30 Temmuz 2018 Pazartesi

BİR SÖZÜN TÜRKÇE OLDUĞUNU NASIL ANLARIZ!





Türkçede sözcüğün kökü bir anlam ifade eder. Yüz, yüzme, yüzücü, yol, yolcu, yolak, yoldaş, tin, tinsel, ten, tensel, g...öz, gözcü, gözetmen, gözel gibi. Güzelin aslı gözeldir bu yüzden. Güzel diye bir şey yoktur gerçekte, galatı meşhur olmuş güzele dönmüş. Bu yüzden çok beğendiğimiz İstanbul Türkçesi yanlışlarla doludur. Zeki Müren Türkçeyi yanlış öğretti bu topluma, oysa çok iyi bir şey yapıyor sanıyorduk. Zeki Müren sahibinin sesidir ve bunu çok iyi yerine getirmiştir. Onun dili Arabi bir Türkçedir. Şarkılarımızda Osmanlıcadır bu yüzden. Türkülerimizde Türkçe. Ne var ki dil başka dillerden sözcük alabilir, burada sorun şudur, teknolojiniz sıfırsa, bütün sözcükler yabancıdır artık, diferansiyel, navigasyon, pulsar, kuark, lansman gibi...
Hiç birimiz lansman ne demek bilmiyoruz, tanıtım gibi bir şeyi çağrıştırıyor sezgilerimiz öyle...
Bu ülkenin sanatçıları, yabancı dil budalası, hepsi fason, bir şey ürettikleri yok ve toplumu lansman, cower, single gibi sözcüklerle yaptıkları işin çok üst düzey, batı standartlarında bir marifetmiş gibi algı yayıyorlar. Bu yöntem onların işine geliyor.
Yerli arabanız yoksa, ferrari derken ağzı sulanan kapkaççılar ve kalpazanlar protokolde en öndedirler, sömürge ülkelerde!
Ve sanat özü itibariyle ilericidir diyenlere kanmayın, geri ülkenin sanatçısı, azılı bir gericidir, gelişmiş ülkenin sanatçısı da azılı bir gelecekçidir.
Sanat erbabına göre öten bir düdüktür dostlarım, sakın yanılmayın!!!!
Sizi kızdıracak bir şey söyleyeyim, vallahi geri kalmış ülkelerde hainler kahraman, kahramanlarda hain muamelesi görürler!!!
Korkuyorum sizden ama yine de utanıp çekinmeden bir örnek vereyim, bugün Fazlı Say'ı Porchesiyle, Tarkan'ı Ferrarisiyle İstanbul sokaklarında görseniz alkışlarsınız ve eklersiniz; HAK EDİYOR! ama harap bir Anadolla ahir ömründe kimsenin iplemediği Ali Ekber ÇİÇEK'i görseniz gülmekten yere yatar, yedi ceddinize hatıra diye anlatırsınız.
Bunun pisikolojide iki adı var, birincisi Stockholm Sendromu, celladına bağımlılık, yani sömürgeci efendisine Porche aracılığıyla selam durma ve alkışlama dürtüsü ki, genlerimize işlemiştir bu duygu yüz yıldır, ikincisi süblimleme veya süblimasyon, Türkçesi yüceltme, ezikliğini tam da ezildiği yolu benimseyerek, onunla bütünleşip özümseme, düşmanının kılığına bürünme; Ferrariyle hava atana tezahürat veya helal olsun nidalarıyla eşlik etme!..
İkisi de yalnızca SÖMÜRGELERDE GÖRÜLÜR!!!! şimdi asıl soruna geldik, sizin yere göğe sığdıramadığınız sanatçılarınıza öbür dünyada tanrı bir soru yöneltecek, ömründe vatanın (bu vatan içinde bulunduğun ve sana çok şeyini veren toplum ve toprak demek) için ne yaptın ve yukardaki Ali ekber çiçek e sen bu tarafa geç diyecek -zırnık kadar hizmeti olsa da- ama büyük işler başarmış gibi görünen diğer ikisini zebaniyle işaret ettiği yere yollayacak, büyük sorgular için! amma velakin bunun böyle olacağını anlayabilmeniz için -sanatın edebiyatın, fiziğin, kimyanın, teknolojik solfejlerle, vatanın ve insanın coğrafyasında neyin bir yaratım, neyin bir insanlığa veya evrene bir katkı, hizmet sayılabileceği noktasında gerçeği kavrayabilmiş olmak gerekir, bu yaşarken ne yazık ki belirsizdir ve terazisi de yoktur. BUNU BİLEN ademoğulları bazen çaresizce, bazen gülerek öbür dünyada görüşürüz o zaman derler.
O yüzden gerçek bir sanatla iştigal edebiliyor olmak, mutluluktan ziyade, inanç verir insana, banka cüzdanlarının yaratacağı Mona Lisa tebessümünden ziyade iç huzur verir ve bilirler ki bir tüccar bu dünyada çok insandan güçlüdür, bir komutan tanrının kırbacıdır neredeyse, bir şarlatan kral sofralarının baş konuğudur, bir zanaatçı, -yani sanatın, para, şöhret, alkış ve bir illüzyon, manipülasyon uğruna ne yazık ki yardakçısı sıfatıyla ömürlerini tüketenler- yaşadığı dünyada herkesten fazla itibar görürler ve herkesten fazla gülüp eğlenecek olanağı da bulabilirler. Ama 33 yaşında çarmıhta inleyerek ölen İsa'nın erdemine kavuşamazlar, onun sonsuz derinliğini algılayamazlar, Mozart karşısında kibirle yelpazesini sallayan Salieri gibidir onlar, Muhammet karşısında kadınları kuma gömen, cenbiyeli ve gözleri çölün ışığıyla yanıp sönen bir bedevi, bir büyücü gibidirler.
Hepsi gelip geçti bu dünyadan, Sokrates olsun, sahte bir dünyanın, kan ve şiddet dolu toprakların her şeyi ezdiği bir zamanın akışında sözünden dönmenin bir erdem olabileceğini anlayan Galile'nin -bunu anlayabilmek çok zor- sanatını, bilimini ve gerçek insan olma yolundaki çabalarını anlayanlar sanatçı olabilirler ancak. Sanat bir niceliğin şahikasıyla Queatzal Kuşu gibi parıldamakta değildir, insanın yolculuğunda onun dönüşümü ve -gerçek insan- ölüm, şiddet, hak ve haksızlık gibi kavramların olmayacağı bir evrene doğru yolculuk yaparken, bir nebze olsun ışık saçmak, tanrı indinde bir parmak kadar olsa bile çabalamış olmak olabilmektir.
Ben Ali Ekber Çiçek'in bu çaba içinde olduğunu biliyorum -bunu anlatabilmek için ayrı bir sayfa açmak gerekir ama açınlamalardan sezmek mümkündür-. Ama özür dileyerek söylüyorum ki diğer ikisi bir niceliğin ve değişmezliğin -belki masumca da olsa- bir kuyrukçusu, yineleyicisi ve dünyevi meşgalecisi ve statükonun -ve değişmezliğin- günahkar bekçisidir. Tanrı bunu bilir, aşağılanmış İsa onun için kalplerimizdedir, dişi kırılıp, dudağı patlayan Muhammet onun için dualarımızdadır, ölüm ve öldürüm karşısında sözünden dönme erdemini gösterebilecek kadar derin ve yorgun Galile onun için yüzyılların içinde sizinle yanyana yürümek başarısını gösterir.
Aslında her şeyin terazisi herkesin elindedir ve yaşam bunu anlamak ve gerçeği görmek uğruna, hazlar ve kederler içinde geçip giden, eşsiz bir nimettir.

***
Aslan yeleli kızlar geçti sokaktan, çünkü uzaya demir - tren - yolu döşeyeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder