25 Temmuz 2019 Perşembe

HOBİ
Genelde sanata yönelik, alışkanlığa dönüşen, sportif veya entelektüel edim. Pul koleksiyonculuğu, resim yapmak, fotoğraf çekmek, yüzmek...
Türkçesi; SEVİT.
Senin bir hobin yok mu... Bir sevit bul kendine? İlk bakışta yadırganır her yeni sözcük ama gerçekte her yenilik yadırganır. Zamana sürem dedik olmadı ama olasılık, bilgisayar, bilimkurgu, sürücü vb. kullanılır oldu. Az gelişmiş ülkeler başka ve dominant dillere yönelirler, İngilizce gibi, bununla kendi yurttaşlarına karşı bir üst kimlik edindiklerini sanırlar, oysa bu Nepal'de, Tacikistan'da, Nijeryalarda görülen bir yöntemdir. Suyu hala kurnadan içen halkların yöntemi!.. İtalya'da water deyin su istemek için, görevli hareketsiz kalır, ta ki Aqua minerale naturale diyene kadar. Fransa'da öyledir. Nerede çocukların dudağına hala sineklerin konduğu ülke vardır, orada insanlar hello, bonjur diye peşinizden koşarlar. ÇÜNKÜ açık pazar ve bir sömürgedir oraları!.. İnsanın efendisine HELLO diye hitap etmesi kadar, ''sömürge valisini'' bahtiyar eden bir davranış yoktur. Onun için bizde bu denli İngilizce levhalar ve isimleri kullanma yaygınlığı, birbirimize 'sey' diyerek 'remember' şarkısını mırıldanarak kaldırımlarda yürümemiz, sanıldığının aksine bizi Paris'e, Londra'ya komşu yapmaz, Tacikistan'la , Nepal'le kader birliğine sürükler yalnızca... Sizi AB kapılarında elli yıldır süründüren zihniyet, böldüğü Yugoslav ülkeleri sorgusuzca AB ye alırken sizin ilanihaye donunuzun rengini soruyor ve siz onların dilinde şakıyarak, onlar gibi olmaya çalışıyorsunuz, sonuç; NAFİLE! Stockholm sendromu budur işte, efendisine kayıtsız şartsız bağımlılık dürtüsü... Tarih boyunca uygarlıklar yaratmış Türklerin hal-i pür melali bugün bundan ibarettir. Başka dilleri bilmek, kendi dilini kaybetmek tehlikesi midir? Unutmayın ki kara Afrika'nın çoğu ülkelerinde İngilizce, Fransızca resmi dil, sömürgeciliğin tanrısal kuralıdır bu, BELLEK KAYBI! Başkasının dilini konuşacağınıza, kendi dilinizi başkalarına öğretmelisiniz. ÇÜNKÜ o zaman İngiltere ve Fransa seviyesine geldiğinizi göreceksiniz ve siz her iki cihanda(!) hem İngiltere ve hem de burada yabancıları hello diye karşılamayacaksınız artık, onlar merhaba demeyi veya günaydın diyerek güne başlamayı öğrenecekler ve siz birden aydınlanacaksınız ki, demek, modernite çağdaşlık dedikleri; Başkalarının dilini öğrenmeye oranla; Sizin dilinizi başkalarının öğrenmesiyle oluşan katsayı arasındaki farkmış!.. Şunu bilin ki, 80 milyon İngilizce bilse, Birleşmiş Milletlere kayıtlı ülkeler arasındaki yerimiz, 193 ülke arasında 149'dan ilk 20'ye inmeyecektir, sadece İngiliz Uluslar Topluluğu'nun sayısına bir adet daha, ülke eklenecektir. Oysa bir zamanlar Avrupa'nın ortasından, Türkçe konuşarak Çin'e gidilir diye övünürdü bu kadük millet!.. Nasıl oldu da -sömürge ruhu, esaret duygusu- sindi genlerine HAYRET!..
(Bunun sorumlusu asla iktidarlar değildir, tasmalı maymun sürüsü aydınlarımızdır, Fransa'dan şiir ithal eden Atilla İlhan vb. -ne acıdır ki, yalnızca şiirimiz dünya çapındaydı bizim!-, ömrü Amerikan filmlerini forse etmekle geçen 'misyoner evladı!' Attila Dorsay, köşesinde borazan öttürerek, Avrupa'nın beyin boşaltma makinesi bienallerini, Banksy denen ve şimdi birden ortadan kaybolan (!) bir graffiti sanatçısını özgürlükçü (!) diye beyinlere nakşetmeye sevdalı Doğan Hızlan ve bu zihniyetin işbirlikçi, bilumum şürekalarıdır. Bunlar Şarlo'tanları size Mesih gibi aktarmakla görevlidirler ama siz bu yerli misyonerlerimize buradaki gibi iki çift laf ederseniz, en pısırığımız bile aslan gibi kükrer inanın ve herkes size düşman olur, böylesi toplum efendilerine bağımlı bir kültürün tasmalı zihinlerine iman etmeyi çağdaşlık sayarak gerçek yandaşını ve yurtseverini ya öldürür ya süründürür. Bakınız geçmiş... Ve bakınız kimler hala ayakta, bir hacı yatmaz gibi ve afra tafrayla, papyonlu salonlar ve ithal viskilerle kimler hüküm sürmeye ve geviş getirmeye devam ediyor, hemde ölülerinin üzerinde tepinerek, utanmalıyız ya da yazıklar olsun diyemem, tarihin karanlık sayfalarını aydınlık addeden bir uygarlık biçimiyle dönüyor bu dünya, et ve kan uygarlığı bu... Bu uygarlık biçimi değişmedikçe bu görüntüler sürecek, umarsızlık insanın değil çağların sorunu bu dünyada, bir toplum, bu durumda -ancak -bu kadar EZİK olur!.. demekte bir fantezi değil, kaderimiz, evet kaderimiz, dışa bağımlı ve olağan şüpheli tasmalı maymunların kaderi bu, deja vu gelecek ve geçmiş çağlar!.. Korkacak bir şey yok, bir tercih bu, insan ve toplum çeşitlemeleri bu, aksırın ve tıksırın alabildiğine çekincesiz, hello my darling dünyacığım, ezen ve ezilenin kardeşliği bu!..)
SANATÇI KİME DENİR?
Bütün dünya ressamlarla dolu, peki ressam kim ve eğer unutulacaksa bir ressam neden bu işi yapar, çünkü sanat zamana karşı koyma içgüdüsüyle girişilen bir uğraş, diğer uğraşlar görecelikle sıradan kabul ediliyor, sanat zamana, yaşama, dünyaya, tanrıya, ölüme karşı açılan bir tür savaş ve düşünceyle yoğrulmadıkça ve düşüncenin bir yansıması olmadıkça beyhude bir şey...
Pek çok insan tanıyorum hala uğraş içindeler ve kendimizi -söylemekten çekinmemek gerekir- içgüdüsel anlamda olsa da beğenmedikçe sanat insanı yıpratıp, bir yok oluşa sürükleyebilir. Deyim yerindeyse sanatçı kendisiyle barışık olabilmelidir. Öyleyse sanatçı kim peki, bu resimde, bir ülkede tıpkı bizler gibi kendi ütopyasında yaşayan bir ressam var, bizim ondan haberimiz bile yok, ama tıpkı bildiğimiz ressamlarımız gibi bir atölyenin içinde, olasılıkla mutlu ve bir güven içinde bakın nasılda poz vermiş.
Bu benim ilgimi çekti, yerel bir ressam olarak unutulup gidecek mi bir gün, yoksa kataloglarda adı anılmadan geçilmeyecek biri mi olacak sonunda, tek sorun bu mu diye düşünebiliriz, ama o değil, sanatçı düşüncesinin karşılık görmesini ister, sonuçta bir düşüncenin ortaya koyduğu bir figür olduğu için, örneğin okunmak, bakılmak, değerlendirilmek, söz edilmek ister uğraşını verdiği konuda, bu saçma bir şey değildir.
Sokrates düşüncesinin değeri olduğunu varsayarak kuramlar ortaya atıyordu, Platon devleti eleştirirken, bu konuda kendisinin görüşlerine başvurulmasını düşlüyordu doğallıkla, yoksa sanat sıradan bir şey olsaydı, öyle algılansaydı, ne Marks Kapital'i yazmaya soyunurdu, ne Picasso ömrünce resim yapardı, ne Evliya Çelebi gördüklerini yazıya dökmeye kalkardı. Sanat zamana bir karşı koyma isteğidir, bir varoluş biçimi olarak, bir anlamda ölüme karşı bir meydan okuma, ama araç olarak düşüncenin seçildiği bir alan olmak kaydıyla, bir marangoz eğer yapıtlarında bir düşünce ortaya koyabilse ya da farklı bir bakış açısı geliştirebilseydi ona da sanatçı diyebilecektik; onu sanatçıdan ayıran, tekdüze ve bir tür yinelemenin için de yaşayıp gitmesidir. Sanat bir yadsıma, yadsımanın yadsınması veya bir aşkınlığın içsel ya da dışsal bir görüngüde kendine yer bulabilmesidir. Düşünsel bir zorbalıkla, doğallıkla, seçkinlikle, aşkınlıkla olabilir bu...
Öyleyse sanat, verili dünyamıza bir tür karşı koyuş, farklı bir düşüncenin ileri sürülerek, yeni bir ufuk açmanın hülyası ve bildiğimizin bir yanılsama ya da yetersizliğin girdabı olduğunu ileri sürerek bir tür yadsıma ve yansımadır. Sanatçı, bakın bu Van Gogh, işte bu Platon'un görüşü, bu dizeler Nazım'ın, bu açını Marks ileri sürmüş diyebildiğimizde sanatçıdır.
Bunun ayrımına varmak için ne yazık ki zamana gereksinim var, çünkü tıpkı bu resimde, çabalarının önünde derin bir bakışla poz veren sanatçının durumunda olduğu gibi, onun gelecekte mahşerin dört atlısından biri olabileceğini anlayabilmemiz ya da ileri sürebilmemiz veya kabullenebilmemiz için beklememiz gerekir. Çünkü bizimde tıpkı burada olduğu gibi düşlerinin içinde boğulmuş, selinin içinde sürüklenmiş nice ressamımız ve sayısız sanatçımız var.
Ama düşüncesi; bugünü, geleceği ya da zamanın her hangi bir kesitini değiştirebilen veya sonsuzluğun kovuğunda kendine yer edinebilen, rüzgarın sağrısında bir tutam yer açabilen, şu mahzun dünyalı belki sanatçı olmayı başarabilecektir.
Zaman, tanrının da, insanlığında, sanatında, yaşamında ve ne yazık ki saltıklıkla -kendisininde- kayıtsız, koşulsuz efendisidir.
Her şeyi bilen ve gören yalnızca odur!..
MEDUNA

Kafesinde çırpınan küçük tavusum
Ehrimen'den korkma
O evcil bir pars.
Faslı'm benim.

Seni Seduna mı getirdi?
Ey delisi olduğum
Gizlerini bana verdin sen, bende söz verdim
Bir mezar taşı kadar sessiz olacağım.
Çiçek tarhlarındaki ayrık otu gibisin
Biricik.

Dağınık saçların ruhum gibidir.
Gözlerinin rengi bakır kadife.
Dondurur beni, içine çeker.
Onlar büyücüler.

Nar ağaçlarıyla dolu korudan
Mırıltılar geliyor.
Biri şarkı söylüyordur belki de
Meduna'm o sen misin?

Bir kuş gibi olsaydı kanatlarım
Hep sana doğru uçardım ben
Altınsı güneşime.

Ve elmas rengi sabah çiğinin
Peşinden sürüklenip giderdim,
Emel denizlerine.

Uzatırdım elimi gariplere;
Mırıldanır dururdum gaiplere
Ezgilerle, aya, gecelere.

Ve adardım kendimi bir ceylanı beklemeye
Böylece uçarak umardım ben
Senin koynuna girmeye

Vaat edilen cennete...
SEMİRAMİS

Benim küçük günahkârım.
Afrika menekşem.
Narım.

Kanatlı melek diyarım.
Firdevsi'nin gözdesi.
Gülizarım.

Senin güzelliğin dağ başlarındaki dumana benzer.

Demavend kadısı senin için yaşadı.
Bağdat'ın Sultan'ı görümlüğe geldi.
Kahireli düzenbaz canını verdi.

Tanrının rüzgârı senin için inlerdi.
Şehname'nin yaprakları bir bir açılır.

Zayıf ışıkta bir pars pençesi.
Ruhumun halifesi.

Ey ay kapılarında bekler ceylanım,
Bak altın anahtarım içinde şıkırdıyor.

Frenk krallarının 'Gözde' pazarı,
Basra sularının yakut kartalı,
Tanık olsun ki

Çöl gecelerinde deli gibi sevdiğim,
Atımın üzerinde gidip geldiğim;
Serabım sendin.

Göğüs uçların Umre dutları gibidir.

Ey Ferhat'ın elması,
Başak tarlasında sıçrayan çekirgemdin.

O çıldırtan buseden
Sülünlerin Suzan'ı
Perilerin sazanı

İrem bağlarından yayılan koku
Melek bahçelerinin kedicik ceylanı sen miydin.

Akad dayılarının elinden aldım onu.

Onun bakışları ayet-i kerimedir.

Bir bülbülün şarkısı.

Birimiz Huş'ta birimiz Fizan'dayız.
Ama kalbimiz tek arzularımız birdir.
AŞK
(I-II-III-IV-V)

“Cinsel ilişki yoktur” demişti Lacan. Ona göre iki kişi arasında cinsel ‘birleşme’ olanaksızdı. Herkes sarsılmıştı. Feministler, felsefeciler, sosyologlar, psikiyatrlar ve eli kalem tutan, Lacan’ı bilen bilmeyen şaşkınlık içindeydi. İki kişinin arasında bir cinsel ilişki gerçekleşemez diyordu çünkü o. Aslında bir eylem olarak cinsel ilişki vardı ancak bu sanıldığı gibi bir ilişki biçimi değildi. Cinsel birleşmenin cinsleri bir araya getirmediğini aksine ayrıştırdığını savunuyordu. Ona göre cinsel birleşme bir ilişki yaratmaz aksine ayrıştırırdı.

‘Aşka Övgü’de Badiou bunu özetliyordu: “Lacan bize aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin aracılığı söz konusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür… Cinsellikte ötekinin aracılığıyla da olsa kendinizle ilişki içindesinizdir.”

Diyesim iki insan arasında geçen ‘sevişmek’ aslında bir ilişki biçimi değildir. Ve her aşkı ilk dokunuşun öldürmesi biraz da bundandır. Aşk denilen şeyse işte tam da cinselliğin o doyum nedir bilemeyen, tekrarlayan, kendini yineleyen boşluğuna dolan ve onun açığını kapamaya çalışandır. Aşk bu nedenle gereklidir. Ancak bu noktada Badiou bir tehlikeye dikkat çeker. Ona göre aşk, anamalcı tüketim dünyasında büyük bir tehdit altındadır. Bu nedenle aşkın yeniden bulgulanıp, yapılanması (icat edilmesi) ve aynı zamanda da savunulması gerekmektedir.''

Aşk nedir? Hiç bir şeyin tanımını yapamadı insanoğlu, tanım değişmek için vardır. Aşkı konuşmak olasıdır ama, daldan dala geçersek, aşk ufuktaki bir manzara, bize doğru yaklaşan bir düştür. Onu bir tablo gibi görürüz, önümüzden geçer, ne güzel rengarenk giyinmiştir, salınır da, geçerken evinizin önünden dışarı sarkan ağacın çiçeklerini eliyle tutar gibi yapar, hafifçe zıplar, işte kül kedisi, bir masal...

Onu annesiyle kavga ederken görürsek aşkımız bitebilir, kardeşini itmeye kalkarsa ayılırız, babasına saldırırsa aşk bir yalandır artık, neden, usumuzdaki bilinir dünyanın dokunulmazlıklarıyla bir ütopyanın içinde yaşarız bizler, büyük bir felaket, ani bir ölüm, keskin bir acı düşüncelerimizi alt üst eder, aşkı ya bitirir veya bunun üzerinde yükselen yeni bir aşk başlayabilir, ta ki ''400 Darbe'' yenilenesiye kadar.

Gençlik aşkımız bizi bunalımlara sürükler, başımızı öne eğmiş öylece dolaşırız, neden, yaşamımızın en büyük hatası gibi gelir bize, birini anlayamamışızdır, üzmüşüzdür ya da bizde kederler içinde helak olup gitmişizdir. Her aşkın bir aurası vardır, yaşam havuzu, bizim ayrıldığımız nokta, İrlandalı aşıklar için birleştirici olabilir, bizim kıskançlıklarımız Sibirya'da köylüleri güldürebilir, bizim gözyaşlarımız Bolivya'da sonu ölümle biten bir edimin dışavurumuna dönüşebilir.

Aşk evrensel değil, yerel bir duygudur. Sevgi kozmiktir ama çarpanları yaşadığımız topraklara sıkı sıkıya bağlıdır. Dolayısıyla aşk gökseldir hepimiz için ne var ki 'Aşkın Kanunu' neredeyse mahallemizle sınırlı olduğu için, yaşamın sıradanlığından kendini kurtaramaz, aşk dedikodu gibidir bu yüzden, cilveli bir insan ilişkisi, soylu görünüşü, sevda-sevi gibi bir yüceltilmişliktir ama kuralları iki mahalle arasını geçemediği için o daima 'Carmen' gibi kanla da sonlanabilir, dağı delmeyi de gerektirebilir, aşk tanrısaldır, kutsanmıştır belki, evet diyebilirsek de insanlar arası bir ilişki olduğu için ayakları daima yere basmak zorundadır. Yoksa aşk bir sapma ve anomaliye dönüşür, drahoma kavgası ve mahkemelere düşmenin utancıyla taçlanabilir ya da akıp giden ırmakta hüzünle yüzen bir ceset olur artık. İnsan, tanrının kirli elidir.

Aşk kültürdür, sahip olduğumuz kültürün iki iye arasında paylaşımı ve yaşam psikolojisinin, sosyolojisinin presi altında yel değirmenleriyle savaşa dönüşebilir. İki ayrı kültürün aşkı, bunun bariz sorunları ortaya çıkmadığı sürece panoramik bir manzarayı izlemeye benzer, ta ki dokunuşlar fiziksel bir acıya ya da sizin anlayamayacağınız, algılayamayacağınız varyantların içinde, ağlayıp sızlayana ve nostaljiye, yurtsama duygusu, yani kendi öz beninizin yeşerdiği ve özgürlüğünüzü alabildiğine yaşadığınız toprakları özleyene dek.

Gençlik aşkım, evimize gelirdi, ne büyük bir özveri yarabbim, ama değil elini tutmak, gözlerine bile bakamazdım onun, neden, 'Ben Başkalarıyım', mahallem, çevrem, ebeveynler, gelenekler ve duvarlarda asılı duran silah. Çehovvv diye patlayabilir!.. Bu silahlar çeşitlidir üstelik, bizde, sizde olmayabilir, ama düşüncelerde bir silahtır, beyin, görenekler, onların üzerinde yapılanan postülalar, hipotezler, denemeler, sizi baştan çıkarır belki ama tamuya da gönderebilir. Aşk tehlikelidir. Marjinalite gibi algılanan erişilmezliği bu nedenden ileri gelebilir. Korkaklık ise bize özgü değildir, çünkü cesaret neden korkacağınızı bilmektir diyor bilgeleriniz.

Ah o aşk yok mu, sabaha kadar benimle otururdu, ama kim inanır, şafak sökerken ve kuşlar öterken yolcu ederdim ben onu, evlerde bir pırıltı, bir ışık var mı diye gözetlerdim, beni ölüme götüren, bir kez bile öpemediğim, bir kez bile elini tutamadığım cehennemim yüzünden. Bir gün açık pencerelerden, küçücük bir uçak geçiyor ve kuş gibi bir şeyler atıyordu havadan, şaşkınlıkla izliyorduk ikimizde, elimi tuttu, tanrım günahlarımı affet diyemem, beni cezalandırmalısın... Elimi çektim... Ey hayatın ve ölümün amansız baskıları, bana yaşamı çok gördünüz, bir kalbi kırdım ben ve onun acısıyla ölüp gideceğim...

Aşk öyle ki, sonsuza dek yaşasak, yıllarca yıllar kadar yıl sürse de sevdamız, hiç bir şeyi anlatamayız, hiç bir şeyi anlayamayız hayatın bu dikenli yollarında, edimlerimiz, eylemlerimiz, her şeyimizin içinde, başka eller, başka düşünceler ve başka yaşamların dokuncaları var. Biz, biz değiliz... Ve ne yazık ki aşkı da, hayatı da hiç bir zaman olması gerektiği gibi yaşayamayacağımızı biliyoruz.

Ölüp giderken yalnızca şunu düşünebiliyorum ben, keşke sevdiğimin elini tutsaydım, keşke onun kalbini kırmış olmasaydım. İşte o zaman bu acılarla solup gitmeyecek, bu anılarla sürünmeyecektim. Belki de kendimi yaşamış saymaya kalkışacaktım, şu ölümlü dünyada!..

''Bir kalbi kırılmaktan koruyabilsem / Yaşamış olmayacağım boşuna / Bir hayatı acıdan kurtarabilsem / Bir ağrıyı dindirebilsem ya da / Ya da bayılan bir kızılgerdanı / Koyabilsem yeniden yuvasına / Yaşamış olmayacağım boşuna...''

II

Aşk, ana rahmine dönüş özlemidir...
Ötekinde, diğer varlıkta, karşıtında, karşı cinste yitip gitme, yok olma isteği. İçgüdüsel bir kıvılcım, dürtü. Tarih ana tanrıçaları, dünyayı içine alabilirmişçesine görkemli sunar. Çünkü ondan geldik, ona gideceğizdir. O sığınağımız, o doğduğumuz mağara ve her şeyi içinde barındırabilen, evreni dilerse yeni baştan yaratabilen bir tapınaktır.

Bir mozoledir o, yüzlerce süt veren çeşmeler gibi, heykellerden salkımlar gibi ağıp çoğalan, göz alan kutsal piramitleri, bereketli hilal gibi uyluklarında gizli ve henüz gizemi bugüne dek çözülememiş bir galaksi ve dünyanın tüm acılarını, hay huylarını, tüm olmuşları ve olacak olanları saklayan, yaratan ve yaratmış olan görkemli karıncığı ve tanrısal yaratıklar, usa sığmaz tavuslar, zümrüdanka'lar gibi gezegenimize yayılan kanatları, taçları ve büyücül ayaklarıyla, tuba gibi dalgalanan saçları ve her şeyi gören engin gözleri ve can alıcı dudaklarıyla bir tanrıçadır onlar, gerçek yaratıcılar!..

Kozmos, evrenimiz başka bir gerçellikten yansıyan bir görüntüdür belki de, paralel gizençlerin doğaçlama yansıması, bir illüzyondur. Bilinemez belki ama, gizi çözülemeyen her şey gibi düşüncelerimiz de bir illüzyon, bir sanı, bir sanrıdır belki de... Gerçeklik bile, kimi zaman bir gerçek sayılamadığına göre şu dünyamızda, her şey bir düştür belki de, tıpkı; Aşk gibi...

Aşk neden bir sanıdır öyleyse, bilinir ki maddi varlığımızın bir başkasının içinde yitip gitme ya da vücut bulma olanağı yoktur ne yazık ki, bu nasıl gerçekleşmelidir o halde; Düşüncede... Biz sevdiğimizde, ötekinde, yok olup gideceğiz, dünyanın tüm eşitsizlikleri, dengesizlikleri, hiçlikleri ve hiç bir yere varmaz erekleriyle birlikte, korkunç çabalarımız, kendimizi kendisinde yok ettiğimiz aşkımızda sona erecek, sonsuzca yitecek ve biz de işkencelerden, can alıp, can verdiğimiz uğraşlardan, kanlı tapınmalardan, yok yere yok olmalardan, bu biçimde kurtulacağızdır.

Ütopyamız, aşkımızdır bizim. Biricik yaşam bizim için oradadır ve onunla yek vücut olduğumuzda tüm acılarımızdan kurtulacak, kendi krallığımızın Eden bahçelerinde, sırat diyarlarından ötede, sonsuz bir sükun içinde var olacağızdır artık... Masalsı ama, tüm arayışlarımız, tüm çabalarımız, tüm yaratılarımızın sonu, bir söylenle son bulmadı mı, bir masala dönüşmedi mi, bize korkunç gelebilen, gelen masallara hem de!..

Aşkın süjesi hep arayan olmuş, gariptir öznesi ise hep aranılan... İkisi de aynı şey halbuki... Çünkü aşk kendini aramaktır. Hep çöllerde ağlayarak diğerini aramış aşık olan, saraylarda onu bulamamış, cennet bahçelerinde onsuz mutlu olamamış, neden, niçin... Yaşam sürgit bir illüzyon ne yazık ki, bu kadirden yoksul olanlara bir teselli, sadakayla çoturunu, çakşırını bağlayanlara bir umut olsun diye söylenmiyor. Sözler bulutlar gibi sarkamaz yeryüzüne... Bir tasarımdır onlar, soyutlamadır.

Bundan ötürü ve tam aksine, han hamam ve şadırvan sahiplerinin ne denli bir boşunalık, soydaşlarının üstünde hükümler, diskurlar üretmenin nasıl bir acımasızlığın, acınası hengamesi içinde yaşadıklarını, tıpkı sözü edilen illüzyonun kozmikomikliği içinde nasıl da gülünç, toz ve toprak hükümranlığı, maden-metal bezirganlığına ram olup ve yaşam denilen şu kutsal, şu şaşılası serdengeçtiliğe, hiç bir katkı sağlamadan, nasıl da göçüp gittiklerini anlasınlar diyedir.

Acı olan şudur, mal ve mülk sahipleri, tarihin yapraklarını değil, kabir ve tapınaklarını bile süsleyemediler ölümlü yaşamlarında, hiçbiri... Gözleri aşkı değil, başkalarının açlığı, zulüm içinde inleyip, yok olup gitmelerinin üzerinde olanlar, tanrıya, anaya, yaşama ve olasılıklarla türetilmiş öbür dünyaya inanabiliyorlar mıdır acaba... Konu nereye geldi... Biz yine de aşk, adları 'Gözleri, günahı arar gibiydi' anlamına gelen ateşe tapanların, özlemle tutuşturduğu volkanların içinde, gönül coşkusuyla yitip gitmeleridir diyelim.

'Ben yürürüm yane yane / Aşk boyadı beni kane / Ne akılem ne divane / Gel gör beni aşk neyledi.' ... 'Yunus durur benim adım / Gün geçtikçe artar odum / İki cihanda maksudum / Bana seni gerek seni.' Bu ikisini şu dizelerle tümleyebiliriz, 'Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeri:' Aşkın burada olabilecek tüm tanımları var, aşk dünya gailesinde yolunu şaşıran her güzelim mahlukun tutunacak bir dal aramasıdır belki de, sonsuzluğu başlangıçta arama, ilkinsil olana dönme arzusu!.. Hesapsız, pusatsız, pususuz, sabansız, silahsız!..

Sonuçta bir umarsızlıktır aşk... Yaşanılır dünyamızı, bir bakış açısına göre cennet sanabiliriz, cehennemde diyebiliriz. Bir ışık ayracı, patolojik bir varsayım diyende çıkabilir, her şey olabilir ruhu revanım, her şey olabilir...

Ne ki gelecekte, geçmişten kalacak tek şey ne olabilirdi dendiğinde, son Mohikan'ın son sözü, şu garip tekerleğin özeti nedir diye düşünüldüğünde, göz yaşları içinde, tek bir sözcük yankılanacak kulağınızda...

''Bana bir aşk masalından şarkılar söyle...''

III

Aşk içe dönüktür. Karşıtında, kurbanında kendini gösteren bir narsizm ve egosantrizm -benduyumculuk- ve bir yok etme arzusudur. 'Mutlu aşk yoktur', aşk hezeyandır, sanrıdır, gerilimdir, yaşama karşı üretilmiş bir antiyaşam duygusu, minicik bir ütopya ve bir karşı duruştur. Aşk muhalifdir, dünyayı değiştirmeye kalkışmanın içgüdüsel travması, imgelerle, simgelerle süren bir gösterisi ve bir hezimeti, yenilgisidir.

Dünyada sonu mutlu biten, ya da neşeyle süren, yaşanmış ve yaşanacak hiç bir aşk yoktur. Çünkü aşk, ilahide olsa, cismanide olsa, ikisinin arasında gidip gelen, yiten, bir ruhani ağıtta olsa ölüm gibidir. Sonu hüzünle biter. Bu yüzden aşk ölüme benzer, ne denli mutluluk yaysa, ıtırlar, rayihalar, baygın kokularda olsa kendi cehenneminde, bir yok oluş, bir düş kırıklığı, bir keder birliğidir.

Aşk bir periferidir, sonsuzluğun içinde bir andır, o an düşlerimiz bir hülya ile buluşmuş, bir ceylansı dünyanın ütopyasında, bir ahu gözle ya da çıldırtıcı bir bakışla ya da bir düşüncenin düşünde, hüzün veren, mutlanlı karşılığıyla buluşmuştur ama zaman akmaktadır ve mekanın durağanlığında hiç bir düş, hiç bir düşünce ya da insanoğlunun efendiliğinde bir dünyanın cennetsiliğinde, hiç bir edim zamana karşı koyamaz, ütopyalar bu nedenle olanaksızdır, aşklar bu nedenle yitip gitmek, elemle geçici olmak zorundadır ve yaşam bu nedenle bir düştür, çünkü yaşam hiç algılayamadığımız denli çabuk, biçim değiştirmektedir yeryüzünün vadilerinde, çöllerinde, gökdelen ve kulelerinde, sur ve kalelerinde, sarnıçlarında ve ayda, Venüs'de ve dünyanın uçsuz bucaksız köşelerinden uzak, kozmik yerlerinde, başka yeryüzlerinin, başka cennetlerinde ve cehennemlerinde...

Aşk bu nedenle yerel ve ölmeye mahkumdur. Ölümlü olan bir şey neden bu denli çekici, özenç veren, düşlere garkeden ve bizi bizden eden bir rüyadır ki... Çünkü aşk bir sığınmadır, kendi ütopyamızdır ve aşkta hiç olmadığı kadar biz varızdır. O bizim cumhuriyetimiz, kendi devletimiz, bir tür krallığımızdır. Bitmeye zorunludur, çünkü yaşamsaldır, bozunmaya çürümeye zorunludur, çünkü zamansaldır, bir illüzyon, bir düş olmaya zorunludur, çünkü ulaşıldıkça ulaşılmaz olandır.

'Sen esirliğim, hürriyetimsin. / Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin. / Sen memleketimsin. / Ela gözlerinde yeşil hareler / Sen güzel, büyük ve muzaffer / Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin. / Sen memleketimsin. / Ben sende kutba giden bir geminin sergüzeştini, / Ben sende kumarbaz macerasını keşişlerin / Ben sende uzaklığı / ben sende imkansızlığı seviyorum.'

'Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine / Ve kan ter içinde, aç ve öfkeli, / Ve bir avcı iştihasıyla etini dişlemek senin. / Sende ben, imkansızlığı seviyorum, / Ama asla ümitsizliği değil...'

Aşk şiirleri her şeyi gizlice anlatırlar size, bakın ulaşılmazlık bütün şiirlerde ana karakterdir!..

'Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayâle. / Halbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle / Ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var / Ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile… '

Aşkta evet kavuştuk, birbirimizin olduk, mutluyduk, sonsuz bir sarhoşluk içindeydik diye bir dize göremezsiniz.

'Kimbilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi. / Uzaktan seyredemeseydik ruhunu birbirimizin. / Kimbilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden, / Belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize...'

Büyük şairimiz aşkın bir yaralayış ve gizilde olsa umutları yok eden, bir hicran, bir ulaşılmazlık ve salt bir özleyiş olduğunu nasılda anlatıyor.

Çok sevdiğim bir şiir var, insanın sevdiği şiir o denli çoktur ki, buraya sığdırmaya kalksanız yazı olmaktan çıkar antoloji olur sayfalar... Yorgo Seferis'in gizemli ve platonik düzeyde bir ağıt gibi gelen aşk şiiri işte şu, aşkın içsel ve bir aldanış olduğunu ne güzel anlatıyor, kısacık bir risale, bir ayet gibi hem de....

'Denize yakın mağaralarda / Bir susuzluk duyarsın, bir aşk, / bir coşku / Deniz kabukları gibi sert / Alır avucuna tutabilirsin. / Denize yakın mağaralarda / Günlerce gözlerinin içine baktım, / Ne ben seni tanıdım, ne de sen beni...'

Ve bazen aşk şiiri bambaşka bir şey, bambaşka bir söylen, bambaşka bir rüya gibi çalar kapınızı, içinde aşktan en ufak bir iz yoktur, aşkı anıştıracak tek bir dize yoktur, ama o aşkı anlatan belki de en büyük ağıttır şu dünyada, kimseler bilmez, kimselerde okumaz, çünkü aşk gizlidir, göz yaşlarını göstermez, o kendini sonsuza dek saklar, olanaksızlığın, ruhun tene sığamayışının, yaratılanın evreni algılayamayışının, evrenin insanı anlayamayışının bir destanıdır o...

'Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından. '

İçinde E harfi olmayan kitaplar, içinden tramvay geç-mey-en şarkılar vardır hani, işte içinde aşk sözcüğü geçmeyen şiirlerde, tıpkı onlar gibi, bazen aşkı en güzel anlatan dizelerdir.

Sözümüzü bir anıyla bağlayalım, Belkıs vardı çalıştığım yerlerde, inanın herkes aşıktı ona, ama benim karşımda çalışıyordu, yaşça başça, fizik ve kimyaca benden büyüktü sanırım, ama altın sarısı saçları, bir yıldızlar topluluğu gibi bakışları, salınışları, endamı ve olgunluk ve bereket yayan davranışları onu bir idol yapıyordu... Bir gün bana aslında çok uzak olan bu rüyaya, -uygun bir yanımız olamazdı, farklı bir topoğrafyanın varlıklarıydık-, ama işte insanoğlu bu ya, bir çılgınlık yaptım, bir Sindrella, 'Kırmızı Başlıklı Kız' gibi taşıdığı mantocuğuna -kim bilir dokunurken ne kadar ürpermişimdir-, deli dolu bir aşk mektubu bıraktım.

O gün sabaha kadar uyuyamadım, gerilim had safhada, ama Belkıs o olağanüstü özverisi ve tüm insanlığı kucaklayan sevecenliğiyle beni kırmadı, bak dedi burada yüz yüzeyiz, benden bu kadar uzaklaşacağına, denizler dağlar ötesinden fısıldayacağına, yüzüme söyleseydin ya!..

O gün ilkelliğime, yol yordam bilmezliğime ve hayatın cehaleti içinde bir nokta bile olamayışıma çok hayıflanmıştım.

Ama bugün haklı olduğumu düşünüyorum, ben aşkı arıyordum ne yazık ki, Belkıs'ı değil... Ama dünyalar iyisi, melekler güzeli, tanrılar gözdesi Belkıs'ın aşık olunacak bir ayna, bir hülya olması sıfatıyla, -erişilmezlikle haklı olduğu yanlar- kesinlikle vardır.

İşte aşk budur, bir çıkmaz, bir dolambaç, bir düştür o!..

Şu acaba kimin gözyaşlarıdır ki...

'Bir gün geleceksin / böyle mavilikler içinde / güneş sularda erinip duracaktı. / Ağlayacağım, / hep bir geçmişi yaşadım / burada / denizin derinliklerinde. / Halkidikya nerede / İyonya’da geçti mi hiç günlerin / artık sormayacaksın bana / Ağlayacağım bir kez daha / şurada, yosunların dibinde / yan yana, koyun koyuna. / Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı / bir sevda elçisiydi / iyi zamanlarda... / Ama ben çıkmayacağım kulübemden / ıraklardan gelen o kırmızı balıklar / girene dek cennet bahçeye / ağzımı bıçak açmayacak. / Rüzgârlar uğuldayıp, / denizin sesi, / gürlese de göğsümde, / dalgalar okşayıp, / yalasa da saçımı / Gitmeyeceğim artık, / ilk hayatlardaki ışığın peşinden. / Umarsız, / köpükler içindeki / cansız başımı, / vurup dursa da su perileri, / denizdeki şu kabrime / Son dileğimdir / Seni ağzından öpmek isteyeceğim, / son kez / Ve artık hep uyuyacağım / sonsuza dek, / gülümser, / aydınlık içinde olacağım…'

Burada sonsuz acı, bir mutluluğa evrilmiş sanki.

Aşk aslında bir paradoks; bir tersinirlik, zıtlıktır...

IV

Çocukluğumda bir Gönül vardı, herkesin içinde bana gülümseyen. O günden beri aşıktım ona... Primitif ve naif dünyanın halleri. Tam kırk yıl rüyalarımda gördüm onu, hiç bir zaman ulaşamadan, hiç bir zaman dokunamadan. İki servi vardı evlerinin önünde, ilerde bir demir köprü, rüyalardaki ömrüm oralarda geçti. Uzakta bahçeler bağlar vardı, yaban gülleri, patlangaçlar, minicik sümbüller ve papatyalar.

Armut ağacı öylesine açardı ki, gökten inmiş bir bulut parçası gibiydi. Çayın iki yanında iğdeler, söğütler vardı, büyükler, hayır sever büyükler, dilli düdükler, borazanlar, oyuncaklar yapardı bize söğütlerden, çaydaki kilden heykelcikler, şeftaliler, kağnılar. Ah o günler...

Neden kentlerin zulmüne oyuncak yaptın bizleri ey tanrım, neden kaderimizin oyuncağı yaptın bizleri, neden bize aşkı unutturdun, neden, nedensiz gözyaşlarının esiri ettin bizleri, neden gözümüzün önünde ölüp gitti insanlar ve neden birbirini boğazladılar anlamsızca ve nedenler, senin keyfiyetinden gelen, sınırsız gerekçeler ve senin yüceliğin adına katlandığımız olup bitenler miydi hep, biz anlam denizlerinin anlamsız birer bekçileriyiz ne yazık ki ve kendimizi ve seni ve evreni ve kozmosun tüm bileşenlerini affetmeyeceğiz ve bilinsin ki, her şeyi biz uydurduk, cennet ve cehennemi bizler kurduk ve cezayı da biz vereceğiz.

Şimdi düşünüyorum da acaba aşkın tanrısı olsa, tüm bu acıları dindirir miydi, aşk sonsuz bir barışın ilk adımları olabilir miydi, bilemiyorum ve hiç bir zaman bilemeyeceğiz... Kuşlar vardı bağ aralarında, ağaç kovuklarında, sonsuza uzanan dalların ufuklarında, saksağan yavrularının ardından koşardık gün boyu... Gökten bir şahin geçerdi, çınlardı kulağımız bir kötücül ulağın çığlığı gibi, Çökelez dağı görünürdü uzaktan, başında karlar, aşağılarda çocuklar, analar, babalar. Pusatlı avcılar, çulluklar, kara tavuklar, değirmene gidenler... Menderes ırmağının kıyısında uykusunu içenler, Bayıralan köyüne doğru giden ürkütücü dağlılar, çayır yolan, yemlik toplayan. Yollar farklı, düşler farklı, bakışlar farklı, acaba dünyanın ayrı ayrı gezegenlere bölünmüş olmasının nedeni mi Bayıralan!..

Sonra öğretmen Müzeyyen, Neriman... Ne iyicil insanlardı. O güzelim insanlar, o güzelim bulutların içinde yitip gittiler. Her güzele aşıktı insanlar, Meşhur, Aynur, Naime, Türkan... Ağaçların dili vardı, algı seçkileri, herkes türkü çağırır, şarkı söylerdi, 'Cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında!..'

Ah, ah...

''Ne güzeldi Gülenay. Anızlara salınmış eşek, önünde otlar, burnundan solur, dalgın. Tümsekler rengârenk. Yukarda arı kuşları, ötüşür boyna, girdap çizer kırlangıç, çığlıklı. Bir alakuş, iner aşağılara, kunduzlanır köpek. Dertop bağ çubukları, sırtında gökçe kızın, taşlı yolu çık, sürsün köye doğru yolculuk… Şuradan gelen halan, çocuklar, üzüm çalacak, saklan, koş bağlara, çalsınlar korkusuzca, dolsun sepetlere üzüm. Onlar doğrulur sen büzülürsün. Onlar büzülür sen doğrulursun! Biter işleri!.. Yamaçtan bağırır biri, -Cem türküsü gibi-
kelebek sesi, Türkân! Türkân!.. Önünde keçileri, ‘kulağında sellukalar’. Gülsüm geçer üst yoldan, -göz gözesin kabir kıyısında- Sevicil, ürecil bakışlar, üzünç yaşamın kendisidir burada, ‘Güneş Hititi yürekler’ burun kanatçıkları kurslu. Ses verir kızılcık, çekme otu, gündüz kızı, öğle kızanı. Sevdalar büyük, özler içredir, taşlardan ağrı. Gökte delice yankı, çöğürlü iğde dalı, türküler söyler… Çınlar bilgece: demirci Ömer gülüşü. Yeller böğürtlende ağlar, özlemi; kaplan sesi!.. Dağlarca sevda, sığmaz ovaya, obaya, yurtluğa... Efkârlan gönül, ağlan işte, sızlan! Akça armut diplerine uzan, Esma’lar bağına. Ay düşler akça çiçek! Sarıca arı, çakar yalım, buğulu tepelerden, sevdalı yüreklere… İşte! Aş bakracı elinde, kız kardeşin geliyor. Ülker yıldızı kıskanır gökte, bu ne güzellik, -Pervin ışığı- Süreyya yalımı! Bulgur pilav buhuru, uçup gider havalara, güneş; ortanca gülü, bir örge kral -Hero aşkı!..- Yılanlar uyur burçta, kirpicil köpek, diker başını. Tunç kargı gibi deler sessizliği -gelir yabancı!- Sopranî kızların acılı türküleriyle… Hışırtıyla gelir o, gökler üstünden!.. Hey! uyku tanrısı Hipnos, muska dökecek! Sevgili uyur koruda, yitirmiş büyüsünü, yitirmiş Kirke’sini zaman… Perili patikleri. Bakır bebekleri. Gümüş sözleri! Sözleri: Hey, göktaş atın bağlara!.. Sarı ot toplasın çocuklar, alarsın yumurtalar, parlak tüylü kır tavuklarının. Körpeler, acı elma toplasın, ah deliceler! Bozuyorlar oyunu. Çiğneyip salkımları, koşuyorlar tanrısızlığa. Kelterlerde delibağ üzümü, kuş dilinde tadı var. Şu örenden atlayıp kaçan kim? Ah, seyirtin ardından!.. Ursa majör sesleri!.. Ya şu zıplayan neyin nesi, kırık bir kaplumbağa, yaralı bir tilki… İkindi oldu artık, Diomedes gölgesi, vurdu kütüklere -sindi kargı- Üşüştü güneş çokak aralarına, kuşlu kurtlu salkımlara. Yorgun gediklerin büyüsü bitti… -arama artık- Yitti ‘Leandro’ ey ruh yitti!.. Koşun çay yoluna, alın tası toprağı, heybeleri torbayı, pılı pırtı denklensin, ağdırmasın kelterler. Sürün koçları, koyunları, gök sursalı atları, deli çıngıraklı kibirli keçileri,
yankımalarla, çınlamalarla. Yeşil gülüşlü ayı, haydi düşün yollara!.. Köy göründü işte, cinler, periler, sıvıştı tepelerden, kerpiç evlere. Çıktı ay, çekildi tanrılar, tanrıçalar, kirkit gözlü baykuşlar, sardı geceyi. İnlemelerle!.. Ey ruh! Alacakaranlıkta, yanık yüzler geçerdi ömrün içinden... Oysa senin ölümlü bedenin, doru atlar ve karanlık yüzlerle çatışırdı hep. Zaman ki, -utanasın- Gece gülüşü yaratıkların arık dölleri, giyitsiz ve yiğitçe kemirirlerdi döş yerlerini, çaylarda bile! Sen ki, naylon çiçeklerle yaşadın, yazık-size!..''

Her şey geride kaldı...

Ölümlü hayatın esiri oldu. Gönül'ün üç çocuğu oldu, eşi, vatani görevine gitti gelmedi. Türkân erken yaşta soldu, Aynur felç oldu, Meşhur kör oldu, Naime öldü dediler.

''Belki aşk özlemdir, ünlediğin ve gelmeyen. Belki aşk güneştir, yuvasında inleyen. Belki saf bilinçtir, gezegene yaşam veren. Unutmadan bilendir belki, cisimsiz ışık seli. Aşk dünyayı döndürendir belki... Ya da kim bilir, bir Yakup'tur çağrılmayan. Aşk şudur, budur, odur belki. Ve devran döner, dünya yürür. Çünkü herkes şairdir. Rüya görür!.. ''
...
''Kimbilir belki seninle, sevişirdik şu Babil'in Kulesi'nde. Belki buluşurduk, Süleyman'ın hazineleri içinde. Belki Kleopatra'da olurdu yanımızda. Yıkanırdık Nil'in deltalarında. İskenderiye'de okurduk, öykümüzün anısını. Ve 7. gün ayrılırdık birbirimizden. Dünya kurulduğu için yeniden. Yeryüzündeki kahırlarımız bittiğinden. Ve göklere uzanırdık bir melek gibi. İzlerdik artık yeryüzünü. Ölümlerin içinden...''

V

'Bir Aşk Söyleminden Parçalar' Roland Barthes'ın bu kitabı aşkı kutsayan ve teorik anlamda onu ululayan çok değerli bir kitapdı. Genç Werher'in Acılarını erken yaşta okuduğum için tam anlayamadım. İnsanın başını Meduza yılanlarının sardığı çağlar, okuduğunu anlayamamasına, anladığınıda yanlış anlamasına yol açabilir. Pol ve Virjini'yi okudum sanıyorum, çok içli gelmişti bana, çocuk kitabı gibidir ama, ayrıca şiirlerde de geçer o aşk, onu kadife yumuşaklığında dile getiren şairler var. Doğunun aşk masalları için göz yaşı şişenizin yanında olması gerekir, doğu insanları göz yaşı dökmedikçe duramaz, duyguyla özdeşleştirilir doğu, Binbir Gece Masalları bu yaklaşımı kırar, doğu edebiyatın neredeyse anasıdır ama şu söylem çok yanlıştır, doğrusu kültür egemenliğinin dışında dile getirebilmektir sorunsalları, birini yekdiğerine üstün tutan varsa bilin ki bir manipülasyonun içindesiniz ve bir kurbansınızdır.

Aşk insanlıkla, doğrusu canlılıkla yaşıt bir olgu, kimileri tarıma geçiş veya anaerkil toplum ya da iki kişinin ilk kez bir araya gelişiyle başlatabilir aşkı, aşk yaşamın, evrenin ve tanrının tek amacıdır, aşk, estetik, uyum ve yaşama ve var oluşa yakılan bir ulu ağıt, sonsuz bir güzelleme arzusudur, burada ağıt acıklı anlamına gelmemelidir dile getirilenin toplamı, bütünü anlamındadır. Bütün mahluklar arasında aşk yaşanabilir, İran kedileri, çöl ceylanı, kunduz, vombat ve ornitorenklerle, larvalarda aşık olabilir birbirine... İki beyaz kelebeğin rüzgarda uçuşlarını ve bir türlü birbirinden ayrılamayışlarını görenler, doğrudan cennete gideceklerdir. Çünkü beyaz sonsuz barışı, kelebekte bitimsiz aşk ve enginliğin uyumunu temsil ediyordur tanrı indinde...

Aşk yinede tehlikelerden kendini kurtaramaz ne yazık ki... Borges kadınlardan pek söz etmez (gerçek nedeni, onun görüş zorluğu nedeniyle, kadın dünyasını tam olarak algılayamayışı ve onu bir karşı cinsden ziyade annesinin sevecen kollarından ibaret sanışıdır, bu garip gelebilir ama doğrudur, çünkü çocuklar bile ebeveynlerine, ben evden hiç ayrılmayacağım, hep sizinle olacağım gibi sözler ederler belli bir süre, cinsiyet sosyal bir algıdır, aşkı böylesine yaratan, toplumsal algılarımızı ve ortak değerlerimizi yeniden kurabilseydik, kardeşler birbirine aşık olabilir ve kanguruyla hayatını birleştirenler çıkabilirdi, evet bu çok garipdir ama cinsiyet bir algıdır, diğer canlılardaki içgüdü ile insani cinsiyet ayrımı birbirine karıştırılmamalıdır, insanda cinsiyet, bir cinnet ve yok etme içgüdüsünün şiddete varan görsellerini içerebilir, diğer canlılardaki bu içgüdüsellik, insanda bir vahşet ve tasarlamış, zincirleme bir saldırganlığın sergilendiği, dev bir dünya sahnesine dönüşebilmektedir. İnsanın kendi hemcinsine düşmanlığı sınırsızdır, diğer canlılar bunu bir varoluş biçimine dönüştürmek amaçlı yapabiliyorsa da insanda bu bir tören, yortu ve göksel ayetlerle süslü bir tapınma biçiminde uygulanırlık alanı bulabilmektedir.

Cinsiyetin tüm varyantları, sınıfsal, hiyerarşik, ezen ezilen kavramsallığına, sosyal bir algı ve düşmanlık vesilesine dönüşemeseydi eğer, üreme noktasındaki sorun, inanın yüzyıllar önce yapay çözümlerle bir alışkanlığa dönüştürülebilirdi ve zaten oraya doğru gidiyoruzdur, bir süre sonrada cinsiyet diye bir kavram olmayacak, çünkü küvözlerde bin bir çeşit canlılar, mutantlar, siborglar, robotlar ve otorotlar üreteceğiz. Onlar kendi kendilerine üreyecek ve hatta varlıklarına son verebilecekler, insan bir çeşit tanrı ya da gözlemci, ilahi bir izleyici olacak artık, kıyamet kopacak elbette, kıyamet, usa sığmaz dönüşümlerin adıdır, kuyruklu su kurbağasının denizlerden karalara, oradanda ağaçlara ve göklere tırmanışıdır kıyamet!.. Bütün bunların bir yanılgı olduğunu düşünelim, o zaman şunu ileri sürebiliriz, yüzyıllardır yanılgılarla ilerliyoruz, yanılgılar bizim tanrılarımızdır.

Borges'in tek aşk öyküsünde, 'gönül meleği' bir kadına aşık olan köyün çiftlik sahibi, zamanla onun kardeşiyle de ilişkisi olduğunu sezinler, iki kardeş, kadının kendilerini köyün en varlıklı ailesi olmaktan çıkaracağını ve işin Habil-Kabil sorunsalına dönüşeceğini anlarlar ve bir gece yarısı kadının ölüsünü dağ yollarından birinde, uçurumdan aşağı atarlar. Birlik ve beraberlik bozulmamış, güç bir eldeliğini sürdürmüş ve derebeylik dünyaya hükümran olmaya bir kez daha yemin etmiştir. Öykünün adı 'Araya Giren'dir, Yorumlarda size kalsın artık.

Dünyanın en güzel aşk şiiri Annabel Lee gibi gelir insana, çünkü bir Hollywood dramı gibidir, aşk, gözyaşı, ayrılık, ölüm, mutluluk, kıskançlık aranılan tüm öğeler küçücük şiirin içine sığmıştır, Pandora'nın Kutusu gibidir şiir, açtığınızda dünyanın tüm halleri gözünüzün önünde bir bir canlanır. Birde lirik, can alıcı bir ağlatıyla okuyacak aşık buldunuz mu, öbür odaya göz yaşını akıtmaya giden gelinlik kızlar ve kendini tüm dünyaya siper edecek eril canlarla dolar şiirin dört bir yanı...

Bu şiir öyle ki halen taklit edilmektedir, ben çocukluğumda Seni Seviyorum Andorra diye şiir okuyup, yazan, bir insan tanıdım, öykünmeydi şiiri doğallıkla, bir de Annabel Lee'yi kendisinin yazdığını ileri süren bir yakınım vardı, hayatını erken kaybetti, şimdi düşünüyorum da, şu satırların dile gelişi ve bugünlere gelişimizin nedeni, dolunay eşliğinde o şiirin okunmuş olması ve büyülenişimizdir belki de... Tarih ölülerimizin üzerinde yükselen barbar çağların resmi geçididir derler, yalnızca o mu, sanatımız, bilimimiz ve her şeyimiz ölüler üzerinde yükselir ve her şeyi onlara borçluyuzdur, anneler daha çok ağlayacak...

Aşkta her şey gibi sonsuz bir bahistir. Yerim dar, kolum kısa öyleyse şiirlerle veda etmeliyiz hayata!.. Pierre Louys aşk şiirlerinin baş tacıdır.

''Ben, Bilitis, kaynakların denizden fışkırdığı, ırmakların taş yataklarda aktığı ülkede doğdum… Şafak gibi hüzünlü Byblos şarkılarını annemden öğrendim… Kypre’de Astarte’ye taptım. Lesbos’da Psappha’yı tanıdım. Hep sevdalarımın şarkılarını söyledim. Yolcu, iyi yaşamışsam kızına söyle…” Bilitis: “ince aşklar”ın kadını. Söğüt dallarıyla kızların saçlarının birbirine karıştığı bir coğrafyada yaşadı. Ege’nin rüzgarlarıyla beslenen “yaman” kızlardandı. O, aşklarının şarkılarını söyledi. Belki vardı, belki de rüya… Tıpkı aşklar gibi.''

***

''Ensenin uzun siyah kanatlarını bir uçtan bir uca öpeceğim, tatlı kuşum benim, yüreği avucumda atan tutsak güvercinim! Çocuk, anasının memesini nasıl ağzına alırsa, ağzını ağzıma öyle alaca­ğım. Titre!.. Çünkü öpüş derine işler ve aşka yeter. Dilimi yavaşça kollarında, boynunun çevresinde dolaştıracağını. Tırnak­larımı gıdıklanmaya teşne kaburgalarında gezdirerek seni gevşeteceğini. Bak, bütün deniz kulaklarında uğulduyor… Mnasidika! Bakışın canımı acıtıyor. Alev alev yanan göz kapaklarını birer dudak gibi öpüşümün içine alacağım.''

***

''Sev beni. Gülümsemelerle, flütlerle, örülü çiçeklerle değil ama. Yüreğinle ve göz yaşlarımla sev. Benim seni göğsümle ve iniltilerimle sevdiğim gibi. Göğüslerin göğüslerime dokunduğu zaman, canın canıma değdiği zaman, dizlerin arkamda dikildiği zaman soluyan ağzım ağzını bile bulamaz oluyor.
Bana, sana sarıldığım gibi sarıl! Bak işte kandil de söndü, gecenin içinde yuvarlanıyoruz. Gövdemi gövdene bastırıyorum ve bitip tükenmek bilmeyen sızlanmalarını duyuyorum. İnle! İnle! İnle! Ey kadın! Eros bizi acının içine çekiyor. Aşkını doğurmaktansa bir çocuk doğursaydın bu yatakta daha az canın yanardı.''

***
Aşkın varyantları da sonsuzdur aslında, doğaya aşık olma, yaratana aşık olma, bir cinse aşık olma, aşka aşık olma diye, tutku imparatorluğu uzayıp gider. Aşkın bin bir halleri diyebiliriz... Aşka aşık olmak nedir, bir yaprağa, bir çocuğa, gökyüzüne, yıldızlara, yeryüzüne ya da aya aşık olmak... Niçin olmasın. Yaratana aşık olmak, kozmik tanrılarımıza, evrenimize, galaksilere, öbür dünyalara ve bilinmeyenlere... Bir cinse aşık olmak, sarı gözlü geyiğe, aerodinamik bir peygamber devesine, Leyla ya da Mecnun'a, bir kraliçeye ya da celladına aşık olmanın acısı alnımıza yazılmış olabilir... Doğa aşkı sanki en sınırlı olanıdır belki de, henüz gökselliği barındırmıyor anlam olarak, bir ırmak ya da çağlayana, deniz ve ormana, çiçek ve böceğe aşkla bakıp, yaşamı kutsamanın olağan, olağansonrası halleri... Doğaya aşk, nesneye duyulan aşkı da kapsayabilir doğallıkla!.. Aşkın somut belirtileri, soyutlamalarla da yürüyebilir, uhrevi yani tanrısal, platonik veya maddi ya da cismani biçimleri tutuşturan kanıtlar... ''İki kaşık gibi iç içeydik!..''
***
''Mihâliki kuşları havadaysa, kırmızı çam ağaçlarının arasında,küçük kuşların ışıltısı gezinirdi yaprakları. Sevgililer birbirinin kollarında, kayaların altında, 'Altın Kumsal'a uzanır. Ve tam denizler tanrısı Poseidon, azgın dalgalarıyla, çıkıverecekken yeryüzüne; Uyku Tanrısı Hipnos yok mu, -çıt çıkarmadan gelir- 'bu gecenin oğlu, ölümün kardeşi' Sevinin denizinde koşuşanların alınlarına, sihirli değneğiyle dokunup, acınçlar serperken yüzlerine; Ve boynuzuyla sessizliğin soluğunu üflerken göğüslerine; Kayaların altında, defnelerin dibinde -kimi zaman- Sonsuz bir uykuya dalıverirdi, yar sevgililer... Ve kara kanatlarıyla; usulca uzaklaşırdı Hipnos!..''

***
İşte insanlık yaşadıkça efsanesi sürecek ve yürekleri titretecek Annabel Lee şiiri...

''Senelerce senelerce evveldi / Bir deniz ülkesinde / Yaşayan bir kız vardı / bileceksiniz / İsmi; Annabel Lee / Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten / Sevmekten başka beni / O çocuk ben çocuk, memleketimiz / O deniz ülkesiydi / Sevdalı değil karasevdalıydık / Ben ve Annabel Lee / Göklerde uçan melekler bile / Kıskanırlardı bizi / Bir gün işte bu yüzden göze geldi / O deniz ülkesinde / Üşüdü rüzgarından bir bulutun / Güzelim Annabel Lee / Götürdüler el üstünde / Koyup gittiler beni / Mezarı oradadır şimdi / O deniz ülkesinde / Biz daha bahtiyardık / meleklerden / Onlar kıskanırdı bizi / Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi' / Bir gece rüzgarından bulutun / Üşüdü gitti Annabel Lee / Sevdadan yana kim olursa olsun / Yaşça başça ileri / Geçemezlerdi bizi / Ne yedi kat göklerdeki melekler / Ne deniz dibi cinleri / Hiç biri ayıramaz beni senden / Güzelim Annabel Lee / Ay gelir ışır, hayalin erişir / Güzelim Annabel Lee / Orda gecelerim uzanır beklerim / Sevgilim sevgilim hayatım gelinim / O azgın sahildeki / Yattığın yerde seni... ''

Bu bahsi bitirirken, aşkın ne olduğunu ve aşktan ne anladığımızı son bir kez daha belirtelim.

Aşk, dizginsiz ufukların sonsuzluğunda, aşkının daracık hapishanesinde, sınırsız düşlere kapılan medyunun tutsaklığı, görünür evrene karşı sürüp giden esaretidir.

Aşk, bu nedenle bir trajedi, bir şiirdir.

23 Temmuz 2019 Salı

ÖLÜMSÜZLÜK
Bir yarım yüzyılı aşkındır ölümsüzlüğün peşindeyim, geçmişte dünyayı bizim köyü saran dağlar kadar sanırdım, dört bir yanı yüksek bir ovanın içindeydik sanki, arkası gökyüzü, boşluk, hiçlik, ama bu sanı şimdi bile olanaklı geliyor, dünya düşlediğim denli küçük olamaz mı... Gerçekte düşüncenin doğrusu yanlışı olamaz, mantıklısı vardır, düşüncem mantıklıydı kanımca ve hala öyledir sanıyorum.
Sonraları, okulda öyle olmadığını anladım ama nedense şaşırmadım, bu nedenle daha çok sayıda, mantıksız düşüncelere kapıldım. Ekvator çizgisi gerçekten var sanıyordum, meridyenler öyle, mavi ince çizgiler ırmaksa, düz siyahi ya da kuru yaprak rengi çizgiler neden var olmasın, daha ilginci, ırmaklar denizlerden taşarak ovalara dağılıyor sanırdım. Yılanlar kuyruğuyla sokuyor, telgraf tellerinde sesler akıp gidiyor diye düşünürdüm. Bu o kadar doğru bir şeydir ki, direklere kulağınızı dayadığınızda, bir uğultu geliyordu, hala öyle midir bilemem.
Bilimsel, dini, düşsel tüm bilinen ve bilinmeyen gerçekler yalnızca bir sanıdır, mantığımız bir kurguyla, düzgün-doğrusal bir format oluşturur ve bunun dışındaki artık saçmadır, deliliktir, sınırların dışıdır. Oysa bildiklerimizin tümü bir ön yargıdır ve sonsuza dek öyle kalacaktır. Gerçek, hiçbir zaman düşlediğimiz anlamda bir gerçek değildir. Tüm bildiklerimiz kuzey kutbunun kuzeyinde ne var demeye benzer.
Canlılar denizden karalara yayıldı, düşen bir göktaşı dölledi bizleri, Adem çamurdan doğdu ve Havva onun kemiğinden türedi... Diyesim, Adem hamileydi ve dişil bir varlıktı söyleyeceğiniz. Bunların hepsi mantıklı kurgu ve deneyimler. Mantık zincirinin kopması, anlaksal bağlantının kesilmesi, algı kapılarının sapmasından ileri gelir.
Eğer tanrı yeryüzüne inmiş olsaydı ve burası bir tür Auswitch toplama kampıdır deseydi, bugüne kadar duyduğum en mantıklı doğru işte budur diyebilirdim ben. Düşlere yelken açarak, bildiğiniz bütün doğruları yanlışlayacak bir gerekçe bulabileceğimize adım gibi eminim.
Niçin ölümsüzlük peşindeyiz biz... Bilinemez belki ama şu olabilir, hiç bir şeye tam olarak ulaşamıyoruz biz, gerçeklik sürekli avuçlarımızdan kaçan bir şey, kavuşmaların bir düş olduğunu biliyor ve yalnızca kendimize inanmakla, inandırmakla yetiniyoruz...
Her şey bir illüzyon, bunu zaman içinde daha iyi anlıyoruz, her şey bir sonsuzluk içinde akıp gidiyor. Öyleyse şu kaderci-fataliyen yaklaşıma göre, varsıl olma, egemenlik duygusu, mülkiyet kaygısı, eşsizlik arzusu ya da herkesin aşık olduğu bir şantöz olma saplantısı nereden geliyor diye düşünebiliriz.
İnanın bu gerçellikler, her şeyin illüzyon olduğu sanısını daha bir kanıtlayıp, kuvvetlendiriyor, çünkü, geçici olduğunu bilen ruh, körlükle dahi olsa kalıcılık arıyor, öyle olacağı sanısıyla ve sanrısallıkla her şeyin peşine düşebiliyor artık. Zaman ve uzama uyum dahi aramadan, bir düşün peşinde bile olsa, yavan bir gerçekliğin görkemine bile kapılsa, içgüdüsel bir mantığın kollarında, gerçekliğin illüzyonuna kapılarak, uçup gidiyor. Görseli iç dünyamızı bile aydınlatan, kristal bir albeni. Katıksız bir illüzyon.
Borges, günahkar ve masum, işkenceci ve mahkum, köle ve efendi gerçekte aynı kişidir diyor. Anlamak oldukça zor ama doğru gibi, insan tinsel bir yaratık, tacı tahtı da bırakıp gidebilir bir gün, evrenin gizine erdiğinde ona kavuşmuş olmak sanısı, sanrısıyla, ondan kaçınıp, uzak durabilir de...
Borges'in bir öyküsünde evrenin bütün gizine sahip olan mahkum, hücresinden kaçmaya yeltenmiyor bile, gerekçesi, bu olağanüstü giz, ben buradan kaçayım diye, yüz kızartıcı bir gerekçe uğruna bana bağışlanmış olamaz diyor. Bunları düşünmemizin nedeni, aldatan ve aldanan, varsıl ve yoksul, iyi ve kötü gerçekte tektir, birdir, roller değişseydi, yaprak bile kıpırdamayacaktı evrende, asıl anlaşılması gereken töz budur bizim.
Başka bir öyküsünde, şair yazdığı şiiri, sürgit bir öze indirgemenin, sonsuzluğa ulaşma çabası ve kibri olduğunu düşünerek intihar ediyor, yine başka bir öyküsünde, birbirini yaşarken gammazlayıp ölümüne yol açan iki papaz, tanrının karşısına çıktıklarında, onun indinde, aynı kişi olduklarını dehşetle görüyorlar. Her şey bir sanı, bir illüzyon, bu kanı elbette size pek inandırıcı gelmeyecektir, çünkü formatlarınız ve mantık silsileniz, kendince bir bağımlılık yaratıyor ve kendinize iman eden sonsuz sayıda başkaları oluyorsunuz artık, bir tür paradoks ve şaşırtıcı bir dogma, inak...
Şunu demek istiyorum, sözgelimi bir arı olsaydık ve aynı derecede yetenek sahibi birer varlıklar olarak, uzayda cirit atsaydık, hiç birimiz dünya küre biçimindedir demeyecektik, arı gözünün algıladığı geometrik kurgu neyse onu ileri sürecektik. Örneğin eliptik beysbol topu ya da meteorit biçimsellik veya kuyruklu yıldızımsı ya da kamçılı zigot görünümünde bir geoit, dahası eğretisel tokmak veyahut yamuk diyebilecektik. Dünyanın yuvarlak olduğunu öne sürmek, resmi tarih gibidir, ölenler suçlu ya da asi, krallar bağdaşıksız birer yarı tanrı / lar ve kulları da uyumlu birer tebaadır orada, hiçte sevindirici değil, yalnızca olması gerektiği gibi!..
Ölümsüzlük nedir ve neden ararız dedik... Mitolojide bile var bu kavram, onu arayan taçsız kral ve asalılar, Sybile gibi sonsuza dek yaşamakla cezalandırılan ama bir şişeye sığacak kadar küçüldüğü için, sesi bir cırcır böceği gibi kısılan insancıklar, alabildiğine dipsiz, derin kuyular, Cumae ve Hades, Tantalos ve Ereboslar... Avernus ve Aiaslar ölümsüzlüğün iç burkucu, filosofik masallarıdır.
Dünyadan ayrılmak elem veriyor insana, dizginsiz kederlerin boğuntusunda çırpınıyor, inilmez kuyulara iniyor, dalıp gidiyorsunuz, kimselerde bilmiyor!.. Ama bir nostalji duygusu bu, yurtsama, bir daha yurduna dönemeyecek bir insanın kaçınılmaz hüznü, insanı hazan bahçelerine sürükleyen, elemli güzelliğin, acıların gazelinin avuntusu!..
Celladına alışkanlıkla türküler çağırma ve kaçınılmazlıkla uyum göstermenin, şakacıkdan bir isyana da dönüşebilen serenadı... Ölümsüzlüğe kavuşsak ötenazi yaygınlaşır mıydı acaba, kavuşamadığımız için onu bilemiyor ve kabullenemiyoruz ve soruya tepki gösterme aşamasını geçemiyoruz. Kültürel bağlarımız var oluşumuzun gerekçesidir bizim...
Ölümden kurtulamayacağımızı bildiğimizden hep bir umar arıyoruz, bir kümbet yaptırmak, bir kuleden uçmak, boğazı geçmek, bir risalenin içine girip saklanmaya çalışmak, sergüzeştler yaşamak, poligam olmak, karıncalar gibi üremek, hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşüncedir kuralı uyarınca tutumlar sergilemek, tümü gizençli birer ölümsüzlük arayışıdır, sonsuz olanakları var ölümsüzlüğe kavuşmanın, tıpkı kendisi gibi!..
Karbon karanlığında, kulak salyangozunu doldurma, Corti hücrelerinin titreşmesi, cüce gezegenlerin korunaklı olması, Pithovirus sibericum, deniz anası(Turritopsis dohrnii), omurgasız minik Bdelloid rotiferler (tekerlekliler) ve bireyin kişiliğini beyinde barındıracak hologram bir 'avatar' ya da cıva içerek ölümsüzlüğe kavuşacağını sanan Qin Shi Huang gibi olmak ya da okyanuslarda, sazlıklarda, çayırlarda otlamak, deniz inekleri gibi yaşamak veya yaban arıları gibi zaman kavramından uzakta olmak, hepsi gizlenmiş bir ölümsüzlük arayışı, doğada ve kıpırdayan her şeyde kaçınılmazlıkla var bu içgüdü...
Işığın karanlıkta giderek büyümesi, ruhsal bütünlüğün tümden olanaksızlığı, bir ev kadını, saçları punk bir pop yıldızı, dilin tutuşturan işlevi şiir, annelik duygusu, parçaların birleştiği bir puzzle, ateşli bir öpücük, köklerinden ayrılmış güller, ufuklara doğru yükselen göz, heplik ve yokluk, açlık ve tokluk, jelatinsel saydamlık, suyun görünürlüğü, kederin biteviyeliği, ölü bir kraliçe, bozuk bir kilit, tenin heyecan vericiliği, hayati sütün güvenilmezliği hepsi ölümsüzlük duygusuyla bağdaşıyor, olumlu ya da olumsuz, her şey sonuçta algı kapılarının bir rüzgârıdır.
Örneğin şu yazı neden, katıksız bir yarım kalmışlık duygusu veriyor, alabildiğine bir yetersizlik argümanının sırıttığı... Ölümsüzlük peşindeyiz ve ona hiç bir şeyle kavuşulmadığını, kavuşulamayacağını (yarım kalmayan hiç bir şeyin olmadığını, yarım kalmışlık duygusunun temel olduğunu, gerçeklikte bizi sarıp sarmalayan tek şeyin bitmemişlik, tamamlanmamışlık duygusu olduğunu) yazık ki biliyoruz, onun için... Bir gün ölümsüzlüğe biyolojik anlamda kavuşsak, bu duyguyu üzerimizden gene atamayacağımızı biliyoruz, çünkü ruhların ölümlü olduğu yerde, beden ölümsüzdür gerçeklikte, bizi kahreden şey ruhlarımızın yitiyor / ölüyor olmasıdır, beden biçim değiştiriyordur sadece... Anıdır insan. Gelecek diye bir şeyde yoktur ve olamaz, gelecek tümüyle soyut bir kavram olup, bir düşünsemedir, yarınsa bir şakadır saltıklıkla ve o kesinlikle ve tamda bugündür ne yazık ki...
Bir nötrino dalgası geçer organlarımızdan, genizleri yakar saçlarının kokusu, balık ağzı gibi açılan vulvalar, elektrik direğini kıskandıran penisler, manyetik dalgalar, tanrının kovulmuş melekleri gibisin, yüreğini söküp eline verecekler, ciğerini deşerek kardiyana girecekler, bütün boşluklarına altınsı saman doldurup, uyutacaklar sonunda, ölümsüzlük de her şey gibi, bir şeydir / hiç bir şeydir işte...
Şöyle düşünelim, bir yer var ve sürekli ölüşüp, doğuşuyorsunuz, her şeyin ayrımındalar ve en büyük kederleri de bu, evrenin sınırlı / sınırsızlığını biliyor ama algılayamıyorlar bütünsellikle ve bu bir tür illüzyona yol açtığı için acılar içinde kıvranıyor ve kendi içlerine saplanıyorlar kaçınılmazlıkla, sezilmez biçimde yineliyorlar kendilerini...
Oysa, geniş bir otlak düşünün, içinde minicik, göz ucu kadar bir tepecik olsun, o tepecikte bir karınca yuvası... Karıncalar otlaklara egemen olmanın düşlerini kursunlar, ne hikmetle demeyelim, kurgu yalnızca buna elveriyor, bu nedenle birbirlerini yesinler, ölsünler, öldürsünler ve gülsün güldürsün ve bilsinler ki uzaklarda sayısız otlaklar var, düşlere bile sığmayan, us kıran, düş kıran sonsuz otlaklar ve bu düşlemlere bile sığmayan fanteziler, yerler, gökler, kentler, şimdi bu karıncaların, o minicik, küçücük yerde tüm bu olan bitene egemen olmaya kalkışmaları, olayın tüm ayrıntılarına, gizlerine sahip olmaya çalışmaları ne kadar gerçek ve ne kadar olanaklı ve ne kadar yerindedir, bu doğrudur evet, ama bunu tam bilemeyiz işte, doğrudur ama doğrudan emin değiliz diye düşünebiliriz.
Sırf olurluğundan, olmazlığından da değil, gerekirciliğinin hangi sonuçlara yarayıp / doğuracağından, bir şeyi değiştirip, değiştiremeyeceğinden dolayı da sorabiliyoruz bunları, bizlerin açısından bakınca, son derece gülünç ve gereksizlik sınırlarını aşan bir fantezi gibi durabilir belki de ama onlar düşlerinin güzelliğiyle kalmayı bilmeliler ve her şeyi bilseler bile bilmenin başka bilinmeyenlere yol açacağını öğrenmeliler, görecelilik ve bizim literatürümüze göre, sonsuzun sonsuzu sonsuzdur mottosu uyarınca ve üstelik her şeye egemen olup, sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe kavuşsalar bile, sırf mutlu olmak istedikleri için mutlu olamayacaklardır artık edimlerinde...
Gizlere kavuşmayı arzuladıkları için, onu bir türlü ele geçiremeyeceklerdir, çünkü arzu, arzular doğurur ve bu bir tür sanrıya dönüşerek sizi ele geçirir, mutsuzluk üretir, mutluluk amaç mıdır, belki değildir, belki korkaklığımızdan söyleyemediğimiz için, belki de tek amacımız budur bizim, başkaca neyin tam olarak bir illüzyonik değeri olabilir ki diye de sorabiliriz... Yerimizde saymak mıdır doğru olan diye de sorabilirsiniz, hayır, doğru olan ne yapmak gerektiğini bilmektir, onu ölçüp biçmeli, ona karar vermeli ve deneyebilmeliyiz ama biz ne yapmak gerektiğini bile bilmiyoruz, deneme yanılma yöntemiyle ilerliyoruz ve güvensizliğimizin, kederlenişimizin kaçınılmaz dayanağı ve nedenselliği ne yazık ki bu... İnsan sonsuz bir zaman tünelinin içinde, henüz kendini geride bırakamamanın acılarıyla boğuşuyor. İşte, günah bu...
Çünkü onlar, ölümün ölümsüzlük olduğunu anlayacak bir dünyaya, bir düşünceye bile sahip olamadılar. İkircik ve paradoks içindeler. Sınırlı dünyaları ve görünen, algılanan dünyaları minik bir evrenin parçalarıdır. Sonsuzluk, öbür dünya ile, ölümden sonrasında başlıyordur, cennet ve cehennem bu dünyanın bir kopyasıdır, kısır bir düşlemdir ve yenilikçi olmak şöyle dursun utanç vericidir, yinelemenin hoyratça bir karşılığının, acı ve armağanı olan bir dünya kafesinde ürettiğimiz, basmakalıp bir dört işlemdir ne yazık ki o... İnsan buna layık olamaz, olmamalı, ayrıca bu varsayım, bir düştür ve bir soyutlama olup, yoktur, her varsayım gibi yoklukla butlan olup, densizliğimizin, dengesizliğimizin, kendimizi aşamıyor olmamızın kahreden bir benmerkezciliği / egoistik yanılsama ve yinelemesi, zamanlar boyu süren bir avuntusudur. Cennet ve cehennem, kargaşa ve kıyımın cirit attığı bir dünyanın, us dışı bir aldatının dolambaçlarında, bir yürek ezimi, can düşmanı bir kurgunun acımasızlığında, açıkça ve alaysılıkla sürüp gitmesidir. Sözde yaşamak korkusu orada da sürecek ve orada da suçlarımızın kefaretini ödeyeceğiz, buradan hiç bir farkı olmayan yere gideceksek burada kalsaydık, sonrası mutluluk, dinginlik ve can sıkıntısı! Sizce bu inandırıcı mı... Biz buna layık olmamalıydık ve layıkta değiliz.
Bu dünyanın yarattığı düşünce biçimiyle, ölümsüzlük ve sonsuzluğu algılayıp kavrayamayız. Her iki kavramda algılanır ve görünür evrenin dışındadır, ölüm bir başlangıçtır. Minik manik bir evrenin canlılarıyız biz. Henüz... Bilinen ya da bilinmeyen bir yerden geliyor, su yüzüne çıkarak yüzüyor ve gidiyoruz, neden şu yaşadığımız anın ve bu dünyanın dışında aramıyoruz sonsuzluğu, sınırlı, doğallıkla kısıtlanmış bir ortamın içinde sonsuzluk ve ölümsüzlük var olabilir mi... Ölümsüzlük için ölmemiz gerekiyor, sonsuzluk ve sınırsızlık duygusunun olanaksı ya da olanaksızlığı içinde, bu dünyadan ayrılmamız gerekiyor.
Ölümün var olduğu bir kıstırılmışlığın, birim değerin içinde sonsuzluk ve ölümsüzlük nasıl olasıdır, bu boyutun dışına çıkmadan ne sonsuzluk ne de ölümsüzlüğün varlığı düşünülebilir, Platon'un mağarasında yaşayanların ölümsüzlük arayışı, mağaranın içinde dönüp duran kalıcı bir edimden öteye geçemez. Sonsuzluk yok oluşun başlangıcında bir eşik olmalıdır, yok oluşunuzun düşlemini kuracak ve onu aşacak olan da sizlersiniz. Ölüm severlik değil bu!..
Birbirinizi öldürmeyin, sabredin bir süre sonra zaten öleceksiniz, öyleyse bekleyin, diyetinizi ödeyin ve öbür yakaya sonsuzluğa geçin, evrenselliğin tozanıyla, tözüyle kozmikleşerek basitçe ölümsüzleşin, varsınız ve tanrı sizsiniz artık ve yokluğunuz bir sorunsal üretmeyecek / üretemeyecek kadar dingin ve kutsanmıştır artık ama şu yazımlar bizi kaotik bir uçuruma sürüklenmekten kurtaramıyor, çünkü sınırların içinde sınırsızlık aramak sürgit gülünç ve yalnızca keder üretiyordur artık.
Güzelliğin acılarıyla mutlu olmak istediğimiz için, bir kaplanın elinden et çalmanın telaş dolu heyecanı var bizde... Ölümsüzlük ve sonsuzluk sınırlı ve algılanır evrenimizin çözümleyebileceği bir varsayım değil, varsayımı var sayarak elde edeceğimiz sonuç tüm bilitlerimiz gibi varsayımı var saymanın acılarına katlanmamıza yol açmaktan başka bir işe yaramıyor ne yazık ki...
Her iki kavramda, bu evrene yabancı ve uzak bir düşselliktedir. Bu evren sınırlıdır ve ölümlüdür. Bu evrende, bu iki kavramın dışına çıkılabilseydi, burada değil başka bir evrende var oluyor olmalıydık. Varlık sınırdır, sınırlılıktır, yaşam ölümü zorunlu kılar. Öyleyse bu evrenin dışına çıkmadan, ölümsüzlük ve sonsuzluk olanaklı değildir. Bu evren bize salt çelişkiler üretmekte olup, çözüm ileridedir, evrenin çok ötelerindedir.
Her ikisine kavuşsanız bile sınırlı evreniniz sizi sınırlarının içine hapsedecek, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü düşleyemeyecek, algılayamayacaksınız. Zaman efendimizdir bizim. Ölüm, bu evrenden kurtulmanın biricik yoludur ve sonsuzluğun başlangıcı, ölümsüzlüğünde adıdır. Korkulanında sonu...
Yaşadığımız dünyada, algılanır evrenimizde sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü arayan, ölümü de bir çözünürlük olarak önüne koyabilmelidir ki, onun dışına çıkabilme varyantlarında gezinebilsin, ölüm ölümsüzlüğün öteki yüzüdür ve gerçekte birdir. Algılanır evrenimiz açısından bu böyledir ve bu nedensellikle ölümde bizim içimizdedir. Ondan korkuyor oluşumuz bizim aczimizdir ve zamanı uzatarak onu yenemeyiz. Başkalaşarak, ölümün çemberleri dışına çıkarak onunla alay edebilir ya da onu üzebilir yahut sevindirebiliriz.
Sonuç, sınırlı bir evrende sınırsızlık, ölümlü bir evrende ölümsüzlük aranamaz. Görecelilik yasası bize şunu söylüyordur; Görüşlerinize çokça da bel bağlamadan kulaçlarınızı atmalısınız. Nasıl, arının bilinç yapısıyla, dünyanın biçimine karar vermek önümüze petek sorunsalını sürmenaje eden bir algıyla mantığımızı örüntüleyip, örtecek, yargı ve vargılarımızı biçimleyecek idiyse, yuvarlaklıkta, petek gibi, o çembersideki çokgenliliğin kovanları ve arılarıyla başka tür bir görlemi sürdürüp gidecektir artık.
Yuvarlaklık bu denli asal bir gerçekliğin kavramsallığında yer edinemeyecekti öyleyse... Arının gözünde yuvarlak diye bir kavram oluşmamıştır bu güne dek... İlgisizce ve elbette her şey bir dönüşümdür belki de... Acaba ölümsüzlük, sınırsızlık ve sonsuzluk duyulanımı ve arayışı, bizim sürüp giden aczimizin ve zayıflığımızın, her şeyde olduğu ve görünebildiği üzere kronik depresif bir aşaması veya dışavurumu mudur...
Bilmemek, bilememek, biliyor olmaktan her zaman çok daha olağanüstüdür!..
Bilmek bizi durdurur.
OKUMA AYNASI
Okunması en zor on kitap şunlarmış, ( Djuna Barnes / Geceyi Anlat Bana, Jonathan Swift / Fıçının Masalı, Hegel / Tinin Görüngübilimi, Virginia Woolf / Deniz Feneri, Samuel Richardson / Clarissa ya da Genç Bir Hanımın Öyküsü, James Joyce / Finnegans Wake, Martin Heidegger / Varlık Ve Zaman, 16. yüzyılın ünlü İngiliz şairi Edmund Spenser'ın / İngiltere'yi ve Kraliçe Elizabeth'i yücelttiği uzun alegorik şiiri "The Faerie Queene" (Periler Kraliçesi), Gertrude Stein / The Making of Americans, Joseph McElroy'un / 1190 sayfalık "Kadınlar ve Erkekler" adlı romanı)
Bir anlayış ve zevk bahçesine göre elbette...
Kesinlemelerden uzak durulması gerekirse de, okunması en zor kitap türü diye bir şey yoktur, yazınsal lafoloji bunlar!.. Seremonilerin efendisinin uydurmaları. Size bir şey söyleyeyim mi, ormanda patika çoktur, haydi alkışlayın ama önce ikiye ayrılın, bir taraf bu görüşe şiddetle karşı çıksın, diğeri ise canla başla sarılsın, bazen bu taraf ağır bassın, bazen diğer tarafın görüşü, zamanla bu tarafın önde gelenleri, görüşlerini halka benimsetenler, hatta medyayla, manipülasyonla, iç ve dış mihraklarca dayatanlar, güçlensin, semirsin, erkin cennetine hoş gelsin, ilerleyen zamanda aynı şey diğerinin başına gelsin ve ama zaman öyle ilerlesin ki bu ikisinin neyi savundukları ve neyi ileri sürdükleri unutulsun, Habil ve Kabil gibi ikiye ayrılsınlar, tüm hır gür ve kavgalar neyi savundukları bile artık unutulmuş bu iki aslan parçaları yüzünden olsunlar, onların fonksiyonları, fraksiyonları, tilmizleri, çömezleri, örgütleri, partileri, sekterleri, sekreterleri, süveterleri, goşistleri, sosyalistleri, sosyal faşistleri, Hıristiyan demokratları, fundamentalleri, sekülerler, laikler, şeriler, mujikler, palikarya, proletarya, narodnikler, bolşevikler, menşevikler, jakobenler, jirondenler, lordi, kürdi, Türki, gagavuz, yavuz, Cilavuz, sünnetliler, Siyonistler, Yehovacı, hacı, haçlı, Şinto, Budist, trol, fan, Pan, general, amiral, bipolar, spektaküler, kartel, tröst ve Henkel ve heykelleri olsun!..
Kökü nereye dayanıyor bunun, Kabil, Habil'i iki sığırı bir avuç otlakta 'Otlasın' diye boğazını sıkıp, son iç çekiş köyüne destursuz gönderesiymiş de, Adem önce Habil vurdu diyesiymiş, Havva'da sığırlardan biri buzağı, anasının sütünü içerdi, kaldı bir sığır, bunun neresi iki diyesiymiş ve bir türlü matematiksel oran ve orta yolu tutturamadıkları için çocukları birbirine giresiymiş filan!.. Olayı anlayanlar feşmekan diye daim bir ekte bulunmayı geciktirmezler hiç bir zaman!..
''REMÜS ve ROMİLÜS... / İkizleri Silvia'nın... / Venüs'ünün torunları... / Bakılmadan gözlerinin yaşına, / karanlık bir gece, bir dağ başına / fırlatıp / attılar onları.. / Ne alınlarında defne, / ne bacaklarında donları... / Ve daha o zaman / Habeşistan'a yeşil boya / vurulmadığı için / ve BANKA di ROMA / daha kurulmadığı için, / ROMİLÜS'le REMÜS / bir sabah erken / dağda düşünürlerken: / — «Şimdi biz ne halt ederiz, diye, burada?» / Rastladılar yavrulu bir dişi kurda. / Yavruları vurdular. / Ana kurdun sütüyle / karınlarını bir temiz doyurdular. / Sonra gidip / Roma'yı kurdular. / Kurdular ama / iki adama / dar geldi Roma. / Ve bir akşam / bilmeden geçti diye / şehrin sınır taşını, / çekince kopardı ROMİLÜS / kardeşi REMÜS'ün başını... / İşte böyle TARANTA - BABU.. / Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu: / temelinde Roma'nın / dişi kurt sütüyle dolu kovalar / ve bir avuç kardeş kanı var... ''
Bu meselin versiyonları ve tarih ezeli bir tekerrürdür masalıyla doludur kıtalar!..
Ama tüm dünya insanları gibi benimde sayrılıklarım var, ahir ömrümde dişe dokunur addedilen tüm kitapları okumak isterim, ya Romilüs ya da Kabil olmak için, ama o kadarda değil, ne çıkarsa bahtına ne yazık ki, bir keresinde Habil olacaksın sen dediler, ant olsun ki gereken her şeyi yaptığımın ayrımında değilim, ama büyük tabip dedi ki, tanrının sevgili kuluymuşsun (oysa inançsızım ama bu bahis çok gariptir, tanrı, tüm yaratıkları gibi kendisinden olmayana daha adil davranır, aslan ceylan yavrusuna analık eder, ayı bal yerken arılara yalnızca aşk olsun der!), bir değil iki kere vurulmuşsun, ama geçmişteki ataların ne kardeşim senin (!) gönüne işlememiş!.. Yani ne Habil olabildim şu Kabil'emin içinde, ne Kabil olmaya layık görüldüm, Habit'atın ileri gelenlerince!.. Üç aşağı beş yukarı yuvarlanıp gidiyorum, tasalanıyorum da bir cennet süpürgesi ya da bir ot pürçeği olmak gerekir şu dünyada, zaman azalıyor, canıma kıymaya korkuyorum, ne de olsa tasarlanmış bir kahramanlık sayılır (kendisinin katiliydi diye alay edebilirler), belli etmemeliyim viraj hanımla hanende meleği dönerken, arabayı yuvarlasam refüje ya da viyadüğe dalsam, varyantlarda kaybolsam diyorum ama, insanlık çok zalim, kararı onlar veriyor, ağzımla kuş tutsam bile yetim büyüdü diyebilirler!..
Ulysses'i her gün on sayfa okuyarak bitirdim. Hiçbir şey anlamadım, hiç bir şey anlamamanın, bir şey anlamaktan hayırlı olabileceğine dair kuşkular edindim. Demek ki anlamışım!.. Binbir gece masallarını okudum, çok beğendim, Homer'in haltlarını, Solaris'i, Lucretius'u okudum, Düşünce tarihi, Alman felsefecileri, Doğunun bestecileri çoğunu okudum, sayarsam büyü bozulur, çünkü okudukça okumam gerekenlerin azalacağına çoğaldığını gördüm, Huxley okuyorum şu sıralar, bir kitabı ilk sayfasından anlarım (!), onu da çok beğendim, Poe, Borges (hep okurum bir türlü bitiremedim), Deleuze, Maupassant, Lukacs, Mitoloji, Hint Tarihi sırada, birde Aristo'nun baş yapıtı var kaybettim kütüphanenin içinde!.. Biri çaldıysa kendisine çok teşekkür ederim, beni dünyevi acılarımdan bir nebze olsun kurtardığı için!..
Açık sözlü olmak gibi taşra krallığının izleri var bende, bir takım görüşlerime çok bağlıyımdır, örneğin şöyle düşünürüm, Tarkovski'nin filmlerinde aktörlerin hiç birini tanımayız, salt filmi izler, olanlara hayranlıkla bağlanır, diyalogları kaçırmamaya çalışırız.. İşte sinema sanatı budur, az gelişmişlikte (bazı çok gelişmişlerde az gelişmişlik içinde yüzebilir) aktörlere bağlıdır film, aktörleri anımsar biliriz özellikle, oysa biz Tarkovski'yi bile anımsamakta güçlük çekeriz onun filmlerinde o kadar 'Sinema'dır yani olan biten... İşte ben, olaylara, kişilere ve rejisörlere bağlı filmlerden -kitaplardan nefret ederim- onlar dünyevidir, Dostoyevski'yi hiç sevmem, Gazap Üzümleri'yle ilgilenmem, ama Usher'lerin Köşkü'nü çok severim, Borges'in kıssalarına hayranımdır, bu bağlamda doğu metafiziği ve paradoksları da eşsizdir elbette, kimseler söylemek istemese de!.. Sonuçta insanı ve olayları anlatmayı anlak içi ve anlaşılır buluyorum ben, sezgilerimiz bunları anlıyor ve hatta aşabilir de, onun için bu tür yazın okunmaz demiyorum, çok şey kazandırmıyor diyebilirim, bu borsada kazanmanın yollarını öğretmek gibi kitabi şeyler, hukuk okudum ben, inanın, okulda okuduklarımın yaşamda ki karşılığı sıfırdı diyeceğim ama o kadar ileri gitmeye utanıyorum, hepimiz gibi bende insanım, günahkarım, yalancıyım, iyilik ve kötülüğün çıkmaz sokaklarındayım, sevginin yüceltici, nefretin alçaltıcı dolambaçlarındayım, onur düşkünüyüm, umarsızım, kibirliyim ve alçağım.
Bu hepimizin özellikleri inanın, tek farkla ben düşlerde yaşarım, daha bir zavallıyım yani!..
Şu yani, hayatı anlatan şeylerden hoşlanmam, yahu hepimizin hayatı roman bu kesin, nesini okuyacaksın gelin size anlatayım, erkekler genellikle bazı konularda övünürler ama onların unuttuğu bir şey var, biçem!.. Anlatım gücü, yani belagat her zaman olmasa da onların övüncelerini bazen alt ederim, nasıl, öyle bir anlatırım ki adamın gözleri fal taşı gibi açılır, sen neymişsin de bilmiyormuşuz der, oysa olan biten tıpkı kendisinin ki gibi sıradan şeyler, ama Shakespeare'in dediği gibi, 'Kelimeler, kelimeler, kelimeler...' kahramanımız onların gücünü gözden kaçırabilir!..
Kısa kesmek zorundayım çünkü artık roman yazacağım!.. İnançsızım ama o izin verirse tabi, insanoğlu böyledir, tapınakların kıyısından geçmez ama gün aşırı baksıyla uğraşır, dinden nefret ediyorum der ama, tekkelere bağış yapar, bilinmeyenin gücüne insanların tümü iç dünyasında boyun eğer, bunu geçse, kalabalıkların baskısı ve onmaz 'tekdüzelik' onu yola getirir, geleneklerin sultası... Her şey süt liman olsa, ne var ki bunda inansam ne olur inanmasam ne olur mottosu kapıda bekler!.. Sonuç, her yol Roma'ya çıkar, yolun Roma'yı geçmesi için hepimizin hemfikir olması ve uygarlık türümüzün değişkenlikle, sonsuza dek geri kalıyor olması gerekir. Yüzyıllar var!.. Ama tek sorun bu mu dediğinizi duyar gibi oluyorum. O kerimdir, gündüzü geceye bile çevirir, gaybın (bilinmeyenin) anahtarları onun elindedir...
İsteyen istediğini düşünsün, Örneğin Nobelist yazarımız, Reşat Nuri, Kemal Tahir, John Steinbeck ve Victor Hugo okunması zor kitaplar yazmışlardır benim için. Bir sır vereyim, yazar diye bir şey yoktur gerçekte, yerim dar, yenim kısa anlatamam, ölüm döşeğinde nasıl olsa bana hak vereceksiniz, ama ben göremeyeceğim, gerekçeleriniz farklı olacak olsa da!.. Yazar bu işin zahmetine katlanan ve hayatını onunla var sayan-sayabilen insandır. Nesini abartıyorsunuz, yazık değil mi, hepimiz öyleyizdir biz. Bir şeylere yelteniriz, yeneriz yeniliriz, sonra Beckett araya girer, 'Her şey daha iyi yenilmek içindir!..'
Saydığım yazarlar o kadar çoktur ki gerçekte, yazar sayamayacaklarımız, saydıklarımızı sonsuzca katlar, bu bir endüstridir (metayazın) diye gevelemek çok 'metazori'dir ama gerçek şudur, hayat her şeyin üstündedir. Neyse...
İşte bu yazarlar, türevleri ne şaşkınlık vermişlerdir, ne hayret, ne hayranlık, ne bilgi, ne derinlik, ne de zevk. Zahmet vermişlerdir!.. Victor Hugo'yu bir solukta okudum. Ama siz hızla okuduğunuz bir kitabı kolay okunan şey mi sanıyorsunuz. Kolay okunan kitap, hayran olduğunuz ve Borges'in Alef'i gibi tam yüz kere okuduğunuz halde, hala büyük zorluklarla ve zevkin verebileceği ıstıraplarla bitiremediğiniz kitaptır. Birde yalnız 'okurum ben' diyenler vardır. Yeryüzünde hiç bir iş yapmış olmak için yapılmaz, yemek yeriz başkaca tüm işleri yapacak gücümüz olsun diyedir, gezeriz, bilgiyi görgüyle, görüngüyle desteklemek için, yazar yoktur, zahmetine katlananlar vardır yalnızca, her şeyde böyledir bu,
örgü örmenin daha kolay olduğunu kim söyledi, hele yeni bir örgü biçiminin peşinde koşuyorsanız, ikisi de aynı değerdedir diyemem ama lafoloji nedir bir bakın, bir kitap dünyayı değiştirebilir, ama bir kazakta dünyayı ısıtabilir, buzul çağlarından kurtarabilir, aynı şey!..
Siz yazıyorsunuz ama düşüncelerinize değer veren yok, her konuda böyledir insan, başarılı olamam, iyide hayat bu değildir, bana bir önyargı verin dünyayı yerinden oynatayım!.. Yeter mi, dünyamızı karanlığa boğmaya yetti mi!.. Ayrıca düşüncelerinize değer veren yoksa doğru yoldasınız demektir, ne 'magnificent' insanlar gördüm ben, ne düşünceler, ne us durduran paradokslar ama insanlar Borges'in evrenin gizine (sırda Türkçedir merak etmeyin) ulaşan insanı gibi, bu gizi dünyanın hay huyuna çeşni olsun diye mi öğrendim ben biçemli düşünebiliyor. Ve kendini unutuşa terk ediyor, korkakça ya da kutsevi veya yücelmişliğin sınırlarını zorlayan bir şeydir belki de...
Unutuşun kolları ana rahminin sıcaklığıdır. Annemizin yuvağından çıkıp, tanrının yuvağına giriyoruzdur, gerçeklikte tanrı kuşkudan doğmuştur, öyleyse bir kuşkudan, bir kuşkuya gidiyoruzdur, hangi düşüncenin doğru, hangi eylemin erdem dolu olduğunu kim bilebilir?..


MED CEZİR
İnsan bilmediğine taparmış.
Kumar, kızım kucağıma gel, kaderini deve tüccarları yazmasın. Muazzez bunadı ne yazık ki, çünkü o çağlarda kadınların tamamına yakını çıplaktı, Nazilli basma fabrikası faaliyette değildi. Halkının büyük kurtarıcısı ulu peygamber, göklerin elçisiydi ve tarihin kadınlara ilişkin ilk pozitif ayrımcısı ve azılı devrimci Muhammet şöyle buyurmuştu; Anneler, sizi fahişelerden ayırabilmemiz için iffetinize bürünün. Fahişelik kutsalsa Muazzez neden denememiş ki, fahişeler tarihin hiç bir döneminde kapanmadı, salt cinsel deneyimin yaşandığı pagan inançlar ve granit tapınaklar vardı. Örtünme uygarlıkla paralel türeyen bir gerekliliktir, doğada insandan başka örtünen bir canlı yoktur. Kuşun yuvası, tilkinin kürkü, aslanın gücü dışında...
İffetin teist tanımı şuna yakındır Kurani söylemde; Çoluğunun çocuğunun rızkını, rojeye, küpeye, parfüme, çizmeye, botoksa, silikona, dantele, jöleye, fileye verenler, tüketici kafes toplumunun, bedeni semiren, beyni güdükleşen, ruhsal obezitizmin kobaylarıdır, azılı tüketici maymun klanları, taklitçi kabilelerin makakları ve körleme tamahkarlığın kuyuları, çağdaş insanı tutsak etmiş, köleleştirmiştir. Bu alete, bu diyalize, bu bağımlılık yaratan aygıtlara olmazsa olmazı gözüyle bakıp, yaşamakta olan tüm insan ırkı bir denektir, öyle bir nisa ve ademin türü insan değildir, kendini bir meta, bir emtia olarak sunmakta ısrar eden bu şeytana kanmış, bedeni sikkelere bulanmış, gümüş drahomaların esir aldığı dişil nesneler, eril objeler, bu imansız dünyanın boyun bağlı fifileri ve tüketici, cinsiyetsiz ve klonlaşma eğilimi taşıyan fahişeleridir.
Kim ki beşel (aile) üyelerinin hakkını gasp ederek, ev ekonomisinin artı değerini paylaşacağı yerde çalıyor, o çelik putrellerin, ışıklı mızrak ve gökleri delen mihrakların oyuncağıdır, tröstlerin, kartellerin, uluslar arası lobilerin oyuncağıdır. Onlar endüstriyel sömürgeciliğin beyaz fareleridir. Kim ki, eski Yunan çağları, Kutluk kadınları, Nil'in şehrazatları gibi beyaz bir feraceye bürünüyor, duru bir su gibi gülümsüyor, füruuna sarılıyor ve güzelliğini tanrısal sevgiyle, kalplerin sıcaklığına sunuyor, ruhları sakinleştiren kolların kucaklayışıyla avunuyor ve bir emtia olarak görülmesine baş kaldırıyor, doğu ve batının nedime pazarlarında avret yerini açıp, kokularla baş döndürmenin doktriner, kölecil saltanatına ve deccalin oyunlarına boyun eğmeyerek, salt insan, yalnızca iki ayaklı, tek burunlu, basbayağı bir insan olduğunu haykırıyor, o yalnız yeryüzünün ve onun tüm karalarını, denizlerini ve göklerini kuşatmış günahkarlarının değil, evrenin uçsuz bucaksız uçurumlarının da, kozmolojik boşluklarında anasıdır, onun yeri tanrının yanıdır ve cennette onların ayakları altındadır!.. Kim ki kan rengini dudağına yakıştırmayı uygun görüyor, halhal ve 'Kunta Kinte' gibi piercinglere boğuluyor, mahremiyetini silaha çeviriyor, ayrılıkları ve ayrıcalıkları körükleyen bir kaplum'bağalığa soyunuyor, o bu dünyanın yarattığı bir can değil, bir halkalı köle, ne idüğü belirsiz bir yarı insan-yarı hayvandır!..
Irkından birinin aldığı madalyonu kendisine mal eden 'Janusluk' yapar (bu esemeye göre dünya gemisinin kaptanı, usa başkanı, makus talihli dünyamıza Yukarı Volta'nın armağan ettiği çağdaş Jesus oluyor), Hürmüzlük baştan aşağı bunlar, piyano, bale, opera sarhoşluğu, balerin ol, porcheye bin, john kişot komşun olsun, Visconsin'de yaşayalım ha... Yalanın padişahlığının bir mürteci ve mülteciliğin diyagonal halleri...
Sözünde durmayanların ardından neden tatlı şeyler söylenir. Kasrı var o zennenin. Bütün bilgiler senin olduğunda, sezginin eşiğinde olduğunu göreceksin ve bir o kadar daha yol alacaksın, o yolu bitirdiğinde, başlangıca döndüğünü görünce, işte o zaman bilgilerin bilgisi, sezgilerin sezgisinin ne olduğunu anlayacaksın. Çünkü sığlık, derinlikten daha çok güvenilir, daha çok sevilirdir, derinlik boğucu, öldürücüdür. Tanrı, melekler özlemlerine kavuşabilsin diye insanlara sonsuzluğu bağışladı. Ama beyaz renk bir günahsızlık, bir arınma bir masumiyetse eğer, tüm karalamalarımız niçin bilgi sayılıyor. Çünkü derinlikte insanı ölüm bekliyordur, tanrı ceylanın kaplumbağaya çevik olmayı öğretemeyeceğini biliyordur belki de. Öyleyse gözbağcılık ve kurnazlık, aldatma ve özlemlerden bütünce bir yaşamın esin kuşlarıyızdır bizler belki de...
Halil Cibran'ı gördüm Barbaros Geçidi'nde... Kimin tahtı için Arap'la Dürzi, Sünni olanla Şii, Kürt'le Bedevi, Hilal'le Salip savaşıyor Kenan ilinde, Siyon'da, Yemen'de, Mısır'da, Petra'da, Suriye'de, Lübnan Dağları'nda, Celayir'de, Kabil'de, Habil'de, Havva'da ve Adem'de diyordu...
Yüreğin tutuşmuş bir volkansa, içimizde nasıl bir çiçek açabilir ki, gerçeği anlamamız için neden ölmemiz gerek tanrım. Ve ölüm ve öldürme çağında insanların, stadionlarda, kolezyumlarda beyaz bir noktaya, meşin bir küreciğe benzer bir şeyin peşinden bunca koşarak neyi amaçladığını bir türlü anlayamadım, parsel gibi geniş bir yerden öylesine geçebilen bir yuvara neden bu kadar bel bağlıyorlar ve neden bu denli bir sevinç içinde tepki veriyorlar. Sayılmasız kalabalıklar neden bunca toplanıyor, işsizler mi, açlıklarını mı gideriyorlar. İnsanoğlu henüz ilkel çağları atlatabilmiş değil, henüz bir 'Homoid' görüntüsü veriyorlar, daha kötüsü tanrı o kadar yetenekli değildir belki de diyorum artık, ilk modelin aşamaları, ilk kıyametten sonra mı tanrım, kim günahkar öyleyse, ben mi, sen mi diyorum ve bizler ya tanrının kölesi, ya uygarlığın esirleriyiz, her şeyi yadsıdığımızda belki kendimizi yenileyecek, belki de ilk kez özgür olacağızdır.
Kedinin milattan önce yedi bin beş yüzde evcilleştirildiğini bilen insan, Yunusi Emre'nin hangi çağda yaşadığını bilmiyor ama aynı mantığın tasımıyla yıllarca oradan oraya koşturabiliyor, dergi derleyebiliyor, kimseye bu yazı mı Filip diyemiyor ve bir gramma bile sözü taşırmadan, yirmi derece oda sıcaklığında hep aynı içliği ütüleyip, giyebiliyor ve sokaklarda cirit atabiliyor, evet cirit atabiliyor tanrım.
Antrakt, Nuriosmaniye camiine sapan yolla, Cağaloğlu'na giden yolun kavşağında kitapçı vardı eskiden 1976 - ?6 yılları arasında o kitapçıda ayak üstü çok kitap okudum, şiir kitapları boş sayfalarda gezinen bir kaç dize olduğu için onları okur, bitirirdim yarım saatte, Yannis Ritsos'u orada tanıdım, Kavafis'i, Nelly Sachs'ı orada tanıdım. Kim bilir daha kimler... Meccani okuduğum kitaplar beni adam etti de Lidya tenekesi saydıklarım hep rezil etti!..
Bir gün oradan çıktım Nuriosmaniye'ye doğru yürüdüm, gazeteler oradaydı o zamanlar, kulunuz da alabildiğine gariban tabi, yolda biri çıktı meydane, yolun ortasın da külhanbeyi gibi bağırıyor; Ahlaksızlar!.. Şaşırdım, otolarda kıpırdamaya bile utanan kimsecik, adamın koskoca Bizans'da sağa sola meydan okur gibi bağırmasına hayran kaldı ama birazda çekindi tabi, çünkü alışmış, naranın olduğu yerde, az sonra itişip kakışmada gırla gidebilir!.. O adamın tipini unutmadım, ezik, aldatılmış, hayal kırıklığıyla dolu bir suçlamanın haykırışı!.. Sonraları o adamın kim olduğunu, edindiğim kültürel paparazzilerden, karşılaştığım fotolardan çıkardım, o zamanlar ünlü değildi, sonra o meydan savaşlarında ipi göğüsledi, ama açık söyleyeyim ki yazdıklarından hoşlanmam!.. O kim mi, o kim bilin ama anlatan ben değilim. Çünkü nesin de yanılır.
(o sıra Aziz Nesin'in bir kasabadaki vitrine ilk defa konulan ve tüm kasaba halkının zihnini haftalarca meşgul eden sutyenle ilgili anlatısını düşündüm. Kasaba halkı bu garip nesnenin ne işe yaradığını bilmiyor, sormaya da cesaret edemiyorlardı sanırım. Vitrin garip bir sözcük. Garip bir görüntü. Şaşırtıcıdır vitrinler. Her zaman değişirler. Hiç aynı kalmazlar.) Burada hemen taşranın görmemişliği bilmemişliği düşünülüyor doğal olarak. Bu matruşkaları bir taşralı olarak yaşadım. Taşra, sutyenin ne olduğunu bilir, sorun şudur, göğüsler için böyle bir türbana gerek var mıdır!.. Bence yok ve bu bir klişe olarak tüketim toplumunun ürünüdür. Kalçanın büyümesini önleyen korselerde bir paratoner. Çinlilerin ayakları küçücük yapan takunyaları da... Kravatta bir bulgu. Göğüslük der köylü sutyene ve bir genç kız bunu kullanmaya zorlanacak çağa geldiğinde, yadsıyan zavallıları görmek isterim, yüzü kızarır ve aşağılandığını duyumsar. İcat, bulgu gereklilikle bağdaşmadıkça saçmadır, gülünçtür. Sutyen zaman içinde gülünç olmayı aşmış bir gerekirlik olmayı başarmıştır. Korse başaramadı, kravat başardı ama örneğin lens türü şeyler başaramadı sanıyorum. Moda geçicidir Mona!.. Sorun şu, taşranın bu bilisizliği ve görmemişliği üzerinden edebiyat yapmak bir klişedir aslında, yazar modernliğe, son derece uyumsuz yaşadı ama bir yöntem olarak, yazılarını ilginç kılmak için taşra metaforundan yararlanmış olabilir, ama şunu kesinlikle biliyordu ki, her insan bilsizdir ve öğrendikçe bilisizliği artar. Bu taşra cehlinin, ahvalinin, taşranın daha saf, yani arı bir yaşam biçiminin sürdürücüsü olmakla da ilintisi vardır. Eğer taşra bilisiz olsaydı, insanoğlu kötü koku hissettiğinde, o kokuyu bir başka kokuyla -ahmakça- örtbas etmek cahiliyeliğini göstermez, havalandırmayı tercih ederdi. Çok görmüşler de bugün kötü koku ya da kötü kokmak tehlikesini parfümle savuşturan ve kanserojene tapan cahid / e ve sonradan görmeler olamazdı!.. Bunların tümü bakış açısına göre değişebilen konulardır. Her insan her şeyi bilir bir fan olarak bildiğim, ama davranışlar ayrıdır, bizi ayıran şeyler ruhumuzda değil bedenimizde yatar gerçekte... Zamanla bunu anlarız. Kısacası cühela ve görmemişlik, sonradan görme ya da modernite gibi bir yanılsama ve bize dayatılan formatif bir algıdır. Uygarlığın iyiye gittiğini söylemeye benzer bu, oysa yüzyılımızda iradesi dışında ölenlerin sayısı, tüm çağlar boyunca ölenlerin sayısını aşmıştır. Kokoş, (Oscar Kokoscha'nın çok renkliliğinden türeme!) kokana, nobran, hep bir nitelemedir ve hayra alamet değildir, köylü, çoban, kıro (kırdan türeme!) gibi nitelemelerde öyle!.. Aslolan hayattır, yapacak bir şey yok!.. Ve insan yarım bir varlıktır, anomalidir, sanatsa bir tür sapkınlık!..
Kadın erkek egemen bir dünyada, sanatın, onun belirlediği ödülleri verdiği bir dünyanın krallığında şu haliyle eşitliği sağlayamaz. Yapacağı tek şey dünyanın değişmesini beklemek değil, bunları bilerek kulvarında koşmayı sürdürmesidir, işlerliğe soyunmasıdır. Sanat, uygarlık biçimimizin ürettiği bir illüzyondur; başarılı olmak, değerli bir insan olmak anlamına gelmez, değerli insan yaşadığı dünyada algı ve kavram bütünlüğüyle yapabileceği, gösterebileceği tavırla bütünleşebilen bir insandır. Bunun tanımı da tam olmayıp neredeyse belirsizdir, belki bilinmeyen bir gelecekte bu daha belirgin bir tanıma kavuşabilir?.. Ne demek bu!.. Çağdaş toplumlar, din sömürür, çingeneler - yoksullar sayrılık yayar, Simone canı sıkıldıkça erkek değiştirir gibi klişelere sığınır hep, bu kuyruk değil parmak sallayan akbabalara, biri şunu demelidir. Gelişmiş görüngüden sanatçı çıkmaz, manipülatif bir varlık çıkar!.. Temel sorun, onların, çağdaşların, madernite uşaklığının kendilerini daha güçlü ifade edebilmeleridir, çünkü medyatik güç onların elindedir, bu silikonlu bir mankenin organik bir canlıdan üstün ve güzel sayılmasına benzer, oysa silikonlu sahtedir ve kısmen, insan bile değildir!.. Tüm duygularınızla öptüğünüz şeyin bir sünger, tüm düşüncelerinizle bağlandığınız şeyin, uzaktan kumanda bir volüm olduğunu düşünün, Şarkikaraağaçlılar'ın gözünde bir kahraman olan- gerçekte bir Alkapon'dur her daim.
Sodyum yüklü lazer bıçağı, hangi gökdeleni delerse bak mehtaran coşturuyor seni, sınır tanımaz newyorklu elhamdülillahi müselman ve volaha ressam, ayaklarına pedikür parası gerek bu Ladik'linin. Sen meltem rüzgarı gibisin, sıcak ve engin. Seninle yan yana olmak bana yeni dersler verir ve ufuklara sürükler efendim.
Bakın gelişmiş ülkelerden neden sanatçı çıkmaz, Homeros bir Yunan değil, çulsuz bir Smyrnalı, Yaşar Kemal bir aşiret çocuğu, ineğin göğsünden süt emen dağlı. Marquez , Kolombiyalı. Borges, Arjantinli. Örnekleri artırmaya gerek yok, düşünün bulursunuz. Marks, Şeyh Bedrettin'in çömezidir. Sanatçı derbederlikten emekli bir varsıl olmadıkça sanatçı olamaz. Sanat sancılı toplumlara özgüdür, beşikte sallanarak çocukluğunu geçiren biri, değil sanatçı olmak gırnatacı bile olamaz. Siz hala sanatçıyı, duvara çizer Banksy, yüz bin satar -Orman Düşmanı- biri mi sanıyorsunuz. Bu söylenilen doğru olmayabilir, keskin söylemlerden kaçının, biri fısıldıyormuş gibi yazın, Bergerac gibi.
Çünkü onlar kuyruğu açıkta dolaşmanın keçiye özenme, örtünmenin insani aşkınlık, nükleer bomb'un buzul çağları özlemi, silahsızlanmanınsa Havva anamızı arama, gdo lu ürünlerin leş yiyicilik, doğadan beslenmenin cenneti arayış, silikonlu göğüslerin küffari, doğallığın inanç temizliği, hormonlu nesnelerin ucubeye dönüş, gerçekliğinse bir masumiyet, cinsiyetsizliğin insan soyuna yönelik kıyım, aşkla çoğalmanınsa ırkımızı kutsama olduğunu biliyor, bugün yaşadıklarımızın ise bir uygarca değil, sürüp giden vahşet çağlarından bir cilalı metal devri (Konstrüksiyon, imaj ve illüzyon tümörünün çağı) olduğunu anlıyorlar. Dolayısıyla tüm sanat ürünleri, tüm ekonomik göstergeler, tüm mekanik gelişmeler ve bilimsel, kültürel aydınlanma ve bilgi çağı adını verdiğimiz yüzyılımız bir vahşet ve moronizmin uçsuz bucaksız bir ışık denizinin kar körlüğünden başka bir şey değildir, harakiri köpekleriyiz biz, İsrail ıstıraplar çocuğu, batının balistik füze üssü, her gün bomba patlayan, gece acaba göğsümün üzerinde dolaşan cin mi, yoksa Tahran'dan gelebilecek bombanın enfrarujimi diye uykusu kaçan bir ulus nasıl huzurlu olur, İsrail zombi gibi lanetli ve ilahi bir ağlama duvarıdır, şizoid olasılığı ve sokakların korkuyla dolu olduğu, umarsız Penelope o, su kuşu, Eftalya, Zofana, Belkıs, kanımca tanrı yok, ama Leyla'nın aşkına katlanamayanlar tanrıyı yaratmış olabilirler, dağlarda çark ve yılan. Nietzsche bir koçbaştır, çünkü, cinsiyet ayrımcılığını içgüdüsel olarak iliklerine kadar hissedenler gerçekte hümanist duygular besleyemez insanlığa, konu çok yalıncıktır, dudak ve burun arasındaki tüyleri bu denli yahşiyane ve hayat boyu bir logo gibi taşıyanlara hiç bir zaman inanmamışımdır. Bunlar cinayete vah vah diyebilirler, saldırıyı pek iç açıcı yazıyla lanetleyebilirler, ama normatif olanın kanısını değiştiremezler. İnsan her devinimi ve her davranışıyla bir kitaptır. Okudukça anlarsınız. Nietzsche, yaşamı boyunca şu görüntüyü verdi, ağzıyla kuş tutsa benim için bir maço ve tatlı su balığıdır, koyun değil koçtur o her daim, zaten kadınlar varsa yanınızda bir kırbaç bulundurun diyen bir buldogtur o...
Kadınların aşırı makyaj, aşırı topuklu giyen, son derece dışavurumcu bir nesne gibi hareket edeni de huzursuz edici, sana ne be adam, tamam, aynı biçimde onların tepkileri de sahte ve çürük gelir bana, nanay da nanay... Shakespeare, şekerparedir. Neden? Dünyada oyun yazarlığı sürgit ikinci sınıf divit savaşları işlemi görmüştür. Deyin ki birine, bir oyun yazarının adını söyle, düşünür... Ve birini söyler doğal olarak. Bunun nedeni salt oyun yazarlığının bir becerim sayılmamasıdır. Çünkü iyi bir yazardan her kim ve kolaylıkla oyun çıkarılabilir. Yaşar Kemal, Yusuf Atılgan (Anayurt Oteli ne zaman bir oyun olarak sergilenecek) Sait Faik (Hişt adlı öykü olağanüstü bir oyun olabilir vb.)... Öyleyse oyun yazarlığının abartılması bir hiledir, ar. Şekspir bu anlamda kültür hegemonyacılığının bir aldatmacası, çünkü, dilerseniz her yazardan olağanüstü oyunlar yaratılabilirsiniz. Stalker, oyun olarak sergilenemez mi, daha nice şeyler, örneğin Hasan Sabbah, hepsi olasıdır. Sonuç, Globe'nin süpürgecisinin yere göğe sığdırılamaması bir dolandırıcılıktır. Don Kişot ilk çağdaş roman denir, Don Kişot bir tür fabldir ve başat bir fonksiyonu olamaz, abartılıdır. Fabldir çünkü... Siz siz olun batının bu ayak oyunlarına gelmeyin, yapacağınız iş kendi dünyanızı kurmak ya da onu keşfe çıkmaktır, Solaris bir bilim kurgu şaheseridir, Lucretius'un Evrenin Sırları dudak uçuklatır, Binbir Gece Masalları dünyaya yeniden getirir ve en kötüsü keşfedilmemiş nice mutlakıyetler sizleri bekler. Böyle bir dünyada, Şekspir'i İlah, Sartre'ı filosofinin çağdaş babası, Picasso'yu da bulunmaz Bursa kumaşı sanmak, bilisizliğin gün görmüşlüğünde kulaç atmaktır!..
Kim ki klişelere sığınarak sanattan, edebiyattan, bilimden konuşuyor o tasmalı bir zattır, dünya her dakika bir Shakespeare, her saniye bir Picasso ve her gün bir Sartre üretebiliyor artık ve sanat bir manipülasyondur. Bunların sınırladığı dünyadan çıkmadan, sanat kaşıklayan insanların tümü, resmi tarihin kuvözde büyüterek ortalığa saldığı bir hibritdir. Sanat artık yaratıcılarının değil izleyicilerinin emrinde bir uğraştır. Kobaylığın kapkaççılarından uzak durunuz ve onların ambalajda sunulmuş çığırtkanlarının tasmalı birer köle olduğunu biliniz lisyantuslarım.
Devrim kavramı da günümüzde bireysel bir gerçeklik, önce kendinize ve size sunulan verilere isyan ederek kendi cumhuriyetinizi kurunuz. Devlet olamazsınız belki ama özerk bir bölge olarak benliğinizin saygısını kazanabilirsiniz, başkasının saygısını kazanmak çağımızda, kullanıldıktan sonra, çöpe atılacak bir kimesne olmaktır. Oysa insanız!..
Bir insanın gözlerinin içine ısrarla bakın, sonuçta bir katil göreceksiniz ama daha fazla bakmayın, çünkü orada küçük bir nokta gibi duran şey sizsiniz!.. Gelecekten, parlak yıldızlar ve taşların ışıltısı, trubadurlar ve Gaskonya lehçesi geliyor şimdi, şu an...
Her zaman düşümdür, batı doğuyu yazar, Borges, Gazali'yi yazar ama bizimkiler neden Giyom Tell'i veya 16. Lui'yi yazamaz. Biriniz, bozacı Mevlüt'ün iç çamaşırlarını yazıyor, yazar olsa ne yazar. Alamut kitabını korsandan aldım, yazarı Vladimir Bartol, ne bilir Hasan Sabbah'ı, ama okuyun da mevlutçunun ne menem bir 'süt tozu' olduğunu anlayın, başkası sizin içinizi yazıyor, yetmiyor, Şarkikaraağaçlı'nın bir gram düşü olsa, Mary Stuart'ın bahtı kara maderini yazacak naturası olurdu, ama hala Mevlüt'ün şeyametini yazabiliyor...
Shakespeare'in deha olduğunu ileri süren mekanizmaya tercih imkanları: Bu sir saray soytarısıdır. Globe Kumpanyanın süpürgecisidir. Başkalarının yazdığı oyunları derleyen bir çaldırandır. Bu adam yaşamamıştır. Oyunları aristokrat kesimin entrika ve erotizm dalkavuklarının nişanesidir. Misyonerlerin sömürgelerinde deha zannedilen bir meczuptur. İngiliz ve İncilizm kurbanıdır.
Herkes her şeyi biliyor, ama aynı şeyi yapıyor, bakır rengi, Everest'in doruğuna çıkan ilk dünyalı Edmund Hillary'yi, meğer helikopterle oraya indirmişler!..
Işid'din mi, bir Fransız kadın, Işid dünya adaletini sağlayacak sandım, marki de Sade'ın amcası çıktılar ve kevgircilik oynadılar. Ayrıca o Nasa'ya katılacakmış, Nasa, Hiroşima ve Nagazaki pazarlığı yapılan masadır.
Edebiyat nedir peki, 'Mangal mangal yıldızları görecek!' Bakın bu edebiyat değil cehaletin karesi, küpü de değil, sonsuz çarpanı. İlkelliği anlatırken, mağarayı betimlerken karanlık, bir perde gibi çöktü mağaranın içine denilmez, perde çağdaş bir imgedir çünkü, bunu Borges diyorsa da, mangal, pikniği çağrıştırır, piknik, dumanı ve leşcil kokular içinde tıkınmayı, la grande bouffe'u, yani az gelişmişliği!
Öyleyse, mangal mangal yıldızlar dendiğinde, aşkı, sevgiyi, doğayı anlatayım derken, kesenkes edebiyatın üstünü örtmüş olursunuz, endazeniz, yazdığınız dizenin boyunu geçmez. En iyi sözcüğü siz bilirsinizdir ama, belki saçmalıktan da bir gökada çıkabilir neden olmasın. Bu sözler ne ki, bu ne şiir, ne şarkı, ne de afra tafra, burası dedikodu yeri!.. Şiir, her şeyi kapsadığında tanrı yeryüzüne inecektir.
Tüm bilgilerimiz sanıdan ibarettir ve bilginin en büyük düşmanı onu kullanım biçimidir. Öyle hissediyorum ki şu anda özgürleştiren ve canlandıran bir dünyanın eşiğinde duruyoruz; bu dünyanın içinde insan ırkı gerçekten tek bir aile haline gelebilir ve insan bilinci mekanik toplumun zincirlerinden sıyrılarak kozmosta gezinme olanağı bulacak. İnsan potansiyelinin büyüyebileceğine ve öğrenebileceğine dair derin ve değişmez bir inancım var; kendi varlığının derinlerine inebilecek ve evrenin orkestrasına kendisini uyumla verebilecek gizli şarkıları öğrenebilecek bir potansiyel bu...
Derin bir acı ve trajik bir kimlik arayışı içindeki bir geçiş çağında yaşıyoruz; ama çağımızın acısı bir yeniden doğum sancısı. Gelecek yılların gezegenimizi bir sanat formuna dönüştürmesini bekliyorum; açık hava müzesi, yeni insan zamanı ve mekanı aşan bir kozmik ahenge bağlı olarak duyarlı bir şekilde dünyasal deneyimlerin her kesitini adeta bir sanat yapıtıymış gibi kucaklayacak ve biçimlendirecek ve insan bir organik sanat formuna dönüşecektir.
Herkes nükleer silaha sahip olduğunda Einstein'in hayran olunacak bir bilim adamı değil gerçekte bir sıradanlığın mülkiyeti olduğunu anlayacaksınız. Çünkü gittiğiniz yerde size şaka mı beğendin mi diyecek!..
Çaldıran bir savunma savaşıdır ne yazık ki, tıpkı Yıldırım Timur savaşı gibi, Osmanlı doğuya bir adım gidemedi, Pers duvarı var, güneye indi ve batıda durdu, Kuzeye de çıkamadı. Tarihte, her imparatorluğun bir habitat alanı vardı...
Şiirimizin Apaçisi dünyamızdan ayrılmış. Yıllar önce bir kaç tümcelik konuşmuşluğumuz var. Eşdeğeriyle insanları anlayışla karşılayan olgun kişilerdi. Sakin bir karınca gibi sanatın içinde oldular. Sustular, gerekirse konuştular ve gerekirse gene sustular. Hayatın ölümden daha ağır bir şey olduğunun farkındaydılar. Banksy bir sanatçı, kraliçe Elizabeth'in, sömürgeci bir dünyanın külotsuz kumbarası olduğunu çizecek kadar cesur olabilirse, Kruşçev gibi onu dudaklarından öpecek çok sevdalı çıkar ama çizemez, çünkü zıbınının ne kadarda açıkta dolandığını anlar. Birden aydınlanır!.. Banksy banka sözcüğünden türeme bir abrakadabra, batının barbarlığını saklayıp doğunun ezilenlerini diline dolayarak göğüs geçirenlerin dramını anlıyorum.
Banksy, kraliçe Elizabeth'i nü halinde amuda kalkmış ve yoksullar, negrolar egzistansiyalist bir delikten içeri paldır küldür girerek, ağzından da bir değirmen gibi, şangırtılar için de, 'pennycikler' halinde döküldüğünü gösteren bir duvar resmi çizebilirse, onu tanrı ziyarete gelecektir, çünkü onun yapamadığını Banksy yapmış olacaktır. Hellespont vampirellasının great work'ü olur birde!..
Libya çöllerinin ışığı gibi, sözün dışındaki her şey bittiğinde, sözde biter.