bu manipülasyon tüccarları v e vatan simsarlarına göre Musevi Marks, Alman olamaz, Einstein Amerikalı olamaz, Danimarka'dan göç eden Saksonlar İngiliz olamaz ve biz inanın Türk olamayız, Polonyalı paşanın evlatçığı Nazım'ı da vatandaşlıktan çıkardınız, hapse atıp, ömrünü çaldınız aziz yurtseverlerim, kim mi bunlar bir araştırın, vaktiyle, hatta bugün bile fikir birliği içinde olduklarımız, hah şunu bilin, bu kadar skolastik beyinlerle bu moronluklarla diyorum ki, 193 ülke arasında 149. sıraya demir atmışız biz yüz yıldır, eveleme gevelemelerinizle geldiğimiz nokta bu, bu beyin meflucu  insanlarla, gardırop cumhuriyetçisi sakatatlarla daha ne kadar oyalanacak, beyinlerinizi dağlayacak, Kapıkule'den bir adım sonra aşağılanmayı, donunuza kadar aranmayı göze alacaksınız kardeşlerim, size herkes vize uyguluyor, siz herkese sınırlarınızı açıyorsunuz öteden beri, yetmiyor mu aşağılanmanız, yetmiyor mu adam yerine konmamanız, utanmayı öğrenin artık, siz karakter zaafına uğramışsınız, iflah olmayacaksınız bu hurafelerle ne yazık ki!.. Çözüm batının tasmalı köleliği değil, kendiniz olmaya ant içmeniz  ne yazık ki! Çünkü sonuç ortada siz terör cumhuriyetisiniz ve çocuklarınız bu ülkeden kaçmak için can atıyor, bu ülkeyi bu noktaya sizler getirdiniz, bu kafa yapısı ve bu fason ulusalcılık, yap satçı al satçı karaborsacı, komisyoncu milletiniz!.. Yaşasın şepkecilik!.. Metro yanlış yere kuruldu, dört duvardan üniversite olmaz ve yerli araba da rantabl değil zaten köleciklerim!.. Türk olmak anayla babayla olmaz, her kim ki bu toprağın kültürünü, dilini ve sosyal gerçekliğini yüceltme çabası içindedir, teknoloji ve ilimi için canını dişine takar TÜRK odur. Anasının babasının sabun artığı değil!.. Bütün dünyada böyledir bu!..


Sizin basın özgürlüğün anarşisini yaşıyor, sizi mankafalaştırıyor, bakın gazetelerinize 1 yıl önceki cinayet, iki yıl önceki taciz, üç yıl önceki hırsızlık haberlerinin versiyonlarıyla dolu, ben onlara değil, bu kültür ve bu vahşet gazeteciliğini benimseyen, utanç verici, aşağılık basın anlayışının vaveylasıyla ömür geçiren sözde yurtseverlerimize şaşıyorum. İnsana yakışır bir tek haber yok basında, burası Teksas, burası Mozambik, burası Burkina Faso benzeri bir memleket olsun yeter diyen HAİN sürüleri bunlar! Bunlar batının gönüllü köpekleri, sizi fistanla, donla, Madonna'nın jartiyeri, Zeki Müren'in utanç verici esprileriyle oyalayıp, arka sayfada aynı esprinin yol açtığı, kahve cinayetiyle ömür geçirmenize neden oluyorlar, tasmalı olan onlar değil biziz bu durumda, çünkü tasmalının tasması sizin boynunuza geçiyor, onlar efendilerinin artıklarını yalarken siz market kuyruklarında her gün değişen fiyatlarla göz göre göre aşağılanmanın gururuyla, pop manyağınızın yaz şarkılarıyla çocuğunuzun elinden tutup, zorla size giydirilmiş -batılyaşar, batılı- kimliğini taklit ederek ağıllarınıza doluşuyorsunuz, dikkat ediyorum, yoksulunuz, varsılınız hep birlikte bay çekiyor, hep birlikte şivenizin incelikleriyle narenciyenizi -narin dilinizi- satıyor, Polyannacılık oynuyorsunuz, gerçek sorunlarınızdan kaçarak, geçici çözümlerle, her şeyinizin batının gerisinde kaldığını bile bile sahillerde oturduğunuz yeri çöp gölüne çevirerek -hepiniz ama, varsıl yoksul- yaşayıp gidiyorsunuz, siz paranoid şizofrenisiniz haberiniz olsun. Size giydirilen deli gömleğini, biçimle uyutulmuş, markalı tişörtlerle avunan, bisikletle hız yapan, kaldırıma çıkan, ters yola girip -İNSAN'a çarpan!-, cezasız kalan, salıverilen, siz oto üreticisi olabilseydiniz, cezasız kalmazdı bu bayramlarınız yurtseverlerim, siz başkasının eşeğine binip kıta değiştiren piyango mudilerisiniz, , elbette ölmwekte kalmakta elel olacak sizler için, kader kurbanısınız siz canlarım!. Siz başkasının mallarının satış ve rekolte kurbanı klonlarısınız oysa!.. Müşteri portföyü, kategorisiniz yani! Yükselen dövizin sizi aşağılamak olduğunu bile bile onunla zengin olmaya çalışan bir sömürgesiniz siz ve iflah olmayacaksınız, hem de yüz yıldır, yazıklar olsun!..





İnsanın acaba diye düşünmesi gerekir, buna bir diyeceği olanlara sözüm şu, Büyük Önder'in Osmanlı aleyhine tek bir sözcüğü yoktur -varsa buradayım- ve kendisi tepeden tırnağa, katıksız bir Osmanlı paşasıdır, yıkılmayan imparatorluk mu var! Kim ki tersine bir tutum içindedir, ki genel kanı böyledir, bu sizin görüşünüz değil inanın; öteden beri buyurganlar sizin böyle düşünmenizi istiyor, haberiniz olsun.

Çünkü, örneğin şapka devrimi diye tarihin sosyalitesinde bir kavram yok, peki neden biz bunu söylemekten kaçınıyor ya da utanıyoruz, bu bir iyi niyet ve demokratik hak değil mi, hayır, neye karşı çıkacağınızın sınırları var bu dünyada, demokrasi paketleri var canlarım, oto sansür seminerleri pek yaygın katılmışsınızdır dilerim, ona göre düşünün!.. Devrim nedir hepimiz biliyoruz oysa; Köklü dönüşüm!..

Devrim; Temel gereksinimlerin araç ve amaçlarında yapılan radikal değişimler!.. Bir alt yapı organizasyonu. Şapka nedir peki bu meyanda, ambalaj sektöründe yenilenen hafif dalga yayıncılığı, biçimsel Truva atlığı, luna park metroculuğu, yas tutmak insafınıza kalsın!.. At arabasının -faytonun- yerini taksi ya da otolar, deve kervanının yerini tren, küreklerin şıpırtısını feribotlar alır devrimde, en kısa zamanda!.. Hatta iş gücünün, kol ve emeğin birlikteliğinin yerini makine-robot konsorsiyumu alır. Var işte diyeceksiniz ama sermayedarınız yerli araba için -rantabl değil!- dedi daha dün!.. İngiliz sanayi devrimi, Fransız burjuva devrimi, Rus Ekim devrimi, üçüde nükleer güç oldu. Biz de şapka devrimiyle, batının palyaçosu olduk.

Oynayamayan gelin yerim dar dermiş, yer açarlarsa da yenim dar -kolum kısa- dermiş! Vurun Osmanlıya Endülüs gazileri; 'Vatanı için çarpışmayana ağlamak yakışır!..' Batı 1600'lere kadar vebayla uğraşıyor, cadı bayramlarında kadınları yakıyordu!.. Dünyanın turbomotoru, İyon-Anadolu (Küçük Asya) kültürünü sizden çaldılar, İzmirli Homeros'un İlyada'sını batının destanı yaptılar ve Dante'ye tapan! Ama Yunus'u batıl zanneden yurtseverler üreterek hepiniz, üç maymunları oynayan sağır-dilsizler oldunuz bilin ki!.. Ve yüz yıldır maytap gürültüleriyle anneciğinizi ağlattılar ve ağlatmaktalar!.. Siz göçebesiniz ve etrakı bidraksınız yavrularım. Globe süpürgecisi, Shakespeare'de ömründe binlerce kişilik antik tiyatroları görmeden, sizin soytarılarınızın bulvar tiyatrolarında, yüz yıldır açılış-kapanış yapsın, antik çağdan devşirme, saray magazini entrikalarıyla!.. İyiyiz, iyisiniz, iyiler, beyin'ciğinize girdi Jedyler!.. Hayır mı dediniz, uyruğunuz böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyor, prospektüsünüze bir bakın, çok daha ağır seyrediyor ağrılarınız, buradakiler işin kasket bölümü!..

İster inanın, ister inanmayın, size kalmış, kültür buradan yayıldı dünyaya, Latin kültürü Truva'dan kurtulanların çocukları, ilk barışın adı Kadeş, kutsal kitapların sosyal içeriği bile, bu toprağın öyküleriyle süslü, ama dönüşü ne oldu bu ışığın, 'Bon pour l'orient', 'Doğu için yeterlidir', siz bunu hak etmediniz, onlar gibi olun diyemem, kendiniz gibi olun yeter!.. Size bilisiz ve kültür düşmanı gözüyle bakanlar, yağmacı ve eski eser celladıdır, dünyanın papazıdır, rehabilite gereklidir, daha dün çarıksız atalarınızın kanlarına kadeh kaldırdılar, kızılderililerin tanrısı oldular, Hiroşima'yı ışıklara boğdular. Güney Amerika kan ırmaklarıyla doldu, Afrika'da İncil boyundurukları oldu, Afyon ülkeleriyle taştı dünyamız, öykündüğünüz uygarlık bu mu, göreceğinizden başka!.. İş başa düşüyor ve yurtta barış, dünyada barış nasıl olmalıymış gene siz göstereceksiniz!.. Yaptınız, gene yapacaksınız!.. Ama oturup düşünmek ve acımasızca özeleştiri yapmak çağındayız biz...

Kısacası, fesin yerine kasket geldi, devrim oldu diyen toplum, şizofreninin uçurumuna düşmek şöyle dursun, terörü kanıksayan ve eşeğini kaybedip, her seferinde bularak yaradana şükreden köylüsünden farksızdır ne yazık ki!.. Kesin mi, bilemem... Acaba diye düşünmek gerekir...

Biz metroyla tanışmayı 2000 li yıllara ertelemiş bir ırkın ahfadıyız, 200 yıl geriden geliyoruz ve hala şapkayla gurur duyan ve metroyla alay eden soydaşlarımız var. Pes!.. Bir hata yapıyor olamaz mıyız demeyeceğim, hatanın böylesine hayran olduğumu belirteceğim!.. Dertlerin okyanusu ötelerde değil, o bizim içimizde bir cerahat ve henüz vakit var diyelim, çünkü umudun olmadığı yerde düşünce barınamaz!..

Şöylede düşünebiliriz; 1789 Fransız ayaklanmasının dretnotlarına hayranlıkla ömrünü geçiren yurttaşlarımızın, Şeyh Bedreddin'in Marks'ın öncülü olduğunu bilmesinde yarar var. Bu topraklarda Yunus diye bir şair, dünyaya bir kere geldi ve bir kere daha gelmeyecek, bunun nedenini bilmeyenlerin Allah taksiratını affetsin, Mehmet Siyahkalem diye bilip görmemekte direndiğimiz -yalnızca bize özgü garabet bunlar-, Hieronymus Bosch'un, fantazma ve gerçeküstülüğün babasıdır kendisi ve doğuda resim yasaktır mavalının açıkça bir küfrü bu topraklarda büyüdü, daha sayayım mı kendini aşağılamayı beceri ve alışkanlık bellemiş karakamunun herzelerini, atamız Adem'in bize bahşettiği heykellerini, siz dur deyinceye kadar sayarım bilesiniz, uyu yavrum ninni, uyutayım seni, ivedikle, hababamla avutayım seni!

Şunu da unutmayın ensestte İngiltere, intiharda İsveç, hayvanseverliğin krallığına oynayan Norveç'te, kürk üretiminde dünya birincisi dostlarım, Hollanda ise kasaba büyüklüğünde ama silah ve sömürü pazarında, yani kan içiciler sıralamasında devlerin hemen arkasında, siz hala çöl sıcaklığında erkeklerinin bile türban taktığı ortadoğu geleneklerine kafa yorun, Paris'de kırmızı fener fahişelerinin çığlıklarına, ne özgür bir dünya deyip durun iyi mi!..

Bakın örtünen kafalar değil yoksulluktur!.. Gelir dağılımı dünyasında son sıralara oynayan bir ülkenin kadını çırılçıplakta dolaşsa aşağılanır, baştan kara olsa da, Afrika'da kabile kadınları birer Havva ana gülüyorsunuz, baştan kara olsa acıyorsunuz, onların kaderi aşağılanmak, ama Kraliçe Elizabeth'in çırılçıplak tablosuna -var bu tablo, demokrasinin beşiği İngiltere'nin kraliçesi neden çırılçıplak poz veriyor acaba, onun düşüncesine göre de kadın meta mı!- hayran oluyorsunuz!..

Kız çocuklarını dernek kurarak, sağırlar birbirini ağırlar oyunlarıyla kurtaramazsınız, batının misyonerlerinin tasmalı maymunları olursunuz ancak, çünkü bildim bileli kız çocukları kurtulacak bu ülkede, ne bitmez tükenmez bir yaraymış bu yahu, kadını değil, temel sorunları irdeleyip, masaya yatırın, palyatif -soruna üst perdeden, köksüz, soytarıca yaklaşımlar- çözümlerden uzak durun ki, güldürmeyin efendilerinizi!..

Biz savaş kazanmış olabiliriz ama benliğimizi kaybetmişiz. Yenilmek budur işte! Fransa'dan şiir, Almanya'dan felsefe, Şekerpare'den de tiyatroyu ithal etmiş bir ırkın -utanç dolu- ahfadıyız biz senelerdir! Oysa Anadolu'daki -theteatreler- dünyada yok, böyle bir nesil nasıl üretildi, hayran olmamak elde değil! Neden bu yüz kızartıcı hal, kültür tek yanlı bir yaygara değildir kardeşlerim, biz uzaktan kumanda bir ülkeyiz ne yazık ki yüz yıldır, çünkü tek yanlı olan harala gürelenin adı, ne derseniz deyin sömürgeciliktir!.. Tarih ikiye ayrılır, taklit eden devletler ve taklit edilenler, taklit edenlerin başa güreştiği görülmemiştir, oysa daha düne kadar uygarlığın, dünya ahvalinin lokomotifi bir toplumsal silsileydik biz, yazık sana ey tatillerde iskambil falı açarak, alzheimer tetikleyicisi ödüllü çengel bulmacayla akşamı yaparak ömür geçiren, mangalda kül bırakmaz, aydınlar aydını necip milletimiz!)

Marks'ın bir sözü var; Uygarlık diye bir şey yoktur!..

Diyorum ki, uygarlık sanal bir kavramdır, et ve kan, ekmek ve şarabın hükümranlığıyla süslenmiş bir yortu, el değiştiren -bloody mary(!)- türü bir eğlencenin adıdır uygarlık.

Ve onu yıkmak için nereden geldiği belirsiz bir fiske yeterlidir daima tarih sahnesinde!..

Maymunsuların, genlerindeki şiddet dürtüsünden, gurur ve kibirden kurtulabilmesi için daha yüzyıllar var!..

***
DÜŞKIRAN

Laleler koklar ve adını saklar Zehra
1789 teyzeyle, şu Lozan hala
Bir sadakor akar her daim
Boynunun gümüş ovasında.

Bir jüponluk ağıtlarda biter işi
Haminneler aç gözlü cin bardaklarda

Severler birbirlerini gizliden düşmen!
Bir kombinezon yakar gene de
Aydın değil Deniz'lisi.

Bloody Mary içmek şöyle dursun
Başında eser bir kavak yeli
İşte marleyde kaplama dişler

Kan ter içinde zaten Siena yokuşu
Düşer düşlerinden, varoş leydisi!

***

 

TÜRK KİMDİR?
Saf ırk olamaz, eğer Adem ve Havva'dan geldiğimize inanıyorsanız, yok Darwin amcamıza tapıyorsanız gene olamaz, çünkü o evrildiğimizi söylüyor, evrilmiş ve yedi cihana dağılmışız. Kökümüz bir ama rengimiz, dilimiz, dinimiz farklı, çünkü kültürlerimiz farklı. Bizi ayıran el ve ayaklarımız değil, kafamız, o da değil, içindekiler!..
Güney Amerika'nın bukalemunu Borneo dakine benzemiyor, kutup ayısı Hindistan dakine, hiçbirimiz saf değiliz ama insanız ortak yönümüz bu.
Bu durumda Türk'ü nasıl tanımlamak gerekir. Bir toplum, dünya arenasında bir kimlik edinebilmiş toplumun özellikleri şu; Bir diğerlerinden dili farklı olacak, iki kültürü farklı özellikler taşıyacak, üç, inançları benzerleri olsa da, bir öbek oluşturacak ve o öbeğin oymağından olacak. İslam veya hıristiyan gibi örneğin. Dört coğrafyası olacak, önasya da yaşar, Hindustanidir ya da Afrikandır gibi. Bir Mısırlı için İngiliz toprağında oturur denemez yani. Buna benzer başka özellikler de vardır ama temel unsurlar hemen hemen bu...
Konuya girecek olursak, bizim padişahlar Türk değildi diye, batı sömürgeciliğinin uzantısı moronist görüşlerimiz var. Bu görüşler o kadar çok ki, sağır ve dilsizleştirilmiş bu toplum.
Konuya nerden girelim, Polonyalı büyükbabası yüzünden Nazım Prusyalıdır demeliyiz o zaman, Einstein Museviydi, bu atom bombasının mucidi bilimsel münafık olma talihsizliğiyle suçlanabilen bilim adamı Alman değil demek ki, yetmez Amerikalıda değil, oysa yukarıdaki kategorilere göre o Amerikalıdır artık.
Nabokov Rus ama İngiliz biliniyor, doğru Nabokov İngilizdir. Bu örneklerin artmasına gerek yok, Romanoflar, Habsburglar, Frank ve İngiliz kraliyetleri tarih boyunca birbirinden kız alıp verdiler. Kimse Deli Petro Afrikalı, Elizabeth Portekizli bir çandırın kızı, Sezar bülbül besleyen bir hahamın oğluydu demiyor.
Bunlar ülkesinin katıksız yuttaşları sayılıyor. Ama bizim cahillikte ve ülkesini ileriye taşıyacağım derken uçuruma sürükleyen haimatloslarımıza - vatansız!- göre ne padişahlar Türk ne de Buhara diyarlarında yaşamış Ömer Hayyam, bakın burada çelişki de var, İngilizce yazan her yazar Nabokov gibi İngiliz olmayabilir, vatanında İngilizce hatta başka yerde İngilizce yazan insanlar var, bizde Erje Ayden var, Amerikalı ama Türk yazar olduğunu söylüyor, çünkü Türki kültürün ağır bastığı bir şey yazarsanız Türksünüzdür doğallıkla...
Konu karışık değil, ağır basma ve kendini nasıl tanımladığınla, tanımlandığınla ilgili... Padişahlar Türk değil demek, 600 yıl bu toprakları koruyup, elden geldiğince yüceltip, 1919 da yıkılmaya yüz tutmuş bir uygarlığı yadsımak olur bu. Aşağılık bir tutum değil, beyin yoklağanlığı olur bu!..
Örneği de yok, Osmanlıyı savunmak başka, yiğidin hakkını yiğide vermek başka, İngilizler İskoç kraliçesi Mary Stuart'ın kellesini aldı, tarihte erk kavgasında başı kesilmiş kadın yok bu topraklarda, bir şeyi kötülemek için emsallerine de bakacaksınız, yoruluyor insan bunları anlatırken, alfabeyle uğraşmak çok acı!.. Osmanoflar yıkıldı evet, yahu hangi imparatorluk yıkılmadı dünden bugüne, 1900 imparatorluk çağlarının bitiş tarihi. İlanı 1917, 1923 olabilir. Öyleyse Osmanlıyı kötüleyeceğinize, Ruslar, ötekiler yıkıldığı halde yükselirken, siz neden bu hallere düştünüz aynaya bakacaksınız. Gerekçeleriniz kof ve idiotça, Ruslar ve Almanlar 1945 e kadar biribirini yıktı, taş taş üstünde bırakmadı, peki siz neden hala viranesiniz. Ne deseniz boş, olağan şüpheliyiz hepimiz, bize bir şeyler olmuş, frak değil, huni giydirmişler bize huni!...
Konuyu değiştirip bugüne gelelim, bakın neden geri kalıyoruz biz...
(Her gün 4 sayfa boş bulmaca sayfası verip, çeyrek sütun bilim sanat teknoloji sayfası ayırmayan, küfrün baş harflerini gazeteye adını veren tasmalı basının, uzaktan kumanda ve kuşkusuz yurtsever köşe yazmanlarına göre -bunların katip olduğu ve talimatla yazdığını bilmeyeniniz hangi idiot!-, padişahlar Türk değilmiş ha, yabancı kadınlarla evliymiş, bu beyin veremi geçirmiş zatlar, Romanofları, Habsburgları, İngiliz ve Frank İmparatorluklarını incelemiyor mu, dünyanın bütün imparatorlukları birbirinden kız alıp veriyor, bu alelusül bir barış paktı yerine geçiyor belki, bir hoşgörüye dönüşüyor, bu manipülasyon tüccarları ve vatan simsarlarına göre Musevi Marks, Alman olamaz, Einstein Amerikalı olamaz, Danimarka'dan göç eden Saksonlar İngiliz olamaz ve biz inanın Türk olamayız, Polonyalı paşanın evlatçığı Nazım'ı da vatandaşlıktan çıkardınız, hapse atıp, ömrünü çaldınız aziz yurtseverlerim, kim mi bunlar bir araştırın, vaktiyle, hatta bugün bile fikir birliği içinde olduklarımız.
Hah şunu bilin, bu kadar skolastik beyinlerle bu moronluklarla diyorum ki, 193 ülke arasında 149. sıraya demir atmışız biz yüz yıldır, eveleme gevelemelerle geldiğimiz nokta bu, bu beyin meflucu insanlarla, gardırop cumhuriyetçisi sakatatlarla daha ne kadar oyalanacak, beyinlerinizi dağlayacak, Kapıkule'den bir adım sonra aşağılanmayı, donunuza kadar aranmayı göze alacaksınız, size herkes vize uyguluyor, siz herkese sınırlarınızı açıyorsunuz öteden beri, yetmiyor mu aşağılanmanız, yetmiyor mu adam yerine konmamanız, siz iflah olmayacaksınız bu hurafelerle ne yazık ki!.. Çözüm batının tasmalı köleliği değil, kendiniz olmaya ant içmeniz ne yazık ki! Çünkü sonuç ortada siz terör cumhuriyetisiniz ve çocuklarınız bu ülkeden kaçmak için can atıyor, bu ülkeyi bu noktaya sizler getirdiniz, bu kafa yapısı ve bu fason ulusalcılık, yap satçı al satçı karaborsacı, komisyoncu toplumumuz!..
Yaşasın şepkecilik!.. Metro yanlış yere kuruldu, dört duvardan üniversite olmaz ve yerli araba da rantabl değil zaten köleciklerim!.. Türk olmak anayla babayla olur mu...
HER KİM Kİ,
Bu toprağın kültürünü, dilini ve sosyal gerçekliğini yüceltme çabası içindedir, teknoloji ve ilmi, bilimi için canını dişine takar TÜRK odur. Anasının babasının sabun artığı değil!.. Bütün dünyada böyledir bu!.. Türklük nüfus kaydı değil, birikimin, sosyal, teknolojik katkıların, geleneklerin ve geleceğine yığdığın ve senin yarattığın, göz alıcı kültür lokomotifidir.
Padişahlar Türk değil, biz etrakı bidrakız... Kayı boyundan Osman Gazi Türk değil de, eşi görülmedik bir ahmaklığın duayeni, bu kimliksizler mi Türk!..
Sizin sözde Türkçü basınınız mı Türk örneğin, bu basın özgürlüğün anarşisini yaşatıyor sizlere, sizi mankafalaştırıyor, bakın gazetelerinize 1 yıl önceki cinayet, iki yıl önceki taciz, üç yıl önceki hırsızlık haberlerinin versiyonlarıyla dolu, ben onlara değil, bu kültür ve bu vahşet gazeteciliğini benimseyen, utanç verici, aşağılık basın anlayışının vaveylasıyla ömür geçiren sözde yurtseverlerimize şaşıyorum.
İnsana yakışır bir tek haber yok basında, burası Teksas, burası Mozambik, burası Burkina Faso benzeri bir memleket olsun yeter diyen HAİN sürüleri için! Bunlar batının gönüllü köpekleri, sizi fistanla, donla, Madonna'nın jartiyeri, Zeki Müren'in utanç verici esprileriyle oyalayıp, arka sayfada aynı esprinin yol açtığı, kahve cinayetiyle ömür geçirmenize neden oluyorlar, tasmalı olan onlar değil biziz bu durumda, çünkü -tasmalının tasması- sizin boynunuza geçiyor, onlar efendilerinin artıklarını yalarken, siz market kuyruklarında her gün değişen fiyatlarla göz göre göre aşağılanmanın gururuyla, pop manyağınızın -embesil sözlerle dolu- şarkılarıyla çocuğunuzun elinden tutup, zorla size giydirilmiş -batılyaşar! batılı!- kimliğini taklit ederek ağıllarınıza doluşuyorsunuz.
Yoksulunuz, varsılınız hep birlikte -bay!- çekiyor, hep birlikte şivenizin incelikleriyle narenciyenizi -narin dilinizi- satıyor, Polyannacılık oynuyorsunuz, gerçek sorunlarınızdan kaçarak, geçici çözümlerle, her şeyinizin batının gerisinde kaldığını bile bile!..
Sahillerde oturduğunuz yeri çöp gölüne çevirerek -hepiniz ama, varsıl yoksul- yaşayıp gidiyorsunuz, siz paranoid şizofrenisiniz haberiniz olsun. Size giydirilen deli gömleğini, biçimle, ambalajla uyutulmuş, markalı tişörtlerle avunan, bisikletle hız yapan, kaldırıma çıkan, ters yola girip üniversiteli kıza çarpan! öldüren!-, cezasız kalan, salıverilen...
Siz oto üretebilseydiniz, sanayi ve teknoloji kölesi olmasaydınız yüz yıldır, cezasız kalmazdı bu bayramlarınız yurtseverlerim, çocuklarınız trafikte, kader kurbanı (!) olmazdı, siz başkasının eşeğine binip kıta değiştiren piyango mudilerisiniz, tasmalı kölelersiniz en fazla, efendileriyle şelale gezen sürülersiniz olsa olsa- , elbette, ölmekte kalmakta elele olacak sizler için, evet kader kurbanısınız siz canlarım!. Siz başkasının mallarının satış ve rekolte kurbanısınız, deneği, kobayı ve klonlarısınız. Müşteri portföyü, alım satım endeksleri, gelir grubundan bir zavallı, bir kategorisiniz siz! Yükselen dövizin sizi aşağılamak olduğunu bile bile onunla zengin olmaya çalışan bir sömürgesiniz ve iflah olmayacaksınız, hem de yüz yıldır, başkaları aya giderken, siz ay falı açıyorsunuz tv lerinizde günboyu, hepiniz toplaşıyor, mankafalar gibi bakışıyorsunuz 24 saat!..
Kütüphanedeki kitaplara bunları okudun mu diye müstehzi bakan, ama ömründe eşyalara verdiği parayı çocuğundan esirgeyen maymunlarsınız!..
O zaman padişahlarınız Türk değil elbette!..
Adam bu kadar idiot ve emsallerinden geri kalmış bir sürünün günahını üstüne alacak kadar aptal olamaz!..
***
 


 
 
Deizm tanrıya inanmayı öngören ama dine ya da onun temsilcilerine, elçilerine inanmayı kabule karşı çıkan bir anlayış. Bugünün dini anlayışına karşı çıkan, alternatif bir gelişim olduğu ileri sürülüyor.

Çağ tabularını yaratıyor ve çağdaşlaşıyor, modernist yapılarla, ileriye gidiyoruz derken, ruh ve içerik olarak geriye gittiğimizi düşünemiyoruz. Hiç olmadığı kadar barbarlaşıyor insanlık örneğin, çağımızda ölümün sürati, her hızın, her gelişimin üzerinde... Işık hızıyla insanın öleceği -öldürüleceği mi demeli-, günler her şeyden yakın, bunu denedik de, Hiroşima ve Nagazaki'de, ama insanın unutmak gibi bir mutluluk aracı var, kim ki Hiroşima diyor, diğerinin ağzında bir gülümseme, o kadar karamsar olma, insanlıktan umut kesilmez.

Kim bilebilir ki, bir gün bu düşünceden eser kalmayacak, üzerinde ot bitecek, çöl sessizliğinde bir yel esecek. Kıyamet geliyorum demez; demeyelim yine de!.. Evrenin insana bağımlı olabileceğini düşünemeyiz, insan evrenin açılımlarından biri, bir parantez o, ama onun açılımları o kadar sonsuz ki, sonsuz olabilir ki, geriye;

'Onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim' ağlatısı kalabilir.

Evren insana yuvalık yapıyor, yuva geriye kalandır belki, kuş her zaman uçup gider biliyorsunuz. Nereye, eni sonu ölüme, şimdilik de olsa böyle bu, ölümsüzde olsak bir kurtuluşun bizi beklediği kesin değil ne yazık ki...

Çünkü karıncanın, mastodonun veya bir çekirgenin varlığı bizi mutlu etmiyor bu konuda, insan; kendini bile aşmak istiyor, bütün sorunda bu zaten, evrende kalıcı, ona layık bir varlığın eşdeğerlikle sürüp gitmesi, amacımız bu, gizlentide dile getirilemese de...

Ama hedeflerimizde öyle şaşırıyor ve öyle güçlükler çekiyoruz ki, Habil ve Kabil meselini yinelemekten başka bir becerimiz bile yok bizim, yok henüz, göreceli ataklarımız, bir yinelemeyi öngörüyor yalnızca, gerçek değişke, insanın birbirinden aldığı elektriğin, pozitif uçların yanmasından, yansımasından başka bir şey olmayan çağların özlemi içindeyiz...

Peki deizmle ne ilgisi var bu açınların...

Var, diyelim ki inançlarımız, içrek yapımızdan süzülüp gelen yeni vargılarımız deizme bağlanmamız ve onu ululamak olsun. Bu teizmden daha geriye gitmek inanın ki...

Çünkü tanrı kavramı, insanın varlığından bağımsız düşünülemeyen bir olgu... Biz olmadığımızda -görecelilikle düşünebilen yaratık- varlığını sürdürebilen bir olgu, o kadar sonsuz açılımlara el veren bir düşünsemeye dönüşür ki; tanrı var demek komik kalır artık bu varsayımda, biz yoksak örneğin, her şey vardır artık, her şey yoktur da diyebiliriz bu çılgınlıkta, çünkü varsayımlar illiyet bağını yitirdiğinde sonsuzlaşabilir de, yoksanabilir de!..

Deizm işte illiyet bağının yitirilmesidir, insanın özgün varoluşunda yanardağ alevleri gibi yükselen düşüncelerimiz, illiyet bağını yitirdiği an, anlamsızlaşır ve varoluşuna kaynaklık eden zemini yitirerek, öznel değerini yitirir, yok hükmünde olur artık, varsaysak bile... Çünkü mantık silsilesinden koparak, her esine, her düşüne, her mottoya elveren bir anlamsızlık uçurumuna doğru uçan, bir çürüntüler yığınına dönüşür artık.

Sınırsızlıktır asıl dogmalara sürükleyen bizi belki de, çünkü kargaşa ve kaos yıkımdır evrende, biz düzeni tanrıya yorduk ama... Tanrı bize düsturlar verdi çünkü, deliliğin eşiklerinden kurtardı, bedenimizi taşımayı öğrendik onunla, diğer canlılardan -tözlerden- ayrıldık ve yine o düşünmeyi öğretti, varlığının derleyip toplayıcı ve onun karşılıklı, hoşnutluk veren bağımlılığıyla...

İnsan yarattı tanrıyı, çıldırmamak için belki, düzen vermek için belki, yaşamı güvence altına almak için belki, yalnızlığını paylaşmak, sevgiyi yaratmak için belki...

Bundan ötürü, o var olsa bile, eğer onun yarattığı töze sınırlamalar getirir, ben onun elçilerini tanımıyorum, düşüncelerine karşıyım, ayetlerini saçma buluyorum derseniz, gerçekte tanrıyı da yadsımanız gerekir artık.

Bunun karşılığında tanrıyı kabul ederseniz eğer, onun varlığını yayından çıkmış bir ok gibi, uçsuz bucaksız dogmalar, usa sığmaz tabu yığınları, en korkunç saçmalıklar ve insanın ırkını, varlığını yadsıyacak, yok edecek en dehşet verici olasılıklar bizi bekliyordur artık.

Nedeni şu, bizi düşüncelerimizin sınırsızlığı değil, sınırlılığı mantıklı kılar. Bizimle bağıntısını yitiren düşünce, (taşda aşık olabilir, tanrı tuvalete gidiyordur gibi, sonsuzluğun varyantlarında kozmik bir esemeye dayansa bile, absürtizmin, zeminden uzak, yararsız kollarında uçmaya başlarız artık!) hümanist ve evrensel töze uygunluk gösteremeyen her açın, vampirik bir dehşet ve cehennemi bir yargıya sürükleyerek, yoklukla hükümlenmiş bir kıyıcılığa götürür bizi... Bunun için tanrıya bağlandık biz, bir düstur, bir vesile o, eğer ondan kurtulmak ya da salt ona bağlanmak, insanı aradan çıkarmak istiyorsanız, ki haklı olabilirsiniz, yapacağınız şey, deizmi öne çıkarmak ya da ileri sürmek olamaz. Bu skolastik bir yinelemedir çünkü...

Çağımız henüz tanrının olmadığı, onun yanılgılarla süslü, kıyıcılığı olumlayan sürümlerinin henüz önüne geçemiyor belki, ama bunun karşılığı deizm olursa eğer, bu diktatik bir insani monarşizme el veren, sonsuz bir yok ediciliğin izin alabilmesini de doğurur varlığın indinde, deizm tek elden bir varsayımın, monistik bir görüşün, tüm evrene sahip olarak, Jim Jones'un Cehennem Tapınağı'nda siyanürle canına kıymakta hiç bir beis görmeyen şizofrenik kitlelere dönüşmesi gibi, bizi yok oluşa bile sürükleyebilir.

Bu olasılık deizmden daha çağdaş ve insan eliyle büyüsünü kazanmış, tütsüleri gözle gören, kulağıyla duyan varlıklarla belirlenmiş teizmden daha büyük felaketlerle karşı karşıya bırakacaktır bizi... Din soyutlamadır ama somut verilerden yükselir kaçınılmazlıkla... Ateş yakar, kin öldürür, sevgi çoğaltır, sel yıkar, aşk sersemletir der o doğallıkla!..

Deizmse, her şeyi tanrının salt yargısına bırakan faşistik bir yapılanmaya kolaylıkla dönüşebilecek bir Truva Atı'dır insanlık için. Büyük olasılıkla... İnsanı uzak kılan, ortak paydadan uzaklaşan her düşünce, kendi dinamiğinde birer dogmadır sonuçta, tanrıyı yadsımak zındıklık sayılır, kör eşitlik peşinde koşmak günah, aileyi yok saymak anarşizmdir bizim görünür dünyamızda...

Doğruları var kılabilmek için, eylemlerin ve yapı sökümün kendine yer edinebilmesi ve varlığını açıkça ortaya koyabilmesi, yaşama uyum gösterebilmesi gerekir göklerin süslediği yeryüzünde... Ama biz henüz pek çok değişimin uzağında kalan, genlerinin, içgüdülerinin tutsağı olmuş ve düşünceyle kavrulmuş, şahlanmış ve yıkılmış yaratıklarız ve bir düzen, bir kozmik ölümsüzlüğe -sonsuz uyuma- adapte olamamış canlılarız henüz.

Biz gene de insan eliyle enginlere açılmaya, yalvaçlar yaratmaya çalışmalıyız, insanı yadsıyarak, salt tanrıya bıraktığımızda var oluşumuzun gizlerini ve esemelerini, bizi daha büyük yıkımlar, yokluklar ve daha fatalistik algılar-yargılar bekliyor olabilir inanın ki...

Din ruhani istemlerimizin, içrek yapımızın, umarsızlıktan, evrenin görkemi altında ezilen ve birbirini yok etmeye-sevmeye yargılı insanlığın arayışlarının dışa vurumudur ve köklerimizi arayıştır umarsızca, ondan korkmak, bilimin negatif uzantısı patlayan atomlardan korkmak kadar doğaldır belki de... Onu sevmek, henüz bilinçten yoksun bir bebeğin gülümseyişi kadar kutsal ve dokunaklı, kılıç suyunun gölgesinde, uygarlık arayan insanlık gibi ürkütücü ve tanrısal olmalı!..

Deizm geriye dönüştür, pagan çağlarda yalnızca tanrılar vardı, onu insan eliyle ehlileştirmek istedik, kadın annemiz, erkek babamız olsun istedik. Öldürmeyeceksin dedik!.. Deizm bizim için doğaüstü bir şey olur ve kendimizi yitirmemize yol açabilir...

Eğer teizmden nefret ediyor ve bir değişke arıyorsanız, deizm bir yol açamaz, bir kurtuluş, bir umar olamaz -insan kavmi için-.

Gerçek değişim için, inançsız, tanrısız bir yolculuk olabilmelidir. Ama henüz ona da hazır değiliz diye düşünebilirsiniz, deizm bu yüzden bir geriye dönüştür ne yazık ki, bir yineleme...

İki arada bir derede olmaktan kurtulabildiğinde insanlık, bir çobana gereksinim duymadığında kurtuluşu olasıdır belki de... Söylemesi güç belki 'Tanrısız bir evrendir bunun adı...' Ruhumuzun bilinmeyenlerin tutsağı, varsayımların kölesi olmaktan kurtulması için yüzyıllar vardır belki de. Uygarlığımız günahkar ve nobran bir sürükleniştir elbette...

Çoban sürülerini kaybetmiş ve ben nasıl hesap vereceğim diye ağlamaya başlamış, öyle hıçkırıklar ve çığlıklara dönüşmüş ki feryatları, gürültüye köylüler yetişmiş;

'Sürü çoktan köye döndü, yolunu kaybeden birisi varsa o da sensin' demişler!..