26 Şubat 2017 Pazar

LORTOP 11. BÖLÜM (SON)

112
Bu dizelerin tümü İsabey dile gelsin diyedir.

GÜLENAY
(I)


'öyküseme'


I
Kasaba
ıssız
tenha…

içimde kocaman bir kafa
süsenli susa yolu
aşağıda

Yamaçta, pörsük
bitkin evler

ortada avlu
sıcak
tozlu…

Kerpiç köşelerde, kulpsuz testiler
ilerde yerde
kirman ölüsü
elinde eski heybe
çember gözlü bir köylü

Eşik önü üzengiler
örenli yol
çalı süpürgeleri
toprak sekiler

Somurtkan tek-tük çocuk
hava uyuşuk
güneşin son demleri…


Güneşin son demleri
süzmeler altında akşam üzeri
usun gizem, elin dizgin
at sırtında köylüm

Güneşe giden yolda
bir efsane kurtarıcı gibi gelir insana!..





II
Sekilerden düştü çanak
yuvarlandı
köylü döndü baktı
çocuklar başladı çelik çomağa
kısrak hızlandı

Ufkumdaki sağ’nak
dağıldı…

Kasabanın ortasından geçer Dereçay
dibinde Derepınar

Ah kızlar!
ellerinde senekler pınara iner
Peşi sıra oğlan götürüp
sularla döner.

Ötede mahalleler
göçkün

Kaygın tepeler
Dereçay akar yamaçtan aşağı
sayrı…

Sellerde azar
kurakta
kaybolur toprakta…

Susa da yürükler!
mahzun eşekleri
develer
telgraf direkleri
-ak fincan-
çan çalar göksü boncuk
çiğ tutar kozalaklar
çöğürler
ağlar potuk!

Taş üstünde çıngılar ardıç kuşu
uçuşur ilk güneşle

kalkar buğu
gider katar
iğdeler baygın kokar
ardılır yollara
sarkar…









III
Çay yolundan geç,
susa yolu
altı bağlar

Bağlarda yeşil yaprak
kocaman salkımlar
-ağır-
kucaklamakta çocuklar…

Bağlar bereketli, şaraplar keskin
bereketi az bulan bir köylüyü
komşusu etti teskin.


Bağ bozumu…
geçtik sarı sıcak tozu
atladık hendekleri
döktü kavak yaprağını

Güz ardı
çıktık taşlı yolu
sardık çubuğu!

Akyel…
çakallar buydu!


Köy altlarda, ışılak
doğal bir kuytuda
-pırıltılı-
yanıp sönen töz
bitişik aklı-kara bin göz
derin uykuda!..

Erken düştü yine
göğün billur dölü
ak gülü
gayrı bu kışta
bağları vurmasın dolu!..

Sevine sevine
geldik gülün evine














IV
Bağlar üstü, susa yolu
yolun kenarında ev
önünde servi
Servi dibinde bir kız
bekler sevdalı
bekler Mecnun’unu
ağlar geceleri
köylüler bilir bunu
Bu bir sevda öyküsüdür
yıllar öncesinin
‘Sevda Türküsü’
ansınır
dinlenir


Durgun akar Dereçay’ım
Çocukluktan var mı payım
Nerde benim çocukluğum
Nerde benim Gülenay’ım


Gece…
kandil ışıkları
kara, zararsız gölgeler

Susa,
altında çay
üstünde bir demir köprü-
köprünün ömrü
törpü…


Köprü üstü, bir kız bekler
bakar çaya
yaldızlanır hayali
bir derin türkü yakar köylüler
söyler efkârlı…

Çay bana çok uzaksın
Sarı bulanık akarsın
Bunca yıllık hasretimi
Bilmez gibi bakarsın

Evlerinin önü servi
Çaydan gitmez hayali
Yıllarca beklenir mi
Bu kız çaya sevdalı








V
Geç vakit
susa yolu, karanlık
altı bağlar

Bağlarda yeller eser
ıslık çalar
sevdalı…

Bağlarda hasret ağlar
Mecnun’dur adı
görünmez

Yıllardır, üzüm irisi gözyaşları
süzülür içre
içi ağlar bilinmez

Bağlarda uzak bana
Uzaktan haber bana
Sevdiğim gitti gelmez
Onmazım gayri ana

Bağ da artık el bana
Barışsın diye ana
Sarıldım kana kana
Bağ da artık el bana

Köprüde Gülenay
bekler köprü üstünde
altında çay
üstünde ay!

Ay Gönül’e bakar
Ay’a Gülenay

Ay bakar Gülenay’a
hayali düşer çaya
bağlarda bir hasret ağlar…



















VI
Demir köprü
ömrü törpü
bekler Gülenay’ı
Koyu karanlık gece
bulutlar örter ayı

Gece hasret
sardı yolu
bekler köprüyü
-karanlığı-
çayı…


Bekler!
çaya bir taş atılır
dağılır yaldızlı hayal
çay küskün
darılır!..

Vurur köprüye dalgaları
sevdalı…

Vay, bu küçücük çayda
ne büyük gelgitler var!

Bu gelgitler:
bilir bunu köylüler
Gece!
servilerden
sarkmakta
ay!..


Köprüde bekler Gülenay
geçer yıllar
umutsuz
Köprüden çaya kayrak atılır
gelmez hasreti
anılarda saklıdır

Bir adım atmaz
ürkütmez karanlığı
köprü üstünde
bir kara sevdalı…









VII
Bu gece çok karanlık
Gülenay
içimde koyu bir his
-gelecek-

Ortalık sis
yollar…

Ömür hasretten tutku
Gülenay,
-son umudu-
sevdalar sardı ufku
geliyor!..

Susa üstü bir sarı şeytan
-ok gibi gelip geçiyor ışıktan hız!-

Yıllar…
kaybolur gecede akan bir yıldız

Rüzgâr…
Siyah saçlar esintili
uçar dağılır

Ay kucaklar üzünçlü Gülenay’ı
Gülenay umutsuz
yiter karanlıkta
yaldızlı hayali…

Bu gecenin düşü
simsiyah gök kuşağı
çıldırmış susa yolu-
altı bağlar
sayıklar…

Susa yolun altı bağlar
Sevdan ellerimi bağlar
Bu sevdadan umut yoktu
Köprüde bir ceylan ağlar















VIII
Gülenay…
gece vakti
bu şehir
yitip giden iki nehir!..

Kalbim dağlı
gözüm seyrir…

Bu şehir yedi tepe,
mülti milyon koro müzik
eski
kulağım paslı…

Yüreğimde Pan çığlığı!..

Uğultu…
fırtına sonat çalıyor
gök gürültüsü çekiç
başım örsleri…

Uzakta
kara hasretten örtüsü
sessiz, kapım çalınıyor!

Bayırlar, bahçeler, bağlar
dingin sevda beni çağırıyor

Gülenay, dur bekle!
atıldım karanlığa

Karanlığın elleri
gecede bir kırlangıç
vardık hayale
beraberce…


















Ey benim kalbim!..
Gülenay,
aç kapıyı
bak dinle

… saçlar dalgalı aklı
sümbül yerde

Ay saçların örülü
vay saçların!..



Gülenay, bu sevda…
bu sevdaya -tanrılardan- yok izin!
bu sevda
bu sevdanın aklı
bu karanlık gecede saklı…

Anılar
anılar
ay!..


Gülenay,
ay battı!

Geceli bir sabahtır.

Sevdamızı
sevdamızı öldüren,
şu değiştiremediğimiz
hayattır!..

Gün
-beton yığınlarının arasından!-.
ışıklarını
yaktı…












113
GÜLENAY
(II)


Ova
uykulu gibi!..
Susa yolundan akıp gelen kamyonun
incecik geçişi.

Çökilyas
kar kuyusu
Kabâç.
Gülenay’ın Yazır’a gelin gidişi…

Sindel
Şarlak
Kırkdere
Serenli kuyu.

Buğday başağı
Üyük, Batal
Bağlar ve kör köylü!

Kızılcık öyküsü.

Akhanlı cambazın Akkuyu’da ölümü!..

Dere dibinde sümbüller
kerpiç evde kasımpatlar vardı .

Kokardı…

İlkinsil aşklar
ilkinsil yaşamlar vardı orda.

Ergendi gün.


Bir çocuk
Bir çocukluk sevdasına
öykü yazardı.

Öyküsemeyle büyürdü çocuk

Gözden ıraktık…

Işık pınarları
Kutsal orgazmlar
Dinsel büyüler…

Güneş arabasını çeken atlar
bayırlar vardı.

Parsambalar ışır
Sular akardı…

Aslanların gürzü,
Kaplanların hışırtısı,
böğürtlen içlerinde gezinir

Yel kurt yeniği eşiklerde böğürür

Yavuklular çığırır
Ağustos böceği hırkasını
dutlarda bırakırdı.

İtinçler tortusunu kine dönüştürürken
Ve Esebi uyurken eteklerde -güpegündüz-

Ve horozlar seslerini döğerken örste
Sütleğenler süt verirken arıya
Ve yaşam ersilken alabildiğine

Burçaklar soyluyken!

Yaban otarlı yarıklardan fışkırır

Dişil tepelerden
göklere yükselirdi

Kuduz bir şafak tansığı gibi!..

Kayışırdı kasıkları yaratanın
ikide bir.












Ey yolcu
Gidenler geri dönmez

Esebi’nin anısı
sırtında bıçak yarasıdır!

Gecelerin karadır senin

Hamurun açmaz.


Göklerin aç
Öküz öldüren soğukların bilâç


Uykuların çığlıklı
kan çığırırdır.

Geçmişin uyur.

Özün sözü,
Çocukluğun tüymüştür senin

Bir dölüt kuyular karanlığına…





























114
GÜLENAY
(III)









Ne güzeldi Gülenay…

Anızlara salınmış eşek
önünde otlar

burnundan solur
dalgın.

Tümsekler rengârenk.

Yukarda arı kuşları
ötüşür boyna
girdap çizer kırlangıç
çığlıklı.

Bir alakuş
iner aşağılara
kunduzlanır köpek

Dertop bağ çubukları
sırtında gökçe kızın

taşlı yolu çık
sürsün köye doğru yolculuk…

Şuradan gelen halan
çocuklar
üzüm çalacak
saklan
koş bağlara
çalsınlar korkusuzca
dolsun sepetlere üzüm

Onlar doğrulur sen büzülürsün
Onlar büzülür sen doğrulursun!

Biter işleri!..







Yamaçtan bağırır biri
-Cem türküsü gibi-
kelebek sesi

Türkân! Türkân!..

Önünde keçileri
‘kulağında sellukalar’.

Gülsüm geçer üst yoldan
-göz gözesin kabir kıyısında-

Sevicil, ürecil bakışlar
üzünç yaşamın kendisidir burada

‘güneş Hititi yürekler’
burun kanatçıkları kurslu.

Ses verir kızılcık
çekme otu
gündüz kızı
öğle kızanı.

Sevdalar büyük
özler içredir
taşlardan ağrı.


Gökte delice yankı
çöğürlü iğde dalı
türküler söyler…

Çınlar bilgece:
demirci Ömer gülüşü

Yeller böğürtlende ağlar
özlemi; kaplan sesi!

Dağlarca sevda
sığmaz ovaya
obaya
yurtluğa

Efkârlan gönül
ağlan işte
sızlan!

Akça armut diplerine uzan
Esma’lar bağına.








Ay düşler akça çiçek!
sarıca arı
çakar yalım
buğulu tepelerden
sevdalı yüreklere…

İşte! Aş bakracı elinde
kız kardeşin geliyor
Ülker yıldızı kıskanır gökte
bu ne güzellik
-Pervin ışığı-
Süreyya yalımı!

Bulgur pilav buhuru
uçup gider havalara
güneş; ortanca gülü
bir örge kral
-Hero aşkı!..-

Yılanlar uyur burçta
kirpicil köpek
diker başını

Tunç kargı gibi deler sessizliği
-gelir yabancı!-
sopranî kızların acılı türküleriyle…

Hışırtıyla gelir o
gökler üstünden!..

Hey! uyku tanrısı Hipnos
muska dökecek!


Sevgili uyur koruda
yitirmiş büyüsünü
yitirmiş Kirke’sini zaman…

Perili patikleri
Bakır bebekleri
Gümüş sözleri!

Sözleri: Hey, göktaş atın bağlara!..









Sarı ot toplasın çocuklar
alarsın yumurtalar
parlak tüylü kır tavuklarının.

Körpeler, acı elma toplasın
ah deliceler!
bozuyorlar oyunu

Çiğneyip salkımları
koşuyorlar tanrısızlığa.

Kelterlerde delibağ üzümü
kuş dilinde tadı var.

Şu örenden atlayıp kaçan kim?
ah, seyirtin ardından!

Ursa majör sesleri!..
ya şu zıplayan neyin nesi
kırık bir kaplumbağa
yaralı bir tilki…


İkindi oldu artık
Diomedes gölgesi
vurdu kütüklere
-sindi kargı-
üşüştü güneş çokak aralarına
kuşlu kurtlu salkımlara

Yorgun gediklerin büyüsü bitti…
-arama artık-

Yitti ‘Leandro’ ey ruh
yitti!..

Koşun çay yoluna
alın tası toprağı
heybeleri torbayı
pılı pırtı denklensin
ağdırmasın kelterler

Sürün koçları
koyunları
gök sursalı atları
deli çıngıraklı kibirli keçileri

yankımalarla, çınlamalarla




Yeşil gülüşlü ayı
haydi düşün yollara!..

Köy göründü işte
cinler, periler
sıvıştı tepelerden
kerpiç evlere.

Çıktı ay
çekildi tanrılar
tanrıçalar
kirkit gözlü baykuşlar
sardı geceyi.

İnlemelerle!..



Ey ruh!
Alacakaranlıkta
yanık yüzler geçerdi ömrün içinden

Oysa senin ölümlü bedenin
doru atlar ve karanlık yüzlerle çatışırdı hep.

Zaman ki, -utanasın-
gece gülüşü yaratıkların arık dölleri
giyitsiz ve yiğitçe kemirirlerdi döş yerlerini
çaylarda bile!

Sen ki,
naylon çiçeklerle yaşadın
yazık - size!..





















115
GÜLENAY
(IV)






Baklan ovası sonsuz…

kaldırılan harmanlar
gece ateşleri!

-Ekinler fısıldaşır kendi arasında-

yel tanrısı başak boyu!

Anızlar ayaklarından başlayıp
düşlerine giriyorlar bir atın.

Gözyaşı döküyor kan dökücü kızılcık
oraklar parlıyor göğün güneşinde
çavdarlar kavruk
dağlar bozgun dev.

Susa boylarında
tırpanlar, ananatlar, dirgenler
çift yüzlü Janus’la gövde gösterisinde!
sokularda yatıyor
öz kardeşleri…

Sönmüş bir sevinin külü içinde
avlular tutuşmuş
tanrı Pan ve Promete
Pandora’yı kente kovmuş…

Çocuklar öğle sıcağında
küçük heykelcikler gibi oturmuş
geçip giden bir uğultuyu dinliyorlar.

Sinekler küçük bir tepside
durmaksızın dönüyor
vızıldayıp duruyorlar
bir pekmez lekesinin çevresinde.

İlerde, eşek üstünde adam
bir başka leke
kasketi ufo!

Yanında yürüyor kadın
bir erkek göğünün altında
yüz yıllardır uyuyakalan
Persephone o!..

Sessiz ova…

Dağdaki kar kuyusuna gidiyor üç delikanlı
bir sırtı tırmanıyor yanık bir türkü
geçen yılkinin ölüsüne
ağlıyor öteki.

Yaşlı ananın sessiz ağıtı da
hâlâ dinmedi.

Develer geçiyor susadan
’Altın ve varsayım diyor biri’
ıslık çalan kel ağaç.

Bir hörgüç kaplıyor ovayı
kulaklarını dikiyor köpek
-dikenlerin arasında-

Yalımlar,
çekiyor bulutları.

‘Ürküştü keçiler örenlerin yanında
bir yılan çöreklenmiş orada,
arıların konduğu parlak deri;
sallanıyor rüzgârda.’

Ah! ölümün güzel yüzü
Enlil geliyor bağlardan
taş gibi de sessiz
-krala benziyor-
ve kuyuya baktığında artık
akrep olan yüzünü görüyor.

Köy yoluna sapıyor bir çocuk
ilk evleri bırakarak arkada
geçiyor kümesleri
gürültüyle bir tavuk
sıçrıyor kart ağaca

Ve aşk tanrısı Eros
sarı bir ok düşürmüş;
şurada!..

‘Üç avcı kendi cesetlerinin önünde duruyor!’
bir at kişniyor aralıklarla
bir silindir sesi geliyor
çalışan bir motordan
garip bir yankı yapıyor kerpiç duvarda
ağarıyor gözü atın
karanlık damda…

Uzaktaki tek ahlatta saksağan
selamlıyor köyün delisini
aylak tanınan birisi
el sallıyor uzaklara
kimsecikler gözükmüyor.

Solgun ay tepede
soluk bir tılsım
körelmiş bıçkı gibi

Orak ve muska sarkan boynundan;
geçiyor yorgun
bir kız çocuğu.

Solgun ay olacakmışsın usta!
göğün soluk yüzlü egemeni
gözetici, esirgeyen

Oturan bir köylü kalkıyor ayağa
gelen çorak topraklar beyi
Mollismil ağa!

Bir sarı kuş yukarıdan gelerek
uçuyor aşağılara
kurşun gibi çıvıyor
peşindeki kuzgun
ensesinde pençesi
küçücük bir çalıda
pırrr sesi!

Gece…
ay ışığı gölgelere sarınıp
iniyor dağdan
dağ haydudu tilkiyle sansarların;
sesi geliyor dışardan!..

Aşağılarda
kabirlerin sessizliği
çıldırtıcı hareketsizliği öte dünyanın
sursalları çürümüş bir mezardan;
doğrulan ölüler
ne kadar da pişman!..

Saçları kara örgü
keten çiçeği gözlü
bir kız geçiyor bu dünyadan
-gölgeli yüzü-



Karanlıkta kırık bir aynaya bakıyor biri
bıyığını buruyor kendisiyle
oda genişleyip uzuyor
kemik tarak sesinin cızırtısı
kesiyor evi
kapı aralığında gülen birinin
kireç dişleri




Güneş doğuyor
dünyanın en yavaş halinde…

Ambarı boşalttı samurlar
dişleri çuval
delikli farelerle
ibikli cinlerin
zamanı bitti.

Bitti Diyonizos oyunları köyde
bitti Ditramboslar!
fincanların şarkısı bitti
bitti karanlık denilen
şey…

Küpesini çıkarıp
yatağa uzanıyor biri
kış çünkü
kör bir fener ışığı
altında dev gölge
en ağır seslerde uçtu
zaman
teneke biçiminde!

Garip bir kalabalık
türküler söyleyerek
iniyor bayırdan
ak mintanlar, boz serpuşlar, çarıklar
köyün kapılarına vuruyor köy!

Duyulmaz hafif bir rüzgâr esiyor!
Kokis Cafer geliyor anne
Kokis Cafer geliyor!..

Öldürümü gördüm;
her yer alüminyum…

Uzakta ağlayan Hiroşimlerin sesi!..

Ve açı
-biraz daha-
eğriliyor.











116
GÜLENAY
(V)











Bir top sarı arı fırlıyor çalılıklardan!

Baykuş sesleri
derelerin çağıltısı

Yüzlerce ötücü kuş şafağa karışıyor

Ağaçkakanların takırtısı
aslan ve kaplan narası
geyiklerin dişilerini çağırışı

Kargaların kavgası
çiftçi kuşunun gagası
tavşanların ıslığı
fillerin homurtusu

Maymunlar konuşur
papağanlar söz eder
ağustos böcekleri ağlar!..

Kurbağaların şarkısı
kırmızı Koçalak kuşlarının
sevdası vardır.

Yılanların türküsü
yaprakların hışırtısı
göklerin gurultusu

Dağların karları kucaklayışı
insanların bağırışı
yas tutmalar
çayır mırıltıları…

Ve sonsuz tepeler vardı
ve sessizce uyurdu kabir taşları
gölgesinde sursal otlarının.




Keçiler oğlak doğurur
inekler sabi süser
koçlar payam açıklarından sevi toplardı.


Ve güneş hörgüçlerini salardı ovanın karnına!

Cadı fındıklarının olduğu yerden geçip
narlıklara doğru giderken


Hera kollarını kavuşturup
Dafne kokulu odasında
bizi düşlerken!

Bizi düşlerken Hera
köyün çanları ve çamlarının ardında
kuzular ve oğlaklar vardı
köyde utku olur mu demeyin
utkunun burçlarında sevişirdik kızlarla
yaslandığımız her tümseğin ardına
fesleğenler doluşurdu
ilerde çubuklar, çalı çırpılar
ak taşlar süslerdi yolları köye varana dek

Düşlerinde
tozlu bir Kur’an’ı kucaklayıp
eski bir Tevrat’ı berkitirdi köylüler!
Erato’nun ağzındaki kılıcı
Anteros’un kamasının ucundaki
mersin dalını
kimsecikler görmezdi!

Kuytularda ölüm gibi çiçekler açar
dev gibi labadalar
ortalıkta gezinirdi.

Kim bilirdi ki;
‘Parlak şeritlerin ve beyazımsı
patlamaların dolandığı kurşuni bir hiçlikteyiz…’
ve göz yaşartıcı bombalarla Palestin’de
ve Şırnak’ta
üç yaşında çocuklar ölür.
adı, Narin Jihad, adı An Nahajna, adı Roje’dir.

Bütün çocuklar narindir aslında
ve bütün çocuklar gül…
kim bilir…

Kim bilirdi ki silahlar çocuk öldürürken o ellerde
kandan uzak bambaşka bir yerlerde
sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi!..



Sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi ama
bu harımların içinden geçerken
sarıca arlar soktu iki gözümü de anne
yılanlar derisini çalılara bırakırdı bir zamanlar
çakallar yemişti koca bağın üzümünü


Kızılcıklar vahşi ve güzel
şeytan çanakları yabansı
kızandı ergenler!

Hangi tuğlu derebeyinin köpeğiydi
tozu dumana katıp gidenler!

Bu köyde geçti çocukluğum anne
çerçici, haşhaş küspesi
ve ölüs gagalı tavuklar arasında

Yurdumuzdu bozkır
ortalarında kızaran eşekler
renkler içinde geçerdi önümden
-ikindilerde-
çok yıllar önce…

Ve toprak tencerelerde iç buran buğusu köylerin
kuyu suyu gibi ağlardı anne
ay ışığının susması gibi
gece yarılarında yitip giden çayların
bağırıp, çağırması gibi!..

Körlerin küreklere asılması gibi gidiyoruz anne
-ummanlara mı, sahillere mi-
bilinmez…






















117
GÜLENAY
(VI)

‘Ey İsabey kasabası
ey demirci Ömer…’

















Taşlık, uzun ince yol
çıkıyor bir firavun keçisi!..

Ceviz ağaçları, kasisler, gümeler
uçuçlar, yusufçuklar

Doğa bozbulanık
çalılar, kara, küt
çalı dibinde mandolin çalıyor
yitik bir Zerdüşt!..

Takırdayıp, fokurdayan
yorgan, yatak ve kasalarla
yüklü
sümüklü
inek gözlü arabamız
şimdi çıktı sapaktan

Kapıslar’ın Austin bu
İsa’ya altın ve mirrah götüren
Kimmeryalı;
sürücü!..

Enlemli, hırıltılı, bıktıran bir akıntı
yol.

Sputnik hızıyla uçan güveler
bu otomobili Zıpır Yokuşu’nda geçer!
telefon direkleri kalır geride…


-Kuşkız- bekliyor ilerde
sarı yapraklı servileri geçiyor şimdi de
Gorbonya yelpazesi
ve deniz fili tutuyor elinde bir çocuk
susa önünde…

Salmakis çeşmesinde
-kırılır kuyunun altın çıkrığı-
şalvarlı ve ilgisiz bakıyor köyün ahmağı

Şanlı kapılarının açılışı teneke arabanın
Merkür’ün özel kavisi, Mulden’in gizi
sapı sarı püsküllü bıçak
ve burçak
çıkıyor!

Araplar Tepesi’nden iniyor çocuklar
çocuklar iri
birer Kiklop heykelciği

Ova gerimsiz, dingin salınmakta
kuş kız bekliyor hâlâ
Kabil’in gözü gibi güneş
sıcak!

Hınçak kızı gibi parlıyor öğle
gülünç otlar ve kertenkele
‘bak Sümer kuşları geçti üstümüzden’
tam ortada, çıtlıkta
Direkçi Simon gibi duruyor baykuş
ırmak akmakta
yaşlı kerkenez ki
-Merovenjlerden kalma!-
Meandros’a doğru gidenlere
değirmenlere
bakmakta!..

Aynanın kapağındaki süs; fil
dağ yüzünde uçuyor bir ebabil
gölgede sallanıyor salıncak
gölgeler Habil!

Aşağıda mezarlığın orda
hünkâr kılıklı biri uyuyor
teke postunda
yanı başında
bir eşek ölüsü uzanıyor günlerdir
başında saksağanla







Bir aygır çiftleşiyor ötede
renk değiştirmeyen kaplan
ve genç bir beygirle.

Elinde bir kürek ve bir çapa
uyumuş kalmış köylü
taşların dibinde.

Bir zamanlar
iki kez yaşamıştı
eski Kedrai’de!..


Güneş tam ortada; Newton elması
sonsuz Gibeon
kaynayıp yoğrulan
yılan, yıldıran
yenilmez içilmez altın bir kaplan
kasırga

Ateş evlerinden çıktı bir kadın
hamur yoğurup ekmek açıyor
karnı, Gilead dağı kadar şişman!..

Dilmelerin arasından
uzun uzun baktı bir vartuvaria
yıllar önce püskürttü bu canlıyı Kronos
buraya!..

Göğe çevirip yüzünü oda
öylece kaldı…

Gökte bulut
gökte kavil yapıyor
melekle
Yunus bir çocuk!

Çok öteden, dağın üstünden, tiril tiril
tahta kanatlı bir uçak süzülüp geldi
tam tepemizde durup ‘kaatlar’ attı
sürüyle pusula

Yanıyor Çakır Düzü!
ve yitip gitti ufukta
dam üstünde kızlar el sallıyor hâlâ.

Şaşmazlar’ın gramofonundaki şarkı
yine başlıyor.

Pervizat’ın şarkısı
Pervin söylüyor;
‘Hançalar’a varmadan
aşk şaşırttı pusulamı
Alafakıllar’la Zeyve arası…’

Yapraklar uçuşuyor havada
-dolunayla gelen Grunionlar!-
pilotlar attı
çocuklar çongalaştı o noktada
bir kaplan alacası!



Dağ yönünden, elinde Finike fenerleri
patırtıyla iniyor, avdan dönenler;
çulluk severler!

Değirmene gidenler
ceviz kokulu yolda

Mırıltılar gizlenir düvelerin koynunda
rüzgâr ulur, sahip kişner, atlar yol alır hızla!

Semerlere kurulmuş kimisi; katırlara
yürük havası çekiyor



Dağ şarkılarıdır hepsinin astarı!
esrik, kızgın
yeller getirip sesleri
palas pandıras sahibin yüzüne vurur
kendirler yatışır, sırtlan ulur
gezegen soğur, ölür gibi olur.

Yelde yüzer cisimler, toz huzmeleri
kın kanatlı böcekler

Kızışır hava birden, dutlar fır döner
ovada toz bulutu

Sazlar arasında
beygirler dörtnal
Zuhal’e doğru!..

Dağ yeli indi aşağılara
arı kovanlarının sesi!
deli yel kâh burada, kâh kovuklarda
-çılgınca sevişip arpa yolumun da-
kendir kenevir kırımında
ime time karışır az sonra

Keten gözlü kızlarda
Pervizat’ın gözyaşı…

Toprak kuru, engebeli
çünkü; kendi gözlerimle gördüm Sybil’i
Kevser gülü memeleri; pörsümüş
girintili, çıkıntılı

Şu ilerde ağaran oma kemiği; bir öküzün olmalı
haneylerin dibinde bekleşen kadın
bakıp ona
değneğiyle toprağı eşeliyor

Yaşlı çığlığı
Simurg umutsuzluğu!
saçı; Nijima kuyruklusu!..
yüzü; Şanidar…

Geçmiş zaman figürü arıyor orda
buluyor bir pena
ut’u çürümüş
ve büyük yorgunluk üstünden
akmada…

İki tepe arasından akan dilin
müziği geliyor kulağa
palamutların yanında.



Ovaya dek oynaşır, tek düze
üzgülü, bu küçük su

Ağlatıya dönüşmüş
İskandinav döşlü
miyavcık düş
Homerik gözlü
kimseler uğramıyor yanına
yutulup gitmiş örümcek ağlarına

Tek ahlatın sırıttığı çorak tepe
az ilerde yatıyor
kurumuş Hitit güneşi
kurumuş sümbülleri

Gülenay ölmüş dibinde…
-hijyenik oklu-
bir satyr almış kollarına
bakıyor yatıp da
sonsuz bir ufka

“Kucağında ölü kedi...
uyudu Kidron vadisi!..”










Akşam…
‘Göllerde bu dem bir kamış olsam…’

Gece kolcusu!
ağlıyor bir geçmişe
senyör Kesada’nın ruhu!..



Köpekler gölgelerinden korkar
koyunlar sokulur birbirine
Kokis Cafer gelin gözler!
yılanlar gider evine
çoluk çocuk pusar
Alâattin Lambası’nın dibine
baykuş öter!
ve dağın beri yüzünde
koşuşur tilki, bakınır sansar.
kasıkta uyuyan kene
at döşü, yeşil sinek
biçemle kesilmiş yele
pire, bit, deve
tahtaların arasında yiten
pullu bir kertenkele!
arpa yolumu
günahkâr teke
Sodom ve Gomore
Lut’un utu
ayağı; buzağı
büzük zaman


Havva Elması gömüldü
dağın yarığından!

Ve düğünlerin
ve toyrakların karnına
bir kılıç saplar
görünmez tiran.

Dağ güvercinlerinin ölüm sızısı
şu bağıran ve bağrıma oturan
at ve adam
sıska kavak
düşük kargı burada yaşam

Burada yaşam
çalılara bağlanan uğur bezi
mitik, yitik bir
Pisagor hipotezi




Akşam
çıldırtılar saati başlamak üzre
şakacı tanrılar gitti
bitti ikindi, bitti

Dağ açtı apış arasını
battı gün
doyumsuz
uslu kız!


Ey bilisiz kâhin
ey kuyruksuz ejder
bin kollu Leviathan
buydu isteğin

Artık;

şimdi

ölüyüz…
































118
GÜLENAY
(VII)















I
Su yakıtmaya götürdüğüm eşek
boşandı çilbirinden
bir daha da dönmedi.

Gümenin kıymığında
kuş tırnağı gibi yayınık sümbül

Apak armut çiçekleri,
kızıl kiraz dalları
divane aşık gibi.

Düvene öküz sürdük olmadı!
bir eşi eşek dönüyorlar sabah beri
oldu mu oldu!..

Tırmık, dirgen koşturuyor susa üstü
bir cip geçti kırlangıç!

Yukarıseyit’li gelin sırtında senek
gelir Yazır panayırından

Aşağıseyit’li güveyin apış arası ıslak
Gazili Mahmut gazi!

Eşebe der ki; Aşağıseyit, Yukarıseyit
kız bulamazsan Çal’a seyirt!..











II
Pazar günü Çal pazarı
geçiyor Çal parası!..

Gülten, Meşhur, Mütmine
yapıldak gidiyorlar

Beşbıyık gölgesinde ham-hum yaparak-
gitsin!

Bir ayva geliyor
yanında koca bir ahlat ve
-ayva tüylü kızcıkla-
kavak kökünde güldü dolaman
kıyıcık mantar

Tepedeki tek çam; Çameli
püfürdeyen Güney’den
torbam Tavas işlemeli
saçlar Kydrar püskülü.






III
Çüşş!
dağda ayı var!
dağ da bal
kesede yayık.

Dağ da tam dorukta
dev adımlarla yürüyor yürük!

Bıyığı Batal’a dek sark
sark
sarkık.

Sark
mış.

Sark
kaç?..

Zaman…

Güneş iniyor dağın yarığından






Çökilyas’a hilâl inmiş
demirciler orak çizmiş
Alanköy’de gelin ölmüş
adı Dudu
dedikodu
nedip kodu Kavas Umar!
Pala İsmil dibek başı
kahve önü fındık kırar
konuşur hem!

Hacımarlar’ın beygiri tavlı
Türkân’ın Ömer’le kavli
Gönül kime av!..

Avluda yayılır horoz
kartaloz tavuk civcivle…




IV
Vicente Aleixandre geliyor!
Esrik Emin’le
Alberti yok!
köyde herkes ayakta
kornalar çalıyor
gözler macini!
Atlar kişnemekte
ısk’ran arınmakta

Bremen çok uzakta, çok, uzakta, çok
uzak!

Masa ve sandalyeler havada, hava,
hav!

Ne var kahvede, kahvede, ne var
üfff…

Bir şarkı daha bitiyor
7
8
9
Gönül şarkısı
789!
1789!

Güneş konuşuyor!

Ay küserek
tıslasın.

Saçı pürçekli kız
ay!


V
Ay, ay, ay!
aman ağlamasın
Alberti’de geliyor köye
duysun, duyurun, duyursun
ötekide gelirdi
ölmese kızan
ölmese can
ölmese!

Lorca,
-köylü halt etmese-
şehirli et yemese!..


Ay
sümbül kalça
ay
palet civanı
ay
bordür divanı


Ölüm
ölmekten acı,
karşılıksız
sevmekten!

Köy Tivoli
tv’li
kahve
kalbe
kahpe

Yitik Ülkü
geliyor Rafael Alberti
ölüm tuvali
köy
Temas Morus!
köy temassız
Zen-ütopya
kötü kopya














VI
‘İğneci Hikmet Hanım’ın kızı Hülya, şimdi neredesin, senin uğruna, köyün on iki yaşındaki tüm delikanlılarıyla, evi yorgan döşek dağıtmıştık. Yıllar var ki görüşemedik. Smyrna’da mı, Burisa’da mısın, Tekfurdağ’da mı, hangi cennetin içindesin Hülya, adın gibiydin, düşlerimizdin!..’

Bi
bit
bitsin.

Bittim, bittin, bitti
bittik, bittiniz, bitti-
ler!

Avluya girdiler!
sürüyle sülün,
cicili hoplit,
ak yiribikler!..










Su gelini su ister
darıyı kaynat

Meşhur, Gülistan, Ümmü

Zambezi’den kalma dilek
bölük-bölek

Mısır püskülü, boyalı yumurta, sarı ot,
acı dülek.

Su gelini su
ister!
meraklanma!

Şimdi biter, Mırmır Amat şimdi biter!

Biter umacı
biter!..






119
GÜLENAY
(VIII)












1
Ovalar
Bağlar
Meşhur…

Göğsümde arı büyür
Payam çiçekler açar
Dağlardan Brahms geçerdi.

Yaylada Dvorak şarkı söylüyor
Esrik Süleyman tepede
Kızışkın Kezban yunup-
Gümüş Cevdet’le Arpazlı gözlüyor.

Tekeyle keçi birbirine!
Kuşlarla atlar kavuz eliyor.

Ateş, akrep
Akrep, duman
Köstebek, doğan
Aşağı bağ, Acıpayam
Afyon tarlası, Malikan!

Sümbüllü dere
Elem tere keyfe

Harımların yanında, çam gövdesinde
Zaloğlu Rüstem sırtın dayayan












2
Halit, imama arpa veriyor!
Güvey feneri elinde
saksağan ötüşlü
bağ gülü kokuşlu
keten, kendir bulaşığı
pırasayla, dut
fesleğenle, nar
böğürtlenle, pırnal arasından:
Deli Civar geliyor.

Nasıl da feveran ediyor
Hüsam’sa fart furt.
Ve işte Fetret Ali’de geliyor, farfaracı fayrap
Elinde sol anahtarı fagot çalıyor, yaşa Fetret Ali
flandra balığı usu, kaburga kemiği omzu.

3
Ebegümeci, yemlik, Frenk inciri. Eli fiyortlu figan beydir, Topal Sabri’nin beygiri.
İşte Aynur’un firketesi düştü, civar dönerken, gedik arıyor, gırnata sesi kısıldı
Gardenya gibi açtı ortalık, fırtına eşikte! Delikte, Bombacı Bekir füg çalıyor!
Şimdi tüm fıtratıyla usu gereltidir.

Asma bağ üzümü gözüne, felek filan oldu şimdi.
Frezenin başında figür yapan, friz delisi oğlan.
Boğayı boğan, fırdolayı kediye saran, Trampacı Osman.
Köpeği kepili feracesi uçtu, familyası iyi mi, feryat figan bağıran,
Firdevs diye kızı var…

4
Balyalar, ballıbabalar, batkın kuşlar, bayırlar. Öksürük otu, cin darısı, tüysülü payam.
Bayır turpu, Bağdadi bıyık, va lâ bağıran. Vikont göğün sünük yıldızı. Sülüklü balçık.
Su içen peyke-kırlangıç gökte. Venüs çarığı giyen Gülsüm, bakalorya A’şa. Eşe Bekir.
Geleğen ve gideğen Hacı Karamat.

İmam Ali’nin gelini nasıl da hamarat. Uydu ve uyuntu keçi, pısırık, pusarık koyun.
Ak katırın yamacında durun, karaağaç gövertisinde oturun, Öklit soğanı dikin.
Çovaşda uyuyun, bol yiyin, bol için, avluyu seçin, darıyı saçın.

Eşiklerin başında çağırın gayrı
Sekilerin dibinde bağırın gayrı
Çinko çanak aya mı gidecekler
Ayı battal edecekler gayrı!..

5
Renkseyen civcivler bülüç oluyor, arkalacı topla.
eprimiş fanila, Hıdırellez, Çökelez’de yolda. Üvezler koyun ağılında,
köteksiz sığırın ağzına dişindirik. Zar kanatlı böceğin gözünde, yansıyor dere,
cırcır böceği ötüyor, sıçrayan çekirge, başa yağlık bağlayıp Emir Cafer, gidiyor çifte.

Gümüşler aşağıda çocuk yıkıyor, radon dişleriyle gülüyor çocuk.
su çulluğu uçuyor Derviş’in pınarına, yerde pıtrak topluyor,
drosera gibi uzun Emin, yanında uyuntu köpek,
göz yutarı çökmüş Ahmet, keder keyfe
geliyor Cüce Balaban türküsüyle.

6
Çanak yapraklı hıra ağaç, dibinde ağaç sansarı, bakıyor tilki, diştacı kırık
bostan korkuluğuna. Pakize yalıyor bulamaç, sarı çiçek dökmüş bostana ağlıyor Hürü,
bastona dayanmış İmam Alibi gülüyor buna, cesedi yıkanan Telat bakıp, sırıtıyor alayına.

Ağaçsı otların arasında nadaslı tarla. Hacer’le, deli İbrahim tümseğin ardında
Uzandı aldangıç buzağı, çığlıklı sesle, cin gülünü kokluyor oğlak dilinde, yaprak çağlıyor.
Avurtları çivili demirci Hüseyin, dut dibinde oynar prafa, çuvaldız kendine, nişadır başkasına.
Çağanoz kaşlı Cakcak Süleyman, yunup Menderes ırmağında, yiribik sesine öykünür damda.
Çoban püskülü sarkar atından, atın sekisi küfran diyarından. Adım atınca cırnaklar kedi.
Ağlar suda kınalı saç, sıpa yer çağanoz otu, çayır teresi. Üvey üveyik çıtlık dalının delisi.
Var mı Mete’nin kız gibisi, sevdası pıtrak, kalçası kasnak.

7
Ahh ah, ötüyor örende ispendik kuşu, karyokinez bakışlı Dudu,
harımda bindallı kuşanır, karga üzümü yer, pıtırt diye kaçırır, pıtırt, pıtırt, pıtırtı,
gürültü patırtı. Kabaç’tan gelen kurumlu durur, kuşantısı dünür, isfendan yürür,
kantar topuzlu, Cem gülüşlüdür. Mısır kundağı, baysungur, baytarın sözü, sığır gözü otu,
meler kuzu, beç tavuğu kaçıyor, tırmık Şükrü peşinde, kınnapla domaç döndüren Zelil,
hani balığını kurutmuş Trampacı Halil -elinde gezdiriyor- minik çocuk ürküyor.

Hünnapla kağşayan Ümmü ağzını yüyor, kamaştı dişi, erik yediği.
Kurganın altında atlar duruyor, birevcikli otları yiyorlar ha bire, pürçüklü otlar.
Boğumlu akrep nalın altında, börkenek yudum atlarda, boğanotları, inek, semizlik.
Kavut yiyen çocuklar, kavuz yiyen kuzular, küspe yiyen sığır.
Ivır zıvır deve, ovadan eve, derken -berkli budunlar- buzağı oldu düve.

Kovcu Meryem, bozulumunu anlatıyor ekşi şıranın, kendi beslek kuşlar ötüyor tepede,
buğdaygiller ve burçak gözlü kuşçuklar kucak kucağa. Buğday güveleri, arpa pireleri,
yeşili buğulu tarlada. Bukran, bulak ve Sekendiz kızlar, tırmanır güneş -mırıldanır arılar-
haseki küpeli Nahide, Bulgari klarnetle, baygın gecede. Erendizler tepede, kirkit gözlü baykuş
bacada.






















8
Yunanî tamburlar soluk veriyor, kuş kelebeği dinliyor, kozalaklar söylüyor. Burunsalık taktık
taya, sası, kötü küspeler. Bürgülü Leyla, kaytankara bıyıklı, büzük Osman’ı sıkıştırıyor,
büyüksü kalçası çarpınca, Osman yerlerde, Osman saykallanıyor.

Büküntüden çıkan Beyhan, üzgün-büzgün gözlerde deli saçıntı ağlıyor, büyütken otu gibi,
börtü-böcek, çeltik-çırpı, çörkü-çörtü kaçıyor gözüne. Ağlıyor ha bire, enek ve erkeç keçiler
bakıyor hale.

Öter murabut kuşu, pırlantalı büyücüler, eğiriyor iplik. Epriyen kepiyle, erkekçil darı püskül saçıyor, eşeysiz soğan göz kamaştırıyor. Hürü, obrukları dolduruyor, oyulgamakta, oyulguyor.

Kafkas sülünü komşudur köye, kükremekte aslanı köyün, kümültünün arkasında,
künklerin üzerinde. Köhünlerde neferne, İdris ağacı horanta saçıyor, incir kuşları uçuyor, morula safhasında solucan, büzgülü marulu yemekte, ovogon neylemekse, çöküyor maltız
keçisine.

Anız kuşu kıpırdıyor, keten kumrusuyla, tahıl güvercini guğuldamakta, şamata çalıyor
kanca dilinde. Kuzgun kılıcı otu ve parankima dokusu sülük avında, dedik ya, kerkenez ayında. Yaban asması beni çeker mi, selentereyle, tirişinden kaçıyorum, uçuyorum zigot evinden. Sıçırgan korku içinde silkiniyorum. Sonurgu anın sölpük tutkusu, baykuşa sumak ekiyorum.

Sulu sepken kar, sulfata yutuyorum, sülfamit içiyorum, kükürt tozu döküyorum yaraya.
Süslü püslü süzek, taç yapraklı, tangur tungur tarantılı, tumturaklı, kuruntulu, taylak tepede, tıngır mıngır, ay tutulumu oluyor. Toygar sürüsü havada, İzmir çiçeği kovada, tıpırtılar yerde.
A yeniay! Yatağanım yanımda, yaprak arıları, karınca. Yont kuşu ve yanşak konuşmalar. Sel köprü yıktı, ineği yuttu, gün indi, güneş söndü, inek geri döndü!..

Ne yapacaksın…

9
(Ve sonra tanrı köyün ortasına Firdevs uçmağından bir öküz indirdi. Öküzün sayısız boynuzu ve ayağı vardı. Ve sonra köye ‘Kûn’ dedi. Ve köy oldu. Kör Gülistan tenteneyi ördü, yağmur kuşu tilkiyi gördü. Babil ki bülbül demek, köye bin fersenk uzaktaydı, bir karanlık ayda yıkanmak nişanıydı ve Yakup bostan çalarken ‘Ben sonradan gelenim’ dedi. Ve merdivenli bir düş gördü. Güneş kanadını dürerken, bir ağırşak Serendip dağına inerken, Adem, Süleyman’ın tahtı gibi ışıklı traktöre biner, misk, amber ve kâfur kokusu, ut ve sandal ağacı kutusu elinde, kıkır kıkır gülerdi. İshak’ta gülerdi. İshak! İshak!.. diye…

Fars bahadırı gelir, Ufsus ve Tarsus çığlıkları arasında, Palestin Sebu ovasında, Kenan ilinin ortasında biterdi gün. Gece yürüyücü İsrael, bir Malta haçlı maltız keçisi gibi parlar, Hintlinin, kendini kaplan önüne atması, kör öküz boynuzundan fışkıran suyun gözleri açması gibi, köy kutsanırdı. İshak güleç demekti. Hiçbir canlı boşuna yorulmaz, ağlamazdı baba… )

Sıktı, Sıtkı, Bitti

Köy yeşildi!..

(Tanrısal Aşık Ömer’in, yeryüzüne İsabey halkı ve çevre ahalinin şanını duyurabilmek için işaret ettiği günlük işleri, kutlu öğle ile soluk ikindi de tanık olduğu şeyleri gösteren belgenin bir kopyası yukarıdadır. Asıl belge İsabey’de, Derpınar’ın iki sütunu arasındaki mermer levhanın üzerine kazınmıştır.)

H a y ’ r l a r
O l a ! . .





120
GÜLENAY
(IX)













Jesus mu bu?
Belki de Davut!

Kaya tuzu, Çerkez kızı, at hırsızı.

Serendip’ten in,
İlyas’ın deveye bin;

‘Zehra Bağı’na girin!

Eyüp’te keramet
Yakup’ta bereket
Meryem’de gıybet.

Güneş tutuldu, hava is
Göğü arşınlıyor iblis!

Hacıosman’ın tekesi
Çamurcu’nun düvesi.

Çiçekler etten olacak
Hain, arkadaşını ayda unutacak!
Cebrail, Süleyman güğümünden çıkacak!..


Eşebe ölmüş!
Yetmiş yıl avludan çıkmamış
Bir kere çıkmış; bir adama varmış

Adam bahara varmadan ölmüş
O da avlu içine geri dönmüş.

Kış sertçil
İneğin gözü buharlı
Beygirin ayağı karlı bizim kız!

Uykumda metal köpekler havlıyor
Dere yandan Haşaşinler geliyor!

İşte yıldız kaydı
Kim bilir kim öldü…

Ethem’se, döl yatağını gördü!..

Toprak kör ışık!
Et soyut toprak!

İnsan, ölü sözünden geviş getiren
hayvan...


Dibek taşında toplan!
Tanrı bir, Sartre iki
Palalar üç, Habip dört
Hadım Özcan beş
Ay ışığı,
halamın tahta kaşığı altı


Çalkebir’den gelenler
Belevi’nden geçenler
Mısır çalıp nohut ütenler
On!


El kızı
Civar suyu
Albız soyu.

Yirdirme Osman
İşi sarpa sardırma

Bakma öyle Afer!
Rimbaud ile betim
söz ökeliği ve öykü
şiirden atıldı. Avluya
sırça saçıldı. Tanrı üf dedi
Adem’in gözü açıldı.

Bizim oğlan!
Osman’ın dam üstünde resmi var
Üç aşağı beş yukarı oda Renoir!

İmgelere inseydi İngiltere

Ölüm küslük sayılsa
Kuşlar Peru’ya uçsa
Irmaklar geri aksa
Gönül’ün başı bağlanır mıydı?

Hamidabat’a Medusa’yı görmeye artık
Hasdrubal’ın bağına üzüm yemeye!


Yıldız göçer
Ay tüter
Baykuş öter.

Esebili yasa bayılır
Gülten’in apış arasına

Seksus, Neksus, Pleksus
Hepsi öldü artık
Yılanyutan
Kurtarır mı kalanı


Sus gayri
Haşepsut’a yalvar
Takma bıyık pos sakal
Birbirimizi tanımayız ki?
Feleğin gözü kör olsun!

Daha ne olsun kız!

Daha ne olsun!

Olsun bizim kız
Olsun...





























121
GÜLENAY
(X)

Neşeli bir saksağanın
kanadı yayıldı ovaya.

Bir bahar kargasının
sesi indi aşağılara...

Ovadakiler
düşler içinde ‘hacim’ dedi
topraksı yüzlerini eğip toprağa...

Pandas-titizlik tanrısıydı!
bazal ganglion;
Esebi’nin kabuğunu etkiler.

Gönül diye bağırdı sonra!
-tinnitus- kulak çınlaması bu
hiçliğe uzanmış
bahçe yoluydu bakan.

Ve çıtlık dalında
‘mır’ okuyan bir baykuş.

Sabah dedi büzerek ağzını
sabah oldu işte
yürüyor ayaklarım
ve aydınlık başucumda
ve yanı başımda duyuyorum
ayak izlerimi.

Atlastaki dağlar...
bağırdı sonra, sayrıyım ben!
ve yıldızlardan düşüverdi gölgesi

Sonsuza dek aynı düşler
işte…

‘Ne zaman öleceğimizi bilmemek;
bizi ölümsüz kılar’

Ölmemek için kendimi ölmüş bildim.

Ah ölümümü uyandırdın işte
ölmüş olan beni uyandırdın

Yaşamda ne arıyorum ki?..
'Hiç Kimse' oldum artık.

Bir Odysseia’dir dünya!..

İşte benim son umarım;
Bir tür yok oluş, demirci baba!
Bir tür var oluş; Şefika ana…








122
GÜLENAY

 (XI)
Narkissus bende suretini ararken, ben onun gözlerinde kendi duru, soylu akışımı izlerdim. Pars çiçekleri öldü artık. Karanlığın baştan çıkarıcılığı, ışığın bir ateş topu oluşu, biçimsizliği, yaradılışa düşman zamanlarımız. Evrenimiz... Servilerin orada beklediğimiz. Yaşamımız boyunca peşimizi bırakmayan düşler. Yenilgiler. Doyumsuzluğun acı yurdu. Bitmeyen acılar, sevinçler, kederler. Cafer öldürüldüğünde çocuktum, Kaçarlar'ın evinin önünden, öldüreceklermiş gibi geçerdim, yaşlı bir kadın, üzüntüyle ve duygularımı sezercesine ürküyle bakardı, ürküsü bana geçer, ürperirdim. Su kuyuları, yukarda dağ yönünde, bir kule gibi duran, ak, kireç boyalı su deposu hayaletimdi... Cafer'i oraya atmak istemişler ama kapısını açamamışlar. Kilit dilsizmiş. Çayın suları içinden izimizi bulamasınlar diye götürmüşler ölüyü, dağa doğru çıkarken... Sonra bağlara yönelmişler ve bir bağ evine yaslamışlar kolunda saatiyle, bakmış ki bağ sahibi, kolunda saatiyle yaslanan bir ölü!.. Kolunda saati... Saf cinayet mülk hırsızlığından değil, ruh hırsızlığından yükselerek yol alırmış... Köy bu dedikoduyla çalkanmıştı çünkü... Bu bir aşk cinayetiydi gerçekte ama evleğe saldırı ve etik dışı bir edim olarak gelip geçti yeryüzünden. O yaşta aşk peşinde koşmanın armağanı, bir Simurg darbesiymiş. 'Asıl namus aşktır' diye bağırmış ölürken. Ülkesi 'İmrü'l Bağları' idi. Ne zaman kuyulara eğilsem, Midas'a öykünür gibi sesini duyardım... Abdülkadir köye döndü, Topal Halit öldü, bütün düşleri öldü çocukluğumun, hepsi ya öldüler, ya köylerine döndüler. İsabey'e... Topal Halit öyle düşlerle doluydu ki, ölümsüzlüğü arardı, Amerika'ya gidecek, ölümsüzlüğün umarını bulup gelecekti!.. Yattığı daracık, tahta merdivenli odasında ölü bulmuşlar, dişleri aynı bir atın dişleri gibi, sırıtıp kalmış... Dünyanın tüm düşlerini barındıran adam, nasıl böyle sıradan biçimde ölürdü ki... Ama öldü işte. Herkes gibi... Bir annesini sevmişti şu yaşamda, bir de babasını, bencileyin mi demeli!.. Geri dönüş özlemi... Onun olanaksız avuntusunun acınç dolu sitemi... Dünyaya sığmıyoruz, kim olursak olalım, yaşamak, ölümü denemek, başarıdan başarıya koşmak, sevişmek, mülkiyetle süslenmek, serüvenler edinmek!.. Mutlu etmiyor bizi, bir sığmazlık var, sürekli peşimizden koşan bir yetmezlik duygusu, kendini anlatamamanın, bir türlü anlatamamanın ezinç veren gizemi... Bu evren ve karşı evren, sen ve ben, onlar ve bilinmeyen... Yazık ki, hepimiz için geçerli... Son iç çekiş işte bu... Bir daha ki gelişimizde cennet ve cehennem olmayacak!..

SON

25 Şubat 2017 Cumartesi

LORTOP / 10. BÖLÜM

100
Önce sanrılarımızı dinleyelim... Doğulu bilge Nathan diyor ki, öyle yaratılmış ki yeryüzü, prensesler kadar zarif gül öbekleri birer birer soluyor, şatolarda bakireleri yarasalar boğuyor... Görseliniz, estetik duruyor, okumuştum, yazılanlara çok uygun, tutkulu şeyler, Verlaine bir vahşi. Sartre bukalemun gözlü, Villon cinnet getirdi, Rodin erilman, Malraux resmi tarihin cro magnonu, Baudelaire genelev sayrısı, Touluse-Lautrec'te fener kırmızı, Pedofili derneği kurmalılar, Avrupa kuş gribi... Fransızlar, özgürlük diye Bastille'i bastıklarında içi boştu, de Sade vardı yalnızca, bir paranoya, Antoinette'i -ortak ve vicdani uslarıyla- giyotine gönderdiler, manik Napoleon ve Paris açık radyoydu, femme fatale'nin dirisi pazarlanır, ölüsü tarihe geçer orada, özgür Fransa, Claudel'i yirmi yedi yıl lapede yatırdı ve sonunda özgür oldu o da!.. Ah aşkım, ben senin vulvanın içlerinde ölüme yatarım... Tüketim toplumu hep vardı ama kapitalizm çağın top yekun organize olması gerektiğini öngören bir sistem, bunu forse eden batı, dikkat edin batıyla ilişiği olmayan hiç bir kavram yok dünyada, Ömer Hayyam'ı bile batılılar keşfetti (tüketimi körükleyen şiirin mucididir kendisi, hem de bin yıl önce!), ama az önce Mısır uygarlığının kökleri Avustralya'da bile görüldü diye bir yazı okudum, amaç Pan Amerikan dünyanın simgelerini, kapitalizmin tanrılarını ve çağrışımlarını beyinlere sokmak, bir çiptir kapitalizm, beynimizi yönlendiren ve efendisi de batıdır. Öyleyse barbariyan, insan soyunun biricik ikirciği nesnenin, simgesel adı, günümüzde batı olmalıdır, medya algısını değiştirin, uzaya çıkmak bir periyottu ve öncüsü bir doğu ülkesi olan Rusya, çiçek aşısını Anadolu'da buldular, elektriğin patentini Sırp Tesla'dan çalan Edison'dur, Amerika'yı keşfeden vandal Erikson, basım aygıtını Çin'den getiren Marko Polo'dur, buhar gücünü keşfedense, Stevensonlar değil İskenderiyeli Hieron, Ortadoğu peygamber yatağı, dünyalılar uyuyor ve yeryüzünün tüm şeytanları sanki Alplerde dolaşıyor, böyle şey olur mu, batı antika pazarlamacısı, Berlin, Louvre, London, Metropolitan çalıntı ve retro antikitelerle dolu, firavunlar yürüyor, Kibele uçuyor, sunaklar fay kırığı, kayıyor o tarafa doğru, tanrının hikmeti var ve gözbağcı olduğu belli ama şeytanla işbirliği de yapıyor bu yeryüzü yaratığı, para ve paranoid medya, bilginin kaynağı mı günümüzde, barbar ve güçlü olansa tarih boyunca uygarlığın ana arteri, iliak venler ve kültür mantarının da bahçıvanıdır!.. Ada fotoğrafını niçin kullanıyorum, paradokslar çekici, dünyanın tüm kültürleri birleşmeli, Degas'nın, Mosnier Sokağı tablosu yaşamım boyunca beni çok etkiledi, bayraklar asılı ama, gerçekte derin bir yalnızlık ve keder yansıtır o tablo, (sınıfsal şeylerin kokteyli vb eklenerek üzerine bir roman da yazılabilir kolaylıkla), işte dikkatle bakın, bu ada fotoğrafında belli belirsiz o duygu var, sağda çöp kutusunu karıştıran bir köpekte olsa bu fotoğrafın ruhu tamamlanırdı, öyleyse adanın resmi, bambaşka nedenlerle kullanılıyor. Ressam olsaydım adanın kederini tuvale taşırdım, adalı ressamlar şeker tabağı yapıyor, belki bir anısı vardır ama, buradaki her resmin bir öyküsü var ruhlarda, kitap değil kitaplar olur ve yazmak için konu yok diyen insanlar biliriz, konu olmayan kendileri olmalılar, ne yazık ki... Helmut Berger bu, bir borcumu ifa ediyorum ona, gerçi yönetmene ödenir borç ama, Sergio Gobbi, 71 civarında, Un Beau Monstre, Garip Bir Aşk filmi çok etkiledi beni, o günden beri siyah giyinirim!.. Bu fotoğrafı onun feminen hali için değil, bir borç için buraya taşıdık yani, her tavrın bir nedeni vardır, ilk bakış, hiç bakıştır işte!.. Sonuçta, laf kalabalığı biriyim ben ve dünyadan ümitsizim, ama tanrımız değişse de şöyle 'İnsan gibi' bir yaratık gelse diyebilirim!.. Dostum, bu sanatçı alıntılarla yürüyor, yapıtı ilk bakışta ustaca ama alıcı gözle bakmayı sürdürürseniz, popülist Star Wars serisinden izlenimler var, Maya, Aztek kokusu da var yontuda, Yunani lekelerde, Gılgamış'la Humbaba'nın izlerini de görüyorum, sentez yolunda kozmik bir karmaşaya doğru gidiyorlar, Selçuki bir cengaver zırhına bürünen gövde, gerçekte bir Jedy olan yapıtla şaşılacak derecede uyum içinde ama, yontumuz, bu tür sanat için başat öğelerden olan görkemden yoksun, teneke inceliğinde, ince bir levha imajı veriyor, gerçekte de öyle ama, asıl çizgiler bu duyguyu veriyor, yapıt bir broş gibi duruyor bu yüzden, bir vazoyu andıran baş -yerel bir yabancı gibi-, yaratığın başı, eften püften çizgi ve oyuklarla geçiştirilmiş, sanatta ivedilik en büyük düşmanımız değil mi... Çizgilerin tümü sağlam ve güvenilir, derin ve arketip şeylere dönüşecekken, yaprak süslemelerine dönmüş, omuzdaki zikzakları görüyor musunuz, defter kenarlarındaki süslemeleri andırıyor, usa düştüğü gibi, çala kalem, peki sanat son düşündüğümüz şey değil mi, o zaman son sözümüz şu, primitifle, uzaysıl olanı, antikiteyle moderniteyi birleştirmek istemiş özne, biri çıkıp işlemeler, sağdan soldan devşirilmiş şeyler gibi diyene dek... Sanatçı ya da insan, bir potada eritemedikçe bilgilerini, Hegel'den yapılan alıntıların, anlatıcının üzerinde, yamalıktan apoletlere dönüşmesi gibi, sanat hevesi, mimesisi anında kendini ele verir. Bundan ötürü ortaya konan şey, sergilenen emek, alıntıyla yüklü ve kolaycı görünüyor, bir ustanın dokunuşu izlenimini vermiyor, rokoko süslemeler, rüküş renkler, parlak, lüle taşından yapılmış gibi şeyler, kartona oyulmuş danteller gibi; vulgerin, aristokrat heveslere özenen öte berisi bu ne yazık ki, daha açıkçası yapay çiçekler gibi, inandırıcılıktan yoksun, güven duygusundan uzak, sınırda kalmış işlerin havası var, gene de yapıt, kendi içinde tutarlı ama, kuzenimin ördüğü kazakta öyle, bu tür bir yapıtta, izleyici eve götürmekle, vazgeçme arasında bir ikircik yaşar, deyim yerindeyse diyapazon gibidir, mask mı maskara mı, sağlıklı bir izlenim edinemez elişi için, ama bu tür işleri denize atın dalmaz ne yazık ki, suyun üzerinde kalır, herkes görür bilir, hayran olur, kalp paralar gibidir, ayırt edilemez gerçeğinden, sonuç, bizim ki en iyisidir, çünkü, sanatınızı naylon görünümden kurtaramıyorsunuz, beğeneni çok, çok olabilir ama sorun bu değil, sorun sanatsal kavganızdır, kendimizle, dünya bizi alkışlasa da, kuşkularımızdan kurtulabilecek miyiz... Sanatın zorluğunu, ancak sanatçı bilir... Şimdi köyümüze dönüyoruz artık... Öğle sıcağında Çökelez dağına doğru, yola çıkıyoruz. Kim bilir kaçıncı kez bu düşü yaşadık, kim bilir kaçıncı kez düşlerimiz kursağımızda kaldı. Kabaç'ı, narlıkları geçiyoruz, köyde 'bıdır bıdır' seslerin duyulduğu avlu içlerini geride bırakıp, bize eşlik edecek, dağ yoluna girdiğimiz zaman, ilk duyumsanan şey, insanların dünyasından çıktığımızdır. Bir sessizlik, yavaş yavaş uçurumlar ve yabansı kuşlar belirir... Kabaç'ı geçince, beyaz badanasıyla su deposu, uzaktan bir hayalet gibi, gizemli, tuhaf yapısıyla, uzaysıllık ve insanın evrendeki yalnızlığını imlercesine birden ortaya çıkar. Kulağınızı kapının demir mazgallarına yasladığınızda, dünyanın okyanuslarının sesi kulağınızdadır, canavarca, coşkuyla, içinde kıyamete doğru yol alan kalabalıklara eşlik ediyormuşçasına, yükselen bir nara ve çağlayanlar arasında tutsak alır sizi, donar kalırsınız, ne korkunç bir ses yarabbim, içine düşen sağ çıkabilir mi buradan... Ovaların, kırların çocuğuyum ben, sudan hep korkmuşumdur, evet o bizim atamız biliyorum ama yaratılış işte, doğum gibi zor, ürkütücü ve kavrayamayacağımız denli zorlu bir şey o, çığlıklarla bezeli, yaşamak güzel evet ama yaşama bir katkısı olmadan gidenler, onlar cehennem ırkları, haykırışlar ve düşünceye durgunluk veren cezalar bekliyor onları!.. Öyleyse insan gibi yaşamalı... Anmıştım, Saura'nın la Caza filmi çok etkiledi beni, çıplak, kül rengi, hiç bir özelliğinin olmayışıyla, sıradanlığının tanrısal sayılabilecek bir özelliğe dönüştüğü Çökelez az sonra bir düzlükte olabilecek, tüm girinti çıkıntısıyla, uyuyan bir kaplumbağa gibi karşınızda durur. Ne bir ağaç var üzerinde, ne bir canlılık belirtisi... Su deposunu geçince, köyün ilk cinayetinde, ölüyü su deposuna atmak istemişler ama kapısını kıramadıkları için vazgeçmişler, oysa kan izleri var olay yerindeki örenlerde, insanlar büyük kabahatlerinde, neden çocukça heveslere kapılır bilinmez, aşağıda Kırkdere, yukarıda Şarlak -çağlayanın Türkçe eş adlarından biri ve Yayla Kavağı yavaş yavaş geride kalır. Arada minicik su birikintileri, kın kanatlılar, tek başına dolaşan arılar -arılar tek dolaşır-, sayısız kelebek, küçücük kanatlarıyla uçuşup dururlar. Dağa doğru toprak ağarır, ne bir canlı dolanır yerde, ne bir kuş kanadı vardır havada... Sessizliğin sesi vardır yalnızca... Bir de yorgun birinin iniltisi gelir kulağa, dağın tanrısı mıdır bilinmez... Az sonra dağ, topraktan ayrılan bir rengin başlangıcında, gözler önüne gelir, karşınıza dikilir ve tırmanmaya başlarsınız. Tanrı uludur. Tanrı birdir. Issızlıksa diz boyu. Dağ kırlangıçlarının sesini duyarsınız belki. Ağır kanatlarıyla havalanan bir kuşun ürpertisi ve acayip seslerle ürkerek kulak kesilirsiniz ama havada ne bir kanat sesi vardır ne de bir kuşun ötüşü... Bir keklik yere yakın, size çarpacakmış gibi yaklaşır, sonra birden uzaklaşır... Heyecanlanır, çığlıklarla ardından koşarsınız, bir tümseğin arkasında ime time karışır. Dağ sanki her şeyiyle açık saçık, sonsuz bir gizlenme yeridir. Taş kuşa benzer, kuş kaplumbağa gibidir, kaplumbağa tavşana benzer, tavşan uçurum gibidir, uçurumdan bir kuş havalanır ve söylence gökyüzüne dek dağılır ve sürer gider... Bir kerkenez çok uzaklardan süzülüyor ve yine çok uzaklardan geçiyormuşçasına uçup gidiyor. Bir kayanın başında devasa bir kuş beliriyor, ulu boynuzlarıyla dağ keçisi başı bu, ya tilki, belki tilkidir, tuhaf şey birden yitebilir, ne olduğunu hiç bir zaman anlamadan ömrünüz bitecektir. Kuru bir ağaç dalı, uzun beyaz bir kemiğin parçaları çıkar karşınıza, dağın etekleri minik oyuklarla doludur, bir çubuk dalıp gitse içine, hiç kimseler yoktur, ne bir ses, ne bir kaçışma, arkanızdan bakanlardan başka... Bazen toprak üzerinde ya da bir kaya oyuğunda yumurtalar görünür, sayarsınız, birini alacak olsanız, bir kertenkele geçer ellerinizden ya da tiz bir ses duyarsınız birden, düşünceler içinde yola düşersiniz... Bir saksağan ötüşü bütün dağda çınlar, tutsak alır havayı... Dağın senyörü, o çın çın efendisi belki de saksağandır. Kurak, kıraç, çorak dağ, bu meselin özeti, uzaktan mor, eflatuni bir rengi vardır dağın, hiçliğin rengi belki de odur, kim bilir... İşte o an, arkadaşınız İrfan, yılan diye bağırır ve aşağılara doğru koşmaya başlarsınız, heyhat ruhunuz geride kalır... Dağa tırmanmamıştık bile, köye kadar kaçacak mıyız, yılan arkamızdan geliyor mudur, hareketsiz, büzülüp kalsak yanımızdan geçip gider mi... Korkunun verdiği kahramanlık duygusu bile işe yaramadı ha!.. Koş, koş, koş çocuk... İki şeye üzülürüm, Çökelez'e çıkamadım, Satürn'ün halkalarını göremedim. İki düş!. Bir gün İsabey'e dönecek, Çökelez'e çıkacağım... Bu benim için, eski bir ahit, bir tarafta Ellez var, inatçı bir peygamber, diğer tarafta açan, fetheden Fatih!.. Kaybedeceğim bir bahis!..

101
'Cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında' diye türküsünü söyleyerek, eşeğin üzerinde Derviş Pınar'a doğru gidiyor Eyüp... Meşhurgilin bağlarına doğru gelince sesini yükseltiyor, bağların içinde beyaz baş örtüsüyle, azize gibi, bir görünüp, bir kayboluyor Meşhur... Türkü tanrısal bir muştu gibi kulağına geldiğinde, ağaçların arasından, tanrının görev verdiği bir güvey gibi süzülen Eyüp, bir düşü andırırcasına geçip giderken... Meşhur baş örtüsünü çıkarıyor, saçlarını sıvazlıyor, topluyor ve örtüsünü büyük bir ustalıkla gene bağlayıp, dönerek, Eyüp'e bakıyor... Hayal meyal görüyor onu Eyüp, ama biliyor ki yaşamının unutulmaz anlarından birini yaşıyor, anlaşılmaz bir hızla çarpıyor, tatlı bir ağrıyı yükleniyor kalbi, türküsünün sesi yükselirken... Eyüp, aşık oluyor!..

102
Lortop sevgi aşılar, çocuklar hep peşinde dolaşır, o aldırmaz hiçbirine, hepsinin gönlünü alır, hepsiyle oynaşır... Çok yaklaşırsanız, yüzünüzü yalayıverir. Söylemesi gereksiz ama başka hiç bir işe de yaramaz. Ölüp gitti Lortop, daha yapacak ne çok şey vardı, ormanlara giremeden, yılanları şapka gibi giyemeden, kartal yuvalarında uyuyamadan, aslan sürülerini tanıyamadan, timsahlarla oynayamadan, ayıların balını yiyemeden, arı kovanına başını sokamadan, leoparlara kafa tutamadan, ölüp gitti... Bir eşeğimiz vardı, değerini yıllar sonra düşünürken anlıyorum. Köylü için eşek canının bir parçasıdır inanın. Onunla bağa bostana gider, onunla dönersiniz, yük götürür, yük getirir, değirmene onunla gidilir, dağa, sağa sola, çırpı çubuğa, oduna moduna hep onunla varılır... Anneler, babalar ve çocuklar için o ailenin bir parçası, olmazsa olmazıdır. At lükstür, eşekse gerekli... Eşek üzerine söylen geniş, söylence boldur, ama bu dilsiz yaratığın değerini kim bilebilir ki... Bizim eşeğin gözleri akıtmalıydı, diyesim gözlerinden aşağı beyaz bir çizgisi vardı, ama neredeyse doğuştan hastaydı o, tam da gözünün akıtmalı bölümü yaraydı, babam bildim bileli zeytinyağı sürerdi oraya, yaranın ne azdığını, ne geçtiğini biliyorum. Yıllarca gözü yaralı eşeğimiz bizim canımız cananımız oldu, ben onunla büyüdüm. Ama bir gün karanlık damdan çıkardığımızda, her yanını bir titreme almıştı ve son derece yaşlanmıştı artık. Çok geçmeden dünyadan ayrıldı. Şunun için anlatıyorum, bir eşek dünyaya neden gelir, diyelim ki bizim için, sevelim canlıları diye dini söylemlerde yazılıdır bu, değişik yorumlara da açıktır, dünyadaki her söz, öyleyse eti vaciptir, öyleyse hizmet etmelidir gibi... Bu eşek bize çok hizmet etti, bizim tutsağımızdı neredeyse, ama bir canlıya son derece iyi bakabilmeliyiz, biz elimizden geleni yapmıştık, ama şunu demek istiyorum, aileden biri gibi davranmalıyız canlılara, eğer bizim yaşam alanımız içinde ömrünü geçiriyorsa, ona mezarda yapabilir insanlar, bu belki fantezidir, olmasın demiyorum, ama iyi davranmak ve helallik alabilmeliyiz canlılardan. Biz onların bir parçasıyız aslında, onlarda bizim... Yukarda tanrı varsa eğer, onları bizden ayırmıyordur sanırım, bir dünya var, bir de canlılar, hepimiz kardeşiz ve hepimiz için aynı derecede düşünebilmeliyiz, sevgi, saygı, olanaklar alanı... Geçmişte bir takım canlıların tanrı yerine konulması tapınılması, şaşırtıcı gelebilir ama onlara verilen değeri gösteriyor bu, öyleyse onlar biziz, bizde onlar.... Yaşamda hakkı olan her canlıyı kendimiz gibi görmekte yarar var değil, bu dünyanın var oluşunda onlar da var, hepimiz. Dünya bizleriz ve taşı toprağı, uçan kuşu, karacası, aslanı ve bir rahimden doğanı, sonsuza dek sevmeliyiz ve yaşam hakkını tanrı vermiş olsun olmasın, yaşamın hakkını vermeliyiz.

103
Lapis lazulinin güzelliği gibi, harmanlar kalkardı ovada, nadasa kalırdı tarlalar, arpa samanı ne yakıcı olurdu, düvenler döne döne eritirdi yığınları, ne günler tanrım, düveni döndüren bir çift beygir olurdu, Apis'de iş başında olurdu bazen, düvenin altı yarı kuvars, çakmak taşı, öyle keskin ki, ateş gibi, çocukların onunla otları tutuşturduğunu bilirim, birbirine sürtünce kıvılcımlar çıkaran bir sihir, insan ateşi tanrılardan çalmadı, Prometheus elbette bir kahraman, bilimin pantheonudur onun yeri, arayışın tanrısal güzelliğini yansıtan bir hero o, ama ateş doğada var, onu kullanmayı, kollarına alıp, eğitmeyi başardı insanlar, olan biten yalnızca buydu... Geçmiş çağlar bilinmeyenlerle dolu, söylenceler sürüp gitmekte yine de... Köy uzaklarda artık, aradan yıllar geçti, bugün neredeyse yarım yüz yıldır yaşıyorum, anlattıklarım, dile gelenler, iyi ya da kötü, yazınsal veya değil, en çok on yaşıma kadar başımdan geçenler, veya gözlemlerimdi onlar. On yaşından sonra şehre inmiştim, ortaokula yazıldığım için eylemsel olarak köy yaşamı tam o çağlarda sona erdi... Yıllar sonra, susa yolunda Gönülgilin evlerinin önünden -önünde iki servinin de beklediği- bir yabancı gibi, ama bir tansık umarcasına geçip gittim... Kimseler yoktu ne arayan ne soran... Çok sonra, Mahmutgazili biriyle evlendiğini ve üç çocuğu olduğunu duydum. Köyün Venüs'ü, Petrarca'nın sevdalısı, Aslılar'ın Aslı'sı, dalgalı saçlı, kömür gözlü, gönüller sultanı, yitip gitmişti işte, zamanın içinde, kim biliyor ki, ben onunla dünyayı fethedecektim. Kendi içimde... İşte binlerce Anadolu kasabasından herhangi birinde, ömrü geçip gidecekti onun, gözyaşlarımı tutamıyorum, ama kimin ömrü geçmiyor ki, insanı asıl ağlatan, ayrılıklar, düşlerin düşlerde kalması ve tüm yaşamı boyunca yalnızlıkların kendini bırakmaması... Gönül'ün olmadığı bir dünyada yalnızım ben, bu bir abartı değil ne yazık ki, içimden geliyor, önleyemiyorum bu duyguyu, bu yenilgiyi... Paslı bir teneke gibiyim, ne kadar gülsem, ne kadar öykünsem neşeli dünyalara, ne kadar içten mutluluklar yaşasam, derinlerde bir şey durmaksızın çekip çekiştiriyor beni, köyünden uzaklarda, Gönülden uzaklarda, çocukluğunu terk edip gitti, değer miydi, şaşaalar yaşamakta kurtaramaz seni, derinlere düşüp kavrulmakta, gözyaşı dök şimdi, Gırnata'nın anahtarını sessizce, ötekinin avucuna bırakan ve göz yaşlarını tutamadan, yurdundan sürülen Abdurrahman gibi... Elbette bende geçip gideceğim, hepimiz geçip gideceğizdir, ölümsüzler bile, çünkü geçip gitmek, ne bileyim, olay ufkunu gerilerde bırakarak, bir nostaljinin, bir melankolinin pençesine düşmek... Ölümsüz varlıkları, sonsuzluğun tanrılarını da kurtaramaz bu duygu... Gerçekte Gönül'ün yaşam tarzı bana üzünç veriyordu, kaygılarım beni bırakmıyordu, gerçek belki başka bir şeydir ama onu sevmem, birlikte yaşayamayışım, ne olursa olsun benim kederlerime öncülük etmeyi bırakmayacak duygulardır, ne yazık ki... Geçmişte Aydın'dan Denizli'ye geliyordum, boş ovada, bozkırda öyle akıp gidiyordu ki araba, anıştırır dururum ama, susa yolunun kıyısında, tarlaların içinde iki katlı, kiremitli, yapayalnız duran bir ev vardı, hızla geçti araba onun gölgesinden, pencere kenarından bakıyordum, inanın, evin penceresinden kumral, gözlerinde derin bir anlam gezinen bir kızla, yarı çocuksu, yarı gençliğinde biriyle göz göze geldim, yitip gidercesine... Sanki binlerce yıldır konuşurmuş gibi bakışmıştık birbirimizle, ama bir an bile sürmemişti göz göze gelişimiz... O kız gerçekte var mıydı, yaşadı mı emin bile değilim, arabanın son hızında gerçekten göz göze gelmiş miydik, ama emin olduğum bir şey var, o kanında benim gibi duygular taşıyordu, yoksa binlerce görüntüler geçiyor gözlerimizin önünden, niçin tam o an bu duygulara kapılayım ki, bu tür sanrılarda, bir şey var, bir şey, bir gerçeklik, hiç birimizin bilemediği... Şimdi o kızı bulsam, yaşlı halinde o anıyı canlandırabilseydik gözlerimizde, konuşmalarımızla yaşayabilseydik o anı, gözü açık gitmeyeceğime söz verirdim dünyadan, benim için bir tansık işte bu... Ne yazık ki yaşamımız, bir düş kırıklığı, çünkü nostalji, ve melankoli hiç bir zaman peşimizi bırakmıyor... Gönül'ün kardeşi Türkan'da Hacıumarlar'ın -buradaki adlar gerçek- Ömeriyle evlenmişti, çünkü sanrılarımızdan söz ediyoruz, onlarında düş evinde benzeri yaşamlar sürüp gitmiştir, birbirimizi anlayacağımıza eminiz biz köylüler. Ben Türkan'ı da severdim, aynı sınıftaydık, tüm insanları sevmenin bir kusuru mu var... Sevdiğimin kardeşi, ah o kaba deyiş işte, dostumun dostu dostum değil mi... Gönül benim sevdiğimi, yarım yüzyıl düşlerde yaşadığımı, hatta kitaplar boyu, onun için lirik duygulanımlar, satırlar karaladığımı biliyor mu ki... Ne dersek diyelim, bazı aşklar yaşamak için belki de öbür dünyayı bekliyor, öbür dünyanın gerçek olmasını istemek, o kadar çok nedenler var ki, yargıcın yargısı, kalemin yazgısı değil bu... Öbür dünya yok, ama düşlerimizde yaşadık evet, işte öbür dünya bu, az şey mi... Nereye gitsek, nereye varsak, melankoli bırakmıyor nasıl olsa bizi... Öbür dünyada bile... İşte size Borges'in bir şiirinden palimpsest, bir kutsal parodi... ''Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık. Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm; sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’ ve bana el salladın. Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu, Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı. Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer ‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim. Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün. Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu, küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim, olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği öğretiyi yeniden okudum. Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum. Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi, yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum. Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir. Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir. Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz. İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle ve özlemlerle dolular. Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.' Gözyaşlarım dinmiyor şimdi...

104
Şimdi yıl 2003, o köyden ne annem kaldı geride, ne de babam... Annemin 13 Kasım 1979 Salı günü yaşamı sona erdi, bütün ölümlerin nedeni kalbin incinmesiymiş. Hepimiz için... Bir gün önce ona kardeşimle ilgili sitem etmiş, onlar seninle ilgilenmiyorlar, niçin sözünü ediyorsun demiştim, en küçük benim, çocukça bir çıkış işte, o gece İstanbul'a dönüyordum ki, annen yok artık dediler, Denizli'ye geri döndüm. Bahçedeki tüm kasımpatılarla süsledik onu, bir kızıl derili sagusu ve bir Apaçi prensesi gibi yolcu ettik onu, içimde bir kırıklık yok, bütün mahalle onu uğurlayış biçimimize şaşırmıştı, kahkahalar atıyor, onun onurlu ve üretken yaşamına saygıyla, sevinç içinde uğurluyorduk. Onun için yazdığım dizelerden biriydi şu... 'Kutsöz'' ''Tam on bir yıl önce, bir kuşluk vakti kalbin sessizce durdu. Kimseye yük olmadın yaşamında bir ışık gibi onurlu bir buğday gibi verimliydin. Ve sonsuzluğun kapısından gene kimseye yük olmadan -bir kuş tüyü gibi- sessizce girdin. Şimdi kuşsun, ağaçsın, güneşsin o sonsuzlukta İnsandın, dünya oldun. Nur içinde yat... (Çocukların.)'' Tam on bir yıl önce dediğime göre, 1990 yılında yazmış olmalıyım. Babam 1 Mart 2000, Pazartesi günü son yolculuğuna çıkmıştı, son yıllarda mutlu edemediğimiz kuşkusu vardır içimde, artık çok geç, belki şundandır, anlağı açık, dili tam, usu yerinde, son derce sağlıklı bir yaştı onun ki, yüz yıla dört yıl kalmıştı, ama insan işte zamana değil, olana bakıyor, ölümü yakıştıramamıştım, hiç bir yaşlılık belirtisi yoktu çünkü, kaçınılmaz bir kuşkuydu benim ki, belki de doğruydu, ölümü hak etmiyordu, ne desem boş ve ağlamak ahmakçadır gerçekte... Sağlığında ne yapabildim ki gibi sorular, sonsuza dek uzayabilir çünkü... Ben en iyisi içimde çözeyim bu sorunu... O günlerden geriye kimse kalmadı, kimse kimseyi tanımıyor artık, ortak bağların zinciri koptu, aradan çekildiği için kimileri, yakınlarımız, arkadaşlarımız ve dostlarımızla bağlarımız kalmadı, yaşama nasıl bakarsan o da sana öyle bakar, uçuruma bakarsan, uçurum sana bakar, sevgiye bakarsan sevgide sana bakar işte... Kimse kimseyi anımsamıyor artık ama... Bu yıl gene de köye gidip Çökelez'e çıkma düşümü gerçekleştirmek istiyorum, olmayacağını biliyorum ama... Ne bileyim kayıp Lortop belki de karşıma çıkar oralarda, o geceden beri bekliyorum seni der gibi... Yıllar sonra Odysseus'una kavuşan Argos'un tansıması gibi...

105
Sütleğenler, kedi tırnakları, ayrık otları, at kuyrukları, çakır dikeni, çekme otları, şeytan çanakları, likenler, pıtraklar, semizlikler, yemlikler, sarımsak, soğan, eşek marulu, dulavrat otu, acı kavunlar, patlangaç, söğütler, iğdeler, çaylar, kör kuyular, serenler, ak kuyular, sindel, şarlak, kırkdere, üyyük, kabaç, esmabağ, batal, mamıtgazı, yukarı bağ, aşağı seyit, yazır, alan köy, derepınar, çalkebir, zeyve, alafakıllar, hançalar, bekilli, süller, uşak, afyon, sandıklı, kütahya, ışıklı göl, burdur, cabar, uyanık, babadağ, incilipınar, dokuz kavaklar, çökelez, beş parmak, tavas, honaz, kızılcabölük, kaklık, kocabaş, akhan, zıpır, yokuşbaşı, denizler, böceli, icikli, ırlağanlı, esebi, çal, acıpayam, baklan, hadım, donguzlu... Elveda size...

106
Dokuzkavaklar'da ki mezarlığa gittim, İsabey'in altmış yıllık iki cananı, yan yana yatıyor. Kardeşi ve eltisi de orada... Nur içinde yatsınlar. Onların bir gün bile seslerini yükselttiklerini duymadım. Mezarlıkta yalnızdım, kimsecikler yoktu, çiçeklere su verdim ve bitip tükenmeyen sözcüklerle, dinmeyen inleyiş ve çağlayanlarla ağladım. Evet ağlamanın salt ruhları incittiğini biliyorum, elimden başka hiç bir şey gelmeyişi, sürüklüyor insanı bu boşluklara, O insanlar nerede, o dostluklar nereye gitti, kimsenin açlık çekmediği, borç istemediği, alacağın olmadığı, sözlerle işin yürüdüğü, çalışarak ürettiği, Çökelez dağına yaslı gül tanrılarının sitayişle söz ettiği, o güzelim insanların yaşadığı İsabeyde, güneş neden battı... O altın kurs neden eskisi gibi yükselmiyor artık Beşparmaklar'ın üzerinden, bölünen topraklar, afyon ekiminin bitişi, üzümün değerlenmeyişi, buğdayın yollara döküldüğü, meyvenin paralanıp atıldığı zamanlara gelince, köy, köy olmaktan, İsabey, güneşin altın yurtluğu olmaktan çıktı... Şimdi tam bir virane doğduğum ev, bomboş, beğenip de oturan yok, nüfus erimiş, kimseler kalmamış, tek bir kişi çıkıyor bazen, karanlık kovuklardan, uzun uzun bakıyor ve yine dönüyor sessizce, artık kimselerin adım atmadığı, aşınmış eşiklere.. O nazeninler nereye gitti, güzelim kızlar, kimseler yok ortalıkta, nerde o sırım gibi eğilip doğrulan, atının üzerinde kral Sargon gibi duran, gencecik insanlar, Bilinmez görünmez bir cin, bir şeytan girmiş buraya, bir Nemrut gibi, her şeyi yakıp yıkıp yok ederken, yüzyılların Uranos'u, o yorgun tanrıları da, köşe bucak kaçıyor ve olan biteni uzaktan izlemekle yetiniyor artık, düşledi, gerçekleşti ve bitti... Kıyamet bu işte... Belki de...

107
İşte İsabey için dile yatırılıp, kutsanmış bir şarkı... 'Meşhur' ‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’ Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki, defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi. Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara, bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi, evlerimize, ocaklarımıza dönerdik. Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında, çokakların altında alacayı arardık. Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı. Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak, Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı. Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde, etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah, Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil, kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını, semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık. Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık. Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı, kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de Herkül bakışlı, Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir. Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar geçirmişizdir ki: Eyvah!..

108
Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu. O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığı da yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu. Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

I09
Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim. Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşçasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım. Dışarıda kar, kelebeksi titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana... Ne mutlu sevda çekenlere Ne mutlu sevip sevilenlere...

110
Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk. Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih, Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.

111
Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişmek ister gibi, sanki karanlığı sever gibi, taş atarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı. Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk. Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk... Tanrı bizleri bağışlasın.

22 Şubat 2017 Çarşamba

LORTOP / 9. BÖLÜM

89 Putlara değil, çağa uyacaksın demişti Kleopatra, Mısır için bir devrim sayılırmış bu söz, çünkü Mısır sfenksler ve piramitlerle bir ölüler, başka bir deyişle putlar ülkesiymiş zamanında... Gerçek düştür. kendine güven ama kendini beğenme derdi o da, balçık küfü yerdi ve plastik bir dil arıyorum son sözü... Bakın ne olmuş, Lortop işleri karıştır dedi, 1707 Eylül'ünde, görevini tamamlayıp Cebelitarık'tan yola çıkan İngiliz donanmasına ait filo, eve dönüş özleminin yanında fırtınalarla boğuşmak zorunda kalmıştı, Ushant adaları açıklarında sanıyorlardı kendilerini, ama Scilly adası kayalıklarının yakınındaydılar, o gece kayalıklara çarptılar ve Amiral Shovell'in komutasındaki gemiler battı ve iki bini aşkın gemici boğuldu. Nedeni gemide bir saatin bulunmayışıydı. Amiralin cesedi ertesi gün kıyıya vurdu, Söylentiye göre, adanın gençlerinden olan bir tayfa amirale yaklaşıp subayların yanlış hesap yaptığını, konumlarının Scilly kayalıklarına çok yakın olduğunu söylemiş. O sıralar görevli subaylardan başka hiç kimsenin konum hesaplama izni yokmuş. Bu emre karşı gelmek isyana teşebbüs olarak yorumlanırmış ve gene söylentiye göre Shovell genci hemen oracıkta astırır. Bir kaç dakika sonra gemi kayalıklara çarpar ve batar. Ada sakinleri bu yüzden Amiral'in gömüldüğü yerde ot bile bitmediğini söyler. Shovell'in gemisinden sağ kurtulan olmadığı için gene de gerçekler gölgelerin altındadır. Görme ışığın çevremizdeki nesnelerden yansıyarak gözümüze ulaşmasının sonucuymuş, ışık hızı yavaş olsaydı veya bir örnek açıları değişseydi nesneleri daha farklı görecekmişiz, örneğin yuvarlak biçim değiştirecekmiş, dünyaya tepeden bakan bir arı onu peteksi görecektir belki de, ama aynı görünün koordinatlarıyla şaşırmadan aya gene gidebilir elbette, buradan amaç, her tür kesinleme skolastizmdir, küremsi biçim bir gerçektir... Şu ki tarih boyunca güçlü ve zalim olan aynı zamanda uygarlığın öncüsü kesilmiştir. İskender, Sezar, Kubilay hepsi böyledir. Saydam erotoloji, pornografik katafalklar, kapitolün papaları ve sanatın İgorları gibi... Ah işte, yaş üzümler tavana asılır, şubat sonu, mart başına kadar, evin tavanından zaman zaman indirilir ve konuklara, çocuklara sunulurdu. Aralık bölmede, dış kapıya yakın, kuru üzümler vardı. Orada delikte, devasa bir süt dığanı durur ve kıyısından arpa çubuğunu uzatıp, kimseler anlamadan içerdik. Palyatif kurnazlık ve gizençli çözümler doğamızda vardır bizim. Dip odada ateş yanar, yemek pişerdi. Ne günler, iki kerpiç oda ve çamurdan aralık. Büyükçe olan ön odada, iki sandık vardı, kimseler olmadığında açar, birden başka dünyalara giderdim. İlk sandık küçüktü, Osmanlı zaptiyesi gibi sırmaları ve göz alıcı armaları vardı, ötekinde dolmakalem kutuları, danteller, ipekliler, kristalsi kupalar, çeyiz sandığıydı o, düzenli ve çekince uyandıran bir şaşaası vardı. Sırmalı sandıkta, ikisi de sırmalıydı ya, içi yazı dolu balyalar, Türk Dili dergileri, Varlık, Akbaba kroniği, incecik şiir kitapları dünya bahtsızlarının, Cesaret Madalyası, sararmış sayfalarıyla Sokrates'in Savunması, Godfrey Lias'ın Gobi Çöllerinde, Japon Baskını, Kızıl Sultan Abdülhamit'e yapılan suikast, Ömer Seyfettin, Gazap Üzümleri, Zaloğlu Rüstem, Les Miserables bir yığın gibi duruyordu... Yıllarca sakladım onları, ama kendimi saklayamadım, aldılar verdiler, kırıldılar ve geride özlemleri kaldı ne yazık ki, kitaplar var, bir kaç folklorik ocak örtüsü, mavi çinili çiçeklik, o anılara eşlik edenlerin yanına gittiğimde götüreceğim şeyler!.. Hala duruyorlar diyeceğim!.. Ama anladım artık eşyalarda ölüyor, yaşamın değerini bilmek göreceli evet ama sevmek asıl olan... Sevmenin tek anlamı var, hepimizi saran ve içinde kalabildiğimiz bir şey, ötekiler yalan!.. 90 Sevmek bambaşka bir şey... At arabasıyla baştan beri duran ovada gidiyoruz, ova sarı, yol sarı, güneş sarı... Karşı dağlara varır gibiyiz sanki ama yol bitmiyor, çok şaşırtıcı, dolambaçlar düz yoldan daha fazla yakınlık duygusu veriyor insana, düz yol git git bitmiyor!.. Düz yol bir illüzyon duygusu veriyor insana, ah geldik işte diyorsun, bir o kadar daha gidiyorsun, bir öyküsü var zaten... Kralın ülkesini ziyaret eden firavun, bir güç gösterisinde, yazık ki kralın yaptırdığı labirentte yolunu yitiriyor, kral Mısır diyarını ziyarete geldiğinde, firavun olanları unutmuyor ve çölün içlerine götürüyor kralı ve sonra dönüp diyor ki, işte benim labirentim bu!.. Dünyanın doğal ya da insan eliyle yapılmış dolambaçlarından daha bir belirsiz ve daha bir yalnızlık duygusu verecektir çöl. Çöl hiçliktir, yolunu yitirmek bir yana, düşüncenin de ötesindedir... Arabacımız iğneli, neşeli biri dedi ki... 'Dünya üç beş bilgisizin elinde / Onlarca her bilgi kendilerinde / Üzülme eşek eşeği beğenir / Hayır var sana kötü demelerinde.' Türkü gibi mırıldanıyor ama köyde kimlere kırıldı diye düşünmeden edemiyoruz. Nereden bilelim, seçimler olur, partiler gelir, hükümetler gider, Panama vardır, Kamçatka karşı yaka, Kolamola içer şu dünyalılar. Ovanın ortasında, kuyuların epey uzağında, bir at ölüsü duruyor. Öyle ki, atın yalnızca kemikleri kalmış, bir geminin kaburgaları gibi kucaklıyor artık boşluğu. Ovanın yeşilliği gidince, suyu çekilince, karaya vurmuş, çöküp kalmış sanki, Nuh'un gemisi gibi... Yaşarken ki halinden daha masalsı görünüyor at, çünkü ürkütücü ölüsü, sonsuzluğu imliyor, zorbalıkla çağrıştırıyor zamanı ne yazık ki... Gariptir, yaşarken değil öldüğünde sonsuzluk duygusu veriyor at. Bembeyaz kemikleri, sıra sıra kaburgalar, parıldayan dişleri şimdi tuhaf, ürkütücü bir manzaranın efendisi, bir zamanlar dört nala koşan, kırların, yamaçların, dağların efendisi bu at, şimdi geniş ve sonsuz ovayı kutsarcasına sürdürüyor artık yaşamını, ovanın gerçek hükümdarı olmuş sanki, eskisinden daha güçlü, alabildiğine tinsel, etkileyici, ama bir ölü, garip!.. Çünkü at ve ova, eskisinden çok ötede şeyler anlatıyor artık, belki derin ve bambaşka şeyler çağrıştırıyor artık ikisi... Ölü at, dört tekerleği de coşkuyla dönen araba, sürücünün sitem dolu türküsü, çocukların aç ve merak dolu bakışları, havada tek tük kuş, bomboş, garip dağ, gezgin bulut, solgun gök, sararmış güneş ve uzaklarda ağarmış bir leke, Humbaba'nın dişleri gibi sırıtan köy... Bir sonsuzluk alegorisi değildir de nedir ki... Ama sinik gök ve uykulu yeryüzünde, umursamaz haliyle, bir çoban yine de, koyunlarıyla beliriyor önümüzde!.. 'Bir aşk için ölünür mü / bak işte ben ölüyorum / sevilmeden sevilir mi / bak işte ben seviyorum' Gülümsedi çobanın türküsüne ve işte böyle yapmalıyız dedi, arabanın içindekilerden biri!.. 91 Ölüler gibi yatıyorum... Ateşim otuz dokuz sınırını geçmiş midir acaba... Babacığım, İngiliz kumaşından, şayak dedikleri, kalın balonlu pantolonuyla dikiliyor, başımın üzerinde uzun, incelikli bir varlık gibi duyumsuyorum onu, kasketi, mintanı ve özel pantolonuyla yaşamın sorumluluğunu yüklenmiş biri, canı ne istiyor sor bakalım diyor anneme, lokum ile bisküvi diyorum, köy insanının, daha doğrusu çocukların, yapay ama ulaşılmaz özlemidir o, köyde her şey vardır aslında, istediğim egzotik, başka diyarların, şehirlerdeki fabrikaların bir icadı aslında... Bisküvinin arasına lokum koyup yemek, gelmiş geçmiş en büyük lükstür çocuk için köyde, şimdi düşünüyorum da, insanlar hep farklılığı arıyorlar, köyde tatlı olan o kadar çok şey var ki, ama yeterince alabilirler mi, yetiyor mu, bilemem tabi, ama değişik şeyler, bilinmeyen çeşniler bazen, tatlılardan da tatlıdır, bu bir arayıştır ne yazık ki, kaçınılmaz, naturamızda var... İğneci Ibışamat geliyor, ufak tefek, onun için mi bu lakabı vermişler bilmiyorum, küçük, fitilli gaz ocağında, iğneyi kaynatıyor, küçük ampulü kırıyor -penisilin-, enjektörle şişeden suyu çekiyor ve pamukla kalçayı ıslatarak, iğneyi yapıyor. Yakıcı ama tepki gösterecek gücüm yok, ağlamadı diye seviniyorlar belki de, ağlamak her zaman gösteriş gibi gelmiştir bana, ateşler içindeyim ama gerçek dünya ile sanrılar dünyasında sürgit yer değiştiriyorum... Günler sonra ayağa kalkıyorum, ben hep türkü dinlerken, hicaz şarkılar dinleyen İrfan, köyün asortik gurbetçisi Hülya, komşu avludan Fikret, Topalhacılardan Cesaret beni bekliyor. Yaşam yeniden başlıyor. Geceleri, Trampacıların saçağında pavkıran baykuş, uçtu gitti diyor annem... 92 Ateşler evi, yalnızca ateşin yakıldığı, ekmeğin pişirildiği yer. Köylü bu adı vermiş. Dilde ataşlar evi. Oraya doğru kıvrılıyorum. Çocukken seferberliğe gider gibi uzak gelirdi, sonra büyüyünce gördüm ki, kırk adımdan daha kısa, eğri büğrü yerleşkeler, aralık, kırık tahtalar, tam tamına bir türlü kapanmayan kapılar... Kışın nasıl ısınır bu evler, ama bir gün bile üşüdüğümü anımsamıyorum. Hiç mi hiç. Çocukluk işte...Ateşler evinde küle yumurta basmışlar, yanık yumurta öyle tatlı olur ki... Küle gömülen, tahıl dolu envaı çeşit tencere, haşhaş yağıyla, mayhoş bir tat, öyle olağanüstü olur ki, enfes bir dünya... Adı kölle, külle, külle pişir, külün sıcaklığında demek sanırım, heceler garip biçimde evriliyor köy dilinde, şive... Ispanaklı bükme, haşhaş ezmeli şekeri, yumurtalı, süzülmüş peyniriyle sayısız düşleri var, Köylüler ağzının tadını biliyor, çoğu hurafe anlatılanların... Lortop'a böyle mutlanlı günlerde, bolca yiyecek ve nefaset veriliyor. Soluk almadan yutar gibi yiyor, oda özlüyor değişik şeyleri... Köyde yarın ekmek edeceğiz demek, çocuklar için kutsanmış gün, gelsin en güzel tatlılar, bükmeler, erbili kızların saçta, büyük bir hünerle çevirip ortaya attığı, içi dünya dolu inciler, bilezikler, kol bastılar... 93 Bu evde doğup büyüdüm. Dış kapının hemen yanında, yerevin üstünde Lortop dururdu. Bir gün ortadan kayboldu, andım, kudurduğu içinmiş, sadık olan köpek, biz arkadaş ve dostlarını üzmeden ölüme gitmeyi yeğlemiş sanırım. Dış kapı mandallıydı, dış kapının mandalı sözü buradan geliyor belki de, evden çıkınca takılır, kilitte yuvaya sokularak kapı dışardan gelenin açamayacağı bir hünere kavuşurdu. Dış kapının mandalı, yalnız dışarda olanlar için alınan bir önleme yarayabilir. Evde kapıdan sonra bir aralık, genişleyen, çağdaş dilde giriş ya da antre diyebileceğimiz şey, bizde aralık adını alırdı, sonra yan yana iki oda, biri sobalıdır, oturma odası işlevi görür eğer konuklar varsa, onlar gidince yatak odasına dönüşür, ikincisi yemek pişirilen, ısıtılan, pekmezli, pancar turşulu, küplerin olduğu, sülalelik denilen eski hançerin, kılıcın, bir süngü ve anıların saklandığı odacık, ardiye, onlar kim bilir nerelerdedir. Bir tür silah oldukları için sevemedim onları ama hançer kınlı ve zarif işlemeliydi, çekici bir yanı vardı, kim bilir belki de bir Borges öyküsünün gizli kahramanıdır, Borges insanlar değil, silahlar kazanır savaşı der. O evde bir gün konuklardan biri, el fenerini sana vereyim dedi, usumda yer eden bir anı, şaka etmişti sanırım, keşke söylemeseydi, çocuklar işte, vaatlerin tutulmamasını unutamazlar, ama sonradan kardeşlerimden biri, Antakya'dan el feneri getirdi, tıpkı Midyat'dan gelen dolmakalemler gibi, ikisi de öğretmendi oralarda... Çocukluk işte kendi kendine yanan bir lamba, olağanüstü bir haz veriyordu ona... 94 Yılbaşı nedir bilene aşk olsun. Benim için yılbaşı yerli malı haftasıydı onu da okulda yaşardık. Herkes evde bulunan en cazip yiyecekleri okula getirir, törensi bir edayla, düğün dernek havasıyla yenir içilirdi. Çok anlamlı bulurdum yerli malı haftasını, şimdi böyle şeyler yok, acı demek bile, acı veriyor insana... Yerli malı haftasında bir derdimiz vardı, diğer çocuklardan geri kalmamak, diyesim onlar bolca ve çeşitli yiyecekler getirirde, biz yoksul bir görünüm verirsek diye annemizi babamızı uyarırdık... Çocukluk... Ve üzüm, ceviz, yaş üzüm, kavurga dediğimiz, buğday kendir susam karışımı çok tatlı bir karışım, kuru yemiş türü, ne varsa okula götürebilirdik. Açlık giderme amacı olmadığı için bir eğlence sayılırdı, gösteri, yer içer ve üretilen, biriken, çoğalan ne varsa görücüye çıkardı. Bu tür köklü şeyleri ortadan kaldıran toplumlar, sanal yaşamaya ve bir ruhtan yoksun olmaya mahkum. Zaman değişebilir ama nasıl!.. Bizim biz diyebilmemiz için, gerçekten biz olmamız gerekir. Oysa her şey bizden uzaklaşıyor, hatta buharlaşıyor. Biz demek bir gözyaşı çağlayanına boğulmak artık anılarda... 95 Güz... Bağlar sararmış. Toprak sarı. Ağaçlar yarı çıplak. Dallar eğri büğrü, yalnız ve bilinmeyen bir dünyanın geometrisiymişçesine göklere uzanıyorlar. Bu yalnızlık ve üzünç dolu dünya, onların bir zamanlar yeşil ve meyvelerle yüklü dallarının varlığını kuşkuya düşürüyor. Rüzgar yaprakları sürüklüyor, yapraklar taşların altına, kovuklara saklanarak, rüzgarın onları bir gurbete götürmesine, uzaklarda yapayalnız, yok olup gitmelerine engel olmaya çalışıyorlar. Elime bir yaprak düşüyor, sararmış, çürümüş... Kararmış damarları kırılgan, yer yer çiziklerle yaşlanmış, kocamış bir parçacık artık. Yürüyorum küskünlüğün, ölgünlüğün ortasında, güneş artık ısıtmıyor, o da yorgun, ıssızlık, sessizlik el ele vermiş, yeni doğan yılın, yeni yaprakları, yeni dalları, yeni meyvelerini düşleyerek, bir yas içindeler uçuşarak gidenlere... Uğuldayan rüzgar kovuklara giriyor, kuru dalları sürüklüyor, tozu dumanı önüne katıyor ve savrularak yamaçlardan doğru akıp gidiyor. Bir bildiği var gibi... Yağmur çiselemeye başladı, dallar, yapraklar ıslandı, mantarlar ağaç diplerinden, çayırlık ve çimenlerden yükselerek dünyaya doğmanın, var olmanın neşesiyle, hızla doğruluyorlar. Bu yağmur onlara yaşamı öğretiyor. Güneşin önünde çiseleyen yağmur, uzak dağlarda doğanın tek düzeliğine, renksizliğine karşın, belki de son kez gök kuşağı oluşturarak, gezegenin ölümsüz yaşam sevincini bir kez daha duyumsatıyor, hep sürecek bir yaşamın, sonsuza dek yinelenecek bir yaşamın, sonsuz güzelliğini anımsatıyorlar. Kederli ağaçları, düşen yaprakları, yapayalnız yolları, şırıldayan suları ve kızıla çalan havayı dinleyerek, benden uzaklarda, sürekli oynaşan kuyruğu, oraya buraya koşturup duran, her şeyi öpüp koklayan Lortop'la, köye dönüyorum... 96 Evlerin bacaları kelterlerle kaplı ya da sürüyle şişe, çünkü kelter dumanı yukarıya veriyor, ama yukarıdan bir şey düşecek veya girecek olsa, buna engel olacak şişe daha güvenli, dip bölümü kırılan şişeler bacaya sıkça yerleştirilerek, bir halka, bir kalkan oluşturuyor ve hemen hiç bir şeyin düşmesine artık izin vermiyorlar, ne rüzgar, ne yağmur, ne de görülmedik bir hayvancık artık giremez!.. Lortop'la dama çıktık ve bunları düşünerek, uzaklara baktık. Lortop ovayı böylesine yukarıdan, damlardan, belki ilk kez görüyor. Panoramik bir boşluk ve sonsuz bir bereket denizi... Dağlarla çevrili, bereketli ayla, sanki avuç içinde durur, büyük sonsuz düzlük. Kollarımla ovayı kucaklar gibi zıplıyorum, neşe içinde... Lortop sakin, arka ayakları üzerinde poz vermiş, öylece bakıyor. Gülerek hadi inelim diyorum. Belki de isteksizce kabul edip, uyuyor isteğime... Acaba Lortop'da düşünüyor mudur, düşler kurup, iyiye yoruyor mudur, kuşkulanıyorum Lortop'dan, bazen kapıya vurduğu bile oluyor... Kelterler gerçekte birer süs, geçmiş çağların, zırhların havasını yansıtıyor, antikite bir görünüm taşıyor evlere, tüm bir zamanı imgeliyor, şişeler daha çağdaş sayılıyor, onlar modernize belki de ama bereket tanrıçası Artemis gibi, sayısız göğüs bir arada, bereketi imgeliyorlar sanki, bir bağ var aralarında, ikisi de verim ve bolluğu imgeliyor gerçekte, bir simge, modernize ve antikite... 97 Köyün ata en iyi binen çocuğu Cengiz, Osman ve Mustafa'da öyle, kırda, Sindel'den başlayarak, -ovanın öbür ucu- köy girişine dek yarışacaklar. Cengiz'in atı kırmızı, doru, bir tarih... Osman'ın ki siyah, masal, düşlerden çıkma... Mustafa'nın ki alacalı, kır at, bir kızılderili... Üçü de iyi binici, üçü de gözde ve umut verici... Arabaya koşulmuş bir at yeteneklerini yitirir, acaba hangisi... Herkes gözünü köyün girişine dikmiş, yarışın sonunu bekliyor, Tozlu yollarda, kimin önde olduğunu anlamak zor. O siyah at değil diyorlar. Cengiz sarıya çalar bir çocuk diyorlar. Mustafa eğilip bükülmez diyorlar. Osman hangisi diyorlar. Olasılıklar dünyasında, sonsuz varsayımlar çalkalanıyor, gidip geliyor, gelip gidiyor. Şu gelen siyah at ama toz karartmış da olabilir, doru at, Arap'tan hızlıdır bu o değil diyorlar, gösterişle koşanın kır at olduğuna yemin billah ediyorlar. Peki kim kazanacak bu yarışı, az sonra gerçek anlaşılıyor, kimsenin beğenmediği at birinci, herkesi düş kırıklığına uğratan Cengizhan ikinci bile olamadı. Mustafa kazanıyor yarışı. Osman şaşkınlık içinde, son anda kaybetti yarışı... Yaşamın bütün güzelliği, beklenenin değil, onun kadar şaşırtan ve mutluluk verici başka bir güzelliğin gerçekleşmesi değil mi... 98 Yaz günlerinde, taş merdivenlerde, gece yarılarına dek çene çalarlar... Amcanız komşumuz, yan yana evler... Eşi Kezban orda, yaşı çoktan geçmiş ama, neşeli ve sevecen. Oğlu Osman ressam, evin dış duvarına, sıvalara astı resmini, o ne renk, o ne güzellik, ant olsun ki onun eskil, bir mitos havası uyandıran, kışkırtıcı renk uyumunu bir daha göremedim, bir düş mü görmüştü yoksa çocuk... Gecenin karanlığında, önümüzden fenerle hayvanlara bakmaya gidenler, komşulardan, karşı mahalleden gelenler... Laflaşıyoruz, lambalar, kandiller, fenerler el ele, gökyüzüne bakıyoruz, bir kayan yıldız, gezinen bir yıldızcık, bulan gören alkış alıyor. Bir boydan bir boya, yıldız parlaklığında geçen ne çok şey var. Gezici yıldızlar, uydular, peykler, belki de sonsuza dek uzakta, Apollo benzeri şeyler, uçuk, kıpırdaşan, bana bakın, buradayım diyen nesneler... Ama gökyüzüne hepimiz hayranız. Kezban ana, Dellen kızı, Müzeyyen, Meşhur, Hüseyin, Latife, Ayşe, Nurhan, İlyas, Osman, gecenin ilerleyen zamanlarında, birer birer yatağa çekiliyor herkes. Ne zaman ahıra yemleri yenilemeye, suyu bitmiş mi bakmaya gitsek atlara, akşamüstleri, geceleri, karanlıkta atların gözleri kırmızı bir ışık yayıp, parlıyor sanki, köylüler gözü belerdi diyor buna, devinerek parlamak anlamına, dönerek bize bakıyorlar ve parlayan gözlerin kirpikleri ışığı kırarak, ışıldak gibi titreşen ve keskin bir dünya yaratıyorlar inanın, olamaz, şimdi düş gibi geliyor bana, onların uzanıp yattığını ve gözünü kapadığını görmedim ben, at kutsal bir hayvan, tanrının güzelliği, timsali sonsuza dek ayakta!.. Gecenin derinlerinde, yer yataklarında, buğdayların, ağaçların, meyvelerin, hayvanların kokusunda, fısıldayan rüzgarın ürpertisinde uyuyor köy, kimileri düşlerinde kekeler gibi, kimi bağırıyor ama sesi çıkmıyor, kimi kesik hırıltılarla gülüyor gibi, gece gündüz kadar eğlenceli, bir o kadar garip ve topluca tan alacasında uyanıyorlar ve ineklerin böğürmesi, beygirlerin kişneyişi, koşum sesleri, iplerin dolanışı, eşyaların patırtısı, çuvalların gümbürtüsü ve ana babalar, sarp işlerin ustası insanlar ve yaşama gönül vermiş gençlerle, güneş doğmadan yollara düşüyorlar. Son kez yapılan uyarıların, ovalara dek yayılan arzuların... Esenle, bereketle dolu arayışları... 99 Aşağı bağda pekmez kaynatılıyor. Köhünlere doldurulan kara üzüm, daha küçük keten çuvallara ayrılıyor ve çıplak ayaklarla, bir teknenin içine atılarak, çuvaldan akan suyun kesilip, dinmesine kadar çiğneniyor. Sonra kazanlara aktarılan üzüm suyu, bütün gün kaynatılıyor. Stendhal'in kırmızı ve siyahı gibi, kazan kızıl karaya ya da kapkara kesilinceye kadar, çubuklarla altı yakılıyor, pekmez öyle ki, ateşin harından, acayip sarı köpüklere bulanıyor, kabarıyor ve çığlıklar arasında taşıyor, son anda taşmaması için iki yol var, kazanı kepçeyle karıştıracaksın, o zaman ateşi düşen kazandaki pekmezin, hemen köpüğü sönüyor, unutulduğunu unutuyor ve taşmasından kurtuluyoruz ama kazan sayısı çok olunca, aynı sayıda kepçe olmayabiliyor. Öbür kazanın kepçesi yetiştirilene dek, pekmez köpürerek taşabilir, tek çare hemen kazanın altındaki ateşin hızını kesmek, bu da yanmakta olan çubukları, bağ omcalarını, çokakları kazanın altından çekerek, ateşin hızını düşürmek. İkisi de kesin çözüm ama bu arada ateşin tümüyle sönmemesi için, sıklıkla kepçe yetiştiriliyor ya da uygun bir bağ çubuğuyla kazan kuvvetle karıştırılarak, pekmezin taşması önleniyor. Ateşin bir bölümünü çekmek ya da ateşi söndürmek son çare... Sonra pekmezin tadına bakılıyor. Olmuş mu... İyi pekmez su gibi akmayacak, parmaktan düşmeyecek, damlayacak, koyu kırmızı olacak, küpte neredeyse siyah ve kaynatılırken içine kesinlikle bir ölçüde toprak atılacak. Pekmez yendiğinde, saydam sıvı görünümündeyse tadı az olur, ağır bir koyulukta mideye çabuk oturur, yenemez olur, bu yüzden toprak mideye oturmayı geciktirir, öyle acayip bir tat verir ki toprak, kıvamının ölçüsü ayarı ancak cennette bulunur!.. Hoşça kal üzüm kanı, seninle var olduk, bu satırların gücü senden geliyor, hayatı bize sen bağışladın, hakkın ödenmez!..