26 Ekim 2018 Cuma

SÂRA


Sultanhisar nerede bilir misiniz, Buharkent, Güzelbahçe... Dünyanın tüm ülkelerini, tüm yörelerini dolaşan biri bu üç yerin adını bile duymadan geçip gidebilir... Kendi yurdunda sürgün diye bir söz var, insan dünyaya 'Özlem' duygusunu tatmak için gelir, keder veren ulaşılmazlık...
Geçmişte geçip gittiğim yerleri, başı öne eğik yürüyen insanları, göğe bakanları ve bir traktöre doluşmuş çığlıkla geçip gidenleri ölesiye merak ederdim. Kim bunlar, nereye gidiyorlar, akşamları ne konuşuyorlar, neleri dert ediniyorlar ve hangi düşleri kuruyorlar.
'Ben başkalarıyım.' Bu söz o kadar doğru ki, ömrümüzün yarısı seyri sefa ve başkalarını izlemek, başka yaşamlara imrenmek, gözlemek ve belki de umarsızca küçümsemekle geçiyor artık, çünkü insan istese de başkaları olamıyor!..
Göğüs kafesimiz hapishanemizdir bizim. O çürür ve biz artık özgür oluruz.
İşte geçmişte Nazilli'den, Sarayköy'e doğru bir aracın içinde, kırk kişiyle geliyordum. Okulu bırakmış, bir bilinmeyene doğru tükenen yaşamımla... Emel denizlerini aksatmanın kederleri içinde... Başımı cama dayamış, uzakta Menderes'in yeşillikleri ve uzayıp giden bozkırın ıssızlığı düşüncelerimi kuşatmışken, araba kara yolda yılan gibi akarken, boşlukta yolun az uzağında, bugün artık iki katlı olabileceğini düşündüğüm, tek başına, ovada yapayalnız bir evin önünden düşler içindeymişçesine geçip gittik. Küçücük kasabalar ekmeği nereden alır, suyu nereden bulur, ışık nereden gelir diye hep düşünmüşümdür. Binlerce kasaba, bir kaç evlik köyler, sazlığın kıyısında kulübeler, gezginlerle, bezginlerle, ezginlerle dolu dünyalar...
İşte o bozkırda tek başına duran evin, sanki ışık hızında, kıyısından geçip giderken biri bana baktı. Göz göze, pencerenin önünde duran, dağların şahinliğini, kırların ağır başlılığıyla birleştirmiş, tüm doğallığıyla serpilmiş, pencerenin önünden geçerken sanki beni gözleyen, sarı saçlı bir kız... Gözbebeklerimizin bir an çakıştığına eminim. Bir an...
Aradan kırk yıl geçti, o kız nerede şimdi, kimdi, ne oldu, en klasik sorusuyla sıradan yaşamımızın, evlendi mi, çoluk çocuğa mı karıştı, ölüm meleği gençliğinin baharında onu seçtiği için, ruhlara karışıp gitti mi yoksa...
Onun adı Sâra'ydı. Sâra...
Sâra, seni görmeyeli kaç yıllar oldu, senin yüzünü, bakışını, saçlarını, o anı yaşamım boyunca unutmadım. Bu garip bir aşk diyecek değilim, kimse anlamak istemez ki bizi, acaba o ev ve sen hala orada duruyor musun, hala yaşıyor, gelip geçen araçların ardından, ruh ikizlerine bakmayı sürdürüyor musun...
'Bir mucizedir yaşamak.' Yaşamak... Neyi amaçlar ki, neyin peşindeyiz biz, ne için, nasıl, neden?..
Kimimiz paranın peşinden koşar, kimimiz şan ve şöhretin peşindedir, kimimiz prestij, saygınlık, kimisi de bir değer, bilgi, görgü ya da amansız bir sınıf mücadelesi...
Şattülarap ne demektir, bienal nedir, konservatif kolokyum pardon konsorsiyumun megaralarda agrandize edilmiş zerofobik kontrendikasyonları üzerine plebisit yoluyla gerçekliği test edildiği için artık en ufak bir kuşku kalmamış kara tavuk sürülerinin güney kutbuna doğru üç bin kilometre boyunca süren göç yollarında karşılaştıkları elem yağmurlarının romanını yazan Herman Melville uzay asıllı mıydı!..
İnsan hiç bir şey bilmez, her şey bir adlandırmadır, göğe çıkalım ve yarı baygın kızıl gerdan kuşu gibi dünyamıza bakalım, bu bir küre midir, sular çekilene kadar, üzerinde ne yaşıyor, türlü biçimde karıncalar, niçin ateş ediyorlar, o denli çoklar ki bazıları eziliyorlar, neden göğe bakıyorlar, bir kurtarıcıyı, tanrısını arıyorlar, gelecek mi, Samuel'e sorun, Godot'yu bekleyen o, dörtte üçü deniz olan bir gök parçasını bu denli ciddiye almak doğru mu peki... Bilmem... 'Barbarları Beklerken' bu tür sorular hazırlıksız yakalanmamıza neden olabilir...
'Yaşamak için, öldürmek gerekir...'
Sâra, cüce tanrılar adına, ligra kuşu adına, kapulinler adına dinlemelisin, evvel zaman içinde iki İsa varmış, diyelim ki biri marangozmuş, ötekisi Nasıralı, babasız büyüyen, ikisi de aynı öğretinin peşine düşmüş, aynı öğretiyi yaymaya kalkışmışlar, öğreti tek bir kişinin bellek evinde çakan bir şimşek değil Sâra, çağın gereksinimlerinin, zorunluklarının ortaya çıkardığı kavramlar bütünü, onları yayanlar yalnızca sözcü Sâra...
İki İsa'dan birinin talihi yaver gitmiş değil, yakın çevresi güçlüceymiş ve öğretisini kolaylıkla yayma ve inanmışları toplama olanağına ehvenlikle erişmiş, artık o bir Mesih'miş. Diğeriyse bir meczup, bir yarı deli, bir kaytanbacak olarak ölüp gitmiş. Bu meseli Mephisto Kafe'de bir genç telefonda anlattı ve bir film ya da oyundan söz etti telefonun öbür ucuna... Ama her iki İsa öldüğünde tanrı yanlarına çağırmış, her ikisi de gelmiş tuhaf bakışlarla ve tanrı demiş ki, bir payenin peşinden koştunuz, bir iyiliğin adını koymak istediniz, biriniz bunun acılarıyla yaşayıp peygamber oldu, diğeriniz ise bir kimsesiz ve meczup olarak öldü. Ama hanginiz gerçek peygamber söyleyin şimdi, meczup hüzünle öbürünü göstermiş, öteki de meczubu, tanrı birbirinize lütufta bulunmayın demiş, siz göğün terazisinde 'tek' kişisiniz!..
Son bir şey Sâra, İbni Arabi, günün birinde, kırk bin yıl önce ölmüş birini gördüğünü söylemiş. Ölen adam, kendisinin insan olduğunu söylermiş ama İbni Arabi insana benzemiyordu dermiş. Onun insan olup olmadığını anlamak için, yedi bin yıl önce ölen Adem'i sormak istemiş Arabi... Adam işte o an, o can alıcı sözleri haykırasıymış; Hangi Adem'i soruyorsun sen, Habil'i öldürenin babasını mı, sonuncu Adem!..
Sâra, keşke senin öldüğünü bilmiyor olsaydım ben!..

22 Ekim 2018 Pazartesi

KERBEROS



KERBEROS

I
Kızıl incilerle süslü alıç ağacına sürtünerek, ovada duruyorum. Güneşin ipiltisinde, altın sepeleyen otları yiyerek. Toz kaldıran at arabasına siyen bir köpeği izleyerek.

Sündük köpek, arada bir kulaklarını dikerek, uzun uzun ovaya bakıyor. Kulaklarını düşürüp toprağı kokluyor sonra...

Düşünüyor köpek, bu topraklar bize Elea'dan mıdır? Ve Zidi Dağı, Pearl Harbour, Zebur ve hoparlörlerin birbirleriyle ne gibi ilintileri vardır. Ve az sonra tek boyutlu yaşamına üşenmeden koşuyor. Tamuların sahip diye nitelendirdiği yoksul köylünün paçasına bulaşırken.

Zadig gibi uysal ama memesizdir köpek, yollarda iz bırakırken. Bir bir geçerken tozlu gölgeleri, kurumludur. Ustası onu özler.

Gene duruyor o; ve görüyor ki ilerde, köyün içinde bir karaltı, sinik ve ağrılı gökte, sünepe bir cisim, sönük, sarsak bir yalım gibi yükseliyor, bir uğru, cansız bir bungu gibi, iki kulaç ötede duruyor, kıpırdamadan öylece kalıp, havanın soğuk esintisiyle, eğrilip kayarak; uzaktaki kuyunun içine, -ölüs yıldız parçacıkları gibi çakarak-, birer birer iniyordu.

Sündüs köpek, dönmeyen tekerleklerin öyküsünü ve arpa yiyen atların, cenneti bekleyen melekler olduğunu anımsayıp gülüyor!

İmamlar ölünce duayı Pers gergedanlarına, evin büyük kızları söylüyor!..

II
Köpeğin yanındaki Zaliha'ysa ağlıyor. Buruşuk sursalların, acımsı sütleğenlerin, kavruk papatyaların, ceviz yapraklarının ve küflenmiş incirlerin kekre kokusuna ağlıyor.

Ölü gözleri, payam çiçeklerinde inleyen arıların vızıltısına, kelebeklerin sessiz gürültüsüne ağlıyor.

Sülüs görkemleriyle, salkım gibi sarkan Süreyya kandillerine, Pervin mendillerine ağlıyor.

Çünkü diyor; ölüler katı sıvılardır.

Zaliha ağlıyor.

Zuhal'in kirpiklerine yağan güz tipisi gibi. Aşk-ı Memnu'nun, makus talihine ağlayan Refike'si gibi!

Ağlıyor.

Kumruların kar sularının üzerinde uçuştuğu yaban ülkelere. Sessiz ve çopur otların arasında yürüyen menekşelere!

Ağlıyor kertenkelelere, bir zamanlar düşsü mavilikler biçiminde yağan bıldırcınlara ve siklonlar içinde çırpınan yeşil kırlangıçlara...

Zaliha; yalvarı saraylarında apışaralarını açarak arplerine işeyenlerin çığlığıydı senin farosun. Benekli kaplanların üzerinde; akrepsi çillerin yazgısıydı bir türlü anlaşılamayan. Ve senin umut dediğin, Zeytin Dağı'na bile tırmanamayan beyaz eşekti.

Köpek sen kızoğlankızdın bir zaman önce, orgazmın kuyruğuysa göktaşından kılıç. Keşke hiç sevemediğin sandal ağacından hemen inseydin. Keşke gücenmeyip, onun eski ahşap fülküne binseydin.

Köpek yalanlama! Biz Uruk'ta incir yiyen kızlarla sevişirdik. Unuttun mu, karnımızdaki bir temmuzluk ura, Enam Suresi'yle yanıt verirdik.

Peki köpek, biz ne idik?

Biz buz parçalarına elini sokan kızgın birer alev miydik...

Kara tay üzerinde kağşayan tek genli çamur, epriyen ses miydik?

Kuyruk yutan okeanosta -Yunus'un çektiği- erselik çanlı develer miydik...

Köpek -kanımdır-, bir akrep gibi artık kuyruğunu kendine sok!

Köpek yok, hiç bir şey yok!..


III
Arı kuşlarının gurklamalarını o kutsal öğlede, bir daha duyamayacaksın.

Avazat kuşlarının çalımlarını!..

Köpek doğaya öykünüp taçlanarak, Atina'da tanrıça diye sunulan Peisistratos'a ağlıyor.

Kurbağaların duruk göllerde sönmüş siborglar gibi duruşuna, acılar yüklü Boreas rüzgârına, kül dolu çayırlardaki tüit tüit kolonisine...

Sion'un vulvası toprak olmuş yeşil gözlü dilberine, düğün çiçeklerine, ela gözlerinde kör noktalar bulunan yengeçlere, bilge mırıltılarla dolu göğün aslanlarına ve kukla fillerin her bir şeyi duyabilen alık kulaklarına ağlıyor!..

Zaliha şu evrende söz sahibiydin sen!..

Betelgeuse sonneleri ve hiçlik baladlarıyla geçen yaşamın, kozalak yutan deve boyunlu örümceklerin dişleri arasında geçecek artık.

Zaliha, üzerinde göz gözü görmez buğuların gezindiği, kuşların sessiz kanat vuruşlarıyla gelip geçtiği, tilki kuyruğu çamlarının yükseldiği, -çiyli güllerle dolu- göllere ağla...

Zaliha, gülmesini bilen balıklara, mektup yazan kuşlara, -Pan'ı çağıran kavaklara- ve mutluluk peyleyen bulutlara ağla.

Zaliha kasımpatılara ağla, bodur ahşap evdeki...

Zehra ceviz ağacından işer, bizde ağzımızı açardık.

Biz böyle bir furkandık Zaliha!..

IV
Köpek, atlas göğün altında, sinik ovayı dolaşıyordu...

Köpek sen yaşamın boyunca hep aynı yolları yineledin.

Yakut bir tüy gibi gün ortasında yepeledin hep.

Köpek sen nice tümülüsleri doyurduysan da;

Göğün pençeleriyle kara toprağı eşelemişsindir bunca yıl.

Sen sanırsın ki usun tam tamına üç gözlüdür.

Ve sevişmenin utasal esininde lavların tüm kafataslarını yıkar.

Ve eril köstebek diliyle alevden geceleri eşsiz sanırsın.

Köpek, doyurduğun burgaçları tansıklı bedeninde hep boşuna aradın.

Onlar sıradandılar!

Gıcırtılarla kükreyen yaşamları özledin sen köpek!

Şimdi yoksulsun.

Abus'un çılgınlığına kendini ortak sanırdın;

İşaretlerle işaretleşilir mi?

Tan atımında, hangi görkünç pelvisten dualarla geçtin ki?

Senin orgazmın kın ve kılıçtı köpek!

Kendi döşüne saplanan iğdiş çelikti;

Peçelerini gizlediğin o kızgın tansık.

V
Köpek; Taklamakan gibi deşerek böğrünü, ant verdi Nuh'un sandal ağacına, sandalın tahtasında kağşayan kuş gibi uçup gitti.

Genesis taşı gibiydi bir karakarga, girip erdi orasına, tüy gibi aktı çatısına, bir bilinç akımına; Kiril orgazmın kütleselliğinde.

Ve şafak kuşunu, seviye ve ata bağladı.

Şimdi Uruk gibiydi kapsantısı. Yalnızlık içinde duruyor, yuların bağladığı nal seslerinde, çulha kuşu gibi de ötüşüyordu.

Kuşların orgazm oluşuna bakılır mıydı çift göz yuvada.
Bulanık ikindide kuşlar bayılır mıydı?

Ölümün geliş kapısına giren ve mürdüm yiyen kızlarla sevişirdik Ecmain'de...

Ve ürküyle -ölümün geçiş kapısı- aralandı birden! Et ete sevişmenin görkül çılgınlığında parçalıyorduk kaknusu. Sessiz avluları fare çığlıkları kemiriyordu. Tini yalpaladıkça yalpalıyordu, yineleyip duruyordu kendini; aşamıyordu erkini!

Kartal kargısıyla bir günüt yazıp, görünmez kuşları, ceviz yapraklarıyla değiş tokuş ediyordu. Sürdürüyorduk görkül! Uzaylı dedikleri biz değil miydik! Gündüz ve gece; Kiril çığlıkla ağlayıp, Zaliha'nın karnındaki ura, yine ve yine Enam Suresi'yle karşılık verirdik.

Ak gözleri, kara mezar taşlarının dikit duruşlarındaki donuk yuvalara sokarak elini boşalıyordu. Mors balığıyla yatıp çigani bir çalgı sesinde.


VI
Güneşin ışıkları cellat kızıllığıyla yükseliyordu.
Dehlizin önü aydınlanıyordu.
Etrüsk bir geçmişte bir afyon çiçeğiydim ben.

Kızıl bir tay üzerinde kinci ve ikinciydi bir kendi bilir.

Kelterlerden sızan pekmez dolu peksimetlerin lekesini yiyordu.

Şit nar ağacına küsüyordu...

Kızıl bir okla girip mor kuşun kanadına, tünedi kaldı orasına.

Güneş Callisto'yu eritiyordu.

Ten eprimişti, taş eprimişti, ses eprimişti!

Anaç bir çulluğun, yaralı göğsünden sızan kanlarla beslenirdi Kerberos;

Okeanosun ortasında, bir kuyruk yutanla.

İrinli aya varıyorduk yalnızca...

Düştü kırağı Medine Gülü'nün çiğ damlasında, süzülüp deve sırtında,

Kırk gün kırk keçeyi yiyerek.

Kara bir kuğu iterek örümceği,

Çöğürüyle bir böceğe geçmesine yardımlayıp,

Kaşınıp uğultuyla Argos gemili pelvis ormanının içine...

Gövdesi belinden öte kopmuştu Iason'un, bir karınca hızıyla kaçıp,

Varmak istiyordu koyağa.

Nereye varılırdı o zifiri karanlıkta, zindanı tavusla delip boşalsan tamda.

Pusula demirinin akrebi yemesi gibi.

-Işık dahi kemiriyor Emevi'yi!..-

Ve Saavadre saturnalitik bir şapkayla örterek kasığını içine çekiyordu.

Papirüs ve İdris ve kanalın hayvanı gülüyordu.

Yel geçiyordu köprüden. Hayvan bağırıyordu.

Eriyordu çılgın açlıkla ve karanlık beliriyordu sıradan bir saatte.


VII
(Dikenli menekşelerin dibinde, soluksuz saran sevinin delişmen köklerini eşeliyorduk. Çalılık otları ve büyülü dikenler kır hayvanlarıyla çevremi sarıp, gölgeli killerle dolu yaralıya benzer yollardan geçiyorduk. Aslanın ayağındaki çöğürü çekerek kurtarırken, öpücükten ve volkandandık yarasa kanı emen. Usluyduk. Usa tırmanan serseri kokunun çaldığı göçebe kokuyla, alüminyum ormanlara karışan tindik. Mitanni ve Luvi'ydik. Havanın çevikliğiyle, mis kokulu aya gerilmiş ipte; cambazın aksak ayağına, köpükte çözülen manolya kokularına, varlığın ve yokluğun sonsuz kıvrımlarına baş koyuyorduk.

Tuzun ufalanışını gördüm görkünç çemberde, kalın su yosununun kokusunu içime çekerek, balık vücuduyla yüzecek gibi duran yaratık, unun ansızın kopan fırtınasıyla göğe yükselince, bulutun vulvalarında şimşek kavgası yaptı.

Öksüz yıldırımın sinesinde, güneşin kibirli bezeğinde, yalanlardan sızlayıp, çaldığım imgelerle, mineral ellerimi ve gözlerimi oyarak, vahşi kokunun garip oklarına, günaydın üzünç dedim. Kış boyu rüzgârın ağlarına takıldım, uçucu kemanların yükselttiği çığlıklarla, çiğ füzeleri yerken, arı kovanlarının sesi, hanımelinin yahşi kokusu, düpedüz alıp götürüyor, arı doğanlarını yontarak, ipliğin ve bitkinin küçük panterlerini çayıra salıyordum!..

Toprağın düş gücünü ve düş göçünü, gülüşün palmiyemsi titreyişinde arayarak, kumun ve kumsalın başaklarını belledim. Uykusuzluğun çiğ damlası ve borazanın bıçaklarıyla tanrıyı kovalarken!..

Bellatrix'in sevi oklarıyla sana geldiğimde, kimseler görmedi ve kimseler bilmedi -emelin çığlığını- ve çalıntı bir çöl aslanı olduğumu Şeddât'ın ormanında...)

VIII
Hera diz çöktürüp, fosil bebeklerin yandığı lambada, çok ve çok eski birini arıyordu.

Kedrai gibi, iki kez yaşayıp yaşadığı; teflerin pullu tımbırtısında.

Ve çok eski adıyla kinini besleyerek koynunda; kendine geliyor ve geçiyordu kendini.

Kayaların sığlığında, bir sultandı göğü parlatan; yankı veren Huş ağacından. Sümbüllü yarıklarda ki kanı, çağlayan ateşlerde ağlatan. Düzenlerle aktı ve akacaksa gece, paslı demirler, hayvanları ve alevleri yaratarak yakacak, yalvararak yatacak ve akacaktı doyunçla.

Sütunların dibinde kumrular uçtukça, kadife bahçelerdeki ölüs çocuk başları ve kuaternerdeki levhalara basan; çavdar ayaklı avcıların fetüsüyle, şol tavşan ve şol keklik avlanacaktı.

Göller gölüyle boy boylansada, soymuk tepeleri doldurup anlatacağım; koyakların içinde gerilmiş baladların eşliğinde...

Ve bilmem ki kaçıncı, en eski adıyla cezamı çekeceğim;

Dedi ve durdu!..

Uyudu!..

Gülün adı ve Unutuşun Kitabı'yla...

17 Ekim 2018 Çarşamba

SAN'AT

San, sanı, sanal, (sanrı), sanat... Görünüşte saf Türkçe bir sözcük gibi, ama öyle değil sanıyoruz ya da biliyoruz, onun anlam benzeri, paralel türevlerinden zanaat, kavramı bozuyor. Osmanlı Türkçesi belki o... Ama sanat Türkçeyse, dilimizin gücü o kadar sonsuz ve güzelliklerle dolu ki, onu yetersiz gören   prangalı kültür dünyamızın gönüllü forsaları, açtıkları yelkenin bir uydu topraklarına açıldığını bilmiyorlar ya da bilmek istemiyorlar, çünkü tüm tutsaklar gibi ağzına bir damla bal çalmakla sarhoş olup, kendisinden geçebiliyor onlar ve dünya tek parçalı bir seyyareye dönüyor artık günümüzde diyerek, illüzyon ve ideolojilerinin güvenli barınağında, uzaktan kumanda bir kobay, sakin, kibirli ve geçerli paranın ölünce Styks'ı geçerken ağızlarına konacağının bilisiyle yaşayıp gidiyorlar!..

Dil yetersiz olabilir ama şöyle, teknolojik, bilimsel, ekososyal dünyamız çağından geri görünüyor evet, dilimize bu nedenle yabancı sözcükler sızıyor, bu eski çağların dominyonlarında, güdümlü plantasyonlarında görülen bir şey, günümüzde de öyle, işte o zaman çağı yakalamaya çalışacaksınız, hep birlikte ama dili yetersiz görenler, Şekspiryen dünyayı, batıyı ve süper batıyı işaret eden kaplumbağacı birlikler, onlara daha bağımlı hale gelmemiz için kullanıyorlar bu argümanı, yani bir gerçeklikten kurtulmaya değil, ona daha çok bağlanmaya yarıyor bu savlar ve hatta karalamalar, örneğin üniversiteler kalitesiz demek, yeni üniversite açmayın anlamına geliyor artık, oysa bir otomosyonun eksikliği onun giderilmesi koşulunu gerektirir, onun kalitesizliğini dile getirmek, nitelikten söz etmek, öncelikle varlığının yok edilmesine yönelik bir girişim oluyor, yapıcı bir eleştiri değil yıkıcı bir yaklaşım, üniversite sayımız çağdaş ülkelere göre dörtte bir oranında ve bu büyük bir yetersizlik  demeyen bir niyet okuyucusu, nitelikten söz ediyorsa o bir kavram ajanlığına soyunan işbirlikçidir olsa olsa, dışa bağımlılık aşkıyla semiren bir işbirlikçi!.. 

Durum buyken, kıyametin birlikleri içimizde yaşadı evet, sözü geçerli, sırtı güvenli, hayatı pırıltılarla dolu; efendilerinin misyoner topraklarında ki bu aklı evvel işbirlikçileri, at koşturup, olmuşu, olanı ve olacağı herkeslerden önce kestirerek, muştularla ve kültürel, endüstriyel ve ekonomik misyon ve komisyonlarla dolu narsistik dünyasında, gönüllü tutsaklığa elveren koşuşturması günün birinde bitti ve son soluğunu verdi işte... Basılı sayfaları dolduran iri puntoların süslediği ölüm ilanı onun son  tesellisi oldu!.. Üç gün sonrada unutuldu. Hangi tutsak, ufuklardan yükselen siyah güneşin,  yeryüzünü kurtaracağına antlar vererek esenliğe çıkarabilmiş ki kendini, içinde bulunduğu toplumu, dünyamızı...

Yaşam illüzyonlarla dolu, belki kendini mutlu etmek adına, Pirus zaferleriyle bezenmiş, Magellan yolcularının dolup taştığı anakaralarda, gerçeğe giden yollar ve onları algılama biçimlerinin, bin bir türlü yöntemi, bin bir türlü atraksiyonu var. Gerçeği eğip bükerek, yenileyerek, yönlendirerek her şeyi, her edinceyi-eylemi, doğruyu, kesinlemeyi ve o sonsuz özleyişlerle dolu exodusu, sonsuz çıkışın kıyametsi yanardağlarla süslü yollarını, aydınlık sanarak mutlan dolu bir yaşam sürmek, kim bilir bin bir gece masallarından belki daha çok hülyalarla dolu bir düşler cennetidir.

İnsan tanrının var olmasını niçin ister, hurafelerle kendini nasıl teselli eder, işte Soloz'un Mavalı'nın sonuçları için!.. Yoksullar adaletsiz bir dünyanın hesabının verileceği umusuyla, ona sarılır Ademden bu yana... Varsıllar doğru yolda olduklarının kanıtı adına onu bulgulayıp, agoraya sürerler ve onun sevgili kulu olmak bir yana, bir parçası olduklarını haykırırlar, bakın işte dünya malı servetimi, sizlerin bekası için düzenleyip, dur duraksız pey ediyorum, sizleri dünyama ortak ediyor, besliyorum, koruyup gözetiyorum, ben onun yeryüzündeki temsilcisiyim ve bu cangılın ortasında Havvalar, yanlı yaratıcının  gözetiminde, onun kimi zaman yamağı, kimi zaman aşığı, kimi zaman celladı ya da kurbanı olmanın hazzıyla, umarsızlıklarının cehennetinde sürüklenerek,  denizlerde saklanarak, aya şarkılar mırıldanarak, göçüp gidiyorlar.

Kısacık ömürlerinde hiç bir şeyin tanımını anlayamadan, yaşamın ne olduğunu algılayamadan, aşkın, sevginin, paylaşmanın ne olduğunu kavrayamadan. Çünkü rabbi onlara kitaplar indirdi, krallar doğru yolu gösterdi, Markslar hayaller sundu ve işçi karıncalar ayaklarına abı hayatı getirerek onlara bin bir düşler bağışladı, az şey midir bu, hayat güzel, yaşamak güzel, 'carpe diem' günü yaşa Horas, horlamalarla, derin uykularla, illüzyonlarla ve bitip tükenmeyen inlemeler, ağlamalar, iç kanamalarla... Patlamalar ve parçalanmış cesetlerin üzerinde yükselen dolarist dünyalarla. Altınlar ve rezidansların parfüm kokulu, losyonlarla kendinden geçtiği süitlerden gelen kahkahalar ve silikonlu dudaklarla, vibratörlü haykırışlar, botokslu umutlar ve detokslu bulutların üzerinde yükselen kızıllıkların kıyametçi tanrıları, tanrıçaları, melekleri, şeytanları ve...

Bütün çağlar boyunca...

Ama işte bunlar yazı, yazı işte, yazılmış ve çok önceden yazılmış alnımıza, kara yazı, alın yazısı, tanrı yazısı... Öyleyse yaşayıp gidelim, gülü koklayalım, aşkı avlayalım, tatlıyı yalayıp, bize bahşedileni yutalım, çalalım, çırpalım, iki sütun bir ocakla yuvamızı kuralım, yaklaşana havlayalım,  tehditlerle uluyalım ve viskileri, pastaları, alkışları, bağışları, yaşam boyu peşinde koştuğumuz, şapkadan, kumbaradan, lotaryadan, çekilişten çıkan ve bizi çıldırtan eşyaların, ziynetlerin, mevkilerin, ayrıcalıkların, parmak sallamaların, gerekirse yaratıcının bile iki cihanı başına yıkarak, vahşet dolu aç gözlülüğün, dinmeyen ihtirasların, ölüm ve irinli kanın kur farklarıyla dolu kasaların, küplerin, o büyük masalların  iğrenç gaitaları, kusmukları ve inlemelerle dolu  uğultusunda kusalım artık, yaşadık, kimseciklerden geri kalmadık, haddini bildirdik dünyaya, kıtalara, ülkelere, insanlara, çocuklara, kedilere, farelere, ah böceklere ve zavallı kendimize... Ne mutlu bize, ne mutlu bize, ne mutlu bize!.. Tanrıya da şükürler olsun, bizi gözetti, iyilikler verdi, servetler, şanlar, şöhretler bağışladı, sıkıştığımızda lanet okumamıza, semirdiğimizde sırtını sıvazlamamıza, temenna çakıp, başımızın üstüne seanslarına izin verdi, bundan iyisi can sağlığı, sağ olun tanrılar, sağ olun krallar, sağ olun kölecikler, sağ olunuz Leibniz...

Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşamıştık biz!.. Ama bu iğrenç uygarlığımızı değiştirmeyi bilmeliyiz, yoksa yok olup gideceğiz, en iyisinden ey can evinin aşıkları, kolalı gömlekleri, papyonları ve elektronik kilidiyle büyüleyen kasaları...

En iyisi konumuza dönelim, tanrıyı en iyi kendisi bilir. Dünyayı en iyi dünya, insanı da en iyi kalbi... Yalnızca Andy Warhol yanıldı şu dünyada, küçücük bir hata yaptı, hiç bir işe yaramayan, minicik bir kusur... Gelecekte herkes 15 dakikalığına şöhret olacak yerine, gelecekte herkes sanatçı olacak demeliydi. Herkes bilim adamı olamazdı, kamu görevlisi bile olamaz, şu ya da bu olamaz ama sanatçı olabilirdi. Çünkü saman balyalarına portre çizen adam sanatçı diye tanıtılıyor artık dünyada,  haklı olarak.. Sanat endüstrisi evrensel çapta genişledi. Ayrımı şu artık sanatın, sanatçının tanımında, yalnızca sanat endüstrisinden pay alamayanlar sanatçı değildir ve  özellikle Lidyalının sanatını tanımayanlar birer ahmaktır yalnızca...

Sanatçı artık tasarlanıp sunulan bir robotar'a dönüştü, bilim bile gerçekliğin hurafesiyle boy gösteriyor dünyamızda, sansasyonel sarsıntılar peşinde, Hawking gizemliydi, yalnızca beyinden ibaret bir yaratık gibiydi ve hepimizi ürkütüyordu sevecenlikle, tanrı var ama gereksiz diyen bir oportünistti ve kraliçenin diz bağı nişanıyla kutsanırken, düşüncenin kamçısıyla, sıradan insanlarında yalvacı olmayı, boynunun borcu bilen bir sarışındı artık o!.. Yılda bir müritlerine görünüyor ve dünya tanrının çevresinde dönen bir rüzgâr gülüdür 'Kaderdeş'im diyerek kehanetlerde bulunmayı ihmal etmiyor ve tüm üçüncü dünyalıların nasıl dize getirilebileceğinin formüllerini biliyordu.

Öyle demokrattı ki görünürde, karadelik varsa akdelik de olmalıdır diyerek Filistik bir bakış açısıyla yoksul üçüncü dünyalıların kalbini fethetmeyi başarıyordu artık, bilim değil mi bigbang teorisiyle Adem'in çamurdan yaratılabileceğini ima eden. Büyük patlama neyse, ol dedi oldu da o değil mi candaşlarım imgelemde!.. İkincisi oldukça kestirme yalnızca, onun karşılığı da kurt deliği olabilir evrende! Çamur değil mi bakteriyel, mikrobik ve amipyen denizimiz, ne var bunda! Vulva külliyesi gibi, oradan yürüyüp gitti karınca!.. Sonrası Alaattin'in lambası gibi masal, ama Newton gitti, Einstein geldi gibi, ikide bir editörü değişmedi!.. Din ruhani açlığımızı doyurmaya devam etti, bilimde meşalenin yerine Led'i getirdi, tanrı işini bilir diye vaaz veren duayenimiz Einstein öncülüğünde!.. Yüzüklerin kardeşliği!.. Buğday dolu sepete, bir yarıktan sızan sıska fare, tıka basa karnını doyursa da, dışarı çıkabilmek için gene eski bünyesine dönmesi gerekir!.. Kimse devrimci değil!..

Hawking'in ve tüm bilimin işlevi -aynı zamanda-, batının ve egemen dünyanın barbarist politikalarının yumuşatılması ve kitlelerin paralel evrenlerinde, algı operasyonlarıyla kobaylaştırılması zorunluğunu yaymaktır, dünya artık kalbe ve ruhlara hitap eden, sanaliteye bürünmüş bir yuvarlak, us sınır dışı oldu çoktan, bilim ortalama savların cennetliğine soyunan bir hurafeler yığınıdır bilesiniz.

Bilim, sanat, siyaset, teknoloji; ya Einstein'ın olacak günümüzde,  ya Picasso'n, ya Churchill'in, -8. Edward daha uygun!- ya da Armstrong'un, dikkat edin hepsi aynı kapıya çıkar, kitlelerin bilişim haznesine pelesenk olmak, dünyayı magazinleştirmek, savaş, aşk, ölüm, kıyım ne varsa, rengarenk bir bulamaçla, bir tür sunumla oyalanmak ve gerçekliği eğerek, ölümsürek yaşarları  hipnotize etmek, büyülemek ve her şeyi kanıksamak, kanıksayabilmek... Yoksa tırısla, rahvan gidişin, dörtnala dönüşmesi hepimizi tepetaklak edebilir, çünkü yoksullar ezilmelidir!.. Çünkü, tanrı var!.. Ama anlayan için gücü sınırlı, yok ama onunda gerekçesi var, insana ilişkin her şey kabulüm dostum!..

İşte Banksy aldı Hawking'in yerini, yüzüklerin kardeşliği biter mi, yeni ikonumuz çoktan piyasaya sürüldü, bir mal gibi pazarlandı, o gözlüklü değil, görünmüyor ve hiç bir zaman görünmeyecek, lamba cini yani bu eli malalı, duvar ustası peygamber, marangoza yakın biri, Bank -Banka-  pardon Banksy öyle emekten, eşitlik ve kardeşlikten yana ki, ateş altında Filistin'de bir duvarı karalıyor ve inanın  kurşun yağmurları ve  roketlerin rüzgârıyla yapıyor bunu ve tüm 'United Kingkong' halkları Filistin için ağlıyor artık ve ama inanın ki  doğu, sürgit barbar, geri ve et yiyicidir, Ademden teröristtir komşularım.

Banksy'nin son düşü bir balondu ve satış rekoru kırarken kendini parçaladı ne olağanüstü bir gizem, ne bilisizce bir abrakadabra; İsa bir kez daha göğe yükseldi  candaşlarım ama  Banksy makine bozuldu, provalarda işlem tamamdı, ne yapayım bazen 'insan olduğumuzu' anımsamamız gerekiyor, Judasçı gözbağcılık yürümeyebiliyor dedi!.. Çek bir Palestine şarkısı da keder ortaklığımızı dağıtalım!..

Bugün batının, dünyanın kaç köşesinde nöbet bekleyen üniformalısı var ve Hoffman 'ın 'Avrupa Dünyayı Neden Fethetti' kitabı ne işe yarar, bu durumda işin içinde bir iş yok mu sizce!.. Yok, evet yok, çünkü 'Ordinary People'nin en büyük düşmanı kendisidir kesinlikle, kontrolörü komşusudur onun, Judas'ı yol arkadaşı!..  Sanat hiç bir çağda olmadığı kadar düşüncevi bir cinsiyetsizliğe soyundu ve etik dışı bir kimliğe büründü... Ne ki düşünsel anlamda yalnızca sanat globalist olamaz, sanat ayrıntıdır, öncelikle bunu kabul etmeliyiz ve hudutsuz ve mabutsuz olmalıdır kesinlikle... Kurnazlığa soyunan, işbirlikçi ve tanrılarına hizmet eden bir sanat, sanat değildir. Çünkü Prometheus ateşi tanrılardan çalmadı mı, öyleyse!..

Sonuç, ne güzel, ilk ayağa düşen sanat oldu şu illüzyonlar, sanrılar ve cehennemin bile alıcılarıyla dolu olduğu bilim/kurgu dünyasında...

İyiye gidiyordur belki de dünya, çünkü sanat ayağa düştü, her şey sanat, selfieler dünyasında ne fotoğraflar, ne tablolar, ne enstalasyonlar, ne workshoplar ve ne cinayetler var artık, naklen!.. Sanat öldü, her şey gibi, belki de korkunç değişim yaklaşıyordur, umut gerçekten kapıyı çalıyor, çalacaktır kim bilir...

Belki de, canlı cansız, binlerce Dali, Picasso, Von Braun, Solaris, Raskolnikov ve dünyaya labradorca ayar veren Trumptiktaklar'ın gezegeninde, yazgımızı belirleme gücünü sonunda tanrının elinden aldık ve kıyamete doğru yürüyorsak, kimsenin karıştığı yok ki bize, hep birlikte, ölüme, zulüme, bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa doğru gidiyoruz artık...

Ne mutlu bize...

Çünkü yazı bu işte, yazı, alın yazımız!..

Ah keşke der ve yine de,  hayat uykusunu seninle yaşayabilmek,  ölümün güzel bahçelerini  gezebilmek ve kıyamet yortusunu seninle koklayıp, tadabilmek isterdim!..

Yakınmaları dile getirebilmek, frekansın algılanabilmesi, tasımın görünmesi, ışığın sezilmesi o kadar güç ki despotik çağımızda, demokratörlüğün az gelişmiş entelijansiyası ya da kitlesel öbeklerin gönüllü kurbanlığında, terziler çıracısı Hermüsül Heramise'nin pöstekisini her bahar uyandırabilmek...

Geçmişte biz koşarsak onlar durursa yüz yılda kapanacak aks derlerdi, biz gene koşup, örneğin onlar yürüyecek olursa, kıyameti göreceğiz ama onlara yetişemeden gideceğiz gibi satirik, gülünesi kıssalar üretirdik kendimizce!.. Bir toplum geriyse vay haline, sapla saman,  çayırla orman ve insanla nisanı karıştırmakta üstüne yoktur ve öncelikle aydınları güdümlü birer roketatar-savardır onların, acziyeti sınırlarımızı aşan, yeteneği türev ve tilmizlerine -kendi deyimleriyle çömezlerine- taş çıkaran!..

Çağımızda her tür sav, done, anlam bütünlüğü, ide ve doktrinel ileri sürmeler, basının ve manipülasyon odaklarının işbirliğince öyle sunulabiliyor ki artık, kitleler yararın nasıl sağlanacağı ve ülküsel kalkınmanın nasıl gerçekleşebileceği konusunda; anında kara propagandanın ve anlaksal saptırmanın devasa sorunları ve bilinci ele geçirmeleri gibi sorunsalla boğuluyor ve görünmeyen cin-perilerle savaşıyorlar!..   Bunun için, bu belalarla baş etmeyi öğrenmeleri gerekiyor öncelikle, yoksa bu kadar kısa zamanda ne Che; bu denli tişört Koçerosu, ne Marks sakallı maskara, ne de hümanizmin olmazsa olmaz ilkesi, ülkelerin kendi kaderini tayin etme hakkı bu denli çiğnenebilirdi, ne de Hitler olağan şüpheli olmaktan çıkabilirdi. İnsan bilinçli bir yaratık ama eni sonu unutarak  cennetinden kovuluyor ve öteki canlılarla eşitlenerek ne denli vicdanlı olduğunu gösteriyor.

Düşünce de rayından çıktı günümüzde, çünkü insan paranoyaklaştı artık, delirium ve demans nöbetleriyle savaşıyor o, dünya umurunda bile değil hamam böceğimizin. Kafka sağ olsun!..

Günümüzde, dolaşımdaki sanal Dolce Vita'nın, bütün görsel, yazılı basında cirit atan ve işte ikonlarınız gibi olun, olamazsanız beceriden yoksunluğun tüm günahı sizindir diye, şeytanlaşarak ayetler indiren Neuromancer'lerine -yeryüzünde gezinen tanrılar- baş kaldıracak gücü de yok artık kitlelerin, çünkü dünya bir görsele indirgendi ve bir imaj artık insanlık, kitlelerin kan/can grubunun değişmesi, silikon çağlarının bitmesi ve yeni insan ve yeni uygarlığın dünyayı sonsuz bir yenilikle kökten değiştirmesi, dönüştürmesi gerekiyor, yoksa dünya çoktan bir 'Şaka' artık.

Kötüsü şu savaşlar; yoksullar, eşitsizlik ve adalet uğruna yapılmıyor artık, savaş tröstler, karteller ve tüm 'exxonlar, general electricler' arasında, savaş dev birlikler ve devasa, moronik ve ejderhevi dev/ledler arasında artık. Işık savaşları gibi bir şey. İnsanlıkta kar körü oluyordur doğallıkla. İnsanın yeri bu savaşlarda bir hiç!.. Marks artı değer için, diyalektik ve materyalizm için, felsefi peygamberliğe soyundu ama metal-metalik egemenliğin, tüm büyüsü ve pırıltısıyla, mujiklerin ve proletaryanın bu denli kısa biçimde yerini alacağını öngöremedi ve Kapital tarihte görülmedik biçimde kısa bir sürede İncilleşerek, somut değerini kaybetti. O ruhani bir cüz şimdi!.. Ama masalı bitmez yığınların, zamanı gelecek demir kelebeklerin, zırhlı meleklerimizin!..

Çağımızda Elon Musk'ın maskesini çıkarmaya bile gerek yok, çünkü görünen o ki, savaşlarda yakında siborglaşacak ve belki de sıradan insanlar bir ağıla doldurulup, ex edilip-yakılacak!.. Eski dünyanın anısını taşıyan tek görüngü, bu olacak onlar için, hatıralar değerlidir ve özlem içerir ama bir alıcısı olmayacak belki de artık... Sonunda kurtulduk işte!..

Çünkü homohome; kafes insanlarının, manipülatif yaratıkların bakım giderleri, suni etin -robotik dünya, siborg evreni- üretiminden çok daha pahalıya mal olabilir!..

Dünyamızda nicelik yığınları olarak -nitelenen- kitleler, bizler, sıradan toplumlar,  kesinlikle yaşayan birer homofili -birer et-kan, organ ve manipülatif bilgi ve simülasyon -canlandırma- depolarıyız artık, birer 'Artık Değer'iz, Çöp İnsan, diğer deyimle posa ve ne işgücü taburlarıyız artık, ne de savaş mangaları ve  kim ne derse desin, bugün Orwell'in öngörüsü 'Büyük Birader', tüm çağlardan çok daha azılı bir biçimde işbaşındadır ve çöküşümüzün aylasıysa; şeytan tanrılaşırken, tanrının gitgide  şeytanlaşıyor olmasıdır.

Bizler gerçekte birer kobayız artık, robotlar sınıfsal arkadaşımızdır ve müzelerde yer alacaksak da bir  gün, onlar yerine getirecek bu işi, işin ilginç tarafı da, insan ırkının bir diğerine reva gördüğü bu zorbalık, yeri geldiğinde 'Büyük Birader'ide kapsayacaktır ve   insanlık tarih sahnesinden çekilip, silinerek, yeni ve daha gelişmiş bir hemcinsiyle, 'Robotarlar ve Siborglar Yüzyılı' selamlayacaktır. Artık Yakup'un Merdiveni ve sıratı olmayan Golden Köprüsü pek yakında!.. Biz pek çok canlının soyunun yok olmasını görmezden geldik mavi gezegende ama kendi hayatiyetine kendi eliyle son veren tek yaratık bizler olacağız belki de...

Ne mutlu bize...

Çünkü, gene de kendisinin tanrısı olabilmeyi başarabilen tek yaratığızdır evrende, ölümün krematoryumları gözümüzden gitmese de, günah çıkartmak gibi bir bencillikten vazgeçemeyiz...

'Bir şey biliyorum; o da hiç bir şey bilmediğimdir.'

Belki bütün bunlar bir düştür.

Karanlıklar bu gizemli yaratığa, düş kurmasını öğretti çünkü...

Düşlerimizle yükseldi o geleceğe!..





16 Ekim 2018 Salı

ASİİSA


Himalaya Dağları'nda
Bir mağara ağzında;

Sırtında kanatlarıyla
Bir insan buldular.

Kimsin diye sordular ona...

İsa göğün yurtluğuna çekileli beri
Yüzyıllar geçti,

Çocukları vardı onun dedi;
Geçmişini arayan.

Birinin adı Tebernuş.

Ben oyum işte.

Özlemlerle dolu biri!..

10 Ekim 2018 Çarşamba

KAPTAN

 

Dün gece şu limandan kalktıydık da biz
Ak mendil sallayan var mıydı kaptan
Bordadan yarayı aldıydık da biz
Fenersiz gecede battıydık kaptan
*
Denizler içinde yüzer giderdik
Gözlerim denizi görmezdi kaptan
Derya ortasında kaldıydık da biz
Cankurtaran var mıydı yok muydu kaptan
*
Gözlerim denizi severdi benim
Gözlerim denize hasretti benim
Gözlerim denize doymazdı ama
Gözlerim denizde sönmüştü kaptan
*
Üstümüzden geçti köpüklü yollar
Çırpınmaz oldu beyaz martılar
Deniz siyah gök siyah kara bahtlılar
Göz gözü görmüyor hoşçakal kaptan
*
Kulaktan kesildi şen şıpırtılar
Deryada yok oldu can kıpırtılar
Denizin sesini duymadım kaptan
Dipten gelen dalgayı görmedim kaptan
*
Ayrılıp kenetlenip bizler çaresiz
Kuşlar da yok artık yürekte sessiz
Deniz de sustu güverte ıssız
Deryada deryasız kaldık mı kaptan
*
Dillerim dilimizi söylemez artık
Gönülden gönülü çalamaz artık
Apansız aklıma gelemez artık
Denizler içinde öldük mü kaptan
*
Gördüğüm deryalar umuttu belki
Karanlık denizde gitmesek kaptan
Karanlık denizin gidiş bedeli
Yandık mı deryada anide kaptan
*
Denizde küstü bakmıyor bize
Denize aşığız üzülme kaptan
Vefasız olana olsun diyetin
Ağlama gecede görünmez kaptan
*
Tayfalar delice gönüller deli
Gördüğün deryalar bir umut seli
Ağlama gecede görünmez kaptan
Ne hâl var içinde bilinmez kaptan
*
Geride bıraktım ekmek teknemi
Denizler ölene olsun kefeni
Yaşamak mutlak birlik emeli
Bu gemi denizde batsa da kaptan
*
Şu batıp giden bizim gemi mi
Göğsüme çarpan deniz yeli mi
Yıldızlı balığı deryaya saldım
Kim mahpus dünyada kim özgür kaptan
*
Ben gittim artık duyun sesimi
Kardeşlik bitmesin dünyada emi
Paylaşıp ortakça unu ekmeği
İnsanlar ölmesin hoşçakal kaptan.

5 Ekim 2018 Cuma

ROMAN




Evvel zaman içinde, bir Türk romanı yoktur dermiş bizim (yazıneri) aydınlarımız, evvel zaman dünden başlar!.. Kadim bir konu bu, belki hâlâ diyen vardır. Yanıtım şu; kendini aşağılama fobisine -hobi olacak değil ya-, daha doğrusu kendisinden başka herkesi küçümseme sayrılığına yakalanmış, az gelişmiş ülke aydınlarına; Az gelişmiş ülkenin aydını, doğallıkla kendisi de az gelişmiş olan, bir kuyruk dikenidir!..

Biz; bizden bir şey  olmaz mottosuyla büyüdük, doğrudur belki, ama şöyle, teknolojik, ekolojik, ekonomik, endüstriyel, sanatsal, sosyal ve benzeri açılardan geri kalmış ülkeler, her yönüyle geri değildir. Örneğin sınai açıdan geri kalmış bir toplum, kaçınılmaz biçimde, kendini anlatma biçemi arar, tüm doğmuş insanlar gibi, bakar ki mühendislik açısından kendine alan bulamıyor, bulamayacak, -uçak yapmayı tasarlayan, düşleyip, model kurgulayan bir mühendisin, Zonguldak'ta canına kıydığı söylencesiyle büyüdüm ben, kendine olanak verilmediği, bizden bir şey olmaz dendiği, el birliğiyle hiçlendiği için- veya siyasi alanda yol kat edemiyor, girişimleri engelleniyor veyahut bakıyor ki uzay teknolojisiyle iletişim kurmasının olanağı yok, o da kendine bir sızıntı, bir kovan deliği, petek boşluğu arar, bir kolhoz, süzülüp kaçabileceği, yaşamda kendini anlatım biçimi ve biçemi yakalayıp, kendisiyle barışık yaşayarak barınabileceği; bir kendini var edebilmek için...

Uğraşının hoş karşılanabileceği alanlara kayabilir doğallıkla -uçak mühendisinin intiharıyla, evreni inletenleri de vardır elbet aralarında, anlatım biçimi sonsuzdur gerçekte-, sözü edebiyata getireceğimi anladınız, tamam ama müzik, resim, güzel sanatların tümü, az gelişmiş ülke aydınlarının kendini anlatabilme biçemi adına başıboş kendisini bekliyordur dolambaçlarda, tabi bir çiftlik kurabilir ve kendi şarabını üretebilir de o, İsabey şarabı bu öyküye uygun bir bulgudur örneğin!..

Evet ülkemiz edebiyatçıları da canından oldu, mahpus damlarında çürüdü, sürgünde öldü ama uçak yaparak ölüme ve yalnızlığa terk edilen bir insan olmaktan gene de iyidir böylesi, çünkü bu puslu manzaralara basın ilgi gösterir de, uçak için şehadete eren kahramanımızı kimsecikler bilmez, görmez çünkü bizim basının 'kiralık' sözleşmesinde, suskun kalacağı yerler bellidir, edebiyat kahramanlarımızı masallara araç gereç yapar, hatta armağanlara boğar ama makus talihinin, geri kalmışlığının gerçek nedeni uçak, roket, paraşüt ve benzeri sihirbazlıklarda ölüp gidenlerden hiç bir zaman söz etmez.

Geriyiz bir elli yıl daha geri kalalım, onun biricik özdeyişidir ve her zaman yurt dışında göle yoğurt mayalayan ve el kapılarında, el alemin  hesabına çalışan lejyonerlerimizi -paralı asker- yüceltir ki, herkes kaçsın, canını kurtarsın ve gurbette Einstein filan olsun, yeter ki bu topraklara şarap şişesi gömüp, üzüm veren tohumu sakın var etmeye kalkışmasın veya yakıtsız uçak filan yapmaya girişmesin oldu mu karîlerim!..

Bu kederlere çok kafa yordum elimin körüyle ve şu sonuca vardım; Einstein bilim adamı filan değil, erişilmez bir IQ su filan yok, gelişme; paranın ve silahın, yani hükümranlığın gücünü ele geçiren ülkelerin, geri kalmış ülke şanını yakalamış, gariban takımına dayattığı, illüzyondan başka bir şey değil, çalgılı çengili bir vodvil türdeşim.

Çünkü bütün bilimsel kuramlar ve büyülü formüller zamanla çağın gerektirdiği beyinsel dürtülere uygun biçimde kılık değiştiriyor, yenileniyor veya terk ediliyor. Newton'un yerini Einstein aldı biliyorsunuz, dünya düzdü ortaçağda, yuvarlaktır kuramı aldı yerini, siz ilanihaye dünya artık yuvarlak kalacak sanıyorsunuz değil mi, aklı evvel demeyin bu karayazılıya, dünya sıvı metallerle, katı madenlerin bireşimi amorf, eğri büğrü bir nesnedir, ahir zamanın simya çağına henüz girmedi insanlık öyle mi, Hiroşima ve Pearl Harbour ansiklopedilerinde, modernitenin atomik kimyasına göre biçimlenmiş, geçirgen bir elementer yapıdır o, yukardan bakarsan yuvarlak, zemin seviyesinden bakarsan düz, vadiden bakarsan konkav, dağlardan bakarsan konveks, denizden bakarsan plazmik bir yapı görünümündedir o vesaire...

Doyurucu değil bunlar evet, çünkü yuvarlaktır algısıyla kan zerk edilmiş genlerimize ve beyinlerimiz ortak yaşarlı kaplumbağalar olabildiğince, yeni Einstein gelerek, yeni bir formülasyonla, dünya kevgir gibi geçirgen  kolloidal bir yapıdır ve denizaltı ve ferromanyetik katmanlarda bulunan boş arazilerde kuracağız yeni uygarlığımızı dediği gün, dünya kütlesi olan ve bir karadelik döllediği için üzerinde yaşam biten geoitik -yersel, evrenik-bir nesne sayılacak, hatta uzaya roketlerde salmayacağız gelecekte, yörüngesiyle oynayarak Andromeda veya dilediğimiz bir komşumuza yaklaşmasını sağlayarak, korkunç uzaysıl giderlerden de kurtulacağız, dünyayı başka dünyaların merdiveni yapacağız, nasıl asteroitler bizi ziyaret ediyor, bütün dünya ve bizler seyahat edeceğiz gelecekte ve galaktik istasyonlarda ücretsiz turlarla kozmosu keşfedecek ve dahası fethedeceğiz, tabi  dünyanın atmosferi bir kimyasal yapının ürettiği zırhla korunacak ki -daha ehven bir zamazingo kesinlikle bulunacaktır- oraya buraya uçarken şemsiyemiz uçmasın ve Magellan gibi fırtınalarla boğuşurken kendi adamlarımız tarafından ölüm marşı çalınmasın arkamızdan. Bir müjdem daha var iki ayaklı bahtsızlara, tanrı karşımıza çıkacak ve İsa'yı benim oğlum ilan ettiğiniz için size teşekkür ediyorum, çok zekisiniz evet ama ben Muhammed'i severim gene de diyecek ve neden böyle olduğunu aşağıda tüm açımlarıyla söyleyecek..


Bizim romanımız yoktur yalanına gelince -az gelişmişin aydını mazohistiktir-, bu batı kültürünün beslemesi, sendelemiş bir güruhun, efendisine yaranma alışkanlığının dışavurumudur, normal çünkü tüm çağlar benzeri sendromlarla doludur, İskender uygarlık götürdü doğuya, Atilla ise barbarlık aşıladı batıya, idiotlara masallar yani!.. Roman öncelikle, neden bu kadar abartılır bilemem, batının toplam edebiyat takımının onun kadar gotik ve egzotik olamadığı Borges der ki; roman bilisizliktir, kısaca anlatılabilecek bir şeyi uzatıyorsan zamanımı çalıyorsundur efendim!.. Bu şaka evet ama, roman gerçekten bir büyücülük değildir, şiirdir edebiyatın afyon ruhu, nükleidal parçası -özütü- veya anası!.. Yetmedi mi, o zaman gizi veriyorum, edebiyatta roman, doğunun Binbir Gece Masallarından abartılmış, çağdaş bir yalan rüzgârıdır dostlarım. Apartılmış ya da her şey doğudan çıkmıştır diyen de var, her şey batıdan geldi diyen mongollar gibi!.. Doğrusu şu, biz romanı batıdan almadık, Evliya Çelebi'den bir opera bile çıkaramayan aydın veya entel takımımızın yükümlülük küfesini sırtından atıp, toplum katında aklanmak için uydurduğu, binlerce ahmaklıktan biridir bu!.. Manisa'nın Yatağan ilçesinde, Kanuni'den önce, Sofu'dan sonra yatağında sabahlığıyla kahvaltı yapıyor diye koca bulamayan Nazire'nin hatıratı bile bir romandır gerçekte çünkü... Zort Ismayıllık kesmeden basmadınız ne yapayım, aynalı -selfie!- pornografi mi anlatsaydı o devirde kızcağız şamakonlar!..

Gene mi yetmedi, Yaşar Kemal çağımızın en büyük romancısıdır -bir görüşe göre-, her şey bir görüşe göre değil mi zaten ey sömürge aydını, ey rölativiteye iman eden umarsızlar, niçin gülümsüyorsunuz, kuyruğuna teneke bağlamışlar bir kere meczubumuzun, ne desek boş!.. Nazım dünyanın en büyük şairi, gene inanmadı, Turhan Selçuk en büyük çizeri, gene olmadı, Aziz Nesin en büyük gülmece yazarı, gene nanay tasmalı düşün yapısına göre, ama şunu söyleyeyim, edebiyat -yazın- alanında bu denli bir olasılığı içimizde taşıyorsak biz, yatıp kalkıp dua edelim, dünyanın en büyük edeb'e sahip uluslarından biriyiz diye, doğrudur bu... Dağlarca'yı, Ece Ayhan gibi kozmik dehayı, Karakoç gibi mistik dünyayı, Gülseli İnal gibi fantastik bir cadıyı saymadık bile, daha da var çünkü!.. Edebiyatımız eşsizdir bizim.

Hasan İzzettin Dinamo bir kaç cildi aşarsa, bir şey değil, sosyeteyi diline dolayarak lafı geveleyen Proust bir deha ha!.. Çok haklısınız çok bilmiş Beberuhilerim, bir bakışa göre demedik ki; kültür hegemonyasının boyunduruğu boynundan çıktığı gün, Turhan Selçuk'un bilimkurguya uygun felsefe üzerinden, çizgi roman üreten, ilkinsil bir dünya çizeri olduğunu öğreneceksin. Gökler Hakimi Gordon'la karıştırdı gene, tasması bırakmıyor ki!..

Sonuç; Az gelişmiş ülke aydını, kazara bir roman yazsa 'dünyada bir ilk', korkudan ben farkında değilim ki diyecektir, efendisinin kamçısı sırtında şaklayacaktır,  çünkü ona bağlanmıştır bir kere bu primat. Onun için kendini aşağılar durur, onun yaşam güvencesidir bu inanın, efendisiyle yarışmayacaktır, efendisi bilecektir onun neyi becerip, neyi beceremediğini, anlak haznesi zincire vurulmuştur bu yüzden onun, özgürce düşünemez, özgürce konuşamaz, geri kalmış ülkelerde halk değil, aydın tutsaktır ve boynuna bağlı kınnapla gezdirilir, bu kafeini alınmış sincap!..

İnsanlık doğası gereği kesin surette ileriye doğru gider, onun için her ulusun, neredeyse biricik olduğu bir alan vardır, ama edebiyat, ama reggae, ama jimnastik ama sinema ama motorlu vasıta!.. Sözümüz bitmek üzere ama son açın şu, edebiyatın en sarsıcı sesi şiirdir öteden beri, realistik romanlar dünyayı betimlemeye yarar, ama bazıları romanla batının çağ atladığını sanır, kervan dayatmalarıyla yürür, oysa şiir her çağda bir tepki işlevi görür, Sakson ozanın bir dünya gailesini -savaşla kapıyı çalan utku- tek bir sözcüğe indirgerken canına kıyışını düşünün, tepki dediğimiz öyledir ki öznesini bile yitirir, şiirdir bir nebze olsun dünyayı değiştiren, roman gibi bildik demir yoluna yeni bir ray döşeyen değildir o ve hangi roman yeni bir manifestodur ki şu dünyada... İnsanlığın gelişmeye değil, değişmeye gereksinimi vardır ve bunu şiir her çağda dile getirmiştir.

Daldan dala geçerek ilerleyelim, bazı kitaplar okur için değil, edebiyatın kompetanları, yazın erleri ve o işin akademik dünyasının ileri gelenleri içindir, bu yüzden bazı kitaplar okur için olağanüstü görkemde sayılsa bile, edebi dünyanın ehlivukuflarının değer ölçeğinde sınıfta kalmış bir şeydir. Ulysses okur için ne edebi, ne okunası, ne de bir konusu olan metindir, yazmış işte der okur onun için kitaba, oysa Ulysses edebi dünyada ufuk açmış ve edebiyatın sınırsızlığını duyumsatmış bir metindir, gene Solaris felsefeyle bilim kurguyu birleştirmiş küçücük bir betiktir, okur ona pek ilgi duymaz ama bu konulara ilgi duyan -her tür- bibliyofil için o bir tanrı vahyidir. Demek istediğim kalabalıkların aşık olduğu mecelleler ile, kuyumcunun eşi benzerinin olmadığını savladığı bilezik hiç bir zaman aynı değildir.

Bazı kitaplar ilgilisi için bir biçem öğretisidir, Ulysses bu konuda başattır ve  başkaca hiç bir yararı olmayabilir, ama marangozun ufku öyle açılır ki, o kitapla edebi alanda o güne kadar bildiklerinin üstüne, bir anda bir o kadar daha koyar ve birden aydınlanır artık, Ulysses yeni bir biçemle, edebiyat dünyasına yeni bir kanal armağan etmiş ve yeni üretimlerle, yeni motorların dünyasında, yeni ve çağdaş araçların piyasaya çıkmasının önünü açmıştır, duraksama ve tıkanmanın önüne geçmiştir, başkacada bir nirengisi yoktur, ama köpek türlerinin gelişimi yaşamı değiştirmez, mekanik köpek sanayisinin ortaya çıkmasıdır reform dediğimiz şey, anlamlı bir örnek değilse de, okur için ne böyle bir tasa vardır dünyada, nede dert!.. Bu tip kitaplar edebi teknik, biçem ve edebiyatın sınırsızlığına varan, ele geçmez gizler bağışlarlar mal sahibine!.. Bizde 'Bir Bakışsız Kedi Kara' Bilge Karasu, Sevim Burak külliyatı, Sevgili Arsız Ölüm ve Asaf Halet şiirleri bu anlayışa yakındır ve ilgi görmez ne yazık ki, kitleler Merkez Efendi'ye giden otobüslere binmeyi sever her zaman, doğallıkla!.. Çünkü onlar eğlenmek, vakit geçirmek isterler genelde, yeni bir kanal o işin amiluları -iş güç tanrısı- için çekici ve peşinden koşulacak bir veridir ve büyük bir merak uyandırır o güzelim kıskançlık ve çekilmezlikle!..

Ne ki dünyamız başta belirttiğimiz gibi algılar ve formatlar dünyasıdır, Ulysses'i, Beytüşşebaplı bir yazar kaleme alsaydı ve adını da Beytüşşeus koysaydı, deli saçması olarak nitelenip, yüzyıllarca uykuda kalacağı kesindi, tarih vaka-i adiyelerle doludur!.. Caravaggio bildiğim kadarıyla çağımızda keşfedilmiştir. Belki de Gericault, belki ikisi de kim bilir!.. Yunus bu çağda tanınmıştır. Marifet iltifata tabidir ama her zaman değil ne yazık ki, bazen kehanete gereksinir o; Zerdüşt böyle demiştir!..


Gelelim buradaki inançların gerçek kökenlerine, az gelişmişliğin yüz kızartıcılığında, doğunun ilelebet geri kalmışlığına veya batının efendiliğinin nedenlerine... Bir kere dediğimiz gibi bu algılar dünyasıdır, zamanla her şey değişir veya böyle düşünmeyen niceleri vardır, biz gene de doğu neden geridir konusunu irdelemeye çalışalım...

Doğunun zaman içinde göreceli de olsa geri kalmışlığı doğrudur ama bunun gerçek nedeni inanın İslamiyetle başlamış bir unsurdur, çünkü Grek, Hitit, Urart ve Mısır gibi başat çağların uçan okları, doğu uygarlığının üretkeleridir, Grek Anadolu'dur. O çağlarda batı, dal budaklı lobutlarla birbirini yağmalayan birer mandabaşlar ordusuydu ve ormanların ve buzullarla örtülü dağların Vandallarıyla doluydu. Grek uygarlığının mimesisi -süreğeni- Roma uygarlığıdır biliyorsunuz, önceleri uygarlıklar ancak sıcak ya da ılıman iklimlerde yeşeriyordu, teknolojiden yoksun insanlık için Akdeniz iklimi doğanın lütfettiği ve tanrının güneşten bir kadehte sunduğu,  eksiksiz bir uygarlık biçimiydi, düşünün ki İskandinavya'da elma yiyebilmek için insanlar, yüzyıllarca beklemişti belki de, çünkü toprak buz kesiyor ve solucan bile yetişmiyordu, Eden Bahçesi Akdeniz ikliminin diğer adıdır. Adem ve Havva Mezopotamyalıdır ve dinlerin anayurdu orta doğudur.

Roma, uygarlığın Akdeniz Avrupası'nda  yeşeren ilk tansığıydı, ışığın daha kuzeyde görülebilmesi  için yüzyıllar vardı... Peki ne oldu da Roma'dan sonra insanlığın, daha doğrusu bon pour l'orient masalının beli bir daha doğrulmadı!.. Milat, yani İsa'nın  doğumuyla,  bildiğimiz şark, (şarkı şarktan gelir!) lokal parlamalar dışında, uygarlığın süreğenliğini sonsuzca ve bir daha eline geçmeyecek biçimde yitirdi, belki diyelim ki, umut; tanrının insana sunduğu gülüdür çünkü!.. Çünkü İsa görece biçimde, o günün dünyasının tüm kodekslerini, açık radyo bilgisini ve birikimlerini, üretimlerini eline geçiren Roma'ya, başkaldırmış bir peygamberdi, görkemli bir uygarlığa başkaldırmış bir bilgeydi.  Düşünün, öncesi ve sonrasında olsa bile, Çiçerolar, Sezarlar, Oidipus ve Archimedeslerle yoğruluyor ve o düzeni, yıkıntılar arasında ilahi olmakla, tanrıyı yadsımakla suçluyorsunuz. İsa doğallıkla çok bilgiliydi ve döneminin bir tür ruhani Marks'ı sayılabilirdi. Düşünceden yoksun bir devrimci ruh olamaz.

İncil bu yüzden çağdaş ve büyüleyici geliyordur insanlara ve Tevrat destekli sunulmasının baş nedeni, insanların destanlar ve hurafelere olan ruhani açlığını da  karşılamak içindir. İncil somut dünyanın incileri, Tevrat ruhani masalların görselleridir ve birbirini bütünler ve bu ikisi halen yeryüzünde birlikte hareket ederler, işbirliği içindedir ve kan bağı vardır aralarında!.. 'Aramızda birlik yaratıyor duyduğumuz sevinç' Bu onların mottosudur ve sevincin ne olduğunu anlayabilmeniz gerekir. Bir uygarlığa karşı çıkan ve onun ürettiği bir peygamber doğallıkla, çok bilmiş, ürkütücü bir esneklikte, alabildiğine -çağdaş-, geniş bir dünya görüşü ve öngörülerle dolu bir birikime sahip olabilecektir. İncil'in vahiyleri kimseyi huzursuz etmez ve son derece yumuşak geçişlerle büyüleyicidir!.. Gelecekçi ve bir o kadar da uyuşturucu bir balsamdır o!..

İsa'dan 600 yıl sonra gelen Muhammed ise bir uygarlığın değil, tam aksine tarihin hışmına, ihanetine ve gadrine uğramış, artık bahtsız diye nitelenebilecek bir toplumun ve toprakların ve çölün yalnızlığı ve tozun hiçliği ve yoksunluğuyla perişan olmuş, sariden bir paçavraya dönüşmüş, durağanlık yayan  dogmatizmin putlarına tapan, bir avuç suyun çamuruna büyülenircesine bakan, içgüdülerle haşır neşir, parmaklarını sayan, ağaçlarla alay eden, yıldızların ürküsünde birbirine saldıran, soyan ve kadınları kurban etme alışkanlığına savrulan bir primatlar yığınına, alabildiğine ilkel ve çölün serabında sekarat ve sayıklamaya kapılacak kadar kendinden geçmiş bir -kabile- ve yaratanın biricik işareti, onun eğreti, büyüleyici  Quasimodosu, develer uygarlığına hayran bir yıkıntının, güneşin ve serabın sanrılarında üreyen bir derbederliğin, umudun sonsuza dek işlenmiş tek cinayet olarak sunulduğu, bir çöl toplumunun, sonsuz yalnızlığına, yaratanın bahşettiği bir umar olarak; peygamber olmuştu. (Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü 1970'lere kadar İsabey kasabası, insanların ötüşerek konuştuğu, kağnılarla yarıştığı, elektrik suyun olmadığı, kimsenin borçlu ölmediği -para yok ki geçsin- bir Nasıra kasabasıydı, öğle sıcağının miskinliğinde -köylüler sineklenme vakti der buna, çünkü hayvanların canlı olduğunun tek alameti sineklerden kurtulmak için kuyruk sallamalarıdır- güneşin sesini gerçekten işitirdim ben, bir radyo dalgası gibi tuhaf bir ses yayılır ve zevkle kendimden geçerdim, sisisisisisisisi diye göğün boşluğundan gelen bir inilti, tuhaf elektronik bir mırıltıydı belki ama derin bir huşuyla enginleşir, sonsuzlara dalardık, zaman öyle yavaşlardı ki, hareket sıfır noktasına varır, dünya sanki dururdu, aya giden birinin bu anı yaşamadan ölmemesi gerekirdi, dediğim gibi uygarlığın ve evrenin gizlerinin hangi Eboli'de duracağı ya da kimlerin bahtının güleceği hiç bir zaman belli değildir, güneşin sesini duymak, evrenin ya da gizlenmiş, kimselere bahşedilmeyen bir dünyanın tanrısının; başucunuzda inliyor olması... Gerisi boş!..)
Roma'da İsa olmasaydı, bugün batı gene böyle olurdu ama Muhammed olmasa doğu bugünkü kadar bile olamazdı belki de... Kesinlikle!.. Kadınları hâlâ kurban ediyor olabilirdi, çünkü ortaçağda bu kanibalist yaklaşım, veba yüzünden Avrupa'yı bile ziyaret etmişti. Uygarlık öyle naif ve kırılgan bir yapıdır ki, Hitler neredeyse Avrupa'yı buz çağına geri götürecekti ama bereket filozoflar ve teknolojik dehaların uygarlığı, bunun önüne bir kez daha geçebildi. Hitler'i silah değil, düşüncenin gücü ve uygarlığın ortak bilinci-birliği ve yükselen -dehaları- yenmiştir.

Düşünce her yerde aynı mantık ürünü ve mekanistik bir yapılanmayla üremez bu nedenle... Bir kabile toplumuna, ataerkil barbarlığın azılı derecede geri kalmış yığınına ve yeşile duyulan özlemin cennetsi düşleriyle, çölün amansız tozunun çatışkısında, bedevilerin seraptan başka bir şey üretmeyen sanrılarına ve vaat edilmiş hülyalarına indirilmiş vahiyle -ayetle-; Gelişmiş bir uygarlığın ve kendi içinde koyu, olağanüstü gelişmeler göstermiş bir çağın ortasına düşmüş tanrı sözcükleri kesinlikle birbirinden farklı olacak ve farklı buyruklar üreterek, toplumsal seviyenin gereksinimine göre boyutlar kazanacaktır. Tanrı bunu biliyor ne yazık ki... Muhammed'in vahiyleri ile İsa'nın dilekleri arasında, ışıldayan bir uygarlıktan, bir bedevi toplumunun gereksinimlerini ayırt edecek kadar bir fark olmak zorundadır.

Öyleyse İslam toplumunun çağdaş olmamakla suçlanmasının nedeni, yüz yıllar önce oyuk taşlara tapan ve kadınları kurban eden anlayışı ıslah etmek için -reformize edilen- ve üretilen düşüncelerin ortaya sürdüğü delaletleri olabilir. İsa böyle primitif bir topluma seslenmedi, İsa büyük ve acımasız bir uygarlığın, göz ardı edilen, ezilmiş azınlığına seslendi, o demokrasi istedi gerçekte, ekonomik özgürlük istedi, sofradan pay istedi ve bunun toplumları büyüsüyle yönlendirebilecek, ruhani söyleminin kaçınılmaz zorunluluğu ve gereksinirliğinde, tanrıdan da merhamet istedi, başka bir şey değil. Onun marangoz olması bile uygarca bir ortam belirtisidir. Marangoz demek, mimari, estetik, matematik, eşyanın ruhuna hitap ve üç boyutlu resmin varlığı demektir. Rize'de tahta Ferrari yarıştırmakla, Torino'da Lamborghini üretmek aynı şey değildir.

Muhammed'in tüm bu isteklere kulak verecek kadar vakti bile olmadı, onların içinde bulunduğu toplum, adı üstünde yayan yapıldak ve vahşiydi, o yalnızca insan haklarının temel koşullarını sağlama almak ve böyle bir  bilinci yaratabilmek için vahiyler iletti toplumuna, düşüncevi lükse kaçacak gücü ve karşısında bunu anlayabilecek bir toplumu yoktu onun. İnsani paylaşımcılık, ruhani dağılıma uyarlı demokrasi ve ekonomik özgürlük, Haşimiler veya Kureyş için alabildiğine lüks sayılabilirdi kısacası, evet Tevrat ve İncil'de olanlar Kuran'da da vardı ama o bile bir lükstü puta taparların yola getirilmesi için, üretilebilecek özdeyiş ve mottolarda!..

Muhammed neredeyse elifbadan  habersiz, sözel bir toplumun peygamberiydi, Yedi Askı'dan ibaretti onların kültürel birikimi ve bellekti tek hazineleri. İsa ise bir uygarlığın hayranlık verici kalıntıları üzerinde yükselen, avam ya da mutsuz seçkinlerin kolunda rolex saat taşıyor diye efsaneler uyarlanan Guevarasıydı belki de. İsa Ravenna'yı savunan uygarların, Muhammed'se kuzeyden gelen vahşilerin, Lombardların ermişiydi kısacası, aralarında büyük bir fark vardı. Dolayısıyla Muhammed daha dar bir bakış açısıyla, daha detaydan yoksun ama kısa ve bir kaç başlıkta toplanabilecek, öz istekleri barındıran, temel sorunları çözebilmek için peygamberliğe soyunan bir ermişti kısacası. Onun sorunu kuma gömülen kız çocukları, bir üçgenin -ailenin- kadınları ile sahipsiz, özgürce dolaşan, herkesin kadını diyebileceğimiz perişan görünümlü insanlar arasındaki ayrımı sağlayacak, giyim kuşam yönergesi, bir tas kuyu suyu ile  bir avuç hurma arasındaki mal paylaşımı gibi bir kaç başlıktan bileşik sorunlardı.

İslamiyet daha somut ve keskin vahiyler içeriyordu doğallıkla, acımasızdı da doğal olarak, onun yanağını uzatması, daha bir hiçliğe savrulması olabilirdi, iç mimariyi değil, yaşamın omurgasını düzeltmek istiyordu o... Sorunlar benzer olsa da, zaman ve mekan  episodların değişmesi zorunluluğunu getirebilir. İncil ise, isteklerini masalsı bir dil ve edebi sonelerle dile getiren bir özgürlük ve derinlikle sunabiliyordu, onun müritleri aydındı alabildiğine, çünkü havarileri bile okumuş, bir aziz ve kalibresi son derece yüksek bir bilinci olan, Pavlus gibi felsefeden nasibini almış insanların yalvacıydı o... Muhammed alaylılarla işini görmek zorundaydı ve tek adam olması öyle zorunluydu ki, Müslümanlığın bugünlere kalması, salt onun keskin iradesiyle olabilmiştir inanın. O Ikra diye başlattı kitabını, bu boşuna değildi ama çığlığı bugün bile çözemedi sorunu!..

Muhammed kendi toplumunun ürettiği bir peygamber olarak, sınırları olmak zorundaydı ve uçuk, fantastik öğeler barındırmaya kalkması isterlerinde, onun başarısız ve her şeye karşın ölümün eşiğine gelmesine neden olabilirdi, İsa uçuktu, fantastikti belki; -Onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim- ama bir imparatorlukta; en küçük bir başkaldırıyı hazmetmekten yoksun, motamot bir güce, tanrının yeryüzündeki elçisi olan Sezarlarına sahip bir uygarlıktı elbette... İslamiyet'deki bu doğal ve zorunlu sınırlılık, onu seçen kitlelerin her şeye karşın yavaş gelişmesine yol açtı, aradaki fark doğallıkla kapanmadı, çünkü İsa bir uygarlığa gözünü açmıştı, Muhammed ise insani ve kabilevi bir facianın ortasına, bu nedenle peygamber daha ezilmiş, daha insani ve daha vicdani bir sosyalin peygamberidir ve tanrı indinde daha makbul bir işe soyunmuştur. İsa ise göreceli daha gelişmiş bir toplumun emperyal baskısıyla hakkı yenmiş, yağmalanıp sömürülmüş ve yıpratılmış bir kesimin peygamberidir, toplumsal bir azınlığın sözcüsüydü o, Musevilerin eşliğinde dağılmış bir karmatolojinin, Jüpiter'e iman eden korkunç bir imparatorluğa baş kaldırmıştı İsa ve uygarlığın diliyle konuşan, ilahi mottolara sığınarak yoksulları etkileme gücünü göstermenin yollarını seçen, antimilitarist, sivil çıkışlı bir Spartaküs'tür o, ama o da Şeyh Bedrettin, Nesimi veya Hallac-ı Mansur gibi ölmüş, öldürülmüştür. Ne yazık ki her tür cinayet sonuçta bir düşüncenin öldürülmesidir!..

Ne ki, Muhammed öyle bir cahiliye döneminin peygamberidir ki, karşıtları onu öldürmeyi düşünebilecek kadar bir akli melekeye bile sahip değildi, Muhammed'in toplumu, sayıklayan, kendi içine çökmüş, münzevi bir yığındı, pelül perişan, yayan yapıldak bir kimsesizler topluluğu... Borges'in öyküsünde olduğu gibi bir çukura düşse yetmiş yıl bekleyecek kadar yılgın ve dingin bir yaratıktı onlar ama Muhammed gene de bu yıkıntıdan uygarlık çıkarmasını bildi, Abbasi ve Emeviler bayrağı devraldı kara çağa  giren ve Frank, Sakson, Germen gibi parçalı ve gotik emperyallere dönüşen Avrupa'dan... Uygarlık bilim ve teknolojinin ürünü değildir, ruhani bir yapının bilim ve teknolojiyle desteklenmiş bir görselidir o, çağımızda bile kiliseler, katedraller ve İslami tapınaklar bu görselin biricik parçalarıdır.

Uygarlık ruhani dilini yaratmadıkça teknolojik görkemiyle dünyaya hükmedemez, söz eylemden üstündür bu noktada, sözün temsiliyetini taşımayan uygarlık bir görkeme sahip olsa bile, sağır, dilsiz ve kördür, sahip olması gereken mutlak prestijden yoksundur. Din itici bir sözcük gelebilir toplumsal yapıda, bu önemli değildir, formatların dünyasında komünizm hızla değer kaybetti, krallıklar ömrünü tamamladı, yarın bir daha geri dönmeyecek argümanın hangisi olacağını bilemeyiz, borsa oyunlarına göre değerini yitiriyor sözcükler ve izmler hızla dogmatizme dönüşebiliyor. Ne ki ruhani şemsiyesi olmayan bir uygarlık ayakta duramaz ne yazık ki, dine veya herhangi bir kavrama, doktrin ya da argümana yaslanmayan uygarlık yoktur. Bu bizi hayvanlaştırır ya da çağın gereklerine göre  robotlaştırabilir de, karşı çıktığımız, itici bulduğumuz sözcüklerin insansı varlığın genel kanısını, merkezi dayanağını ortadan kaldırabilmesine yüz yıllar var ya da öyle bir uygarlık biçimi yaratmalıyız ki din ya da bilinmeyenin gizemleri kendini ortadan kaldırabilmeli, fesih edebilmeli, et ve kanın uygarlığında bu olası görünmüyor. Ateizm dini inanç yoksunluğu değildir, bu görüşler çerçevesinde üretilmiş varyantlardır, ateizmin sanıldığı gibi olabilmesi için din kavramının sonsuza dek unutulması gerekir, tanrı yoktur diyebilmek için böyle bir sözcük yığınının kurulamaması gereklidir, anlak dışına çıkması gerekir. Din afyondur demek günümüzde dindarlığın başka bir biçimidir.


Muhammed'in süreğeni uygarlık doğallıkla kısa sürdü. Çünkü yaşam felsefesi çağının çok gerisinde bir toplumun kanalitik ayarlarına göre yapılandırılmıştı, en kısa zamanda su sızdırması kaçınılmazdı... Bu kendi ağırlığını taşıyamayan, geriye dönüşü mutlak ya da evrensele uyum noktasında esneklikten yoksun yapı elbette kısa ömürlü olacaktır, çünkü iskelet ve konstrüksiyonu başlangıçta gelişkin olmayan bir altyapı için kurgulanmış; emsallerine göre tasarımı zayıf olabilir doğallıkla... İslamiyet ne yazık ki çağın uygarlık anlayışı doğrultusunda, diline, teknolojisine, bilimine ve üretilmiş tüm isterlerine göre uyarlanmadıkça bu fark kapanmayacaktır. Bu ayıplanıp, utanılacak bir şey değildir, tam aksine Muhammed'in hülyasına ve gönüllerde yatan tanrısal amacına uygun bir davranış olacaktır. Ne mutlu Muhammed'i seviyorum diyenlere!..

Muhammed'in söylemleri daha temel, incelikten ziyade anlaşılması öncelenmiş ve analitik olmaktan uzaktır. Bir vaha, iki bedevi ve bir kızcağızın çığlığına kulak kabartmıştır o ve alabildiğine haklıdır da... Sorunlar peygamberini yaratır. Muhammed daha yerel, İsa da, daha evrenseldir kaçınılmazlıkla... Tanrının oğlu ilan edilmesi cüreti de bundandır. Çünkü İsa her yönüyle tanrılardan güç alan, yani bu açıdan İsalarına da sahip olan -sözcüler- bir imparatorluğa, yalnızca bir yön vermek istedi, bir dilemde bulundu, ezilen azınlık ve Musevilerin yurttaşlık haklarıydı belki de sorun, statüko ile olamazdı bu ve direnç/direniş gösterme yolunu seçti -barışçıl yöntemlerle, düşünceyle- bir peygambere yakışan yöntemle, ama verilen yanıt, her güç, her monark, her despotizm gibi -gerekirse-biz senin yerine düşünürüz oldu!.. İsa'nın işi daha kolaydı tanrı indinde, kendi çapında dört çarpı dört koşabilen bir imparatorluk için çözüm palyatif dahi olabilir ve geçiştirebilirdi ama imparatorluğun güce tapan, ruhani ve cismani kibirle dolup taşan bileşkesi bir hata yaptı ve son akşam yemeğinde hem de ezilenlerden biri, 13. Havari, Janus'un gölgesi Judas, toplantının yerini, Roma'nın eyaletten sorumlu jenerali, parıltılı Pilatus'a bildirince, İsa soluğu çarmıhta aldı ve Roma deyim yerindeyse, serçenin kartal olmasının önünü açtı. Çünkü vakayı en üst düzeyde -ülke güvenliği modunda- karşıladı ve olması gereken -eğer güçlüysen, açılımlar, düşler ve düşünceler, senin gücüne güç katmalıdır, aksi tavır 'karton bir dev olduğu kuşkusu'na yol açar ki tarih bunu göstermiştir- kendi içinde eritme, hazım ve absorbe etme yolunu seçmedi, İsa geçip gidecekti ama tanrı kibri cezalandırmakta gecikmedi, sosyal gelişmeler ve proteknolojik görüngüsüyle çağını bekleyen İsevi dünya, çığ gibi büyüdü ve bir kez daha düşünce; dünyasını yarattı ve Roma bir ikilemin içine düşerek Attila ve kuzeyli Vandalların baskılarına dayanamayarak sonraki 476 da son soluğunu verdi. Balina krille karnını doyurur ama ölümü krilden olur!..

Günümüzde Marksizm'in çöküşü, kapitalizmin belki çağının bitmeyişi, döneminin geçmeyişiyle ilgilidir ama imparatorluklar, hegemonyacılık ve gelecekteki galaktik kolonyalizm, günümüzde lokal problemaları yerle bir ediyorsa da düşünsel piramitlere ve yükselebilecek uhrevi sfenkslere, olağanüstü bir profesyonellikle yaklaşıyor bu konuda, denilebilir ki ürkünç ve güvenilir derecede deneyimli artık, galaktik kolonyalizmse bir öngörü, uygarlık biçimimiz değişmedikçe o kaçınılmaz gibi görünüyor, çünkü tanrı, Leibniz'in, olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz demesine karşın, bir tür monark -dikte eden- işlevi görmektedir yeryüzünde ne yazık ki... İdeolojileri teizmden ayıran, onların dinler kadar kapsamlı, total bir ileri sürme -kuram, evrensele seslenen bir doktrinel yapı olmayıp- yerel ve daha minör gelişmeler olmasındandır, dinler yeni bir dünya vaat ederler, ideolojiler ise lokal varyasyon konumundan çıkamazlar ve çoğu da zaten ekonomik bir risale, yarı sosyal bir cüzdür. Dinlerin batıl olduğunun ileri sürülmesi, kapsadıkları süre yönünden kaçınılmazdır, düşünün Marksizm doğmadan defnedildi, hangisi güçlü ki, tüm dinler kim ne derse desin, başlangıçta bir tür Marksizm'dir, total ve her konuya tekvin -çıkış- üreten bir göksel güçle donanmaları onları şiirsel ve daha insani kılar, kapsama alanları sonsuz olabilirde üstelik, ama zayıf yanları total oluşu, kapsama ve hükmetme alanlarının genişliğidir, yerdeki karıncayla, gökteki kuşa bile düstur getiren bir doktrin, doğallıkla alfabetiktir ve zamanla; gerçekte hiç bir işe yaramayan bir müsekkin, sakinleştirici bir işleve bürünür, çok doğal.

Ben inananla inanan, yolsuzla yolsuz, cennetle cennet, domuzla domuz, kralla kral, aşıkla aşık, ölüyle ölü, köleyle köle, insanla insan, aslanla aslan olanım. Ben yalanım!..

Hıristiyanlığın yaygınlaşmasının ise İsa ile ilgisi yoktur, bilindiği gibi, mitolojik çağlar yerini tek tanrılı dinlere bırakmak zorundaydı, zamanda mancınık yerini toplara nasıl bıraktıysa, Zeus'da yerini Eloah'a bırakmak zorundadır, Zeus/Jüpiter çağın akışına uygun bir gerçeklik olmaktan çıkmıştı, komik ve çoklukla ambalaje -ısmarlama- bir figürdür artık o, yeni tanrımız daha soylu, daha içsel ve dokunulmaz olmalıdır, ama zaman ve kozmolojik çağ yeni bakış açılarını üretmek zorundadır, bu kez tanrımızı yanımızda gezdirebileceğimizi tasımlıyor, düşünüyorum ben, yeni bir şey değil gibi gözüküyor ama insanın tanrıya hükmedeceği gibi bir çağı düşlüyorum, düşüncedir sonuçta, şimdiki tanrımızın gülümsemesi yeterli!.. Tanrısızlık düşüncenin eksilmesidir, olmamalı, çünkü insan düşünceden başka bir şey değildir, seçilim ve dönüşüm sonsuzdur elbet!.. Dinozorların eksilmesi insanı kaygılandırıyor.

Dünyamızın milat sonrasındaki çağlarında, yaşamımız ve insanlık adına kaygılanan Muhammed ise çok daha büyük zorluklar içindeydi ne yazık ki, o bir afazi ve batıl içinde boğulmak üzere olan bir Cahiliye silsilesini uyarmak istedi ölüm uykusundan -düşlerinden-, eylem olarak kolay gözüken, ruhani anlamda olanaksız bir şey, işi daha zordu bu yüzden, bir hiçliğe can vermekti onun işi, yarı tanrı bile yapamaz, ama başardı ve insanlaştırdı çölün yecüc mecüclerini tanrı indinde varsa sevap ve usa sığmazlık bu olabilir, İsa bir mahal, bir beldenin konakçılarının restorasyonu peşindeydi ve bir restoratörlüktü girişimi, Yahudileri küçümseyen Roma, Nemrut gibi sineğe yenilecekti sonunda evet, ama bu bir tür dönüşüm olabilirdi, Muhammed  ise yoktan var etti bir toplumu, can verdi ve bu olanaksız bir şeydi. Ortadoğu tarih boyunca Tanrının Bahçesi'ydi ama bir kere tarumar oldu ve bir daha da yüzü gülmedi, sanki helâk oldu, şimdi herkes düzeltmeye çalışıyor onu ama  yamalı bir bohça artık, geriye dönüş çok zor...  İnsanın içinden gene de; Ancak tanrı düzeltebilir, demek geçiyor!..


Sonuç; Sonuçlar, sonuçlar, sonuçlar!..

Sürdürürsek, Muhammed'in öğreteni, bir akıl hocası dahi yoktur tanrısından başka, içinde bulunduğu toplum o denli kırık döküktü ki bu nedenle, ama İsa, Lucretius'u okumuştu belki de, Tevrat'ı hatmetmiş, Çiçero'yu yerden yere vurmuş, Horatius'u da günoğulcu ve naif olmakla suçlamıştır, kim bilir... Muhammed'in ne doğru dürüst rakibi, ne de bir kütüphanesi vardı, ağızdan ağıza geçen söylenlerin rüzgârından başka!.. İsa, Roma'ya bağlı koskoca  bir eyaletin insanıydı, Muhammed ise bir avuç Mekkelinin... İslamın dogmatik ve skolastik olarak suçlanması bir avuç bedeviyle olan uygarlaşma kavgasından ileri gelmektedir, Kuran ve hadislerin dar alanı kapsaması ve genelde kadınlar üzerinde, sosyal yaşam üzerinden yol açmaya çalışması bu yüzden, özgürlük, demokrasi ve evrensel bilinmezlikler üzerinde kısıtlayıcı kestirmelerle yetinmekte ve belki de geçiştirmektedir. Bu denli yorumlara açık düsturların kavram kargaşasına yol açması kaçınılmaz, öyle bir yel esecek ki deyimini, elektriğin geleceğine yormak, dogmaların ve vulger düşüncenin önünü açmaktır, bu tür görüşlere ve herkesin dini kendine gibi yorumlara açık olmak, buna olanak tanımak, kasırgalı  denizlerde hurafelerin önünü açmak gibi bir yelkenliye dönüştürmüş İslam'ı... İslam keskin görüşlerin, bitip tükenmeyen yorumlara yol açabileceğini de gösterdi dünyaya ilginç!.. Kesinlemeler daha büyük belirsizliklere yol açabiliyor!..

Görüşlerinin yeniden yorumlanarak, çağcıl bir dille enginleştirilmesi ve açık seçik bir aydınlığa yönelmesi, doğu toplumlarının kurtuluşuna giden yol olabilir, yoksa doğu batı çelişkisi ilanihaye sürebilecektir. Muhammed 600 yıl sonrasının peygamberi olduğu halde,  İslam'ın İsevi toplumların gerisine düşmesi bu yüzdendir. Bu reenkarne -bir tür yeniden doğuş- onlara benzemek değildir. İslamın ışığını evrensel düzeyde genişletmektir ve hepimiz için bir kurtuluş, çok yerinde ve yararlı  olacaktır.

İslamiyet bugün mazlumların, güney yarım kürenin dinidir gerçekten, güneşten yananların ve derisi kavrulanların dini, tanrı indinde daha makbul ve insani kesinlikle... Hıristiyanlıksa kuzeyin ve dünyanın efendilerinin dini, tanrı indinde mekruh ve günahkar ocakların dini... Ezilenler, tanrının sevip gözetmekte ve kendisini bir suçlu gibi sorumlu hissetmesinde,  açıkça bir kuşku duyacağı kesimdir ruhların dünyasında, ama bu dünyevi yaşamda ıstıraptan başka bir şeye yaramıyor, bizim kurtuluşumuz tanrının da kurtuluşu olacaktır belki de... Var olanla avunmak büyük bir günahtır, tanrı bizi ona layık olalım ve insanca yaşayalım diye yarattı, salt kendine tapınalım diye niçin yaratsın ki, her şeye gücü yetenin buna gereksinimi olamaz ki ve ne yararı olabilir bunun tanrı indinde, tanrının insanlara gereksinimi yok, insanın tanrıya gereksinimi var, şükretmek için değil, ondan yararlanmak için, kusurlarımızı törpülemeli ve her iki cihanın şanına layık biçimde yaşamalıyız. Dünyevi, yaratana yakışır, hiç bir aşkınlıktan, çabadan geri kalmamalıyız. Yaşamın Kuran'ı budur ve biz onun için değil, o bizim için var. Her şey insan için, öyleyse ıstıraplar içinde yaşamak ve buna katlanmak en büyük günahtır. Hiç bir karşılık bulamasa da, aklın ve enerjinin kullanımıyla geçmeyen ömür kendisi için bir zalimdir ve yaşamın, başkalarının tutsağıdır. Oysa biz yaşam için değil, yaşam bizim için var, her koşulda... Düşünmenin ve eylemin içinde geçen ömür, hiç bir karşılık göremeden yok olsa bile tanrının en sevgili kuludur ve onun cennetindedir.

(Derdi çok olanın yakarısı bitmezmiş, son diyeceğimiz şudur ki; Doğu bilgiye ve gerçek yaşama öldükten sonra kavuşabileceğini sanıyor, inanıyor. O zaman şu yaşamda, hepimizin birer ölü olması gerekirdi, gerçek yaşam bu değilse eğer; yoksa iki yüzlü bir avuntu mudur bu, sevap ne, günah nedir o zaman, şu yaşam gerçek değilse, çelişik bir boş inanç. Yaşamın bin bir türlü eziyeti, haklar ve haksızlıklar karşısında, sorunu yaşayanlardan olmayasın, çözümlere yaklaşmayasın, çareyi ölüm sonrasında ara ha, bu efendilerin, ezenlerin, şu olmayan dünyada, semiren ve gününü gün etme kehkeşanlığına soyunanların işine gelmez mi, yoksak, yaşamıyorsak, gelin yer değiştirelim, hayır kaderimize küselim öyle mi, işte aydınlandım, ondan yana taraf almak olmaz mı bu, tanrının buyurduklarına şirk koşmak değil mi, olmayan türdeşliğin kavgası yapılmaz ki, ölümlere koşulmaz ki böyle bir yolda; ama soruyorum işte...

Acılara tevekkül et demek, işkence ve ezanın varlığını onamak, şeytanla işbirliği yapmaktır tanrı indinde, bari bunu söyleyen, koyutlayan bizden olsa, kim inanmak ister bu iğvaya, sormak gerekirdi gerçekten öyle mi, kargaşa ve sömürüye, göksele taht kurup, yerde sürünene olur vermek, ölümün ademlerini, ezanın havvalarını,  ölüm sonrasının düşlerine, tesellisine havale etmek; adil değil, hakkaniyetli değil, insanca değil, baştan butlan ve esemeye aykırı, evrenin çocuklarına yakışır bir paradoks değil, et ve kanın uygarlığında, genlerimiz henüz ehlileşmiş değil deyip, çekilin aradan, haince ve kötülüğü meşrulaştıran, yoksulluk ve yoksunluğa, acıya ve işkenceye inanan, onu savunan, tanrı adına konuşur gibi, şeytanlaşıp, iğvalaşan bir söylem bu, kim ileri sürmüş olursa olsun, güçlülerin ve işbirlikçinin zorbalığıdır bu, karşı çıkabilene aşk olsun, öyle değil mi, ezilene müsekkini ezenlerin sunduğu bir dünyada, tüm ilahi sözleri, dumanlı vaatleri, iman ve tasımları da  sorgulamak gerekiyor, exodus -kurtuluş- belki de bu... 

Klişe bu söylemler, ruhani inakların ötesinde, yoksulları sömürmenin bilimsel yolu bunlar. Kitlesel mazohizmi savunmak, acı çekmeyi, yasa kapılmayı önermek, antiyaşamlara, yaşamsızlığa katlanır olmakla, hayatın ve ölümün amansız baskılarına yaslanarak, sürüleri uçurumlara savurmak, her şeye kadir tanrının söyleyebileceği bir şey değil, o kusursuz bir evren için çabaladı, aksi tanrısal olamaz, olsa olsa kullarının, açgözlülerin, boyundurukçuların uydurması!..

Bugün Muhammed'in efradı, çağının nobran, gelişmemiş ve ezilmişlikle  malul evladıdır, büyük devrimci Muhammed bunu hak etmiyor, biz kusuru kendimizde aramalıyız. Çağımızı lanetleyerek zincirleri kıramayız, düşünce kasırgalarının içinde savrularak yol alamayız, düşünceler bize değil, biz düşüncelere egemen olmalı ve çabalamalıyız, alabildiğine yaşamak, coşkuyla hayatın tadını çıkarmak için, ufuklardan ufuklara koşmalıyız, toprağın altındaki hengameyi, o görkemli sorguyu beklemekle ömrümüzü geçirmemizi öğütleyen bilgiçler, yıkıcı ve yıldırıcı hurafenin efendilerine, şiddeti kutsayan firavun ve birlikçilerine uymamalıyız, onlar durağanlığın tanrılarıdır ve değişmezlik ve kokuşmuşluk, o bildik yasalarıdır, düşman kardeşlerimizle, insanın insana kulluğunu salık veren sömürgecilerimizle, azılı bir işbirliği içindedirler, onlar size hep gelecekler vaat eden, zamanın ezilmişliğine iman eden, kanıksayan ve ölüm severlerle, deccal ve tecimenleriyle saf tutan, tanrının kutsal çocuklarına, yaratılmışlarına ihanetle, işbirliği içinde olan münafıklardır olsa olsa...

Geleceğin dünyasında acılar olmayacak, tüm canlılar özgürlüğün ve mutluluğun yolcuları olarak; cennet dünyada kurulacak, çünkü; başlangıçta öyleydi. Bunu başaramayan, bozup dağıtan insanlık eni sonu yok olacaktır. Öyleyse, yeni insan hoş geldin, yeni uygarlığımız ılık bir meltem gibi içimizi yakıyor, yeni doğan güneş artık muskamız değil, düşünceler prangalarından sıyrıldı, zincirlerini kırdı, özgürdür şimdi, düşünen insan artık boş inanlara kapılmayacak. Muhammed, çabaların için teşekkürler, ey insanseverler sizleri unutmadık... Doğruluk ve özgürlüğün çabaları, zorbalığa sürdü  naçiz ruhunuzu, ama belki şu; öyle bir insanlıktır ki, başkaca bir umar kalmamıştır onlara ve iyiliklerin tanrısına... Biliyor ve inanıyoruz ki, gelecek hepimizi affedecektir.

Ama bugün bizler, tam da Ashab-ı Kehf'in mağarasında uyuyanlar gibiyiz. Kıtmirler'i beslemeyi de biliriz. Öyle bir soy var ki zoofil olan, manipülatif bir ülküyle çağından uzaklaştırılan, zahmetsiz, emeksiz ve yararsız ve ayrıksı ve çağdaş olduğu sanısıyla; Reel / yaşarlara karşı kapı kulluğunu çoğaltan, çağın sürkozmikliğine uzak,  tembellik yayan uğraşlara, miskinliğe, atalete ve ölüm sever, onu özler uğraşlara, sevitlere ömrünü koyan. İşte azgelişmişliğin cinneti budur çağımızda, insandan kopmak ve her şeyi yadsımak, kendi içine gömülerek, ola ki varlığını ötekilere, sözgelimi hayvanlara adamak, insandan başka her canlıya kapılmak, açını doğaya  iman sanmak, onların birbirlerine saldırmasını doğal yaşam kabul edip, yapay kafeslerde yaşatıp, barıştırmak, homohome'un çağımızın 'kafes insanları'ndan ne farkı var bu anlayışın, bu yolun sonu evreni hapishanemiz kılmaktır, işte sorunumuz bu...

Biz, herkes kendimiz gibi yaşasın istiyoruz, zaten öyle yaşıyorlar ve görmüyoruz bunu, onlar da birer tutsak, onlarda görünmeyen bağlaçların köle yaşarları. Aile bağlarımız sonsuzca kuvvetli bizim, ebeveynlerimiz ikinci tanrılarımız, ama bu insanın birey olamayışından, birbirimize ölesiye bağlanışımızdan kaynaklanıyor, efendilerimiz bir başına dünyayı dolaşırken, çocuklarımız, ebeveynlerinden uzaklaşamıyor, dizimizin dibinden ayrılmıyor,  paradokslarımız ne denli acımasız bizim, tek başımıza bir şey yapamıyoruz, her konuda yetersizliğimiz ve elimizin kolumuzun andımızca  bağlılığı, sorunlarını kökten çözmeye korkan kuşaklar, tasımsız, donatılmamış çağlar bizim çağlardır ne yazık ki...

İnsanlarımız, sanki yüzyıllar öncesinden, bu çağın içine düşmüş gibi... Ayak uydurmak yaşama, çabalamak, ter dökmek onun için bir kölelik gibi, oysa köleliğin tanımı bu, kurtulmak için umutsuz olmak, düşünceyi, düşünsel yaratımı zül saymak... Onlar mağaralarında mutlu, kovuklarında bahtiyar; apokalipsi bekliyorlar, tanrıları bile onların işine karışamıyorlar!.. 'Ikra'nın üzerinden yüzyıllar geçti. Yeryüzü matematiğinin en büyük problemi belki de bu!..

Az gelişmişliğin bilenleri; bilmeyenlerinin uzantısıdır çağımızda... Bizim hiyerarşimiz eşsizdir, işte o bildik  sıralama, baba, anne, çocuk, kedi ve fare.  Hangisi kontenjandan giriyor buraya, yerlerin bir an değişmesi ölümcül sonuçlar verebilir, bir vahşiyiz biz. Tepelerde de erk var -ölümcül, dominant mekanizma- ve bütün bir toplum sanki onlar için yaşıyor. Oysa başlangıçta  toplum için varlardı, vardı ve kitleler hamam böceği gibi eziliyorlar, konukseverlik safsatası baş tacı, geçmişten bu yana, ezilmişliğin Tabula Rasası!..

Kusur daima geçmişte aranır doğu toplumlarında, yıkıntılar arasında ilahiyi çekerken, onların acılarını silmekle, enkazını kaldırmakla uğraşıyorlar sözde... Oysa öncelikle, la havle çekenle, havai dolaşan birbirinin düşmanıdır burada, bu düşman kardeşliğin, bu cinbönlüğün gizini bulamadılar yüzyıllardır. Tövbe ve şükürlerle kılıçlarının kanını silerek, hep mağarasına çekildi onlar ve sürgit pişmanlık ve nedametlerle kovuklarında parmaklarını sayan, ağaçlarla alay eden bir doğu var artık karşımızda... Kıyamet kopacak ve doğunun canını alacak, ve Azrail'in sadmesi onları cehenneme mi yollayacak diye sormak gerekir sonuçta... Doğuya hep bir Muhammed, hep bir kurtarıcı, hep bir yol gösterici mi olması gerekir. Su yolunu buluyor, ama doğu neden yolunu bulamıyor!..)

Biz kurtulmayı başardığımızda, insani eza ile yoksunluktan, tanrı belki de bir sevinç çığlığıyla evreni sarsabilecektir...

Bundan daha büyük bir mutluluk var mıdır!..