7 Kasım 2018 Çarşamba

BUHARİ

Moğolistan'da mı, Belücistan'da mı bilmem, bir sınır taşının ötesinde, kuru bir çavdar tarlasının gölgesinde, boydan boya yırtılmış sarilerle beş kişi, toprağa uzanmış düşünüyorduk.


Derken ufukta, boynuzlarıyla kızgın bir boğa gibi yaklaşan, içinde sanırım insanlar olan, kocaman bir şey belirdi ve eski çağların uydurma, çöllerde gezer ilâhı, yeni çağların parıldar, metal yorgunu tanrıları gibi, kulakları sağır eden bir gümbürtüyle böğürerek geçip gitti. İçindekiler düğüne gidiyorlar gibiydi... İnsanoğlu neşeye ne kadar muhtaç, yaşamaya ne kadar özlemli; kıyamet hiç bir zaman kopmayacak ve bu yaratığın soyu, hiç bir zaman tükenip, yok olmayacak diye geçirdim içimden.

 
Dev cisim, tozu dumana katarak ve pencerelerdeki kalabalık, çığlıklarla el sallayarak yitip gittiler. İçinde kim bilir kimler vardı. Yarınlarını kahve köşelerinde iskambil oynayarak, parlak iskarpinlerini aşığına göstermek için mahalle aralarında dolanarak, teraziyle yoğurt satmak için ev ev dolaşarak, paslanmış lağım borularını baltasıyla açıp, kazdığı çukurlarda, kötü kokuları ve su baskınlarını gidermeyi tansık sanarak, bir elişi tanrısının cinperisi gibi, günün birinde öbür dünyanın uçurumlarına yuvarlanarak...

 
Belki beyaz atlar üzerinde uçuşan pelerinli, çizmeli kelebeklerle, ırmakların kıyısında, eteklerini çekiştiren, benekli, rengarenk çiçeklerde vardır, kim bilir...

 
Ademoğullarının şu evrendeki macerası, inanın dillere destandır, dünya ne kadar enteresan bir yumru, insanoğlu bir sergüzeşt cambazı gibi, nasıl da bir gözbağcı, nasıl da bir büyücü, kesin olan şu ki düşlerimiz, bu şaşırtıcı dünyanın yaratıları karşısında, her zaman modası geçmiş bir tasarı, bayat birer dışavurum, bir kobay ya da yapay yetenek ürünü, kozmikomik birer agora veya yavan ve albeniden uzak, minik birer sunu; belki de arsızlık, hırsızlık ve bin bir türlü uğursuzluklardır...

 
Çavdarların arasından süzülürken, dolunayda bir kurt gibi ulur rüzgârın hışırtısında, 'Eşarîliği' savunan bir arkadaşımız çığlık ata ata can verdiğinde, yerin yarığından çıkan, kara bir yılanın ısırığıyla, öbür dünyayı boyladığını anlamak için, göğüs kafesini açıp, içine bakmak yetmişti. Son kez iç çeker gibi kıpırdayan kalbi, dalından koparılmış bir gonca gibiydi. Ağzı köpüklü ve hâlâ damarları seyriyen ölünün yaşadığına dair, bahse tutuştu iki arkadaşımız ve kara bahtlı zanlımız, aniden ayağa fırlayarak elveda sevdiklerim diye haykırmayı bildi ve az sonra da ardında sicim gibi, kırmızı dumanlar bırakarak göklere doğru uçup gitti.

 
Kalanlardan biri işte dedi, emel denizlerine kavuştu artık sevgili... Bir diğeri ölmedi ki o, görmedin mi olan biteni diyerek, naralar attı, üçüncüsü İsa efendimiz gibi, babasının yanına gitti o diye mırıldandı. Sonuncunun haykırışları, gözyaşlarına karıştı. Her şey bir yana, ölüp ölmediğine bile inanıp, güvenemiyorduk artık.


 
Çünkü belirsizlik ve düşünseme dışında, olan biten şeyler için, ortak karara yönelik bir yapıntı geliştiremediğimiz gibi, sağlıklı bir öngörü de ortaya koyamayız biz ve o ana dek baş eğmelerle, hep birbirini onayıp, oyalayan ve dalıp gitmeleriyle meşhur bu -çavdar tarlası- düşünürleri, birbiriyle çatışır ve hatta birer canavar kesilerek, saldırır oldular ki, gün boyunca birbirinden zor ayırdık ermişlerimizi... Sanki birden kudurmuştular. İşte bu, biricik ortak vargıydı aralarındaki, ne yazık ki...

 
İnsanoğlu, bu işte!..

 
İçimizden biri, akşam üzeri dalıp gitmelerinde, geçmişte Deşti Kebir'de, bir timsahla nikâh kıyıp, altı yıl boyunca karı koca hayatı yaşadığını söyledi, ağzımız arı kovanı gibi açık kalmıştı ki, bir diğeri ben dedi, dağların birinde paraşütle uçurumları gezerdim, tek bacaklı Sibanlarla söyleştim ve Meryem anamızla bir mağarada çiftleşip, yedi çocuk büyütmeyi becerdim dedi; birinin adı Kıtmir'di.

 
Ayakta duran zani aniden güldü, ötekisi saçmalama bre densiz diye çıkıştı, adam pek şaşırmıştı ama o kadıncağız, bizim Selcen köyünün Meryemiydi, ilk kocasını bırakıp dağlara kaçan dedi!.. Hah şimdi yola geldin dediler, başka biri de işe yarar tasımlarınız yok mu sizin diye söylendi!..

 
Gece yarısına doğru, gergedan büyüklüğünde, bir ışık gemisi süzülerek ortamıza indi, içinden çıkan biri, Karahallı yerleşkesinden geliyorum dedi, frenine basılmış marşandiz gibi horulduyordu gemi. Bir uzay dolmuşu gibi sesler çıkarıyor, birden şaha kalkacak gibi de, ikide bir, ileri geri yaylanıyordu.


 
İnanılacak gibi değil ama içinden çıkan, bacakları yok ama yürüyen, dilsiz ama konuşan, elleri olmadığı halde el sıkışan ve ağzı sürekli lafazan ve sanki canı çekince, bağırıp çağıran biriydi. Zanzalak ağacından düzülmüş kolyelerle süslü bir gerdanı vardı ve asası göz alıcı abanoz ağacındandı, yanında Sütleğen adında bir kızı da vardı, varisidir bu kızcağız dedi en arkamızdaki ve ekledi; Bilip bildiririm ki bu bir tanrı!..

 
Adı Belh hükümdarı diye ünlenen, hepimizin sırdaşı Belhan; inanın Kelkit'in aşağısındaki Adilcevaz köyünden, Gurbanyev'in düşlediği de, tamda bu adam dedi. Tanrı pek alındı bu söze ve ben uniseks biriyim ey bilisiz Kadıyoran halkı, edepsizlikten uzak durun, densizliğe kapılıp, aşkınlığa savurmayın boş yere kendinizi diye bağırdı.

 
Zamanınızı hiçliklere adar gibi tüketiyorsunuz, çılgın bir hoyratlıkta debeleniyorsunuz, evrene ve varlığa gönül indirmeyen Kabillerden misiniz, yargılamaya bile gerek duymadan, El Gühel hapishanesine tıkıyorum sizi diye haykırdı. Tanrı bile kötülüğü, kötülükle karşılardı.
 
Gülmece bu olanlar dedi, Russel!..
 
Yaşça en küçük olanımız ki adı Buhari'dir; bak tanrım dedi, yaratmış olduğun dünyadan, daha büyük olan Hindistan'ın dizleri dibindeki Seylancık, bir gözyaşı damlası gibi durur onun yanında, ben bu elem veren güz dalına bir türlü katlanamam ve her anımsadığımda ağlar, göz yaşlarına boğulurum.

 
Tanrı durdu ve güneşin parıldayışından onur duyarmış gibi, senin edebin bayağı gelişmiş ey cennetten kovulma, sanırım hayırlı bir füruusun sen, yedi kat göklere gel de, günah defterimi sen karala artık, kim bilir ne yakıcı düşünceler üretir, ne kutsal dizeler döktürürsün dedi. Buhari, ölmem gerekecek mi bu iş için diye sordu. Ne yazık ki evet dedi tanrı.

 
Günün birinde, ölümüme bir gün batımı kalsa bile, yine de, onu yaşamadan hiç bir yere gidemem diye yanıtladı tanrıyı. Hepimiz yaşa, varol diye bağırdık Buhari'ye ve coşkuyla alkışladık. İşte dedik artık, tanrının bağışladığı göksel tahtı bile umursamayan bir yaratık var ve bu bir ilk, başardık sonunda!..

 
Buhari sözlerini sürdürdü, dedi ki sararmış çavdarların içinden; Troyalı Helen'in bir gözü mavi, bir gözü yeşildi. Ama herkes sözlerini duymazlıktan geldi, çünkü sayfa bitmişti ve dünya boş bir kavanoz gibi dolanıp duran, bir karnaval yeriydi.

 
Şeytan geldi o sıra ve gülümseyerek elini uzattı hepimize, sağ ayağı havada parendeler atıyordu!..

 
Düşme diye bağırdım ona, ama sesim öyle gürültüyle çıkmıştı ki, uyandım!
 
Kameriyenin öğle güneşinde uyuklarken, kâbus görmüş ve oyma tahtalarıyla süslü sedirden düşmüştüm!..
 
Tanrı yine de kulağıma bir şey fısıldar gibi oldu o anda, günah defterine böyle şeyler ilk kez yazılıyor, bir başlangıç sanki, çağınız değişiyor mu dedi!..
 
Yemin kasem ettim bilmem diye...
 
Cebrail değilim ki!..