27 Mayıs 2020 Çarşamba

HAVVA

HAV(V)A

Zamanın yaratıldığı çağlarda
Dizdarlar ve Allahüekber dağları vardı

Günlerce Once meydanında seni bekler
Ve badem dalı baharların
Kırmızı manolyaların avuntusuyla
Zamanlar geçerdi…

Sonra ilk göz gördü, ilk el tuttu!
Ve yürek yaratılanı
İlkinsi olanı sevdi…

Bir Moritanya magistresi bildim;
Suda dalmıyorsam, biri beni seviyor demektir.

Kırmızı ve Siyah
Stendhal’dir.

Kaotiğin şatafatı
Ölü toprağı
Para ve  parti
Kartel ve tröstlerin buyruğunda
Ölüp gideceğiz…

Biliyorsan eğer
Dilimizde tutuşanı
Gözümüze görüneni
Dile getirmeliyiz!

‘Hepimiz birer gölgeyiz
Öteki gölgelerin düşlerini kopyalayan’

Luristan yöresine gidişimiz
Normalist tavırlar
Ve mekanistik gerçeklerin
Esiriyiz.

Ağırsı ton
Metalik su
Bu çiftlikte Gogol var mı

Geçmiş ve gelecek
Şimdi ve dün
Marangoz’un,
Eskimo’nun,
Şintoizm’in
Izindeyiz.

Keçi koyunla çiftleşir mi,
bardo nedir
At nalı dümdüz uçurumlar
Esirgeyen, bağışlayan tanrılar
Harun efendi!
Denizlere gel ve Horasan ili
Ve diyarlar sultanı
Erguvani ve oraların müridi
Bacakları açık saçık huri

Geleceği düşünde gören adam
Evrim olmasaydı, tanrı da olmayacaktı
Bir karga açık balkon kapısından girdi
Ve bir ok gibi bana doğru geldi
Ve avizenin her salınışında
yeni titremler oluşturan
ışıtlar görüyorum işte…

Silo, Fatih Divanı ve sımsır,
Yoksulun İlyada’sı çocuğudur
papaz uçuran sular,
at ürünleri, günah salkımları, sevişintoizm,
Delkano’nun yelkeni,
demir konuşacak Temur kağan!

Kuşluk vakti
sanat birey içindir,
Germiyanoğlu ve Germenler
Medine ensârı,
Evrim tanrıyı yarattı!..
Asyalı ekskavatör, diyarlar sultanı, şehinşahım…
Lazenya and malarya

Önerme düzeyinde mikro güçler
Atlas dedektörü
Drosophila melanogaster
Nöronsal davranışlar
Flüoresanlı protein
Amfipod ailesi ve lyssianasid
Dev bir okyanus ve Europa,
Jupiter terapötik hücreler
Pleiotrophin büyüme faktörü
Dna sekansları
Transkripsiyon
Androit robot
Varanus bitatawa
Luzon adası
Fotonik kristaller
Cryosat
Dnepr tipi roket
Jeo-nötronlar
Borexino dedektörü
Fil kuşu
Nero görüntüleme
Taykonotlar…


Dirac denizi
Negative enerjili elektron enerji yitimiyle
yavaşlamaz hızlanır
Electron denizleri
Sis odaları
Kapılar
Feynman diyagramları
Termopiller, germanium ve kuantum tasarımları
Coma gökadası
Işık şiddeti birimi candela
Işık kanyonları
Big bang ve yıldızlar
Hızlanarak genişleyen evren
Tayfsal duyarlılıklar
Kozmik göller
Köpük evrenler
Brookhaven’daki iyon çarpıştırıcısı
Kızılaltı ışınım
Fotodiyotlar
Roger Bacon, Huygens, İbn al-Haitham
Ve 1200 lü yıllar
Kolozsvar’da Cid’in Destanı’nı okudum, kentçil düşüncelerimiz, yarınki iyilikler uğruna bugünkü kötülüklere elvermemize  başkaldırıyor, ölümsüzlük devinime elvermez, göğsümde ağrılar zinciri, ateş ve kan yeraltını anımsatıyor. Cennetten kovulan Adem dünyanın cehennem olduğunu kanıtlar ve düşüncelerimiz ve edimlerimiz görünür bir başlangıcı olmaksızın, geçmişte gerçekleştirdiklerimizin bir yankısı ya da gelecekte baş döndürücü bir boyutta yineleneceklerin önsezisidir.
Tarihçi Hammer, Evliya Adaları’na gidişimiz
Susa kralı Darius, Wernicke afazisi, Arjantin tüfenkleri, polimerler, sentetik izolasyon
Keşekeşekeşekeşekeşekeşekeşe
Letrist şiir, La Manchalı Don Kişot şiir ödülü
Tanrı soru mu
Biz kimiz Gautama...
Şafağını yitirmiş orman, kendini öldüren kavimler
Senin vulvanda bir engerek gibi gezinen, aşkın kinetizmi
Ravendiz’e geldik, Revandiz’e belki de
biraz sonra zil çalacak ve
etlerimiz karışacak
aç kapıyı ben geldim
senin dudun görünürdü
ilk günahı yağma eden gözler
Savoy’daki şadap
Çin ülkesi ve zeppelin.
Assos’ta tepedeki o altın tapınakta, kanatlı bir gladyatör duruyor, altın yayını güneşe doğru tutuyor ve ucunda Merkür nişanı bulunan okunu Helios’a fırlatıyor. Lesbos adasından sirenler çalarak, kıyıya doğru kalyonlar yaklaşıyor ve o gökyüzünden ağarak Truva savaşını başlatıyor. Güneş alev alev yanarak, Aşil’in topuğunu tutuşturuyor.

Senin vulvanda bir engerek gibi gezinen, aşkın kinetizmi
Kör saatçi
Geçen gün köpeğimi gezdiriyordum
Tomtom kaptan mahallesinde
Bir kedi önümü kesti
Köpek ve insan ha dedi
Sansaryan sokağına doğru yürüyordum, boynuzlu bir geyik çıktı karşıma
destinam dedim
senin boynuzların neden hüzünlü
geyiğin boynuzları birden döküldü
meğer rüya görüyor muşum...

Mitolojik gezintiler, av sahneleri, yeraltından notlar, sanrıya dönüşen aşklar, serenatlar, kozmos oyunları ve hiçliklerin savaşı…


Sarı bir leggo kapıdan içeri girip seni sordu
İki kalbi olan kurbağalan varmış
Çift süren beygirlerin soylarını koruma derneğine üye olalım.
(Mevlana nın) Kuyruk sokumunu at sineği ısırmış Söran diye bir tanıdığın varmı Mevlana arıyor.  Asmalımescit tek umur ticareti yapan iki kulaklı bir adam gördüm Sidik ticareti yapan sornovalı bir tanıdığın varmı bezirgan tüccar tecimen tacir örneğin Tanrının düşüncelerini okuyabilseydik sorun kalmazdı, ve biz düşünürken tanrı gülmezdi. Doğarız madde öluruz ölürüz anlam oluruz belki tersi mi. Hepimiz 14 milyar yaşındayız çünkü atomlarımız 14 milyar yaşındadır.. Zamanda ileriye değil daima gerye doğru gidilir…

Senin Himalayalar gibi sağrında barbar ordular, alımlı süvariler, gibi at koşturmak varken, Umru dutlarından sarhoş edici göğüslerinden Kerbela susuzluğunu gidermek varken, bu Muaviye zulmü niye, bacakların çıktığı yerlerinin, bal kovanı vulvanın derinlerinde, gönül yarasıyla sarhoş dilimi deliler gibi gezdirmek varken, bu ahu zar niye…
Barbar krallıklar atlı lar

Lut’u ve utu sever..,

Çürük çarık
zehra uyan yavrum seni rüyamda gördüm beyaz bir çarşafa sarınmış cennette yürüyordun, birden allah yanına geldi ve bana el salladın ama o an isa aramıza girdi ve seni dudaklarından öperek beni görmeni gölge yaparak önledi
zehra rüyamda bir kilisenin çan kulesine çıkıyoruz biri orada seni zorla öpüyor ve sonra da kuleden aşağı atlıyor, birden isa geliyor ve... atladı çünkü senin göksel varlığına saygısızlık etti çünkü sen ancak isanın refikası olabilirdin dedi artık senin rüştünü ilan etme vakti geldi de geçiyor bile zehra

Tanrı sorudur. Varlık gibi…


Yerusalem, Tur-u Sina ve Abşalom ve İsa ona dedi, sen buğday tarlasında yürüyeceksin, ve hacı olacaksın, ve vaftiz edileceksin. Paranın tersi Arap, Namazın tersi zaman Allah’ın suretini hologram dalgalarıyla kromozomlarına yaydı,  onların önünde titreşim plazmalarıyla, ışık yaratıkları ve göklerin melekleri uçarak kozmosa karıştılar işte dediler.

Ellerimizi yıkar, temizler havluya sileriz, peki havlu neden kirlenir.

TİTUS
Ve Agrippina mitsel öyküler yaz

Bana Zagreb’den bir su getirin
‘İnsan düşünür, tanrı güler.’ Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu biçimde ölmek istemesidir… Olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz biçimde yaşamak istemesidir.’ Salinger dedi bunu…
‘Sestos’da, zeytin ağaçları altında, Boğaz’ı yüzerek geçen, gece renkli bir At’la sevişir Hero,’
İmanlı bir zalim mi, inançsız (imansız) bir masum mu cennete gidecek şimdi.




Gitanjali’yi hatmetmiş en dürüst Budist sanke ayağımıza gelmişti
KEDİ
(35. YÜZYIL)
Dış yaylar ve ecocarat kaplamayla süslü duvara doğru sürtündüm, nano teknolojik bir yaratığım. Kurzweil beni icat etti. Yapay pankreaslar ve sinir implantasyonlarım var. Yapay hücrelerle donatılmışım. İnsan hücrelerimin yerini 15 dakikalığına kedi hücreleri aldı. Yaşlanma durdurulduğu için bu tümcenin hiçbir yaşamsal değeri yok ama… Son 25 yılda hiç soluk almadan işine yaya olarak gidebilen otoway insanlar yarattık. Olimpik koşu yarışları saniyelerin altına inecekmiş diyorlar.
Cep telefonuna gelen sinyalle öldürüldüğünü öğrendik, kenef süpürgesi, hümanoji had safhada yaygınlık gösteriyor
Tebriz’de kuyuya düşen Murat Paşa


Nazım Kur’an’dan etkilendi ‘Onlar ümidin düşmanıdırlar sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın’
‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed’en rasülullah’ aynı ses aynı tını aynı senfonik çığırtı yok mu burada diyorum
Ravendiz’e geldik, Revandiz’miş gerçek adı
KURS
Assos’ta tepedeki o altın tapınakta, kanatlı bir gladyatör duruyor, altın yayını güneşe doğru tutuyor ve ucunda Merkür nişanı bulunan okunu Helios’a fırlatıyor. Lesbos adasından sirenler çalarak, kıyıya doğru kalyonlar, filikalar, kadırgalar yaklaşıyor ve Hektor gökyüzünden ağarak Truva savaşının başladığını haykırıyor. Güneşin yalazında alev alev yanan tapınak, Aşil’in topuğunu tutuşturuyor.
Cennetten kovulmuş Adem oğulları olarak, cehenneme sürülmemiz gerekirdiyse, dünya bir cehennemdir dedi.
Kolozsvar’da Cid’in Destanı’nı okudum, kentçil düşüncelerimiz, yarınki iyilikler uğruna bugünkü kötülüklere elvermemizi, uyarlanmamıza  başkaldırır, ölümsüzlük devinmie elvermezdi, göğsümde ağrılar zinciri başladı, ateş ve kan öbür dünyayı anımsatırdı, ama ürkmemek gerekir, çünkü oradan geliyoruz dedi, cennetten kovulduysa Adem’ cehennme gitmeliydi, ama buraya geldiğine göre cehennem burası olmasın, ve ölünce salt cennete gidiyor olabiliriz mi diyorum… Düşüncelerimiz ve edimlerimiz görünür bir başlangıcı olmaksızın, geçmişte gerçekleştirdiklerimizin bir yankısıdır ya da gelecekte baş döndürücü bir boyutta yineleneceklerinin güvenilir bir önsezisidir.

Tarihçi Hammer’in Evliya Adaları’na gittik.
şılmazlığın anlaşılırlığı, anlaşılırlığın anlaşılmazlığına felsefe diyoruz. Susa karlı Darius, Wernicke afazisi ve Arjantin tüfekleri, polimerler, sentetik izolasyon
Keşekeşekeşekeşekeşekeşekeşe
Bu letrist şiirle La Manchalı Don Kişot şiir ödülünde mansiyon kazanmıştım…
Tanrı sorudur.
Şafağını yitirmiş ormanlar, kendini öldüren kavimler gördük
Senin vulvanda bir engerek gibi gezinen, aşkın kinetizm
Ravendiz’e geldik, Revandiz’miş gerçek adı


Çnn ülkesi ve zeppelin le dolaştım

Ravendiz’e gelidik, Revandiz’miş gercek adı

KURS
Assos’ta tepedeki o altın tapınakta, kanatlı bir gladyatör duruyor, altın yayını güneşe doğru tutuyor ve ucunda Merkür nişanı bulunan okunu Helios’a fırlatıyor. Lesbos adasından sirenler çalarak, kıyıya doğru kalyonlar, filikalar, kadırgalar yaklaşıyor ve Hektor gökyüzünden ağarak Truva savaşının başladığını haykırıyor. Güneşin yalazında alev alev yanan tapınak, Aşil’in topuğunu tutuşturuyor.
Cennetten kovulmuş Adem oğulları olarak, cehenneme sürülmemiz gerekirdiyse, dünya bir cehennemdir dedi.

Kolozsvar’da Cid’in Destanı’nı okudum, kentçil düşüncelerimiz, yarınki iyilikler uğruna bugünkü kötülüklere elvermemizi, uyarlanmamıza  başkaldırır, ölümsüzlük devinmie elvermezdi, göğsümde ağrılar zinciri başladı, ateş ve kan öbür dünyayı anımsatırdı, ama ürkmemek gerekir, çünkü oradan geliyoruz dedi, cennetten kovulduysa Adem’ cehennme gitmeliydi, ama buraya geldiğine göre cehennem burası olmasın, ve ölünce salt cennete gidiyor olabiliriz mi diyorum… Düşüncelerimiz ve edimlerimiz görünür bir başlangıcı olmaksızın, geçmişte gerçekleştirdiklerimizin bir yankısıdır ya da gelecekte baş döndürücü bir boyutta yineleneceklerinin güvenilir bir önsezisidir.

Tarihçi Hammer’in Evliya Adaları’na gittik.

Anlaşılmazlığın anlaşılırlığı, anlaşılırlığın anlaşılmazlığına felsefe diyoruz. Susa karlı Darius, Wernicke afazisi ve Arjantin tüfekleri, polimerler, sentetik izolasyon
Keşekeşekeşekeşekeşekeşekeşe
Bu letrist şiirle La Manchalı Don Kişot şiir ödülünde mansiyon kazanmıştım…
Simsar bezirgan
TANRI SORUDUR.



Sansaryan sokağndan doğru yürüyordum, boynuzlu bir geyik çıktı karşıma
destinam dedim
senin boynuzların neden hüzünlü
geyiğin boynuzları birden döküldü
meğer rüya görüyor muşum...

Mitolojik gezintiler, av sahneleri, yeraltından notlar, sanrıya dönüşen aşklar, serenatlar, kozmos oyunları ve hiçliklerin savaşı…
****************************


Anlaşılmazlığın anlaşılırlığı, anlaşılırlığın anlaşılmazlığına felsefe diyoruz. Susa karlı Darius, Wernicke afazisi ve Arjantin tüfekleri, polimerler, sentetik izolasyon
Keşekeşekeşekeşekeşekeşekeşe
Bu letrist şiirle La Manchalı Don Kişot şiir ödülünde mansiyon kazanmıştım…
Simsar bezirgan
TANRI SORUDUR.

Cağaloğlu hamamının yerin biliyor musun
hamamda yıkanırsan
bütün kış hasta olmazmış insan

geçen gün
köpeğimi gezdiriyordum
tomtom kaptan mahallesinde
bir kedi önümü kesti
köpek ve insan ha dedi
ama
miyavlayınca
rahat etti

Sansaryan sokağndan doğru yürüyordum, boynuzlu bir geyik çıktı karşıma
destinam dedim
senin boynuzların neden hüzünlü
geyiğin boynuzları birden döküldü
meğer rüya görüyor muşum...

Mitolojik gezintiler, av sahneleri, yeraltından notlar, sanrıya dönüşen aşklar, serenatlar, kozmos oyunları ve hiçliklerin savaşı…
****************************



Sarı bir leggo kapıdan içeri girip seni sordu
İki kalbi olan kurbağalan varmış
Çift süren beygirlerin soylarını koruma derneğine üye olalım.
(Mevlana nın) Kuyruk sokumunu at sineği ısırmış Söran diye bir tanıdığın varmı Mevlana arıyor.  Asmalımescit tek umur ticareti yapan iki kulaklı bir adam gördüm Sidik ticareti yapan sornovalı bir tanıdığın varmı bezirgan tüccar tecimen tacir örneğin Tanrının düşüncelerini okuyabilseydik sorun kalmazdı, ve biz düşünürken tanrı gülmezdi. Doğarız madde öluruz ölürüz anlam oluruz belki tersi mi. Hepimiz 14 milyar yaşındayız çünkü atomlarımız 14 milyar yaşındadır.. Zamanda ileriye değil daima gerye doğru gidilir…

Senin Himalayalar gibi sağrında barbar ordular, alımlı süvariler, gibi at koşturmak varken, Umru dutlarından sarhoş edici göğüslerinden Kerbela susuzluğunu gidermek varken, bu Muaviye zulmü niye, bacakların çıktığı yerlerinin, bal kovanı vulvanın derinlerinde, gönül yarasıyla sarhoş dilimi deliler gibi gezdirmek varken, bu ahu zar niye…
Barbar krallıklar atlı lar

Lut’u ve utu sever..,

Çürük çarık
zehra uyan yavrum seni rüyamda gördüm beyaz bir çarşafa sarınmış cennette yürüyordun, birden allah yanına geldi ve bana el salladın ama o an isa aramıza girdi ve seni dudaklarından öperek beni görmeni gölge yaparak önledi
zehra rüyamda bir kilisenin çan kulesine çıkıyoruz biri orada seni zorla öpüyor ve sonra da kuleden aşağı atlıyor, birden isa geliyor ve... atladı çünkü senin göksel varlığına saygısızlık etti çünkü sen ancak isanın refikası olabilirdin dedi artık senin rüştünü ilan etme vakti geldi de geçiyor bile zehra

Tanrı sorudur. Varlık gibi…


Yerusalem, Tur-u Sina ve Abşalom ve İsa ona dedi, sen buğday tarlasında yürüyeceksin, ve hacı olacaksın, ve vaftiz edileceksin. Paranın tersi Arap, Namazın tersi zaman Allah’ın suretini hologram dalgalarıyla kromozomlarına yaydı,  onların önünde titreşim plazmalarıyla, ışık yaratıkları ve göklerin melekleri uçarak kozmosa karıştılar işte dediler.

Ellerimizi yıkar, temizler havluya sileriz, peki havlu neden kirlenir.

TİTUS
Ve Agrippina mitsel öyküler yaz

Bana Zagreb’den bir su getirin
‘İnsan düşünür, tanrı güler.’ Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu biçimde ölmek istemesidir… Olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz biçimde yaşamak istemesidir.’ Salinger dedi bunu…
‘Sestos’da, zeytin ağaçları altında, Boğaz’ı yüzerek geçen, gece renkli bir At’la sevişir Hero,’
İmanlı bir zalim mi, inançsız (imansız) bir masum mu cennete gidecek şimdi.




Gitanjali’yi hatmetmiş en dürüst Budist sanke ayağımıza gelmişti

TİTUS
Ve Agrippina mitsel öyküler yaz

Bana Zagreb’den bir su getirin
‘İnsan düşünür, tanrı güler.’ Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu biçimde ölmek istemesidir… Olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz biçimde yaşamak istemesidir.’ Salinger dedi bunu…
‘Sestos’da, zeytin ağaçları altında, Boğaz’ı yüzerek geçen, gece renkli bir At’la sevişir Hero,’
İmanlı bir zalim mi, inançsız (imansız) bir masum mu cennete gidecek şimdi.


KEDİ
(35. YÜZYIL)
Dış yaylar ve ecocarat kaplamayla süslü duvara doğru sürtündüm, nano teknolojik bir yaratığım. Kurzweil beni icat etti. Yapay pankreaslar ve sinir implantasyonlarım var. Yapay hücrelerle donatılmışım. İnsan hücrelerimin yerini 15 dakikalığına kedi hücreleri aldı. Yaşlanma durdurulduğu için bu tümcenin hiçbir yaşamsal değeri yok ama… Son 25 yılda hiç soluk almadan işine yaya olarak gidebilen otoway insanlar yarattık. Olimpik koşu yarışları saniyelerin altına inecekmiş diyorlar.
Cep telefonuna gelen sinyalle öldürüldüğünü öğrendik, kenef süpürgesi, hümanoji had safhada yaygınlık gösteriyor
Tebriz’de kuyuya düşen Murat Paşa


Nazım Kur’an’dan etkilendi ‘Onlar ümidin düşmanıdırlar sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın’
‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed’en rasülullah’ aynı ses aynı tını aynı senfonik çığırtı yok mu burada diyorum

Senin Himalayalar gibi sağrında barbar ordular, alımlı süvariler, gibi at koşturmak varken, Umru dutlarından sarhoş edici göğüslerinden Kerbela susuzluğunu gidermek varken, bu Muaviye zulmü niye, bacakların çıktığı yerlerinin, bal kovanı vulvanın derinlerinde, gönül yarasıyla sarhoş dilimi deliler gibi gezdirmek varken, bu ahu zar niye…
Barbar krallıklar atlı lar

Lut’u ve utu sever..,

Çürük çarık
zehra uyan yavrum seni rüyamda gördüm beyaz bir çarşafa sarınmış cennette yürüyordun, birden allah yanına geldi ve bana el salladın ama o an isa aramıza girdi ve seni dudaklarından öperek beni görmeni gölge yaparak önledi
zehra rüyamda bir kilisenin çan kulesine çıkıyoruz biri orada seni zorla öpüyor ve sonra da kuleden aşağı atlıyor, birden isa geliyor ve... atladı çünkü senin göksel varlığına saygısızlık etti çünkü sen ancak isanın refikası olabilirdin dedi artık senin rüştünü ilan etme vakti geldi de geçiyor bile zehra

Tanrı sorudur. Varlık gibi…


Yerusalem, Tur-u Sina ve Abşalom ve İsa ona dedi, sen buğday tarlasında yürüyeceksin, ve hacı olacaksın, ve vaftiz edileceksin. Paranın tersi Arap, Namazın tersi zaman Allah’ın suretini hologram dalgalarıyla kromozomlarına yaydı,  onların önünde titreşim plazmalarıyla, ışık yaratıkları ve göklerin melekleri uçarak kozmosa karıştılar işte dediler.

Ellerimizi yıkar, temizler havluya sileriz, peki havlu neden kirlenir.

TİTUS
Ve Agrippina mitsel öyküler yaz

Bana Zagreb’den bir su getirin
‘İnsan düşünür, tanrı güler.’ Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu biçimde ölmek istemesidir… Olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz biçimde yaşamak istemesidir.’ Salinger dedi bunu…
‘Sestos’da, zeytin ağaçları altında, Boğaz’ı yüzerek geçen, gece renkli bir At’la sevişir Hero,’
İmanlı bir zalim mi, inançsız (imansız) bir masum mu cennete gidecek şimdi.




Gitanjali’yi hatmetmiş en dürüst Budist sanke ayağımıza gelmişti


TİTUS
Ve Agrippina mitsel öyküler yaz

Bana Zagreb’den bir su getirin
‘İnsan düşünür, tanrı güler.’ Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu biçimde ölmek istemesidir… Olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz biçimde yaşamak istemesidir.’ Salinger dedi bunu…
‘Sestos’da, zeytin ağaçları altında, Boğaz’ı yüzerek geçen, gece renkli bir At’la sevişir Hero,’
İmanlı bir zalim mi, inançsız (imansız) bir masum mu cennete gidecek şimdi.



Nazım Kur’an’dan etkilendi ‘Onlar ümidin düşmanıdırlar sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın’
‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed’en rasülullah’ aynı ses aynı tını aynı senfonik çığırtı yok mu burada diyorum

Kavafisi Tarık biliyor
Kavafisi kavafis bilmiyo
Gerçek yazar şairin kaderi bu

Sarı bir leggo kapıdan içeri girip seni sordu
İki kalbi olan kurbağalan varmış
Çift süren beygirlerin soylarını koruma derneğine üye olalım.
(Mevlana nın) Kuyruk sokumunu at sineği ısırmış Söran diye bir tanıdığın varmı Mevlana arıyor.  Asmalımescit tek umur ticareti yapan iki kulaklı bir adam gördüm Sidik ticareti yapan sornovalı bir tanıdığın varmı bezirgan tüccar tecimen tacir örneğin Tanrının düşüncelerini okuyabilseydik sorun kalmazdı, ve biz düşünürken tanrı gülmezdi. Doğarız madde öluruz ölürüz anlam oluruz belki tersi mi. Hepimiz 14 milyar yaşındayız çünkü atomlarımız 14 milyar yaşındadır.. Zamanda ileriye değil daima gerye doğru gidilir…

















DÜŞ / ÜŞ (Kesin ve Son düzeltidir.)

Yaz günü, vantilatörün vızıltısından başka bir ses yoktu. Kitap okuyordum. Cehennemi sıcak, yazılanlarla anlağımın sentezini bir arada sunuyor, karmaşanın bezediği, helezonik bir boşlukta geziniyordum. Bir gölge, garip salınımlarla yavaşça aktı ve bir şeyler söylemeye hazırlanır gibi duraksayarak, beklemeye başladı.

Okumayı bırakmayı düşündüğün an, yapacağın ilk eylem üzerine (ki sonsuzdur) seçeneklerin ve sonuçlarının neler olabileceğine ilişkin konuşabiliriz dedi. Belki de okuduğum metnin etkisiyle -şaşırmamış gibi- buyurun dedim.

Ben olanları kısaca özetlemeye çalışacağım…

Eğer dedi, biraz sonra biri odaya girer ve onunla konuşmaya dalacak olursanız bu diyalog  (konu, üçsüz değil otuzsuz bir buzağı akşamının neferi de olsa ya da imanlı bir zalim mi yoksa inançsız bir masum mu cennete gider sorusu ya da Songhay İmparatorluğu ya da on beş dakikalığına insan olan bir kedi ya da Cugnot’nun buharlı otomobili ya da Kurman İncili ya da Luristanlı gezginler veya uyku satıcıları veya iman çıkarıcıları ya da tüm kültürlerin barbarlığı ya da sürekli kendini öldüren zaman ya da güneşi karartan sürüler ya da Atlas’ın kadife boşluğu veya toplanan baç ya da aşarın kaçlığı veya atların nazı ya da utangaçlığı olsa da…), sert bir tartışmayla sonlanacak ve us uçuran görünüm, daha yeni sona eren bir sorunsaldan ötürü, öngöremediğin ve bu çatışkıdan doğacak eyleminin de aniden yön değiştirmesiyle (şimdiki an ve ortaya çıkan anlaşmazlıktan ötürü), gelecekte öngörülemez bir bozumla karşılaşmanıza neden olacak ve sen de sırf bu nedenle yaşayacağın umutsuzlukların belirli bir kesiminin bugün omurga veren bu olaydan kök saldığını bilemeyeceksin..
Bu sırada, tartışmanın ortasında, başlangıçta, salondayken birinciyle birlikte bekleşen, öteki kişide odaya girer ve (insan beyninin hazır bir biçimde gökten düşmediğini, en azından bir milyar yaşındaki beynin, yaklaşık bir milyon yıl önce kendi varlığının bilincine varmaya başladığını ve kararların evrimce çoktan alındığını ve bunların biyolojik birer kararlar olduğunu veya İzrael gece yürüyen demek, Azrail’de gece gelen demektir ya da Şehname’yi halk yargılasın veya Satan ya da çıban veya Fas diyarının kançak çığıran şarkıcıları veya Zagrep gelinim bir su ver dese de, demese de) bu durum, diyalekti daha da kaotikleştirecek ve doğrultu, enstalasyonu bozarak, konuşmanın momentumunu tümden değiştirecek olursa, ebeveyninden kurtulup gelen bu yaşça küçük kişinin beklemediği bir ritüelin yinelemelerle sürecek olduğu ve salt bu nedenle yine siyahsı benzer bir sonla karşılaşacağınız için, fenomen kaçınılmaz bir öngörüden, istençsiz ve tatsız, tuzsuz, sası bir inağa dönüşerek, bu kez başkaca ama sonsal anlamda yine benzeri onarımsızlıklara yol açarak, mutsuzluklarımın, gözle görülmez, duyumsanmaz oranlarda yükselip, açınımının daha da bir ivme kazanarak olumsuzluklarla süreceğini ileri sürdü.

Ayrıca biliyorsunuz ki stüdyodaki üçüncü kişi sinir krizinin eşiğinde; bu trio bozuk ses düzeyinde, kakofoniyi sürdürürken ola ki onunla temas etmek gereği duyduğunuzda, sonsuz bir ayrılığın başlayabileceğini de içtenlikle söyleyebilirim.

Şimdi sözü uzatmayayım!
Gölge, kitabı kapatacak olduktan sonraki ilk eylemimden doğacak sonuçlar üzerine; yine böylesine sıradan ve de başkaca yüzlerce olasılık saydı, gardıroba uzanırsam, bilgisayarı açarsam, lavaboya gidersem, pencereden birilerine bakacak olursam, koltukta düşlere dalar ya da telefon edersem… Hep ve hep kötü sonuçlardan, küçük ya da büyük düzensizliklerden, eylem bozukluklarıyla süregelecek, eğreti yapılanmalardan, sanki kargir bozumda, sert esneyimli, olası yıkımlardan söz edip durdu.

Bu dedim o zaman, önceden programlandığımızın göstergesi olmuyor mu ve bizi hiçleyen, kendimize ilişkin bağımsız ve özgül gerçellikte bir şey üretip yaratamayacağımızın bir belirtkesi değil mi ve bizi bekleyen sondan kaçamayacağımız içinde çok üzücü, neredeyse bir boşunalık duygusu vermiş olmuyor mu, katışkı (katışım) aramadan böyle bir anlam çıkmıyor mu bundan dedim…
Oysa Heisenberg'i unutma, bir cismin hızını ölçebildiğimizde durduğu yeri belirleyemeyiz, durduğu yeri (zamanı) belirleyebilirsek hızını ölçemeyiz, sürekli bir belirsizlik içinde yaşarız. Bu tür görülerin uzantısında, yontma taş devrindeki çakılları dürtükleyerek, İskender'in fetihlerini, Sümer’deki tahılların filizini koparınca, Kolumbus'un keşfini ve Panama Kanalı'nın açılışının önlenebileceğini ya da tersinir gelişmelerin dur duraksız yaşanabileceğini mi sanıyor ve savunuyorsun sen! Dahası her şeyin önceden bilinip, belirlenebileceğini?..
Anlaşılır olduğunu sanmıyorum ama yine de; ben dedi, yalnızca kötümser olasılıkları aktarıyorum, insanın, insanlığın tarihi iyiliklere, sevinç ve törelere yüz vermez, ayrıca bunun bir yararı da olmaz ve işte salt şu diyalogdan ötürü, başına gelebilecek kötücül şeylerden minimalize bir tarihin öznesi olarak belki de ders almayı başarabilirsin, bizim için bir umu bu dedi.

Sabaha kadar konuştuysak da bir düşünce birliği oluşturamadık…

Onu öldürmeden önce, belirsizlik kesinliktir asıl olan budur, benim kim olduğumu neden ve nereden geldiğimi biliyor musun, belki de sırf bu sonluğu yaratmak için buradayım ben, belki de tasarlanmış olan bu sahne için yaşıyoruzdur dedi.

(Kendini öldüren bir son ve bunu bilerek zamanı arşınlayan bir yaratık; ilk kez görünüyor olmalı dedim... Son kaçınılmazsa neden ürkütücü olsun ki dedi. Belirsizlikte bir kesinliktir o zaman dedim. Kesinliğin aynen bir belirsizlik sayılabileceği gibi).
Sonrasında; ne anlaşılmaz bir diyalog bu, hiçbir şey anlayamadığım dahası anlatamadığım ortada diye serzenişte bulundu. Evet, sanırım kötü bir yapıntı oluşturduk ama bu içinde bulunduğumuz gerçelliği yinede değiştirmeyecek, baksana; savına göre momentum asla bozulmuş olmayacak diye ekledim.

Ve gözümün önünde giderek soldu, titremler içinde küçülerek, bir kovuğa sokulup yitip gidercesine; coşkulu tan atımında; şimşeklerin çarptığı tinsel bir akı, sönmeye yüz tutmuş bir kuzey kandili gibi toz olup gitti.

********************************************************************************************************************************************************************



























ULUS FATİH
*
DÜŞMÜŞ OLANLAR

Demir ok, mavi ormanı delerek geçti ve karanlığın ışığı tüm yeryüzünün üzerini örttü. Ölü gövdelerin, toprağın ve suların üzerini yıldız tozu kapladı. Son lotus yürekleri dağlayan bir çığlıkla parçalanarak toprağa gömüldü, yörüngenin kanatsız varlığı unutuş suyunun okyanuslarına daldı ve kan bağıyla tomurcuklanan filizler, kim bilir kimin çalgısını bıraktığı kül tapınaklarda gonga vurarak, yüzyıllar sonra, başlamakta olan güneş yıllarını duyurdu ve böylece sonsuz karanlıkların ardından başlayan ilk tanı selamlamış olduk.

Tanrının zambakları çılgın mavilere bürünmüş ve melek laleleri yanardağ kırmızıları sürünmüş, balıklar kıvıl kıvıl dolanıyor, tüm canlılar dans edip coşarak tanrının bu ilk gününü kutluyorlardı.

Her şey soluyor ve çayırlardan yükselen buğu ışıkla yıkanıyordu. Nice bitkiler sağa sola yayılmış, otlar dağa taşa tırmanmış, Mikail'in gülleri açmış, bülbüller akasyalara dolanmış, kın kanatlılarla, bin bir renkli kelebekler sular üzerinde oynaşıyordu.

Saçları kızıl gezegen, gözleri zümrütten bir tanrıça gülüyordu. İrem bahçesinin sümbülleri
gibi siması vardı, dudakları yanıp sönen aylalar içinde ve hilâl görünümlü kamerden iriydi, boynu Nefertitimsi, kolları mermer Samanyolu rengindeydi, ayakları ceylanınki gibi yumuşak ama gemi almaz arzular ve coşkularla dolu, rüzgârlara uyumluydu, bereket taşan, gümrah salkımlarla yüklü, uçsuz bucaksız bağlar ve bal arılarının türküsünü çağıran bal kovanlarıyla süslüydü.

Gözün gördüğü her şey soluyor ve çayırlardan yükselen buğu ışıkla yıkanıyordu. Nice bitkiler sağa sola yayılmış, otlar dağa taşa tırmanmış, Mikail'in gülleri açmış, bülbüller akasyalarla sarmaşmış, kın kanatlılarla, bin bir renkte kelebekler suların üzerinde titreşiyordu.

Gökte Süreyya kandili parlıyor, kösnül yolculara mutluluk yolunu gösteriyordu. Uzun zamandır özlemle yanan ruhlar uyku içindeydi, tanrı kar ve kışı gönüllerin yüreğine yağdırıyordu. Tepede gözyaşı döküyordu ay. Bu elem yüklü acının türküsünü rüzgarlar duyuyor ve sonsuz iniltilerle balkıyan tepelerde düşlere sarınmıştı rüzgarlar.

Ve bu rüyayı yalnız onlar görüp duyabilirdi.
Tanrının zamiri Haşepsut, deniz kelebekleri, suyun melekleri, beyaz cüceler ve Hermion gaz kılıflarından kurtulan sönmüş güneşler, gezegenimsi bulutsuların sönmüş yıldızların kılıfları, eski zaman astronomları, küçük teleskoplar, uzak yıldızların çevresindeki disk oluşumları, samanyolu, ölü yıldızlar...
"Bir profil / Elen'den kalma / son iç çekiş / ve bir bakış / dönüyor yeryüzüyle / can alıcı ve içimize işleyen / soğuk yıldızlardan / artakalan / o son bakış."

Dağ keçisi mevsimi bitmiş güz gelmişti, bulanık bir bataklığın süslediği balçıklı göl görkünç bir belletimle önümüzde uzanıyordu, çürümüş cesetler ellerini uzatıyordu, biri kayığa çekmemiz için yalvardı, sakın acıma, üç başlı köpek ölülere ulur dedim, gölgeler içinde Akheron akıyordu, dağ balı kaya kovuklarından sarkmış, çayır lalesi, düşmanının kanı ile dumanı tüten soğuk demire bulaşıyor, çevrede su çiğdemi, kuş tanrılar ve kaya korukları uçuyordu, Herakles aşkına diye bağırdım, baba iki çocuğunu yitirdi, az zaman sonra oda öldü ve hemen ardından iki çocuğuna kavuşan bir baba olarak anıldı, tolgalı akbabalar saldırdılar, yaya ve atlı sınıfıyla dolu Eleusis ovası sallanıyor ve Hromgla manastırı gürültüyle sırıtıyordu.

O denli tatlı bir erinç içindeydiler ki biri, roman yazmak için o denli yoğunlaşmak gerekiyormuş ki, Dostoyevski'ye bir gün roman Budala'nın kahramanlarından (Nekrasov) için sizi aşağıda bekliyor demişler, giyinip hemen geliyorum, beklesin dedi!... Uranus'ta kokladığım çiçekleri düşündüm.

Bir göl geçti duvarın üstünden
Bir güneş su içti tenekeden

Cebrail kanadından at, İsrafil'in tüyünden yelpaze, Pervin derler sema öküzü, düşman kalbi gibi, zümrüde bakan yılanın gözüne sürme çekilip kör oldu, Yemen sultanı Süheyl, çil keklik, davudi sesli kuşlar, çalı kargası, sülün kanı içen güneşin dudağını yılan soktu, seher kuşu horozlar ve cennet kuşu melekler ağladı

Tinnitus (kulak çınlaması) sayrısı oldum sevgisinden, Ermenistanın Arguşani kralları, Armenian kralı Büyük Aşod, Kudüs'te yıkıntılar üzerinde ağlayan (yalvaç) Yeremya, Alpaslan Ani yi almış, Kürt Hanedanı Benî Şeddâd'a mensup Dıvin ve Gence emiri Ebulsevar'ın oğlu Fazl'a verdi, Kranlıklar ülkesi Lemurya, palladyum ve ksenon elementi, düşlerdeki gibi anımsanmaz gamzeler vardı yüzünde, uçucu, Pandas yani titizlik sayrısıydı.
Kısa Pepen ve Haberci tanrı Merkürcüğe dedim ki, 


Su nilüferinde bir Buda gördüm, güneş arabalarına bindim, sığırın ve tahılın ruhunu gördüm, sığırtmaç Habil geliyordu uzaktan, sığır tanrısı Lahar'la beraber, Kabil Nod ülkesine geldi ve orda oğlu Hanoh doğdu, Tanrı oğulları insan kızıyla evlendi ve devler ve Nefilim doğdu, ve işte Düşmüş Olanlar!.. ın öyküsü buydu...

yeni tiranlar uyanıyor şafakta, Napolyon uzun boylu görünmek için ayaklarını uzatıyor oturduğu yerde, Karavelaya biniyoruz uzun deniz yolunda, Sargon kralı, terzi Hermes'le konuşuyor, zamanın yağışını izliyorduk gökten, bir bahçedeydim ve bu bahçeye kendim mi geldim bilemiyordum, Hazar'dan su içen bir keçi geldi yanıma, bitki yasalarının işleyişini sordu, Lübnan dağları arasında bir bahçede gömülüdür Nizam dedim. Kış bahar yüreğimdedir diyor ama inanmıyorduk, çok sevildiği için insanların çarmıha gerdiği bir adam geçti önümüzden, anlağın sığırını dinledik, çalı kasırgaları esiyordu, Fiyodor'a Raskolnikov, aşağıda sizi bekliyor dedim, gene inandı ve hemen giyinip geliyorum dedi, istediğin kadar karanlık vereyim, giden geceyi durduramazsın dedi. Humbaracı Ahmet Paşa ve Uyvar kalesi ağlıyor. Bir adam ışıltılı bir vitrinin önünde kravatlara bakıyordu, caddenin tam karşısında bir adam gelerek mağazanın vitrini önünde duran bu adama bütün gücüyle saldırdı ve ağır yaraladı, adam kaldırıldığı hastanede yazık ki öldü ve saldıran kişi olayın nedenini açıkladı 'Onu ben sandım' kıyamet yaklaşıyordu, çünkü kaplan dendikte onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle, kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gökte denmiştir. Çünkü cins atlarının üzerinde giden yirmi avcı ve önlerindeki yirmi av köpeğinin kovaladıkları bir tilki şöyle dedi. Kuşkusuz beni öldürecekler, ama yaptıkları ne denli aptalca, çünkü ben yirmi tilkinin yalnızca bir adamı avlayıp parçalamak için, yirmi beygire binerek, yanlarına da yirmi kurt alacak kadar ahmaklık edeceklerini sanmam ve ölsem bile inanmam!..'
Ama oldu!..
































Sirakuza Kralı'nın (belki de Hieron'dur) buyruğuyla, işlediği suçtan dolayı, halkın gözleri önünde idama mahkum edilen Filyos adlı kölenin son arzusu sorulduğunda, annemi görmek isterim der. Kral üç gün sonra cezanın infaz edileceğini söyler, kefil olarak bir arkadaşını bıraktığında sana izin vereceğim, gelmezsen o gün arkadaşın idam edilecek diye belirtir. Köle büyük bir hızla Sirakuza'dan, Mora yarımadasındaki annesini görmeye gider, köyüne ulaşır ve annesine olan özlemini giderdikten sonra olanları anlatarak, dönmek zorunda olduğunu açıklar. Annesi gözyaşlarıyla onu uğurlar, ama geri dönüş yolunda büyük zorluklar beklemektedir. Gemi büyük bir fırtınaya yakalanır, karaya çıkınca, kasırga, yağmur, çamur alabildiğine hızını artırır, taşan ırmaklarda sürüklenir, azgın sellere kapılır, canını zor kurtarır ve gün batımına doğru tepeleri aşarak, kent meydanına güç bela ulaşabildiğinde, arkadaşı idam edilmek üzeredir, uğultular arasında kalabalığı yararak, elini kaldıran krala 'Geldim!' diye haykırır. Sözünü tutmuş arkadaşı da kurtulmuştur. Kral büyük bir şaşkınlık içinde kalabalığa; Bugün, arkadaşlığın ne demek olduğunu öğrendik, bugünden sonra yalnızca ikiniz değil, üçümüz arkadaşız der!..


Bu olayı anlatmamın nedeni, sık sık neden mitoloji diye sorulmasıdır, mitoloji insanlık tarihinin parçası olup, insan nasıl insan oldu yaklaşımının özgül bir öğesini kapsamaktadır. Bu bakımdan, Euripides, Aristofanes, Lucretius (Evrenin Sırları adlı kitabı belki günümüzde bile aşılamamış bir yapıttır), Platon, Aristo, Çiçero, Gılgamış, Sumer tabletleri, Babil'in asma bahçeleri, Semiramis, Ramses, Musa, İdris, Habil-Kabil ne varsa çok büyük bir kültürün bizim yolumuzu aydınlatan parçalarıdır.

Gerçekte mitoloji (söylence) çağımızda da sürüp gitmektedir. Bağımsızlık Savaşı bizim için mitolojidir, Hitler çoktan mitolojinin bir parçasıdır, Paylaşım Savaşları'da öyledir. Avrupa'nın ölçülerine göre ray aralığını beş santim geniş tutarak, Alman lokomotiflerinin henüz Belarusya'da toprağa çakılıp kalmasına neden olan Stalin'de bir mitolojidir. Sabahattin Ali, Nâzım, Sait Faik, Yılmaz Güney herbiri çağımızın mitik birer yüzüdürler. Marilyn Monroe, postmodern çağın Afrodit'idir, Jackie Kennedy bir Medusa, prenses Diana, Kassandra, Maria Callas, Medea'dır. Tarkovski bir sinema ilahı, Voznesenski bir şiir prensidir. Dolayısıyla mitoloji sözcüğü kimseyi şaşırtmamalıdır, yaşam ve insan sürekli mitoloji üretir, hatta buna gereksinir ve bizler söylencelerle besleniriz.

Hz.Davut (sanırım) bir çocuğu paylaşamayan iki kadına son olarak çocuğun ortadan bölünerek paylaşılmasını önerir, kadınlardan biri susarken diğeri hakkından vazgeçtiğini söyler, Davut da çocuğu ona verir, bilir ki gerçek bir anne böyle bir şeyi isteyemez. Sonuç olarak, mitoloji yüzyılların içinden gelen bir kültür, bir etik ve insanı insan yapan anlamlar bütünüdür bizim için. Hz Ali'nin kılıcı Zülfikâr, Harun Reşit'in çağdaşı Şarlman'a gönderdiği çalar saat hepsi birer mitolojidir. Efes'teki Artemis tapınağını yakan Herostratos nedeni sorulduğunda yüzyıllara adımın kalmasını istediğim için yaktım demiştir. Bu da insan ruhunun ne dramatik bir yapı barındırabileceğine iyi bir örnektir. Timur, Ankara savaşını yitirerek, esir düşen Yıldırım'ın sırtına basarak atına binermiş, Yıldırım Beyazıt'ı, kale komutanı olan Doğan Bey'e atıyla gece karanlığında düşman içinden geçerek 'Bre Doğan, bre Doğan' diye seslenen bahadır olarak tanıyan bizler için, trajik bir durum, ama işte bu bizim güç ve kibirin, yiğitlik ve cesaretin de yenilgiye uğrayabileceğini düşünmemize yol açan ve belki de barış duyularımızı alabildiğine körükleyen bir aynadır artık. Tarih kitaplarında Yıldırım'ın at üzerinde görkemli bir resmi vardır, o kitap çocukluğumun büyüleyici bir anısı olarak kırk yıldır yanımda duruyor. Mitoloji işte böyle bir şeydir, bizi tutsak edip besleyen olağanüstü gerçeklikler...

Konuyu uzatmadan, kitap adı olarak seçtiğim Andromak sözcüğüne ilişkin söyleyebileceğim ise şunlardır; bilindiği gibi Andromak, Fransız trajedi yazarı Racine'in yapıtının da adıdır. Mitolojik anlamdaki açını, Troya savaşının talihsizi kahraman Hektor'un karısı olmasıdır ve onun kardeşi, bir delphoist ve Truva atının tuzak olduğunu sezen Kassandra denli bahtsızdır. Büyük bir felaketle sonuçlanan savaşta Andromak, her acıyı tadar, çocuğunu, eşini ve tüm yakınlarını yitirir. Euripides'in trajedisine göre de, Hektor'u öldüren Aşil'in oğlu Neoptelemos'un tutsağı olarak anayurdundan ayrılır ve hiçliğe dönüşen yaşamıyla birlikte, yurtsamanın yarattığı boşluk tüm vücudunu kapladığında, yazık ki ruhu da son iç çekiş köyüne ulaşır. Bundan büyük bir acı var mıdır?

Son olarak çocukluğumdan kalma bir anı olarak, Ezop'un Androkles adlı kısacık masalında geçen dramatik bir olayla bu meseli kapatalım, kıssada bir erkek ve bir köledir Androkles, bir gün zincirlerinden boşanıp, kaçmayı başarır ve ormanda dolaşırkan ayağına diken batttığı için inleyen, yaralı bir aslanla karşılaşır. Dikeni aslanın ayağından çıkarmak cesaretini göstererek yoluna devam eder. Bir zaman sonra yakalanan ve kolezyumda aslanlara yem olmak üzere sırasını bekleyen Androkles, aslanın kafesten salınıp ortaya çıkmasıyla; onunla yüzyüze gelir ve sezarla birlikte binlerce kişinin şaşkın bakışları arasında yaklaşan aslan, ayakları dibine uzanarak, mırıltıyla Androkles'e sürünür. Çünkü o; ormanda Androkles'in, ayağından dikeni çekip çıkardığı aslandır. Bu konuda geçmişimden gelen bilit ve anım budur ve böylelikle mitoloji zamandaki yolculuğunu durduraksız sürdürür, mesel ve kıssalarla bir öğretiye dönüşerek, düşüncelerimizi eğitir ve düşlerimizi de avutur durur.







http://ulusfatih.blogspot.com/



















ŞİİR SANATI

Zamanın ve suyun oluşturduğu şu ırmak gibi
Anımsa günlerin de bir ırmak olduğunu belki ikizi,
Bizlerde yanyanayızdır onlarla sanki bir ruh ikizi
Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor tıpkı onlar gibi.

Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke
Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik
Gene de titreyerek gider miydik ülkesine bir bilebilseydik
Ve hangisi gelecek uykuda hangisi gece görebilseydik keşke.

Geçen günlerin yılların bir imge olduğunu sezebilmek
Tüm yaşadıklarımızın saatlerimizin ve gün dönümünün,
Üzünçlü geçit töreninin son iç çekişin yıl dönümünün
Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek,

Sarı gülün batımı, ve uykuda bir yüreğin sönümü
Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı,
Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı
Yinelenen şafakla ufukta ki gül tanrının sönümü.

Akşam üzeri bir yüz karşılaştığımız zaman içinde
Bakar gibi bir aynanın derinliğinden dışımızdaki bize;
Şiir sanatı da ayna olabilmeli göstermelidir bize
Açığa vurabilmelidir gizimizi taşımalıdır içinde

Onlar söyledi ki Odysseus'a boş yere harikalar yaratmakta,
Sonunda gördü gözyaşlarıyla işte biricik aşkı İthaka,
Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka
Sonsuzluk arayıştadır acemiliktedir, değil harikalar yaratmakta.

O taşkın bir ırmak gibidir bitimsizce çağlar durur
Kimileyin koşar kimileyin kabarır coşumcu bir aynadır
Kararsızdır değişkendir, Heraklit ki o da aynadır
Ve şiir böyledir ırmak gibidir akar kayar çağlar durur.



























JANUS'UN BÜSTÜ KONUŞUYOR

Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan
bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları,
kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar
ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur.
Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar,
sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm,
çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları;
sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden
bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim.
Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların
gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar
geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum.
Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular,
bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben.












JAMES JOYCE

İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü
yaratma gücü olanın, zamanın
o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken
Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı,
zaman görünmezliklerle geçerken
ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor,
dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar,
öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu.
Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru
evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü
gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi,
Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar.
Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver































































JOHANNES BRAHMS'A

JORGE LUIS BORGES

O bağışlayıcı bahçende çağrılmaz bir konuktum
O bitimsiz anıları sen oluşturdun
Zaman geldi, büyük mutluluklarla ondum
Senin kemanların gökleri çalar.
Ama artık hakkını veriyorum. Utku diye sana,
Yoksunluğu paylaşanlar bir boşluğu bağışlar
Salt sanatın adı da yetmez.
Nasılsa bulacaktı onur seni görkemli ve yiğit ol.
Yüreksizin biriyim ben. Üzünçlerin tutsağıyım. Hiçbir şey
Haklı çıkaramaz bu küstahlığımı
Onulmaz mutluluklar derledim seninle
-Ateş ve kristal- sende ki ışıltının ruhudur.
Günaha bulanmış sözcükler sarmış beni,
Bir sesin ve bir düşlemin dölleri ki;
Simge değil, ayna değil, çığlık da değil,
Sonsuzluğa koşan ve yüceldikçe coşan bir ırmaktır seninki.


Türkçesi; Ulus Fatih























borges
Genellikle bir yazarı sevmeyi, kısır bir düzlemde algılarız, onun kişiliğini sevmeye dek varır bu yanılgı. Oysa yazar ölmüştür, çok uzaklardadır ya da yaşamımız boyunca hiç görmemişizdir, kimseler bilmez. Diyelim Borges'i seviyoruz, Borges 1986'da öldü ve onun varlığını (yaşadığını) ilk kez böylece öğrenmiş oluyordum (o bu tür paradoksal anıştırmaları severdi; varlığını bilmem için, o şeyin yokolması ya da ölmesi gerekiyor ki, neredeyse bir Borges sorunsalı). Bir yazar yazdıklarıyla sevilir, anlattıklarıyla, bu bakımdan kişiselleştirmek bilisizce bir tutumdur, biz onun anlattıklarıyla bütünleşirken Borges gibi bir ime tutunarak özet bir tutum sergileriz gerçekte ve temelde amacımız yalnızca bir kısaltmaya sığınmaktır; çünkü öznel olan şudur ki yazar değil, olan biteni sever ve onlara bağlanır okuyucu, hatta bazen öyledir ki Dostoyevski yerine Raskolnikov, Canetti yerine Kien, Cervantes yerine Don Kişot demeye başlarız.

Onun öyküleri neden etkileyici gelir bir iki örnek verelim, öykülerinden birinde, bir gaucho (kabadayı, kır çobanı vb.) bir çiftlikte sürülerin başına getirilir, kahya olur bir yerde, zaman içinde güveni o denli artar, yetkileri o denli çoğalır ki, çiftlik sahibinin (pampalar beyi) yerini alacağı (çiftliğe el koyacağı) sanısına kapılır ve düşleri bu duygu üzerine bir sanrılar demetiyle, gerçelliğin çakışması noktasında utku dolu tavırlar ve gururla yükselen davranışlara yönelir. Öyleki çiftlik sahibinin karısıyla yakınlaşma şansına bile sahip olur. Ama günün birinde bir eğlencede kendisine yüz vermeyen kadına ters bir hareket yapar, olaylar zincirlerinden boşanırcasına gelişir ve çiftlik sahibi ve adamlarının onu aşağılayıp son derece küçümseyen bakışları arasında, sonsuz ve anlamsız yalnızlığın çukuruna yuvarlandığında, olayların tümüyle düzmece ve baştan beri kurgulanıp, bile isteye bir alaysamadan ibaret olduğunu ancak anlar... Öykü bize şunu anlatmak ister; Yaşamda gücün yerini hiçbir zaman bir hayal (ya da düş) alamaz, güç yerini ancak yeni bir güce bırakabilir. Bu bizim için büyük bir derstir, düşe başvurmaktan yine de kaçınmayacak olanların bilmesi gereken bir ders. Ayrıca insanın kendisini başkalarının yerine koymasına çoğun kızarız ama görüyorsunuz; bazen insanın kendisini 'kendisi' zannetmesi, uskıran ve çok daha büyük tehlikelerin eşiğine getirebiliyor.

Bir başka öyküde, öldürülme korkusuyla, peşindeki adamlardan kaçan kahramanımız, korkusuyla o denli bütünleşir ki, kendisini öldürecek olan adamın ismiyle yaşamaya başlar ve kendini öyle tanıtır. Korkusu artık sonsuzlaşır, düşle gerçeği ayırt edemez hale gelir, sanrılar içinde yaşamı sürer, gece ve gündüz haram olur, her öldürülüşünde bir düşün (kâbus görüyordur) içinde olduğunu anlar ve bir gün gerçekten öldürüldüğünde nasıl olsa bu bir düş diye tepki vermez ve bilinmezliğin koridoruna geçerken, yazık ki gerçekten öldürüleceğinin ayrımına bile varmamıştır. Burada da düşlerin gerçeklere ne denli zarar verebileceğini ya da gerçekleri görmemizi engelleyen bir haleti ruhiyenin insanı nasıl insan olmaktan çıkarabileceğini anlarız. Ama öyle ki daha binlerce anlam çıkarmak okuyucuya kalmıştır. Çünkü gerçek yapıtlar anlam bakımından sonsuz bir parçalanım içinde olurlar.

Başka bir öyküde bir leoparla (jaguar) yanyana hücre hapsine mahkum olan adam, leoparın çizgilerinde (benekler) tanrı ya da evrenin sırrını aramaya başlar (belki de düş görüyordur), gün gelir sırra erer ve evrenin sırrına ulaşmayı yani onu okumayı başarır. Sonuçta adam bundan dolayı hiç bir tavır değişikliği göstermeyecektir, kendisine yapılan işkenceleri, yaşamını, geçmişi, geleceği, leoparı unutur. Oysa sır elindedir ve her şeye hükmetme olanağını da yakalamıştır. Ama şöyle söyler öykünün sonunda, burada çile çekmekte olan bir insanın kurtuluşu için evrenin sırrına vakıf olmaya kalksaydım, o sırra asla kavuşamaz ve hak etmiş olamazdım. Büyük bir sırra vakıf olma nedeni de, sırrın kendisi denli olağanüstü olmalı diye düşünür adam ve yaşadıklarının kişiye özgü, sıradan bir bayağılık olduğunu kabullenerek, kendisini zindandaki yalnızlığına ve hiçliğe terkederek ölür. Bunun da anlamı, imgeler okyanusunun içinde okura bırakılmalıdır.

Anlam dediğimiz şey, gerçekten soyut ve görecelidir. Yunanlı bir filozof, yaşamda hep paylaşımcı olmayı, eşitlikçi ve özgürlükçü olmayı savunur ama evinde, eşine ve çocuklarına son derece kaba ve eşitsiz davranırmış. Bir başka filozof, yaşamda eşitliğin olamayacağını, aslanın karacayı, güçlünün güçsüzü hep ezeceğini söyler, yaşamın da böyle sürüp gideceğini savunur ama evinde, eşine ve çocuklarına son derece insancıl, alabildiğine de adil davranırmış. Bu kıssayı aktaran mesel sahibi diyor ki, şimdi hangi filozof gerçekte hümanist ve hangisi yaşamda eşitliğin olamayacağını savunuyor sizce diye bir soru yöneltiyor. Yinelemiş olalım ki, dünyadan umudunu kesmeyen bir filozof her sabah ağlayarak evden çıkarmış, umudunu kesense, gülerek evden çıkarmış, soranlara da, bu dünya dert etmeye değmez, nasıl olsa düzelmeyecek dermiş.


'Baştan Çıkarıcının Günlüğü'yle; sözümüzü bağlarken, İstanbul Film Festivali'nde (ayların en mutlusu nisandır!) Luchino Visconti'nin görkemli filmi Leopar'ı (1963) izlerken, konuk oyuncu, filmin aktristlerinden C. Cardinale'nin, üzünç dolu konuşmasına tanık olduğumuzu belirtelim. Cardinale, (Oscar Wilde'ın, Dorian Gray'ın Portresi'nde olduğu gibi) yitip giden gençliği ve güzelliğine ağıt yakıyor gibi geldi bize ve hâlâ efsanevi görünümünü yansıtacak jest ve mimiklerini bırakamıyordu. Bu da canlı bir Borges öyküsü yaşadığımız sanısı uyandırdı bizde ve dostum davetim için teşekkür ederken, "sebep olana lanet olsun" diye söylendim, anlamsızca yüzüme baktı... bu da başka bir Borges öyküsü dedim.

(Jorge Luis Borges. Arjantin. 1899-1986)














LABİRENT

Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu
taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi
ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı
duvarları çınlayan dolambaçları izlemek
yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda
hangi gizil bükeyler büküntüler
şiddetin galerileridir ki. Zamanın
tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar.
Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin
ayrımındayım. Büklümlü gece
bana doğru kükrüyor ve de
ıssız ulumaların yankısını taşıyor.
Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada,
nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak
bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades
bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir.
Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir
bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür.
 
 
Türkçesi; Ulus Fatih










JORGE LUIS BORGES

JAMES JOYCE

İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü
yaratma gücü olanın, zamanın
o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken
Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı,
zaman görünmezliklerle geçerken
ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor,
dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar,
öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu.
Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru
evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü
gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi,
Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar.
Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver
Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün.


Türkçesi: Ulus Fatih










Zamanın ve suyun oluşturduğu şu ırmağa bak
Ve anımsa günlerinde bir ırmak olduğunu sanki ikizi,
Biliyoruz ki bizlerde öyleyiz zaman gibi su gibi
Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor tıpkı onlar gibi.

Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke
Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik keşke
Gene de titreyerek gidiyor tenimiz ölüler ülkesine
Ve uyku çağırır onları hangisi gelecek birazdan hangisi gece.

Geçen günlerin yılların bir imge olduğunu sezebilmek
Yaşadıklarımızın saatlerimizin insanlığımızın,
İnsafsız geçit töreninde son iç çekişin yıl dönümünde
Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek,

Güneşin batımını, ve uykuda görebilmek ölümü
Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı,
Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı
Sürgit yinelenen ha güneşin batımı ha şafağın sökümü.

Akşam üzeri bir yüz karşılaştığımız zaman içinde
Bakar gibi bir aynanın derinliğinden dışımızdaki bize;
Şiir sanatı da ayna olabilmeli taşımalıdır içinde
Açığa vurabilmelidir gizleri göstermelidir bize

Onlar söyledi ki Odysseus'a boş yere harikalar yaratmakta,
Sonunda gördü gözyaşlarıyla işte biricik aşkı İthaka,
Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka
Sonsuzluk arayıştadır acemiliktir, değil harikalar yaratmakta.

O taşkın bir ırmak gibidir bitimsizce akar durur
Kimileyin koşar kimileyin kabarır coşumcu bir aynadır
Kararsızdır vefasızdır, Heraklit ki o da aynadır
Ve şiir de böyle ırmak gibidir kayar çağlar akar durur.


Türkçesi; Ulus Fatih

























GÜNAHKÂR (Suç Ortağı)

Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var.
O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim.
Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler.
Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm.
Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi.
Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim.
Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı.
Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım.
İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım.
Ben ozanım.


Türkçesi; Ulus Fatih











sürgün

İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım
ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın
kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini;
umarsızca bastığı toprakları düşünürüm,
sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını,
yazık ki başlıca övüncemdir bu benim.
Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um,
köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında
Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir
boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak
Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran
düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan
ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan.
Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum
belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum
Artık 'Hiç kimse' olmak istiyorum.
                                                                                                                         
Türkçesi; Ulus Fatih



















JORGE LUİS BORGES
*
ÖZKIYIM
(İntihar)

Saltık karanlıktan ayrılacak olan
eşsiz bir ışıltı mıydı.
Gece onu kollarıyla saracaktır.
Ölümü özlüyorum, ve benimle,
yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek.
Piramitler, madalyonlar silinecek,
anayurtlar gölgeleri örtünüp,
yaşayan tüm çehreler ölecektir.
Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım,
tin ve tüne karışacak tarihin.
Şimdi son güneşin batımını izliyor.
Son kuşun ötüşüyle avunuyorum.
Arzunun karanlık nesnesinden
Hiçliğin kollarına savruluyorum.


Türkçesi; Ulus Fatih




JORGE LUİS BORGES
*
ÖZLEYİŞE AĞIT

Sürgit yinelenen şu ki:
Artık, üzünçler içinde kalacağımdır
sonsuzca senin Buzülke'nde yaşarken
o bıktıran durgunluk ve de görkünç kutup günlerinde
ve paylaşıyor mu oluyoruz şimdi böylece
çıldırtan bir ezgiyi ansıyıp yolda
ya da coşku veren bir turuncun tadını.
Sonsuzca yinelenen şu ki
İzlanda'nda sarmaş dolaş olan kişi
gerçekte hep içinde taşıdı seni.
                                                                                                                

Türkçesi: Ulus Fatih



























AY
                        Maria Kodama'ya

Göklerdeki evinde öyle yalnızdır ki şu sarı altın
Gece yarılarının o bilindik tanrıçası değildir artık
İlk atan Adem'in aşk fısıltıları kimeydi. Yüzyıllarca
Özleyip bekledik onu sırf parıldasın diye sarışın yüzü
Kutsal yakarılarla çığlıklarla çıkıp geldi hep. İyi bak
Seviyle taşkın aynandır o. Yansıtır durur sendeki özü.

                                                                          
Türkçesi: Ulus Fatih









GUNNAR THORGILSSON
(1816 - 1879)

The memory of time
Is full of swords and ships
And the dust of empires
And the rumble of hexameters
And the high horses of war
And shouts and Shakespeare.
I want to recall that kiss, the kiss
You bestowed on me in Iceland.



Türkçesi: Ulus Fatih


YAZARIN NOTU:
 Şiirin orijinali yukarıda ama, şiiri Türkçeye uyarlayan bir yapıda çevirebilmeyi düşünürüm, şiirselliği yaratabilmek orijinale tam bağlı kalarak zorlayıcılığı aşıyor bazen, örneğin birinci dize için size olasılık sunayım:

1- Zamanın belleği
2- Geçmişin anıları
3- Zamanlar boyu - nca
4- Çağlar boyunca
5- Çağlar içre

Tam karşılık olmasa da giriş için tümü uygun bu dizelerin, hatta sürezler-dönemler boyunca gibi örnekleri daha da uzatabilirim. Ama 'çağların belleği' gibi Borges'in ustası olduğu, denenmemiş sözcükleri yanyana getirmeye çalışmak doğrusu olur sanırım. Ayrıca kılıçlar diyor, ben 'kızıl kılıçlar' diye bilerek kuvvetlendirmeye çalıştım dizeyi, (o, kılıç boynunu kesti demez, bıçak boğazının tadına baktı, der) Türkçede nasıl duyarlık kazanacaksa o dizeye uyarlamaya çabalıyorum. Bir de hece sayısının şiirde gizli bir uyuma yolaçması sorunu olduğu için, açıkça ek ya da çıkarma yaptığım oluyor, Borges dememiş olsa bile, kızıl kılç örneğinde olduğu gibi; ayrıca kişi pek belirtmese de yaptığı işte varlığını duyumsatmak ister, böyle etkileşimler de var. Şiire ben Türkçesi diyorum, çeviri demiyorum, uyarlama çabası diyelim. Bazı çevirmenler yeniden yazma diyor zaten şiir için. Şiirsellik olasıdır ama çeviriye bağlılık belki zayıf olabilir, bu tarz Borges'e uygundur, çünkü Borges sıkı biçimci olduğu kadar sınırsız bir hayalcidir de... Doğrudan çeviri de yapılabilir ama birinin düşlerine giriyorsanız artık o iki kişinin düşleri olmuş demektir. Bu konudaki anlayışım bu, bir çevirmen değilim, yalnızca Pandora kitabevinde orijinalini gördüğüm Borges'in şiirlerini rekor ücretle alıp çok beğendiğim bu yazarı çevirmek gibi bir tutkuya kapıldığımı sanıyorum. Onun 'sırlarına' ermek ve bunu başkalarıyla paylaşmak gibi... Son sözüm şu, şiir nasıl eksilterek, öze inişse, öyle yazılması gerekiyorsa, çeviri de öyle olmalıydı ama artırarak (çoğaltarak) çevirebildim. Yazık ki her şey zamanla öğreniliyor.


Çağların belleği
Kızıl kılıçlar ve kalyonlarla mı dolu
Ve imparatorluğumuzun tozlarıyla
Ve hekzameter dizelerinin gürüldeyişi
Ve kişneyişleri savaşan soylu atların
Ve onların haykırışıyla, Shakespeare'iyle.
Geri dönsün isterdim ben o öpücükler, barışıklıklar
Orada İzlanda'mda yaşarken ben, onu bağışlasaydın sen.



















JORGE LUIS BORGES


I
Bıraktım artık, Hayyam tartıyor, dizelerin o ağır biçemini
Anımsatıyor ona zaman, o özgün, eşsiz çizgisini
Dile gelmeyen düşler, binbir çeşit arzular mıydı onlar
Ve hangi gizil Tanrı'nın tütsüsü bu ve nasıl paylaşılıyorlar


II
Söylemeliyim ki biz; ölenlerimizin külleriyiz yalnızca
Toz olan soylarımız, ırmaklarda yanyana akmakta
Düşlerin parlaklığı, sen ve ben, gerçekte birer imgeyiz
Ölüşümüz ve unutuluşumuzda; sonsuzca ve hızla olmakta.


III
Diyebilirim ki anıtlar, görkemle yapıldı, o zorlu çabalarla
Ne saltanatlar, ne kafileler geçti, patikalarla, rüzgârlarla
Karşılaştırmak olası mı onları, Helios'un fırlattığı oklarla
Ve yarışan var mı ta başta; şimdi, şu an, gökteki tanrılarla.


IV
İzin ver de, uyandırayım, altın ötüşlü şafak kuşunu
Bir zamanlar şarkılar söylerdi, uzak ve solgun gecede
Mavilerde gezerdi sesler, gülümserdi yapayalnız yıldızlar
Gösterişliydiler, kibirliydiler ve o denli alçakgönüllüydüler.


V
Sessiz ol, kaleminden bir ay düşüyor bak dizelerine
Nasılsa bir gün onlarda inecek, imge bahçelerine
Har vurup harman savurduğun; şu baharın ortasında
Tıpkı bahçenden bakar gibi mi bakacaksın gelmelerine.


VI
Ayın altında gecenin dinginliğini yaşayabilmek
Su birikintilerine yansıyan, boynu bükük günlerin
Aynalardan dökülen ve hep geri dönen kimler orada
Dağılıp gidiyor sonsuzlukta; yitip gidiyor benzerlerin.


VII
Katlanmalıyız Farslı'nın boş lakırtılarına, kararsızlığına
Alacakaranlıkta altın ay; hep doğacak ve batacak
Tüm yüzyıllardır şu gün. Bütün dünyasın sen.
Toz olan yüzlerimiz kimdi öyleyse. Bizler geçip giderken.
























I
Altın renkli ay ışığı
dorukları ve bahçeleri aydınlatırken

Mücevher ağzını
dudakların kıskacıyla

gölgelere boğuyorum ben.


II
Çınlıyor alacakaranlık
bir kuşun ötüşüyle

ölüp gidiyor sessizlik
sen adımlarken bahçeyi.

Öyle özlüyorum ki bazı şeyleri


III
Fosilleşmiş kâse,
kılıç
bir zamanlar onu tutan
bambaşka eller.

Bulvarlarda solup giden ayışığı-

Söyle bana,
bütün bunlar yetmez miydi?


IV
Ayın altında yüzen
altın kaplan, gölgesi,
çekici, ürkütücü pençe.

Yavaşça tan ağarıyor

nasıl da solup gidiyor
insanlığın değerleri


V
Üzünçlerle dolu yağmur
gözyaşları gibi düşüyor

acıklı dünyanın üzerine

bu elemlerin içinde olmak
insanlığın, düşlerin, sabahların.


VI
Aşağılık savaşta
düşenler benim değil
soyun öbür bireyleriydi

kahreden gecede,
kimdi onlar

heceleyip saymak şimdi,
solgun adları.




Türkçesi: Ulus Fatih                                                               








































Tanrı yoktur ve bu açımın tanrısı da Dirac’tır’



Olanları, olmuşu ve olacağı bilen benim. Gıybeti, gaybı ve riyayı gören benim…

Metal yorgunu gezegende, çimenler üzerinde, beyaz bir yelkenli gibi süzülüyordu salyangoz. Uzakta, kırmızı gölgeler üzerinde; sonsuz çöl, çıldıran bir elma ağacı; ve suyu kırıştıran el vardı.
Anılarımız, zümrüdankanın yüreğindeki kuştur.
Gelecekte; dünün saklı olduğu bir kovuk barınıyor.
Büyük göz ağdıkça silikonların kıpırdaştığını görüyorum. Gözlendiğini anlayınca, yapı değiştiren gluonları tanıdım. Gözlerine tanrılar yansımıştı.
Eğer bir sona doğru gidiyorsak, sonsuzluğu geçmişte aramamız gerekmez mi dedim. Sözgelimi; Tanrının tanrısını…

Lesbos’ta son doğumu, okyanusların; zamanı yutan ağını, sabanla sürülmüş Eti toprağını gördüm ben.

Ve birden o; yere doğru sarktı… Boyu iki yay uzunluğu kadardı.
Mavi Venüs’ün damladığı sularda bir sessizlik tanrısıydı gördüğüm.
Nekrofil hayvanın bizlere neden güldüğünü çözemiyorum.
Ama gecelerin ardındaki deltoit şeytanı görüyorum.

Onlar, Yakup’un merdiveniyle iniyorlar
Aynada kendini tutabiliyorlar.

İşsizmin yüzyıllar içindeki tek kuram olduğunu söyledim.
Ölüs atlas çiçeğini, kuru incirler gibi kutsal otların arasından gelişlerini, gözyaşlarıyla Havva’ya yükselişlerini ve koruluklardan, kalkan ve alınlığıyla, Styks’ın salınışını görüyorum.
Hoşçakal Oregon diyen kalabalıkları, kovuğunda gizlenen taş hayvanları, altın yeleleriyle aslanları ve iyi yıldızlar size diyen insanları görüyorum.

Gülünç yücelikler içinde oyalanışlar, umarsızlık içinde yüzen kogniteryalar, hadron çarpıştırıcıları ve yeni bir cins yaratılacak diyenler var.

Maddeye nasıl davranıyorsanız, madde de size öyle davranıyor…

Rüyasında robot puma görenleri, ne Muvattali ne ben ve son soluğuyla; kuzeyin kuzeyin de ne var diyenleri görüyorum. Ölü yıldızlar ve kentler, buzevler ve piramitler, tortulaşmış, bembeyaz yüzüyle Sodom’dan gelenleri görüyorum…

Uygarlık evcilleşme, modernizm köleleşme dedi. Medyen tarafına yöneldik. Fermilab’ın tevatronu karşıladı bizi. Bozon ikizleri, spekülleme tuhafçıkları, pek şirin tanrıcıklar, önsöyümler, annemin yuvağından çıkıp, tanrının yuvağına giriyoruz söylemleri, varlayıcı ve işaretçilerdik.

Müzik tanrının düşüncesidir dedim. Bir melek ayağını denize sokabilir, bol bol insan eti öpebilirdim dün. Kâbe’yi sel basınca, şavt çekip tavafını yüzerek yapan Zübeyr gibi,
S boyunlu balıkçıllar gibi; sevişirken gözlerimden kan gelir.
Bluzunu aç ve Hürmüz boğazından geçen sincabı gör sevgilim.

İşretî gibi, Girit’de miydim, Minos’da mıydım bilmem; taklar ve geçitlerden, fener alayı ve meşalelerden, Cundişabur’a indim. İki rekatta Teb şehrine geçtim. Sardunya’ların, Korsika’ların, orkidelerin kokusunda, bir Sezar tafrasında, esse est percibi, carpe diem sesleri arasında, yedi kapılı Teb’den, üç tapir adımıyla Kaliningrad’a girdim.

Sütlerin kardeşliği ve çırpınan güzellikler arasında içeri vardığımda, Kiros silindiri, Asoka fermanları asılıydı duvarda… Tuba’nın dalları arasından uçurumlara bakıyordum, onlar da bana bakıyordu. Sonsuzluğa açılan güllerden; ateş kuyrukları vardı…

Ve birden zamanın yüzünü gördüm orada, Merope bulutsusunu, Knidlileri gördüm. Kızıl balıkçılı, Devlerin el kitabı, Şapur’un yasalarını gördüm. Multan’dan trene binenleri, İsis’in kanı, sıcak buz içenleri, açılınca kapanmaz, kapanınca açılmaz Titan kapısını gördüm.

Balçığın soluğa dönüştüğü anı, varlık ve yokluğun ikiz kardeşi; ışığı ve karanlığı gördüm. Çin Seddi bitince duvarcılar nereye gider diyenleri, olanaksız bir aşk için kır kedisinin gözlemleri, cennetin yarısını görenleri ve yüzü belirsiz olanları gördüm.

Ve yıkıntılar arasında ilâhiyi söyleyen ve gölgeleri gizleyenler arasında; uyumsuzdu karbon kuşağı, erişilmez prokyonlar, distopyalar, plâtin düşlerimiz, kahredici; o bildik atomlar değil miyiz biz diyenleri gördüm. Orada görmediğimi, orada; gördüğümü gördüm.

Ve son gülümseyişi…


*


OTOPİA

Dün kral gelecek dedi, yarında kraliçe geldi, alfa beta ribozomları kirpiğini süslerken. Zaman da geriye akıyoruz, örüntüler çözünürlük konumunda, Wernicke alanı norefinefrin salgılıyor. Duygusal bellek yöresi amigdala; korku koşullanması yaratıyor, ısıl olgunlaşma istenmeyen safhada, güneşin uydusuyuz, Eridani ve Tarsis’den gelenler Elysium’da toplanıyor.

Diyor ki lektörlerimiz, başka yerde, başkaca bir yaşam yoksa, bu tanrının başarısızlığı anlamına gelebilir ve sonsuzluk yoktur, çünkü sonsuzluk yokluktur. Matuyama terslenmesi, manyetik alanın değişmesi de üstüne üstlük. Yanal simetrili hayvanlarla komşuluk ediyoruz, silüryen dönemi canlılarına ilişkin öneriler can alıcı, Varu çökelleri ve pusulalara ilişkin tezler tanrı katında.

Biliyor musunuz uygarlığımız organlarımızın içine yuvalandı, ‘Yakup otları çıldırtısını sürdürürken’ diye şarkılar söylüyor çocuklarımız, ya Sezar ol, ya yok ol tek atasözümüz, ama renk tanrısı ayrımcılık yapıyor, çiğdem sakallı, gülerek beş rakamının medeni durumunu soruyor. Mutluluk getireceği savıyla evinin girişine nal asan Haşepsut’a inanıyor musun buna, böyle batıl bir inancan var mı dedim, inanmıyorum ama, o inanmasan da mutluluk veriyormuş dedi. Geceleri evinden gelen gürültüler, boynuzlu ve yaşamaktan sıkılmış bir satirin çığlığı gibi.

Tek bir zorluktan daha çoğu, asla bir defada çözülemez; yalnızca tek bir zorluk çözülemez, çünkü sorunlar zincirlemedir diyen iki ayrı cinsiyetimiz var; doğru bir savın tersi yanlış bir savdır, derin bir gerçeğin tersi ise gene derin bir gerçektir diye savlaşan üçüncü cinsler de savaşımı sürdürüyor. İçlerinden biri atomlar temas etmediği sürece dokunmak diye bir şey yoktur dedi.

Karbonifer balina ile bir uzay yelkenlisi aquariumda çarpışsa, ikisi de yara alır, ama cansız madde ile canlı madde arasındaki ayrım burada başlar; balina kendiliğinden iyileşirken, yelkenlinin hasarı öylece kalır, ama yara ölümcülse, yelkenliyi yaşatabilirsiniz belki, balinayı ise asla…

Yaşam harflerin yer değiştirmesidir. Atomun parçaladığı kentlerden elem duyarız, çölü gümrah çiçeklerle donattığımızdaysa sevinç. Sevilla’daki servilerin altında sevişirkense coşku. Bu şarkı hepimize, gök buğdaylar ölüs hançer görüp geçti, o renk prizması senin gözlerinden kederle dökülürken, ama iris daha mavidir yaslara bürünürken ve bir sağanak gibi bedenlerimize üşüşürken neonlar.

Atlantis’de Yedi Yüzyıl ve Donkişot’un Sarışın Senyör Verona adlı romanını okuyoruz. Tuşba’dan biri gibi biyolojik şiir yazıp, kafeste mavi kanlı akrepler besliyor, ruhsallardan Elizabeth Bathory olarak körpe kanla yıkanıyoruz!.. Bizi Tarascon ya da Midyat’a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ruhlarımız götürecektir. Sylvan yarığından geçebilirsek eğer diyorum. Çünkü onun defterinde benim bütün organlarım yazılıdır.

Aşkın patolojisinin gerçel tanımıysa; ikicil yaklaşımın kanonik realitesiyle, algoritmik ayrıntıların simülatif akışında yüzen karmaşa; aşkın bir cinsel şiddete yol açarken, yolaklarda irkiltici kanallar barındırıyor derim.

Elektronik şiirle gözleri görmez arılara yakarı ayinleri düzenliyoruz. Tanrının varisiyiz. Köhne bir duvarın yarığından sızan, rüyalarda işitilen sesler gibiyiz. Kasru’l Hayru’l Garbi sarayında sol eliyle güvercin tutan Venüs’le, çıplak melek figürünü üç ışık yılı var ki saklıyoruz. Ay hiç kin tutmuyor bize, suevit oluşmuyor. ‘Yahşi akışlı ırmaklar önünde, nişan alıyor okçu Zenon, göğsünde titan yayıyla, inci nilüferleri gibi de çalımlı’ tek bestemizdir bu bizim.

Gelecek nisanda, henüz güneş doğmadan, koruluktan sanki görünmeyen bir Pan’ın sesleri geldi, bunun üzerine sebze meyve reyonunun önünde duran genç adama, şu yaşamda tek aradığım mutluluk dedim. Unutamayacağım bir şey söyledi; bu gezegen için çok şey istiyorsun!

Ağla Harirama, yazgımızı belirleyen Afgan hançeri gibi şarkılar söyle, deniz satıcısı Basra tüccarları, Kos adalı ahtapot avcıları gibi vandalizm ve gaddarlık dolu olsun. Evrenimiz başarısız bir model, ne yazık ki gerçem bu… Nice sönmüş gezegenler ve tuhaf asteroitler uzayın boşluklarında sarı bir ölüm şarkısı ve kırmızı bir cellat gibi dolaşıyor.

Burada cehennem başkalarıdır diyen ikinci bir Sartre’ımız da var (Almanlar diye bir şey yok ama!), tek arkadaşı da Pessoa, siyah güneşimiz kuzeyde batarken, yakındaki markette bir tezgâhtarın canına kıydığını söylemişler, hiçbir tepki vermemiş, demek ki yaşıyormuş, demek ki gerçekten varmış demiş. Üç parsek boyunca yağmur yağıyor, sevgilim tanrının gözyaşları dinmek bilmiyor dedi. Gülümsedim. Hayaletsi bir peri gibi salona ilerledim, Gavr Dağı, Soylu Masenas ve İpek Peçeli Ebu Leheb adında filmleri getirmişler. Tarihi kurdeleler, ben sıkıcı buldum. Ayağımda şeytan tırnağı var, ölünce mezarımda bana sıkıntı verecek tek şey budur diyorum.

Livonian dilini bilen bir kişiyi arıyoruz, Ned Maddrell adlı bir balıkçı geldi ama onun bildiği Manx dili, hangi dili bildiğini bile bilmiyor. Püzant’tan gelecek olanı bekliyoruz artık. Ama yaşama; Tac Mahal’de bir cumbadan bile baksanız değişen bir şey olmuyor bazen.

Bir yalnızlık baladı işte; ağaçların gölgesinde ailemle birlikte yaşayıp gidiyorum. Orada ailemin yanı başında barış içinde yaşayabilmek için aydınlığa ve karanlığa, tanrıya ve güneşe dua ediyorum. Pers doğrusu! Gülhaçlar ve mutlu korkular uyduruyor kendine.

Kastamonulu Şavur ve saraç çocuğu Baki geldi dehlizlerden, irem sümbülleri gibi koku yayıldı. Roma askerlerinin ücreti tuzla ödenirdi dedi biri, öteki de egzoz çağı gibi bir şey söyledi. Laterna orman çıvgınını saldı pencereden, bahçe çintesi de öttü çitlerden. Bakın dedim ikisine de, Osmanî bir gülümseme yayıldı üçümüze;

Bedevi çölde çadırında uyurken bir atlı gelmiş, ben halifenin muhafızıyım bir tas şarap ver demiş, bedevi testisinden bir tas şarap uzatmış, atlı içmiş ama bu kez, ben halifenin baş muhafızıyım bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bu kez de ben halifenin veziriyim, bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bitmedi, atlı bu kez de ben halifeyim bir tas daha ver deyince, bedevi hırsla vermiyorum, çünkü sen demiş, sümme hâşâ biraz daha beklersem; ben Allah’ım diyeceksin…

Bütün bilmek istediğim budur benim; evrenler ve yıldızsı kozalar arasında ki her şey neden bir yinelemedir? Oysa her şey yaşamı sevelim diyedir. Amin...


*


MUTANT

Karanlık laboratuvarın dna örnekleriyle dolu odasında, bellek çöküntüsüne uğramış, ancak işaretleşebilen deneklerin beyaz gözlerinden içeri giriyoruz. Karbon ayak izlerimiz plazmaya yansıyor, vorteksle çıkıyoruz ve orada uçsuz bucaksız metal kompleksler, bir düş dünyasının garip hayvanları gibi parıldıyor. Organik güneş hücreleriyle el eleyken, bir axolotl geliyor ve ‘Aklın Gözü’ adlı cinayetlerle süslü filmin başladığını ve neon ışıklarıyla bezeli koridorda ilerlememiz gerektiğini söylüyor. Kırmızı ahşap uduyla bir dilenci, olduğundan uzun görünen boyuyla merdivenleri iniyor. Gödel ve Escher’in duvara yaslanıp uyukladıklarını görüyoruz ve tanrı anında yanı başlarında belirerek, onların ölümsüz birer buzdağı yolcuları olduğunu söylüyor. Işıklar soğruluyor ve köşeyi dönerek ‘Hidrojen Yuvaları’ adlı bölüme giriyoruz; çocuksu bir müzik sesi geliyor kulağa, metalhidrür tozları güneşin önünü kapatarak gecenin başladığı imasında bulunuyorlar. Karanlığın altında hidrojensiler ağlamaya başlıyor.

Bitimsiz tutsaklıkta bir hipopotamı ve birkaç yaban öküzünü ‘Yıldız Paragrafları’ adlı kitabı okurken buluyoruz, ‘Slalom Paraşütleri’ ve ‘Dağın Doruğundaki Güvercin Gurultuları’ adlı orkestra eşlik ediyor onlara… Sıvıcıl konumdaki Makedon dağına doğru ilerliyoruz, metan-sezyum akıntıları ve ilkel bulamaçlar sızıyor çevreye, yamaçlarda Augyllar uyuyor nedense, içlerinden Salamon Devi adında olanı bize doğru dönerek ‘Uyku nitelikli ve denetlenebilir olmalı’ diyor. Sismik kıpırdanmalar da hoş karşılanmalı’ diyorum karşılık olarak. Bu kez; ‘Öyle görünüyor ki orada, bulunduğumuz mağarayı gözetleyen, gerçek bir harita var ellerinde’ diyor. ‘İyi de, termiyonik yüzleşme, elektronik yalıtım ve ayın ayı dünyalar neden bu denli tutarsız ki’ diyerek gülümsüyorum.

Yürüyerek intraparietal bölgelere geliyoruz, Xochimilco gölü uçsuz bucaksız dalgalanıyor önümüzde, gümüşümsü beyazlıkta, irisleri alevsi gölgeler kuşatıyor çevremizi… Ün sayımındaki algoritmalar, olgulayım ve omurilik etkinlikleri geçiyor bir bir, tümünün ilkinsil bir öngörüm sınırında olduklarını anlıyoruz. Ve bir hışım ve görküllükle konferans salonuna giriyoruz.
Planaryalar bizim atalarımız. Morfalaksis rejenerasyon kabul gördüğü için, Beluga balinası, ses dalgaları, Estonya balığı ve tanrı parçacığı hydralar en değerli besinimiz durumunda; seminerin özü buymuş. Hayaletler kimi frekanslardan geçemez, flamentiler ve membranlar dekabristler arasında sayılırken, serebral kortekste başvuruların baş edilmez biçimde çoğaldığı anlaşılıyor. Bu yüzden Goblet hücresi, valvüller ve frontallar yakın destekçilerimiz oldu. Aşkı arayanlar için irem kulüpleri kurduk diyenler meğer devrim peşindeymiş.

Bir firavun dirseği uzaklıkta, deniz tavşanları ve bir kubitlik yaylar ortalıkta dolaşırken, bir kirâh, bir çuvaldız büyüklükte karbonhidratlar öylesi kayıtsız kalıyorlar ki şaşılası şey bu bizim için. Oysa büyük bir hareketlilikten söz ediyordu beynimiz tv’leri. Bu durumda Boltzman sabitinin tek çözüm olduğu konusunda birleşiyoruz. İnterferometreler, mozaik yongaları, bir Kelvin, bir mol ölçeklerde, mutluluk istencinde ilk sırada, ama genel bir çözüm gerektiği kesin bu sorunsallar için.

Yalnızca hidroyitlerin umarsız olduğu anlaşılıyor bu dünyada, tentakülleri var kanatları yok, kanatları var dokunaçları yok onların. Erboğa ve Eta Kova deneyimlerinde başat sıradalar. Antares göktaşı yağmuru ve silikon döngüsünde; tüycüksüz ve isimsiz dolaşım tarımı onların üzerinde kalmış. Duyunçsuzluk bu, yaşamak onların da hakkı; hani adalet, hani eşitlik, hani tanrıydı diye milyonlarca sanal gölge gösteriler düzenliyormuş. Bu durum bize garip gelmiyorsa da, yapılacak bir şey yok artık diyebiliyoruz… Son olarak onlara, yarın geçtiyse de, dün toplanarak, birlikte durumumuzu görüşebiliriz dedim. Birden sesler kesildi, çok sonra bir mutant ‘Anlayamayacağınız bir zamanda geçti, burada anlattığım öykü’ dedi.


























SEZAİ KARAKOÇ
*
KAR ŞİİRİ

Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın

Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını öne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın

Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın

Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın

1962 Şahdamar


&&&


ALEKSANDROS MATSAS (*)
*
MANZARA

Burada, zamanın çarkına
yok edebileceği hiç bir şey vermeyen
bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan
oluşan madeni manzarada;

burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan
ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin
taşıdığı o her şeye egemen ışıkta;

burada, belki yalnız bir an için
putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha
bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan
     bir şimşeğin aydınlığında;

nice maskenin ardına gizlenen o yüze,
zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış,
senin aldattığın, herkesin zorbalıkla
      kandırarak senden çaldığı.

Böylece arınarak bir toprak testi gibi
ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak
bir an için kurtulacak özündeki kil
     hayatın ve ölümün amansız baskılarından.


Çeviri: Cevat Çapan
(*) Yunanistan


&&&


AHMET ARİF
*
ANADOLU 

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?


&&&


PERCY BYSSHE SHELLEY
*
İNGİLTERE, 1819

İçi geçmiş bir kral, bir ayağı çukurda, tıknefes ve kör, leş gibi bir kral.
Bir sürü prens, alıklar soyu, halkın nefreti içinde soluyan tortular.
Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler, yapışmışlar sülük gibi bitkin ülkelerine.
Düştü düşecekler, bir fiske bile istemez, kanla o kadar şişmişler.
Aç ve çıplak bir halk, ezilen ezilen ezilen bir halk, ham topraklarda
Özgürlüğü boğan bir ordu, halkını kırıp geçiren ve soyan çöpüne dek.
Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu.
Ve yasalar, suça iten, yoldan çıkaran, astığı astık, yaldızlı ve kanlı
Ve tanrısız bir din ve kutsal bir kitap, hiç açılmaz bir kitap, mühürlü.
Ve bir senato, zorla ayakta duran, kokuşmuş, sarsak, gücü kuru.
Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan,
Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın.

Çeviri: A. Kadir
S. Yıldırım


&&&


AHMET MUHİP DRANAS
*
BİTMEZ TÜKENMEZ CAN SIKINTISI


Bir bıçak saplı durur göğsünde,
Hangi su tasına uzansan boş;
Hangi pencereye koşarsan koş
Aynı siyah güneş gökyüzünde.

Aynı siyah güneş, aynı siyah,
Aynı susayış, aynı koşu, aynı...
Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...


&&&
                                                                              

SERGEİ YESENİN
*
ELVEDA SEVGİLİ DOSTUM


Elveda sevgili dostum elveda,
Sen kökleri içimde uzanan...
Ayrılık yazılmış alnımıza
İlerde gene karşılaşırız inan...

Elveda dostum, el sıkışmadan
Sessizce... Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.

Çeviri: Attilâ Tokatlı



&&&

NÂZIM HİKMET
*
MASALLARIN MASALI

Su başında durmuşuz
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınarla bana.

Su başında durmuşuz
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim
kaybolacak suda suretim
Sonra çınar gidecek
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak,
Sonra o da gidecek.

Su başında durmuşuz
Su serin
Çınar ulu
Ben şiir yazıyorum
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak
Çok şükür yaşıyoruz
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.


&&&


NİKOS KAZANCAKİS (*)
*
TIRMANIŞ

Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak
tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı,
kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini,
oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını
ve aklının köklerini yıkamasını duymak!
"Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden
aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek,
ve tırmandıkça heryerde Tanrı'nın soluduğunu,
yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü,
çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek;
dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi
dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile
ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada.

Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması
sabahın sisinde,
ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın
ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska
altın ve gümüşten, göğsünden sarkan!

Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak
tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen
o vefasız yosmayı;
veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya,
geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı
genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik
derilerini.

Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar,
kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı
verircesine
ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh,
ama uçurumdan korkarlar,
oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün
yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri.

Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz,
ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez
bastığı yere,
sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en
kurnazı,
artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür
seni yolundan;
sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini,
bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin;
bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini;
pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla.

Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün,
iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış,
şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda
bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu
ürkütmek için.

Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar
kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti;
güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan
ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.                             

(*) Yunanistan


&&&


İLHAN BERK
*
DÜŞÜNMEK İSTEMİYORUM

Bu dünya kadar eski bir şey yok.
Gök sayrılı. Güneş sıradan. Ağaçlar acemi.
Her sabah devesiyle işe gidiyor bir Bedevi.
Her akşam kuşunu dolaştırıyor iki Çinli.

Bir yinelemedir dünya. Bin yıl sonrayı görüyor bir ağaç.
Bin yıl sonrayı bir dinozor. Gazali, kendini 7'ye benzetirdi.
Homeros her sabah yürürdü.

Göz için yeni bir şey yok.

Korkunçluk bunda.

Zaman benim tarlamdır mı diyordu Goethe?
Bilmek istemiyorum. Oturduğu yerden
Montevideo'yu görüyor bir ev.
Sandalye kentsoylu. Pencere feodal.
Su, belleksiz çıktı. Tin yalnız.
Ben çocukken ırmak olmak istedim.
Irmaklar hep çağırdı beni.
Düşünmek istemiyorum.
Dünya benim yerime düşünüyor.

Söz öldü.

Tunç: Monarşik.

Demir: Demokratik.

Bir akşam durup dururken dünyanın yaşlandığını gördüm.
Görmek yordu beni.



&&&



PEDRO SHİMOSE (*)
*
BİR KÜÇÜK BURJUVANIN SÜPERAKADEMİKREALİSTİK ŞİİRİ

Genç kadınları kültürümüzle etkiledikten sonra,
Vesta kızlarına ve utangaç rahibelere saldırdıktan sonra,
leylakları yaktıktan, bulutları gömdükten,
tapınakları ateşe verdikten sonra,
kutsal inekleri boğazladıktan, tanrıları öldürdükten sonra,
güle ve İsveç Kralı Gustave'a sövüp saydıktan sonra,
müzeleri havaya uçurduktan, mezarlıklarda dansettikten sonra,
ün peşinde koştuktan ve o kadınla yattığımızı düşledikten sonra,
ejderhalarla, imparatorluklarla, devlerle savaştıktan sonra,
gazetelere geçsin diye adımız, yalvar yakar olduktan sonra,
piramitleri yıkmak için sabah karanlığı toplantılar yaptıktan sonra,
elimize ne geçti?

Akademide bir koltuk,
bir de çek defteri.


(*) Bolivya
Çeviri : Ülkü Tamer


&&&


HALİM ŞEFİK GÜZELSON
*
KILIÇ BALIĞININ ÖYKÜSÜ

bu bir kılıç balığının öyküsüdür
yazılmasa da olurdu
ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu
uskumrunun arkasından gidiyorduk
sürünün içinde ben de vardım
sırtımda bir zıpkın yarası
mutlu olmasına mutluydum
nedense gitmiyordu kulağımdan; bir türlü
o ağ var! sesleri
deniz kızı girmiş düşüme ben iflah olmam
dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı
dolanınca ağa çok geçmeden küserim
bir çocuk bile çeker sandala beni bu kadar ağır olmasam
beni böyle koşturan yaşama sevinci
kanal boyunca bir o yana bir bu yana
siz yokmusunuz siz; derya kuzuları
kestim kılıcımla karanlığını dibin
yakamoz içinde bıraktım suları
Ah! aysız gecelerde olur ne olursa
sırtımda bir zıpkın yarası
atın beni mor kuşaklı bir takaya götürün
iri gözlerimde keder; kılıcımda hüzün
satın beni satın beni
rakı için!


&&&


EDGAR ALLAN POE
*
ANNABEL LEE

senelerce senelerce evveldi;
bir deniz ülkesinde
yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
ismi annabel lee;
hiç bir şey düşünmezdi sevilmekten
sevmekten başka beni.

o çocuk ben çocuk memleketimiz
o deniz ülkesiydi,
sevdalı değil kara sevdalıydık
ben ve annabel lee;
göklerde uçan melekler bile
kıskanırlardı bizi.

bir gün işte bu yüzden göze geldi
o deniz ülkesinde,
üşüdü rüzgarından bir bulutun
güzelim annabel lee;
götürdüler el üstünde
koyup gittiler beni,
mezarı ordadır şimdi,
o deniz ülkesinde.

biz daha bahtiyardık meleklerden
onlar kıskandı bizi-
evet!-bu yüzden(şahidimdir herkes
ve o deniz ülkesi)
bir gece bulutunun rüzgarından
üşüdü gitti annabel lee.

sevdadan yana, kim olursa olsun,
yaşça başça ileri,
geçemezlerdi bizi;
ne yedi kat göklerdeki melekler,
ne deniz dibi cinleri,
hiçbiri ayıramaz beni senden
güzelim annabel lee:

ay gelir ışır, hayalin irişir
güzelim annabel lee;
bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
güzelim annabel lee:
orda gecelerim, uzanır beklerim
sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
o azgın sahildeki,
yattığın yerde seni.


Çeviri; Melih Cevdet Anday
  

&&&


ECE AYHAN
*
GİZEMLİ KAZ

Fetret ve fütüvvet ile
yeşil imgelemine şiddet
sızdı. Ve dahi
mağralarda, koyaklarda
sakalsız çocuk hükmünde idi
İzak
bir kaz boynunda beyaz
ölümcül ve hükümran
parmak izleri kaldı


&&&


HULDE LUTKEN ( * )
*
MEGALOMANİ

          -Bir büyük Norveç şairine-
Siz
Norveç’in en yüce bir dağı
Ben
Minnacık Danimarkalı karınca!
Ne var ki
Kimseler önleyemedi
Bugüne kadar
Dağlara tırmanmasını karıncaların.

Evet, değişmez hiçbir şey
Dağ dağdır her zaman
Karınca karınca.
Ama sayın üstad!
Ben sizin doruğunuza eriştiğimde-
Bir karınca boyu da olsa-
Daha yüksek sayılmaz mıyım sizden?

Haydi hoşçakalın!


( * ) Danimarka

Çeviri : Ata Karatay


&&&


YAHYA KEMAL BEYATLI

Asıl adı Ahmed Agâh olan Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958) Türkçe ile Divan şiirini birleştiren (Baki'ye öykünüyormuş) klasik biçime bağlı şiirler yazmış, ama bunu anlatımda batının modern ve lirik havasında da görülen bir biçemle yoğurup, şiirini "kendisi" kılabilmiş ve değeri pek bilinmemiş şairlerimizdendir. Onda halk şiirinin, Dadaloğlunun, Erzurumlu Emrah, Kağızmanlı Hıfzı'nında izleri vardır ama sezilmesi, modern şiirle bağdaştırlıması pek yapılan bir şey olmadığı için üzerinde durulmaz. Beyatlı aristokrat bir yaşam sürmüş ve seçkinci bir şiir anlayışıyla hareket etmiştir. Örneğin batıda (Paris'te) 9 yıl kalmış ama batının şiirinden etkilenmeyi, kendi ulus ve sınıfının bağdaşıklığına uygun görmediğinden olsa gerek, şiirinin kendi özgün yapısıyla oluşmasını istemiş, etkilenmeyi o kültürü tanımak boyutlarında sınırlı tutarak, aslında sanat için tehlikeli, ama kendine güvenen için kibirli bir tutumun dışavurumunu sergilemiştir. Bazı şiirlerini 30 yılda yazdığı söylenen şairimizin şiirindeki ritm ve kurduğu musiki, diğer hiç bir şairimizde görülmeyecek denli belirgin ve vurucudur. Nâzım'ın annesine de âşık olmuş bu şairimizin şiirinden bir örnek verelim ve çok geniş bir açılım olmadan, her zaman Beyatlı gibi özgün şiir yaratılamayacağını, saf şiirin büyük bir birikim ve uçsuz bucaksız bir sezgiyle oluşabileceğini bir kez daha belirtelim.

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden hergün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayâl ettiren âhengiyle.

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.


&&&


ODYSSEUS ELİTİS (*)
Girit, Kandiye,1911 doğumlu Odisseus Elitis, bir fabrikatörün oğlu olup, burjuva bir aileden gelmektedir. Yannis Ritsos, Kavafis ve Seferis'le Yunan şiirinin kare asını tamamlar. Yunan şiiri öylesine güçlüdür ki beslendiği ırmak Anadolu toprağıyla birebir olduğundan, bizim şiirimize hala şüpheyle bakanların bu örnekten alacağı ders olması gerekir. Kültürü bu anlamda güçlü bir geçmişe dayanan her toprağın şiirde öncül sayılmasını doğal saymak gerekir. Batı Sapho'yu, Homeros'u, Pavlos'u kendinden sayarda, konu M.C. Anday'a, Oktay Rıfat'a, Dağlarca'ya gelince tutukluk yapar. Çünkü çağımız seçenekler savaşında zamana değil zemine önem verir ama zaman çağımızı bir süre sonra acımasızca yargılayacağı için hakkın yerini bulması da kaçınılmazdır. Elitis aynı Yahya Kemal Beyatlı gibi seçkinci bir yapının şairidir. Şiiri sessiz ve derinden akan bir ırmak, günlük sorunlardan yaşam boyu uzak kalmış bir burjuva-aristokrat gibidir, onu sinirlendiremezsiniz, kanında coşkudan eser yoktur, biteviye soğukkanlı ve bir efendi alışkanlığındadır. Saldırınıza kayıtsız, toprağına, malına göz koyduğunuzda vakurdur. Ve son kaybedenin siz olduğunu ve bütün bunların bilinçle ve bile isteye kurgulanmış bir oyun olduğunu anladığınızda çok geç kalmışsınızdır. Elitis'de böyle bir şiirin şairidir. Uçlara kaymaz, orta yolun sağlam ve beton görünümlü şiirinin yaratıcısıdır. Çarpıcı imge, dehşet dolu anlatımdan uzak, olabildiğince sıradan olanın, olup-bilebildiğince sıradışı olanını yaratmak ister. Bu nedenle sıradan görünen şiiri neredeyse, ancak üzerinde durulduğu ve ruhsal dinginliğinizin buna elverdiği ölçü ve saatlerde anlaşılabilecektir. Bu şiir 1979 da Nobel ödülü almış, Elitis'de 1996'da, Borges'in Anlar şiirinden doğan pişmanlığı yaşamadan 85 yaşında kendi Hades'ine ve ölümsüz şairler Panteon'una ulaşmıştır.

OTOPSİ

 
Ve gördüler ki zeytin kökünün altını damlamış
kalbinin gizli oyuklarına. Ve kim bilir kaç gece
mum ışığında uyanık kalıp günün ağarmasını
beklediği için, garip bir sıcaklık yayılmış
bağırsaklarına. Derinin biraz altında, mavi ufuk
çizgisi iyice belirli. Ve bol bol mavilik var
kanının her damlasında. Büyük yalnızlık
saatlerinde ezberlemeye başladığı kuş çığlıkları,
belli ki bir anda dökülüvermiş gövdesinden, bu
yüzden bıçak daha derine işleyememiş.
Herhalde niyet etmek yetmiş kötülük için.
Gene belli ki, suçsuz insanların o korkunç
konumunda karşılaşmış bu kötülükle. Gözleri
açık, gururlu o koca orman hala yürüyor gibi
gözlerinin lekesiz ağ tabakalarında. Beyinde bir
şey yok göğün ölü yankısından başka. Yalnız
sol kulağının boşluğunda ince kum tanecikleri,
deniz kabuklarında görülen. Demek ki sık sık
deniz kıyısında yürümüş tek başına, aşkın acısı
ve rüzgarın uğultusuyla. Uyluklarındaki ateş
parçalarına gelince, bunlardan anlaşılıyor ki
epeyce önünde gitmiş zamanın bir kadını
kollarına aldığında. Bu yıl erken meyve verecek
ağaçlar.


Çeviri: Cevat ÇAPAN

(*) Yunanistan


&&&


GÜLSELİ İNAL

Gülseli İnal 1947 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirmiş bir şairimiz. Kadın şair kavramıyla meşgul olanlar için tam ve yüz akı bir şairimiz. Öyle sessiz ve derinden, bir o kadar da alçakgönüllü yıllardır kozasını örer durur. Sıklıkla kitapları çıkar ama, ne bir tanıtımı vardır, ne de çevresinde bir gürültü kopar. Akademik ve soğuk bir görüntünün şairidir. Zor olanı seçtiği için seveni az, fanatiği çok diyebileceğimiz bir şairdir. Şiirleri derin sularda kulaç atmayı sevmeyenler için sıkıcıdır, tat vermeyebilir. O denli yeni imgeler ve şiire öylesi ayrıksı bir bakış kazandırmıştır ki değerini bilmek için zamanın soyluluğuna baş vurmak gerekir. Uzay, mitik dünyalar, erojen bölgeler, içselleştirilmiş ruhani dizeler, çarpıcı, anlakta akıp giden metaforlarla süslü şiiri, birikim ve özel bir ilgiyi gereksinir. Bayağılığa, sıradan olanın esnekliğiyle, alışılmış olanın kitlelere yönelik erinç veren albenisine yüz vermeyen şair, zorluklarla dolu patikaları ve uçurum kıyılarını sever. Zaman içinde, şiirimize katkısı çok iyi anlaşılabilecek olan şairimizin, şiirin günlük derebeylerinden şiirsel anlamda, estetik ve çok daha güçlü bir yapısının olduğu görülebilecektir.

BENSE UZATMIŞTIM SAÇLARIMI KOYU BİR IRMAK İÇİN

İnce sızılar duyarım günle gecenin birleştiği yerde
yavaş yavaş solan bir çiçeğin solgun ışığı yansımıştır yüzüme
oysa gün parlak gökyüzü kızıldır henüz
yalnızlıklardan sıyrılıp bir iki yıldız
yıldızlardan aldığım bir gülüştür benimki
takındığım dudağımın ucundaki
derin bir dağ kovuğunda otururum
sonra bir kartalla senlibenli
birazdan gün solacak sessizlik
takınacak kendi sessizliğini
istek başlayacak denizden
bir martının mavi sayrıl uçuşundan
bir iki beyaz martı geçecek
şölen mi başlayacak ne
kırmızıyla yeşilin tutuştuğu yerde
altın sağraktan akan suyun sessiz görünüşü gibi

yeter diyor morluk
sır verdim dağlara ben
sır verdiklerim içinde
takındığım gülüşüm de var.
Nedir bu beni saran sonsuz kıyılar
uğuldayan ormanlar denizin durmadan yükseldiği kumsal
dalgaların bölündüğü kıyı
arayışlarla başlayan gece küskün biten sabah
nedir nedir beni saran hüzün
gökyüzünden topraktan ve sudan
hiç durmadan fışkıran akşam
bense
uzatmıştım saçlarımı
koyu bir ırmak için
bense
önümdeki yeşil başlı ağaçların eğildiği
yüzümü yıkadığım o eski sunak
önümden akıp geçen bir kara yelkenli
saçlarım ise günışığından arta kalan
bir yele gibi önüne katmış da ışığı
güpegündüz bir gülün boyatışını
bekleyebilirim sonsuza dek
bekleyebilirim yeni doğan bir sabah sevisini
kollarımdan geçen ırmak
başımı yasladığım yeşil ay
kurallarım var hiç bir doğaya uymayan
şaşırmalarımda hiç durmadan gökyüzüne bir gül boyatar.


&&&


GABRIELA MISTRAL


Gabriela Mistral, (Lucila de Maria del Perpetuo Socorro Godoy Alcayaga) 7 nisan 1889'da Şili'de doğar. Gabriela Mistral, yaşamı boyunca öğretmenlik yapar. Latin Amerika'nın 'tanrısal Gabriela'sı, Gabriela Mistral büyük tutkuların şairidir. 'Oğul Şiiri' şiirleri içersinde en önemlisi olarak kabul edilir. Sevdiği adamın ölümüyle, çocuğunu doğurmak olanağı yok olmuş kadının yaktığı ağıttır bu şiir. 'Oğul Şiiri'nin yer aldığı kitap 'Umutsuzluk' için Mistral şöyle demiştir: 'Bu acı kitabı dilerim tanrım affeder.' Şilili büyük ozan Pablo Neruda anılarında şöyle sözediyor Gabriela Mistral'den: '... Tarlanın sarı ve titreyen bir halı olduğu bu Eylül ayında çiçekleniyor kolzalar. Burada, sahilde gürlüyor güney rüzgarı dört gündür fevkalede bir kızgınlıkla. Gece rüzgarın bütün devinimleriyle dolu. Aynı anda okyanus hem yeşil bir pencere gibi açık ve hem de koskocaman beyazlık gibi. Gel, Gabriela, kolza-tarlalarının sevgili kızı, bu taşlardan, bu kocaman rüzgarlardan gel. Sevinçle karşılıyoruz ve selamlıyoruz seni. Kimse unutmayacak senin şarkılarını ve senin yabansı alıç-dikenini, Şili'nin karını. Şililisin sen. Halka değginsin sen! ...' 1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Gabriela Mistral, bütün dünya tarafından tanınan ve sevilen bir şair olarak, 1957 yılında, bir konferans için bulunduğu Long Island'da (ABD'de) ölür. Evet, Şililidir Gabriela Mistral, ama o dünyalıdır. Çünkü, dünya halklarına, dünyanın bütün analarına, bütün insanlarına söylemiştir türkülerini...

PARMAĞINI YİTİREN KÜÇÜK KIZ

Bir midye kapıverdi serçe parmağını,
midye kumlara düştü,
deniz kumları yuttu,
balina avcısı tuttu onu denizde,
balina avcısı Cebelitarık'a geldi,
Cebelitarık'ta türkü çığırdı balıkçılar,
"Duyduk duymadık demeyin, denizden
parmağını çıkardık küçük bir kızın,
sahibi kimse gelsin alsın!"

Bir tekne verin bana, gidip alayım,
tekneye bir kaptan verin,
kaptana aylık verin,
kentten toplayın kaptanın aylığını;
kuleleri, alanları, tekneleri var Marsilya'nın,
bütün dünyanın en güzel kenti
güzel olur mu hiç parmaksız bir kızla,
parmağını denize kaptırmış bir kızla,
balina avcıları susmak bilmiyor,
bekleşip duruyorlar Cebelitarık'ta.


&&&


ERCÜMENT UÇARI

 İstanbul'da doğdu. (1928-1996) İst. Ü. Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. İkinci yeni içinde yer alan şairlerimizden. 1996 yılının karlı bir gününde yitirmiştik onu. Kötülük çiçeklerinin çanı çalınca, Beykoz'un havarisi, ölüler ülkesine göçüp gitti.. Çocukluğunun geçtiği Beykoz'da Pan gibi kırları dolaşan, Bozcaada'da şaraplar içip ditramboslar çağıran bu zamansız peygamberin, herbiri birer kozmik haritayı andıran kemik rengi şiirleri, kaotizm yüklü, fantastik öğelerin ağır bastığı, matematik birer formülden bileşikti. Bir şiiri, bin şiir, bin şiiri bir şiir yapıcısı, kozmik şiir ustası ozanımız, tanrının bile görünmediği alanlarda kalem oynatmış, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz bir antikozmostan seslenmişti... Karşıdünyanın bu anlaşılmaz reaksiyonerlikteki ozanı, şiiri öylesine olağandışı buluyordu ki anlaşılmayı hiç bir zaman arzulamadı, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi, sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü, kendilerine cennetin çeyizlenmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir onlar. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Onun şiirini sevebilmek, kolaylıkla katlanılabilecek bir tutum değildir, çünkü anlak içi değildir. Ve ozan öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözüpektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!..


AZ

kor kayalarda az aşka dönük yunus balıkları
az bir jet uçağı az üçgen
uzakta kentin ışıkları bir baca koca bir vapur
ölüm yok mu az ilerde iki haydut
azı sevmek mum ışığında az bulut gökyüzü
bir deniz köpükleriyle ormanda bülbüller
soyunuk eller öpüşür yataklarda yan yana
az öğle güneşi yaban arısı sis dörtgeni


&&&


EZRA POUND

Idaho Eyaleti'nin Hailey kasabasında 1885'de doğdu, 1972'de Venedik'te öldü. Yaşamı tam bir sui generistir. II. Dünya Savaşı yıllarında faşizmden yana konuşmalarından dolayı 1943'te 'vatan haini' sayıldı; savaş sonunda tutuklanıp önce Pisa'da bir kampta altı ay gözetimde tutuldu; ardından yargılanmak üzere Washington'a götürüldü, ancak us sayrısı olduğu ileri sürülerek Amerika'da Washington D.C.'deki Saint Elizabeth Hastanesi'ne yatırıldı (1945-1958); özel bir afla serbest kalınca, yine İtalya'ya giderek ölene dek Rapallo ve Venedik'te yaşadı. 1912'de Hilda Doolittle, Richard Aldington ve F.S Flint'le birlikte İmgecilik akımının, ardından Blast adlı dergide W. Lewis'le birlikte Vortisizm (sanatı makine ve modern sanayii ile ilgili kılmak) akımının öncüsü olmuştur.1949'da Bollingen Şiir Ödülü'nü almıştır. Batı sanat ve kültürünü her yanıyla inceleyen Pound, klasik İlkçağdan, Çin ve Japon şiirine dek ilgi göstermiş, bunlardan esinlenerek şiire yeni olanaklar ve enginlik kazandırmıştır. İngiliz ve Amerikan şiirini derinden etkileyen Pound "Ozanlar ozanı" olarak nitelendirilmişti. Bir burlesk sanatçısını evinde barındırdığı için işinden olmaktan tutunda, W.B Yeats'in yazmanı olmaya kadar her şey var yaşamında... Evlendiği bayanın adı ise Dorothy Shakespeare, Pound için 'Kaosun Ozanı' demek endoğrusu. Kantolar'ı onu anlamak için en iyi örnekseme kabul edebiliriz.


OYUNCU KADIN

Karanlık gözlü,
Ey düşlerimin kadını,
Fildişi sandallı,
Benzerin yok dans edenler içinde,
Yok ayakları senin gibi kanatlı.

Seni çadırlarda bulamadım,
Kırılan karanlıkta.
Seni kuyu başında bulamadım,
Testili kadınlar arasında.

Ağaçtan filizlenen dal gibi genç kolların;
Yüzün bir aydınlık akarsu.

Badem gibi ak omuzların,
Soyulmuş körpe bademler gibi.
Bakır kafeslerin ardında
Harem ağalarıyla korumuyorlar seni.

Yaldızlı maviler, gümüşler dinlendiğin yerde.
Sırtında sırma telle işlenmiş koyu giysiler,
Ey Nathat-İkanaye, "Irmaktaki Ağaç".

Otlarda akan su gibi üzerimde ellerin,
Parmakların donmuş bir dere.

Ak çakıl taşları bakıcı kızların,
Duyulur çevrende türküleri!

Benzerin yok oyuncular içinde,
Yok ayakları seninkiler kadar hızlı.

Çeviri; Cevat Çapan


&&&


FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

Yaşayan en büyük ozanımız diyebileceğimiz Dağlarca 1914 İstanbul doğumlu. Askeri görevi bittikten sonra çeşitli işlerde çalışmış ve Aksaray'da (İstanbul) Kitap kitabevini açmış, dört yıl Türkçe isimli aylık dergiyi yayınlamış. İlk şiiri 1933 yılında 'Yavaşlayan Ömür' adıyla İstanbul dergisinde çıkmış. "Bir yapıt hem içinde bulunduğu zamanı, hem de gidilecek yönü işaret etmelidir” sözü onun sanat anlayışını belirler. Aşırı üretken bağımsız, hiç bir akımdan etkilenmeyen şiiri hep kendi kozasını örer. Hemen her konuda şiir dili yaratabilen ozanımız, şiirde düşünceyi en derin, en özgün biçimde yansıtabiliyor. Yalın, yarı konuşur gibi dile gelen imgelerle, şiir olan ve olmayan arasında gidip gelen korkunç bir ejderha var şiirinin arkasında, o belkide yazdığı şiir ile şiirsizliğin sınırı arasında yarattığı dille olağanüstüyü yakalayabilen yeryüzündeki tek ozan belki de... Nobel gibi bir ödülü hak edebilecek dünya ozanlarından biri Dağlarca. Ne var ki alçak gönüllü dünyasında eviyle, Kadıköy'de arada bir çıktığı Vagon derler kıraathanede yaşamını sürdürüyor yıllardır. Şiirde sonsuz ve sınırsız olan düşünceyi doğallıkla dile getirebilen bunun saf örneklerini sunan ozanımız, bu toprağın şiirdeki burçlarından olmak sıfatıyla kabul görmüş, yeryüzünü aydınlatan şiir yıldızlarından biridir.


KARANLIK YAPI

Vurmus dağlara dağlara ışığı
Belli olmuş uzağı yitmişliğinden
Düşünür bizi
Gece aşağıda

Üstlerden büyür samanyolu
Bir sevgiye benzer
Başka bir sevgiye benzerken
Gece aşağıda

Bağışlar öldürmüşü
Çalanı yalan söyleyeni kaçanı
Topraga çiğ düşmeden
Gece aşağıda

Bir eski savaş alanında korkunç
Bir ayrılıkta upuzun
Neler soyunur neler
Gece aşağıda

Nice yorgun olursa olsun yercek
Yükünden yeşilinden
Uyutur böceği otu
Gece aşağıda


&&&


HANS MAGNUS ENZENSBERGER


1929'da Almanya'da Kaufbeuren'de doğdu, çocukluğu Nürnberg'te geçti. Alman dili ve felsefe eğitimi gördü. Yazarlığının yanısıra radyo yapımcılığı, editörlük ve dergicilik yaptı. 1960'larda, II. Dünya Savaşı sonrası Alman toplumunu hicveden şiirleriyle tanındı, sonra siyasal eleştiri yazılarına ağırlık verdi, siyasal denemelerinde, kapitalist toplumsal düzeni hedef alan keskin ve ince bir eleştiri vardır. Önemli eserleri: verteidigung der wölfe (şiir, 1957); landessprache (şiir, 1960); einzelheiten (deneme, 1962); politik und verbrechen (deneme, 1962); deutschland, deutschland unter anderem (deneme, 1967); das verhör von habana (oyun, 1970); Der Untergang des Titanic (şiir-şarkı, 1978, Türkçesi: titaniğin batışı); ach europa (deneme, 1987; Türkçesi: ah avrupa!). 1985'ten bu yana Die Andere Bibliothek adlı kitap serisinin editörlüğünü yapmaktadır. Yazar ayda bir yayınlanan TransAtlantik dergisinin kurucusudur, yazarın çalışmaları kırktan fazla dile çevrilmiştir, yazar Christian Enzensberger'in büyük kardeşidir.

Enzensberger, küreselleşme rüzgârı Avrupa'yı sarsmadan önce bir Doğu Almanya (Demokratik Almanya) yurttaşıydı. Bir gün Sultanahmet'te, Doğu Alman yurttaşına Enzensberger'i sorduğumda bir sessizlik olmuş ve şaşırtmıştı. Titanik'in Batışı adlı uzun tek bir şiirden oluşan yapıtı dramatik ve etkileyicidir. Son dizelerinden birisi sanırım şöyleydi; "Söylemesi güç, olanaksız, neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorum." Titanik'te insanlığın zaafları, bir boşunalıktan öteye gitmeyen tutkuları, hırsları, hınçları ve bizleri barıştan, kardeşçe yaşamaktan uzak tutan, güdüsel, genetik, vahşi duygulanımları, ironik ve içler acısı bir derinlikle dile getiriyor ve yaşamı yazgıların derinliğinden, ufuklardaki düşlerimize dek sorgulamamızı sağlıyordu.

HER ŞEYE TIPATIP UYAN VE HER ŞEYİ ÇOKTAN BİLENLERİN ŞARKISI

bir şey yapılması gerektiğini ve de hemen
çoktan biliyoruz
ama daha erken olduğunu bir şey yapmak için
ama artık geç olduğunu bir şey daha yapmak için
çoktan biliyoruz

ve işlerimizin yolunda olduğunu
ve bunun böyle süreceğini
ve bunun anlamı olmadığını
çoktan biliyoruz

ve suçlu olduğumuzu
ve suçlu oluşumuzda bir suçumuz olmadığını
ve elimizden bir şey gelmeyişinde suçlu olduğumuzu
ve bunun bize yettiğini
çoktan biliyoruz

ve belki de ağzımızı tutmanın daha iyi olacağını
ve ağzımızı tutmayacağımızı
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz

ve kimseye yardım edemiyeceğimizi
ve bize kimsenin yardım etmeyeceğini
çoktan biliyoruz

ve yetenekli olduğumuzu
ve hiç ve gene hiç arasında seçme yapabileceğimizi
ve bu sorunu temelden incelememiz gerektiğini
ve çaya iki tane şeker attığımızı
çoktan biliyoruz

ve baskıya karşı olduğumuzu
ve sigaraların pahalılaştığını
çoktan biliyoruz

ve her seferinde bir şeyin olacağını önceden kestirdiğimizi
ve her seferinde haklı çıkacağımızı
ve bundan bir şey çıkmayacağını
çoktan biliyoruz

ve her şeyin yalan olduğunu
çoktan biliyoruz

ve bir şeyi atlatmanın her şey değilde hiçbir şey olduğunu
çoktan biliyoruz

ve bizim bunu atlatacağımızı
çoktan biliyoruz

ve bütün bunların yeni olmadığını
ve yaşamanın güzel olduğunu
ve bunun her şey olduğunu
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz

ve bunu çoktan bildiğimizi
çoktan biliyoruz.

Çeviri: Sezer DURU


&&&


HASAN HÜSEYİN (KORKMAZGİL) 

(1927 Gürün - 26 Şubat 1984 Ankara) Adana Lisesi ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirmiştir. Göksun'da başladığı öğretmenlikten siyasi eylemde bulunduğu gerekçesiyle atıldı, tutuklandı, hüküm giydi. Daha sonra Gürün'de ve Sivas'ta arzuhalcilik, portre ressamlığı ve işçilik yaptı.1960'da İstanbul'a, sonra Ankara'ya yerleşti. Akis dergisinde çalıştı, bir süre de Forum dergisini yönetti. Kızılırmak kitabı nedeniyle hakkında 142. maddeden dava açıldı, yargılandı aklandı. Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Hasan Hüseyin'in ilk şiiri Dost dergisinde çıktı. Bu yıllarda mizahi öyküleri de yayımlandı. Kavel adlı kitabı ile 1964 Yeditepe Şiir Armağanı'nı, Filizkıran Fırtınası ile 1981 Toprak ve Nevzat Üstün şiir ödüllerini aldı.

Hasan Hüseyin şiiri, Nâzım Hikmet damarından sürgün veren en dikkate değer şiir olmuştur, değeri bilinmiyor gibi gözükmesine karşın, kitaplarının yayınlanma olanağı bulması, bu durumu sorun olmaktan çıkarmaktadır. Üretken bir ozanımızdır, Homersi yazının, Nâzım Hikmet ve Yaşar Kemal'le zincirlenen son halkasıdır. Üretkenliği onun şiirlerini bitmez tükenmez bir öylesinelik içine sürüklüyor gibi gözükse de dikkatli gözlerden kaçmayan bir birikimin, gelenekselleşen bir sürgünün ve coşkulu bir çağlayanın şiiridir onun ki. Değerli olmaya eğilimli, zemine değil zamana yönelmeye çabalamış bir şairimizdir. Bu sayfalarda onu unutmamak gerçek şiirseverleri de mutlu edecektir sanıyoruz.

AMENNA

Yaşayanlar bir gün ölür elbette
Ağaçlarla, balıklarla
Kuşlarla ben amenna


Ağlayanlar bir gün güler elbette
Uyanmakla, Anlamakla
Bilmekle ben amenna


Kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette
Direnmekle, kurtulmakla
Barışla ben amenna


Öyle bir yerdeyim ki
Ne karanfil, ne kurbağa
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım mavi yosun
Dalgalanır sularda
Bir yanım çocuk parkı çığlık çığlığa
Öyle bir yerdeyim ki
Anam gider allah allah
Dölüm düşmüş sokağa


Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe


&&&


BERTOLT BRECHT


Bertolt Brecht, (1898 Augsburg-1956 Berlin) Alman şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmenidir. Epik tiyatro görüşüyle geleneksel tiyatronun sunduğu illüzyonu kıran ve tiyatroyu sosyal ve ideolojik bir foruma dönüştürmüş sosyalist tiyatro devrimcisidir. Birinci Dünya Savaşında askere alınıp hastanede görev yaptı. Savaşın son yılında “Ölü Askerin Öyküsü” adlı bir şiir yazdı. Bu şiiri yıllar sonra, Naziler tarafından suçlanarak Alman yurttaşlğından atılmasına sebep olacaktı. Tiyatroya, seyircinin sahnedeki olayla kendisini özdeşleştirmesini sağlamak yerine, izleyiciye olayın dışında olduğu fark ettirilerek sahnede canlandırılanın üzerine düşünmesini sağlamakla tanımlanan, epik yöntemi getirmiştir. Bu etkiye, yabancılaştırma (Verfremdung) efekti adı verilir. Aristotelesçi tiyatrodaki dramatik canlandırma ile seyircinin sahnedeki kişiler ile özdeşleşmesi ve oyun sonunda yaşadığı arınma (katharsis) bu anlayışın eleştirdiği önemli noktalardan biridir. Brecht fırsat eşitliğinden, dünyanın değişmesinden ve adaletli bir düzenin kurulmasından yanaydı. Marxist dünya görüşü doğrultusunda böylesine bir dönüşümün gerçekleşeceğine inanıyordu. 1956 ilkbaharında hastalandı ve kısa bir süre sonra Berlin'de öldü. Şiirleri derin bir barış ve hümanizm duygusu barındırır, savaşa ve her tür şiddete, son derece yalın ama bir o kadar çarpıcı, ironik bir dille karşı çıktığı yapıtlarında, zor olanı gerçekleştirmiş, basitliğin bayağılığına düşüp; tekdüzeliğe kapılmadan, yalın anlatımın doruğuna ulaşmayı başarmış, duygu ve düşüncelerini bu yol ve yöntemle yansıtabilmiş bilge bir şairdir.


KARDEŞİM BİR PİLOTTU

kardeşim bir pilottu,
gün geldi emir aldı;
topladı çantasını,
uçtu güneye doğru.


bir fatihti benim kardeşim;
halkımıza toprak gerek!
ve hep hayalimizdir bizim,
ülkeleri fethetmek!


guadarrama dağlarında şimdi
kardeşimin fethettiği yer
uzunluğu bir seksen
derinliği bir elli!


&&&


ASAF HALET ÇELEBİ

“Asaf Halet Çelebi, (1907-1958) gününde her davranışı ile ilgi çeken şairlerden biriydi. Denebilir ki Orhan Veli'den daha çok ilgi ona idi.” Türk şiirinde farklı bir ses olan Asaf Halet Çelebi, mistik bir dünya görüşüne bağlı kalarak yazdığı egzotik şiirleriyle tanındı. Çağdaş Türk şiirinin oluşumunda, kurduğu 'soyut şiir' evreni ve yüzünü Doğu'ya dönüşü ile etkili oldu. Çelebi, 29 Aralık 1907'de İstanbul'da Cihangir'de doğdu. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü kitaplığında memurluk yaptı. Arslan Kaynardağ, bir yazısında Çelebi'yi, onunla dostluğunun başlangıcını şöyle anlatır: "Yıl 1944 idi. Beylerbeyinde oturuyordum. Hemen her vapura binişimde Asaf Halet Çelebi'yi görüyordum. Bir Türk'ten çok bir Hintli'ye benziyordu. Aşırı kibar tavırları ve Osmanlıca'nın abartılmış görgü deyimlerini kullanmasıyla, herkesten değişik bir kimse olduğunu belirtmeye çalışıyordu. 15 Ekim 1958'de şeker hastalığından İstanbul'da öldü. Beylerbeyi mezarlığına gömüldü.

Aile çevresinin de etkisiyle edebiyata küçük yaşta ilgi duyan ve Divan ve Fars Edebiyatı konularında yetkin olan Asaf Halet Çelebi, ilk gençlik yıllarında gazel ve rübailer yazdı. Türk Edebiyatına soyut anlatışı belirgin özellikleriyle getiren Asaf Hâlet Çelebi, özel bir merakla incelediği Hint ve İslam gizemciliğinin etkilerinde yazdığı şiirlerinde Doğu-Batı kültürü bileşimine yöneldi. Masalımsı, soyut, kapalı bir anlamla yüklü şiirler yazdı. Sezgisel yanların ağır bastığı şiirlerindeki söyleyiş, ritm ve ezgisellikle etkileyici bir şiir evreni oluşturdu. Şiirinin imgesel yanı, somut'tan soyut şiire gidilebileceği izlekleriyle donanmıştır. Çelebi, bu düşüncesini yer yer yazılarında da dile getirmiştir. Örtük olanın gizemliliği onun şiirinin düşünsel özünü oluşturur. Doğu-Batı arasında bir bileşime gitmesi, bir bakıma da 'yenilikçi' bir şiire dönük çaba örneği olarak nitelendirilebilir. Şiirin ses ve yapı özelliklerini bu anlamda değiştirmeye de yönelmiştir. Çelebi'nin Fransızca'dan yaptığı çeviriler de vardır. Şiire bakışını şu sözleriyle dile getirir, Çelebi: Şair hiçbir zaman aşktan ve kederden bahsetmediği halde bu kavramları somut sözcüklerle çok açık olarak anlatabilir.


MISRI KADÎM

acaba ot gibi yerden mi bittim
acaba denizlerde mi şaşırdım
ve zamanı nasıl unutmaktayım

zaman unutulunca mısrı kadîm yaşanabiliyor
kendimi unutunca seni yaşıyorum
yaşamak
bu ânı yaşamaktır

ammon râ' hotep
veya tafnit
kim olduğumu bilmek istemiyorum
yalnız etrafinda nefes almalıyım

dut bu â'ru ünnek pahper
kama pet kama tâ
mısır metinlerinde okuduğum cümleler
seninle okuduklarımsa büsbütün başka şeylerdi

seninle bir bahçedeyiz geliyor bana
orada hem var hem yok gibiyim
daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak
kama pet
kama tâ


&&&

JORGE LUİS BORGES

Jorge Luis Borges 24 Ağustos 1899 yılında Buenos Aires'te doğdu. Babasının annesi İngiliz olduğu ve evde iki lisan birden konuşulduğu için daha çocukken her iki lisanı da çok güzel konuşabiliyordu. Oğluna satranç tahtasında Zeno'nun paradoksunu öğreten Jorge Guillermo Borges avukat ve psikoloji öğretmeniydi. Evlerinde Borges'in belleğini sürekli olarak işgal edecek bir bahçe ve kütüphane vardı.

Babasının görme yetisinin azalması üzerine, âile tedavi için I. Dünya Savaşı’ndan önce (1914) Cenevre'ye taşındı. Burada kaldıkları süre boyunca Borges Calvin Koleji'ne devam ederek, Lâtince, Fransızca ve Almanca öğrendi. Sembolizm akımının örneklerinden Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé'in eserleriyle bu sırada tanıştı. Schopenhauer'a olan sevgisi ve Walt Whitman'ı keşfetmesi de Cenevrede'yken başladı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra âilesiyle birlikte İspanya'ya taşındı. Borges artık yazar olmaya karar vermişti, babasına 1870'lerde geçen bir roman yazmaya yardım ediyordu. Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine akıl hocası buldu: Endülüs'lü şair Rafael Cansinos-Asséns. Onun etkisiyle kendisini "ultraistler" grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan birşeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm, anarşi, Rus devrimi gibi bâzı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya'dan ayrılmadan önce imha etti.

1921’de âilesiyle Buenos Aires’e geri dönmesinden sonra, babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume'ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır.

Âilesinden gelen hastalık nedeniyle görme bozukluğu çeken Borges kütüphane müdürlüğü yaptığı bir sırada sonra görme yetisini tamamen kaybetti. "Beni aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı'nın muhteşem ironisi" diyerek bu gerçeği kabûllenmiştir. Zannedilenin aksine, Nobel ödülünü alamadan 86 yaşında, 14 Haziran 1986’da Cenevre’de karaciğer kanserinden hayatını kaybetti. Gerçekliğin aykırılıklarına açılan, düzyazı ile şiir arasındaki sınırları alt üst eden, masal, alegori ve ironi ile bütünleşen saf kurgu tarzında özgün bir biçem geliştiren Borges'in sunacağımız şiiri, ezen ya da ezilen, yenilen ya da yenen gözetilmeden, gerçek bir barış duygusuyla, saf bir humanizmin nasıl özümsenmesi ve gerçekte nasıl dile getirilmesi gerektiğine ilişkin derin bir duyarlık ve evrensel bir algıyla sergilenmiş görkemli bir örneğidir, o bilir ki karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir ve haklı olmak bile ölüm ve öldürüm için asla kabullenilir bir gerekçe sayılamaz. İnsanlık savaşı ruhundan ve kalbinden silmedikçe, hak ya da haksızlık, madalya ya da şehadet zihinlerimizi süslemeyi sürdürecektir.


JUAN LOPES İLE JOHN WARD

Garip bir zamanda yaşamak yazgılarıydı onların.
Ayrı ayrı ülkelere bölünmüştü gezegen,
her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların,
kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni
geleneklerin, hakların, haksızlıkların,
kendi efsanelerinin,
tunçtan atalarının, yıldönümlerinin,
halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan.
Savaş için elverişliydi bu gelişigüzel bölünme.
Kımıltısız nehrin kıyısındaki kentte doğmuştu
Lopez. Ward ise, sokaklarında Rahip Brown’ın
dolaştığı kentin varoşlarında öğrenmişti İspanyolcayı
Don Kişot’u okumak için.
Öbürü Conrad’ı sevdiğini söylerdi, adını
Viamonte Caddesinde bir sınıfta duyduğu.
Dost olabilirlerdi, oysa yalnız bir kez karşılaştılar
o çok iyi bilinen adalarda.
Her biri Kabil’di, her biri Habil.
Birlikte gömdüler ikisini de.
Şimdi kar ve kurtlar tanıyor onları.
Anlayamayacağınız bir zamanda geçti
Burada anlattığım öykü.

Çeviren: Cevat Çapan


&&&

EDİP CANSEVER

8 Ağustos 1928' de İstanbul' da doğdu. Kumkapı Ortaokulunda başladığı ortaöğrenimini, 1946' da İstanbul Erkek Lisesi' nde tamamladı. Girdiği Yüksek Ticaret Okulu'nu bitirmeden ayrıldı.1976' dan sonra ise yalnızca şiirle uğraştı. İlk şiiri 1 Mart 1944'te "İstanbul" dergisinde yayımlandı. Gençlik şiirlerini İkindi Üstü (1947) adlı bir kitapta topladı. O yıllarda sekiz sayı çıkarabildikleri "Nokta" dergisi (15 Ocak 1951 -15 Kasım 1951), şiirinin yeni bir evreye giriş dönemini karşılar. İlk kitabından yedi yıl sonra yayımladığı Dirlik Düzenlik' te (1954) kendisine özgü bir şiir evreni kurduğu görüldü. Sürekli yazan, yayımlayan bir şair olarak otuz yıla yakın bir süre ilgileri hep üstünde tuttu, şiirlerinin yanı sıra şiir üzerine yazdıkları, söyledikleriyle de tartışmalara neden oldu. 28 Mayıs 1986' da İstanbul'da öldü.

Şiirlerinde yalın gerçeğin, mistifike edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesini dile getirdi. Sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, "anlam ötesi" diye nitelenebilecek yapıtlar verdi. Şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varan bir yöntemi benimsiyordu. Öyküleme öremli, düzyazınsal betimlerden, monolog ve diyaloglardan yararlanıyordu. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, bir düşünce şairi olarak benimsendiği görülecektir. Cansever'in, şiirsel geçmişimizden yararlanması bir yana, çağının yerel ve evrensel yazar-şairlerinden de etkilendiği açıktır. Şiirlerinde, Eliot, Rimbaud, Kafka, Camus, Baudelaire, Rilke, Beckett ve hatta Asaf Halet Çelebi ile, çağdaşlarının, özellikle birlikte yola çıktığı II.Yenicilerin izleri vardır. Modern şiirin üstdüzey şairlerinden olması bir yana, evrensel şiir-yazına katkıda bulunduğu da açıklıkla söylenebilir.


KÜRK TAMİRCİSİ YORGO VE KÜÇÜK BİR OLAY


Tepebaşı'ndan Pera'ya girerken
Küçük bir alandan geçeceksiniz
Geçmeyin
Sağda ufak bir dükkan vardır, benimdir
Kapının üstünde KÜRK TAMİRCİSİ YORGO yazılıdır
İyi havalarda kapısı açıktır
İçersi biraz loştur
Loşolsun, ben severim, böylesi daha güzeldir
Ben, karım, bir de anjel
Biz üçümüz kürk kaplarız, kürk dikeriz
Anjel elimzide büyümüştür, iyi kızdır
Hemen hemen hiç konuşmayız - içersi biraz loştur -
Yoktur ki ne konuşsak yıllarca konuşmuşuz.

Ama baksak ki birbirimize arada
- Yorulunca işten bakarız da -
Sanki herkes yeni bir haber getirmiş gibidir
Öyledir öyledir
Yüzlerimiz ona göre kesilmiş
Ona göre biçilmiştir
Çünkü insan yalnızken katettiği yollardan
Ne zaman geri dönse yeni bir haber getirir
- Doğrusu kentlerden kentlere mektuplar da böyle sessiz gider -
Ve dışardan biri geçse gözlerimiz ona dikilir
Çok görmüşümdür iş hanlarındaki terziler
Kapıları açık terziler de böyledir
Biri merdivenleri çıkmayagörsün
O çıraklar kalfalar yok mu
Dişlerinde iğneler, iplikler
Başlarını kaldırıp
Hepsi birden göz kulak kesilirler.

Her neyse
Biz karı koca masada çalışırız
Anjel yerde çalışır
Nedense hoşlanır bundan, yerde çalışır
Biraz da açık saçık giyinir - söylerim, dinlemez -
Kürkleri bacaklarının arasına sıkıştırır
Kızarsa donunu filan gösterir - söylerim, dinlemez -
Yeni evlidir, kocası burada yoktur.

Ruhi Bey derler bir adam vardır
Ne bileyim işte, böyle bir adam vardır
Cin gibidir, nereden geldiği bilinmez
Dükkanın önünde durur
Tam şurada dikilir
Git dersin gitmez
Bu kez de Anjel'e dönerim
Anjel, derim, bak kızım Anjel
- Söylerim, dinlemez -
Yeni evlisin, kocan ne der
- Hiçbir şey demez

Yeğeni vardır bir de Anjel'in
Şu karşıki dükkanda çalışır
On altı yaşlarında, çocuk
Bir gün yakaladığı gibi Ruhi Beyi
Tuttuğu gibi yakasından
Gerisini sormayın daha iyi
- Çünkü ben böyle şeyleri pek sevmem -
Hep birden karakolluk olduk
Bu olaydan tanırım işte Ruhi Beyi.

Gene mi
Evet, geliyor
Seyrek de olsa geliyor
Bakıyor bakıyor bakıyor yalnız
Anjel desen öyle
Bacaklarını dikmiş oturur
Aldırdığı bile yok
Ruhi Bey de artık fazla kalmıyor.


&&&


THOMAS STEARNS ELİOT

Şair, eleştirmen ve oyun yazarı Thomas Stearns Eliot 26 Eylül 1888'de St. Louis'de (Missouri-ABD) doğdu, 4 Ocak 1965'te Londra'da (İngiltere) yaşamını yitirdi. Ailesi İngiltere'den göç etmişti. Felsefe, ruhbilim, Sanskritçe, Pali dilleri öğrenimi gördü. 1922'de Criterion adlı dergiyi kurdu.1948'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. T.S.Eliot, Ezra Pound'la birlikte Amerikan ve İngiliz şiirinde beğeni devrimi yaratmıştır. Geleneğe bağlı tutucu, geleneğin olanaklarından yararlanan ama yenilikçi, geleneği benimseyen ama hep değiştiren, doğa ve doğaötesi ile durmadan hesaplaşma içinde olan bir şiir geliştirmiştir. 1948 Nobel Ödülü gerekçesinde "her ne kadar çare olarak önerdiği inanç ve düzenle her şeyin yoluna gireceğine inanmak pek olanaklı değilse de Eliot'un şiiri gene de 'zamanımızın umutsuzluğuna en iyi tanıklık eden' şiirdir" diye yazılması, bütün aydın insanlar için bir uyarı sayılmalıdır. Eliot'un Amerika'dan İngiltere'ye göç eder etmez, başka bir uygarlık imgesi, canlı bir mit aradığı söylenir. Kalabalık içindeki insanın ölgünleşmesini ve karikatürsü bir erdişiliğin acı alaylara konu olmasını dile getirdi. Kendini yeterli sanan bütün akımlara karşı, Elizabeth döneminin ve 'metafizik' şairlerin dramatik lirizmini savundu. Çorak Ülke adlı yapıtında, kurguyu kullanarak ve ölçülü bir lirizmle içimizdeki donmuşluğu ve toplumsal kısırlığı, değerlerin insanı yeni bir hamleye götürebilecek çözülüşünü anlattı. Yeniden doğan totaliterliğe -faşizme- kendini kaptırınca, görüşlerinde de bir sertleşme oldu: bu İngiliz Katolikliği, bu kralcı, klasik ölçülerin savunucusu tekrar olumsuz coşkulara yöneldi. Kurtuluşu geçmişte ve geleneğe sıkı sıkı bağlanmakta aradı. Lirik bir trajedi olan Katedralde Cinayet'te, uzlaşmaya girmeyen, ödün vermeyen bir inanç uğruna çekilen acıyı övdü. Başka bir yapıtında burjuva bir aile ortamında ki inanç sorununu ele aldı... Eliot, sonuçta çağın ve insanlığın görünmeyen acılarını, umutsuzluğunu, sefih ya da şaşaalı diye nitelenebilecek hertür yaşamın bir çıkmaz ve sığmazlık gerçeğiyle evrensel bir karayazgıya dönüşecek oluşunu, içrek bir titrem, felsefi bir yansı, buğulu-buruk bir sezgi ve ikonal bir seslemle anlağa varan melodisini şiirleştirmiştir.



J. ALFRED PRUFROCK'UN AŞK ŞARKISI

S'io credesse che mia risposta fosse
a persone che mai tornasse al mondo,
questa fiamma staria senza píù scosse.
Ma per cio che giammai di questo fondo
Mon torno viva alcun, s'ioda il vero,
senza tema d'infamia ti rispondo.

Gidelim öyleyse, sen ve ben,
Akşam gökyüzüne baştanbaşa yayılınca
Bir masa üstünde eterlenmiş hasta gibi;
Gidelim, belirli yarı-terkedilmiş sokaklardan
Mırıltılı yalnızlıklarına
Bir gecelik ucuz otellerdeki tedirgin akşamların
Ve bıçkı tozu serpilmiş, istiridye kabuklu lokantaların:
Sokaklar ki sinsi amaçların yarattığı
Sıkıcı bir tartışma gibi arkadan gelir
Götürmek için ezici bir soruya sizi…
Ah, sorma 'o nedir?' diye
Gidelim haydi ziyarete.

Kadınlar odada gidip gelmede
Konuşaraktan Michelangelo üstüne.

Sarı sis ki sırtını vermededir pencere camlarına,
Sarı duman ki gemini sürmededir pencere camlarına
Gecenin dört bucağına diliyle yalanmış,
Lâğımlar içindeki gölcükler üstünde oyalanmış,
Boşvermiş bacalardan düşen kurumların üstüne düşmesine
Taraça yanından kaymış, ansızın bir sıçrayış yapmış
Ve yumuşak bir ekim akşamı olduğunu görüp
Bir zamanlar evin etrafına kıvrılmış, uykuya dalmıştı.

Ve gerçekten bir zamanı olacaktır
Sokak boyunca akıp giden o sarı dumanın
Pencere camlarına sırtını sürerekten;
Bir zamanı olacaktır, bir zamanı
Karşılaştığın yüzleri karşılayacak bir yüz hatırlasın;
Bir zamanı öldürmek ve yaratmak için,
Bir zamanı tüm işlerine ve günlerine ellerin
O eller ki bir sorun uzatıyor önündeki tabağa;
Bir zamanı senin, bir zamanı benim
Bir zamanı yüz türlü düş ile düşüncenin
Kızarmış bir dilim ekmek gibi, bir çay almadan önce.

Kadınlar odada gidip gelmede
Konuşaraktan Michelangelo üstüne.

Ve gerçekten bir zamanı olacaktır
Meraklanmanın, 'Yeltenir miyim?', 'Yeltenir miyim hiç?'
Bir zamanı dönmenin, merdivenleri inmenin,
Saçlarımın ortasında kel bir nokta ile-
(Diyecekler ki: 'Saçları nasıl da incelmede!')
Sabahlık ceketim, yakam çeneme uzanmış direngen
Kıravatım zengin ve sade, gelişigüzel bir iğnenin tuttuğu-
(Diyecekler ki: 'Kolları ve bacakları ne kadar cılız!')
Yeltenir miyim
Altüst etmeye evreni?
Bir dakikanın terslediği
Kararlar ve yeniden gözden geçirmeler için
O dakikada bir zaman var.

Çünkü bilmişimdir onları, bilmişimdir hepsini-
Bilmişimdir akşamları, sabahları, öğleden sonraları.
Ölçmüşümdür hayatımı kahve kaşıklarıyla:
Bilirim ölümcül düşüşlerle ölen sesleri
Öteki odadaki müziğin etkisiyle
Öyleyse nasıl farzetmeliyim?

Gözleri de bilmişimdir, bilmişimdir hepsini-
Gözler ki biçimsel bir deyim içine mıhlarlar sizi,
Biçimleştirilip mıhlanırsam ben de bir toplu iğne ucunda,
İğnelenirsem ve solucan gibi kıvrılırsam duvarda
O zaman nasıl başlayabilirim
Tükürmeye kırıntılarını günlerimin ve yönlerimin?
Ve nasıl farzedebilirim?

Kolları da bilmişimdir, bilmişimdir hepsini-
Kollar ki bilezikli, ak ve çıplak
(Ama lâmba ışığı altında, açık kahverengi saçlarla örtülü!)
Lâvanta mı dersin bir tuvaletten
Beni bu kadar konu-dışı söyleten
Kollar ki masaya yaslanan, üstüne şal örtünen.
Öyleyse nasıl girişmeliyim?
Nasıl başlamalıyım?

* * *

Diyeyim mi ki alaca karanlıkta dar yollardan geçtim de
Pipolarından yükselen dumanı seyrettim
Gömlekli yalnız insanların pencerelerden sarkan?..
Âdi bir istakoz kıskaçı olmalıydım
Durgun denizlerin katlarına sığınan.

* * *

Öğle sonu, akşam, öyle rahat uyuklamaktadır!
Uzun parmaklarla okşanmış, pürüzsüz
Uykuda… yorgun… ya da yapmacıksız hasta,
Uzanmış döşemeye yanıbaşımızda sayıklamaktadır.
Çaydan pastadan, dondurmadan sonra asıl
Zamanı kriz noktasına zorlıyacak takati bulursam nasıl?
Ağladımsa, oruç tuttumsa, ağlayıp dua ettimse de
Gördümse de kafamın (hafifçe kelleşen) bir ceviz tepside taşındığını içeri:
Peygamber değilim ben -bunda büyük bir dâva da yoktur
Gördüm büyüklük anımın yanıp söndüğünü esnediğini
Gördüm öncesiz uşağın paltomu tuttuğunu kişnediğini
Ve kısacası korkmuştum.

Bir değeri olacak mıydı, her şeye karşın
Fincanlar, reçeller, çaylar sonunda,
Porselenler arasında, söyleyişler arasında,
Bir değeri olacak mıydı
Bir gülüşle meseleyi ısırıp koparmanın
Dünyayı bir top gibi sıkıştırmanın
Onu ağır meselelere yuvarlamanın:
"Ben Lazarus'um, ölümden döndüm
Gördüklerimi anlatmaya, her şeyi anlatacağım" demenin
Bir değeri olacak mıydı
Eğer biri, başucuna bir yastık uzatıp
Demiş olsaydı; "Amacım o değildir aslâ.
Amacım o değildir aslâ."

Bir değeri olacak mıydı, her şeye karşın,
Bir değeri olacak mıydı,
Günbatımından, kapı önlerinden, dağınık sokaklardan sonra,
Okunan romanlardan, sürünen eteklerden, fincan ve tabaklardan sonra-
Bu ve daha ne kadar fazlası?-
İstediklerimi söyliyebilmek imkânsız
Ama sihirli bir fener sinirleri perdeye yansıtıyor apansız:
Bir değeri olacak mıydı
Eğer biri, bir yastık uzatarak ya da bir şal atarak
Ve pencereye doğru bakarak, demiş olsaydı:
"Hayır o değildir aslâ,
Amacım o değildir aslâ."

Yooo! Prens Hamlet değilim ben, olmak da istemem;
Ben bir saray mabeyincisiyim, öyle ki görevim,
Bir olayı şişirmek, birkaç sahne yaratmak
Kuşkusuz prense kolay bir yol bulup anlatmak,
Saygılı, basiretli, titiz,
Belâgatlı, ama birazcık kalın kafalı;
Bazan, gerçekten gülünç
Bazan, basbayağı zırdeli.

Yaşlanıyorum… Yaşlanıyorum…
Pantolonu paçalarını katlanmış giyeceğim, sanıyorum.

Saçlarımı arkadan mı tarayıp açacağım? Yiyebilir miyim şeftaliyi?
Beyaz fanilâ pantolon giyip dolaşacağım sahili iyi
Denizkızları şarkılarla döküyorlar içlerindeki sevgiyi.

Bana da şarkılar söyliyeceklerini ummasam da

Dalgaların sırtında dolaştıklarını gördüm ummanda
Dalgaların ak saçlarını tarayaraktan
Rüzgârla suların ağarıp karardığı an

Oyalandık sarayında denizin
Kendimizi yosun duvaklı su perileri dünyasında bulduk
Uyandırıncaya dek insan sesleri bizi, ve boğulduk.

Çeviri: Osman Türkay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder