20 Mart 2020 Cuma

ETHEL




ETHEL
(Bir Büyükada Öyküsü)
Ada vapuru, Kserkses'in Hellespont'u geçmek için yan yana dizilen sandalları gibi, değişik türden yüzlerce yolcusuyla hareket etti. Peçeneklerde Bosphorus'u (Sığır Geçidi) aşmak için aynı yöntemi kullanmıştı derler. Genelde çevremi izler, insanlarla göz göze gelir, havaya, suya, kıyılardaki gökdelenlerle dolu, artık yedi kocadan arta kalmış değil, üç günlük Newyork gibi sibernetik bir yazgıya dönüşmüş rüküş ve pornografik Konstantinapolis'in kötü kokular yayan 'vagonismusuna' doluşmuş dünyalara bakarım ben.
Biri ta uzaklardan geldi ve seçilmiş bir yalnızlığın kederiyle boğuşan ve derdine bir türlü deva bulamayan; artık yaşlanmış ve tacını tahtını kaybetmiş zatı aliniz, onun nadan ve pişman kulu, yıkıntılar arasında ilahi, Genç Osman'ın karşısına oturdu!..
Sık sık yer değiştiren, ikide bir kent, semt, okul, ada, moda değiştiren her insan gibi sonsuzca süreceğine inandığım yalnızlığımın bulaşıcı sayrılık gibi üzerimden atamadığım bir kompleksi vardır, herkesle konuşmak isterim, her kadına hayranlıkla bakarım ve karşıma gelip oturan her insanın bilerek bunu yaptığına inanırım. Yalnızlık sendromu halüsinasyonlar üretir, geceleri konuşur ve düşler içinde geçen bir yaşamın kapılarını açar insana, bu kuyularda bazıları kaybolur, bazıları da yaşamla nefron suyu yarıştırmayı ve her şeyi ve kendisini de küçümsemeyi başardığı için yenilmez armada gibi dolaşır, sahillerde, kenar semtlerde, Cihangir'de ve adanın daracık koridorlarında, faytonların maziye karıştığı patikalarında...
Karşımdaki bayan beni haklı çıkarırcasına hemen kitabını çıkardı...
Kitabı bu garip yolcumuza, şöyle bir aşk duygusu veriyor mudur acaba, okuduğuna göre... 'Tam bir dil ziyafeti, biçem var (üslup, yazara özgü dil, dolayım), biçim var -anlatım özgünlüğü, konu bütünlüğü, tinsel çerçeve- sözcesi var (yazarın kullandığı dil), derli toplu, arı ve seçkin, bugüne dek denenmemiş üstelik, bu biçem değil, yazarın kullandığı ve hepimizin kullanıp, kullanabileceği dil burada söz konusu olan, konu var, köy-bozkır-uygur geleneği ve yaşam biçiminin, gündelik kaygı, baş edilmezleşen tasalar ve sevinç taşan, bezdirici uğraşlar içinde akıp gidişi, zamanın dışında, orada bir yerde geçen, gizemli bir dünyanın, diri ve sürgit körpe bir dil eşliğinde, şaşırtıcı biçimde düşlerden aşkın sayfalar boyunca, yellerde devinen bahar yaprakları gibi titremler içinde sürüp gidişi, anlatı var, konu sıkmadan ve büyüleyici bir yabansılık içinde, sanki yinelemelerle sürüp gidiyor da, ama dilin baştan çıkarıcılığında hep yeni bir şeyler söylermiş izlenimi vererek, belki de okurun başını döndürdüğü için, onu ele geçirerek bizlerin elini tutuyor ve kendi zamanının, uzamının içinde bambaşka bir dünyaya sürükleyerek, evrenin nice gizemli köşelerinde neler olabileceğini, ne can alıcı, albenili yaşamların, bir düş gibi sürüp gidebileceğinin özlenci ve dilin olağanüstü oyunları içinde bizi kucaklayıp ve yaşam sevinciyle kuşatarak, dirim veriyor artık, yazın dediğimiz şey bu işte, okuyun, dilin, dillerin ne denli ele geçmez bir bayır gülü, ne denli büyülü kokular yayabilen bir güneş ayeti olduğunu görüp hak vereceksiniz...'
Şol betikler böyledir de, dünyamız nasıl bir ırmak söylencesidir acaba, onun için, seyrüsefer edilecek bunca dünya varken sanki yine de, zaman peşinden koşuyor da, boş bir anını yakalarsa gırtlağının tadına bakabilirmiş, ölüler ülkesine, Kharon'un sorgusuna yollayabilirmiş gibi ivedilik yansıyan bir korkuyla satırlara, satirlere bakarak dalıp gitti konuğum!..
İçimden, şimdi benim laf atmamı bekliyor diye düşündüm, düşler kadar zevkli bir şey yoktur çünkü!.. Ama atamam ki, öyle becerilerim olsa yalnız olmazdım ben, düşlerimin prangasında ömrünü yitirip gidecek bir forsayım. Üstelik suçüstü yakalanırım korkusuyla düşlerimi gizlemeye çalışırım, insanların gözlerinin içine gene de bakamam, asla konuşamam, ta ki bir ip ucu veya karşımdaki bir açık verene ya da kendisi bir şey diyene kadar. Düşlerimin hapishanesinde yaşarım kısacası. Düşlerimden kurtulmam onlarla haşır neşir olmam demekse, düşlerim beni yalnız bırakır ve tümüyle karanlığa gömülürüm, düşler yalnızlığın devasıdır, insanlar değil, bir paradoks olsa da bu çözüm!..
Ama bir alışkanlığım vardır yine de, beğendiğim kadınlara laf atabilecek kadar delilik nöbetleri geçirdiğim olur, kimdir onlar, hoşlandıklarım, güzeller güzeli bulduklarım değil, kaçık tipli, meraklı, vücudu deformasyona yüz tutmuş, aksanı yarı gülünç ya da tuhaflaşmış, gene de ben sizin endazenizi herkesten çok bilirim langalılar diyecek kadar fütursuz, pelül pejmürde, göğsü beline uzanmış, kolu kalçası gibi, morsdan kuvvetli, dudağı tanrı aşkına silikondan, gözleri radar vazifesi görebilen, saçları kilometrelerce uzanan çadır gibi başını örtmüş, geçmiş zamanın bahtsız, tahtsız, Nefertitilerini andıran ve ana tanrıçadan el almış devasa kıratlar!.. Onlara aşığım ben, her şeyi bilir gibi yaparlar ama sizin her söylediğinize başıyla ya da hamur tahtası gibi uzayan dilleriyle onay veren hanende melekler...
Karşımdaki bayan kitaptan gözünü ayırmıyor ama inanın tanımını yaptığım tiplerin -intelektüel- görünümlü versiyonu bu, arzuyla bakıyor inceliyorum onu, nasılsa başı önünde, ayağını bana doğru uzatacak diye bekliyorum, bu tipler bu hareketi tanrı adına bilinçsiz biçimde yaptıklarına sizi inandırırlar, çünkü çantaları koltuğu kaplar, şalları yere sarkar, pabuçları ayağından fırlayacak gibi olur, varsa gözlükleri yüzünü karanlığa boğar, işte ayağını ayağıma çarptı bile, ama o kadar bilincindeyim ve doğallıkla bekliyorum ki bu hareketlerini, benim için bir şey ifade etmiyor artık, onlar çok masumdur, sizin çay bardağınız yere düşse kırıklarını sizden önce toplar çünkü...
Ama platonik aşkımın bu jestini karşılıksız bırakmamaya yeminliyim tabi...
Bir yolculukta ya da vapurda, açık havada, piknikte okunacak koskoca bir dünya varken 4x4 alt tarafı yüz rakamının türevlerini geçmeyen kitaplara dalanlara şaşarım ben, dünya bir kitap değil mi yahu, bu bir kimlik yarışı bence, ıvır zıvıra değer veremem ben, zamanım çok değerli, sizin gibi ''Trene!'' bakacak zamanım yok, homo homini lupuslarım, okumam gerek, kendimi geliştirmem gerek, kariyer edinmem gerek, üst katlarda, teraslarda, orada okyanus ötelerinin dikte edilip, pazarlandığı kokteyllerde yaşamam gerek!.. Siz ordinary people'larım hep aynı şeyleri yineler, bıkmadan usanmadan trene bakarsınız, ne var bunda, zamanınızı biçimlendirip, hükmetmezseniz o sizi biçimlendirir, hükmeder!..
Ama güzelde sonuç, korona virüsünün travmalarıyla eve kapanmak, manikür pedikürle dolu bir hayat yaşamak, kokteyllerde sıra gecesi beklemek, yazacaksa, büyük annesinin, çizecekse göl kıyılarının, alacaksa 1+1 lerin aynalı hapishanelerinde sönüp giden yaşamlar olmuyor mu bu, değer mi, trene bakan buzağıları ve anne-babalarını bu kadar yokuşa sürmek!..
Vapur iskeleye doğru yaklaşıyor ve sonunda yarı buffalo maşuğuma, dizine kapaklanır gibi işaret ettim, son durak der gibi ve usulca kitabını kapattı. Onlara karşı cesurumdur!.. O kadar hırçın ve kemikleri dışarıya fırlayacak bir butun kol ve bacaklarına sahip ki, kitap okuması onu türün öbür bireylerine özgü kitap okuma alışkanlığının bu devasa piramitte nasıl oluştuğuna dair insanlarda kuşku uyandırabilir ama ben biliyorum, aşklarımı çok iyi tanırım, onlardan her şey beklenir ve ağızları bir makineli gibi hızla çalışırlar ve herkesi bastırarak, eteklerinde kurulmuş kolonyal ülkenin altına sığdırabilirler inanın. Tartışmaya gelmez, ben hariç!..
Sonunda olan oldu ve benim işaretime bir lafla katılmak zorunda kaldı her zamanki gibi, ne çabuk geldi vapur ya dedi, satırlardan nicedir ayrılmayan mahmur gözleriyle!.. Şimdi anımsamıyorum, bir iki sıradan şeyler söyledim ona ve isminiz nedir sizin dedim, isimler o kadar önemlidir ki benim için, siz sırf onun ismi için bu öyküyü yazdığımı bilemezsiniz!..
Ethel dedi, çok nadir bir isim ama bildiğim Ethel Kennedy var dedim, telefonuna bakarak sağlamasını yaptı, kimilerine boşboğazlık gibi gelen bir yaklaşımla dudağını kıvırıp, direk sanatçıyım ben dedi, telefon numarasını aldım, alırım da!..
Ve dedim ki ona, çok çabuk gelmedi vapur Ethel, kalktıktan hemen sonra lodosun tanrısı istedi diye, bordadan bir balıkçı filikasına çarptı, balıklar özgürleşti ama yolculardan biri denize düştü, neyse kurtardılarsa da bu kez balıkçı göz yaşı dökmeye başladı, az sonra Fenerbahçe camiinin imamı ikindi duasına davet etti yolcuları, yeri göğü inleten, vapur düdüklerini bile bastıran çağrısıyla, bir kaç yolcu koridorda eda etti ibadetini, o sıra İsa efendimiz denize girip saklanmış olacak ki, yürüyerek vapura geldi, hepimizi elceğiziyle takdis etti, kuş biçimli buhurdandan, baharatlar, esanslar serpti, yüzmekte olan yunus kafilesini dudaklarından öptü, içimizde adı Yahya olanı alıp Yerusalem'e gitti, anında ortalıkta Kabe yeşili bir hava esti, biri, iki ada arasına, bak işte Kidron vadisi, biride,  yükseltiye Horeb tepesi dedi, kargaşa bittiyse de, yunuslar yine peyda oldu, meğer açıkta bir balina kovalıyormuş onları, içlerinden bir kaçı güverteye atladılar, diğerleri vapuru kaşalot sanıp geri kaçtılar ve bizim 'Beyaz Cani' küfürlerle uzaklaştı, derken Dragos'un arka yüzünde bir gökdeleni alevler sardı, kadının biri çelik çatıdan aşağıya atladı, yere doğru balık ağı gerip üstüne düşürdüler, ne görelim, kadın yüzgeçlerini vura vura uzaklaştı... Güneşin içlerinden gelen bir helikopter geçti üstümüzden, ada yakınlarında düştü, sonra izini kaybettik, asâlının biri 'belki rüya görmüşüzdür' dedi, yolculardan hamile bir kadının doğuracağı tuttu, adanın yüzme rekortmeni varmış yolcular arasında, adam kadını sırtına aldı, Bostancı sahillerine doğru coşkuyla kanat açtı, güzel bir kız çığlık atmaya başladı, ne okuluna gidebiliyor, ne karnını doyurabiliyormuş maddi sıkıntıdan, aramızda para topladık yolcular, kızı kurtardık bir süreliğine, paraşütle biri indi vapurun tepesine, James Bond filmi çeviriyorlarmış, alkışlardan sonra gelip aldılar, gündüz gözüyle yıldız kaydı dedi biri, deli misin dediler, yirmi yedi yıl hücrede kalmış, gözleri öyle keskinleşmiş ki aydınlıkta bile seçer olmuş yıldızları... Bitmedi, Heybeli'de bir yolcu eksik çıktı, çımacı kendini 'geceye sundu' diye denizi işaret etti. Kaptan geldi bir ara, ben Arjantin'de darbeden sonra kaçan sanatçıları (o dandy dedi!) kurtarmış adamım, üç gün sürdü Atlantis yolculuğu diye yüklendi, derken arkalarda biri Karadenizliymiş bir meselcik anlattı, yaşını başını almışlardan Temel'in karısı, bir gün Temel'i çırılçıplak karşılamış, Temel ne oluyor neden çıplaksın demiş, eşi ben çıplak değilim bu 'Aşk' elbisesidir canım demiş, Temel yaşlı refikasına bakmış, iyi de biraz ütüleseydin bari demiş!..
Ethel güldü bir süre, kaotikleşen retinasını gözlerime lütfederek, ama ben bunların hiçbirine tanık olmadım dedi. Teklifsiz aşkıma, bunca izlenecek, gönül gözüyle okunacak, düşlenecek hengame varken gün ortasında, dört duvar arasının 'Cinperisi' kitaba daldın sen dedim. Ana tanrıça, ağırsak, ezici bir tonda, bu kez gülümsedi.
Şalının gölgesinde yorgunlukla bizi gözetleyen kitabını aldı ve çantasını açarak içine koymak üzereyken, göz ucuyla kitaba bakabildim!..
Görme Biçimleri / John Berger.


**************************************************************







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder