25 Ağustos 2018 Cumartesi

KRAL MEZARLARI

                                        
 
Göklerdeki yurtluğunda uyuyan Teb kralları, çalan gonkla uyandıklarında, Nil'in Musasını kendilerine bakar buldular.
Kleopatra'nın 'Sevişmek Ayindir' kitabını okuyordu Musa ve Sara dans ediyordu bulutlarla...
Bakır düdükler Nazaret'in Ezrasını da davet etti panayıra ve Tiberius da karar verdi katılmaya, 'Özgürlüğün Kızı' (*) dönüp duruyordu aralıklarla...
Tarşiş'te ağıt yakan kayalık geyikleri, sıra sıra durmuşlar izliyorlardı olan biteni...
Kösnül avcılar ağızlarında duman yayan çubuklarla, keyif içinde bağdaş kurmuş, Sodom'da düzülmüş sofrayı yağmalıyorlardı.
Kızıl güneşte, dört nala atlılar sökün etti, ellerinde Kudüs çiçekleri çekilin diye bağrışıyorlardı.
Çölün yalnızlığında herkes şaşkındı.
Lotüs, elinde paşa kılıcıyla Avusturya'yı çağırdı.
Ludwig diye biri geldi karanlıklardan, ok gibi gagaları, yelken gibi kanatlarıyla iri kuşlar çıkmıştı kıyıdan köşeden.
İrdelenmemiş yaşam ve zamanın platonik aşıkları diye sınıflar bir bir saf tuttular.
1848 devriminin kargaşasına girdiler.
Ve Balzac hışımla çalışma odasına geçerek 'Gerçekliğe Dönme Zamanı Geldi' Feliks dedi.
Filyos son anda yetişti arkadaşını kurtarmak için.
Yettim ya Harun dedi sallanan bir yaprak gibi toplanmış kalabalığa ve seçilmiş kral haykırarak, bundan sonra hepimiz arkadaşız dedi ölümseverlere...
Onlar kara kanatlı kuşlara bindiler ve Yahudiye devletinin içlerine doğru uçup gittiler.
Ve yıllarca düş gördüler, -ışık savaşlarının kararttığı- evrenin uçurumlarında yuvalanarak, yaşamın ve ölümün baskılarından gizlendiler.
Her tuttuğu altın olan Krezüs ve kulaklarını eşek kulağıyla değiş tokuş etmiş Midas'ı bulut dağlarının içinde gördüler.
Ve sanayi mahallesi diye bir borunun içine girerek, Astoria gezegenine doğru hareket ettiler...
...
Sonra alıntılar bitti diye haykırdı tanrıları, bugünlük yeter demişti Eloah onlara...
Onlarda ayaklarına kapanıp geri çekildiler.
Ve Kral Mezarları yüzyıllarca ziyarete açık olmayı sürdürdü.
...
Bir gün, -beyaz mı beyaz katırıyla- bir adam geldi ve azık torbasının içinden bir şey çıkardı...
'Kısacık bir prelüttü bu' diye mırıldanıyor alet yanıp sönüyordu.
Kahkahalarla güldü.
Ve deleteye bastı birden;
Her şey silinip gitti.
...
Kıpırdaşan ışık yongaları, yarı karanlığın solgun gölgeleri ve örümcekler yaşamayı sürdürdü...

(*) Jeanne d'Arc.

23 Ağustos 2018 Perşembe

AŞK


I
Aşk tanımlanamaz diyebilir ya da arzulamanın bir türevidir diye bakabiliriz... Aşkı, aşık olanı küçümseme eğilimi taşır bireyler. Neden?.. Çünkü aşk, türün bireyleri için, cinsel edimi çağrıştıran, özü göz önüne getirildiğinde, tümleci karşı cinsle bağdaşan ya da oluşturulabilen, tinsel bir vurgudur.
Birey, sonuçta bir cinsel çağrışımın, ötekine yönelik, sevecenlik içeren bir halüsinasyonun, bir düş ediminin, bu denli yıkıma, acıya ya da tutkuya dönüşmesine şaşkınlıkla bakar, ta ki kendini o denli bir dolantının içinde buluncaya dek.
Aşk arayıştır. Kendini aramak gibi bir klişeden öte... Sığınma duygusu, ışın körlüğü, mitosa ve tanrıya tapınma, yüceltilmişe tutku, erişilmez olana ve ulaşılmazlığa bağlanım, yok etme ya da yok oluşa; ölüme duyulan özlem, tekçil kozmolojiyle birdeşlik, saldırganlık içgüdüsünün gizil varyasyonu, açınsız kindarlığın güler yüzlü görümü, tinselliği kuşatım, soruların ötesiyle buluşma, yanıtlara kavuşma, ilkinsil olana erim ve barbarlığa duyulan açlık biçiminde kendini gösterebilir. Aşk, kozmik yaşamın tüm niteliklerini içinde barındıran, manik bir evrene benzer. Varlıksı töz, bir tür nükleik.
II
Küçümseme her durumda varlığını sürdürebilir. Cinsel varlığı doru ve esen, eşeysiz ve rahim olan, erselik tutkunun, uyuşturan güneş, zeh'rle dolu tan atımı ve ilençle yoğrulmuş savaşımla, gülümseyen barışın denizlerinde yüzenlerde aşık olabilir. Öyleyse aşk, salt cinsellik ediminin yüceltilmesi, ululanmış birliktelik, ulaşılmazlığın sınır tanımaz senfonisi olamaz.
Bir ironi veya paradoksun hükümranlığında, aşk bütünleşmekle özetlenebilir belki, öyle belirgelerle bezenip, varlıksı olan için öyle tanıtlanıp, soyutlanabilir. Arzulama bütünleşmeyi gerektirir denilebilirse de, tüm arzuları yerine getirilen türün bireylerinde, aşkı gözlemlemek olasıdır. Kuğular ve krallarda da görülebilir bu eğilim.
III
Aşkın yurtluğu, göksel dünyalar mı, yeryüzünün duyu bozumcu engebeleri midir diye düşünebiliriz. Aşk anakaraların gerçemi, aşkınlıkla süren bir olut, insanlığa ve yaratılmışlığımıza ilişkin algısıdır ki, onun özdek yuvası kıta topraklarıdır. Öncüllükle, evrende başka canlılar var mıdır sorusunun ilk yanıtı biz olduğumuza göre!..
Onun tanrısallıkla ilişkilendirilmesi, bizi kozmosun efendisi kılar. Öyleyse aşk kozmiktir, ulaşılmazdır, sonsuzca bir arayıştır ve birini seviyorsak, evrenin başka bir noktasında, kesinkes sizi seven bir başkası daha vardır. Saltık yalnızlığımızı gideren, öteki yarımıza kavuşmakla, paylaşımı ikileme dönüşmüş, umarsız ve onulmaz biricikliğimizdir aşk...
IV
Elle tutulup, gözle görülen varlığın, cismani olanın, tinsellik çabası, yokluğun tanrısal bir töze dönüşmeye kalkışması, hiçliğe özlem, objeler ve süjelerle serimlenmiş, hınçla süslenmiş bir ölüm provasıdır aşk.
Kendini unutarak, ötekinde erime, en büyük gize ulaşım ve onu elleriyle tutabilme gerçelliğinin izinde, olasılığın sanrılarıyla avunmuş, çılgınlıkla taçlanarak yoğrulmuş ve acıya doyurulmuş, bir prelüdün yaşamıdır o!..
V
Her şey gibi aşkta olanaksızdır. Bu nedenle aşk, yaşam denli üzünç vericidir. Kozmos, aşkın ve yaşamın olanaksızlığına karşın, düşüncenin efendisine, ölümü armağan ederek, hoşnutlukla zamana hükmetmeyi ve istençsiz bir arzunun pençesinde düzenlenmiş bir edim, paradoksal bir seviyle bütünleşmeyi önerebilir.
İstemimiz dışındaki her arzu, her nen, her oluşum kavuşmanın gerçelliğinden uzaktır, o duyumu veremez. Öyleyse aşk sonsuza dek olanaksızdır. Olanaklı olan hiç bir şey aşkı barındıramaz.
Sonuçta aşk bir gerçekliği sürdürmek değil, gerçekliği gölgeleyen şeyin peşine düşmektir belki de... Belki de, gerçekliği gölgeleyenin, gölgesini aramaktır. Belki de gölgesinin, belki de...
VI
Suyun denizde saklanamayacağını bilmek, varsayımı var saymak, hiçliğe doğru koşmaktır aşk!..

21 Ağustos 2018 Salı

JAMAİS VU


Tanrım işte femme fatale. Dişi kara koyun. Yazgım tırmanıyor bayırı ve bakırı. Işığın körü yaratıklar. Ve kurtların yağması. O bir dolphin. Dolgun, çılgın, aşeren. Bir miyase karadul. Geceler pusatlı. Kılıç ışıldar. Kamalar saplanır. Ve çıkar. Aylandız gece. Kanla yazılır geçmiş. Çırılçıplak ayaklar. Hac ve haçın çivisi. Kaptanıderyalar. Bir serdengeçti. Dönüyor boşlukta fendi. Anlamını yitirir Capella. Füruu kemiriyor Satürn'ü. Kanıksanır yazgılar. Görürde Avernus'...u.
Yaralı gövde. Vulva terörüdür. Titriyor erimsizlik. Afrodit körü. Gök gürültüsüdür Zeus. Acunlar yakınmaz artık. Demir tozunun gözyaşı. Ilık filiz - Canhıraş tomurcuk. Kuru ekin sapları. Fildişi okları, balık derisi. Ve subayları başbuğun. Sarkan söğüt. Sadaklar. Ve yalınayak. Vortisist Konfüçyüs'ün. Yürek tefecin havalar. Telli turna yeşili. Kedinin - Elektriğin efendisi. Taç yapraklarının hortlağı. Arşidükle yatan aşiret kralı. Boğuldu Finikeli. Ve suyun ölümünde sarsılıyor ay.
Pars iskeleti. Çil mermer. Horoz düğün yapıyor. Alevden annenin kolları. Su perileri. Tepeleri arşınlar Azev. Kıkırdayan düşlerin. Usulca süzülür yılan. Kovuğunda sıçrıyor sıçan. Ağlayan pisi. Durgun su krallığı. Avlaklardan av. Balçıklar suyu. Gençlik. Ağda imparatorlukları. Ve pörsük ruhu dağ hayvanının.
Kör gururlar. Gergef örer Arakne. Aynı divanda oynayan güller. Terleyen ırmak. Alçalıyor şafak. Köpek adalarının kelebeğinde - Kanat çırpan bizon. Sıyrılıyor kınından. Ağlıyor kemik. Burgaçlar ekimozu. Düşten güzeldi çok eskilerde. Hayaletler ve kulelerden baş aşağı. Dut ağacının hası. Uyuyanların yüzü.
Sus diyordu sus.
Ölünün ruhu toprağı gördü...

İKİLEM


Bir gün, soycul tanrılardan ikisi, can verdikleri melek yüzlü bir varlığı; hangisinin yarattığı konusunda kavgaya tutuşmuşlar ve yüceliğin katlarında yazık ki bir türlü paylaşamazlarmış. Gürültülerine şeytan gelmiş ve anlaşmazlığın nedenini sormuş. Tanrılar olan biteni anlatmış, şeytan sakalını sıvazlayarak, doğruluğun erdemi, sapkınlığın dehşeti ve doyunç dolu, karanlık koridorlara sürükleyen, kışkırtan arzuların senteziyle süslü, üç boynuzlu yabasını eline almış ve ...meselenin kolayı var, bu baştan çıkarıcı, büyüleyici varlık ikiye bölünsün, anlaşmazlık bitsin demiş!..
Tanrılardan biri bu tuhaf çözüme olur verirken, ötekisi perisil varlıkla ilgili hakkından anında vazgeçmiş. Şeytansa, sevinçle havalara zıplayıp, bağırarak, varlığı yaratanın, hakkından vazgeçenin olduğunu söylemiş!..
Çünkü, gerçek bir tanrı; seviyle yarattığı, büyücül bir varlığın ikiye bölünmesini isteyemez, acısına katlanamazmış...
Enbiyalar ve sözüne güvenilir dervişler, meseldeki kıssadan hissenin ise, şu olabileceğini söylüyor; İnançsız bir insan; canlar canı bir varlığın bölünmesini kabul eden, benimseyebilen bir tanrı mutlak kötü olacağı için, onun varlığına bir türlü inanmak istemez!..
İnançlı olanda, sevdayla yaratılan bir tinden vazgeçenin, erdemli ve sonsuzca iyi bir yaratıcı olduğunu sezip görebileceği için, yazgısının tutsağıymışçasına ona inanır!..
Denilesi, biri tanrının sonsuz iyi olduğuna kanarak, uyum ve coşkuyla inanıp, kendini sorgusuzluğun uyuşturan kollarına terk ederken, diğeri ölümcül bir kötümserliğin süreğeni diye, ona katlanıp kabullenmek istemez, inançsızlığın burgaçlarında, bıktırıcı belirsizliğinde, umarsızca çırpınıp durur.
Ne ki, öbür dünyada inançsızlar, tanrının mutlak kötü olduğuna inandıkları ve 'düşün'lerinden ödün vermedikleri için, iyicil tanrı tarafından, -doğru ve haktanır bir davranış sergiledikleri gerekçesiyle- bir 'kutsiyetle' korunup kollanırlar.
İnançlılar ise, salt iyiliğe bağlı kalıp, boyun eğerek, aldanılır bir adalet tanrıçasının gözbağcılığına körü körüne kapılırcasına, ışıktan gözleri kamaşırçasına -adil olamadıkları, somut olanı göremedikleri için- katışıksız kötülüğün tanrısı tarafından görkünç biçimde sevilip, gözetilirler...
Gökler katındaki ilahi yargının kollarında, inananlar, açıklamasız kötülüğü görmezden geldikleri düşünülerek, teoremde; ironi ve humordan yoksun bir yaratımın, tapılası ve sevilir olamayacağı dolayımıyla cehenneme yuvarlanırken, inanmayanlar; saltık iyiliğe kapılmayarak, kötücüllüğe direndikleri ve erdemli kalabildikleri için, insani ve çekilir olabilen bir cennetin yolunu tutarlar!..
Evrenselliğin basamaklarında, bu bir sınavdır ve sonsuzluğun gerçelliğinde tanrılar tektir!..
***
(*) Teist kaynaklarda iblisçe düzenlenmiş metinler olduğu savlansa da, Samara'daki bazı yazıtlarla, Mısır-İsrail üniversitelerinin işbirliğiyle çözülmüş Okült papirüsler ve Aramice kimi tabletlerde şeytanın; üçe bölünsün, biri sana, biri bana, biri ona dediği söylenir.

20 Ağustos 2018 Pazartesi

DENİZ










'Utku, şu paganizmin dökülmekte olan son gülü'
                                                               J.L. Borges



 
Güneş Halki'den batar...
Yapraklar dökülünce deniz ortaya çıkar dedi. Evin balkonundan ta uzaklara, dünyanın öbür ucuna bakar gibi. Ağaçların arasından deniz zorlukla seçiliyordu. Ağaç denizi de iyidir dedim, ben dağlarda, kırlarda büyüdüm, denizi bilmem.
Deniz sonsuzluk duygusu verir, dalgaların hırçınlığı, yaşamın zorluklarına işaret eder, yenilgilerin geçiciliğine, çünkü deniz varsa, dalga her zaman olacaktır.
Yenilgi sözcüğü itici ama dedim, neden böyle algılıyoruz yaşamı... Uygarlığımız böyle dedi, henüz o zamanlara varmış değiliz, sözlüklerimiz de ne yazıyorsa biz oyuz. Güldüm biraz, o da güldü...
Gaspar David'in resimlerinde sis dağılınca ay ortaya çıkar dedim. Dağ ortaya çıkar, deniz belki de diyerek bu kez kahkahayla güldü. Ay için Delvaux gibi düşünmeliyiz, o sonsuza dek vardır ve ay kozmik dünyamızın kanıtlarından biridir, o varsa evrenimiz de vardır kuşkusuz!.. Delvaux'da ay, yaşadığımızın kanıtıdır ilginçlikle, ona yaslanır böyle şeyler için o...
Adım dedi Deniz benim, sevgi der gibi, yumuşak ve kadife gibi bir tınıyla söyledi bunu. 1999 depreminde tüm yakınlarımı yitirdim ve bu adaya geldim. Panik atağın pençesinde, yarı şizofrenik bir ömür benim ki...
Birden sarıldım ona, insanlar gerçekte tüm bir yaşam boyunca ağlıyorlar, üzülme dedim. Nasıl der gibi gözleri, gözlerime baktı... İçin için ağlıyorlar dedim, gerçek bir ruh şu yaşamda mutlulukla oyalanacak kadar pervasız olabilir mi, gazeteler, televizyonlar, yaşam kavgası, sanatsal, bilimsel tüm gelişmeler, zamanın, dünyamızın damarlarından fışkıran tüm fonksiyon ve atraksiyonlar ruhlarımızı tahrip etmek için ateşlenen birer rokete benzemiyor mu...
Ağlamaya başladı. Bir kez daha sarıldım, seni üzmek değil amacım, dingin bir ruhla dünyayı dinleyebilmemiz, izleyebilmemiz içindi dedim... Ayrıca dedim, yaşadıklarımız kadar, hiç bir neden yokken bile, sonsuz bir melankolinin içine düşebilir insan benim gibi dedim!..
Neden dedi değişen yüzü, hafifçe gülümseyerek...
Freudyen şeylerdir belki dedim, çocukluğumdan kalan bir aşk kırgınlığının bir türlü geçmeyişi, görünmez travmalar, yaşamın gerçekte bizi yaşıyor olması gibi; tüm benliğimizi ele geçiren, harap eden düşünceler...
Bir kaç saka kuşu, sabah serinliğinde, küçük bahçede ötüşüyor, çiçekleri gagalayıp, tepetaklak dönerek, uçuşuyorlardı.
Ada dedi bir dinlenme değil, tüm bir yaşamı sorgulama, bir hesaplaşma yeri sanıyorum ben, katlanmak çok zor, insan bir an önce uzaklaşmalı buradan dedi...
Burada dedim, yaşadığımı duyumsuyorum ben, sorgulamak fırsatını bulduğum için tüm bir geçmişi, cehennem azabı içindeyim belki de, ama gidecek yer de yok, kendi içimizden başka...
Ada, yeryüzü gibi, kalabalıklar, fütursuzca konuşmaların yinelendiği kahveler, pahalı yerlerde, yaşamını satın alınabilirliğin keyfiyle, bir gücün hegemonyasına teslim etmiş, görünmeyen acımasız bir kavgaya rehin bırakmış, ruhunu bir türlü geçip gitmek bilmeyen zamana ipotekle, geçip giden, gitmekte olan kimseler.
Son derece sakinler, son derece özgüven içindeler, ta ki Demokles'in kılıcını kullanmak gereği duyana dek!.. İşte o zaman gerçek yüzleri ortaya çıkıyor, kitleleri bir sürü gibi algılıyor ve güçlerini sergilemeye kalkıyorlar, rezidanslarda, amfilerde, konferans salonlarında, VIP salonlarındaki selamlaşmalarda bu vahşi içgüdünün izlerini görebiliyorsunuz.
İyi ama, herkes kendisi dışındaki dünyayı suçluyor. Suç kimin, suç kimin diye yineliyor şairler sürekli diye araya girdi.
Suç tanrının demek bile bir klişeye dönüşüyor artık dünyada... Suç yaşıyor olmak demekte yetmiyor diye sürdürdüm.
Adadan uzaklaşırsak yaşama karışırız ve suç suç olmaktan çıkar!..
Solaris'te dedim yaşadığımız gezegen, düşünen bir okyanus biçiminde, beynimiz gibi. Düşünce evimiz evrilmedikçe biz yok edici ve cehennemi varlıklar olmayı sürdüreceğiz sanırım.
Bir çözüm olmalı ama dedi.
Şu durumda zor inan ki, depremler, savaşı kışkırtan ruh, acımasız bellek ve uygarlığın anomalileri, vb. vb. vb. dedim.
Buldum diye bağırdım, biz kendimizden kurtulmalıyız!..
Bir kahkaha attı, tüm konuşmalarımızı anımsatır gibi...
Çaylarımızı yeniledik ve ağaçların arasından gözlerimiz bir kez daha denizi aradı.
Deniz sakinleştirir insanı dedi. Fırtınalar, dalgalar ve karanlıklar olsa bile...
Öyle tatlı gülümsedi ki, öptüm onu...
Gözleri doldu birden...
Belki de dedi yaşam dediğimiz şey, yalnızca bir öpücüğün verebileceği dinginlik ve doğallıkla yayılabilecek bir mutlulukta duyumsanan sonsuzluk arayışıdır.
Belki de yaşam sonsuzluk kadar uzun, sonsuzlukta yaşam kadar kısadır dedim!..
Gülümsedi...
Kuşkuyla bakar gibi, sen dedi bütün bunlardan bir öykü çıkarmaya kalkışırsın artık!..
Küçümsedi mi veya bir alışkanlığı mı ima etti;
Yoksa insanlığa, yaşama ilişkin, ürkütücü, korkunç bir gizi mi paylaşmak istedi; evrenin ağırlığının yaşama yansımasının bu denli hafif ve bir yineleme, bir kopya olduğu sürece, hiç bir şeyi değiştiremeyiz mi demek istedi anlayamadım!..



 

19 Ağustos 2018 Pazar

YALTIRIK










Sönüşe, yok oluşa meyil vermiş. Bu doğru ama şu anlamda söz konusu olabilir, yal, hayvan yemi, küspe, tatsız tuzsuz anlamında kullanılıyor yerel dilde, yal tek başına -yansıyan- ışık anlamında olabilir ama, ikinci anlamı hayvan yemi olduğu için yaltırık'ın ikinci anlamından türetilmiş bir sözcük olması daha kuvvetli, yal, yalım, yalaz gibi sözcüklerden, yaltırık gibi bir sözcüğe dönüşüm zor, çünkü tırık genelde olumsuz bir ek, argoda zottirik, kıytırık gibi. Burada yaltırık olumsuz bir önerme sözcük olarak, yaltırık derdi köylüler ama onu güvenilmez, yalpalayan, hem sağa hem sola meyilli gibi, kararsız veya ağır kaçsa da iki yüzlü gibi algılardım anlam olarak.

Sonuçta yaltırık olumsuz bir anlam içeren sözcük, büyük olasılıkla, ama tatsız tuzsuz, kararsız veya güvenilmez kadar, ışık anlamında yanıp sönen, sönmeye yüz tutmuş veya sönmek üzere gibi anlamlara da gelebilir. İkisi de yakın anlamlı, ışıktan yoksun, yararsız, güvenilmez ya da yalpalayan anlamında...

Anlam birliği var, sözün içerdiği, yüklendiği anlam bakımından, her iki halde de olumsuz sonekli bir sözcük. Yerel dilde yanar döner diye bir kavram var, gene güvenilmez, sözünde durmaz anlamında, bir o yana, bir bu yana olabilir anlamında, yanar sönerden evrilmiştir belki, yaltırıkta aynı anlamda, tadı tuzu yoktur, rengi seçilmez, belirsizdir gibi, yal gerçekten tatsızdır ve bir hüküm vermek zordur tadı tuzu konusunda, bu da şu demek, ne olduğu, ne içerdiği, düşündüğü bilinemez deyimine evriliyor artık sözcük.

Köylüler ışkırlak gibi derdi, gerçek anlamını bilmiyorum, ama parlayan, ışıldar anlamında algılardım. Işık yayan anlamındadır belki. Saçını kökten kestiren birinin başı için, parladığından dolayı ışkırlak gibi derlerdi, parıltılı giysisi olan içinde bu sözcük kullanılırdı.

Türkçe çok kullanışlı, üremeye yatkın ve kadim bir dil. Bakın suni, yapay demek, ne kadar güzel ve derin bir anlam içeriyor ve ne kadar ustaca üretilmiş.

Türkçe yetersiz bir dil diye büyütüldük biz, şimdi bu anlayışın nedenini düşünüyorum, çünkü bir ülke geri kalırken, o geri kalıştan rant sağlayan ve o geri kalışın tersine bir dönüşle yol değiştirmesinden korkanlar ve ülke geri kalış yolculuğunda, sömürü çarkını kendi sınıfı ya da grubuna yönlendirenler öne sürüyor bunu. Bunlar seçkinler, aydınlar oluyor doğallıkla, alt sınıf grupları olacak değil ya, gerekirse sosyalizmi biz getiririz mantığı bu demek oluyor, yani ne olacağına biz karar veririz demek, bu da geri kalmış ülkede Türkçe yetersiz, bizden adam olmaz ve en önemlisi Türk sıfatını kullanmak ırkçılıktır gibi yaklaşımların versiyonlarıdır. Bu bir paradokstur ama, çünkü buna karşı çıkarsanız cumhuriyete karşı çıkmış olursunuz, çünkü cumhuriyet basınıyla, görsel medyasıyla, kolejleri, dernek ve fasonist -kur tak sat- üretmeden tüketmeyi ve emeksiz kazancı körükleyen sömürgelere uygun mantığıyla külliyen onların elindedir. Nazım vatan haini, çıplak kabloyu eliyle tutan da Kemal Sunal filmlerinin hayranı bir canlı kurbandır artık. Kazada ölen, hapse giren, inşaattan düşüp cennete gidenlerin tümü de kader kurbanıdır. Düzen sürsün diye arada bir af çıkar ve Allah'tan önce affedenler çıkar sizi ve sırtınızda sıvazlanır tabi!..

Sonuçta, İngiliz, Fransız, Alman sözcüğünü, ağzının salyasıyla, yarı kırma, yarı İngiliz aksanı bir Türkçeyle savuranlar ve Shakespeare, Goethe, Rilke veya Rimbaud, Sartre diyerek, kibir dolu bir ahmaklıkla afra tafra yapanlar, sonuçta kültür hegemonyasının bilinçli ya da bilinçsiz ahmaklığına soyunup, Yunus'u dindar, Nazım'ı komünist diye -gerçekte köylü, işçiden yana!- diye görmezlikten gelen sözde yurtseverler, sonuçta gizil bir ayak oyunlarının mimarlarıdırlar. Geçmişinize küfretmek, atalarınızı reddetmek ve el kapılarında dilenmek kaderinizdir artık.

Bu düzenin çarkçıbaşı olanlar, ülkenin geri kalmasıyla yücelmiş, semirmiş ve en ufak bir değişiklikte, canını verecek, ülkeyi feda edecek kadar yaltırıklaşmış, yanar döner! sinir krizi geçirip, ortalığı ateşe verecek kadar -delirium transı geçirip, Truva Atı olmaya teşne olmuş, maskeli beşlerdir artık ne yazık ki...

Sömürü için önce batının kültürü ululanacak ki, bütün yabancı mallar içeri girsin, saç bakım deodorantı, Brigitte marka epilasyon kremi bile Çölemerik'de boy göstersin, yurttaşlarım bakın benim (boğazımı sıkan) kemerim bile Pierre Cardin!.. Ye iç yan gel yat, kış uykusuna yatan ayı gibi ol, ne fark eder ki!.. El yapar sen bakarsın değil ha, ilk kullanan sen olursun iphonu, 500 tl lik zamazingoyu 5000 tl ye alırsın ve dolar aya çıkarken kemiklerini bile sıyıracak kadar soyulursun o başka, taciz tecavüz, terör ve şiddet, vatan millet edebiyatı arşı alaya çıksın o bize yeterde artar bile inanın, yüz yıldır başka ne var ki şu ülke de!..

Utanmayı yitiren bir toplum, atına bile Napolyon, kızına bile Elizabeth adını verecek kadar şaşırır böylece ve Bayburtlu Zihni'de Rolly Royce'a biner artık öyle mi, işte batı kültürüne karşı çıkmanın özü bu, yoksa onun malları ve dolarlarıyla daha çok yüzyıllar geçireceksiniz ve çocuğunuz anne demeden önce Lady Gaga demesini öğrenecek ve ama yerli üretimi rantabl değil, kalitesiz gibi burun kıvırmalarla, don lastiğini bile dışardan edinecek artık.

O yiyecek içecek, yan gelip yatacak ama efendisini görünce temenna çakıp hazır ola geçecek. Köleler daha mutlu bu dünyada inanın!.. Bilmiyor ki aşağılık bir oyunun tasmalı maymunu olmak, parası pul olmuş bir ülkenin canlı kuklası, gönüllü palyaçosu olmak yolunda, kurbanlık bir koyun gibi mezbahaya koşturuyor!.. Vatansız Yurtseverler Kumpanyası'dır bu senaryonun adı.

Her kavram gözden geçirilebilir dünyada, yurtseverim der insan belki ama gerçek görünmeyebilir, sezilmeyebilir. Nazım yurtsever değil bir haindi bu ülkede, daha kimler bu duruma düştü bir gözden geçirin, öyleyse o kavram ne hallere düşmüş varın siz düşünün. Nazım'ın Avrupa'yı, Batıyı eleştiren bir nolu sanatçı olduğunu da unutmayın. Nazım baştan sona batının emperyal ve barbar yüzünü göstermeye adamıştır kendini, ona sahip çıkanlar bugün bile batının kuyrukçusu, dolar tapınakçısı birlik beraberlikçiler!..

Örneğin, batılı bir şarkıcının abartılarak, konser bileti yüksek bir bedelle satılıyor ve bu bir alışkanlığa dönüşüyorsa, türkünüz küçümsenir, şarkınız horlanır hatta edebiyatınız hiçlenir ki uyduruk bir batılı şarkıcının konserine bir aylık meblağınızı yatırma alışkanlığı sürebilsin. Basın bunu körükler ve bizim basın öteden beri Türki cinsiyetini yitirmiştir.

Bu takım elbette Türkçeyi küçümseyecek, Bosphorus sözcüğünün bile İngilizce olduğunu ilan edecek, Drakula-Vampir öykülerinin Evliya Çelebi'nin verdiği bilgilerle bir Osmanlı-Türk kültürünün ürünü olduğunu bildiği halde Bram Stoker'in romanıyla dünyanın bu kavram ve kültürle tanıştığını söyleyecek, tiyatronun anavatanında perdeyi Shakespeare'le açıp kapatacak kadar kimliğini ve kişiliğini yitirecek, benliğini kaybedecek ve en acısı bunu bile isteye hatta gerekirse, halkın birbirine düşmesine bile göz yumarak sürdürecektir.

Bu ülkenin diline, kültürüne sahip çıkarak, kültür emperyalizminin kıskacından kurtulması ve içerdeki işbirlikçi ve kültürümüzü aşağılayan yerli misyoner ve batı kültürünün gönüllü kültür elçilerinden ve tasmalı zihindaşlarından kurtulması gerekir.

Çünkü kültürümüz yalnızca dışardan alıyor, tıpkı sınai ürünler ve tüm temel gereksinimleri ithal ettiğimiz gibi, ama dışarıya hiç bir şeyi pazarlayamıyor, iletemiyoruz. Bu da bizi bir tür sömürge yapıyor.

Ülkemizin her alanda kendi ayakları üstünde durması ve ulusal kimliğini dünya arenasına yansıtabilmesi için bir kültür devrimine gereksinimi var.

Klasik batı müziğinin -yorumcusu- bunlar sanatçı da değil, salt piyano çalan insanlar yetiştirip, Shakespeare sergileyerek dünya arenasında saygınlığa kavuşacağımızı sananların hali pür melali ortada, gümrüklerde donlarına kadar aranıyorlar. Gerektiğinde aşağılanıyorlar, çünkü onların kültürünün birebir taklitçisi, özenti dolu maymunlar olduğunu biliyorlar.

Ama dünyanın karşısına; Evliya Çelebi operası, dünyada felsefeyle şiirin sentezini ilk başaran Yunus'un dizeleri ve Nazım'la, Yaşar Kemal'le, Nuri Bilge Ceylan sinemasıyla, antik çağın en zengin kalıntılarıyla dolu müzeler ve Türkçemizin bilimsel, edebi ve astrolojik, altın bir dil gibi parıldayan tüm yapıtlarıyla ve öz benimizle yoğrulmuş tüm ürünlerimizle, Mustafa Erdoğan'ın -değeri bilinmiyor- Anadolu Ateşi gibi özümüzden fışkıran folkloruyla, dans ve oyunlarıyla çıkarsak, eski çağlardaki güç ve saygınlığımıza kavuşabiliriz. Dünyanın kültür ihraç eden ülkelerinden biri olabiliriz. Önceleri olduğu gibi.

Ama başkalarının yapıtlarını yüceltip, kendi toprağımızı küçümser ve sırtımızı çevirirsek daha çok zamanlar, sağda solda, gümrük geçişlerinde ve göç ettiğimiz el kapılarında küçümsenmekten kurtulamayız.

Çünkü başkasına benzemeye çalışırsanız, bunu becerip becermediğinize onlar karar verir, ama kendiniz olmaya çalışırsanız, buna ancak siz karar verebilirsiniz!..

Çağımızda biz, bu toprağın insanları, esaret altında; dili, dini, kültürü dizginlenmiş bir toplumun çocuklarıyız ne yazık ki...


16 Ağustos 2018 Perşembe

BOSPHORUS


 
Ada da karanlığın yüzdüğü bir gecede yürüyorum, tek başıma, Marmara Adası'nda, tepelere doğru çıktım, ne bileyim bir otlaktır belki buraları.
Karanlıkta, ay ışığının oyunlarında, ürkütücü, kulübeye benzer bir şey çıktı karşıma, epeyce uzağımda ama, bir şey var önünde, nasıl bir kulübe ki bu!..
Kocaman, tuhaf, biçimsiz bir karaltı, dev gibi de duruyor ama, kulübenin bekçisi ya da bilinmeyen bir dünyanın zebanisi midir ki!..
Yol taşlı, sessizce yürüyorum, hayalette sfenks gibi duruyor, yaklaştımsa da, dondum kaldım artık, iri yarı bir canavar bu, kesinlikle...
Kıpırdamıyor. Sanrılarımdan kurtulmak için gözlerini seçmeye çalıştım, bir kaya mı acaba bu, karanlıkta bir bohça yığını, yüklenişi sabaha kalmış çuvallar mı yoksa, içi üstübeç, yakacak dolu...
Tanrım ne bu, gece vakti, kulübenin önüne, fırtınanın devirdiği bir ağaç olmasın, Tuba gibi!..
Canavar tümüyle hareketsiz. Öylece duruyor, kıvrımları var, uzayan bir şey, tehditkâr devasa bir lobut sanki.
Ne ki bu tanrı aşkına!..
Yüreğimi elime aldım. Yeryüzünün, yaşamımın üzerine ant içerek, tümüyle o şeye, yaklaşmaya karar verdim sonunda. Pek anımsayamıyorsam da öyle olmalı!..
Cep fenerini bir ok gibi yüzüne tuttum. Ooo, ne kadar da mahzun gözleri var bunun. Bir canavar oysa, nasıl olur ki bu. Göz yaşı döküyor gibi de bakıyor bana!..
Karanlık sanrıların, durgunluk veren yalpalayışları mı bu yoksa...
Saldıracak mı, öldürecek mi bilmiyorum beni bu hayvan!..
Aman tanrım!..
Bir inek bu, bir inek!
Ama ne kadar da mahzun...
Ne kadar da insan!..
Yarı melek, yarı...
İşte onu bilemiyorum ki...

13 Ağustos 2018 Pazartesi

DEİZM




 
 
Deizm tanrıya inanmayı öngören ama dine ya da onun temsilcilerine, elçilerine inanmayı kabule karşı çıkan bir anlayış. Bugünün dini anlayışına karşı çıkan, alternatif bir gelişim olduğu ileri sürülüyor.

Çağ tabularını yaratıyor ve çağdaşlaşıyor, modernist yapılarla, ileriye gidiyoruz derken, ruh ve içerik olarak geriye gittiğimizi düşünemiyoruz. Hiç olmadığı kadar barbarlaşıyor insanlık örneğin, çağımızda ölümün sürati, her hızın, her gelişimin üzerinde... Işık hızıyla insanın öleceği -öldürüleceği mi demeli-, günler her şeyden yakın, bunu denedik de, Hiroşima ve Nagazaki'de, ama insanın unutmak gibi bir mutluluk aracı var, kim ki Hiroşima diyor, diğerinin ağzında bir gülümseme, o kadar karamsar olma, insanlıktan umut kesilmez.

Kim bilebilir ki, bir gün bu düşünceden eser kalmayacak, üzerinde ot bitecek, çöl sessizliğinde bir yel esecek. Kıyamet geliyorum demez; demeyelim yine de!.. Evrenin insana bağımlı olabileceğini düşünemeyiz, insan evrenin açılımlarından biri, bir parantez o, ama onun açılımları o kadar sonsuz ki, sonsuz olabilir ki, geriye;

'Onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim' ağlatısı kalabilir.

Evren insana yuvalık yapıyor, yuva geriye kalandır belki, kuş her zaman uçup gider biliyorsunuz. Nereye, eni sonu ölüme, şimdilik de olsa böyle bu, ölümsüzde olsak bir kurtuluşun bizi beklediği kesin değil ne yazık ki...

Çünkü karıncanın, mastodonun veya bir çekirgenin varlığı bizi mutlu etmiyor bu konuda, insan; kendini bile aşmak istiyor, bütün sorunda bu zaten, evrende kalıcı, ona layık bir varlığın eşdeğerlikle sürüp gitmesi, amacımız bu, gizlentide dile getirilemese de...

Ama hedeflerimizde öyle şaşırıyor ve öyle güçlükler çekiyoruz ki, Habil ve Kabil meselini yinelemekten başka bir becerimiz bile yok bizim, yok henüz, göreceli ataklarımız, bir yinelemeyi öngörüyor yalnızca, gerçek değişke, insanın birbirinden aldığı elektriğin, pozitif uçların yanmasından, yansımasından başka bir şey olmayan çağların özlemi içindeyiz...

Peki deizmle ne ilgisi var bu açınların...

Var, diyelim ki inançlarımız, içrek yapımızdan süzülüp gelen yeni vargılarımız deizme bağlanmamız ve onu ululamak olsun. Bu teizmden daha geriye gitmek inanın ki...

Çünkü tanrı kavramı, insanın varlığından bağımsız düşünülemeyen bir olgu... Biz olmadığımızda -görecelilikle düşünebilen yaratık- varlığını sürdürebilen bir olgu, o kadar sonsuz açılımlara el veren bir düşünsemeye dönüşür ki; tanrı var demek komik kalır artık bu varsayımda, biz yoksak örneğin, her şey vardır artık, her şey yoktur da diyebiliriz bu çılgınlıkta, çünkü varsayımlar illiyet bağını yitirdiğinde sonsuzlaşabilir de, yoksanabilir de!..

Deizm işte illiyet bağının yitirilmesidir, insanın özgün varoluşunda yanardağ alevleri gibi yükselen düşüncelerimiz, illiyet bağını yitirdiği an, anlamsızlaşır ve varoluşuna kaynaklık eden zemini yitirerek, öznel değerini yitirir, yok hükmünde olur artık, varsaysak bile... Çünkü mantık silsilesinden koparak, her esine, her düşüne, her mottoya elveren bir anlamsızlık uçurumuna doğru uçan, bir çürüntüler yığınına dönüşür artık.

Sınırsızlıktır asıl dogmalara sürükleyen bizi belki de, çünkü kargaşa ve kaos yıkımdır evrende, biz düzeni tanrıya yorduk ama... Tanrı bize düsturlar verdi çünkü, deliliğin eşiklerinden kurtardı, bedenimizi taşımayı öğrendik onunla, diğer canlılardan -tözlerden- ayrıldık ve yine o düşünmeyi öğretti, varlığının derleyip toplayıcı ve onun karşılıklı, hoşnutluk veren bağımlılığıyla...

İnsan yarattı tanrıyı, çıldırmamak için belki, düzen vermek için belki, yaşamı güvence altına almak için belki, yalnızlığını paylaşmak, sevgiyi yaratmak için belki...

Bundan ötürü, o var olsa bile, eğer onun yarattığı töze sınırlamalar getirir, ben onun elçilerini tanımıyorum, düşüncelerine karşıyım, ayetlerini saçma buluyorum derseniz, gerçekte tanrıyı da yadsımanız gerekir artık.

Bunun karşılığında tanrıyı kabul ederseniz eğer, onun varlığını yayından çıkmış bir ok gibi, uçsuz bucaksız dogmalar, usa sığmaz tabu yığınları, en korkunç saçmalıklar ve insanın ırkını, varlığını yadsıyacak, yok edecek en dehşet verici olasılıklar bizi bekliyordur artık.

Nedeni şu, bizi düşüncelerimizin sınırsızlığı değil, sınırlılığı mantıklı kılar. Bizimle bağıntısını yitiren düşünce, (taşda aşık olabilir, tanrı tuvalete gidiyordur gibi, sonsuzluğun varyantlarında kozmik bir esemeye dayansa bile, absürtizmin, zeminden uzak, yararsız kollarında uçmaya başlarız artık!) hümanist ve evrensel töze uygunluk gösteremeyen her açın, vampirik bir dehşet ve cehennemi bir yargıya sürükleyerek, yoklukla hükümlenmiş bir kıyıcılığa götürür bizi... Bunun için tanrıya bağlandık biz, bir düstur, bir vesile o, eğer ondan kurtulmak ya da salt ona bağlanmak, insanı aradan çıkarmak istiyorsanız, ki haklı olabilirsiniz, yapacağınız şey, deizmi öne çıkarmak ya da ileri sürmek olamaz. Bu skolastik bir yinelemedir çünkü...

Çağımız henüz tanrının olmadığı, onun yanılgılarla süslü, kıyıcılığı olumlayan sürümlerinin henüz önüne geçemiyor belki, ama bunun karşılığı deizm olursa eğer, bu diktatik bir insani monarşizme el veren, sonsuz bir yok ediciliğin izin alabilmesini de doğurur varlığın indinde, deizm tek elden bir varsayımın, monistik bir görüşün, tüm evrene sahip olarak, Jim Jones'un Cehennem Tapınağı'nda siyanürle canına kıymakta hiç bir beis görmeyen şizofrenik kitlelere dönüşmesi gibi, bizi yok oluşa bile sürükleyebilir.

Bu olasılık deizmden daha çağdaş ve insan eliyle büyüsünü kazanmış, tütsüleri gözle gören, kulağıyla duyan varlıklarla belirlenmiş teizmden daha büyük felaketlerle karşı karşıya bırakacaktır bizi... Din soyutlamadır ama somut verilerden yükselir kaçınılmazlıkla... Ateş yakar, kin öldürür, sevgi çoğaltır, sel yıkar, aşk sersemletir der o doğallıkla!..

Deizmse, her şeyi tanrının salt yargısına bırakan faşistik bir yapılanmaya kolaylıkla dönüşebilecek bir Truva Atı'dır insanlık için. Büyük olasılıkla... İnsanı uzak kılan, ortak paydadan uzaklaşan her düşünce, kendi dinamiğinde birer dogmadır sonuçta, tanrıyı yadsımak zındıklık sayılır, kör eşitlik peşinde koşmak günah, aileyi yok saymak anarşizmdir bizim görünür dünyamızda...

Doğruları var kılabilmek için, eylemlerin ve yapı sökümün kendine yer edinebilmesi ve varlığını açıkça ortaya koyabilmesi, yaşama uyum gösterebilmesi gerekir göklerin süslediği yeryüzünde... Ama biz henüz pek çok değişimin uzağında kalan, genlerinin, içgüdülerinin tutsağı olmuş ve düşünceyle kavrulmuş, şahlanmış ve yıkılmış yaratıklarız ve bir düzen, bir kozmik ölümsüzlüğe -sonsuz uyuma- adapte olamamış canlılarız henüz.

Biz gene de insan eliyle enginlere açılmaya, yalvaçlar yaratmaya çalışmalıyız, insanı yadsıyarak, salt tanrıya bıraktığımızda var oluşumuzun gizlerini ve esemelerini, bizi daha büyük yıkımlar, yokluklar ve daha fatalistik algılar-yargılar bekliyor olabilir inanın ki...

Din ruhani istemlerimizin, içrek yapımızın, umarsızlıktan, evrenin görkemi altında ezilen ve birbirini yok etmeye-sevmeye yargılı insanlığın arayışlarının dışa vurumudur ve köklerimizi arayıştır umarsızca, ondan korkmak, bilimin negatif uzantısı patlayan atomlardan korkmak kadar doğaldır belki de... Onu sevmek, henüz bilinçten yoksun bir bebeğin gülümseyişi kadar kutsal ve dokunaklı, kılıç suyunun gölgesinde, uygarlık arayan insanlık gibi ürkütücü ve tanrısal olmalı!..

Deizm geriye dönüştür, pagan çağlarda yalnızca tanrılar vardı, onu insan eliyle ehlileştirmek istedik, kadın annemiz, erkek babamız olsun istedik. Öldürmeyeceksin dedik!.. Deizm bizim için doğaüstü bir şey olur ve kendimizi yitirmemize yol açabilir...

Eğer teizmden nefret ediyor ve bir değişke arıyorsanız, deizm bir yol açamaz, bir kurtuluş, bir umar olamaz -insan kavmi için-.

Gerçek değişim için, inançsız, tanrısız bir yolculuk olabilmelidir. Ama henüz ona da hazır değiliz diye düşünebilirsiniz, deizm bu yüzden bir geriye dönüştür ne yazık ki, bir yineleme...

İki arada bir derede olmaktan kurtulabildiğinde insanlık, bir çobana gereksinim duymadığında kurtuluşu olasıdır belki de... Söylemesi güç belki 'Tanrısız bir evrendir bunun adı...' Ruhumuzun bilinmeyenlerin tutsağı, varsayımların kölesi olmaktan kurtulması için yüzyıllar vardır belki de. Uygarlığımız günahkar ve nobran bir sürükleniştir elbette...

Çoban sürülerini kaybetmiş ve ben nasıl hesap vereceğim diye ağlamaya başlamış, öyle hıçkırıklar ve çığlıklara dönüşmüş ki feryatları, gürültüye köylüler yetişmiş;

'Sürü çoktan köye döndü, yolunu kaybeden birisi varsa o da sensin' demişler!..