4 Şubat 2019 Pazartesi

SUZAN










SUZAN

(Kelebek uçmaz, kendini doğanın aritmetiğine bırakır...)

Hep bağlara, kırlara doğru giderdik.
Bir ermiş gibi beyaz gözlü, beyaz tüylü eşeğimiz yanımızda...
Tilki kuyruğu çamlarının süslediği yoldan, okulun tam önünden geçerken;
Bağlarda başı, bana hep yarı tanrı gibi gözüken o, dedi ki;
Dilersen seni okula kaydettireyim mi?..
Olur dedim.
Merdivenlerin önüne geldik.
Tahtaları gıcırdayan koridordan geçerek, diplerde bana dev gibi görünen bir adama selam verdik.
Adın ne dedi, söyledim. Anne, baba adı, tamam. İki kere iki kaç eder dedi. O da tamam. Ona kadar say, gene tamam, (Ne ki kendileri öğretmeyecek miydi bu oyunları!..).

Bana başı yarı tanrı gibi gelen, bırakıp gitti.
Merdivenlerde zili beklemeye başladım. Öğrenciler derste...
Zil çaldı. Tanıdık yüzler, hemen koşup yakalamaca oynamaya başladık.

Suzan arkamdan koşuyordu; kız kardeşi Emine'de...
Ama onun adı neden Suzan’dı, hep şaşardım.
-Anadolu Valisi olacaktı belki de, şimdi kim bilir nerelerdedir-
Bana adının yine de, Sezar der gibi tınılar yayan bir fonetiği vardı.

Koşarken naylon ayakkabım, ayağımdan çıktı, duraksadım.
Suzan, minicik dağ perisi, hızla çarptı ve pıtraklı bahçede sürüklendim.

Yaban dillerden çıkagelen bir ilenç gibi sözcükler savurdum ona ve ellerimi ziyaret eden, davetsiz dikencikleri bir bir çıkardım.

Seni söyleyeceğim dedi.
Söyle dedim. Haklı olduğumu sanıyordum!..

İlk dersimdi benim.

Oldukça soluk benizli, ama Avrupa kızılderilisi gibi biri, gel buraya dedi.

İstifimi bozmadım.
Yineledi, gene ses çıkarmadım.

Kürsüde bir tepegöz gibiydi.

Bu kez son derece otoriter ve barbariyan bir sesle bağırdı.

Gel buraya!..

Ürkmüştüm artık, umarsızca gittim ve tek bir vuruş...

Yüzlerce yıldız!..

Gelenekleri öğrenmiştim!..

O günden sonra okul, zorunlu gittiğim ve beni hiç ilgilendirmeyen bir şey oldu.

Ta ki o ana kadar!..

Bir gün ön bahçede, tanrının süpürgesi, buran yeli gibi eserken, Cibran havuzunun çevresinde, birbirinin peşinde, iki kırmızı balığı izliyorduk.

Karagöz çiçekleri, kır menekşeleri ve kuş dili ormancığının arasında...

Bir koruluk gibi.

Kızlar oturmuş söyleşiyorlardı.

İçlerinde Gönül'de vardı.
Bulutlar üzerinde sürüp giden bir söyleşiydi sanki.

Suzan, Cesaret, Talha ve ben...
Birer birer süzüyordu bizi Gönül, Lesbos'tan bir gönül çelen gibi,

Bana geldiğinde garip bir şey oldu.

Gülümsedi...

Sevecenlikle dolu bakışların arasından...

Yaşama yeniden bağlandığım, ruhumu Styks cehenneminden kurtardığım, her şeye yeniden başladığım an;

O andı işte...

Aşk dünyayı ziyarete geliyor ve her yere saçılıyor, serpiliyor, ruhlar gök kuşağına dönüyor ve insanlar güzelleşiyordu belki de...
...
Kırk yıldır o anı düşlerimde görürüm, kırk yıldır dinmez bir iç sızısı;

Servilerin önünde onu beklerim...

Hiçbir zaman gelmedi!..

Düşlerimiz, yaşamdan daha acımasız...








KISA BİR ÖYKÜ / 736 Sahife (66 Öykü) / Cinius Yayınları





'Dünyada her şey günün birinde bir kitap olmak için vardır' diyor Mallarme, öykü sanatı dünyamızın gayri resmi tarihi ve onun bir anı defteri -günlüğü- sayılabilir, dünya öykülerimize bakılarak yeniden kurulabilir.   Yazınımızın, şiirimizin geçmişten bu yana güçlü olduğunu biliyorum, sanıldığının aksine güçlü olduğumuz, evrensel katkıda
bulunduğumuz pek çok alan var bu konuda, bizde atalarımızın tilmiziyiz sonuçta...
Toplu öyküler değil bu, bir öyküler toplamı, kitabın bir adı olması gerekirdi bu yüzden, kısa yazacak kadar zamanım olmadı demiş yazar, 'Kısa Bir Öykü' adını vererek anakronik, ironik bir ad verdik bizde...

Gümüş Ülkesi'nin büyük yazarı Borges, ilginç ama trajik bir yaklaşımda bulunur; Köpeklerin bir tarihi olmadığına göre, bugüne dek bir tek köpek yaşadı diyebiliriz. Bu yüzdendir ki 'insanlık' hep bir -varoluş biçimi- aradı. İşte -Yazın- bir arayış ve varoluş biçiminden başka bir şey değildir ve bir amaç değil, bir araçtır yalnızca...

Ama onun sınırları evrenin sınırlarından daha geniştir, bir metafor olarak evren dediğimiz uçsuz bucaksız bir hapishanenin içinde yaşıyoruzdur belki de... Bizi olasılıksız biçimde kapsıyordur belki de evren; ama işte düşlerimiz onun sınırlarını aşar, çünkü düşlerin sınırı olamaz ve sonsuzluk onun yanında yaya kalır. İnsan için yazıklanası, tuhaf bir paradokstur bu, çünkü insanın sonsuzluk kavramı, içkin olmasına karşın, evrenin sınırlarından daha geniştir!.. Mutluluk beni kederlendiriyor, çünkü varoluş biçimlerimiz kimi zaman çok acımasız... Günoğulcu ya da etkileyici olmakla, yaratıcı olmanın sınırlarında çatışabiliyor insanlık...

Bu kitapta işte böylesi öyküler var, birer öykü olabileceğinden kuşkulandığım metinler de var, ne var ki sınırların parçalandığı bir dünyanın içindeyiz diyerek geçiştiriyorum bu tasaları... Bir çok öykü dışarıda kaldı, yazmaktan başka bir varoluş biçimi bulamayanlar için elim bir şey. Yaşama karşı bir tavır belirleyemedikçe, ona karşı bir duruş, bir sunu, bir verim geliştiremedikçe, bir soyutlamadan öteye gidemeyeceğizdir belki... İşte onu başaramadığını düşünen Kaan Romero'nun trajik öyküsü bu kitapta, onun gerçek yaşamda ki yansıları Soysal Ekinci ve Orhan Talat Şalcıoğlu'nun yaşamlarından bir esin ve onlara bir adayıştır belki de...

Çocukluğumda bir sabah köpeğimizin olmadığını gördüm, babam ölüme gitmiştir o dedi. Yazmak için unutamayacağım bir olaydı benim için, Lortop onun öyküsü, bir köpeğin anıları, küçük bir novella belki de yüz elli sahifelik ve kinik bir açınlama... Ada öykülerini bir çırpıda yazdım, parapsikolojik olanları da var, yalnızlığın dolambaçlarında yolunu yitirenleri de, sondan başa doğru sıralandılar.

Diğer öyküler zaman içinde dile gelmiş olsa gerek. Kimileri kendisi için yazdığını söyler, kimileri için okur dilden düşmez bir aşk öyküsüdür; Hiçkimse, diyesim 'Odysseus' için yazdığımı söylesem bilmem ne derler, 1001 Gece Masalları bile öyledir gerçeklikte... Ama kinle yazdığım öykülerde var, bu nasıl oluyor derseniz, düşmanca bir tavır değil, tarihte göz ardı edilmiş kahramanlar veya bizim elimizin değmesinden çekindiğimiz şeyler belki de, bilim kurgu, binbir gece masallarına öykünme ve İlyada'ya zeyl, örneğin Ölü adlı öyküyü yazabildiğim için anakronik dünyamıza karşı çıkarak, Hektor'a olan borcumu ödediğimi düşünürüm neredeyse, Truva'yı şimdiye dek denenmemiş bir açıdan yazmak belki de göz ardı edilen bir gerçeği yerine getirmektir, kim bilir.

Bir kitabı okumak değildir aslolan, birinin dünyaya neden böyle bakmak istediğini anlamaya çalışmak, gerçekten gizemli ve paylaşılmaya değer bir olaydır benim için, bir kitabı okumak değildir amacım hiç bir zaman, bir insanı tanımaya çalıştığımı ve onunla yaşamın içinde zaman zaman birlikte yürüdüğümü düşünürüm hep. Kitabı değil o birini tanımak bana gizemli bir paylaşım gibi geliyor her zaman. Örneğin Malaya adlı öyküyü neden yazmak ister bir insan, bir yokuşu tırmanırken sırtında beliren kara bir noktayı yok etmek için mi... Buradaki öyküler bir kitap değil, bir insanın, hiç kimse için çığlıkları ve sınırlı bir yaşam için, son iç çekiş provası!..

Yaşam sevinci okuyanın üzerine olsun. Hayy-u la yemut, ölmeyene aşk olsun!..



İşte, Kısa Bir Öykü'deki 66 öykünün, en kısa öyküsü!..



KISA BİR ÖYKÜ

(16. Öykü)

 Kafede oturuyordum. Gözümün önünde birine saldırdılar. Argolar havada uçuşuyordu. Ayırdılar. Bir süre sonra, saldırıya uğrayan garip bir şey yaptı. Ötekilerin dizinin dibine bir ‘Kitap’ bırakarak, çekip gitti!..