25 Ekim 2013 Cuma

BEN-İ AHMER'E AĞIT




Cebel'i Tarık'ta batan güneşe...

''Ey yolcu -kör değilsen eğer- burada her gece Samarra Cezvak sarayında, sayısız şamdanlar, avadanlıklar, mürekkep hokkaları ve minyatürler uyur da, kimseler görmez. Yine her gece burada, inceden inceye, gönülden gönüle bir gurbet türküsü okunur da, kimseler duymaz...
Dost, düşmeye gör!.."

Caminin mihrabı öyle güzel ki
Mihrap; Bizanslı tekfurun, Abdurrahman El- Nasr'a gönderilmiş, mozaik ve altınlarla kaplı.
Mavi, yeşil sütunlar, eşsiz desenler ve ağaç oymalar var.
Şu minber yeryüzünde bulunmaz, bu minberin üstüne, yedi yıl çalışmış marangozlar.
Şu gümüş kupalar, şu şamdanlar. Misk, amber ve irem kokularıyla, özel yapılmış kaplar, zencefil, zeytinyağlar...

Burada, Ramazan'ın yirmi yedincisi, Kadir Gecesi, pırıl pırıl avizeler yanar.
Ve sonsuz rayihalar... Ve "Osman'ın kanı bulunan" mushafın dört yaprağı.

Ve eyy Kurtuba semalarının ulu camii...
Sıcak bir yaz günü girmişler Kurtuba'ya
Kilise olmuş o cami, Meryem tasvirleri, İsa heykelleri asılıymış havaya
Zangoçlar öd ağaçlarını yakıyor: Koro, pazar ayini için akort yapıyormuş.
O mabetden eser yok!..
Ne bir şamdan, ne avize, ne bir kandil
Öd ağacı, küf kokusu var, heykeller ve çarmıhtaki İsa'dan akan kıpkızıl kanlar...
Kurtuba bir daha zaptedilir mi? Sevilla'ya bir daha ne zaman gidilir ki?..

Gerçek şu ki, camiyi yıkmak, kiliseye dönüştürmek kadar firâklı değil!..
Ama İbn Rüşd, İbn Meymun heykelleri var
Bir de Medine fü'z Zehrâ sarayı.

Ve Endülüs ve Emeviler...
Ve canını zor kurtaran, bir prens yaptırır burada, Şam saraylarını
Ve 'oradan' getirttiği; hurmaları diktirip, geçip karşısına der ki;
"Rusafe'de gezinirken bir hurma fidanı ilişti gözüme
Hurmalar diyarından gelip, Endülüs toprağında düşmüş gurbete
Dedim ki: Sen de bana benziyorsun gariplikte
Sen de yaşamak için çırpınırsın bu yabancı toprakta
İçimi kemiren endişeleri duyabilseydin
Sen de benim gibi ah edip gözyaşları dökerdin.

"Bahtım ve Abbas oğullarının kini,
Vatandan ayrı bıraktı beni.
Gözyaşlarım, Fırat kenarındaki hurmaları sular!
Ama, ne o ağaçlar sakladı acı hatıramı
Ne de sessizce akıp giden o Fırat nehri..."

Malaga, Sevilla ve Gırnata'da da duyduk aynı acıyı
Don Kişot, 'Ey yolcu Gırnata'ya gidilmez, o sizi kendisine çeker' demiş, bu güneşler kenti için.

Eyy sırtını Sierra Nevada'ya yaslamış, -yeşil dumanlı Gırnata-
Bağları, bahçeleri, ah bâr-ü Gırnata...

Ve yavaş yavaş gelinirdi Elhamra'ya
-Ancak- görülüp yaşanacak olan El-Hamrâ'ya
Ve birbirini yiyip bitiremeyen, Yemen, Şam ve Arap kabileleri
Ve Malazgirt'den ondört yıl sonra Hristiyanların Tuleytule'yi zaptedişi
Ve kadîmi şehir 'İstambul'un alınışıyla
Endülüs'ün yok oluşu, 'hâkir-i mürûr-u zamandı'

Ve Ebu Abdullah es- Sağir ki Gırnata Emiri'dir
Ağlayarak verir şehrin anahtarlarını Ferdinand'la, İzabella'ya
Ağlar...
Bugün dahi "Arabın ağladığı yer" denir oraya
Ve yeşil Gırnata ve El-Hamrâ ve tüm güzellikler geride kalır.
Ağlayan emire der ki anası;
 "Oğul, vatanı için çarpışmayana, kadınlar gibi ağlamak yaraşır... "

Şimdilerde, Lübnanlı Yâkubi, merakla geziyor burayı
Ve kokluyor kimi müselman, küskün sarayı!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder