4 Aralık 2013 Çarşamba

KRİPTO

 
 
‘Nötrinonun sabahı, / proton aydınlığı yayıyor cumaya, / göz kırpıyor fener. / Ulysses’çe çınlıyor ortalık!.. / Su içen tanrıların tazıları, / kucaklıyor kuarkları... / Sararan gözlerin sarısı, demir yol. / Geçiyor dekovil sessizliği bükerek! / Elektronik orağı baş tanrının, / biçiyor otları. / Tepegöz, ağlıyor tepede, / nicedir!..’

Yüz yıl sonra, insanlar solumayacak!..  Metalik gözleriyle, el ve ayakları parlak birer çubuk olan Erkufo, yanındaki Dişufo’ya böyle söylüyordu. Su yılanı yılından tam üç bin yıl önceki bir masalcık: Adem’in biri Kapadokia’da, Kaisera adlı kasabanın taşlı yollarından birinde yürürken beşgen bir kutu bulmuş, tırnağıyla açmaya çalışırken, kutu  elinden fırlayıp taşlara çarparak açılmış ve içinden kırmızı pullu, uzun bir yılan çıkmış. Yılan, adama beni sonsuz tutsaklıktan kurtardın ama tıynetim gereği armağanım seni zehirlemek olacak demiş. Kaiseralı, sabırlı ol, yolumuza çıkan üç yaratığa soralım, onlarda uygun derlerse yap yapacağını deyip düşmüşler yola, önlerine ilk olarak bir akarsu çıkmış, ey belleksiz yaratık, ey akarca, sen ne dersin bu mesele diye sormuşlar ki su; evet, zehirle ademoğlunu, onların us dedikleri kör bir değnektir ve öyle nankörlerdir ki, bağrımda yunup arınarak pirüpak olurlarda, tam işlerini bitirip gidecekken, yüzümün ortasına, hak deyip ‘Tû!’ diye tükürürler, ceza yerindedir diye yanıtlamış. Yürürken, bu kez dişi bir kaz çıkmış önlerine, kaz haklısın demiş yılana, bunlar vahşidir, havada  uçsan, denizde yüzsen, karada koşsan, gene de acımayıp avlarlar bizi, zehirlemelisin demiş. Derken son bir umut tilki çıkmış karşılarına, tilki soruyu duymazdan gelip, imrenircesine yılanın bu küçük kutuya nasıl sığabildiğini sormuş, yılanda başlamış becerilerini saymaya ve sonunda bundan daha küçük kutulara bile sığabilirim diyerek bitirmiş sözlerini. Tilki de, yüce dostum hele bir gir de şu kutuya, becerine bir tanık olalım diyerek yılanı kışkırtmış, yılanda kıvrıla büküle başlamış kutunun içine çöreklenmeye ve girer girmez, tilki aniden kutuyu kapatarak, oradan geçen dereye fırlatmış ve adama dönüp: Nankörlerden kurtulmak için onlar gibi davranmak gerekir demiş!..

Tasımladığı uzun öykünün girişini okuyan Taler, Almuso’ya sarılarak uzay boşluğunda hareketsiz gibi duran aracından dışarı baktı, sayısız ateş böceğinin ışıldadığı büyüleyici karanlıkta, içinde bulunduğu görkemli yalnızlıktan ürpererek titredi ve eğer yıldızlar birer gözse, benim gözlerim de birer yıldız olmalı diye düşündü. Ama ‘Yalnızlık Çağları’nda yıldızlar ne kadar uzak ve uzay ne kadar da sonsuzdu!.. Uzayın ve evrenin oluşum teorileri çoktan kanıtlanmış birer formüllere dönüştüğü için korkusuzca ayakta duruyor ve içiçe boşlukların helezonik havasını soluyarak yine de duygulanmaktan kendini alamıyordu. Evrenin oluşum bulamacı: Ateş böceği teorisiydi. Bir güneş, çevrenindeki diğer güneşleri çekerek güçleniyor ve kozmik gübre ile ışınladığı parçaları geri tepkimeyle salarak gölge yaşamlar oluşturuyordu. Yaşam zincirleme bir reaksiyonun değişkenler demetiydi. Reaksiyonun belli anlarında değişik türde yaşam biçimleri oluşabiliyordu, birbirlerini algılayamayan milyonlarca yaşam... Reaksiyondaki bir anın diğer bir anı algılayabilmesi için zaman boyutunun eşdeğer yani aynı olması gerekiyordu ki bu olanaksızdı. Bunun için herhangi bir yaşam, kendisinin dışında bir yaşam biçimini algılayamaz, bilir ama göremez ve ancak kendini üreterek başka yaşamlar oluşturabilirdi.

Güneş (Işık) + İd (İde)=Yaşam, bu oluşumun aritmetiğiydi. İd (İde) her defasında başka bir şey olduğu için, onların karşılaşması olanaksız, algılaması ise daha bir olanaksızdı. Bu bakımdan her yaşam ancak kendisiyle karşılaşabilir ve oda ancak bir kopya veya ikiz olabilirdi. Ayrıca İd’in ne olduğu çözümlenebilseydi, onun kendisi olunabileceği için, yaşamın gizi de belki öğrenilebilirdi ama sonraki töz, maddenin ilk haline dönüşümünün olanaksızlığı nedeniyle hiç bir zaman önceki olamıyordu. Olabilseydi başlangıç ne sorusu, artık soru olmaktan çıkacaktı, bu yüzden işin felsefesiyle yetiniliyordu, oda her başlangıcın, başka bir başlangıcın sonu sayılmasıyla geçmişinde sonsuz olduğuydu.

Kimilerine göre şimdi, sonsuz bir geçmişin, sonsuzdaki bir geleceği, sonsuz bir geleceğin, sonsuzdaki bir geçmişi sayılacağı için hepsinden daha ilginç ve çözülmeye değer bulunabiliyordu, yani evrendeki herhangi bir an sonsuz bir geçmiş ya da sonsuz bir geleceğin ilkini (orijini) sayılarak en az ötekiler kadar bilinmeyen, gizemli bir şey kabul ediliyordu. Yine de yaratılışın ve yazgının başlangıcı, bir tetikleme ve elektrikleme olarak görülüyordu. Manyetik rüzgârlar, kuantum çalkantıları, kozmik toplar oluşturuyor, kozmik toplarda bildiğimiz lahana bahçelerine dönüşüyordu. Herhangi bir kuşun gözlerinde bile evrenin oluşumunu görebilirdiniz. Özellikle dikkat edildiğinde (ölmekte olan) bir kuşun gözlerinde evrensel oluşum anı yineleniyor, saydam perdenin içinde, evrenin oluşumu, -duyan gözler için- sergilenebiliyordu. Bir dizi dönüşüm, başkalaşım, yok oluşumdan sonra yine kozmik rüzgârlara dönüşüyordu yaşam.

Hep varız, yoksa nasıl varolabiliriz ki, boşluk kendini üretir, yokluk, yokluk tanımaz. Evrensel gecede, kozmik karanlıkta, yaşam, evrenin bir yüzü, öteki yüzü de; karşı yaşamdı  ve bir yarış içindeydiler, varlık, yok oluşu bir gün ortadan kaldırdığında, yokluğun -yok oluşun- gerçekte bir tür varoluş olduğunu anlayacak, yok oluşta yine varlığı kemirerek bir gün silip gittiğinde, artık varlığın bir tür yok oluş olduğunu (anlayacak) sezecekti. Diyelim ki, sonuçta  bir tür yokluğuz. Tüm bunlara ne gerek var diye de düşünebiliriz, varız ve hiç bir şey gerekmiyor. Bir kere varlık kadar yoklukta gereksizdir, algılama biçimimiz bu bizim.


Neden varız sorusu bir anı işaret ediyor, varlık anın yalnızca bir parçası, soru neden varız değil, neler olmakta (oluyor) biçiminde sorulmalı, neden varız sorusu bizi dar bir alana hapsetmekte, bir biçime sığdırıp, kısıtlamaktadır. Algılama biçimimiz değişseydi bile, gene bunları sorabilirdik, şu var; bu soru Judas gibi iki yüzlü, varlığın arka yüzü yokluk, yokluğun ardılı da varlık, görme, varolanı algılama beynimizde gerçekleşiyor, körlük ya da görme diye bir şey yok, algı kapılarının farklılığı var. Beynimiz var oldukça bir biçimde görecektik, gözde, bu biçim odaklanıyor, göz başka bir şey olsaydı, olmasaydı, 'Görü' fizik değiştirecekti. Solucanın kör olduğunu söyleyebilir miyiz.

Varlık, yokluğun bir türevi mi? İnsanın olmadığını düşünelim, soru olmasın, bizim için yokluk bu işte. Varlık soru, yokluk bu sorunun karşıtı... Hiçlikte bir tür varlık, sonsuz yokluktan ne anlaşılıyor, anlamsız bir boşluk, peki boşluk neden var, boşluk yokluk demek mi, öyle olsaydı biz yokluğu, boş bir hiçlik biçiminde algılayamazdık.

Yokluğun biçimi olur mu... O zaman geriye bir şey kalıyor: Biçim! Varlık ve yokluk bir tür biçim. Gerçek olan, biçim. Görmeyen köstebeğin varlığı, direysel güvenliği herhangi bir insandan hiçte aşağı değil.  Çünkü varolmak için yok oluyoruz. Sonuçta varlık dediğimiz şey bir tür dirim. Dokunulabilirlik, algılanabilirlik. Peki, bilinç olmasa yokluk mu olacak, birde şu söylenebilir mi: Sonsuz yokluk yoktur. Şey, varolmak zorunda olan yokluktur. Yokluk, varolmak zorunda olan bir varlık. Ve şey; varolmak zorunluluğudur. Hiçliğin kendisi bile, hiçliğin kendisini barındırdığına göre, onun hiç bir şey olmadığı söylenemez. Bir söz var, doğa boşluktan nefret eder. Gerçel soru: Dönüşüm neden... Niçin ve nasıl biçimleniyoruz. Yokluğun amorf, yani biçimsizlik veya hiç, hiç bir şey olduğu düşünülürse, o, neden bir biçime sahip oluyor, örneğin bir ‘nokta’ neden patlıyor, gülde bir sabah patlıyor, bigbang doğada da var, tohum patlıyor, magma patlıyor, cenin patlıyor. Bir sığmazlık var, biçim arayışı...
Sonuç: Yokluk yok. Varlık, yokluğun biçimlenmiş dönüsü, gerçek yokluk olanaksız, yokluk belki de yokluk nedir diye sorulamamasıdır, oysa biz sorabiliyoruz.

Şu ki, varlıkların dilinin olmayışı, neden varım diye soramayışları tuhaf, en görkemli karadelik, usa sığmıyor ama, neden varım diye soramıyor, korkunç bir alçakgönüllülük var bunda, doğada öyle. Tanrı yoksa bir ‘karadönü’mü diye düşünüyorum. Evrenlerin anası, bana bunca ışık yılı uzaktan dalgalar yayan varlığın gücü neredeyse sonsuz, ama bir sorusu yok... Öteki, yani ben, aya uzanabiliyorum, gücüm sınırlı, ama sorum var, soru sorabiliyorum. Ben bir ışık bileşeniyim. Işık tüm yanıtları biliyor, içinde barındırıyor, bende tüm soruları biliyorum, soruyu çözebildiğimde, soru olmaktan kurtulacağım, oda bir yanıt olmaktan kurtulacak, çünkü ben bir yanıt olacağım.

Soruyum ben, yanıt olduğumu kavrayamıyorum, algılayamıyorum, soru aşamasındayım ve soruyu da aşamıyorum, oysa yanıt olduğum gün, evrenin tüm soruları bende toplanacak ve bir yanıt olacaksa, o ben olacağım. Bu karanlık odada, ışığın gölgesinde, soru olmanın kozmik görkemini taşıyor, tanrıya ve evrene baş kaldırıyorum. O ise kızmıyor, küsmüyor, dahası duymuyor, çünkü o benim, ben yanıtım, yanıtın kendisiyim. O bunu biliyor, ama ben bilmiyorum. Yanıt benim ama, ben bir soruyum.

Evrenin çiçeklenmesi, yani insanı oluşturması, bu ikilemin doğmasına yol açmış. Tanrısal töz dünyayı ve insanları yaratmış. Ölüyoruz ve sonsuz evrenin varlığında, yokluk sorusunu artık soramıyorsunuz ve evren var. Çünkü yokluğu yaratan sensin, yokluğa, varlıkmış gibi biçim veren, onu karşına koyan sensin, oysa evren vardı, varoluşunun gerekçesi sensin ve evrenin kendisi,  yokluğun kendisi, yokluk gördüğünüz evrenin ta kendisi, ölünce yokluğa karışıyorsun, evren oluyorsun, ama hiçlikten uzaksın, hiçlik senin soyutlaman, bir algılama biçimin, yokluk anlamsız, öyleyse nasıl içinden çıkılmaz, anlaşılmaz, kavranılmaz bulursun onu.

Bitin Söz: Büyük patlama yok, yokluk patlama öncesi, kavramsal varlık patlama sonrası, hepsi biçimsel bir değişiklik ama ‘kavramsalda olsa’ gerçek olan varlık. Yani varoluş. Bir tür yokluğun ta kendisi. Olanaksız olan hiçlik, ama savlar güçlendiğinde; yanlışlar / yanılsamalar çoğalıyor. Yokluk zamanın uzaması, varlık ise birime dönüşmesi, algılanır olması. Yokluk kaos, varlık kozmos. Yokluk diye bir varlık oldukça, yokluktan söz edemeyiz sonuç olarak. Ve sizler ölünce yok olacak, adınız unutulacak ve bir daha hiç gelemeyecek, dönemeyeceksiniz.
Ama ne mutlu ki ölümsüzsünüz ve hep var olacaksınız. Öyleyse, acınmak, hayıflanmak boşuna.  Çünkü bir biçimi geçiştiriyorsunuz, bir yılan gibi deri değiştiriyorsunuz, evrensel saatin küçük bir diliminde, deniz feneri gibi ışıyorsunuz, ay ışığında planktonlar gibi parlıyorsunuz.  O denli sıradan ve değer bilmezsiniz ki, bir tanrı bile çok size, üstüne üstlük ölümcülsünüz. Oysa ışık yayan bir cisim, minik-manik bir evren olarak çok şaşırtıcısınız.  Bir evren modelisiniz, bir dininiz var ve ne yazık ki tanrı içinizde ve ne yazık ki prematüre bir bebek; primitif bir cesetsiniz. Keşke bu soruları bir güve sorsaydı bize. Yokluğunda varolma hakkı var, varlığın yok olma hakkı olduğu gibi. Varlık, yokluk bir düşünsü yöntem, yokluk varlık diye bir şey yok, öyleyse varlık ve yokluk belki de bir = Aynı. 

Ama varlık ve yokluğun farklı anlamlar taşıdığı galaksilerde varmış, örneğin Tlön'de ki Lusifer gezegeninde, varlığın adının yokluk, yokluğunda varlık olduğu ileri sürülüyormuş. Yokluğun gerçek varlık sayılabilmesinin nedeni, varlığın yokluktan geliyor olması, bu nedenle gerçek varlığın yokluk sayılması gerektiğini düşünmeleriymiş. Belki her şey bir sözcük oyunu, dillerin kargışlanmış birliği, belki de kendimizin dışında sözü edilesi hiç bir şey yok. Milkway'da ki bir gezegende ise varlığın başı ve sonunun olmadığı, yokluğun bir kez bile kabullenilmesi halinde, her şeyin uçup gideceğini, şu kalemin ucu gibi, akıp gideceğini ve varlığın hiç bir zaman olamayacağını ileri sürüyorlarmış. Hakçası oldukça mantıklı. Başka bir gezegende ise varlığın zaten olmadığı, yokluktan gelinip, yokluğa gidildiği için, nesnelerin ve tözlerin bir algı, bir düş ve bir illüzyon olduğu belirtiliyormuş. Varlık, yokluğun bir biçimi, hatta kendisi sayılıyormuş, ne demekse... Üçüncü gezegen ve kantonlarında  ise iç içelikler hüküm sürmekteymiş, yaşam ve ölüm, varlık ve yokluğun türevleri sayılıyor, bu iki yüzlü Janus benzeri durum, iç içe ayrılmaz bir oluşum ve birbirini bütünleyen bir hiçlikmiş gerçekte... Son tasım ise Dekabirist ve Kartezyen görüşün bir senteziymiş, işte o tasım; Yanıtlanmayan Soru:
'Yeni ortaya çıkan Varlık´la yüzleşen ilk günün güneşi sordu: "Kimsin sen?" Yanıt gelmedi. Sonsuz yıllar geçti aradan. Batı denizinin kıyılarındaki sessiz gecede, son günün güneşi sordu: "Kimsin sen?" Yine yanıt gelmedi.'
Gerçekte sınırlarımızı bilmeli ve varlığımıza dua etmeliymişiz. Zamanın bilinci varlığı yaratıyor, an ise yokluklara kucak açıyormuş.

Ah, son bir şey, yokluğun varlığa dönüşmesi -ilkin olarak- çok ilginç. Yokluk, varlığın soyut bir güzellemesidir. Saf estetiktir. Varlık pürüzdür, ilkel bir yokluktur, kaba, amorf ve eşitsizdir. Yokluk, sonsuz güzel, biçimli ve eşitçidir. Salt güzellik, sonsuzluktur yokluk.  Biz, varlık olmak nedeniyle ilk basamaklarız. Yokluk mutluluktur. Varoluş sorunsalına yönelebilen bilinç yok olduğunda, varlık sorgulanamayacağına göre, varoluş soyut bir uslamlama ve indirgemedir diyebiliriz. Bu anlamda yok oluşta soyut bir paradokstur. Bir file niçin varız diye soramıyoruz, öyleyse varoluş sınırlı bir kavram. Biz bir kurguyuz, fil ise hiçliğin bir an’ı olarak daha saf. Öyleyse yokluğun yokluğuna gelebiliriz, yokluk ve varlık içiçe yani ikisi de var. Ama yok oldukları için. Yokluğu zorla yaratamayız ki, yaratırsanız o artık var demektir. Yokluk uydurma bir sözcük oyunu, neden olsun ki, düşlenebilen her şey bir varlık. Yokluk, varlığın anasıdır, kavranamayanın adıdır, bir tanrısı olmayacak denli sıradandır o. Ve ‘Çünkü yanılgıda tıpkı gerçeklik gibi usun kendisine ait iken, göreceli us dışı ise, gerçeğin ve yanlışın ötesidir, yanılgı terimi ile onurlandırılamayacak bir saçmalıktır’ diye kozmikomikliğin nedenini açıkladı ve çok önceleri yaşamış birinden, paradigmayı artırmak ister gibi, tuhaf bir şiir okudu.
Kendim: 'Sabah sokağa çıktığımda ilk gördüğüm kişi kendimdi. Köşeyi döndüm, gene kendim. Durağa geldiğimde gene!.. Otobüse bindim, baktım, gene kendim.
İşyerine geldim, çevremde sayısızca kendim, kendimler... Koltuğuma oturdum, işte gene kendim.
İşlerini yapmamı isteyen, zorluklar çıkaran, kolaylıklar sunan bir sürü kendim!.. Öğle tatili; gene öyle... Yemekte, çay molasında, işbaşında... Bir sürü kendim. Akşam paydosunda, dışarı adım attığımda; ilk karşıma çıkan şey, gene kendim!.. Otobüse iniş biniş, sağa sola bakış, galeriler, mağazalar; Cetvelle, pergelle oyulmuş mağaralar, evler, alanlar hep kendimle dolu!.. Dün, bugün, yarın, sonsuzca bir kendimler çoğunluğu!.. Bıkmadan, usanmadan, sürgit kendim. Aşağı, yukarı, önü, ardı, eni, sonu bir kendimler kalabalığı...
Birden kavradım olan biteni!..
O gün, kendimi yok ettim...'

Yeryüzünde de, başka bir gezegende de olsa 'Göğün altında yeni bir şey yok' düşünceler birbirinin türevi, başedilmezleşen tek şey bu diyerek, absürtlüğün ve yinelemenin yurdunda gezinmeyi sürdürdü. Yokluk varlığı düşünmemize olanak tanırken, varlık yokluğu düşünmemize, algı sınırlarının içinde devinmemize izin veriyor. Peki varlık ve yokluk dışında düşünseme alanının içinde tutamadığımız ne?.. Beyinsel kavramlarımızın çerçevesinde yer etmesini sağlayamadığımız, olabilirlikler, olasılıklar harmanının adı ne!.. Duraksadığımız alanı tanrı kavramı ile geçiştirip sınırlıyor muyuz, yoksa tanrı soyut bir kapılım olarak, bizim erincimizi sağlayan bir araç konumunda mı?.. Tanrıyı aşabilmek ve ötelerinde bir düşünce ya da olabilirlikler okyanusunun içinde yüzmek bizi daha büyük çıkmazlara mı sürükleyecek, bilinmeyenin katlanıp çoğalması; kimlik bunalımlarımızı, kozmik savrulmalarımızın rüzgârını artıracak diye mi korkuyoruz. Aşılması gereken tanrı değilse, düşünsel alanımıza nelerin giriyor olması gerekiyor, hangi düşünsel yapıyı anlağımızın sınırları içine buyur etmeliyiz. Henüz bilemiyoruz. Öyleyse aşılması gereken biziz, özbeöz kendimiz. Sorun buysa henüz hiç bir şey bilmiyoruz demektir. Henüz normatif bir illüzyon ve adlandırmaya yönelik format çağlarında olmadığımızı kim bilebilir, kim söyleyebilir.  Gelecek çağlarda, sanat, bilim ve felsefe kurumsallaşacak, bireyler ortadan kalkacak ve gruplar, kurumlar, düşünce, düşünseme ve evrimsel varlığımızın akışına önayak olup; töz ve nen olarak tinsel alanımızı genişletmeye olanak tanırken, bilmediklerimizde; halihazırda bilinmeyen sınıflamasına girmesi gerekmeyen, henüz oluşum dışı mekanizmalar, gözlerimiz ve ellerimizin varsayımları olacak. Düş yani!.. Olamaz mı, niçin olmasın?.. Ama evrenin ve varoluşun gizini hiç bir zaman ele geçiremeyeceğiz. O sürekli değişen ve gelişen bir organizma, bilgilerimizle gelişip değişen, bu duruma paralel olarak, sonsuza dek sürecektir bu paradoks. Öyleyse şunu diyebiliriz; Bildiklerimiz, belki de ve bir anlamda bilmediklerimizdir.

Erkufo, bizim düşüncelerimiz eninde sonunda, biçimsiz, can sıkıcı bir yanılgı, bir cılızlık, kısır bir güçsüzlüğe dönüşüyor, onun için ölümlüyüz diyerek Dişufo’nun boynuna sarıldı ve ona polen kokulu bir kolye takarak, arkaik bir dille, ‘Thelis ena louloudi, ya tin aghapimeni sou’ dedi. ‘Sevgilin için bir çiçek ister misin?..’  Uzay boşluğundaki kuşlar, aracın penceresinden süzülerek geçiyorlar, rüzgâr, yaprakların çangırtısına eşlik ederek, gökkuşağının altında; bir güz ormanında yürüyor ve ıslak-serin  havada el ele, çok uzaklardaki bir düş gibi, engin gün batımını izliyorlardı. Yalnızca dönen bir hiçlikte, uçan kuşların simülize edilişi ve elektronik gün batımının tuhaf manzarası, onları nasıl da mutlu etmişti…

Bitti mi dedi Dişufo, Erkufo’ya, oda bitti dedi. Araçlarının gözetleme boşluğundan evrenler arası kozaya baktılar, larva yıldızlar, krizalitler, bebekler, ataparlar, dişiller, eriller, insansılar, uscul bir okyanus, besleyici bir plazma gibi serin-derin boşlukta yüzüyorlardı...  Dişufo metalik gözlerinden süzülen bir damla yaşa engel olamayarak, söylediklerin öyle yetersiz, öyle kısıtlayıcı ve öyle düzayak ve komik ki, üstelik usanç yaratan çelişkiyle, ürkütücü yineleme sende de var dedi. Yine de yokluk diye bir şeyin olamayacağını ve kendi bilincinin de, çocuksu, kısır bir döngüden başka bir şey barındıramayacağını düşünerek ağlamaya başladı...

Uzayın sonlu olduğunun anlaşılması üzüntülerini daha bir artırıyordu. Varlık, yokluk, atomlar, bileşenler, parçalanış, yokoluş, çözüm, çözümsüzlük tüm her şeyin, kaygılı, derin bir umu-umusuzluk çırpınışında tükendiğini düşünerek, boş gözlerle Erkufo’ya baktı, umut bir yöntem olabilir miydi. Şimdi bir larva yıldızın içinden geçiyorlardı, bir toz yığınıydı, ateş topuyken çözülmüş ve çökmüş, sonra bir toz yığınına dönüşerek, yoğunlaşmaya yüz tutmuş ve larva halini almaya başlamıştı. Üçyüz parsek ötede kurt deliği yöntemiyle evrenin 4. halkasını geçmişler ve 7 kat olduğunu tasımladıkları evrenin gerçekten de masallardaki gibi olabileceğini düşünmeye başlamışlardı. Dünyayı terk edeli neredeyse bin yıl olmuş ama uzay boşluğunda dolaşmak dışında, kendilerine benzer hiç bir uygarlıkla karşılaşmamanın üzüntüsü içinde 987 yıl geçirmişlerdi. Bu koskoca evrende, havlayan bir köpek, pireyle dolu bir maymun, kıvranan solucan ya da Willi Frich gibi bir babik oğlan daha yok muydu, varlık-yokluk ikilemi taşımadan; iki ayaklı, tek burunlu, basbayağı bir insan...

Taler, dokuz yüz yıldır gözlem penceresinden bu soruya yanıt aramak için çalışmalar yapıyordu.  Sonunda yerküreye dönecekler ve yapayalnız olduklarını, tüm bunların budalaca bir oyun, ahmakça bir aldatı olduğunu ya da alaycı bir kuşun ötüşmesinden başka bir şeye benzemediğini haykıracaklardı.   Vega yılının Septum Severus ayında, evrenin sıcak su akıntıları içinde, bin yılın dolmasına 9 ay 10 gün 6 saat kala, uzaktan başıboş denilebilecek, tuhaf, eskil bir plaka, kozmik bir disk göründü. Çok hızlı hareket ediyordu, hemen peşine düştüler, tam 4,5 yıl sürdü kovalamaca, korularda kanat süzen çalı horozu gibi kaçıyordu disk, uzun süre avlarının izini dahi göremediler, disk canlıymış gibi, yaklaştıkça hızlanıyor, uzaklaştıkça da yavaşlıyordu. Bu kaçıp kovalamaca, evrenin 5. Kat içlerine doğru sürüp gidiyordu ki, Erkufo, umutsuzluktan, yorgunluk ve siber bozunumu belirtileri göstermeye başladı. İşte metalsi kar yuğumlarının ölüm şarkısıdır ki bu, varlığın ve yokluğun onulmaz dehşeti, çılgın ve ürkütücü masallarıyla dolu gecenin belkemiğinde, gökadaların çarpışmasından oluşan, devasa yurtluklar, yörüngesiz, başıboş güneşlerden doğan helyum yuvaları ve körpe gezegenlerle, kara kıtalar ve binlerce, binlerce aylarla... Bitimsiz güzelliklerin, us uçuran barış şarkılarıyla sarhoş, sanal savaş için haykıran kalabalıkların, altınsı ordular ve pamuksu, ipek böceğiyle doldurulmuş bulutsuların...  Tanrısal bir an bu, bu diskle karşılaşmamız kutsanmış bir sunu! İşte başka dünyaların, uzak uygarlıkların varoluşunun anıtsal imi, bir görkemli kanıt!..

Dişufo, titansı karışımsa, beş milyon yılda çözünür dediği diski yakaladığında, gerçekten toz olup dökülüvermişti, ama yinede böyle bir çakışım için, evrensel bir muştunun kucaklayıcısı onlar olmuştu. Almuso küredeki evrensel almanağa adımızı yazdırdık ne mutlu dedi. Disk toz gibi döküldü ve içinden hologram gibi gene diske benzer sanal-saydam bir kutu, disk içinde bir disk daha göründü ki, havada asılı duruyordu. İletişim ağını kurmak zaman aldı, laboratuar incelemeleri aylarca sürdü ve Taler, raporunu güneş sistemindeki, 'Tanrılı Gezegenler'in üçüncüsüne bildirmek için düğmeye bastı.


Sanrılar butonundan çıkan raporda şunlar yazılıydı: 3 Bilyon yıllık acı bitti. Evrende yalnız değiliz. Başka uygarlıkların var olduğu kanıtlandı, büyük olasılıkla Berenis zamanında onlarla karşılaşmayı umuyoruz. Bir öngörü olarak, şimdiye dek katedilen yol kadar uzakta olabileceklerini formüle ettik. Diskte bulunan, sanal platin kutudaki verilerse şunlar:  Sesli biçimler var, düzensiz bir takım bindirmelerle kodlama yapmaya çalışmışlar, son derece ilkel olabilirler, yok olma olasılıkları söz konusu olsa da, diskin elemanter gruptaki apronu bu olasılığı azaltıyor. Sesli biçimlerde, bizim ele geçirebildiğimiz tek algı biçimi, Ronuld Reagon çıkarımı oldu!.. Sesin aldığı biçim bu, diğerleri yüzbin yılda yayvanlaşıp, tahrip olmuş, yalnız bu, -Ronuld Aralığı- geçiş veriyor. Bir yıldız ulaşım formülü diye düşünüyoruz. Ama kendilerince pek önemli, gizil dünyalarında bizlere sunmayı düşündükleri melankolik bir imde olabilir.
Görev bitti.
...
Taler, Poler’in (Almuso şimdi Poler formatındaydı) yorulduğunu görünce öyküyü okumayı bıraktı. Uzay boşluğunda düşündükleri, anında yazıya dönüşüyor ve egzersizlerini birbirlerine okuyarak oyalanıyorlardı...
Az sonra Dişufo sıkıldığını ve kitapçığın içinden çıkarak, öylesine bir uzay yürüyüşü yapmalarını önerdi Erkufo’ya, o ise ‘Kum tadındaki yemişler / Flamalar gibi yayılmış / Çıplak ve kırılmaz bir sevi / Adı olmayan kuşlar / Ve orda içinde bir sünger taşın / Uyuyor tatlı Dişufom’  diye mırıldanıyordu.
 …
 
Onlar, bundan sonraki yolculuklarında evrenin sınırlarına ulaşma ve araştırma görevlerini sürdürdüler.  Dört giga yıl sonra öngörülemeyen bir şey dışında, gize ulaşmayı ve onu elde etmeyi başardılar!.. Ayrımında olmadan başlangıç noktasına dönmüşler ve aşağıda onları karşılamak için merak ve sabırsızlıkla bekleyen ‘Kendilerini’ bulmuşlardı.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder