2 Ağustos 2017 Çarşamba

ULUS FATİH / TOPLU ÖYKÜLER

LORTOP


1

 O bizim köpeğimizdi...
Siyahtı. Düşük kulaklı, düşük kuyruklu, küçükçe bir köpekti. Kısacıktı tüyleri. Onun bacaklarının atılışı, ekmeğini yutuşu, gözlerinin bakışını canlı yapan, devindiren şey neydi acaba?.. Avludan çıkarken bir gölgenin kendisini izlediği, sonsuza dek ona öykündüğü, küçük, siyah bir gerilim miydi? Garip, süslü bir demirden miydi, elektrikten miydi? Nar ağaçlarının dibinde bekler, çiçeklere konan kelebeklerle dalaşır, böceklerle, arılarla itişir ve birden kulaklarını dikerdi. İşiteceği ses neydi? Neydi beklediği? Duyabilecek miydi, yalnızca kendisine iletilecek, o harflerine, notalarına indirgenmiş o keskin, özel uğultuyu... Sıklıkla, yemeğini ben verirdim ona, sulandırılmış, ay gibi incelmiş, bembeyaz salıncaklı, katlım büklüm bir yufka... Yemeğimizi paylaştığımızda olurdu. Çoğun önümde, kimi zaman ardımda kalan, her yeri, her şeyi kolaçan eden, inceleyen bakışlarında, yaşamdaki ilk ve son noktanın gezindiği, bir kendinden yaratık. Bir ışığın canlanıp, cisimleşmiş hali, bir tinin ete kemiğe bürünmüş kıvıltısı. Ben durduğumda oda durur, ben yürüdüğümde oda yürür, yabancıların olduğu avluya dalacak olsa, kırmızı entarili yaşlı kadınlar, eteklerindeki bütün taşları dökerler ve tahta tırabzanlara, eşiklere doğru kaçışırlardı, onu selamlamak için. Tanrı, metal, ışık, et, sinir ve boşlukta uçuşan neşe dolu bir cisimcikti o...

2
 Ay yükseliyor. İçimdeki şiddet geni hızını artırıyor. Derelerin orda ateş böcekleri, ağaç gövdelerinde, çalı çırpıların uzun çubuklarında parlıyor. Gecenin sessizliğinde, derin, hiç bitmeyen çığlıklar, sonsuz, ürpertici melodiler, çıldırtılar... Çalhanlar'ın evinin önünde bağlı at, ahırına sokulmayı unutulmuş, karanlıkta gözü parlıyor ve yüklü, gürültülü soluklarla, garip bir sessizlikte, hafif yelde titreşen kavağın yapraklarına, suyun içinde gezinen aya, önünden sürünerek geçen bir şeye bakıyor ve uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kule gibi bekleşen gözleriyle, kardeşlerini arıyor. Hacıumarlar'ın meyve bahçelerine dadanan hırsızlar, koyunlarına bir tek elma, yahut şeftali bile koymadan, yalnızca yemekteler. Ağızlarının şapırtısı gecede bir koroya dönüşmüş.

3
 Batal yolunda iğdelerin altından geçerken, Lortop birden fırlayarak, keçi yolunda gözden yitiyor. Neden sonra tüylü ayvaların sarardığı, örenlerin iki yanında daralmış, bozuk yola girdiğimizde, gene birden önüme atlayıp, eşlik ediyor bana... Dili bir karış aşağıda, toz karnındaki tüylere doluşarak, rengini değiştirmiş, az önce kovaladığı şeyin kendini çok şaşırttığını kavramışçasına bana bakıyor. Söylemek ister gibi. Kendisinden daha hızlı bir tavşan mıydı o ya da çalı dibinden yükselen bir karatavuk... Bir kaplumbağa, şurada yukarda, bağların arasında, altıgen pullarla süslü kambur evciğinden uzattığı başıyla, dünyaya merhaba diyor. Uzaktan bir köylü geliyor. Kırmızı peştamalı, çiçekli şalvarı, kavruk yüzüyle yanımızdan geçerken, bir salkım üzüm uzatıyor. Issızlığın bereket tanrıçası. Bakışlarında bir ovaya boyun eğmişliğin kederi ve gülüşünde yalnızlığın acısı var. Nasırlı ellerinde, tanrı sunusu çatlaklar, alnındaki oyuk çizgiler, onu düşlenemeyecek denli yaşlı yapıyorsa da, sol yanağında, çene kemiğine yakın siyah benekçik, geçmişi ve geleceği yok etmiş ve zamanı hiçleyen, büyülü bir adacık gibi yalımlanıp, parıldayıp duruyor nedense... Hiç bir yazgı kötü niyetle tasarlanmış olamaz. Kadın uzaklaşırken ot ve sümbül kokusu yayılıyor havaya...

4
 Badem ağaçları, pembe yıldız parçacıklarıyla doluşmuş, çocukların ormanı papatyalar, arı mırıltılarının sevisine kapılmış, esintide eğilip, doğruluyorlar. Gökte güneş, papatyalarla kardeş. Uzakta ırmağın içinde, yayın balığıyla, sazanların kıvıltısı gölgeleri dolanıyor. Söğüt dalları, Aynur'un saçları gibi ıslak, yere kadar örgülü... Lortop sudan çıkıyor ve silkindiğinde, tozumsu parçacıklar, güneşin ışıltısında minicik, gizil bir gök kuşağına yol açıyor. İkindiye doğru güneş bir göze benziyor. Ufarak, yuvarlak bir nokta ve uzakta evler, bacalar, ovada ağaçlar, sarımtırak, altınsı bir dünyanın içine düşerek, yanıp sönüyorlar. Lortop, otların arasında gölgesini kovalıyor.

5
 Akşam alacasında, batıda, ilk yıldız göründü. Garip. Sonra doğu yakasında bir yıldız ve az sonra tepemizde soluk, sayısız yıldız kümeleri belirdi. Koyunlar birbirine sokularak, hareketsiz duruyorlar. Lortop onları ürkütünce, sağa sola atılıp, kaçışıyorlar ve sonra bakışıyorlar bilisizce... Yerlere kadar eğilmiş, yıldız salkımlarına basarak ilerliyoruz. Koyunlar yollarını bilemese... Ezik çiçeklerin buruk kokusu göklere yükseliyor, yıldızlarda yerlerde dolaşıyor nedense... Bir an Eros görünüyor ufukta, yürüyor doruklardan ve yeryüzüne, yüreğinden oklarını fırlatıyor. Meşhur'un sesi, derelerden bağlara dek yankılanıyor. Ay, Beşparmak dağlarından çıkmak üzere, tanrısal bir ece, yay gibi gerilip, altınsı bir aydınlık veriyor ve kocaman, dişil bir tanrı, sanki süt dolu, gümrah memesini uzatıyor yeryüzüne... Bir faros ovayı aydınlatıyor ve dereleri ışıklara boğarak gökyüzünden akıyor. Bir gölge, örenlerin arasında eğilip, doğruluyor, bükülüp, gizleniyor. Karanlık gecede bir yıldız kayıyor. Kıpırdanıyor, akıyor madde... Kutsal bir bilinmezliğin içinde... Ama ateş saçıcı, çıldırtan sesleriyle, böceklere kulak verince aldandığımı anlıyorum, kutsal olan ne varsa ortada işte ve Lortop'la göz göze geliyorum, karanlığın içinde...

6
 Karagözlerin arasındayım. Kuş dilleri, tilki kuyruğu çamları, daracık yolda sıralanan akçakavaklar. Pıtraklar, şeytan çanakları. Sayısız çocuk çığlıkları, su gelini su ister şarkıları. İkindiye doğru okul çıkışı. Lortop'un kayaların üzerinde, dibek başındaki avlunun girişinde, üstüme başıma çullanışı... Dut ağacından kanatlarını açarak çığlıklarla inen tavuk. Saçakta ötüşen kumrular, yuva yapmışlar... İki çer çöp, sevdiğini öp. Kurtların kemirdiği kocaman yaprakların üzerinde, geçen yıl ki serçe pisliği...

7
 Lortop'la merdivenlerde oturmuş, bir şeyler okuyoruz. Arada bir bana bakıyor. Bremen Mızıkacıları'nın köpeği sanki. Düşüncelerini anlamak için Deloslu dalgıç gerek. ''Dünya üç beş bilgisizin elinde / Onlarca her bilgi kendilerinde / Üzülme eşek eşeği beğenir / Hayır var sana kötü demelerinde'' diyor belki de ve yalınlaştırıyordur olan biteni, yağmur çiselemeye başlayınca içeri kaçıyoruz. Altın arabasıyla Poseidon göklerden mi geçiyor? cehennem kayıkçısı Kharon'da yanında... Çünkü yağmur birden azıyor. Avludan kıvrılıp aşağıya, oradan, Kerimler'e doğru, delice bir selinti akıyor. Çar çaput, çırpı çubuk, kara sinek, atlı karınca, kızıl arı, kuş ölüsü, tavuk tüyü, horoz ibiği bulanık suda akıp gidiyor. Lortop, bulutların yeryüzüne inen bu hışmına şaşırıyor, düşünceli, küçük küçük havlıyor, bir süit çalıyor sanki...

8
 Afyon fideleri tarlalarda yeşermeye başladı. Kırağılar her sabah onları beyaza boyuyor. Güneş çakınca karşı dağlardan, afyon tarlaları parıldamaya başlıyor. Öyle ki, minik, minicik parıltılar, yalımlar gözleri alıyor. Tepedeki evlerin, toprak damların üzerinde, yurgu taşlarına oturup, ovalara gözünü dikmiş, suskunlar var. Hasıllar yeşermiş, afyon tarlaları benek benek, dalların tomurcuklandığı, ağaçların kabarıp, dal budak salarak gürleştiği ve bir şeylerin katmerlenip, goncalaşarak, anileyin patlayıp, ortalara saçılacağı besbelli... Bugünden yarına, ova gürbüzleşir, bir renk çılgınlığının içine düşebilir. Islaklık değip, el attığı her şeyi yeşile doyuruyor. Yeşil yaşamın rengi, tanrının imgesi değil de ne?.. Yeşilin olmadığı yer, yaşamın olmadığı yer. Buzağının sesi, bütün kış çıkmadığı ahırdan, öyle bir geliyor ki, sanki garip bir iniltiyle baharı müjdeliyor; Beni bırakın, beni salın tanrı aşkına!...

9
 Che Guevara'nın adını ilk kez Topal Halit'den duymuştum. Ayanlar avlu içinde 66 yıl, ölüme bir umar bulunur düşleriyle yaşadı. 1960'lı yılların tüm okunaklarını izlerdi. Her gence, her delikanlıya, sosyalizmden, Stalin'den, Mao Çe Tung'dan söz ederdi. İnsan bir ideye bağlanıp, dünyevi masumiyetini onunla özdeşleştirip, yaşamını tüketebiliyor. Oysa düşünceler yayılsın diyedir, kapısından çıkamayan zincire vurulsun diye değil, tutsağı olsun diye değil. Çünkü düşünce hapsedildiğinde, içerde, kişinin içinde kaldığında, bir enerji gibi sıkışıyor ve sonunda onun patlamasına, bir şiddete dönüşerek darmadağın olmasına yol açabiliyor. Senin elindeki ekmeği alırsam, ekmeksiz kalırsın, içindeki düşünceyi alırsam, paylaşmış oluruz. Sonsuz güzellik ve sonsuz kardeşlik, hiç bir erkin olmadığı, düşüncenin bahar çiçekleri gibi yayıldığı, çayır, çimene dönüştüğü bir dünyada olanaklı. Topal Halit yaşarken ölüme çare bulamadı insanlık. O yaşamı biliyor, eni boyu algılayabiliyordu, uygulayımda bir takım yeknesaklıkların varlığına inanıyordu öznel dünyasında ve hep bir özleyişin peşinde sürdürdü yaşamını, bir merak onu diri tutuyordu, kendisiyle birlikte, bir dünya, bir kütüphane ve kapsamlı, özümsenmiş bir düşünceler alegorisi yitip gitti. Evrenin işleyişi belki de yavaşçadır, dünyamız bir tür yinelemedir belki de, çünkü her ölü yitirilmiş bir tansıktır, Chenier gibi içindekilerin son derece gerekli, belki de bir kurtuluşun manifesti olmadıklarını nasıl bilebiliriz... Geriye doğru koşarak, hızlanacağımız günü bekliyoruz biz ve ölülerimizin sönmüş külleri üzerinde yükseliyoruz ne yazık ki... Onun biricik özlemi, ölümsüzlük arayışıydı, belki bir tür Lucretius, bir tür Homerosluktur yaptığı... Sonuçta Denizli'nin, Çal ilçesi, İsabey kasabasının, Ayanlar avlusundaki evinde, tavan arasındaki odada, bir sabah ölü bulundu. Gılgamış gibi ölerek, ölümsüzlüğe kavuştu. Dünya onu bilemedi, ama ben üzülüyorum, ömrünü düşünmeye adamış birinin düşünceleri, kendisiyle birlikte yok olup gitti... Bu tanrının müsrifliğidir. İnsanoğlunun talihsizliği diyemeyeceğim, o konuşurken Lortop bile dinlerdi.

10
 Lortop, canım arkadaşım, papatyaların arasında, burnuna doğru hamle yapan arılardan kaçıyor. Gülüyorum. Bir ara kuyruğunu sallayıp, kulaklarını oynatarak öyle bir koştu ki, bir düşünce aldı beni, belki de 33.333 arıdan bileşik bir yaratık, tek bir arıcıktan, nasıl böyle kaçabilir. Bağların arasına gizlendi sonra, yaprakların arasında bir görünüp, bir yitiyor, bir esinti yaprakları kımıldatıyor, güneş tepede uyuşturan bir sesle ötüyor, armutlar olgunlaşmış gibi kendiliğinden düşüyor, yer sarsılıyor, kuşlar gelip geçiyor, bulut yer değiştiriyor ve zaman birbiriyle karışıyor. Şu taraftan sesler geliyor, bir şey çıtırdıyor, hareketsiz bir şey yok, her şey hareket ediyor, İçten içe, dıştan dışa, her şey... Hareket tanrı, büyük sonsuzluk evren, küçük sonsuzluk mikron!.. Patlangaçların, cadı fındıklarının yanından, çay yoluna, söğütlerin, iğdelerin yanına gidiyoruz, Uzaklardan, uzun uzun bağırışlar geliyor, Yaşamak öyle güzel ki, tanrılardan bir tanrı, yıldızlardan bir yıldız, cennetlerden bir cennet bu dünya... Su akıyor, o söğütlerin altına oturmuş, borazan yapıyor bana, az sonra ötüşecek oyuncak ve eve kadar birlikte gideceğim onunla... Yıllar çok çabuk geçiyor... Onu aradım, neredesin baba dedim, akıp giden çaylar, sürüklenen dallar ve kayan yıldızlardan başka bir şey göremedim...

11
 Ovanın ortasında bir beygir ölüsü duruyor. Saksağanlar başında dolanıyor. Başının derisi sıyrılmış ve dökülmüş, bir ejderha ürküntüsü veriyor, bembeyaz dişleri sırıtmış, gökyüzüne bakıyor. Yaşamla uyumlu, dolanıp duran Lortop'la ben, onun bu çılgınca, us dışı görüntüsüne bir anlam veremiyoruz. Yaşarken gönlünce otları tüketen, göletlerden su içen, hiç bir yakınmaya kapılmadan, coşkuyla kişneyerek, yıllarını geçiren bu hayvan, şimdi neden dişlerini sıkmış, bir karanlığın içine, şaşırmış, fırlak gözleriyle, apak neden bakıyor. Yaşamı çok seviyordu da, ondan ayrılmanın hıncıyla mı bakıyor?.. Bir canlı olarak yaşamak... Yaşadığının bilincinde olmak, amorf ya da darmadağın olmak değil, ölümle yaşıyor olmak da değil... Lortop'da olan bitenin ayrımında mıdır acaba?.. Belki tatlı, gamsız, zamanın akışına aldırmadan yaşayacak ama, ölünce belki oda, kızgınlığını saklayamayacak, dişlerini sıkarak, kindarca karanlığa bakacak... Kim bilir... Yaşam bir tür sarhoşluk... Bu sarhoşluğa aldırmadan, çiçeklerin, arabaların, tarlalara savrulmuş insanların, bağırıp çağıranların, en az bizim kadar aceleci böceklerin, ağaçların, dağların, bulutların arasından süzülerek köyümüze dönüyoruz...

12
 Lortop'la köy içlerinde dolaşırken o çok yaşlı Sybil'imiz Eşe'yle karşılaştık. Onun ağzından çıkan sözleri dinledik uzun süre, eskisi gibi evden çıkamadığını, kaç zamandır ovaya inemediğini, eski özlemlerini, ağaçları, çiçekleri, böcekleri anlattı durdu bildiğince, kaç yıllardır onlardan uzak yorgun gözleri parlıyordu, ağaç, çiçek, böcek dedikçe... Sonra kocaman, çanak gibi boşluğa döndü ve gözleriyle uzun uzun, dingin ovayı süzdü. Gözlerinden damlayan yaşı görmemek için Lortop'la ilgileniyormuş gibi yaptım. Bir kaç gün sonra Eşe'nin ölüm haberini aldığımızda, yastığının altında kuru bir fesleğen dalı bulmuşlar.

 13
 Sarp patikada giderken, çıtlık ağacında bir baykuş gizençle duruyordu. Dalların arasında, gezegenin en yabansı varlığı gibi sırıtıyor, açık seçik göründüğü halde, yaprakların içinde, düşsel bir şey, sfenksi andırır bir şeytan gibi görünüyordu. Bir pars neyse, bu kuşta oydu gözümde... Lortop aniden harımlardan atladı ve sessizlikte, bir çıldırtı yayınca, bu tuhaf gece kuşu birden havalandı ve az ilerdeki kavaklığın içlerine dalarak yitip gitti. Kavaklığın yanına vardığımızda, ak çeşmenin suyu buz gibi dökülüyor, sonsuza dek çalan bir tını, hoş bir müzik gibi şıkırdıyordu. Çay yolunu izleyerek, vadinin içlerine girdik, sanki yamaçlarda bir satir, kartallara yem olan Prometheus bizi bekliyor, kızıl derili çığlıkları gibi gürültüler geliyor. Lortop tepelere doğru bir kaç kez havladı. Ah, karşı köyden bir düğün kalabalığı çığlık çığlığa ilerliyor. Tepeden inişe geçip, alt yola süzülünce, her şey gün ışığına kavuştu, ortaya çıktı. Düğün alayı geçer geçmez, dağ yoluna saparak, Lortop'la gene yapayalnız kaldık. Az önceki gürültü ve şimdiki ıssızlık. Ne kutsal bir gezegen, ne usa sığmaz bir çarpıntı bu böyle...

14
 Lortop incecik, beyaz bir çizgi gibi susa yolundan, ufka doğru koşar, tam minicik bir noktaya dönüşüp gözden yitecekken çark ederek, bir köpek biçemine kavuşuncaya, harman yerine ulaşıncaya değin, dört ayağıyla hoplayıp, zıplar ve kuyruğunu sallaya sallaya geri dönerdi. Bazen durur, telefon tellerindeki kuşlara bakar, kulağını dikler, başını oynatır, bir oraya, bir buraya koşuşturur, yalnız dünyasına yalancıktan, eş dost arardı. Lortop'un kardeşini susa yolunda bir jip çarpmış ölmüştü. Beyaz susada, beyaz bir köpek, varlığı bile bellisiz, sadık, evcil bir dostun ölüsü, beyaz yolda, beyaz bir diş gibi sırıtıp kalmıştı. Lortop şimdi aynı yolun üzerinde özgürce oynuyor ama uzaklardan bir jip göründüğünde, hemen çağırıyoruz onu, bizi anlıyor ve hemen geliyor. Lortop, başakların arasından, otların içinden, dili bir karış sarkık, gözlerinde sucul bakışlar koşturuyor ve kasılarak durup, jip susadan geçerken, gözden yitinceye dek, uzaklaşmasına bakıyor ve sonra gene zıplayarak, ak fincanların, telgraf direklerinin vınladığı yola çıkıyor. Bazen düşünüyorum da, o hiç görmediği kardeşi Altop'un, neden öldüğünü sanki biliyor gibi geliyor bana...

15
 Lortop simsiyahtı. Kırık, eğik kulaklı, kuyruğu uzun ve ortaya yakın, kısa boyluydu. Kulaklarını gene de dik tutabiliyordu. Yalnızca barış adına yaşar bir köpekti o... Kimi zaman bir yabancıyı uyarır, öteki köpeklere karşı, küçük çocuklar için kalkan görevi görürdü. Çok güçlü değildi. Saldırmak için yeterli kuvvete sahip değildi. Uzun sürecek bir kavgada ya da sert bir dövüşte hemen yenilebilirdi. O barışçıl yararlar dışında kullanılabilecek bir köpek değildi. Başka bir köpeğin saldırısına hiç bir zaman uğramadı, başka bir insan ona bir taş fırlatmadı hiç bir zaman ya da sopayla vurmaya kalkışmadı, o Jack London'ın romanlarına yakışan bir köpek değildi. Hiç kızmazdık biz ona, hep mutlu, sakin ve olağan görevinin doğal koşulları içinde yaşadı. Bizim beklentilerimizi yanıtladı hep ve bizim beklentilerimizi buldu yalnızca, kısacık yaşamında... Sonra o gün geldi. O akşamın sonrasında, salt gecenin başladığı saatlerde, yemeğini vermek için kapıyı açtığımda, ilk ve son kez garip biçimde hırladığını duydum onun, saldıracak gibi, babama durumunu söylediğimde, yaşamım boyunca unutamadığım bir şey duymuştum iyilik perisi babamdan, kudurmuş o dedi, artık yapabileceği hiç bir şey olamazmış gibi, sonsuz bir düş kırıklığına kapıldım, ta ki bu satırları yazana, ödeşene dek... Sabaha kadar ürkek, yarı uykulu bekledim, tan ağarırken, kuşluk vakti yatağımdan kalktım, kapıyı araladım ve onu yokladım, çoktan gitmiş gibiydi, geride bıraktığı boşluk dile gelmişti. Onu bir daha görmedim. Bir daha karşılaşmadım. Derler ki, köpekler ölümlerine yakın, dostlarını, arkadaşlarını, kardeşlerini üzmemek için ortalıktan kaybolurlar, ya dağ başında bir kovuğa ya da kör bir vadide, görünmez bir boşluğa, kırda, otlaklar arasında, el değmemiş bir çukura sokularak can verirler. Ölüp giderlermiş. Sırf ölümleriyle başkalarını üzmemek için, gözyaşlarını görmemek için. Yaşama sevincine, mutlu olmaya ve barış içinde yaşamaya büyük saygılarından ötürü... Lortop gibi... Ne bir kuş ölüsü gördüm şu dünyada, ne de can vermiş bir köpek, tanrı onların masum olduğunu biliyor ve sanki onları sessizce, yanına alıyor.

16
 Okul dönüşünde, Arap Süleyman'ın bakkalından biraz ilerde, tek bir nar ağacının süslediği yoldan, yukarıya, eve doğru giderken, verevine aşağıya kıvrılan, gizemli daracık yola komşu, bir avlu girişi vardı. Geçerken bakarak dona kaldığımız. Gacarlar'ın evi. Kaçar da dedikleri... Kokis Cafer'in otuz üç yerinden bıçaklandığı ev. Dizlerimizin bağı çözüldüğü halde, avlu girişine yaklaşır, o korkunç cinayeti işlemeyi göze alanlara, o taşa, o toprağa, o pencereye, o avluya, o insanlara bakmak için taş kesilirdik. Kokis, çöker demekmiş, Cafer'de çökerek, o evin gelinini gözetlermiş gece yarılarında... Yaşlı bir kadın süzülüp gelirdi avlu içinden, olağanüstü hiç bir şey olmamış gibi, öğle sıcağında, minaredeki sese karışır bağırtılarıyla bizi kovalar ve bizde sanki sıtmadan bulaşır bir ölümden kaçar gibi, sağa sola dağılır, minicik cinperileri gibi birden kaybolurduk. Öğle sıcağının iniltisi örenlere, kağnı oklarına, manış kanatlarına ve öküzlerin boyun aralarına dek çöker, sanki köyde bin yıldır hiç bir şey olmamış, değişen hiç bir şey yokmuş gibi, bizde evlerimize, ocaklarımıza yollanırdık.  
 Ne ki, Ayanlar avlusuna her girişimde, köyün toprak damlı olmayan, kiremitli tek evinden, küçük teyzem Zübeyde'nin evinden, içime görünmez bir sıcaklık, engin bir gülümseme yayılırdı. O ev sıcacık bir yumurta veya avuç dolusu badem ya da kaymak ve balın düğününde, rengarenk bir sofra demekti. Bereketin renkleri... Mutluluk ve doymuşluk, korku ve acı veren iki görüntü. Kokis Cafer'i öldürenlerin tümü öldü. Bir baba ve iki oğlu. Çocukluğumda bu olaya tanık kaç insan varsa artık ölümün eşiğini aştı sanırım. Teyzemin engin iyilikseverliğini yad etmek için, bir gün köye gittiğimde ve onca yıldan sonra, öldü o dediklerinde, beni sonsuz bir incinmeyle baş başa bırakmıştı. Gecikmiş ziyaretin kapısı, ölüme açılırmış. O insanların hiç biri yok artık, kalanların imi timi bellisiz, yaşamın rüzgarında dört bir yana savruldular. Ama güzelliklerle yaşamak varken, nedir bu ölüm severlik ve neden bu acılar ve neden yok olup gidiyor insanlar ve anılar...

17
 Trampacılar'ın evi dere yatağının yanında, aşağıdaydı. Bir avlu içine yerleşmiş, tüm hısım, akrabalar, ama köyden soyutlanmış yoksul bir kolhoz sanki, kimse o avlu içine girmez, kimse oradan geliyorum demezdi. Yoksulları, yoksullar bile sevmez. Bu gün bu aforizma gücünü kendinden alıyor. Biraz durumu iyileşen -yoksullar biti kanlanan derler buna!- geçmişini aramaz olur, önceki yaşamını yadsır derler. O garip şatoları anımsıyorum ben. U harfi gibi dizilmiş ve güneşin sıcaklığında, serviliğin yan tarafından uzanan çayırların tükenip, eprimişliğinde, bir boşluğun içinde duran, dikdörtgen pencereleriyle ürkü veren bir dokunulmazlık alanı... Usherler'in Şatosu gibi ürküntü verirdi. Bir zamanlar köyün derebeyleriymiş izlenimi veren sessizliğin, hoşça kalın demeye bile fırsat bulamamış bitkinliği... Trampacılar'ın bir kızı vardı, adını kimi zaman Kezban, kimi zaman Havva diye anımsadığım, kara saçlı, zayıf, konuşacak gibi durup, konuşmayan biriydi... Din başlı başına bir okuldu köylerde, kasabalarda, ilgisiz, hadi bilgisiz diyebildiklerimizin bile menkıbeler, kıssalar bildiği bir şahlanış alanı... Belki geçmişin silinip gitmiş etkisi, belki yüzyılların doğal akışında gelişmiş, belleklerde kalmış tortusu veya herkesin beceri alanına dönüşmüş, bir düş kutusu ya da öznel dağarcığı, yaşam felsefesinin dışa vurumuyla harmanlanmış bir dervişin öyküsüne, hemen herkes sahipti... Ama şimdi onun etkisini artırmak, giyimini koşumunu kuşanmak, bir geçmişe saplanıp kalmak olmaz mı, bilgi kendini çağa uydurabilen, modernize olabilen bir yapıya bürünmedikçe, masallaşır, köylerdeki gibi, bir tekerlemeye dönerek, uyuklamaya yol açar, bilgi isyan gibi olmalıdır, kendini yinelemekten uzak bir zamanın, akışına dönmeli, kendi yatağını yenileyerek, arınıp, temizlenmelidir, haşin olmalıyız ama şefkatimizi hiç yitirmeden, geçmişten kopmamalıyız ama geleceğimize koşmaktan da geri durmamalıyız. Kezban o eğitimi, dengeli bir ilgi ve yumuşak bir öğretiyle değil, korkunç bir baskıya dönüşen, bir cendereyle aldığı için, çıldırarak öldü, canına kıyarak. Bilgi tek bir canlının bile sonunu getirdiğinde, sorgulanan bir şeye dönüşmedikçe, tanrısallığından kuşku duyulabilen bir şey olmalıydı. Atomun parçalanması, bir gün Havva anamızın yok olmasına neden olacaksa, atom değil Havva anamız kalmadıkça dünyada, o bilgi öznesine yönelmiş bir lanetlenmişliktir ve iğrenç bir yineleme olacaktır üstelik. Çünkü göğün altı bilinmeyenlerle dolu olabilir evet ama, bilinmeyen hiç bir şey yoktur, bilmediklerimizin ayırdındayız biz, bilmediklerimizin bilincindeyiz. Öyleyse, yaratılışı kutsadığımız kadar, kendimize saygılı olmayı da öğrenmeliyiz. Kezban kendini asarak öldü dendi, dili sarkık, ağzı köpüklü. Anayurt Oteli'nin Zebercet'i yalnızlığın ve sürekli yinelenen bir dünyanın çıldırtısıyla bu dünyadan ayrılmıştı, köylüler benim oğlan bina okur, döner döner yine okur der. Yeni bilinmezliklere açılamayan, kendini sorgulamayan her tür bilgi, zamanla dogmaya dönüşür, tek bir boyutta seyreden, gemi azıya almış, Frankeştaynsı bilgiler, bilim ya da dinsel menkıbeler ve mottolar gibi... Her tür bilgi moronlaşabilir, Hiroşima, Nagazaki dinsel bir öğreti değildi, Kudüs ya da Haç, Kerbela ya da Cihat'ta bilimsel yolların açtığı kanalların vargısı olmaktan uzak birer cinnetti... Din ya da bilim veya yenilenen eklemler dahi, sonsuzda birleşen paralel doğrular gibidir, soru; Sonuç nedir olmalıdır, öyle olmadığında bilgi onun ehlileştirdiği yaratılmışların elinde bir koz ve ama gerçekte evrenin bilinmezliklerinin bir bir çözüldüğü, sıradan bir veridir sonuçta... Bilgi bir tansık değildir, olağanüstü değildir, olağanüstü olan biziz, kendimiz ve bunun değerini bilebilmeliyiz ve bilgiye yenilmemeliyiz, onunla yarıştayız gibi diyebiliriz, böylelikle yaklaşabiliriz sonsuzluğun kıyısına... Çünkü, bilgi dediğimiz şey biziz. Üstelik, ilkel kordalı ya da primatların ve tüm hayvanların efendisi nasıl insan olmuşsa, bilgi ve düşüncenin evrimsel gücüyle, bir sonraki dönemin adı da robot çağı olacaktır verilere göre ve onlarda güç sıralamasında, insandan sonraki çağ olacağına göre, bizlerin efendisi olacaktır, öyleyse geriye tek bir şey kalıyor, Delphoi'de yazan, 'kendimizi bilmeliyiz', yoksa yitip gideceğiz.

 Kezban öleli, yarım yüz yıl oluyor, biri hala onun yasını tutuyor şu dünyada, yaşamadan gidenlerin sayısı, yaşayıp da gelip geçenlerden az mıdır ki, sanmıyorum, ölülerinin üzerinde yükselen zombileriz biz, ne yazık ki... Servilerin arasından ay yükseliyor, hışırtılar var, sarı bir ejderha kanadı değil, Kezban'ın başı sanki bana doğru bakıyor ve dönerek gülümsüyor çevremde, sessizce, yaşıyorsun diyorum ona, yaşıyorsun, tam iki kere fısıldıyorum. Ay sümbül kalça yastıklarıyla, uykumu bölüyor ıssız gecede, Kezban için düşüncelere dalıyorum ve ağlıyorum içten içe...

18
 Niçin söylememeli, amcam batıl inançlara kapıldığı imanıyla, şeytanı gördüm, yeşil demişti. Köyde, uzun kış aylarının ortasında, çıtırdayıp duran sobanın başında, kendini yitirmişti. Düşleri birbirine karışıyor, içinden kendini çekip çıkaramıyordu bir türlü... Bir gece ürkütücü seslerle hırıldayarak, ime time karışan Lortop'dan bile bu kadar çekinmemiştik. Köyün imamı, kitapları ondan uzak tutun dedi. Bütün küçük risaleleri, hadisleri, mızraklı ilmihalleri bir gecede uzaklaştırdılar ondan. Tuhaf olan şu, hiç bir şeyin farkına varmadı bile... Hiç bir şey sormadı, hiç bir şey dilemedi. Düzeldi dedik, düzeldi. Yaşlıca sayılırdı belki de ve kısa bir zaman sonra, ovada gür, yeşil bağların içinde, apak, türbe gibi açmış, kokulu bir kiraz ağacının dibinde, hiç bir zaman uyandırmayın beni, böyle mutluyum ben dercesine uzanarak, ölüp gitti. Ölmüş... Ölü buldular... Çok acı, hangi nedenle olursa olsun ölümü arzulayanlarımızda var bizim, kim suçlu, suç diye bir şey yok mu, istediğine kavuşmak doğru mu, insanı kendisiyle baş başa bırakmak asıl gerçek mi, bilemiyoruz işte... Ölüm... Ovada harmanlar, tınaz savuranlar, düven sürmeler, manışlara doldurup, çığlıklarla samanları getirmeler, güneşte yakıcı arpa tozu, ardıcın serin gölgesi derken, çayın kıyısından eve dönerken, eşeğinden inerek, -herhalde başı dönmüş ya da kalbi sıkışmış olacak- bağlara girmiş, bir kiraz ağacının, kırmızı, kışkırtan meyveleriyle, dünyanın ayetlerinden daha öğretici, daha etkileyici ve ince belli gövdesine yaslanmış... Yaslanış, o yaslanış... Harmanlara, açlıklara, tokluklara, üzümlere, kirazlara ve kelebeklere, dağlara, çaylara, neşe veren yollara paydos artık. Mezarlığında zambaklar açıyor şimdi, oysa dünyasına, zambakları görsün diye gelmişti...

19
 Menderes kıvrımlarla akıyor. Değirmenin suyu yukardan, bilincimi hiçleyip, darmadağın eden gürültülerle çağlıyor. Bir hidrofobi mi bu, doğanın gücü anlağımı sarsıyor, belleğim parçalanıyor korkunç akışta, anlıyorum ki su bizlerden daha güçlü... Söğütler, kurbağalar, yengeçler, nice kuyruklu şeyler, kader birliği etmişler. Dönüş yolunda, ak tepeler, armutların uç dalında saksağanlar, geceye doğru evrilirken, çıldırtılar... Gündüz neden yok bunlar. Mahmutgazi'de uzanıp giden bağlar, bağların içinde şarap içen hayaletler, pıtraklar, şeytan çanakları, küstüm otları. Uzakta köyün kandilleri yanıp sönüyor, benek benek ışıklar... Lortop değirmene bizle gelir, bizle giderdi.

20
 Kanadı kırık sığırcık, yukarı bağ... Arı kuşları, düşlerin eşsiz kuşu, rengarenk bir tanrı çocuğu... Telefon tellerine konar. Bağlarda bütün gün, kurig kurig sesleri!.. Sonra çocukluğun ilk günahları, küçücük bir sığırcık yavrusu, minicik bir kaplumbağanın delinmiş sırtı, kalbur altında sığırcığa günlerce bakış ve ölüme doğru yaklaşış... Kuşu eline alma tutkusu, iyileştirmeye çalışma... Ulu ceviz ağacı, dallardan akan yel, o ne koku yarabbim, ıslak, derin ve baygınlık veren, sarhoş edici koku... Tanrım, tanrım, dünya bu mu... Her şey yavaş yavaş olgunlaşıyor, acı bademler, afyon kozalakları, tazecik haşhaşlar, örenlerde yılanlar, hiç bir zaman görünmez, geçmişti denir, tepelerde dağa yakın, kızıl toprağın oralarda ağaçkakan sesleri, yiribikler, akkuyruk, çulluklar, keklikler...

21
 Köy mezarlığının içinde Lortop'la dolaşıyorum, sarı kır çiçekleri tüm mezarlığı kaplamış, toprağı örtmüş. Tek çenekli zarif güller, en buruk, en güleç kokularını yeryüzüne yayıyor. Burnumu güle yaklaştırıyor ve buralarda dik duran, dik yürüyen tek canlıymışım gibi dokunduruyorum. Gül beni nasıl algılıyor bilemiyorum. Onu koparabilirim, canından edebilirim, çeneklerine dostça burnumu sürtüyorum. Ürperiyor ve bir bilinmezlik içinde kuşkuyla bekliyor mudur?.. Yalnızca koklayacağıma, ruhunu ruhuma sindirmeye çalışacağıma söz veriyorum. Okşuyorum, burun kanatçıklarımla kokusunu öyle derin, öyle sonsuz bir özlemle içime çekiyorum, özümsüyorum ki, çiçeğin tacı burun boşluğunu kapatıyor ve hava akışı duruyor. Her şey gibi, aşırı ilgi ruhları öldürüyor. Özgürlüğü bitiriyor. Gülü bir kez daha okşuyorum, sonsuzca dostuz diyorum, sen bizim ölülerimizsin, seni nasıl kopartabilirim diyorum. Sonra diğer mezarlar, susallar, süsenler, irisler, zambaklar, hepsi o mavi, tanrılar gibi kutsal şey... Çiçeklerin baş tanrısı... Ölüm ve yaşamın bir bileşeni ve yol göstereni o, us uçuran perçemi ve o kutsal kokularla... Kadife çiçekleri, sütleğenler, kedi tırnakları, çekme otları, papatyalar... 'Ne kokluyorsunuz efendim? Çiçekler, çiçekler, çiçekler...' Yeryüzünün neden böyle donatıldığının ayrımına varabilseydik, ruhunu kavrayabilseydik, ölümü değil, ölümsüzlüğü konuşurduk, yaşamakta olan ölümsüzlüğü... Gözyaşları olmazdı. Ağaçların dilinden anlayabilseydik, otlarla konuşabilseydik, yeryüzünün çiçekleriyle görüşebilsek, kaynaşabilseydik, bu kadar yaban ve bu kadar barbar olamazdık yaşamda... Ölülerimiz çiçek oluyor, böcek oluyor, bulut oluyor yeryüzüne ağarak, yaşamı bağışlayan o tanrısal tözlere dönüşüyor her biri... Bir döngü belki... Ve anlamların anlamını bulabilseydik, böyle olmazdık biz... Gerçekten yaşayabilmemiz için ölmemiz mi gerekiyor, ölümün bizi eğitmesi mi gerekiyor, onun öteki yüzü yaşamı, o büyük gerçek ve asıl kutsal olanı anlayabilmemiz için... Ve öylece düşünürken, Lortop iki ayaklarıyla, insanları taklit edercesine uçuşan yusufçukla oynuyor.

22
 Mavi boynuzlu sığırlar, düşsel yeleleriyle ak toynaklı aygırların bulunduğu ahıra giriyoruz. Loş ışıkta gözleri parıldayan, sessizlik içindeki hayvanlar. Karanlık damın, tepedeki kerpiç deliğinden süzülen güneş ışığında tozlar, sonsuz bir yolculuktaymış gibi kıpırdaşıp, oynaşıyorlar. Bu yavaş, sessiz evrende, güneş ışığının süzmeleriyle dolu oluğunda yaşayan, oynaşan, bilinmezliklerle dolu bir dünya... O ışık demeti, damın bir ucundan, diğer ucuna hoplayıp, zıplayan şaşkın Lortop'un sırtından, kulağından ve kuyruğundan, bir hale gibi gelip geçiyor. Üst üste yığılmış saman balyalarının, destelerin arasından atlayıp, delik deşik çuvalları, köşelere yığılmış çapaları, duvarlara yaslanmış yabaları, ahırdaki arpa, buğday ve bir döşek olmuş samanları, kenara iliştirilmiş kovaları ve kendi dünyalarında sessiz, konuşmadan anlaşmaya alışmış hayvanları, şaşkınlıkla, bayıltıcı ot kokuları arasında izleyerek, çıkıp gidiyoruz Lortop'la... Bilinmeyen kaç dünya var, şu yeryüzünde... Mavi boynuzlu sığır, ak toynaklı atın dişlerinin arasında, öğütülüp duran, arpa, buğday ve samanların melodisi kulaklarımızda, avlunun ortasından geçiyor, saçak altında kumruların ötüştüğü haneye geliyoruz, kumruların saçakta, çerden çöpten yaptıkları yuva, o kadar narin ve düşecek gibi duruyor ki, ötüşmelerine bir suyun şıkırtısı eşlik ediyor sanki, mutluluğun tanımı ve esenliği bu olsa gerek diyorum Lortop'a, oda mutlu gibi, bakıyor yalnızca... Dut ağacının dalları bir hışımla sallanıyor serin rüzgarda, yapraklar kendinden geçmiş, uçuşuyor heyecanla, küçücük bir kuş daldan dala geziyor kararlılıkla, belki bir serçe, belki bir sinekkapan, rüzgarın hızında, yaprakların coşkusunda, görünmüyor açıkça... Bir kuşçuk işte... Lortop avluda gölgesiyle oynuyor, kuyruğunu ısırıyor, arka ayağıyla tüysüz, karın boşluğunu kaşıyor hırsla, kulaklarını sallıyor ve başını çeviriyor arada bir... Bir o yana, bir bu yana... Sonra ayağa kalkıp, öyle bir silkiniyor ki, güneş ışığında binlerce tozan, nice küçük canlıcık, savruluyor sanki havaya... Garip bir dünya... İkindi güneşinin ışığı, tepelerden süzülerek, damların, evlerin üzerinden, kelter başlı bacaların içinden geçerek, bir kendine yorgun günün mutluluğunda, bir saltıklıkla devrilmeye hazırlanırken, Trampacılar'ın, Demirler'in avlu içine gelin olmayı başarmış, anasız, babasız Ümmüsü, merdivenlerin ortasında durmuş, tahtaları kırık tırabzana tutunmuş, bütün köylüye, dağın, kırın yerlisine, karıncalar gibi yürüşen ahalisine bağırıyor... 'Akşam oluyor!..' Sanki yeryüzü sallanıyor...

23
 Kuyunun başında dört kişiyiz, Cesaret, İrfan, ben ve Lortop. Öyle susadık ki, Baklan ovasını bir baştan bir başa yürüdük. İsabey'den, Dedimköy'e dek. Buğday tarlalarının içinde, malikanların havalandığı, saksağanların tozlu yollardaki ahlat ağaçlarının, çöğürlü dallarına konduğu, kerkenezlerin dağlardan indiği sarı ova... Serenli bir kuyu, susuzluğumuzun sabrını çatlatabilecek denli uzak. Akkuyu'dayız. Gökkuyu'da var mıydı?.. Su, beyaz, şeytansı, saydam bir tanrı. Kuyu o kadar derin ki. Nasıl ve neyle ulaşacağız. Cesaret, uçkurunu, donunu bağladığı ipi çözdü, ayakkabısını çıkarıyor. Naylon gislaved ayakkabının deliklerinden, uçkur bağlanıp, bir çekül gibi sallanıyor. Ayakkabının topuk bölümüne dolan suyu kana kana içiyor, bir, iki, üç... Sıra bana geliyor, bende kendi ayakkabımla, aynı şeyi yapıyorum, sıra İrfan'da, oda aynısını yapacak, su doluyor, İrfan ipi çekiyor, ama iyi bağlamamış, ip elinde kalıyor, ayakkabı; cump!.. Kuyunun dibine... Güç bela önlüyorum İrfan'ı, kuyunun içine girmekten. Şimdi anımsıyor mudur beni, belki de onu bir tehlikeden kurtardığımı, neden söylüyorum ki, çünkü onun başına bir şey gelseydi, bizde suçlanabilirdik, hem de ömür boyu, korkmuştum ben, bir yerde kendimi kurtarıyordum!.. Yalınayak, köye yakın bağlara kadar yürüdük, ayakkabının tekini, yeşil bir bağın altına gömüyoruz, yazgısı onu eşinden ayırdı ve onun ölümü kendisinin de ölümü demekti. Ondan uzak geçirecek artık 'ölümsel' yaşamını, çünkü ölmeden öldü!.. Köye dek yalınayak yürünüyor, eve gelince, gizlice buğday dolduruyoruz arkalaca (arkalaç, içine çalı çırpı ya da azık doldurup, sırta yüklenerek -arkana atarak- götürülmeye yarar, geniş bez ya da çaputa deniyor), aynı renkten ayakkabı -pabuç- alıyoruz, Kapıs Hüseyin'in bakkalından (bak kal, işe yarar her şeyin satıldığı kulübecik), toza buluyoruz, eskimiş gibi, anlamasınlar şeytanlık yaptığımızı, ama İrfan bir yolunu bulup, söylemiş annesine, Esmaba gülüyor avluda, İzmir çiçekleri (kefre), budamalar (kasımpatı), fesleğenler, onlarda gülüyor!..

24
 Aşağıda, söğütlükte, serçeler ötüşüyor. Dallarda, alt alta, üst üste gülüşmeler, çığlıklar. Söğütçüklerde mutlu olsa gerek, yaprakları titreşerek, dalları salınarak, bu sevince ortak oluyorlar. Güneş doğuyor gür, geniş ağaçların arasından, bir dikencik ötüyor, ne güzel renkleri var. Serviliklerde sığırcıklar, bir aşağı, bir yukarı!.. Kuş sesleriyle dolu havada, sabahın buğusunda, güneş hareleniyor, ışıklar sisli, çiğli bir dünyanın içinden geçer gibi, bir büyü salıyorlar. Çökelez'in kırağı tutan yamaçları, güneş ışığının çalımlarıyla yaldızlanıyor. Damlardan dışarı, dört ayağıyla fırlar gibi çıkan sığırlar, keçiler, koyunlar, sesleriyle bir prelüdü tamamlıyorlar. Çocuk sesleriyle, envaı çeşit renkler ve nice çağıltılar birbirine karışıyor. Bahar belki de seslerle geliyordur. Gökte, gündüz gözüyle yıldızlar, kuyruklu şeyler, ay ve yerlere ağan, kucak dolusu yapraklar, kuşlar, ulu ağaçlar, çayırlar ve serin, gümrah toprak!.. Tanrı var, tanrı var, tanrı var...

25
 Tarlalar açlıktan kırılıyor... Ekim zamanı. Yağmur çiselemekte. Boş ovalarda tuhaf bir sessizlik. En ufak çıldırtı, fısıltılı yankılarla yol arıyor. Kuyular ağzına kadar su dolu. Su akmalı fiyort gibi. Ben Hesiodos diyorum ki; Atlas'ın yedi kızı, 'Süreyya, Pervin ve Ülker yıldızı' gökyüzünde parladığında, ekim işi başlasın, ama toprağı yıldızlar yittikten sonra sürün. Bahara dek tarlalar, toprağın kaburgaları sessiz, boş, kederli ve uzanıp kalmış gibi duracak ama alttan alta çıtırtılar ve patlayan tohumlara, Persephone'nin çığlıkları eşlik edecek ve ayların yirmi sekiziyle birlikte, her şey, kraliçelere, prenseslere ve yelpazesini sallayan baygın, güzelim nedimelere dönüşecek... Kızlar ovada salınacak ve ağaçlarda çığlıklarla, simsiyah, gür saçları, birbirine karışacak... Ey ece toprak, yeryüzü bir salıncak, bahar büyülü bir salıncak, kimler sallanacak!.. Yaşamak bu değil mi!..

26
 Onların, Kerimler'in avlu içine girmek yürek isterdi, köpekleri dağ aslanı gibiydi, bütün köy birbiriyle akraba... Siz hiç yeleli köpek gördünüz mü, tasmalı, kesik kulaklı, beyaz ayı büyüklüğünde bir cüce. Boğsalığı -boynuna geçirilen dikenli taç-, o da var. Öylesine heybetliydi ki, ona kimse dokunamaz, hiç bir köpek yaklaşamaz, hırlayamazdı. Onun varlığı, doğal bir dünyanın sürüp gitmesini olumlamak, onamak gibi bir şeydi sanki, ama çocukluk bu ya, ne olduysa oldu, o aslan yeleli, boz benekli devin, tam o sıralar, ölümüne, daha doğrusu öldürülmesine tanık oldum. Bir çocuk için, yaşamın sürüp giden bir ritüel olduğunun kanıtı ne yazık ki, dehşetin olağanlığa dönüştüğü bu tansığın, aslan yeleli dev köpek kudurduğu için mi, yoksa benim bilemeyeceğim bir sayrılığa yakalandığından mı veya Japon geleneklerince ölümüne yardım edilen bir yaşlıya dönüştüğünden mi gerçekleştiğini bilemiyorum... On, on beş kadar çocuk bir araya gelmiş, Kerim Mustafa ve de aksayan ayağı, doğumdan gelen topallığı, kendisine olağanüstü bir çekicilik kazandıran Kerim Osman; Araplar mezarlığının içinde, bu umursanmaz vahşeti yaşamak, tanık olmak için kalabalık arasında köpeği tüfekle vurmuştu. Hiç unutmam, köpek o denli güçlüydü ki sendelemedi bile, ikinci kez ateş ettiklerinde, bir iki sallandı ve helezonik bir yumuşaklığın içinde, hüzünle yere, sonsuza dek yaşayacağı toprağın içine sanki gömüldü, hiç taş attım mı anımsamıyorum, belki kitle psikolojisiyle, ayrık davranışın tepki doğuracağından çekinerek bir ya da iki taş atmış olabilirim, anımsamıyorum attığımı, ama görüntü şuydu, taş ata ata, köpeğin çığlığı ve iniltileri arasında, yığınların altında kalan köpeği gömmüş olduk mezarına... Aradan kırk yıla yakın zaman geçti, İsabey'e yolum düşer, Kerimler avlu içine varırsam, o köpeğin, o dağ aslanının, o kutup ayısının, vakitsiz biçimde ölümünün gizini öğreneceğim. Şimdi orada, bir çıtlık ağacının, esen yellerde salınan yaprakları altında, artık tozanlara karışmış, doğacıl, hazin kaderine yenilmiş, bir zamanların görkemli köpeği, efsanevi çomarı yatıyor.

27
 Hepimiz, Lortop, akranlarım ve ben demir köprüye gittik, az ilerde Gönüllerin evi ve önünde iki uzun servi. Söğütler ve iğdeler yolu öyle kapatmış ki, Üyyük'e kadar yeşil bir kuşak, bir yılankavi iz, ovanın içlerine, karın boşluklarına dek, soluk borusu gibi girmiş. Çayın kenarında, mavili, kırmızılı, sarılı çiçekler, minicik başlarını sallıyorlar. Bir kaç, çocuk kız, evin önünde söyleşiyorlar. Bir iki koyunla, keçi açıkta bekleşiyor. Hangisi Gönül bu kızların, uzaktan hepsi birbirine benziyor. Bana bakan mı, hiç bakmayan mı, arada bir bakan mı, görür görmez içeri kaçan mı, o kızları yavaşça bizlere doğru çeken mi, ısrarla bizden uzağa götürmek isteyen mi, bu bir düş mü yoksa, aralarında Gönül yok mu... Lortop'la çimenlere oturup, dalıp gidiyoruz düşlere; Gönül evlendi, üç çocuğu var, birinin adı Fatih, ben evlendim, kızımın adı Gönül!..

28
 Demirler avlu içindeki Furkan, Orion'umuzdu, bizim elimizi bile süremediğimiz tüfekle dağa gider, kemerine, kalın palaskasına taktığı rengarenk kuşlar, tavşanlarla geri dönerdi. Ona hepimiz imrenirdik. Çünkü gökte uçan, düşlerimizi süsleyen, asla ulaşamadığımız rengarenk tüyler, ötüşler, onun canı istediğinde avuçlarındaydı. O ne renkler, kadife gibi tüyler, uzun, kısa gagalı, boynu kırmızı, kuyruğu yeşil, göğsü beyaz, sırtı mavi, gözü ela yüzlerce kuş... Avcı bizim düşler ülkesinin insanı gibiydi. Dağdan doğru, hayalet gibi süzülüp, çangırdayan matarası, göz alıcı çizmesi ve belinden sarkan, ipek tüyler, rengarenk kuşlar. Arı kuşu, dikencik, sığırcık, yiribik, karatavuk. Ah o renkler, ben o renklere aşıktım, o renkler benim için ulaşılmaz bir düştü, hiç bir zaman ellerimle dokunamadım, hiç bir zaman avcuma alamadım, o masal kuşlarını... Düşlerimiz, gizli karabasanlarımız. Renk çılgını, ölü tahta kuşlar!.. Bir natürmort dünya?..

29
 Çal yolunda, bir at arabası ilerliyor. At kırmızı, alnı siyah akıtmalı, doru bir at, susa yolunda böyle bir atla Çal'a giden bir başka araba daha yoktur, bu Emir Hasan'ın arabası, hemen seçilir. Pazar günü Çal pazarı vardır. Emir Hasan manifaturacıdır, basma satıcısı, rengarenk, Nazilli basması, Buldan bezi, Denizli işi kadife kumaşları, köylülerin ayağına getiriyor, gizi bu... Gelinlik kızlar, fistan giyen eltiler, gonca güllerle dolu şalvarlık arayan herkesler onun alıcısı. Sabahın köründe yola çıkıyor, akşamın karanlığında dönüyor. İsabey'le Çal arası, at arabasıyla bir saat... O, Kıranardı yolundan susaya çıkar, Çal yönüne sapar, Mahmutgazi köyünün bağlıkları arasından, Menderes ırmağının kıvrımlarıyla dolu vadilerden geçerek, Yukarıseyit yokuşunu tırmanır, burada aktoprak olduğu için, susa yolu uzaysıl bir çizgi gibidir ve artık düşlerin içindeymiş gibi yol alır. Yukarıseyit sapağını geçer geçmez de, Çal'ın bağları görünür ve orada toprak kırmızıdır, kızıl kayalar süsler vadileri ve Çal'a girilir artık, Emir Hasan, at arabasıyla, gerçek bir Sezar gibidir. Pazar Çal'ın tam orta yerinde, doğuya bakar bir yerdedir. Kalabalıkta, herkesin her şeyi aradığı bir kumkuma içinde akşama varılır, kaosun düzensizlik olduğu yalanı bu pazarda kanıtlanır. Herkes akşama doğru yola koyulur, Hasan'ın bir kere akşam karanlığında atı ürkmüş ve yara bere içinde köye dönmüştür, cüzdanını da düşürmüştür ama atına hiç kızmaması o gün bugün şaşırtır beni, iş yoldaşına bu kadar saygılı bir adam, ne öncesi, ne sonrası görülmemiştir. Can yoldaşının önünden belki bir tilki geçmiştir, bir tavşan ayaklarına dolanmıştır kim bilir, bir kirpi bile atı ürkütebilir, akşamın gölgeleri ve sanrıları geceleyin bile yoktur, akşam demek, cisimlerin çifter çifter göründüğü zaman demektir. Karanlık sultansa, akşam şehzade!.. Işıkla ışıksızlık arası bir yerdedir akşam. Lortop, Emir Hasan, Demirler avlu içine girer girmez havlardı, çünkü köylüler bir şeyler ısmarlardı hep, bulunmaz şeyleri alıp getirdiği için, Lortop o gelince tüm gücüyle havlar ahaliye haberi uçururdu. Dört gözle onu beklerdi kızlar, kızanlar... Lortop cin gibiydi, bu yüzden havlayacağı zamanı bilirdi!..

30
 Güneş, Baklan ovasının bitiminde, yükseltisiz dağlardan doğar, dümdüz, girintisiz, çıkıntısız uzanır dağlar. Akdağlar. Sabah, sessizlik içinde hayvanlarına kolan vuruyor köylüler, Güneş sarı kanatlarını açmış, bir tansıkla dolduruyor ovayı... Ova uyanıyor yavaşça... Kırağılar çözülüyor. Kuşlar ötüşüyor. Kaplumbağalar yollara düşüyor. Tavşanlar iki ayakları arasından başını kaldırıyor ve otun yurtluğuna bakıyor... Başaklar güneşle tanışıyor her sabah ve özleri ışığı içiyor doyasıya, gizli bir aşktır bu... Tilki yavruları oynaşıyor kıyıda... Yollar aydınlanıyor. Yükseliyor yavaşça ışık topu. Ova seslerle doluyor. Bulutlar geziye çıkıyor ve öğle oluyor... Ve her şey sessizliğe ve ıssızlığa bürünüyor, tek bir hareket yok sonsuz ovada, tek bir çıtırtı... Güneşin o derin, bildik sesinden başka... Güneşin ateşi, ovayı tutsak ediyor. Bir kertenkele, taş kesilmiş duruyor. Kelebek elma ağacının dalları arasında uyuyor. Eşekler uyukluyor, altın bir mabut sanırlar diye bazen kuyruğunu sallıyor ve kutsal öğlenin hükümranlığına harfiyen boyun eğiyorlar. Kuşlar bir anda yok oluyorlar. Otlar, tüm börtü böcek, boyunlarını bükmüş, güneş tanrısının geçişini sessizce bekliyorlar, Tanrısal öğle... Kuyular sessiz, çekirgeler yaprağın görünümüne bürünmüşler ve yavaş yavaş güneş aşağılara, ikindi vakitlerine doğru inerken, uzaklardan işitilen, bir kız çocuğunun tiz sesi, ovanın bu bir anlık uykusuna, sarhoşluğuna son veriyor ve kampana çalıyor, az zaman sonra her şey, sanki yeni bir güne başlıyor ve gün bir kez daha yinelenmek üzere Çökelez'den boynunu bükerek batıyor. Yeni bir sabah ve yeni bir horozun ötüşüne dek...

31
 Arap Süleyman'ın otobüsü, biz ona şevrolesi deriz, bütün köyü şehre taşır. Üzüm kasaları, balyalar, sepetler, kelterler, yorganlar, heybeler, düşünebildiğiniz her şeyi taşır, öyle ki, dünya yıkılsa, onlarla dünyayı yeniden kurabilirsiniz, otobüs başlı başına bir dünya zaten, oflaya, inleye taşıdığıysa bizler, bir türlü dünyaya adapte olamayanlar, ne taşır bu insanlar ömrü boyunca, neden oradan oraya savrulup dururlar ve sonunda kendilerine küçücük bir çukur seçerek mahpushanesini bulurlar, geziyoruz deseler, dünya evrende bir toplu iğne kadar, aynı ırmaklar, aynı binalar, zorunluyuz deseler, neden önlemini almazlar... Derviş Ata şöyle derdi bu hay huya: Vakit geçiremiyor bu günahkarlar!.. Onun için dolanıp duruyorlar, bağlasan durmazlar, çünkü sıkılıyorlar!.. Çünkü diğer varlıklardan henüz kendilerini soyutlayabilmiş değiller, düşünmenin tadına tümüyle varamıyorlar. İçimden, iki şey bir arada bu adamın lafında derdim, yanlış ve doğru, yola çıkıyorlar evet, amaç evrenin sonsuzluğu olsa gerek, oraya ulaşmak istiyorlar... Gerekçenin güzelliği, eylemin haklılığını ya da doğruluğunu sağlamayabilir. Yol oraya çıkmayabilir. İnsanlığın tüm kuleleri hala önyargılarla yükseliyor... Kim bilir... Otobüste, Cak Cak Süleyman, Tımbır Fatma, Havzemin Mehmet, Topal Sabri daimi yolcular, bir de yolculuğun olmazsa olmazı minicik Gorgonlar, virajlarda bir tilki görseler yeri göğü inletiyorlar, araba zıngazınk dolu vilayete gidiyorlar. Denizler yol ayrımına geldiklerinde, bir minibüse yol veriyor ve Zıpır yokuşundan aşağı, döne, kıvrıla Kaklık'a doğru yol alıyorlar. Kaklık'ta mola ve Honaz yoluna çıkarak, tavuklarla, horozların başkenti Kocabaş'a, oradan Akhan'a, Selçuklular'dan kalma kervansarayı geçip, uzakta Hierapolis'in beyazlığına, hayaletler ülkesi diyerek Tonguzlu'ya giriyorlar. Garaja varır varmaz cavalacoz patırtılar, ikindide, saat dört de köye dönecekler, her yerinden dumanlar çıkan, inleyen ve her gün bir parçası yollarda kaldığı halde, bu flüt biçimli et ve kanın solucanlarını taşımaktan bıkmayan araba, onları bekliyor... Şu olağanüstü gelirdi bana, bu köy ve kasaba isimleri, insanların lakapları ve eşyalara verdiği adların bir lügati olsa, dünyanın en şaşırtıcı ve okyanus dolusu sözcüklerin dolup taştığı bir levh-i mahfuzumuz olurdu sanırım, dileğim o ki, günün birinde, kendi içinde engin anlamları olan bir sözlük yapılır ve köylerdeki bu inanılmaz kavramlar, deyiler, sözler dünya uygarlığına kazandırılır...

32
 Pala Abdurrahman köstebek avından dönüyor, ölülerini de getirirdi eve sallaya sallaya, ne yapardı acaba, İmam Alibi ibrikle evin önünde abdest alıyor, Hürü ana ayaklarına sülük yapıştırmış, sayrılığına bir umar, bir plasebo etkisi arıyor, Emir Hasan arabasıyla gene pazen satmaya gidiyor. Eşe Bekir çocukları, tütün almaya yolluyor, Kapıs Hüseyin bakkaliyesini açmış alışverişi bekliyor, Kerim Osman afyon tarlalarına doğru iniyor. Calibe, Sindel'e yemlik toplamaya gidiyor, Safiye ana süt verene, yem veriyor, Nahide tahta merdivenleri siliyor, evin önünü temizliyor, Meşhur yukarı bağlardan geliyor, Abdülkadir derviş pınarından kana kana su içiyor, Hacıumarların Şahin sandalyeye ters oturmuş, kasketini düzeltiyor, Esmaba vişne toplamaktan geliyor, Eselerin -Ayşe, Eşe, İsa, Ese'dir köyümüzde' Kezban erbisini bağlıyor, Trampacı Abdullah cep aynasına bakıyor, Muhammet hoca Zühre'nin yolunu gözlüyor, Pala İsmail dibek başında gelip geçeni izliyor, Köstek İbram boşalttığı tüfeğin kapsülünü arıyor, Çaylı Amat haşhaş yağı çıkarmak isteyenleri buyur ediyor, Gümüş Eyüp eşek sırtında dağa doğru gidiyor, Gülistan dam üstünden ovaya el ediyor, Lortop avlu girişinde kuyruğunu sallıyor, Ayan Mustafa harmanda ata burunsalık takıyor, Esrik Mustafa kahve önünde çay içiyor...

33
 Kara yılan ok gibi süzülürken Çökelez'in eteklerinden, aşağıya iniyor iki çocuk, yolun düzlüğe ulaştığı yerde, bir ahlat armudunun dibine oturuyorlar. Uykuya dalıyor, düşler görüyorlar. Bodur otların içinde minicik böcekler yürüyor, dalların ucuna varıp geri dönüyorlar. Kızıltoprak'ta ceviz ağacı yapayalnız. Vadiye küçük elma ağaçları serpilmiş, titriyorlar henüz. Aşağılarda bir gölet içinde kurbağalar, yusufçuklar, arılar. İlerde bağ aralarından, harımlardan atlayıp çıkanların elinde sepet sepet üzümler, elmalar, birbiri ardı sıra koşanlar, oynayanlar... Bu gezegende yaşam var, yaşam var, yaşam var!..

34
 Gece karanlığında köy meydanı ıssız. Başımı gökyüzüne çeviriyorum, milyonlarca yıldız başımdan aşağı dökülüyor, çitirik gibi. Gökyüzünde kayan yıldızlar hep kuzeye doğru mu kayarlar. Yukarıya, evin yoluna doğru tırmanıyorum. Gece karanlığında ağaçlar: Ayakta, kocaman insanlar, acayip hayvanlar gibi duruyorlar. Rüzgarda yapraklar coşkuyla sallanıyor, eğilip doğrulan dallar. Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr... Anlıyorum artık, binlerce dünya, binlerce evren, binlerce yaşam var.

35
  Lortop'la, Aşağıbağ'a gidiyoruz. Gümelerin (bağ evleri), ceviz ağaçlarının dibinden kıvrılarak, papatya dolu sergiliklerden geçiyoruz. Deli Emin aşağılarda, bağların içinde dolaşıyor. Hep sakallı, hep kırmızı gözleri, pabucu hep yırtık, pantolonunun önü hep açık, gömleği hep dışarıda, ağzında hep tütün. Deli Emin, bağları ilaçlama mevsiminde, potasyum çuvalındaki tozu şeker sanarak yiyor ve ağzı köpükler içinde, bir ağacın dibinde, ölü bulunuyor.

36
 Emirlerin Ayşe, toprak damlı, pencereleri avluya bakan, oyma çerçeveli, gümüş sürgülü, sundurması çiçeklerle dolu, en gösterişli evde oturur. O kadar güzeldir ki Ayşe, kapıdan yeldirmeli, allı yeşilli, şöyle bir süzülüverecek olsa, Lortop havlar ve bütün ahaliye, onun avluya çıktığını duyuruverir. Ne zaman pencerelerin, sürgülü pervazlarını yukarıya kaldırıp, başını uzatarak, minicik bir ibrikle, çiçekleri sulayacak olsa, fesleğenler, kasımpatılar, kefreler, salınmaya başlar. Ahalinin kaşı gözü oynamaya, laflar dönüp dolanmaya, diller sürçmeye, ayaklar tökezlemeye, eller sallanmaya, başlar da ikide bir dönerek, bakmaya başlar!.. Emirler'in Ayşe'nin ateş rengi gözlerinde, yeşile çalan benekler vardır. Ayşe gülünce, dünyada gülüyor sanırsınız, başınız dönmeye başlar, dudaklarından size doğru bir sözcük sıçrasa; siyah kirpiklerini süzerek, öylesine bir laf atsa, sarhoş olur, baygınlık geçirirsiniz. Emirler'in Ayşe'nin pencereye çıktığını gören, dağdan geri döner, ovadan koşar gelir, yalın ayak fırlar evlerden. Öyle ki karşı köylerden, Ayşe'nin sesini duymak, nurunu görmek için nice delikanlılar, sağdıçlar, akranlar toplanıp, yarenlik ederler kahve önlerinde... Ama herkes, her kızan duygularını bir sır gibi saklar ve Emirler'in Ayşe uğruna, gizliden gizliye, ilahi, ölümcül bir rekabetle yarışırlar...

37
 Lortop, koşuyor, zıplıyor, kulaklarını oynatıp, kuyruğunu sağa sola sallayarak, yalpalıyor. Duruyor, geri dönüyor derken, bir başka yöne, aşağıya, yukarıya, oraya buraya koşturarak oyalanıyor, sonra birden gelerek, ön ayaklarıyla bana tırmanmaya çalışıyor, dilini sarkıtarak, soluk alıp veriyor, sanki bir şeyler anlatmak ister ya da yapmamı istediği bir şeyler varmış gibi, urbalarıma ardılıp, pençelerini atıyor ve taşlı yolun sonuna dek itişip kakışarak, oynayıp duruyoruz. Bu bir sevinç gösterisi veya yaşamdaki mutluluğunun dışa vurumu... Lortop bir şey istemiyor, yapılması anlamında bir şeyler anlatmıyor. O gerçekte, sabahın altın oklarının, ışıkları, aydınlığı altında, söğütlerin kıyısından, derelerin içinden, iğde kokuları arasında, böğürtlenlere, kirpikleri göz alıcı öküz gözlerine, çalılıkların içinde gizlenen şeylere baka baka, taştan topraktan seke seke, dallara çarpa çarpa, sürüp giden bir yaşam sevincinin, sarhoş edici eğlentisinin, büyüleyici etkisi altında!... Kedersiz, dallara sürtünmek, yaprakların ürperten, tatlı okşayışlarını yüzünde duyumsayabilmek, elimizi uzattığımız ahlat armudundan, körpe ayva dallarından, sapsarı elma ağacının meyvelerinden koparabilmek, sırt torbasına, kuru bademler toplayarak, Meşhur'un gönlünü kazanabilmek... Buruk kokulu bir kır çiçeğini, torbanın içinden çıkararak, ovanın Havva ana gibi uzanışının ürpertisiyle, Meşhur'un çiçeği eline alıp, burun kanatçıklarına götürmesi, bakıp, gülümsemesi... Yaşam ki, güzelliklerini herkes bilir, ama onların kalıcılığı ya da geçiciliğini hiç kimse düşünmez, dikkat etmez. Kendiliğinden akıp giden bir düş bahçesi... Bağışladığı, esritici tat bundan mıdır, sarhoş eden bir şeyin uçuculuğundan mıdır... Kim bilir...

38
 Harman yerinde atlar, yazgısıyla barışık, nazlı öküzler dönüp durmakta... Ahlat ağacının dibinde, Lortop uyukluyor... Güneş tam tepede duruyor. Esme kuyudan su çekiyor. Ortada mendil, tarhana, bulgur yiyor ahali. İbram su içiyor. Kırmızı bir tay koşuyor. Gölgeler giderek uzuyor, uzuyor, uzuyor... Tası tarağı toplayın artık, akşam oluyor...

39
 Arı kuşlarının gelme zamanı. Temmuz ortası... Bağlarda alacalar, kendini göstermeye başladı. Kuşlar dağlardan indi. Vişneler olgunlaşıyor, elmalar büyüdü, armutlar kendini dışa vurmak üzere... İşte gökyüzünün engin boşluğunda o tansık, gerçek bir Anka, kurig, kurig, kurig!.. Ne büyüleyici bir ses, ne ulaşılmaz, ne coşkulu bir düş tanrım... Geliyorlar, Taranta Babu geliyorlar, sıcak bir öpüşten, tatlı bir bakıştan geliyorlar... Ellerimle, hep bir arı kuşunu tutmayı düşledim, o rengarenk masal kuşunu yakından görmek, tüm renklerini, düşlerimle, gözlerimle kavrayabilmek istedim. Onlar benim için her zaman, erişilmez dünyanın varlığıydılar. Zamana ve mekana sığmayan özgür yaratıklar. Uçan, koşan, yürüyen, havada asılı, göklerde duran, yeryüzüne yuva yapan, us dışı yerlerin gizine varan kuşlar. Göksel yaratıklar. Arı kuşları onların ecesidir, şahıdır, çocukluğun sultanıdır... O ne renk çılgını, sarı, kırmızı, yeşilin tüm tonları, tüm renklerin, tek tek göründüğü bir kadife tanrısı. Tanrının bir meleği. Arı kuşunu avlayanı duydum, ama göremedim. Elinde tutan birini söylediler, ama bulamadım. Hayal meyal anımsıyorum, avcıların belinden sarktığını ama onca kuş arasında belki düşlemişimdir, özlemlerim belki bir sanrıya dönüşerek gerçekleşmiş, kendimi sevindirmişimdir. O bir masal kuşuydu hep, bir Anka'ydı benim için, çocukluğum hep telefon tellerinde, cevizlerin filizlendiği dalların arasında, çıtlıkların tepesinde, göz gözü görmez incirlerin, yemişlerin, yaprakları içinde, onun arayışıyla, bir Amarcord'un anılarında tükendi hep...

40
 Klarnetler, davullar, zurnalar yerlerini almış, sonbahar sarısı sandalyelere oturmuşlar, çalgıcıların tümü esmer, kimi sakallı, şapkalı, kimi başı açık, kaytan bıyıklı, yılların izi, kiminin yüzünde, derin çizgilere, dolgun yarıklara dönüşmüş, burun hizasından, çene tabanına inen kıvrımlarda, nice tuhaflıklar, sanki göçmen kuş kafileleri, leylek sürüleri var. Alın çukurlarının içine para kıstırsanız durur, kulaklar o denli büyük alanlar kaplıyor ki, neler saklanmaz. Saçları onca yaşa karşın simsiyah, uzun, ama enselerinden aşağı bırakmamışlar, sanki durdurulmuşlar, ne güzel süpürge olur bunlar, sanki bağrışıyorlar. Gözlerinin içi bir fener gibi, bir lambalığın içine koy, bütün köyü ve geceyi aydınlatır, karınları şiş ama, ne az, ne çok, kendince yakışıklı, uyumlu bir esneklikte, göz alıcı bir kavisle ritim tutabiliyorlar. Urbaları siyah, eprimiş ve her rengin çürüdüğü bir tonda görüntü veriyorlar. Ayakkabıları çoğunlukla iki renk ve genelde ön bölümleri beyaz ve burunları şeritli ve etkileyici, erişilmezmiş gibi çekici bir yanları var. En çok ulaşılmaz olan şeyse çalgıları, onları çalarken pabuçlarının burnuna doğru eğmeleri ve birden kısrak başı gibi havaya kaldırmaları, bu arada değişen sesler, volümler, inilti ve hıçkırıkla süslü ağıtlar ve devasa anırtılara karışan, kulakları sağır eden çığlıklar... İşte bütün çalımları bu... Davulcu ve altın renkli klakson en çok dikkat çekeni ve en öndeki çalgıcılar. Onlar biricik, çünkü diğerleri ikişerli ya da üçerli olabiliyor, kemancı ve klarnetçi... Yanılgı ise zurnanın küçüklüğü ve kolaylıkla çalınabiliyor havası, onu değerli kılmıyor ne yazık ki... Klakson ve klarnetin tuşları var, bu düğmeleri ve makinemsi görüntüleriyle, oldukça aldatıcı bir güç yayıyorlar. Kalabalık, çalgıcıların çevresinde, bir halka oluşturmuş, irili ufaklı, içlerinde kadın yok. Kadınlar kına gecesi hazırlığında ya da pencerelerin pervazlarından gizlice bakıyorlar ve eğer oraya doğru bakarsanız perdeyi çekip hızla uzaklaşıyorlar!.. Ağır bir hava çalıyor, sarı klakson, arada yüksek naralarla, oyunun kan akışını hızlandırıyor ve oyuncu, hızla dizini yere vurup, kavislerle dönerek, harmandalını hak ettiği gerilime ulaştırıyor, sonra heybetle ayağa kalkıp, ağır, gösterişli oyununu sürdürüyor. Harman dalı, efem geliyor!...

41
 Lortop'un yanından, kilitli kapının mandalını çekiyor ve kandilin dibinde yıllarımı geçirdiğim odama giriyorum, karlar, yaylalar, dağlara, güneşin öncülüğünde koşturup, kaç gündür yorgun düşmüşüm. Başımı minderlere yaslıyor ve güneşin aralık pencereden sızan ışığına sayfaları tutarak... Okumaya başlıyorum... 'Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, / Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak... / Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta, / Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta... / Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; / Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, / Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? / Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, / Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...'

 Ne demek istemiş bu adam diye düşünüyorum, çocuk yaşımda...

 'Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemen kokusu, bu mehtaplı gece / pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de, / çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da, bana bağlı olmadan vardı / ve bende bu aslın sureti çıktı sadece... / Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha, / güzelim dünya elveda / ve merhaba kainat...'
 Bu adamı anladım gibiyim, aşk şiiri yazmak istemiş. Başka sayfalara, başka düşlere dalarak yol alıyorum. 'İstanbul'da, tevkifhane avlusunda, güneşli bir kış günü' diye başlayıp, sürüp gidiyor şiir. Acaba bu İstanbul nasıl bir şey diye düşünüyorum, daha kocaman, daha kalabalık ve daha nazik insanların bulunduğu, esvaplardan kokuların yayıldığı bir yer olduğunu düşlüyorum... Görmeyenlerin dokunma duygusu ve olay algısı bizden daha yüksekmiş... Yıllar ve yıllar sonra Harem iskelesinde, kaplan tüyü gibi dalgalanan denizi, yorucu, uzun bir yolculuktan sonra, devasa 'neoplan' otobüsün penceresinden görüyor ve uzakta haliç ve gölgelere bürünmüş Topkapı sarayının siluetine bakarak, yitip giden bir imparatorluğun, çocuksu, diri ve genç bir mirasçısı gibi mutlulukla gülümsüyorum... Deja vu!..

42
 Köyün orta yerindeki çeşme, sağda kahvehane, altta okul, solda bakkaliye, bir kasabadır adıyla var olmuş belediye binası, onun yanındaki büyük boşlukta, açık hava sineması... Dört duvarın arasında kalmış bir beyaz perde... Burada çoğun, köylüleri köylülere anlatan filmler oynuyor. Geçici, bir hafta kadar oynayacak filmler ve sonra gidecekler... Bir film izliyoruz ama, izleyenler filmden daha ilginç. İşte Topal Sabri, körüklü çizmeleri, kasketi, pos bıyığı, kostaklı yürüyüşü, kırmızı kuşağı, beyaz göyneği, civan gibi bir adam, enerji dolu ve bir fenomen işte, Platon Halit, o da topal, o da kasketli, gagalı, padişah burunlu, ölümsüzlük peşinde, doğaçtan bilge, asalı ve tüm enerjisini düşünceye yatırmış, tüm yaşamını düşlerine adamış ve kadri bilinmez olmuş, bir yarı tanrı... İşte Deli Emin, potasyumu şeker zannederek yemesine bir kaç yıl var. Kendi kendine konuşuyor, yıllardır kulak memesi Van Gogh gibi kesik ve bir tuhaf duruyor. Uzun yüzlü, neandertal görünümlü, sakalıyla kapkara ve hafifçe kambur. O da bir antifilozofinin, antiplatonizmin Aristocusu, kimsenin yaklaşımına uymayan düşünceleri var. İşte Kavas Mustafa, yatağında bile fötrlü ve bir Ramsesmişçesine en önde duruyor... Pala Halilibrahim'da öyle, o batılı bir Kabir Bedi, o da fötrlü, yeşil gözlü ve esmer ve bir sürü kalabalık, hepsi özel, hepsi emsalsiz, hepsi tekinsiz, hepsi düşünceli, hepsi gülünesi, hepsi üzülünesi... Şimdi kırk yıl önce izlediğim bu filmin bütün aktörleri, aktrisleri öldü, köyde o filmi izleyenlerde öldü. Bırakın ölmeyi, köye gittiğinizde, ne sizi tanıyan, ne sizin tanıdığınız kimse kalmamış, köy kendine yabancılaşmış ve bir sessizliğe bürünmüş, bir yalnızlığa gömülmüş. Sinema salonu, delik deşik, kazılmış, harabeye dönmüş, yıkıntı bir topraklık, tek tük insanlar var ve sinekler vızıldıyor, sessizliğin sesi sineklerle dolu ortalık, volta atıyorlar ve ürkünç, sonsuz bir ıssızlık...

43
 'Çakıldan güneş, / plastikten mehtap, / demirden toprak, / mermerden deniz. / Yeryüzünde dolaşıyoruz / yolunu yitirmiş. / Uykusuz / ve ölü gibiyiz!..'
 Oysa köy öyle çiçeklerle doluydu ki, fesleğenler, kadife çiçekleri, kedi tırnakları, çiğdemler, susallar, kuş dilleri, karagözler, sümbüller, taraçalarda, senek saksılarında, tahtalıklarda; kefreler, cennet süpürgeleri, kasımpatılar... Mavi, incileyin, soylu duruşlar. Arı, gonca gibi buruk papatyalar, ak benekler, baygın kokular; uçuk pembe, kırmızı, mavi yaprağı güzeller. Yol kıyılarında sütleğenler, sarı sarı açmışlar, incecik dal gibi otlar, çiçek dolu yamaçlar, düzlükler, kovuklar. Kelebekler, arılar, uğur böcekleri daldan dala, çiçekten çiçeğe koşuyorlar, gezip dolaşıyorlar... Kuşlar aralarına inip kalkarak, cıvıldaşarak kanat çırpıyorlar. Bu ne güzellik, bu ne büyüleyici bir tansık tanrım. O çiçekler solup gideceklerdi belki ama esintileri bir yaşam boyu sürecek, bellekte bir masal olacaklar, geçmişten geleceğe doğru...

44
 Esmebağ deresinde ölü bulunmuş diyorlar Eşebekir için... Bizim Kırmızı Pazartesimiz. Eşebekir, iri yarı, esmer, Burt Lancaster gibi saçları, gözleriyle, köyün beyefendisi, kır gülleri gibi bakımlı, özgün ve dünyaya dönük yüzü, canlı kanlı gövdesiyle, dedikodusu çıkmış. Avlunun bir köşesinde, iki katlı, cumbalı evin, karşı köşesinde, Dellen kızı... İkisi de evli, ikisi de beşer çocuklu, sabahları, tan vakitleri, Eşebekir cumbadan, Dellen kızı kapı önünden, birbirlerine bakmış... Ta ki başka sesler, kapı gıcırtıları, koşum çangırtıları, ibrik çığlıkları duyulana dek. Köyün mitolojisine göre, Eşebekir gerçekte Don Juan'ın biriymiş... Keyif alıyormuş yaşamdan. Tütün içiyor aralıksız; Birinci... Herkes; İkinci, Üçüncü içiyor. Ayakkabıları iskarpin. Başkaları mest, lastik pabuç giyiyor. Gömleği beyaz. Başkaları baştan kara ya da alaca. Kemer takıyor, köyün yarısı erkek çoğu uçkurlu. Ceketi var sırtında, dimdik yürüyor, bütün köylüler yarı büklüm, eğilip doğruluyor. Onlar toprağa, ota, ağaca yakın duruyor, gizlice tapınır gibiler, eşeğe, ineğe, ata sarılır gibiler. Okşayarak, yürüyüp, yol alırlar onlarla ve pagan çağlardan kalan bir minnet duygusuyla aşık olurlar onlara... Eşebekir, içer sarhoş olur, bir akraba düğününde, sonrasında Esmebağ deresinde içmeyi sürdürürler, köpek öldüren şarabın efsanesi yürür taşlı yollarda, kayalıklarda ve şarapla güneş çarpar gün ortasında, ateşin yakıcılığında... Baban nerede diyorum İrfan'a, bomboş bakıyor bana, küçücük yaşı, ölümün ne demek olduğunu bilmiyor. Ama Eşebekir zevkle ölmeyi öğretti bu dünyaya, zevkle, binlerce Lancaster var bu dünyada, ama yalnızca birinin Lancaster olabileceğini de biliyor!.. Şimdi herkes, -İyot Toprak, Mermer Çiçek ve İşte Bir İyon Denizi- diyor... Bu dünyada, bulut rengi bir gömlek bile mitolojisini doğuruyor.

45
 Ovada dolaşırken, kuyulardan su içiyorum. Bazen kuyuların başında, sanki benden çok önce gelmiş gibi duran, Nişaburlu yolcular var!.. Erbil'den Revandiz'e gideceklermiş gibide yorgun bakıyorlar. Sanki kum fırtınasına yakalanmışlar da, zamanın dışına düşmüşler ya da başka bir zaman diliminin içinde yüzüyormuş da, kendilerinden geçmiş gibi, sessiz bir tansıma içindeler. Oysa hepsi bizim köyden ve göz gözede olsa tanışıklığımız var. Öyle eskil bakıyorlar ki, üşenmeseler içlerinden biri, belki de benim çocuk yaşıma bakıp, gündüz gözüyle korkutmak için, bana bak; Ben son Ardzırunî kralı Seneker'im diyecek... Yanlarından sessizce ve çekinerek, baştan beri duran ovaya bakıyor ve çekip gidiyorum. Köy öyle uzakta ki... Oysa akşam olmak üzere, lambaların fitillerini temizleyen köylüler, onlara yağ doldurup, haneyleri aydınlatacak ve az sonra yarasa kanatlı gecede, inler cinler dolduracak ortalığı... Kasaturalar bilenecek, görkül karabasanlarda çığlıklar atılacak ve yarı uykularda, doğmadım, doğurmadım, köksüzüm ben ve işte kanatlarım ama yeryüzünden hiç bir zaman ayrılmadım diyen kuyruklu iblisler aşacak eşikleri yavaşça ve yüklüklerde, kapı arkalarında ve sonsuzluğa göçmüş gibi duran köylülerin, yorgun yataklarında, arşınlayıp duracak, her gece sayıklayan yüzleri... Topal Halit gene bir resital verdi dibek başında, atıp tuttu, bütün gençler onu dinliyor, neler mi dedi, ben onun yalancısıyım. Satürn öyle hafiftir ki, suya koysan yüzerdi, Venüs'te güneş batıdan doğar, çünkü dönüşü tersinir tek gezegendir, ölümsüzlük, sonsuzluk ya da yaşam, tek bir formun içinde sürüp gidendir, pelvis petrikor kokusu saçar, çünkü oraya arada bir yağmur yağar, insanoğlu sanatta hala çıplaklığa sığınır ve sanat köpekliktir çağımızda, kadında bir meta, batıda sanat skolastik animalizmden kurtulabilmiş değildir, batıl bir fetişizmdir bu, şarlo'tan zamanlar, turuncu bir hayvan gibi, bizi çılgına çevirebilir, oysa sanat bu mudur, bu ahır kapitalizmine övgüdür ne yazık ki ve Sartre bile ikiyüzlüdür artık. Sanat denenmemiş olan sayılmalıdır oysa, içgüdülerimizin baştan çıkarılması, pagan fetişizmden artakalan duygularımız yönlendirir sanatı, hala bir moron yığınıyız biz ve maseratili her fahişe, etkileyebilir bizi... Kesif bir dumanın içinden bakarsanız, güneş mavi gözükür, sanatta böyledir, bir moda ya da algı, Felliniyen şeyler gibi, şöyle düşünelim, Althusser, çeşitli suçlardan hapse girmiş ve tacizden yargılanmış biriydi, yine de evlenmeyi başardı. Karısı onun iflah olacağını sanıyordu, doğmuş her insan gibi bir kimlik arayışında olan bu sapkın, karısının inat ve çabası ve sık sık verilen göz dağı uyarınca, düzenli bir yaşama kavuştu, bir aile reisi gibi görünüyordu artık ve ne yazık ki boyundan büyük mugalatalarla avunan bir katil olmaya doğru ilerliyordu. O gün beklenenden çabuk geldi, saldırı ve sapkınlığa alışmış ruh, karısının vicdani öğretileri sonucu, ehlileşmiş görünüyordu ama onun içindeki şeytan bir gece yarısı aniden parladı, karısı onunla yarım saati aşkın boğuştu ve bir süre sonra ne yazık ki, boğazlanmış bir tavuk gibi gerilen ayakları, son defa uzanmıştı yatağa... Althusser'in karısını boğduktan sonra ilişki kurduğunu Fransız basını yazamadı. Haklıydılar, onu mu, Baudelaire gibi bir genelev kuşunu mu, Sartre gibi bir ödülün parasını iç edip, heykelciğini reddeden, bir sahte kahramanı mı yazsınlardı, hangisini, söylemesi güç, olanaksız gibi ama, biliniyor ki, bütün gaitanın rengi aynıdır şu dünyada... Sanat bu mu olmalıdır sizce, yanlışlığı kanıtlanana kadar doğrunun tahtına oturan yalanlar dizisi, kâbus gibi, evet her şey bir algı oyunudur günümüzde, illüzyonun illüzyonu... Sürdürelim, Shakespeare, Globe'un süpürgecisiydi ve iki oyuncuya mobbing uygulamadan suçlandı. Oyunları Yunan tragedya sanatından aşırma olup, gerçekte anonimdir. Halkyazımı. O kültür hegemonyası uğruna kullanılmak için birebir bir figürdü, uygun taşıyıcı, bir donör, gerçekte karısının ölümüne neden olmakla suçlanan bir poligamdı. Bu nedenle ismi bu alışkanlığından mülhem 'Sallananmızrak' anlamına gelir, bu gerçekte bir mahlastır ama; gerçek ismi William Stanford'du. O karmakarışık bir insandı, yalnızca pedofil olduğuna ilişkin bir sav ileri sürülmedi yaşamında, her tür dedikodu türetilmiştir yaşamında. İşte görüyorsunuz, herkes için öyküler uydurabilir sanat ve bundandır okyanusta yüzen ilkel bir saldır o, hangi limana sığınacağı da meçhuldür ve sürgit onun bir saray olduğuna ilişkin illüzyonlar üretilir... Gelelim, Baudelaire'e, o bir dişçiydi gerçekte, dentist ve o da bir kadın düşkünüydü, sonunda karısı terk etmişti, bir kadın, kuşkulu dahi olsa 'bir kadın' sözcüğünden asla hoşlanmaz, iki çocuğu sefaletten yetiştirme yurtlarında büyüdü ve bu şakıyan kuş dilini, babaları bilmekten mahrum oldular. Her işsiz gibi şiir yazmaya erken başlamıştı bu fularlı derbeder, evvelce Paris genelevlerinin şöhretli bir müdavimiydi, kadınlar onu boyun bağından tanırdı, kırmızı, seks düşkünlüğünü ima eden boyun atkısı. Bu adam gerçekte, kültür emperyalizminin dayattığı bir mani tüccarıydı, sayısız dörtlükler yazdı, ama şiirinin bir önemi yoktu, çünkü yerelden evrensele giderken, yerellikten kurtulamıyordu, aksini söyleyen bizim Frankofiller, onu doğuya, ülkelerine angaje edip, bir matah gibi abartarak ismini resme çevirmişlerdir. Görsel tinselliğin, bir türlü geçmeyen saltanatı... Ama bütün suç bu trubadur niteliğindeki mukallidin göklere çıkarılması değildi, asıl sorun bizim Frenk incirlerinin böyle bir olaya öncülük etmesidir. Bugün şairlerimizin büyük bir bölümü, Fransız şiirine iman eden nekrofillerdir, halada öyledir, sanat bir olaya nasıl yaklaşırsan o algıyı üreten bir yanıt, yankıdır ve basın neyi öngörüyorsa gerçeklikte odur... Konuyu yayarak ilerleyelim, tütün anti lükstür değil mi, dilersen alırsın, zorunlu bir gıda değildir ama kitap öyle mi, kitap yaratanın lütfu olup, zaruri ve insan olma yolunda, zorunlu bir kılavuzdur. Durgun seyreden ülkelerde, basın ve yayın uzaktan kumanda edilen bir kurumdur, batı kültürüne biat eden monkeyler, soyunun işbirlikçileridir, bu ülkede bir çıkar, eğreti bir çıkarsama olmadan basılan kitap, özgür bir yayıncı yoktur, bunlar kültürün gelişmesine değil, bir kültürün boyunduruğuna girmek için, avamla iletişim kuran gladyatör, gladyo birlikleridir, buna ilişkin söylentilerde çoktur, içler acısı dedikodular, yayın sahiplerinin adına üretilen erojen, heterojen öyküler vardır. Kimsenin ne yaptığı kimseyi ilgilendirmez bidayette, ama rüşvet, istismar, kayırma, nepotizm, baskı ve iltimas suçtur gerçekte... Bugün basılan kitapların pek çoğu avrobesk kültür ve yazarlarının, halkımızı çokça ilgilendirmeyen, afyon tadında, post modern salvolarıdır, yayıncılar, ülke yazarlarına Karın Deşen Jack gibi davranırlar ve ama batının genelev sosyolojisini anlatan, sıradan bir yazarını yere göğe sığdıramazlar, bu bir tür mazohizmdir ve celladına bağımlılıktır ayı zamanda, yayıncılıkla değil, olsa olsa yaygaracı bir komplikasyonla ilgili bir eylemdir bu, karmaşık bir ruh hali ve manipülatif tavır. Halkın bu anlayıştan kurtulması gerekir, monopol ve tek yanlı bir anlayışın yeknesak bir türevidir, bugünkü ekin dünyası... Görüyorsunuz düşünsel üreti ve sanat, örneklemelerde görüleceği üzere, her tür gerçekliğe, çarpıtmaya ve yalana açıktır. Ok iki yönlüdür ama ve kesenkes böyledir bu.. O zaman şunu ileri sürebiliriz, biz birilerinin görüşlerinin dikte edildiği bir fanusun içindeyiz, sanat sorgulanmalı ve bu keyfi, hegemonik yapı kırılmalıdır ve sanat tüm kutuplara ve ayrışmalara olanak tanımalıdır. Ben o zaman, ne demek istediğini anlamamıştım Topal Halit'in, çok hevesli ve egosantrik biriydi o, kendine özgü sanrılar üretirdi, bugün onun görüşlerinden ötedeyim, sanat bence kurulu düzenin sürmesine yarar, göz alıcı tropikal bir kuş ve Che gibi efsanelerin bile dönüştürüldüğü bir çarkın, sözde karşıt iki maskesidir, maskenin maskesi... Topal Halit, tersinir örneklerle de olsa, verili düzen ne üretip, ne yansıtıyorsa, algımızda odur demek istiyordu sanırım. Başka bir deyişle, gerçeklerde görecelidir diyordu... Sanat onun için alelade ama gösterişli bir şeydi, eylemleri göz alıcı, us kıran ama sonuçları, güdük ve yineleyici bir tansık!..

46
 İsabey, Mahmutgazi, Yazır... Biri sözde kasaba, diğer ikisi köy. Mahmutgazi bana hep daha içe kapanık, ama kendi içinde daha sosyal, hatta sosyetik ve estetik gelmiştir ve nüfusu daha az ama daha bakımlı, birbirine bağlı... Orada cesaretiniz kırılır. Yazır ise bana, daha yoksul, daha dağcıl ve elim gelmiştir. Sözün sonu sizdedir ve onların yoksulluğu, son sözü dışardan gelen sizlere, konuşana verirler. Garip şeyler. Orada öyle yoksulluk vardır ki, insanlar yaşıyor olmayı, kendileri için neredeyse, en büyük gelişme sayarlar. Bu günde aç değiliz, bu günde güneşi devirmeyi başardık, bugünde yamaçlardan, Baklan ovasına bakıp durduk, bakıp durduk ıssızlığa... Hiç kimse, hiç bir şey engel olamadı. Şükran. İşte hasır yataklı Yazır'ın bütün bir yıl boyunca, dünya ile tek bağlantısı, şaşılasıdır ama 'Deve Güreşleri'dir. Çocuklarla kuru dere yataklarından, servilerin gizlendiği, mantarlarla, kozalaklarla, kuş yumurtalarıyla, bir yurtluk oluşturmuş, yavru çamların süslediği koruluklardan geçmiştik. Yamaçlardan hoplaya zıplaya, panayıra ulaştık ve olağanüstü irilikteki develer, dev gibi adımların, zapt etmeye çalıştığı atların, katırların arasında, bir düş gibi akşamı ediyorken, olan oldu ve güreşirken iki deve boşandı güreş alanından, izleyicilerin arasına daldı. Olay elbette yatışmıştır ama biz tarih öncesi canavarlar gibi ağzı köpüklü develerden kurtulmak için, ürettiğimiz söylenceyle kaç saat koşturduk ve kaçıp gittik oralardan bilemiyorum. Korkudan korkmak diye buna derler. Birazda biz develere masalsı bir hava vermiştik belki de, şöylelermiş, böylelermiş gibicesine... O koruluklar, kuru dere yatakları, yolunu kaybetmiş insanların, bilinçsizce koşturduğu, bilinmeyen topraklar gibi gelmişti bize... Develer aklımızı başımızdan almıştı.

47
 Lortop'un eşlenik, dört fenil bacağından biri, maskeli, benekli bir çubuk gibi, koşarken öne atılıyor. Lortop hemcinslerine göre küçük sayılır, koşarken tatlı bir yalpalama gözlenmesi, an meselesi... Akşamın yarı karanlık penumbrasında, sırtı yere yakın, tuhaf bir hayaletin, yılansı, kavis biçiminde hırlayıp kıvrılıyor oluşu, sonra ağzından sanki bir şeyler püskürerek, avlunun içlerinde aniden kayboluşu, tuhaf bir şeylerin olacağını öngören belirtiler... Lortop, kuluçkaya yatmış tavukları ürkütüyor, horozlar kadife kırmızısı boyunlarına, çıldırtıcı renklerle dolu kuyruklarına toz kondurmadan koşmaya, kaçmaya çalışıyor. O avlunun efendisi olarak, çevreyi kolaçan ettikten sonra, yerevlerin altından kovuğuna giriyor. Lortop'un çehresi o an değişiyor, sakinleşip, sölpüleşiyor ve dipteki çömleğin kırık dökük taşları arasına kıvrılıyor. Gece karanlığı yaklaşıyor iştahayla... Çöküyor ve bazı ağaçlar, yapraklarının gölgesinde, yapılan konuşmaları anımsıyorlar ve Lortop benim kendisini düşündüğümü düşlediğinde, uyuduğum odada gözlerimin önünden geçiyor ve biliyorum ki şu an aşağıda, bende onun gözlerinin önünden öylece geçip gidiyorum Sevgi belki de bu...

48
 Sanki Kerma'da,  bu garip yerde, dut ağaçlarının dibinde, uyuklar gibiyim. Sarı bir çiçek, altın ışıltılar saçarak büyüyor. Islak bir ıssızlık, sabahın gözlerinde... İnsanlar atların, develerin üzerinde, şangırdayan eşyalarıyla çöle doğru gidiyorlar. Lortop'da sessiz uzaklara dalmış... Kirpiklerinin arasından, tuhaf biçimler süzülüyor gökyüzüne... Ürperten, devasa bir köpek, başı giderek büyüyerek yaklaşıyor. Tam görünüm, tüm gökyüzünü kapladığı anda, Lortop'un havlamasıyla uyanıyorum. Geçmişte miyim ben, gelecekte miyim bilemiyorum...

49
 Gecenin yarısı... Köyde kimin saati var ki... Belki yalnızca onun. Sarı Hıslon, esnek kayışlı ve göz alıcı. O da biliyor bunu. Kol saati yalnızca onda olduğu için, harımların üzerinden atlayarak, sessizce Kaçarlar'ın evine doğru süzülüyor. Kandillerin ölgün ışığında, gelinlerin soyunmaları... Kaç kez yakalanmış, kaç kez uyarılmış, kaç kez kamaların, bıçakların parıltısından, göz alan çengisinden, bu son kurtuluşundur denilmiş kendisine... Ama saat on ikiyi vurup, ay ışığında altın kadranı parlayınca, gümüş kordon gözünü alınca, bir de o kışkırtıcı, tuhaf tik taklar duyulunca, gecenin ıssızlığında, gong alarmı verince... İşte Kokis Cafer saatinin bu oyunlarına aldanıyor, saatin alarmı, onu gece yarısının kösnül duygularına karşı dayanılmaz bir iç güdüyle kuşatıyor, örenlere doğru, genlerinden gelen, dayanılmaz dürtüler, yakıcı istekler, kırmızı alevler gibi yaklaşıyor, alçak setleri aşıp, taşlıklardan sessizce süzülerek, gelinlerin entarilerini çıkarışını, erbilerini başlarından çekip alışını, şalvarlarını sağa sola atışını izliyor. Hayaları onu öyle sürüklüyor ki, kandillerin beneklediği pencerelere, başı dönüyor, aklı başından gidiyor ve şeytan dizginleri ele alıyor, dörtnala gidiyor artık, arzunun karanlık nesnesine... İşte karanlıkta, aysız gecede, kahveden çıktı bile... Onun bu alışkanlığını, canının celladı olacak tutkusunu bilmeyen yok. Bu kaçıncı yineleyiş... Belki de az sonra geceyi bile titretecek çığlıklar, ayın zarif ışığının köreltisinde, bıçakların gölgelerde, ölümcül kılıçlara dönüşmesi ve yorgun dünyalarında günahsızca mırıldanan, titreşen dudakların, bu gölgelerden süzülen, Kokis Cafer'dir diye sayıklamaları bile, bu ölümün son bir kez ertelenmesini önleyemeyecek. Kokis Cafer sıradan yaşamında gelinleri gözetleyerek, kösnül bir arzunun pençesinde, ölmeyi ve öldürülmeyi, olağanüstü çekici buluyor, bunun hazzıyla yanıp tutuşuyordu. En doyumsuz orgazmın ölürken, öldürülürken yaşanacağını biliyordu.

50
 Mırmır Amat, bir eli ayağı yarı felçli, konuşması tutuk, avlu içlerini dolaşır, inciler, boncuklar satardı. Bir sepeti vardı, ama en önemlisi başındaki fötrdü. Ona bir farklılık kazandırırdı. Köşe başından dönerek avlu içlerine girer, mırıldanan bir sesle satacaklarını sayıp dökerdi. Kadınlara hitap ederdi hep. İğneler, iplikler, boncuklar, düğmeler, tentene, terzilik şeyler ve üste başa alınabilecek ne varsa, o küçük sepetindeydi. Bizlerde merakla sepete bakar, annemiz belki bir nazar boncuğu alır ya da iğnelikle yakamıza iliştirilecek bir armağan verir diye bekleşirdik. Mırmır Amat ise yarı felçli bedenini, ayaklarını sürüye sürüye, avlu içlerinden avlu içine geçer, mırıldana mırıldana tüm köyü dolaşırdı. O bir merak abidesiydi gerçekte... Şimdi aradan kırk yıl geçse de, onu fötrlü, iri yarı, felçli, yavaş hareketlerle yürüyerek, sanki ayakkabısının tabanına basmışta zor yürüyormuş ya da yürüyemiyormuş gibi anımsıyorum. Ölmüştür sanırım. Köylülerden biri öldü mü, Kanberra'da bile saklansanız haberini size ulaştırırlar. O ölmüştür, güneşin batması gibi giderek küçük bir parçası görünüyor artık, önemsiz bir habere dönüşüyor olabilir artık, Ama ben haberini aldığımı anımsamıyorum, Öleli öyle çok olmuştur ki belki de, aramızdan ayrılalı öyle çok olmuştur. Kim bilir belki de ben oralardan uzaklaşmadan ölüp gitmiştir... Yattığın yer cennet mekan olsun Mırıl Amat...

51
 Biliyor musun Lortop, Gönül'ü seviyorum. Ama uzaktan, platonik. Bavyera halk komedisi biçiminde bir fars gibi. Yaban ellere, yabanıl olana duyulan bir merak, bir haz gibi. Onu görünce, dilim tutuluyor, kalbim duracak gibi oluyor, ayaklarım kendinden kopuyor ve bilinçsizce yürüyorum. Düşüncem dağılıyor, anlağım zayıflıyor, söylenenleri duymuyor, anlayamıyorum Lortop. O bunu biliyor mu, onu da bilemiyorum. Belki sezinliyordur ama, onu görünce benim gibi, davranışları, tutumu değişen, hareketleri şaşalayan kim bilir kaç sabah rüzgarı vardır bu köyde... Oda beni seviyordur diyebilir miyim, kolay mı sevgiyi açık açık dile getirmek bu köyde. O benim sevdiğimi bilse de, belki oda beni seviyor olsa da Lortop, bu aşkın dile gelip gönüllerde açık açık yaşanması olanaksız. Onu görmek için, akşam eve dönerken, çay yolundan sekerek yolu uzatıyorum, her seferinde susa yolunun önünden, servilerin dibindeki o güzel evin yanından geçerken, yaşam duruyor benim için ama yıllar var ki onu göremiyorum Lortop, Ne garip bir aşk bu. Yoksa kendi kendime bir düş alemi yaratmışımda, onunla bu sevinin acısını sevincini mi yaşıyorum,. yıllar geçiyor.... Lortop, yaşamımda özlemini duyduğum tek şey, hala Gönül'e olan ulaşılmazlığın üzüncüyle dolu anılar, gündüz gözüyle gördüğüm düşlerdir. Ve benimle ölecek olan bir aşkın acısını, kırk yıldır çekiyorum Lortop, Çekeceğim de ölene dek...

52
 Akça armut ağacı öyle çiçek açmış ki, şu bahar havasında, beyaz bir bulut, sanki gelinlik gibi gelip ağaca konmuş, tanrı sözlerinden bir ayet!.. Bir gelin tacı gibi parlıyor ve tüm ağacı bürüyen, bir kutsallık yayılıyor havaya ve arı mırıltıları kutsal bir armoni gibi yayılıyor oradan... Yaklaşıyorsun, çok hafif, tanrının varlığından sezinlenir bir esin gibi, burun kanatçıklarına çarpan, varla yok arası bir koku. Bir buhur... Tanrı da böyle değil mi... Bir duyumsayış ama çiçekte böyle bir şey işte, var ya da yok gibi bir izlenim, bir esriyen koku. Var gibi ama yok, yok gibi ama var... Lortop onun dibinde, arılarla, kelebeklerle, uçuşan böceklerle, öylesine tatlı bir oynayış, öylesine mutçul bir oyalanma içindeki, inanın o da tanrısal ve işte o da varla yok arası... Ah, Lortop kiminle oynuyor görünmüyor ki, kimin için zıplıyor, kimle oyalanıyor. Bir şey görünmüyor ki... Sanki orada bir şey yok, hiç bir şey yok... Ama kulak verdiğinizde, derinden derine bir vızıltı duyuluyor, giderek yaklaşıp, uzaklaşan bir şey, ama ne, belki de, bilemiyorum ki, kim bilir... Vzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz zzzzzzzzz zzzzzzzzzzzzzzzzzzzz...
İlahi varlığın ilettiğini çözebilen, görebilen var mı... Burada çırpınan bir kelebeğin kanatları, mutlulukla havalanan, dönüp dolaşan kelebeğin kanatları, belki de Kaliforniya'da bir fırtınaya, göklerden boşalan ılık bir yağmura neden oluyordur ama işte kanat sesi duyulmuyor ama işte anlaşılmıyor ama o çiçeklere konuyor, kalkıyor, konuyor, kalkıyor, konuyor!.. Yapraklara sürtünüyor, dokunaçlarıyla oynuyor, çarpıyor, çırpınıyor, titriyor, yükseliyor, alçalıyor, durmuyor... Niçin... Ötekini mi arıyor. Ama görünmüyor, ama duyulmuyor, ama anlaşılmıyor, hiçbir şey anlaşılmıyor. Akşam oluyor... Çiçekler gözden kayboluyor. Ağaçlar tanrısal bir hayalete dönüşüyor. Kelebekler yok oluyor. Anlamlar değişiyor. Hiç bir şey anlaşılmıyor. Dağlarda dev adımlarla onlar yürüyor. Ovalarda kıpırtılar, yeşil birer nokta gibi ışıklar, yürüyen druitler, minicik kıldırkıçlar!.. Gölgeler, bulutlar devinip devrilirken, güneş yavaşça batıyor işte... Yaşam da varla yok arası... Bir yerde okumuştum, taç yapraklarında tanrının kutsal ayetlerinin yazdığı bir gül ağacı varmış, ona benzer bir gül var şurada, şu adacıkta, neler yazıyor acaba yaprağında.... Ona deki, bunlar ahir zaman alışkanlığı, unuttuğumuz kitapların sayısı, okuduklarımızın kat be katı, ne okuyorsun ey ruh, onu söyle, bir öğretinin kitaplarıyla geçti zamanlar, saflık dolu bir dünyanın tutsağı oldum, kitap köleler yaratır ve yıldızları da, görsel okumalarda vardır, doğa, elektronik dünya, ne oluyor, sınırlı sorumlu dünyalarının içinde, denekler, kobaylar üretiliyor, yaratılıyor, şu şanı dağı taşı aşan, o ölümlü yazarın kitabını okuyan aydın olacaksa, Gazali'yi, Turabi'yi okuyan günahkar mı olacak, batı, şu batıl olan sözde okudu, iki dünya savaşına imza atan tanrı yavrucağı oldular, üçüncü savaş kapıda, okumak bir cinayete de yol açabiliyor, cennetin yoluna çıkabiliyor, cehennemi aralayabiliyor, düşüncesi şiddetten arınmayan dirimcil; Saksonlar çağdaş, Ruslar kutupçul, Türkmenler barbar gibi kategorilerle oyalanan bir kitledir, moronizm de bir kültürdür, oysa insanlığın lokomotifi, cinayet ve soykırımla ilerleyen bir zamanın tekerleği olmalı mıydı, öncül kim şimdi, batıl olan batı, okuyan batı, bu da kategorize ama dünyasını şiddete dönüştüren bir varlık kuşağı olmakla, aydınlanma adı altında ölümler tasarlayan bir robotik yapı değil mi bu gene de, batının oku dediğini okuyan, bir homoid olabilir, sayrılı, nüzüllü bir anatomi, çekincesiz bir anomali, onlar böyle bir manipülasyon yolunu seçmişler ve elinize İncil verip, sonrada kunta kinte üretmişler ha, Elizabeth'in çocukları, Hellespont'tan geçiyor mu bir bakın, altın postun peşindeki argonotlar sık sık geçer oradan, kırgınım ben, onların Shakespeare'i, Globe'nin süpürgecisiydi, mobbingden yargılanmıştı, adının anlamı ne, 'Sallananmızrak' düş gücünüze uygun bir isim değil mi... Bu ne kadar okusanız gene de içgüdülerinizden kurtulamayacak, arınamayacaksınız anlamına gelebilir, gönülsüz, zorlamayla, tasarla, planla kitap okuyan yaratık, o sofrayı kirletmeden duramaz, Führer, Bonapartizm ve doğuya uygarlık götürdü diye vahşiliği süslenip püslenen Aleksandr hepsi birer anomaliydi, okumanın boynuz çıkarmaya yaradığını anlamayan hangimiz, Aristo mu...

İsa'yı çarmıha gerenler, İsa'dan çok okuyanlardı, şimdi sevinelim, çünkü İsa bize öğretilenler, hepimizi canımızdan etti, deccalin çocukları olduk diyerek, yeni bir dünya özlemiyle yanıp tutuşuyordu, bir ütobistti o, kırgınım ben... Okuyanlar; ey saflığı, bir masumiyeti çarmıha germekte, bir an bile tereddüt etmeyenler; O'nun çarmıhtan akan kanını, çok daha fazla okuyup, bilenlere sundular!.. Okumayın diyemiyorum belki, ama kırgınım ben, tanrılara fazla yaklaşmayın, aksi halde köle olabiliriz diyorum ben, ah düş evciği akort edilerek, istenen notaları, tınıyı çıkarabilen ehlileşmiş bir yaratıklara da dönüşebiliriz diyorum, öyleyse birbirimize, ah kibarca hoşt diyebilmemiz, sizce gelişme sayılabilecek bir semptom olabilir mi, evet diyorsunuz işte, evet, evet işte, öyleyse gidiyorum ben, okumam gereken şeyler var, tuvaletlerde, banyolarda, ıkınmalarda beni bekliyor, bu kötü alışkanlığımıza, yalnızca okumak eşlik edebiliyor, ah beni anlıyorsunuz değil mi, lütfen, yeryüzü bilisiz Zapata'yla, ardında kapkara ciltlerle poz veren Francisco Madero arasında bir yarış, bir köşe kapmacadır evet, bu da insanlığın birdir birci, körebeci bir yaratık olduğunun kanıtı değil mi, lütfen, neden, çünkü sonuçta Maderolar, tahtın tahtıdırlar, sürgit, ötekiler uvertürdür bu dünyada, istatistiktir, dilim varmıyor ama, okuyanların cehenneme çevirdiği bir dünyada, tanrılarıyla avunup,  kuşlar gibi süslenmiş görselleriz biz!.. Kısacası insan, okusa da okumasa da -halihazırda- ne yazık ki bir -iki ayaklıdır-, bir çeşit hayvan, türün öbür bireyi, öyleyse Kafka'nın böceği bizden daha gelişmiş, çünkü soyuna yönelik bir girişimde bulunamaz böcekler,  Borjiya ve Sezar'a benzemezler, öyleyse eller havaya, yaşasın böceklik ve son sloganımızda şu olmalı; kitapları yakabilirsiniz, öyle değil mi, çünkü her güzel düşünce, sonunda karşı çıktığı tözün yerini alıyor. Yakın ve karşı çıkanları sırası gelince yok edin ha, şimdi anladınız mı, neden bir yinelemeyiz biz ve diyebilirim ki bugün ağaç diken bir köylü, dünyanın tüm okumuşlarına göre, daha insani bir tavır içinde, hayır diyebiliriz tabi, bir vahşinin, bir cennet özlemcisini anlayabildiği nerede görülmüş ki... Bu bir gülün taç yapraklarında görülebilecek bir yazı değil, bir ayet demek o, bir şey söyleyebilirdim ama, sizin gibi tövbeliyim ben, sizden biriyim ve bu açın bir sahtekarın işi ve dahası içimizden biri o!..

53
 Kumrular dut dallarının ulaşılabilir ucuna, incecik çöplerden, kırılgan çubuklardan, öyle güzel bir yuva yapmışlar ki, içinde bekleşen minicik yavru, sanki saydam, alttan gözüküyor. Kumru yavrunun üzerine tüneyip onu ısıtıyor. Yuvası öyle narin ki, günden güne büyüyor o ve yuva giderek ona dar geliyor. Annesi de gelince hepten sığışamıyorlar. Anne mi uzaklaşacak, yavru mu terk edecek bu dünyayı diyecekken, yavru bir gün uçuverdi, ilerdeki dallarda saatlerce bekleşti ve uzaktaki çıtlıklara doğru yöneldi sonra, ikinci kez uçmuştu. Bütün gün kedilerin onu yakalayacağını düşündüm ve o akşamı çıtlıkta geçirdi... Sabah baktığımda yandaki çılgın nar ağacında duruyordu, yere yakın bir dalda, güneş havayı ısıttığında yine uçtu ve bu onu son görüşüm oldu. Hoşça kal Alyoşam, korkma çabuk döneceğim, yaşam dağıttığımız umutların, çarpanlarından elde ettiğimiz elem dolu çıkarımlardır ne de olsa!.. Ama ne garip, annesi de o narin yuvaya artık uğramıyor. Bir düzen mi bu... Yavruları olsun diye iki kumrucuk bu yuvayı yapmıştı, büyüdüler ve ikiydiler başlangıçta, önceleri... Birine ne oldu hiç bilmiyorum, sonuçta hepsi yuvayı terk edip gitti, bir bakış ve bir özlemin hiçlikleri kaldı geride, her zamanki gibi... Kuşların yuvaları bir dünya ama insanın yuvası öyle mi... Savaşlar bile yuvalar yüzünden çıkıyor değil mi, yuvaların yerleri, paylaşımları,  kavgaları, ağaçkakanla, çullukların savaşı, serçelerin yuvasına yumurtlayan guguk kuşları ve minicik kuşların beslemeyi insanlık zannettiği, devasa yavruların büyüdüğü bir atopia -olmayan yer- evet, bir karşıtyer gezegeni... Kumrular mutlu ama... Kalde, Kelkit, Makron ve Khalid halkları da öyle midir, onlar da mutlu mu ki...

54
 Ağustos böcekleri, çekirgeler, bıldırcınlar, kurtçuklar, kaplumbağalar, yılanlar, peygamber develeri, köpekler ve böcekler yazın sıcağında, gölgelerin uykusunda, kendi hallerinde apayrı dünyalarının varlığında, seslerle, ötüşlerle, havlama, tıslama, inleme ve ulumalarla, bir yakarış içinde ve bir iletişim içinde, bir arada yaşıyorlar. Dünya sanki onlar için yaratılmış. Niçin olmasın... Kimse yemek vermeden, kimse arayıp sormadan, alış verişsiz, davetsiz, densiz, disiplinsiz bir yaşam böyle olabilirdi... Buğday tarlalarından esen yel, mavicil, keten çiçeklerinin arasından geçerek, burçaklara, arpalara, ahlat armudunun, otların, kara ağaçların tepesinden süzülerek, köye doğru uçuyor!.. Kuşların ötüşü öğle sıcağının sessizliğinde, bir hançere gibi parlıyor. Tek bir saksağan, gurur içinde, kuyunun sereninden bakıyor ve çınlayarak şakıyor.
Adı konulmamış bir kuş, ovayı ortadan ikiye bölerek, karşı dağın yamaçlarına doğru uçuyor. Uçuyor, uçuyor, uçuyor... Tek amacı bu gözüküyor... Bir bulut kuzeyden geliyor ve beyaz bir gül açığı gibi duruyor ovanın üzerinde ve güneye doğru, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Gökyüzü mavi bir elmas, kristal kubbe, devasa bir fanus gibi parlıyor. Tanrının ters çevrilen tek çanağı bu, işe yarıyor!.. Çılgın düşlerimize kol kanat geren çadır mı demeli... Köyün içlerinden ovaya doğru yayılan bir çığlıkla Nurhan el sallıyor uzaklara... Damın üstünde sanki sala okuyor. Çok, çok uzaklardan o eli gören biri var ve o çığlık, haberci bir kuş gibi susuyor. Bir elişi tanrısının öğleden sonrasında, yapılan biricik iş hayırlısıyla sona erdi ve kutsanmış, anlaşılmış, katlanılmış, doyunçlarla süslenmiş günler ve geceler, ay ışığının saydam parıltısında, güneşin altın renkli uğultusunda, takılı bir gerdanlık gibi, mutlan dolu bir boyunluk gibi yeryüzüne ve göklere doğru yayılışında, üzünçle geçip gidiyor. Bahardan sonra yaz geliyor. Sonbahar geliyor ardından ve kış buyur ediliyor, işte bahar gene göründü bile ama işte yaz başlamıyor mu ve sonbahar görevini bitiriyor ve kış gene kapıda ama, yok, yok, bakın bahar geliyor!... Mutlanlı, esriten, bir coşkunun ayartıcı  ve yok eden ve hep var eden, o ışıltılı avareliği içinde...

55
 Kar uzaklardan, aldatıcı, bir ışık seli içinde parlıyor, bir serap sanki... Köyün beyazlara bürünmüş bir kaplanı bu... Beton otlaklar gibi, tek düze, sonsuz parıltıların altında, tarlalar uykuya dalmış ve tek tük kuş çığlıklarıyla sarsılan hava sonsuz katmanlarıyla, göğe doğru yol alırken, dağların ışıklı yamaçları ve gölgelerin koyulaştırdığı vadiler, gezegeni; kutsal topraklar ve kar çiçeklerinin busesiyle, ak çiğdemlerle, buruk, ağırsak kokular yayan, damlardan yükselen bacaların dumanlarıyla sarsılıyor. Karla kaplı köy yollarında, bazen siyah, eğri büğrü çizgiler, küçük aralıklarla, aşağılara, dar yollara, haneylerin aralıklarına dek girerek yiterken, insan bu sessizliğin, bu gölgelerle dolu  tuhaf dünyanın ve üzünç dolu havanın, bu görkemli, elim acının; birden kederlerle dolu gülümseyişi ve mutluluk veren özlemleriyle yaşadığını anımsıyor...

56
 Düşlerden daha güzel bir şey varsa, o da keten çiçeğinin mavisidir. Çıtkırıldım, mini minnacık, bebek gözü gibi, buğulu, bulutsu, sisli, yürek biçimli, narin bir çiçekçik. Akşam olunca, duru, sonsuz gökte, sarı, kırmızı, pembemsi, karancıl benekler belirir belirmez, keten tarlaları, düşsel bir düzlüğe, sonra karanlığa, bir bilinmezliğe gömülür. İşte o zaman, garip, anlaşılmaz, nereden geldiği belli olmayan, bir ses gelir derinden. O zaman Lortop koşmaya, kendisiyle oynamaya, dört ayağı birden havalarda uçmaya başlar. Bir sesi, bir görüntüye, bir görüntüyü, bir cisme dönüştürmek istercesine... Ama bütün gece dinmez, sürer ses, belirsiz bir dünyadan gelircesine, bilinmeyen, bir ıslık gibi... Çisss, çisss, çisss, çisss, çisss!..

57
 Hacıumarların Austin'le gazeteler geldi işte... Gözdeleri, Milliyet, Cumhuriyet, Akşam... Austin, biçimli burnu, eski, soluk mavi karoserini pencerelerden ayıran, sarı çizgili, eski mi eski ama sevimli ve emek bitkini bir araba, otobüs... Çocuklar için ele geçmez, tanrısal bir oyuncak, bir tansık... İşte gazeteleri okutmak için aranan çocuk geldi ve kayalıkların üzerinde, tahta taburelerin, kırık sandalyelerin kahvesinde, uygun bir yere geçti. Çetin Altan'ı, İlhan Selçuk'u, İlhami Soysal'ı okuyacaklar az sonra... Altmışlı yılların sonuna dek sürdü bu okumalar, ama Austin bir gün, köyün yokuşundan çıkarken, kahvenin önünde, yolun başından aşağıya kaymaya başladı, yağmurun ve karın çamur deryasıyla Ademleşen bir Kasım ayıydı, el frenini çekmeyi unutmuşlar gibi laflar duydum, tek neden bu değildi elbette, yol kaygan, arabanın tekerlekleri eski ve otobüs ağlayıp, inleyerek badanaj yapıyordu sürekli... Eğimli yolda, doğallıkla aşağıya kayıyordu araba, aşağısı da başka bir yola, orası da mezarlığa açılıyordu, hızla kayıyordu araba, kayalardan olacakları izliyorduk, arka tekerleklere, mısır koçanı, çalı tutamı, takoz, çarpık çurpuk nesneler, kırık kasalar, iri taşlar koyuyorlarsa da, bana mısın demiyordu araba, çok iyi anımsıyorum o günü, çocukluk yaşlarında sayılırım ama garez dolu düşüncelerimi açıklayayım, köylülerin palyatif, kolaycı çözümlere tapma alışkanlıklarına, her zaman doğal ve işlerine karşı, büyük bir yatkınlıkla yürürlüğe koyduğu kurnazlıklarına, için için düşmanlık besler ve bir gün gelecek nasıl olsa olanlar olacak diye, büyük bir felaket yaşamalarını beklerdim köylülerden... İçgüdüsel bir saflık, güvensizlikti bunun adı ve hepimiz havada duruyorduk sanki, akan damlar, kırık merdivenler, birbirine yaslanan evler, gözü topal, ayağı körlerin, yaşam dolu cenneti... İnsanlar düşüncelerinde, hiç bir zaman ilkellik göstermezler, pratikte ve eylemdedir bütün handikap, kullandıkları araç ve yöntemler ilkelleştirir onları, yani herkes gibi onlarda, uzaysıl düşler, düşünceler üretebilirler, hatta kuran ve gerçekleştirenlerden daha çılgıncada olabilir düşleri ama gerçekleri, eylemleri ve pratikleri ilkeldir, gülünesidir, bunun gizi nedir bilemezdim, toplumsal bir umursamazlık ve yaygın bir yetersizlik ve engelli koşuların, uzaklardan denetleniyor oluşu mu, hepsi varsayımı var saymak ne yazık ki, hepsi gerçek ve hepsi us dışı birer kategori ve sonsuz uykuların gelişi... Keder ve göz yaşının yükselişi... Köylüler, sürgit saçma sapan sonuçlarla karşılaşırlar. Çünkü eylem düşleri beslemedikçe, düşler gemi azıya almadıkça değil, öylede olsa, bir at gibi dört nala koştursa da, sonuçlar daima elem vericidir. Toplumsal bir yaygınlıkla yürürlüktedir bu anlayış. Bir toplum, bireylerinin değil, bireyleri, o toplumun kurbanıdırlar her zaman. Kısır ve güdük birer komikçi dükkanı konumunda kalan her eylem, düşler uçsuz bucaksızda olsa, gülünç birer sonla karşılaşırlar her zaman, kökü olmayan bir çiçek, elde ne kadar görkemli bir demet olursa olsun, kuruyup solar, orkide ya da krizantem, düşlerin geçmişi olacak, eylemin geçmişi, bir kere yeni başlayan bir şey, yüzyılları bulabilir kök salabilmesi için, siz siz olun, geçmişinizi yadsımayın, sil baştana kalkışmayın!.. 'Konuuzun...' Düş kurmak kolaydır ve bireysel bir deneyimdir ama eylem toplumsaldır ve hiç bir birey tek başına düşlerini gerçekleştiremez, görünmez mekanizmalar, labirentsi varyantlar, toplumsal varyasyonlar bir düşün gerçekleşip, gerçekleşmeyeceğine karar vericidirler. Bunun için bir toplumun fertleri suçlanamaz, toplum tümüyle gerileyen bir yapıysa, aydınından, şu toprağı işleyenine, mühendisinden, ticari envanterine, amelesinden, lümpen proleterine kadar... Geri bir emsalite gösterir. Kimse kendini ayrı tutmamalıdır bu kanlı vodvilden... O gün köylülerin bu kolaycılığı ile arabanın içinde kalan, bir umar arayıcılarının başına, bir felaket geleceğini bekledim inanın, ötekilerde öyle düşünüyordu eminim, insan kendini bilebilir, bizi gösterecek ayna ve bir farsın o gün gerçekleşeceğini düşündüm. Dram ya da komedya kapıdaydı... Az sonra, çamurda kayarak, hızla aşağıya, çığlıklar arasında, yolun altına kadar uçan araba, düşleri bile geride bırakıp, yaylanarak, yatmaya kalkışıp, doğrularak, bir cambaz gibi uçup, toparlanarak, sonunda mezarlığın yükseltisine yaslanıp, kaba toprağa saplandı ve hiç bir şey olmamışçasına durdu, olayın korkunçluğu yalnızca benim gözlerimden akıp giden görüntüydü sanki, öyle gibi oldu artık hiç bir şey olmamıştı... Araba daha önce nasıl duruyorsa, yan tarafına bile yatmadan durmuştu, herkesle birlikte, araba da kurtulmuştu. Bir tansık, görülmedik bir akrobasi beklentisinin gerçekleşmemesi, öyle şaşırtıcıydı ki, beklentilerin orijinalitesi, bu denli bir kumarın, sağ salim ve kazasız belasız sonuçlanmasının us dışılığı karşısında, daha olağan ve sıradan bir şeymiş gibi algılandı artık, bir şey olmaması, olabilecek şeyler karşısında düşlenebilecek son şeydi ve tanrının eli kudretini gösterince, yaşanan asıl şaşkınlık işte buydu... Nasıl kurtulur arabanın içindekiler ve araba nasıl ayakta durur!.. Bazen olacakların kesinliği karşısında, beklentilerin düşüğünün de düşüğünün gerçekleşmesi, büyü ve kerametin tanımı için gerekli olabiliyor ve insanlar iki arada bir derede kalıyor!... İnsan ve yaşamın tuhaflığının sınırları ölçülemez!.. O gün, bir şey olmaması gerçekten şaşırtıcıydı, nasıl olurdu ki bu, araba resmen uçtu ve kimseye bir şey olmadı, kolaycı çözümün tanrıları, patlak lastiğe çaput dolduranların yanındaydı hep, ne yazık ki... İlkelliği de çeşitli armağanlar, onurlar ve taltifler bekliyor bu göksel yaşamda, ilerlemek ne kadar kutsalsa, yerinde saymanında, tanrısal ve kabullenilir yanları var ne yazık ki!.. O gün yaşanan olay, gazete okumalarının, haberlerin ve heyecan veren düşünce yazılarının önüne geçmişti. Austin mezarlığa uçtu, biri ağır, üç yaralı var. Gazete haberi verseydi, bilin ki böyle süslenirdi, çünkü insanoğlu, beklenenin altında kalan her şeyi yadsımaya programlanmış bir yaratık, ağaçtan düşen sakat kalmalı, araba çarpan felç olmalı, yoksuldan para çalan yakalanmalı, kuyuya düşen boğulmalı ve koşan zamanında varmalı, aksi bir sonuç kabul görmüyor ve gönülleri fethetmediği gibi, kalpleri de sevindirmiyor!.. Algılar zamana ve mekana sıkı sıkıya bağımlı böylelikle... Hacıumar'ın, arabasının arkasından koştuğunu da söylemeliyim, dünyada böyle bir olay yaşanmış mıdır acaba, bir tren düşünün, raydan çıkıyor ve işletmeci, sanki onu, sağa sola, yarlara, uçurumlara kaçmasın gibisinden, tutabilirmiş gibide peşinden koşuyor, koşturuyor. Genlerine işlemiş bu alışkanlık, çünkü dizginleri eline geçirseydi at ehlileşecekti, eşeğin çılbırını yakalasa asılıp durdurabilecek eşeği, ama treni ya da arabayı bu imgelerle kurtarmaya çalışmak... Niçin olmasın, araba bir at değil mi sonuçta, öyleyse ardından koşmak zorunlu ve Hacıumar haklı ne yazık ki... İnsan sonsuza dek yaşasa bile, zincirlerinden hiç bir zaman kurtulamayacak bir canlı, et ve kemiğin otantikliğinde, geleneklerinin mühürlenmiş gölgesinde yaşayan bir tür yaratık ne yazık ki... Ayda muskasını öptü bu hayvancık... Hacıumar'ın büyüleyici yanı, arabaya canlı bir varlıkmış gibi davranmasıydı kanımca ve öyledir de, Hacıumar'ın arabaya dur, dur, dur diye bağırdığı bile vakidir, ne ki bu bile şaşırtıcı olamazdı derebeylerin geleneğinde, yaşamda ve bilgi dolaşımında, çünkü onlar hayvanlarla, bitkilerle iç içeler, onlara göre araba bile söz dinler, çünkü yaşamları çok büyük oranlarda, doğanın büyüsüyle sürüp gidiyor, bademler çiçek açıyor, kiraz meyve veriyor, arıyı severse sokmayacağını düşlüyor, köpeğe ekmek verirse ısırmayacağını, atın gemlerini kastığında duracağını biliyor ve işlerin geceye kalmamasına inanıyor ve gün ışığının romatizmalarına iyi geleceğini sanıyor. Öyledir ama... Arabada bu durumda, çüş dediğinde neden durmasın, durmaması da şaşırtmayacaktır ilginç olanı, atı her zaman söz dinlemiyor ki, ama duracaktır araba, durdu da zaten, mezarlığa yaslandı ve inanın sözünü dinledi sahibinin... Ve müjde, dilekleri de gerçekleşti aslında Hacı Umar'ın, ne ölen var ne yaralı, her şey masal ve her şey yazılı!.. Biz aksini bekledik evet ama Hacıumar onu bekleyemez, başına bir belanın gelmesini kim ister ki, onun için büyü, sihir, mut verici gerçek güzellik, olacak olanın, hiç olmamış gibi gerçekleşmesindedir doğallıkla ve öylede oldu... Hacıumar, kayan arabanın arkasından koştu, kimse saçma bulmadı bu davranışını, ama düşünün ki daha hızla koşsaydı, yetişseydi ve eliyle itseydi bu tarafa arabayı, arabanın yatacağına ve o zaman içindekilerin, ölümle burun buruna geleceğini söyleyenlerde çıktı, yani koşmasının da bir sınırı ve yararı olmalı, yetişmesi işi bozabilirdi, oda ölçülü olmalı, bir dokuncaya, bir edime olanak vermeyen koşma ya da hiç koşmaması, köylünün psikolojisinde olmaması gereken bir şey inanın, ayıp ya da utanmazlık ve günaha giden bir yoldu belki de, hiç koşmazsan tabi ki ölen olur, sen ilgini göster, çabala, koş, gerisini tanrı bilecek, söyleyecek, uygulayıp gösterecektir nasıl olsa... Bu felsefenin, korkunç ve haklılıklar üreten bir mantığının olması, her şeyden şaşırtıcı gelirdi bana... Her şey o kadar olağanüstü bir biçimde cereyan etmişti ki o gün, peşinden koşmasa araba belki de daha hızlanacak ve mezarlığı bile aşacaktı, ama koşması, eşyanın ruhsal momentumunu tetikledi ve araba hızını keserek, bir ortalamaya dönüştü ve tam tamına hiç bir belacıl sonuca varmaksızın durdu... Olayın gerisi sizin düşlerinize kalmış, ilkelliğin saltanatı işte böyle bir şey diyemem, iletişimin böyle olması çok doğaldır bu hallerde, görülüyor ki, bir olanaklar cehennetinde geliştirilmiş yöntem bunlar, dualar, yakarışlar, dur deyişler, çüş naraları, koşanların ruhsal bir yıldırımla arabayı yavaşlatması, elektromanyetik dünyaların, eşyaların, abanoz ve kehribarların aşkınlığında, nesnelerin, et ve kemiğin ruhsal yapısında, iletişime geçmek, tüm koşmacalar, çabalar ve tanrı aşkına dur diye bağırmalar kesinlikle yapılması gereken şeyler... Hacıumar koştu, Kavasamat şaştı bu işe ve iş tanrının hikmetiyle, kazasız belasız yaşandı işte... Konu kapandı gitti. İşte bütün mesele bu!.. Köy o gün yaşanan olayların çokluğu, yerel fantezinin önem sırasında, evrenselin önüne geçtiği için, tavuk karanlığından, bilgi kirliliği ve ışığın isinden, ambar fareliği ve uçkur magazininden uzak kaldı, kendi içine gömüldü, akşamla beraber uyumadı yatağında, döşeğinde düş görmedi, kandillerin, fenerlerin pırıltısında, güne özgü dedikodular aldı yürüdü, köylüler bir felaketin eşiğinden dönmenin, bir şaşırtı yaşamanın, bir çarpınca uğramanın, düşünce ve eylemin karmaşası, azgınlaşan korku ve heyecanla günü geçirmenin, sıradan yaşamlarına mitoloji katmanın zevki ve coşkusuyla, yaşam dolu bir gün geçirdiler, yaşıyor olmanın mutluluğunu tatmak, herkese nasip olan bir şey değil, bunun ne Paraugay'ı var, ne Uruguay'ı, ne de Teksas ya da Kremlin'i... O gün sıra İsabey kasabasındaydı ve hep böyle olacak, sırayla tadına bakabileceğiz yaşamın!.. Neden, bugün şaşkınlığımız hala sürüyorsa ve bu denli belleğimizde canlanıyorsa her şey, olanların ve olacakların tümünün böyle gerçekleşeceği olgusu kaçınılmazlıkla doğrudur kanımca!.. Böyle gerçekleşmesi gereği ve inancı da son derece yerindedir, çünkü İsabey'de bir tanrı var ve görüyorsunuz ki her şeyi de o bilir!.. Mutlu bir gün geçirdi köylüler. Bir felaketi atlattılar, ama bir kaç kişi ölümcül bir sonuçla karşılaşsa bile, mutlu olabilirlerdi olanlardan ötürü, çünkü ölümde yaşamın gereklerinden biriydi, gerekçeler olaylardan önce gerçekleşiyor onlar için, olay ufku sonra beliriyor, asıl olan yaşamı yaşamanın zorluğu onlar için!.. O gün ne olursa olsun, onlar için makbuldü kısacası, olacaklardan önce sonuçları görüyor ve sonuçlar eylemlerden önce oluşuyordu onların bilinç evinde, ak beyninde, düş ve düşünce çemberinde... Sonuçta, kış döngüsü, ilk kez şenlenmişti o gün köylüler adına, kovuklarından çıktılar ve bir tilki gibi hayatla oynaşıp, bağırıp çağırarak, sahnede rol aldılar ve yaşama bağlanmanın dayanılmaz hafifliğini, kuduzcul zevkini yaşadılar. Daracık bir ovanın çekip çevirdiği, dönüp duran dünyalarında... Ertesi gün güneş açtı. İnsanlar neşelenirse eğer, unuturlarsa her şeyi, bir olayın sonrası, iyi veya kötü, kesinlikle güneşte ayak uydurur sonuçlara, görünür ya da kaybolur, sürçü lisan ettikse af ola, her şey birbiri ardı sıradır!..

58
 Sabahın alacasında, tan sökümünde, çıkardı evden. Ovalara, dağlara, yamaçlara, tepelere, bağlara, bahçelere salardı ruhunu. Yapraklara dokunur, çiğdemlerin, kır menekşelerinin, bağ güllerinin üzerindeki çiğ damlalarının, sökün etmiş kırağıların suyunu içer, kır tanrısı gibi bütün gün derelerde, korularda dolaşırdı. Arıların, dalların, yaprakların, rüzgarların uğultusu arasında, oğul veren çiçeklerin arasında, çalılıkların, gediklerin arkasında, tuhaf bir gölgeyi andırır, düşsel görüntüsü köylüleri ürkütür, gün olur onu taşlı tarla bayırında, öğle üzeri sütleğenler arasında, ikindileyin Menderes kıyısında, akşam köy altlarında, bağlarda bağdaş kurmuş otururken, ahlat ağacının gövdesine yaslanmış dururken, dalgın yürürken ve başka dünyaların bir tanrısı, ele avuca sığmaz bir Mehdisi gibi huşu içinde eğilirken görürlerdi... Bağlarda tozlu çitlimlerin, buruk kokusunu ruhuyla kutsar, badem çiçeklerini dokunmaksızın koklar, yemliklerin, ebegümecilerin, semizliklerin yanına elini bile sürmeden uzanır, kuşlara şarkılar söyler ve inci gibi noktacıl gözleriyle, şaşkın bakan kuşlar, dur duraksız onu dinlerdi. Dağlarda, yarlarda kekik kokusunu, kedi tırnaklarını, küstüm otlarını, pırnalları, çamları kucaklar, sarışıp, sevişir, kuşlukta ayrıldığı köye, gece yarılarında, yıldızların bastığı, serviler arasından ayın indiği, inlerin, inlemelerin yitip gittiği, ovaların, gölgeli suların içinde, tuhaf homurtularla, kokularla, üstü başı çiçeklere bulanmış, kasketi yan yatmış, pabucu yırtık, mintanı parçalanmış, sağında solunda börtü böcekler, elinde kolunda demetlerle haneylere girer.. Sabah olur olmazda gene düşerdi yollara, dağlara, bayırlara, sindele, batala, üyyüğe, ırlağanlıya... Deliydi... Deli dolu, deli hulu, delimsirek biriydi. Adı; Emin, Havzeminlerin Emin!.. İnanmayacaksınız biliyorum, onun bir gün tıpkısıyla, şöyle bir tümce çıkmıştı dilleri tutuşturan ağzından. Çünkü deliler geçmişi ve geleceği gören varlıklardır derdi babam. Oto şiddet bağımlısıdır insan, genlerinden akar kan, organize bir yapı değil, yel yepelek, yeknesak bir varlıktır o, ha lubunya, ha Lesboslu Sofiya fark etmez, şiddet endüstrisine bel bağlayan bir yaratıktır o, Omiya'da yaşasa, Roma'da da olsa, Hadis ve Hades'i karıştıran tek varlıktır... Argotik kavramların tutsağı, organizmanın iflası, kitle psikozuna aşkla bağlı olması, bölük pörçük kılmış onu, bilgi kirliliği ve ambar fareleriyle baş etmek için geçer ömrü, Nuh'un çorbası ve dağın çekirgesi baş tacıdır... İzleyenler kutuplaşır, aktörler uzlaşır bu komplotik varlığın naturasında, Nietzsche'nin kesinlemeleri hiç bir işe yaramaz, evrenosta sürüp giden endüstriyel kaos, tanrıların el işi sayılır, yel türküleri ve esinlemeler eşliğinde, yazık ki yitip giden bir erdişiydi onlar, havada kuş, suda balık, toprakta karıncalar...

59
 Köyün ortasından geçen çay, öylesine küçüktür ki, önünü biz çocuklar, çamur setiyle, şöyle bir iki karış kessek, taşması akşamı bulur... Ama bazen olur ki, kışın kapılarında, bir yıl yağan yağmurlar kadar, yağmur yağar ve sel öylesine köpürür, kil rengiyle, bulanık balçık rengiyle, öylesine akar ki, ortadaki taş köprünün üstünden geçerek, köprüyü görünmez kılabilir. İşte o zaman, köyde bir söylence başlar, sel ineği götürmüş, bu hiç bir zaman, keçi, koyun, köpek olamaz. Çünkü inek köylü için kutsaldır, besin kaynağıdır, gelir kaynağıdır ve köydeki canlıların berekette en iyisi, en irisi... Sel atı götürmüş olamaz, at dediğin nedir ki, binek hayvanı, kıtalar arası füze!.. Ama inek hayattır, evin direğidir, her şeydir o... İşte o zaman köylüler, umarsız biçimde yakarırlar, bitmez tükenmez bir kinle bağırır çağırırlar, Yeremya'nın faslında lanetlenen, kanalın kralları gibi inleyip, haykırırlar. Bedduaları göğü inletir, Pentatökte yer alır bir mesele dönüşür inek olayı... Rabbimizin altın bir buzağısı vardı, kendisinin saldığı sele kapıldı... Sel firavundur, inekse Apis. Ve firavun, Apis'i halkın elinden aldı, yerine kendini koydu. Ahali, bütün köylü çıldırır bu işe ama ellerinden de bir şey gelmezdi. Çocuklar yamaçlardan köprüye, başı selde inip çıkan, boynuzdan tacıyla görünüp, kaybolan, bereket tanrıçası ineğe bakarlar. Ağlarlar, o kutsanmış, saygın, görkemli hayvanın, köprüyü bile sökerek alıp götüren seldeki güçsüzlüğüne ve tükenişine kahrederek, yazgıya tanık olmanın acısına gark olurlar ve olgunluğa eriştiklerinde, bilinç altlarında, en değerli, zümrütsü, altın taçlı, görkemli şeylerin bile, balçıksı bir bulanıklığın içinde sürüklenip, anlamsızca yok oluşlarını bildikleri için, hep bir anlam uğruna, bıkıp usanmadan, koşup, koşturarak, uçup parçalanarak, bir uğraş içinde, kan ter içinde yitip, ölüp giderler...

60
 Zeyve'den, Hançalar'dan, Süller'den, Bekilli'den, Karahallı'dan gelenler, gidenler ortalığı şenlendiriyor. Pekmez almaya geliyorlar. Buğday, arpa alanlar, keten, burçak yolanlar, neferne toplayanlar, zahire toptancıları, tahıl ölçekçileri, karşılığında paralar, senetler, basma, kumaş, beşibirlik alıp vermeler, tövbeleşmeler, daha sonra kızlar vardır, karşı köylere gelin gidenler, karşı köyden gelin gelenler. Pekmezler kaynatılır, üzümler kasalara yüklenerek, şenlikler şehrin yollarını tutar, yarenlik yapılır, gediklerin, kelterlerin başında, ödlekler korkutulur, şaşkınların ardından koşulur, panayırlar olur günler boyu... Bağları öküz başından korkuluklar süsler, insan çatısından şeytan çubukları dikilir tarlalara, kurtlar, kuşlar, tilkiler, bağ bozumunu erkenden bozmasınlar, gün sonuna bizden önce varmasınlar diye... Bağlarda Meşhur, Ayşe, Zübeyde, Esma, Cennet, Zeliha, Sultan, Sabahat, Fatıma, üzümleri kelterlere doldurdukları gibi, sırtladıkları gibi yukarıya, gümenin yanındaki kasalara uçurup bırakırlar. Bu zamanda meyveler azgınlaşır ve elmalar, armutlar yüklükleri boylar. Şenlik ateşinde pişenler yenir ve türküler söylenir günlerce, gecelerce...
'Cevizin yapağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında, üç beş güzel bir araya gelmişler, benim sevdiğim yok aralarında'
Sürüp gider uzun havalar...

61
 Lortop'la yan yana kırları dolaşıyoruz, hızla koşturuyor bir kaplumbağaya doğru, onun hareketsizliğinden olacak merakını yeniyor ve peşini bırakıyor, sonra bir kelebek, bir arı, tavşan derken Lortop'a sayısız eğlence, oyun çıkıyor, bütün gün yanımda kuyruğunu sallayarak dolaşıyor, bir şey yediğini, bir şey içtiğini görmedim, doğanın verdiği mutluluk Lortop'a yetiyor mu acaba diye düşünüyorum, bense bin bir türlü meyvelerle oyalanıyorum, bağ yaprağı çiğniyorum, patlangaçlarla ürkütüyorum onu, iğdelerin arasından geçiyor, suyun kıyısından, parsambaların kokusunu içime çekerek uzaklaşırken, minik, cadı gibi bir fındık ağacıyla karşılaşıyoruz ve taze fındık veriyorum Lortop'a, onu da yemiyor ve yeşilliklerin arasında yitip gidiyor, ta ki birbirimizi kaybettiğimiz sanısı benliğimizden taşana dek, o zaman Lortop diye bağırıyorum Lortop ya da ıslık çalıyorum, o kim bilir nerelerden sanki kokumu almış, çağrıldığını duyarmış, beni anlarmış gibi, birden önümde beliriyor, saki yerin altından çıkıyor, göğüs kafesi inip kalkıyor, dili bir karış sarkıyor ve kuyruğu yerlerde sürünüyor, ona diyorum ki, yeraltı cinleri mi düştü peşine, yoksa sen mi kovaladın onları Lortop, neredesin, o siyah kadifemsi bir çemberin kuşattığı gözleriyle bana bakıyor ve elemle, derin bir soluk alıp vererek, sanırım şunu demek istiyor, iki ayağıyla belime, elime, kollarıma zıplıyor ve karşılıklı bağlılığımızı, sevgi dolu alışverişimizi duyumsarcasına, varlığımızı onaylıyor, karşılıklı, benim kararlılık, onun naz dolu, incelikli gösterileriyle...

62
 Menderes ırmağının kıyısında dolanıyoruz Lortop'la, ırmak iki yamacın arasından, vadinin içlerindeki, yatağında akıyor, akıyordur ama öyle durgun ki, sanki hareketsiz ve içinde ölüp kalmış cinlere, perilere ulaşmak ister gibi, bayıltıcı sıcakta sinekler vızıldıyor ve az sonra, törenle atılmak istiyorlar ırmağın dünyasına, ölü doğanın, canla dolu ortasına... Eğilip bakıyorum, durgunlukta o periler, cinler yayın balıklarıdır sanırım, öyle hareketsizler ki, bir taş alıp suya atıyorum ve hızla oradan buraya yüzüyorlar şimdi, suyun dibi güneşte altın gibi, kıyıdaki ağaçlar suyun dibine uzanmışlar, iki yaşarlıymış gibi bakışıyorlar... Kurbağalar kıyıda suya dalmakta kararsızlar, biz yaklaşınca atlıyorlar ve durgunlukta yüzen şeyler hızla kaçışıyorlar. Güneş suyun içinde gibi, yalpalıyor, büyüyüp ufalıyor, yayvanlaşıp kayıyor ve parçalanarak ayrılıyor... Yeniden beliriyor az sonra, doğarmışçasına parıldıyor, sanki Finike batıklarında, altınsı, göz alan bir lagos balığı gibi... Suyun içindeki dünya, suyun dışındaki dünyayı biliyor mu acaba, suyun dışındaki dünya, suyun içindekini... Garip bir denklem gibi, iç içe gölgelerde, ışık yuvalarında, parlıyorlar birbirine nazire yaparcasına... Tanrım, iki dünya var burada, ikisi de birbirine kayıtsız, ikisi de birbirinden habersiz ve ikisi de birbirini biliyor, ikisi de birbirini gölgelemiyor ve ikisi de birbirini tanıyor!.. Lortop benim gibi uzun uzun suya bakıyor. Irmağın altından kuşlar geçiyor, yukarıdan uçan göçmen kuş onlar. Uzun zaman oyalanıyoruz orada, ırmağın kıyısında, ta ki değirmenden dönenler yanımızdan geçip gidene dek ama bizi görünce beraberce köye dönmek için selam alıp veriyoruz, lafa tutuşuyorlar. Hiç unutmam hızla yanımızdan bir otomobil geçmişti, biri, genlerimizde buzağıya tapmanın izleri var, sıra arabada demişti... Hem yürüyüp hem söyleşerek köye döndüğümüzde akşamı etmiştik. Lortop'un bugünkü yaşantımızdan, merak dolu gezimizden mutlu olduğunu sezinliyorum, gözlemliyorum. Günün yorgunluğuyla uyuklarken, tek gözüyle bana bakıyor, duygularını belirtircesine, sanki teşekkür ediyor, şükranlarını sunuyor mırıltılarla, sonra başını ayaklarının arasına alıyor ve dalıp gidiyor yoldaşım... Bunun adı, niçin bir aşk olmasın!..

63
 Okulun önündeki havuza bakıyoruz. Küçücük renkli balıkları hayranlıkla izliyoruz. Kuş dillerine yaslanarak, aralarından geçen Lortop, güzel kokuların havaya yayılmasına neden oluyor. Karagözler buruk, derin kokularıyla burun kanatçıklarımıza el koyuyor. Çam kozalaklarına, tilki kuyruğu çamlarının iğne yapraklarına elimle bastırıyorum, gene derin, esriyen kokular. Her şey öyle güzel,  öyle baştan çıkarıcı, kokular dünyamızı öyle dolduruyor ki, dutların altından geçerek köyün içlerine doğru yola düşüyoruz, birden anlıyorum ki bu yapraklarda kokuyor, bahar geliyor der gibi, ot kokuları, fışkınların nemli, baygınlık veren, esriten, aşkı paylaştıran okları sanki, Lortop ve ben dünyanın Sezar'ı gibi dolaşıyoruz derelerde, dağ yollarında, kırlarda, doğanın eşsiz kokuları, ağaçların yaprakları, göklerin bulutlarını tanımak, tanrının işlerini anlamak için sefere çıkmışız, arkamızda kimse yok, önümüzde sonsuz ova, topraklar, ağaçlar, kuşlar, nereden geldik bilinmez okulun bahçesinde almışız soluğu, sonra eve kadar hiç konuşmadan yürüyoruz, yollarda nar ağaçları, renkleri öyle güzel, öyle can alıcı ki, yanlarından geçerken bambaşka kokular dolduruyor içimizi, duyumsanması güç, kendini ele vermek istemeyen, derin, olağanüstü kokular, tanrım şu evrende kokularla varlığını duyurmak istemeyen ne var, bütün dünya, bütün her şey kokuyla konuşuyor, kokuyla yaşıyor, kokuyla varlığını kanıtlıyor... Bir an duraksıyorum, Lortop... Onunda bir kokusu var, ilk kez anlıyor, seziyorum bu kokuyu, sarılıyorum ona, beni sev, beni öp, beni anla der gibi, bir ben mi, o da öyle sanki... Hepimiz yaşamın bir parçasıymışız, hepimiz evrenin, yaratılışın bir giziymişiz meğer, hepimiz vaz geçilmez bir immişiz şu dünyada, anlıyorum artık, yaşamaktan güzel bir şey yok ve soruyorum haykırarak bu dünyaya, sevmekten güzel ne var, yaşamaktan güzel ne var!..

64
 Kayalıklarda oturmuş, gecenin sessizliğinde, ovaya bakıyorum. Herkes uykuda, ayda uyukluyor sanki servilerin arkasında, ama yıldızlar, yıldızlar derin, acılı, sonsuz bir özlemin umuduyla kırpışıyorlar. Onları bizden ayıran nedir, karanlık ovada, karanlık gökyüzünde, başka hiç bir şey görünmüyor, onlardan başka... Ağaçlar, evler, dağlar her şey, her yer karanlık. Kendim, kendime de karanlığım, kendimin ne olduğunu anlamak için, elimi gezdiriyorum kendimde, benliğimde, anlamaya çalışıyorum kendimi, dokunarak geziyorum bedenimi... Ben insan mıyım... Bana insan mı diyorlar... İnsan mı diyoruz biz kendimize, yoksa, kendi aramızda ad mı koyuyoruz birbirimize, kirpiklerimiz, gözlerimiz, ellerimiz ve parmak uçlarımız var. İç organlarımız evrenin bir tür tansıması mı, onun bir yansıması mı, sırtımdaki urbanın biçimi neden böyle ve niçin benim sırtımda, deri üstünde ikinci bir deri mi o, ama insan ve varlık önemli olmalı yine de, değerli de, varsak eğer bir nedeni olmalı, evren bizim için var ya da evren için varız biz, ikisi de varlığın ilkinsil, temel bir nedeni sayılabilir, biri biliyor bunu ama biz bilmiyoruz, biri bizi görebiliyor ama biz görmüyoruz, biri bizi anlıyor, ama biz anlamıyoruz, o her şeyi biliyor, biz bir şey bilmiyoruz, o bunu söylemiyor, ama biz söylüyoruz. O biri, bizden daha kederli olmalı, bir uçurum var arada, o atlayabilir ama atlaması ölümü olur, biz atlamak istiyoruz ama başaramıyoruz, belki gelecektedir diye avunuyoruz ve sırların sırrını bir türlü öğrenemiyoruz... Evrenin gizini bir türlü çözemiyoruz... Zaman geçecek ve ben değişecek miyim. Uzaktan yeşil bir nokta yavaş yavaş yaklaşıyor. Yeşil bir nokta karanlığın içinde bana doğru yaklaşıyor. Büyüyor, büyüyor ve tam gözlerimin önünde patlayacak gibi, beni sarıp, alıp götürecek gibi oluyor ve korku, ürkü içinde titreyerek donup kalmışken, sanki gözlerimin önünden açılan evrenleri, alemleri görüp, tanıyacakken, ayaklarıma doğru sürtünen acayip, tüysü, garip bir şeyle, nerdeyse korkudan bayılacakken, bu gizemli, tuhaf şeyin, Lortop olduğunu anlıyor ve düşlerimden uyanıyorum... Şükürler olsun ki yaşıyoruz ve biz bizeyiz şu evrende ve kendimizden başka çekinecek hiç bir şey yok!.. Korkulacak başkaca bir şey olmadığını görüyor ve gecenin karanlığında, evrenin yalnızlığında bir kez daha her şeyi anlıyor ve ağlamaya başlıyorum, Lortop garip, kısık mırıltılar ve ıslıksı seslerle sürtünüyor bana ve acılarıma, özlemlerime ve yalnızlığıma o da ağlıyor...

65
 Düşsü ay, servilerin arasından yükseliyor. Gecenin bıçkın, can alıcı derinliğinde, bir baykuş tüm evrende çınlayan bir sesle haykırıyor. Köpekler bu çağrıyı ulumalarla yanıtlayarak gecenin sonsuz dinginliğine ürpertici katkılarda bulunuyor... Uuu u uuuuuuuuuuuuuuuuuuuhhhhh!.. Çıldırtıcı, derin, inilti dolu sesler geliyor dereden, dağlar daha keskin, çınlayan yanıtlarla karşılık veriyor, birbiriyle haberleşiyor sanki canlılar. Haberci tanrı Hermes iş başında... Böğürtlenlerde, kimi çıtlık ağaçlarının dalları arasında, tek tük, gözbebeğinden küçük, ateş parçaları uçuşup duruyorlar, nenler çarpışıyor dünyada... Damlarda, ahırlarda, ağır, uzak çağlardan kalma bir ayak sesi ya da pullu, tüylü bir mastodont, büklümlü bir gergedan gibi bir şeyin, bir yarı tanrı, kavgacı savaşkan bir Mars gibi, boynuzlu bir ilah gibi bir şeyin, gecenin karanlığında vahşi boynuzları, pençeleri ve toynaklarıyla sanki havayı dövüyorlar. Kara bir bulut yavaşça büyüyerek gökyüzünü kaplarken, yıldızlar yapayalnız bir umudu, göklerden doğru sessizlikle inmekte olan bir alayı, bir yortuyu yok edercesine, birer birer sönüyor... Yapayalnız oturduğum yerde, bütün bu umarsızlıkların bir parçası olduğumu düşünerek, duymak, görmek, konuşmak, gülmek, dokunmak, yürümek, koşmak, haykırmak gibi arzular, yakarışlar geçiyor içimden... Az sonra karanlıkların içinden bir ağartı yayılarak, her yeri, her şeyi kapsıyor ve bir tanrının başını andırırcasına, birden güneş doğuyor. Baykuş yok oluyor. Köpekler sadakatle insanların ardından yollara düşüyorlar. atlar, eşekler, öküzler yüklendikleri tüm ağırlıkları, şeyleri bir kuş hafifliğiyle ovalara, dağlara uçururken, herkes alabildiğine şen, cıvıltılı seslerle, ovaya doğru yayılıyor ve sanki yeryüzüne dağılıyorlar... Böcekler renkli kanatlarıyla çiçekten çiçeğe konarken, hafif yelde serviler, güneşin gülen yüzüne sevinçli türküler okurcasına, oynaşıp, çığrışıyorlar , yapraklar el çırpan bir kalabalığa dönüşüp, kuşlarında bu şarkıya katılması için coşkuyla alkışlıyorlar, eşlik ederek, katılıyorlar. O an mutluluğun resminin, nasıl bir şey olduğunu anlıyor ve gökyüzüne doğru yüzümü çevirerek gülümsüyorum. Orada bir şey görüyor ve oradan birinin de bana doğru gülümsediğini sezinliyorum...

66
 Lortop avluya, öyle hızlı bir giriş yaptı ki, tüm besili tavuklar ve onlara eşlik eden altın tüylü horoz, ürküyle damlara uçuştular. Tavuk uçmayı unutan bir kuş, kuş yürümeyi unutan bir tavuk nede olsa... Beyaz, çilli, siyah benekli, uzun, cılız, iri yarı, paçalı, peçeli, donlu, ibikli, ibiksiz, leyleksi, kartalsı bin bir türlü tavuk cinsi avluda, kıyıda köşede, sessizce dolaşıyor, tavukgiller dünyanın tadını çıkarıyor. Bir horoz altın tüyleri, dik, kızıla çalan kuyruğunun iki yanından sarkıttığı bin bir renkli, parlak kadifemsi, us uçuran parlaklıktaki püsküllerini, güneşte yanar döner, göz alıcı, ince çizgili ala kuşağıyla, tavukların beylerbeyliğini, efeliğini yapıyor düşlerinde... Sonra geriye doğru kaykılarak, sanki arşı alaya çıkmak ister gibi, hükümranlığını tüm aleme duyurmak ister gibi, boynunu gökyüzüne uzatıyor ve gagasıyla görünmez gölgelerin içinde, gizlenmiş taşların ardında, kovukların arasında ve göklerin sonsuzluğunda saklanmış düşmanına, uçar, kaçar, konar canlısına, gagasını saplar, bir Unicorn'a, tek boynuza pençesini uzatır gibi, uzun uzun öterek, uyuşturan öğlede, tüm sağırları uykusundan uyandırırcasına, inmelileri yataklarından kaldırırcasına, yenilmişlere utkusunu duyururcasına, avludan otlaklara, otlaklardan kuyulara, kuyulardan Frig'in krallarına, Midas'ın kulaklarına dek yayılan bir serenatla... Kişner gibi, anırırcasına, ulur gibi, haykırırcasına, nara atıp, göklere nidasını tanrısal gonglarla, davullarla duyururcasına, bir hışımla, bir meşkle, doyulmamış bir bakıştan gelen aşkla, tüm dünyayı, öğle uykusundan, sıkıntısından uyandıran çılgınca bir neşeyle, bir kulaktan öbür kulağa uzun bir tren gibi geçercesine öterdi... Horoz köyün efendisi, köylünün sultanıdır, bu dünyanın hakanıdır ve düşlerde güzeller güzeli, sırmalı bir serasker, pırıl pırıl, renkçil bir gezegenin hünkarı, veziriazamı ve hüsn-ü nizamı, lale devrinden kalma bir sadabatı, dünyazatıdır o!..


67
 Derepınar çok ünlüdür. Şanı Baklan ovasının tüm beyliklerinde, köylüklerinde bilinir. Suyu demir gibidir. İçenin çenesi kasılıp, kilitlenir. Dişleri şakırdayıp, zangırdamaya başlar. Ağzı baştan aşağı buz tutar, öylesine soğuktur. Kurnasına uzanıp tutacak olsanız, eliniz kaynaşır, kurtaramaz, kurnanın parçası haline gelir, mitolojik bir yaratığa dönüşür, görseliniz bir tuhaf olur, değişirsiniz. Bir testiyi uzun süre çeşmeye tutacak olsanız, testi çatlar, içine buz dolar ve kızlar ağlayarak evlerine dönerler. Testi çok değerlidir. Derepınar'ın ahırında yağız atlar sulanır, nice vahşi, yahşi hayvan suyu orada tanır. Öyle uzun yakınıp, su içer ki hayvanlar, atlar, inekler, bakılışı güzel buzağılar, koçlar, koyunlar, ağırsak öküzler, yakıtmaya gelenler dayanamaz, aynı onlar gibi eğilir, kana kana su içerler. Su o kadar soğuktur ki, küçücük hayvanların taş kesilerek, kulaktan kulağa, donup kaldığı efsaneleri yayılır. Hayvanlar gene de içmeye dayanamaz, her seferinde ahırın suyu yarıya kadar kesilir. İçinde ki yosunlu taşlar, ayakları kendinden büyük kurbağalar, mini minnacık yengeçler, suyun yüzüne çıkar. Lortop'la bir düşünce alır bizi o zaman, bu yengeç, bu hayvanlar, buraya nereden gelir, yoktan var olamayacağına göre, patlıcan kılından da üremeyecektir, bu tanrının işidir belki de, suyu yaratan, onun canlısını da üretip dağıtabilir. Küçücük bir dünyada, köyün çevresini saran dağlar kadar olan bir dünyada, bu böyledir. Ben bunları düşünürken... 'Seliiim, Selim / Bu eller kimin, / Bu gözler kimin!..' diye bana bakardı Lortop... Şu dünyada sorular, yanıtlardan daha ilginçtir.

68
 Akrep sıcakta, bağların içinde, kuru tozlu toprağın altında, pusuda durur, uyuşuk, zehirli ve ender biçimiyle ürkütücüdür. Dehşet verici... Binde bir olsa da çıplak ayakla dolaşan çocukların pembe tabanına çengelini batırır. Korsan iğnesi. Kaplumbağa yeşilliklerde, ot kümelerinin arasında kaygısızca gezer. Bir çocuk yaklaştığında durur, her canlıda durur, ellerini ayağını, gözlerini içeri çeker, baş ucundaki gölge yitip gidinceye dek kıpırdamaz. Tavşanlar pek görünmez, kırlarda, dağlarda tek tük saklanırlar, çokça gizlenir durur kır tavşanı, dağ tavşanı... Çocukluğum boyunca tek bir tavşan gördüm ben. Uyuduğu yeşilliğin çukurundan, güpürtülerle, gümbürtülerle, eşsiz ezgiler ve alaylarla, Roma'nın lejyonerleri gibi geçecek olsanız, birden önünüzden fırlar ve düzgün doğrusal, göz yitimi boyunca koşar da koşar, kıvrıldığı ilk sapaktan da ime time karışır. Tilkiye asla hiç bir zaman yaklaşılmaz, Tilkiye - Türkiye asla yaklaşılmaz, tilkinin yaşadığı kovuğun yakınlarında, tüyler bulunur. Bazen binde bir, arada kovuğun ağzında çalı, palamut dalı, tütün yaprağı yakılırsa da -çünkü tilki üzümlerin düşmanıdır köylü indinde-, tilki ininden çıkmaz ya da belki ayak seslerinden gümbürtülerden dolayı çok önceleri terk etmiştir orayı, kulak tilki kulağı. Tilki çok uzaklardan bir gölge, bir hayalet gibi gösterir kendini, tilkiye bak! Gördüysen ne mutlu sana, görmediysen hani nerede, tilkinin peşine düşmedikçe, bu dünyada herkes kendi işindedir ama, kanın, belanın geliyorum demeyeceği de bilinir, yakınlarda bir iki kanat sesinin gökyüzüne karışmasına veya öğlenin ördün de çalılara sürtünen bir uzun kuyruğun çıtırtısına, tıslamasına yol açar. Tilkinin efsunu efsanesidir., Çakal ise geceleri ulumasından bellidir. Çakal yaşamaz, yamaçlarda sesi dolaşır yalnızca. Baykuş insanın ömründe bir kez görünür, çıtlık dalında bir totemin, kötücül gözleriyle ikona gibi durur. Senin yazgını okur, büyü yapar ve yok olur. Bir kere gördüm baykuşu, insanların imgelemleri aynıdır, korkmuştum açıkçası... Dik kulakları, geniş tüylü başı, bir sfenks gibiydi, çocuğum, nerden biliyorum, inanın tarih kitaplarından ola ki haberdar köylüler dese ki, sfenks şudur budur, insanın, tüm insanların gözünde benzer şeyler canlanır, üç aşağı beş yukarı oradan biliyorum. Baykuş evet yazgıyı okur. Çocuk... Çocukluksa bir vardır bir yoktur, şu dünyada... Yaşar bir çocukluk lafı ama çocuk insanın kendisidir. Büyür sonunda kimseler bilmez, çocuk yok olur, yoktur. Ne kalır ki geride...

69
 Dereye, kadife çiçeklerinin sevdasına, iğdelerin yerleri süpüren kokusuna, Gülsüm'ün fesleğenine, ilk eriklerin çiçek açışına, biberlerin kısacık boylarına, baygın yeşil, bibercikli dallarına, fidelerin, patlıcan yavrularının aralarına, pırasanın dallarına, uzun kırbaçlı dallarına yapraklarına, iri, sarı, su kabağı çiçeklerinin boyunlara dolanışına gidiyoruz Lortop'la... Su akıyor. Tanrının tahtındayız biz. Beyaz bir buluttan damlayan çiğdemleri dilimizle tadıyoruz. Alıçlar, orman üzümü, böğürtlenler, dutlar dökülüyor dünyamıza, ağzımız açık, gözü aç, gönlü aç bir put, minicik bir mabut gibiyiz ikimiz, gölge olsun sayvanlar!.. Esen rüzgar, iğde çiçeklerinin yaydığı kokuyu tüm ruhlara, tüm dünyaya üflüyor, soluyor derken Lortop, köpeğim, ağlamaya inlemeye, inciler dökmeye başlıyor. Soru işareti yılında... Can alıcı betimlerle ağlıyor Lortop, kıvranıyor, ayaklarını uzatıp, çekiyor, dönüyor, sırtını yaslıyor toprağa ve sonra birden dikilip dört ayağıyla, uzaklara bakıyor, neyi bekliyor bu hayvan, neyi arıyor... Bende çiğ damlaları akıtıyorum artık ona uyarak, üzünçle... İris çiçeği -susallar-, sütleğenler bize bakıp boynunu büküyorlar haliyle, ağlaşıyoruz sessizce, hırsız bir balıkçı, yoksul bir göz boyacı değiliz ki biz... Neden geldik, neden gidiyoruz mu demek istiyor acaba şu dağlar, şu çiçekler, şu böcekler ve Lortop... Canım köpeğim, arkadaşım, yoldaşım, candaşım...
'Yıkık evlerden gelen bir çocuk mu bu / Gözpınarlarından akan bir balık şeker taşır koynunda / Ne yazık herkes balıkçı hırsız bilmekte onu / Ejderha diye söylenir, bir düşün kollarında / Bir gölgenin karanlığında, öldüğünü biliyor...'


70
 Kim söyledi şimdi anımsamıyorum, insan yineler durur, farklı sandıklarımızda bir yinelemedir üstelik, güneşin doğması bir yineleme olduğuna göre, şaşırmamak gerekir, bir yineleme sürüp gidiyorsa, olasılığın kuvvetlenmesi demekmiş matematikte, yüz kere doğan güneş, bir kere doğandan, daha bir kesinlikle doğarmış ertesi gün, alışkanlık ya da gelenek gibi diyelim, ama bu matematiğin bir sanı olduğunu gösterir diyor konuşan, çünkü diyor, bir ölümlü binlerce kez güneşe tanık olur ve artık, yarın daha bir kesinlemeyle güneşin doğması beklenirken aniden ölür ve ekliyor, olasılık en kuvvetli olduğu bir zamanda kendini yadsır!.. Matematik varsayımdır. Başa döneyim, hiç olmazsa boş yere, yeni bir şey ileri sürdüm sanısıyla yinelemeye düşmemek için okuyun derdi o, ama nerede okudum anımsamıyorum şimdi, iyi ki unuttum, o da bir yineleme olacaktı çünkü, unutmak bir çözüm değildir ama yinelemeye... Diyor ki o, düşüncelerinizi daha önce yazmış olabilirler, doğrucası bir yinelemeye düşmemek için, okumak gerekir, dünya bakış açılarının bereketiyle kaynayan bir kazan olduğuna göre -kazanın çevresinde dönüp durmadır bu, içine girmekten ziyade- doğru söylemiş adam. Çünkü şey diyecektim: Para bugün çırılçıplak dolaşan bir Havva'dan daha müstehcendir. Neden?.. Çünkü bilinir ki, tüm günahlarımızın tanrısı paradır. Bir sansür mü düşünüyorsunuz, öyleyse görüldüğü yerde, parayı sansürlemelisiniz önce... Ne ki gerçekte sansür, dünyamızın henüz barbarlıktan kurtulamadığını gösterir. Afrika'nın içlerinde, ormanların kuytusunda yaşayan kabileler çırılçıplak dolaşır, hepsi Adem baba, Havva anadır, orada ne kadın bir meta, ne erkek barbarian bir babadır, otoritenin adı, yaşam kavramsalıdır ve ortakçıl bir paylaşımla herkesin sorumluluğundadır, teknolojik üstünlük bir mavra sayılmasaydı, gökten gelen, tanımlanamaz cisimler, uygarlık diye Afrika kabilelerini ziyaret edeceklerdi inanın diyordu sözlerini sürdürerek... Köylüler doktorlara para yerine tavuk filan vermeyi önerirler, sözünü duymuştum bir keresinde, her değer, para yerine geçer bu yaşamda, takas, trampa, alış veriş derler bu işe, para işleri kolaylaştırır ama, çünkü tavuk değişimi zorlaştırır öncelikle, doktorun tavuğu vardır belki, ama para ona, diğer her şeyi alma olanağı veriyor, para bunun için bir sihirdir.

Ama dünya gariptir, şuna şaşıyorum ben, esti birden bana doğru bu düşünce, Stefan Zweig oldukça varsıl bir aileden geliyormuş, güçlü ve son derece varlıklı bu adam, bir artı değer bankatörü, hümanist, çevreci ve barış perisiymiş dünyasında, pek çok yapıtlar vermiş, ama bir tür elitist sonuçta bu, tüm zadeganlar her tür erkin tepesinde değiller mi, peki dünya neden değişmezde, erk el değiştirir yalnızca, işte düşünüyorum ki, karşı koymakta bir çeşit işbirliğidir sözü artık doğru gibi geliyor bana, Zweig kederinden canına kıymış diyorlar, kederden eleştiri çıkarmak güç ve utanılasıdır, istemez kimse ama, hazır sayfaların arasında saklanmışken söyleyeyim, kendime söyleyeyim üstelik önce... Kurgular, dünyamızın sürüp gitmesine yarar bir ninnidir, kutuplar ortada birleşmek için; veronalın tetiği olmayabilir belki ama resmi tarihin var ve düzenlemeler hepimizin iyiliği içindir!..

Zweig için çok insaflı ve insani bir yaklaşımda bulunamıyorum ben, önce karısının ateş etmesini istiyor, tersini duyan var mı 'İntihar'ın romanlarında, farmakolojik bir tavırla bile olsa son yolculuğu, davet bile göz hapsidir bu dünyada, canına kıymak için ha ve öyle de oluyor, birinin ortadan kalkmasını öncelemek, ermişçe bir dilenti olsa bile; inanç dolu bir çağrı, yaşamın Rus ruletinde, ne kadar göksel bir davranış olur, yaşamın, yaşama arzusunun kutsallığında, bir düşünceden dolayı, kendini yok edecek denli bir inanca saplanmışsan, dürüst olmak gerekirse, öncelikle kendin özveride bulunmalısın ve bir başkasından hiç bir şey ummamalısın, adını bile anmamalısın, bilinir ki, kararlar ve önermeler, erkin gösterileridir ne yazık ki bu dünyada, hele o anda, son andaysa, kesinlikle, artık bir yararı yoksa da; karısı bir zorlama ya da uzun süren bir birlikteliğin, karşı çıkmayı olanaksız hale getirmesinden -bunun nedenlerini ve zorbaca yanlarını, önermesiz  duyumlarını hepimiz biliriz-, kendine ateş etmiş olabilir diye düşünüyorum ben, 'zehirbilim'le bile olsa da... Ve daha kötüsü ardından, Zweig'ın kendine aynı şeyi yapabileceğini görmeden yitip gitti bu dünyadan, birinin ölümünü yoklamak onursuzluk sayılmaz mı o anda, o anda bile boşlukta dönüp duran dünyamızda, -benzeri bir edim için bile olsa- ona göre Zweig ölmedi bilin ki, bu olgu bana hakçası, erdemlice gelmiyor, bizim gözümüzde ikisi de yok oldu evet, ama karısının gözünde söylemesi güç ama bir ikircik, bir kuşkuyla ayrıldılar bu dünyadan, birbirinin tıpatıp eşdeğeri bir düşünce yoktur ki bu dünyada.

Onlar bizim gözümüzde kahraman olabilirler, ikisi arasında son anda bir kırılma da yaşanmış olabilir, -ölülerin bildiğini kim bilebilir; kim bilebilmiş ki-, bu da dürüstlüğün göreceli olduğuna bir örnek, gerçek aranıyorsa, Zweig öncelikle gerçekleştirmeliydi eylemini ve sonra düşüncesi aynı noktadaysa, ömür sürdükleri eşine de salık vermeli, dilemeliydi, hayır kendi adına ne düşündüğünü söylemeliydi yalnızca, onu etkilememeliydi insanlığın sayfalarında. Ölümün önerildiği yer, düşüncenin yadsındığı yer olmalıdır, düşünce saltıklıkla yaşamsaldır ve ölüm mikro sonsuzluk -içine kapanan bir sonluluk- olmakla, hiç bir düşünce barındıramaz, öyleyse karısının ölümünü önermekle onun düşüncesini yadsıyan özne, dolayımla -veya aynı düş yapısının insanı olmakla- kendi düşüncesini de yadsımıştır gerçeklikte. Hiç bir şey söylenemiyorsa, şunu bilin ki, tersinir bile olsa, iki kişinin öldüğü yerde, ne bir tekil irade ne de bir özkıyımdan söz edilemez... Öncelikle karısından, bu kişisel -oto- kararını uygulamayı beklemesi, agnostik gerçek, gölgenin anayurdunda kalsa bile, evrensel skalada hiçte uygun bir hümanitenin kapısını açamaz ve bir ölüm söz konusu olduğunda tersi de insani olamaz, öyleyse Zweig karısını buna zorlamakla, öncül olmak ya da geriden koşmakla, führerin milyonlarca insanı ölüme götürmesinin bir parodisini gerçekleştirmiştir, tanrı indinde sayının önemi yoktur, bir kategoridir, eylemin varlığı yeterlidir ve ikisi de anlamdaş günahlar işlemekle... Tanrının gözünde, Zweig=Führerdir.

Özkıyım tek kişiliktir, birden çok kişinin öldüğü yerde, toplumsal bir davranış vardır ve edimin öznesi bu katliamın ne yazık ki içindedir, dahası söylemesi yakıcı, dillerimizi tutuşturuyor olsa da, belki de bir katildir... Bu trajedinin görüngüleriyle dolu dünyamız, savaşlar çağlar boyunca sürüyor, barış çağlar boyunca dile getiriliyor, arada Aristolar, İskenderler, Fatihler, Napolyonlar ve Zweigler geçiyor, kimseyi karalamak değil amacımız ama biz bir düşünceyiz, kadük olmaktan kurtulamayan bir düşünce ve daha acımasız olanı da bir yinelemeyiz biz ne yazık ki... Çünkü bunu söylemiştim...

Sanat dediğimiz şey de bir ejderhadır zaten, kolay ulaşılır bir şey izlenimi verse de, vermese de, olsa da, olmasa da... Birileri Avrupa denen şehirde ölüyor diye, önce uzaklaşıp, sonrasında yas tutarak, başka bir kıtada ya da ayda, ölümün kaderini elinde tutmak isteyecekse, bunu önceden düşünmeli ve aynı sonucu, ötekilerle bir arada yapabilmeliydi demek bile utanç verici artık bu noktada. Çünkü insanın insanla ölümü öyle kaçınılasıdır ki, orada asla bir düşünceden söz edilemez.  Zweig bu cinneti insanlık için, bizim için yaptı, bize ders verdi diyelim, bakış açılarının cehennetinde, führer için ne diyelim, içini açıp bakalım ha... Ne diyecek, ne söyleyecek, acı ya da acımasızca gelebilir belki ama, evet belki de; içinden Zweig çıktı ha, olsa olsa!.. Bunu ayrıştırmak benim ruhumu paralıyor, bizi yazgımızın baş tacı yapıyor ve kaderim hayatın ve ölümün baskılarında, bana doğru eğilirken, benim tanrıcığım hepimizi ölüm severlikle suçluyor. Emin değiliz, değilim!..

Zweig bir insanı ölüme sürüklemekle, sürek avından kaçtığını söylediği öznesinin kimliğine bürünmüştür, paralel dünyalarda, makro ve mikro bir türdeşliğin kurbanı olmakla, diğeri gibi bir hiçliğin içine yuvarlanmıştır ve göksel terazide eşdeğerinden hiç bir ayrıcalık taşımamakta ve yazık ki celladıyla aynı kefede yer almaktadır. Ama işte soru bu... Acımasızlık ve körgörü kavramlarda kendini gösteremez, o saltıklıkla eylemlerdedir. Tarih ve deneyimlerimiz, bunu biliyor. Bir ruhun olmadığı her şey ölüdür bu dünyada, Zweig'de, führerde... Ve kanılar, sanılar ve ölümler, yaşanmış bir seviden hiç bir zaman değerli değildir...

Zweig kendi öz iradesiyle ölüme gitseydi Petropolis'de veya dünyanın her hangi bir yerinde, elveda bile demeseydi Lotte'ye, romantize etmeseydik bir yanılsamayı ve görmezlikten gelmeseydik bir yadsımayı, Kleist'in yaptığıyla süslemesiydik davranışını, belki biraz anlayabilirdik onu ölümün kaçınılmazlığında; ama zamanın darmadağın ettiği perişan ruhlarımız, dile getiremese de yeryüzünün labirentlerinde, günahlarımızın çekiciliği ve çekincelerinde; Tanrı O'na diyecek ki şimdi, siz ikinizde aynı kişisiniz ve führeri işaret edecek ona; Günahların yol açtığı bir elvedayı, başkasını ortak ederek, nasıl başarabildiniz!..

71
 Çuvalların, hararların içinden yereve girdiğimde, onların içinde, saman, arpa ve küspe olduğunu görüyorum. Tahta kırıkları, demir parçalarının arasından yandaki odacığa giriyorum, ara bölmeye, kümesin arka kapısı burada, follukta, yumurtalıkta beş adet yumurta var, dördünü alıyorum, biri hep bırakılır ki, tavuklar yerini bilsin, bu ikindi üzeri tavukların hepsi dışarda, meşhur tavuk karanlığında evlerine dönecekler, bir piliç vardı ama yumurtlama düşüncesinde sanırım, beni görünce dışarı çıktı doğallıkla, doğanın yasaları onlarla insanlar arasında bir barış imzalamış değil ki henüz, kaçmasın piliç, elimde yumurtalar sevinçten gözlerim parlıyor, ellerim canlanıyor, çünkü bu tür her seremonide gözleri parlar, ellerine kan yürür insanın, yumurta bir tür hazinedir köylü için, bir değer ölçüsü, bir besin cevheri... Yumurtaları ceplerime koyuyorum, Attis çiçeği, bulmuş, İsra demiş gibi, ama geriye dönerek buğday yığınlarının içine gömdüğüm, bostan güzelini arıyorum, küçük kırlangıç, onun sarı, kırmızı, yaprak rengi beneklerle, bindallı gibi bir renk seli içindeki hali ve o derin, baygın kokusunu içime çekmek istiyorum... Ama ona kırlangıç değil, cırlangıç diyorlar, gerçekte budur adı, kırlangıç da öyle, cır cır diye hep birlikte sesler çıkarır, ötüşürler, bostan güzeli de, sıkıştırınca patlar ve cır diye bir ses çıkarır, bu ad verilmesinin nedeni budur. Olgunlaşınca yumuşak bir cildi vardır ve sıkınca köküne yakın koparma yerinden cır diye ses çıkarır bostan güzeli. Özelliği budur adının. Onun renkleri arı kuşu gibidir ama, kırlangıcın siyah beyaz soyluluğundan uzaktır. Sarı, kırmızı, beyaz, yeşilsi, kuru yaprak rengiyle harmanlanmış minicik bir küre, kokulu, renk aşkıyla dolu bir dünya... O, arı kuşu ve gök kuşağı, renk konusunda, dünyalarda eşsiz, biriciktir. Buğdayların arasında bostan güzelini bulduğumda, zümrüt Anka görmüş gibi bir heyecanla, elime alıyorum onu, o ne renkler, o ne koku yarabbim... Tanrının sonraki yıllarında, bu dünyada böyle renkler, böyle güzellikler kaldı mı ki... Bir gün aşağı yoldan köye, içinde bir düğün kafilesiyle bir araba geldi, Acem atıyla değil motoruyla, çok ötelerde bir kağnı yokuşu çıkıyordu, bir at kişneyerek şaha kalkmıştı, üç kız saz sepetlerinde kirazlar, önümüzden geçmişti, bir bulut süzülüyordu gökte, Tukan yıldızı yukarıdaydı, ovada, buğdayların içinde rüzgar soluyordu, koruluğun ardında, görünmeyen bir ırmak çağıldıyordu, değirmende insanlar vardı, kuşlar ötüşüyordu derede, bir büyü, bir buğu gibi çiçeklerin kokusu sarıyordu dünyayı, örenlerde bir kertenkele güneşleniyor, bir yılan yokuşu tırmanıyordu, karşı mahallede yürüyen bir kalabalık vardı ve bacalarda kıvılcımlar çakıyor, dumanlar tütüyordu... Başımı önüme eğdim ve sonra yine baktım olan bitene, bir yinelemeydi belki de ama, tanrının düşlerine hayran olmamak elde değildi, bir düş ancak bu kadar ilginç, şaşılası ve us kıran, dimağlara durgunluk verici olabilirdi, boşlukta ya da hiçlikte, bir şeyler yaratılsın istemek ve bir canlılık ve bir neşeyi düşlemek, ancak bu kadar olağanüstü olabilirdi, onun için dedim kendime, bu denli olağanüstü bir düşün, kusurları da olmalı, insani bir yanı da olmalı ki, onu kavramak olanağı bulabilelim, birbirimizi anlayamamak veya yok etmeye çalışmak gibi, bir tansığı yadsıyan, şaşılası işlere, güçlere soyunmak... Tanrı biliyor ve gülümsüyor ki, bu olağanüstü düşü kıskanan birileri var evrende ve onlar yaşamı, sağından solundan çekiştirip duruyorlar, yıkılabilir mi, yok olabilir mi diye, çünkü kıskanıyorlar ve sonsuzlukta gizlenmişler, bir türlü tanrının yaptıklarını başaramıyor, edimlerine kavuşamıyorlar... Sonra şöyle düşündüm yine de, dünya hakkında hiç bir kesinleme beslemiyorum, bakış açıları var yalnızca, bütün kesinlemelerden uzağım, düşmanım dostumdan daha yakındır bana, yakın çünkü onu tanırım, kendini saklamaz, ama dostumdan hep kuşkulanırım, kuşkulanmak zorundayım...

72
 Demir parçalarının arasından yandaki odacığa giriyorum demiştim, biz köyün demircisiydik, körüğün bir ucunu tutup, öbür ucuna yaklaşıp, diğerini tutarak kısacık aralıklarla körük çektiğimi anımsıyorum, gülerek, örsün üzerinde çakan kıvılcımları, tepeden sızan gün ışığını ve köylülerin bu işlere yardımcı olmak için can attıklarını... Çevrede demir yığınlarını, balta, kürek, kırık sabanlar, yabalar ve boynuzları kırık dirgenlerin ağladığını biliyorum... Elektronik bir dünyadır bu, bakır teller, ateş çıkarır örsler, çekiçler, kıvılcımlar saçan balyoz ve mengeneler... Bir gün opossum gibi, sansara benzer bir hayvan görmüştük orada, köyün yaşama yabansı ve teknolojik, morfolojik bir kubbesiydi orası, doğaldır, sonraları yıkıldı gitti, çünkü zaman değişmiş ve traktörler, bodos makineleri, biçer döverlerin sesi yeni tanrıların gelişi gibi, Nazca çizgileri gibi hükmetmişti ovaya, kuyular kapanmış, kanallar açılmış ve çığlıklar kesilmişti birdenbire... Çin ansiklopedisi ve gül rengi bulutlar bir umar olur mu bana...

73
 Ovadaki bağlarda, üzümler olgunlaşmak üzere... Kadın parmağı, ak üzüm, rezaki, kara üzüm, mor üzüm, deli bağ üzümü ki en hoşudur, tavşan böbreği, özden, özütten yoksun sarı üzüm... Elmalardan kurtlar sarkıyor, beyaz, ipliksileriyle örümcek gibi sarkıyorlar, gezinirken başımıza, gözümüze çarparlar ve içgüdüsel bir korkuyla kaçışırız bütün çocuklar, küçük çığlıklar eşliğinde... Oysa küçücük şeyler... Eşeğin üzerinde, semerine binerek, köyün bakkalına gönderiyorlar beni, epey uzak, hızlansın diye çılbırını kasıp, asılınca, birden hızlanıyor ve yan tarafa düşüyorum, semerden sarkan urgana takılan ayağımla, semerden sarkıyor, baş aşağı gidiyorum artık, o kadar küçüğüm ki, boyum yere değmiyor ama taşları görüyorum, kara sakallı, yaşlı komşumuz yetişerek kurtardı beni, yarı ölümcül oyundan... Geriye dönüyorum, bağlara... Başarısız işim için gülüyorlar yalnızca, bir yerde okumuştum, keşke ağır sözler etselerdi diye bu haller için, çünkü gülmek, hiç değer vermemek, o kişiyi söz etmeye bile değmeyecek kadar, hafife alır olmak için sergilenir bir edimmiş!.. Köhünlere yaslanarak dinleniyorum, gerginliği üzerimden atmak için, çaresizim...

74
 Lortop'un genlerindeki şiddet duygusu yok edilmiş sanki... Ne kimseyi ısırır, ne birine saldırır, ne havlar. Küçüklüğünden ve güçsüzlüğünden mi bilemiyorum!.. Köyden uzaklaştığımızda, gene de benim güvencemdir o, minik, karacıl bir hayalet sizi izliyorsa, yararlıdır bilin ki... Onunla güz döngüsünde, bağlarda dolaşıyorum. Yaprağını dökmeye başlamış ağaçlar. Tek bir ayvanın çıplak daldaki sarı meyvesini zıplayıp koparıyorum. Toplarken uğur olsun diye bırakmışlar buncağızı... Bağlar, yapraklarının tümünü dökmüş, çubukları Medusa'nın başı gibi, sağa sola uzanıyor, kızıl, sarı, aslan pençesi gibi yapraklar yerlerde geziniyor. Her esintide bağlardan, elma, armut ve ayvalardan, 'Bademlerden say beni' der gibi dökülen yapraklar... Bağlar, bir uçtan bir uca uzanan, toprağın ahtapotları gibi yayılıyor. bir köstebek toprağın üzerine çıksa, bir kaplumbağa başını uzatsa, bir kuş uçsa sevineceğiz ama, ölü doğa suskun ve baharı bekliyor artık... Yalnızca sessizlik var ve esen yelin hafif melodisinde, gene de dünya dönüp duruyor... Ama gerçekte şu dünyada, neler olup bittiğini kimse bilmiyor ve bilmeyecek de, sonbahar her şeyin içine kapandığı, tüm canlıların soyunup dökünerek, sessiz ve ıssız bir dünyaya göçtüğü, yalnız bir rüzgarın, yalnız ve işitilmez bir rüzgarın, doğanın tek tanrısı gibi göründüğü, bir zaman demek... Zamanlardan bir zaman ama kışın evlerin arka odalarında her şey unutulacak ne yazık ki...

75
 Aşağı bağın üzümleri yaban ellere yollanır. Yukarı bağın üzümleriyse yalnız bize kalır, bizim içindir. Sekiz kardeş, anne, baba ve Lortop için!.. Tavuklar, inek ve eşeğimizde var hanede!.. Ben bütün kış, cevizli kuru üzüm cebimde okula giderim, köyün anayasası!.. Lortop hiç yoktan kuru üzüm yer, şeker tanrısını üzmemek için, inek bayılır, gözleri akıtmalı eşeğimiz, ak dişleriyle üzümü kutsar. Yukarı bağlarda üzümler toplanmış ve yaş üzümler tavanlara asılmış kışı bekliyor. Kara üzüm kurutulmuş, bir bölümü hayvanlara yem olsun diye çuvallara konmuş, bazıları işlemeli torbalarda... Bağ çırılçıplak artık, ama çocukluk işte, en tatlı oyunda bu, üzümlerin toplandığı ıssız bağlarda sepetlere, unutulmuş çitlimler, güneş yanığı neferneleri doldurmak... Büyüklerin parıldayan gözleri önünde, çocuk başlarının can verir gibi okşanması demek. Meşhur'la neferneleri toplama yarışı yapıyoruz, buldum diye bağırınca, Lortop nedense oraya doğru koşuyor, ben buldum diye bağırırsam, bana doğru koşuyor, iki arada bir derede, bir o yana, bir bu yana, sanki o da yarışıyor.

76
 Kandili yere koyuyor ve yanına uzanıyorum... Ali topu at. At at tut. Uyu uyu yat. Yat yat uyu. B balon, O okul. P para. Uyuyup kalıyorum. Sabah önlüğümü giyiyor, gıslaved naylonlarımla, okulun yoluna düşüyorum. Müzeyyen öğretmen çok sevecen, iyi yürekli, çocukları kucağına alıp seviyor. Aşkın böylesi de var... Onu öyle seviyorum ki, affeden, sempati dolu, sıcacık. Öğle sonrası evin yolunu tutuyorum. Çantam küçük, çıt çıtlı, anımsıyorum. İçinde kitaplar, harfler uyuyor şimdilik. Tam avluya dönüp eve gelecekken Lortop önüme fırlıyor, üstüme başıma atlıyor. Beraberce eve geliyoruz. Ona bir şeyler veriyorum. Ama o gene de benimle oynamak istiyor. Taş basamaklarda, yanına oturuyorum çaresiz. Birden sakinleşiyor. Oda oturuyor arka ayakları üzerine... Dere tarafına, oralardaki nokta gibi hareketliliğe bakıyor, beraberce sürüp giden yaşamı gözlüyoruz, bir alışkanlık bir kez daha canlanıyor, sözleşmeyi yeniliyoruz...

77
 Kışın katırların iki yanında kar çuvalı ve içinde göl balıkları olan sazanlarla, köye gelen, ırmak köylüleri var. Ama onlardan başka, yokuşu tırmanarak gelen bir abdal ve boynunda tasmasıyla yanında bütün sözlerinden anlarmış gibi hareketler yapan küçük bir ayıda var. Ah iki kişiler, birinin elinde tef var, diğeri ayıcığın burnuna takılı halkanın zinciri ellerinde, maniler söylüyor ve ayıcık ayakta, içgüdüsel hareketlerle izleyicileri güldürüyor. Çok sonraları, ayının canı acıdığı için bu hareketleri yaptığını düşünüyorum. Çoluk çocuk bütün sokakları dolaşıyoruz. İki esmer adam elindeki tefi dolaştırarak para topluyor. Bir süre sonra merakımız bitince peşini bırakıyoruz. Başka mahalleler, başka avlu içlerinde, çocuklar onu bekliyor. Lortop öyle mutlu ki, çünkü ne boynunda bir halka var, ne de onu oynamaya zorlayan biri, ne de bir zincir var onu çekip çekiştiren...
Puslu manzaralar işte, Kel Tahir köyün beyaz, kolalı gömlek giyen tek adamıydı. Kirpikleri kelebek, ibrik kulaklı, tanrı belki de bir çamur deliğindedir diyen salavatlı bir tip. Köyde çok olur böyleleri... Ütülü pantolon, ceket ve takım elbise anlayışını köye o getirmiştir. Çoluk çocuk sahibi ve emeğiyle, alın teriyle çalışarak geçimini sağlamasına karşın, ruhunda narsistik, yaşama tutkun, güzellik ve estetiğe düşkün olması, onun bu alışkanlıklarının nedeni olabilir. Palaların Hallibirahim'de Kel Tahir gibi fötrlüdür, temiz giyimli ama karısının, büyük babasından süregelen gazi maaşıyla yapmıştır bu afiyi... Cakası malul maaşının görünmez şaşasından ileri gelir. Biraz meccani parasıdır bu köylü gözünde... Köyde bu tür bir gelir, insanın kendisini beyzade sanmasına yetebilir. Böyle bir para, köylükte öyle çok büyük bir gelirdir ki, geçimini, yiyecek giyeceğini doğadan üretip, sağlayabilen köylüye, birde gamsız tasasız, uğraşsız, karşılıksız ödeme yaparsanız, bir derebeyi yaratmış olursunuz anında, çünkü onların sınırlı dünyasında para, düşlerinin sınırlarını da aşmıştır artık...
Pala Hallibirahim gökten inen parayla derebeylik yaptı, ama Kel Tahir tümüyle içgüdüsel bir aşkla beylik tasladı, kendi ussal yörünge ve yönergeleriyle... Gerçekte ikisi de beyefendi ve birer centilmendi, çünkü kalp kırmadılar, kavgaya tutuşmadılar. Köylüler birbirine aşırı saygı ve sevgi besler. Kimse kışkırtıcı bir dedikoduya gönül bağlamaz, çünkü herkes birbirinin yakını, kan bağı akrabadır, sıhri hısımlıkta koyarlar bunun üstüne, değme gitsin, herkes kardeştir ve kardeşten de ötedir artık... Bunca yıl sonra, onların giyim kuşam aşkı beni sevindiriyor, onlar yaşama sevincini körükleyen iki örnek insandılar, ender görülür tutumları, kimseler bilmese de, öyledir ki çocukluğumun estetik duygusuna, sanat aşkına, yaşama tutkusuna ilk kıvılcımı atmış olabilir, bir insanın oluşumunun izleri, geçmişte ki bir köpekçiğin bakışlarında bile gizlenmiş olabilir, dostluk, sevgi, kır gezintileri, o kişiyi biçimlendirmiştir de sezinlememiş bile olabiliriz. Onlar iki yüce insandı, çünkü yaşamın sınırlarını genişleten, düşleri çoğaltan, birer güzel insandılar. Aşağıbağda küçük bir mısır tarlası var. Mısırlar olgun ama nedense bizim mısırlar küçüktü, Ümmetlerin Hatçesi, bizim tarla komşumuzdu ve oradan iri mısırlar alıp gelirdik, ütüyoruz onları ve o kadar güzel kokar ki ütülmüş mısır, bu içgüdüsel baygınlık, arzu ve hayranlık nasıl oluşur bilinmez insanın bedeninde... Ateşin bir parçasıyla, örenlerdeki eşek arısı yuvasının ağzındaki, kuru otları tutuşturuyoruz. Tarladan uzaklara, bağların ta öbür uçlarına kaçışıyoruz, sarı kırmızı eşek arıları sokarsa öldürücü olabilirmiş... Sonra sıra karpuzlara geliyor, Esirik Süleyman'ın karpuzları rakipsizdir, keseklerin sürüm izlerinin arasından ite kaka getiriyoruz karpuzu, o kadar ağır ki; gök, erip olgunlaşmamış, olgunu hafif olurmuş... Acımasızız, yeniden getiriyoruz başka birini, olgun ve kıpkırmızı... Karpuz çok çabuk bitiyor, artıkları; toprağın kanını, toprağa gömüyoruz, çalıntı olduğu belli olmamalı, ama akrabayız nasılsa, bu bir centilmenlik anlaşması, ne yaparsan yap ama, göze görünme, ne de olsa bir yanlışın üzerinde yükseliyor doğrunuz!.. Akşam oluyor, çay yolundaki söğüt ağaçlarından, dilli düdükler, borazanlar yapıyor babacığım, yarı tanrım, Demirci Umar, onları çalarak, şarkılarla, bir izci gibi, gizli bir çocuk hevesiyle dönüyoruz bağlara...
Eşeğin sırtında köye dönüyoruz akşam alacasında, ama iniyorum sağrısından, yürümek daha güzel. Köy girişinde Tımbır Fatma, Alafakıllar'dan ıspanak getirmiş, köylülere köylü malı satıyor. Sarı Hanomag köyün efsanevi güçteki tek traktörü, Kıranardı yoluna kıvrılıyor, görkemli homurtularla, önünde bir kule gibi yükselen egzoz borusundan, öyle kara dumanlar yükseliyor ki, ortada ateş yok, çalı çırpı yok, tutuşturan bir şey yok, peki bu nasıl bir sihir; tanrı bilir mi diyeceğiz şimdi, tüm köyün sevgilisi, bir çocuk ama matematik bilgini Mustafa Ayhan, bir gün traktörün altında kalıp, ilk kaza yaşanacaksa, ölüm kemik bir kahkaha gibi sallayacaksa sarı mendilini, traktörün büyüsü kanıksanır olur artık, o ölümcül bir varlıktır gerçekte ve soruların sorusu da anlamsızlaşır... Sonra Hacıumarlar da traktörden nasibini alır, arkadaki pulluğun yüksekten, ani inişiyle sıkışarak can verir babaları, traktörün arkasında, çok çalışkandı, çok malı mülkü vardı, bu kadar atılmanın sonucu, hataya yol açar, varsıllığın bir anlamı kalmaz işte derdi köylüler. Lafı, dedikodusu güzeller!.. Günler geçiyor, yaşam hızlanıyor ve zaman tükeniyor... Çocuklar okumak için köyleri terk ediyor. Yaşlılar çekip gidiyor, bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa...
Köy kendini yavaşça tarih sahnesinden siliyor.


78
 Bir yerde sekiz rakamının olduğu bir im sonsuzluğu işaret eder, ona saygı duyalım ve bir girizgahla selamlayalım!.. Topal Halit bir gün şöyle demişti, saygı kavramı korkuyu temel alan bir amaçla devinebilir. Sanrılar içindeyim ama, ruhsal ve kültürel yapısı belirlenen, soyut yaşam birikimlerinin tümü bir çipe aktarılan insan, tepki vermeye, konuşmaya ve düşünce alış verişini sağlamaya yönelik tüm tavır ve söylemlerini sürdürebilecektir. Fiziksel ölümsüzlükten önce elektronik ölümsüzlüğe kavuşacağız biz... Biz üçüncü dünya ülkelerine özgü safsatalarla büyüyoruz, toprakta her saniye; dişil olana karşı şiddet var mottosu, kaynak egemenler, ultra ajanslar, ökaryot basın, simbiyozun... Bana bak Pervin, Kayalık dağlarının işgalcileri ve yaşlı Avrupa her salise insan öldürmüyor mu... Batı; yaşlı Avrupa, uygarlığın anası, omurgası, forse edeni, yıl iki bin, yıl bin olsaydı Abbasi veya Emeviler'den söz edecektik, Arjantinli yakınıyor ülkesinden, ah Arjantin'den Borges çıktı, şu Avromika'dan bukalemun gözlü yankesen Sartre ve afyon taciri, lepravist Bukowski çıktı... İyi düşün Gabriela, gerçeği kutsal kaseye öykünen, minicik göğüslerin biliyor, ama söylersen kozmikomik, jajaja!.. Arjantin'de kadın insandır. Avromika'da karamela... Sen celladına bağımlı bir ceylan olmakla, zincirlerinle oyna tatlım, özgürlüğün kalesi barbarian şarapla, Viking vandalı İsveç kasabası, dünya vur-kır ticaretinde, kan iksiri sıralamasında play offtan hiç düşmüyor, ah İsveççiği, Havva cenneti sanıyorsun değil mi, o minicik lotusun, o incilerin sana küs, onlar senin incinmeyi öğrenmeni istiyor!.. Bu resim iyi Gabriela, daha çok düşünmelisin ama, tüketim-boşaltım endüstrisine omuz vermemeliydi sanat, tütün kaçakçısı Magritte, pipoyu yaptı, Duchamp, satışlar artsın diye, klozeti sanat ilan etti, boya satışları yayılsın diye Picasso renk skalasını buldu, güneşin kızları diyende var, çılgınlarda resim endüstrisinde, trencilik oynasın diye, Dali sınırları yok etti, bunları hoş görmeyen Malevich boş çerçeveyi astı duvara, ama o da tuval satışlarını patlattı, sanat tüketim ekonomisinin kalp jönü, sermaye kışkırtıcılığına ön ayak, onu bırak, her insan sanatçı çağımızda, Picasso bir resim spekülatörü, Dali tüccar, Sartre ise dolandırıcıdır gerçekte, Alfred'in parasını kaparak, heykelini reddeden bir Şarlotan, sanat çağımızda anonimdir, sanatçılar ise estetiğin borsa sınıfı, sanat eşittir para diyebiliyorsak, lütfen düşün, paranın ateş aldığı ve sonu uçuruma varmayan ne var... Sanat bugün sömürünün genelevi, sanatçıda kırıtan bir fahişe, o çağımızda bulaşıcı bir veba işlevi görüyor, aracı kurum, komisyoncu tellal, kahrından ölebilirsin, Sur'da, Palmiye'de antikaları yağmaladı demokratörler, sanat çağımızın yıldızlı gaitası artık, sende katılabilirsin şenliğe... Neyse, en iyisi sen, yeni bir anlam aramalısın!.. Ölümsüzler hep aynıdır, hiç değişmezler, değişmek ölümlü olmak demektir, ölümsüzlük sıkıcı ve anlamsızdır, yaşam ölçütlerinin dışında bir şey inan... Yaşamak için onu özlemekte gerekir, unutarak... Haz almak içinse yaşamak, ölümsüzlüğe kavuştuğumuzda, ölü sayacaklar bizleri, öyleyse yaşamalı, değişkelerin tadına bakmalı ve hedonist olmalıyız ve zamanı gelince ayrılmalıyız mavi yuvardan, sürgit olan şey anlamsızdır, anlam bir parametre, değer kavramsalı... Ölümsüzlük, ölümün belki doğrudan kendisidir, sonsuza dek var olanın, sonsuza dek yok olandan farkı ne olabilir... Öyleyse çekip gidebilmeliyiz, o zaman yaşamış olacağız inan ki, ağlama ama, negatif estetikle süslüyorsun duygularını... Salamis çayı yudumlarsak daha iyi düşünürdük ha, doğadaki yılan nasıl bir trene dönüştüyse, gökdelenlere sarılan yılankavi canavarlarda silaha dönüşecek, bir gün gerçek olacak, enigma canlanacak, yılanlar uçacak, canavarlar kentlere saldıracak, içinden binlerce komandater çıkacak ve her şeyi yerle bir edecekler, günün birinde, bütün düşler gerçek olacak, ikisi arasında nöron ve aksonlarla bağlarımız var, ama bütün düşler gerçeklere dönüştüğünde kıyamet kopacak, Mesih ve Mehdi çarpışacak güzelim... Bir kitap dünyayı değiştirebilir mi diyorsun sen, ama biliyorsun ki dünyayla kitaplarda değişir, Gabriela özür dileme, özür gene yapabilirim demektir, elektronik çağ, bilincin linç edildiği çağ, estetiğin olmadığı bir sanat, bildik yaşamın kendisi değil mi, tüysüz, türsüz bir hayvan, dirimsiz, kendimizi haklı görmek gibi bir eğilim taşıyoruz biz, yoksa yaşayamayız, kursağımıza giren her şeyi eritebilmeliyiz, özümseyebilmeliyiz, oysa belli bir kalıp ve bir düşünceye sahip olmanın yolu skolastizme çıkıyor, düşünce sürekli değişen bir şey, düşünce sonsuz, değişkelerle yol alıyor, bir sihir o, yaşamı belirleyen edimler ve eylemdir, öyle değil mi Gabriela, bizim yalvaçlarımız kelebek ve tavus karşısında komik kalıyor, tanrımız kendini var edebildiğine göre, o da bir yaratık sayılır. Ayrıcalığı ölümsüz olmasıdır diyorsan, tamda o nedenle yoktur demeliyiz, insan ölümsüzlüğe kavuştuğunda, tanrı valesi mi olacaktır... Gabriela, çok güzelsin tatlım, minicik göğsün, o kutsal kasen, ayağın sürçsün de haçımın üzerine kapansın isterdim, onlar pozitronik beyin ve Donovan'ın yanına geldiklerinde, herkeslerin sevmediği bir işte çalıştığını biliyorlar, tanrının bir tutsaklık sisteminin peşinde koştuğundan kuşkuluyum ben, adına kapkaçizm desek de bir sorun var işte, bir sorun... Evet biliyorum, Habip İstanbul'a okumaya gitti, büyük babasının adını verdiler ona, Pera Palas'tan kimsesizler mezarlığına giden yolda düştü, toprağı için ölmeye fırsat bulamadı ki... Habip döndüğünde çok değişmişti, el sıkarken, Beşparmak dağları gibi ayrılırdı parmakları, kolu geriliyor ve acımasızca sıkıyor, kibar çevrelerin işi, coşkulu, konuşması da değişmiş, sözcükleri yutmaksızın sonuna dek heceliyor, aslı gibi, köylüler İslambul ağzı bulaşmış ona diyor, küçümseyerek, gurbete gidenlerin ağız değiştirmesinden hoşlanmıyorlar, çokça kibar konuşursa 'Pirinçliyor' diyorlar, sözcükleri tek tek, taneler gibi konuşuyor, ulamıyor demek bu, ironik bir anlamı var, nedyon değil, ne yapıyorsun gibi... Habip köye geldi mi, bilen bilmeyen, tanıyan tanımayan ayaklanıyor, Batista'dan haberler var sanki, o şehir görmüş, okumuş, mürekkep yalamış, ayaklı kütüphane ya da ajans rehberi gibi, dikkat ettim onun söylediği tartışmasız doğru ya da gerçekmiş gibi görülüyor, halam dolandırıcı olabilir gayri dedi, köylüleri hanutlama, kandırma efsanesinin altında yatan bu gerçek mi acaba, biraz öyle gibi ama dolandıranın dolandırılacağı çağlar hep yakındır!.. Sonraları başkaları da gitti kente, Emirlerin Orhan, Hadımların Özcan, Çobanaldatan Niyazi, Atmacalardan Hüseyin, bu şamakonların çoğu köye dönmedi, iş güç tuttular, arada bir yolları düşse de, artık eski göz alıcı halleri kalmadı, olan biten kanıksandı, çoğu yaşlandı da, köyde yavaş yavaş boşaldı zaten, çokları şehirde barınamamış, köye dönmüş safsatasının altında kalarak, bir köşede saklandı, gelmedi, oysa çok zor bu işler, direksiyonsuz arabayla nereye gidilir, uçuruma, para yok, iş yok, çevre yok, tanıdık yok, ileriyi göremezsin, pirinçlemek yetmiyor kısacası!.. Araya uzun yıllar girdi, geçenler benimde başımdan geçti, açık konuşmak gerekirse, kiminin ayağı kesildi, kimi kaza geçirdi, kimi evinden atıldı, kimi boşandı, kimi tek göz odada ölü bulundu, inanmayacaksınız ama, gidenlerin hiç biri tutunamadı, kalanlarda öldü gitti, peki sonuç ne, sonuç şu, köksüz, fason yaşamların sürüp gittiği bir yerde, başarı ve denge, bu ikisinin kök salabileceği, kişilerin yazgısına bırakılmadığı ortamlarda oluyor, yaşama konsantre olmak, tutunabilmekle geçiyor ömürleri, olta sallıyorsun Haliç suyuna, paralanmış ayakkabı takılıyor oltana, kaybolan pabucun nerelerden geçmiş!.. Onun için başarı öyküleri, yüz kuşaktır aynı taş evlerde, şato gibi demir mazgallı pencerelerde, Ortaçağdan beri ayakta duran hanelerde görülüyor, bizim insanımızın yer değiştirmekle çürüyor ömrü, Ece Ayhan kaç ev değiştirmiş yaşamında, şiiri zehir zemberek, bizden adam olmaz söylencesi, gerçek bir soyutlama, güvenilir değildir ama, bir uyarı diyelim onunkisi... Aynı dizeyi hep söylerim ben, tırmanarak o yarı bildik yolları, köye dönenler olsa da, kimilerinin ağzında dişleri yoktu, kimileri bastonlu, kimileri de saklayamadığı bir üzünçle kahkaha atmaya çalışıyordu, bireyleri harcayan toplumların olağanüstü bir özelliği var, şarkılarla, alaylarla kimselerden geri kalmadıklarını, kendilerini göklere çıkarmayı, o kadar iyi biliyorlar, o kadar delicesine coşuyorlar ki... Çingeneye beylik vermişler önce babasını harcamış, kime beylik verilmişse, toprağını o harcamış önce!.. Onlar çoluk çocuğa karıştılar ve evlatları onlardan da geri kaldılar, neden, tabansız, desteksiz, temelsiz, öylesine hamleler, yiğidim aslanım laflarıyla güzellemeler, nerelere tos vuruyor yaşayanlar bilir, ölen ve hiçlenenlerin sayısı, okur yazar, titr almış insanların sayısını kaça katladı, burada bütün mezarların başına sütunlar dikseniz, kimsesizler mezarlığıdır adı sonuçta ve bu cendereden çıkmak için insanlar ve toplum, birbiriyle boğuşuyor hala... Boşuna!.. Köyden yetmiş yıl çıkmadan yaşayan Eşe vardı, yaşlı kadın, bence köyün en mutlu, en başarılı insanı odur, dengeli bir yaşam sürdü hiç olmazsa, üretti, katkıda bulundu, düşüncelerini olabildiğince dile getirdi, konuştu, konuşamamak psikosomatik sayrılıklara yol açar, şu nüfusun yarısından çoğu konuşamıyor ki, kışın sobasını yaktı Eşe, yazın yeldirmesini açtı, sonrada çekip gitti, neresi kötü... Olanaklar alanını tüketti, kaç kişi başarabiliyor yaşamında, başarı bence bu olmalı, savrulmak, organlarını yitirmek, bir Don Kişot gibi anlam arayışlarına okyanuslara dalayım derken, afaziyle karşılaşmak, yaşamakla zerre kadar ilgisi olmayan şeyler... Toplum insanını harcıyor, dahası birey, toplumsal yapıyı değiştirmek için, tek bir tuğlayı çekse, duvar başına çöküyor ve at, tırıs, rahvan, dörtnal koşup gidiyor. Düşlerde!... Tanrının adaleti önce kendine olmalı ki, bu işleri düzeltebilsin, yoksa yeryüzüne saldığı karıncalar, neden birbirlerinin üzerine çıkıyorlar, uçsuz bucaksız topraklarda, hiç anlamış değilim... Eşe'nin Yunus'u, Yusuf'u, cenneti, cehennemi, Havvası, Mevlası ve tüm dünyası köydeydi, evet belki Ankara deseniz onlara, Beşparmak dağının ardına bakarlar, Almanya deseniz İzmir'den gidiliyormuş gibi, Çökelez'e dönerler yüzünü ama, ancak yerleşik toplumda başarı sağlanırmış gibi geliyor bana, yaşamı oradan oraya sürüklenen insanlardan, yemin billah sayısız şair olur, yanık türküler, tekinleme ya da öykünmeler, hadi birlikte göz yaşı dökelim artık, selamlar alıp verelim artık, paramız yoksa da içelim artık... Peki, Edison gibi yumurtaya kim basacak, köylü, köyünden ayrılmayanlar, ama öyle bir düzen kurulmuş ki, tuğlayı çekenin başına yıkılıyor duvar dedim, yumurtaya basanı tavuk yapar, acımadan boğazlar bunlar bil ki, Abdülkadir de gitti, gidiş o gidiş, bir daha haber alınmadı ki... Öyle insanlar var ki köyde, gözleri öyle derin bakar, elleri öyle nasırlı, sanki Nebi Nuh'u, sanki Toktamış Han'ı görmüş gibi şaşırırsın, o zamanlar ne Ankara var ne Almanya, Voyvoda Abdurrahman'ın kendisi Dede Korkut'tu, Pisagor da diyebilirsin, adam doğuştan derin, bilgi açlığı içinde ve coşkuyla, hevesle dolu, bu insanlara yazık değil mi, mızraklı ilmihal, mülkiyetin kırbaç izleri ya da dere boyu kavakların içinde sıkışıp gitmeleri... Voyvoda Abdurrahman bilit doluydu, ermişti, şimdi sormak gerekir, Ankara ne ki, Almanya ne ki onun yanında, yapılacak şey olanaklar alanını tüketmesi ve duvarın üstüne çökmemesiydi, şimdi duvar daha sağlam değil mi, ama o ölüp gitti...

79
 Meşhur'la Kabaç'taki narlığa gidiyoruz. O benden biraz büyük, kardeşimle yaşıt. Yan yana gidiyoruz. Narlığa varınca narlardan, bir yığın koparıyoruz, arkalacı yayıyor, narları öğceliyoruz, bir bir, tane tane ayırıp yığın yapıyoruz, kubbeleşiyor yığın, sonra tuzlayıp elimizle karıyor ve yemeye başlıyoruz, mayhoş ama öyle tatlı ki, bir iş yaparak yemenin içmenin tadı da var tabi, sofra kurmak gibi, sonra aramıza Hüseyin'de katılıyor, küçük kardeşi ve oradan, Karacıkların bağlarına, uçurumun kıyısına gidiyoruz. Teyzemin badem ağaçlarına götürüyorum onları, onların narı varsa, teyzemin de bademi var!.. Ağaca çıkıp dallardan badem koparıyor, aşağıya atıyoruz, Meşhur ağaçta kalırken, ben ağaçtan atlıyor, yerde badem topluyorum, arada oraya atma şuraya at diyorum, uçuruma düşenleri alamıyorum, bazen dallara çarpanlar olmadık yere düşmekte ısrar ediyorlar, sanki canları var kaçıyorlar!.. O ara, yukarılara bakıp, Meşhur'la neşe içinde bağrışırken, dalların arasından gezinişini gözlüyorum, şalvarı ateş renginde, alacalar içinde yanıp sönüyor, güneş ışıkları değdikçe, gizil düşüncelere dalıyorum, acaba Meşhur'un aldırmazlığının, her şeyi görüp seziyor olmasıyla bir bağı var mıdır, onun bağırışlarıyla uyanıyorum, ilahi kebirden bir bölüm dinlermiş gibi, sanki yüz yıl süren bir düşten uyanmış gibiyim, zaman nasılda göreceli, yaprakların arasında şalvarın salınışı, uçuşmalar, akran oluşumuz, sevgimiz, komşuluğumuz umursamaz kılıyordur belki de onu, gözlerinin yeşil alevi öyle demiyor ama, unutuyorum kendimi onun salınışında, şu dünyada baştan çıkacak yalnızca ben mi varım, Meşhur'un düşüncelerini düşlüyorumdur nasıl olsa ama düş kurduğumu biliyorum... Ağacın dibinde topladığımız bademleri kırıyor, kaygısızca yiyoruz. Teyzemin bademleri ne de olsa, bu uçurumun başına gelseler de ne diyecekler ki... Ama ertesi gün kahvede, Esrik Mustafa, teyzemin kocalığı diyor ki, yahu haylazın bademleri toplamasına bir şey demiyorum, ama oturup birde dibinde yemiyorlar mı, işte o zaman çıldırıyorum, bu nasıl bir saymazlık!.. Hiç konuşmadan dinliyorum, izliyorum ve bir kuşkuyu arar gibi gözlerime baktığını biliyorum, yine de kesin, emin olsa yaptığımızdan ilenmezdi diye düşünüyorum. İnsan bu meçhul!.. Teyzem kadar toleranslı, anlayışlı olamaz bu adam, sonuçta eloğlu, sıhri hısım, kan bağından yakın değil ne yazık ki... Ama aradan bunca yıl geçti, o gün gerçekte bademleri benim topladığımı söyleyemedim, teyzem anlayabilir ama eşi anlamayabilir. Bu dünyadan gitmiş artık, bir daha görüşme olanağı bulursam söyleyeceğim. Cennete girişime, kıl payı farkla mal olacağını bilsem de, söyleyebilirim işte, o gün bademleri biz topladık Esrik Mustafa!.. Görüşüm değişmezse ama!..

80
 Çökelez dağı kambur balina gibidir. Gerçekte köylünün ne deniz görmüşlüğü, ne balık yemişliği vardır, düşlerde bile, ben ırmakları denizlerden taşan su kolları sanırdım sakalım ağarana dek, ne zaman ki gördüm onları, tansıdım, her şeyi anladım, karada biriken suların denizlere döküleceğini tasımlayamadım, madem ki tanrı yarattı her şeyi, sanırdım ki, deniz denen su leğenlerinden açılan kanallarla ovalar sulanıyor, belki hala öyledir, ne bileyim ben, dünya yuvarlak demek için beş milyar yıl beklemedik mi biz, yanılmışız diyebilmek için belki beş milyar daha bekleyeceğiz, çünkü dünya yuvarlak değildir, belli bir aralıktan bakınca yuvarlak, küremsi de diyebiliriz, hayır dikdörtgen prizma da olabilir, devindiğinde güneş gene batacak, ay gene doğacak, sıkışmış bir madde, bir yumrudur bu olsa olsa, dünya biçimsiz bir yumru, geoit, yersel tür, yuvarlak diye kestirebiliriz ama iki kere iki dört der gibi, bu ne alfabetik bilit derse bir druit hak veririm, çünkü ay orak biçiminde gökte kimi zaman, gerçekte yuvarlak mı, mikroloskopla bak, amorf bir yapısı var, Einstein gel, rölativite nasıl olur gör mü diyeceğiz, dünya bugün için yuvarlak, kavram teknolojik gereksinirliğini yitirdiğinde, anlakta konumlanışı, biçimsel yapılanımını aştığında, dünya yuvarlaktır diyen, bilgi softası biri sayılacak!.. Çağdışı dememe gerek var mı... Demek istediğim şu, koşulların bilgisi geçerlidir bizim için, bilinmezlik, yetinmezlik karşısında, tanrılar icat ettik biz... Kitaplarda gördüğüm balinaların Çökelez'e ne kadar benzediğini hemen anlamıştım, dağda bir tek ağaç yok, baştan sona gri ve lekelerle bezeli bir arazi, hani tohumlar uçuşur, her yer çiçek ve böcek olurdu, binyıllardır bu bayırda çiçek açmıyor, tanrı ne isterse o oluyor demek ki!.. Şakayı seviyorum, gerçeği anlatmanın bezdirici yolu, sol kulağı, sağ elle tutmanın humoru, güneşin tepelerdeki konumu, gölgelerin bu yalçın düzlükte, biçim değiştirmesine yol açıyor ve dağ beneklerle doluyor, bu çorak ve ölü sessizlik etkileyicidir ama ağustos sıcağında, dağın yalnızlığı siss siss siss siss diye gelip geçen güneşin öğle üzeri penumbralinde, öyle üzünç vericidir ki, bu olağanüstü dünyanın, bu yapayalnız toprağın üstünde ne arıyoruz biz diye gözlerimizi ıslatabiliriz... Saura'nın bir filminde tıpkı Çökelez'e benzer, eş değer bir görüntü yayan bir dağ var, paralel dünyalar. La Caza!.. Dağın tepesindeki kar kuyusunu ve çivit yeşili renginde ki mezarı hep merak etmişimdir, kırk yıldır içimde ukde, bir kere giriştim, arkadaşım tam dağa çıkma çizgisinde, yılan var diye aşağıya koştu, o gün her şey bitti, başka bir gün gene geldik dağın başına, hava karardı, kısacası dağın doruğunu göremeden yaşayacağım, omuzlara alıp orayı gösteren olmayacak tabi... Tanrıyı icat eden, alın yazısı için yaratmış zaten!.. Mezarın taşlarla bir ören yerine çevrilmesi, onu kutsal bellememize de yol açabilirdi ama oraya ulaşmak zor, ufukta bir çizgi o, bir gün kar kuyusundan kar getirmek... İnsan tuhaf özlemlerle yaşıyor. Gidebilseydim özlemlerim azalacak, son güne biraz daha yaklaşacaktım, özlemlerimiz bizi yaşatan!.. Yine de Çökelez'e bir gün çıkacak kar kuyusundan kar getirecek ve mezar hakkında bilinmeyen bilgiler vereceğim. Çökelez'in çoraklığı benim içimdeki üzüncün kaynağı, tüysüz dağ ama, ovanın tarlalarla dolu, erinç veren yatakları, yaşam coşkusu, ürperti verirdi bana, bu ikilemi sevemedim ki bir türlü... Çökelez'in kimsesizliği Don Kişot ruhu aşılardı bana, Baklan ovasının rüzgarda salınan, yatışan tarlalarıysa Demeter'i kutsamama neden olurdu, coşkuyla... Ovanın tanrısı, Çökelez'in üstü başı perişan yenik şeytanıymış nedense!..

81
 Emirlerin Cafer ile Hasillilerin Cafer adaştır!.. İkisi Kırkdere'ye güreşmeye gidiyorlar, o bildik çayıra, yıllardır yenişemez, hep berabere kalırlar ama bizler aynı gerilim, aynı heyecan, aynı ürpertiyi niçin taşırız bilemem, çünkü kıyasıya güreşiyorlar, gözümle gördüm. Ordular iki cengaveri seçerek karşılaşırlar ve kaybeden ordu, yenik sayılır savaşta, ama bunlar sürgit berabere, ilginç!.. Ortada bir ganimet yok diye mi böyle oluyor, sanmam, kavga ve kargaşa, talan nevrozundan çıkıyor, paylaşım savaşları!.. Caferler için köylüler gene güreşe tutuşmuş onlar diye dedikodu ederdi. İki Cafer son derece yavaş birbirlerini sürgit kollayarak güreşirlerdi. Bir Borges öyküsü bile sözcüklerle bu gerilimi sağlayamaz, onların, bu son derece temkinli, yenik düşerim korkusu, bütün izleyenlerin yüreklerine işlerdi, beklentiler o kadar uzun sürerdi ki, hiç bir şey yapmadıkları halde, hepimiz titrerdik, bizim avlu içinin yiğidi, Hasilli Cafer'in şu yol ağzındaki mahallesine yenilecek miydi, o zaman ötekilerin yüzüne nasıl bakacaktık, aradan yıllar geçti, iki Cafer de o kadar bilinçliydi ki bu gerçeği biliyor ve oyuna tüm gerilimi veriyor ama son hamleyi yapmaktan ikisi de yekinip, çekiniyordu. İsabey'de, bilimsel tavırlar vardı inanın. İkisinin arasındaki bu çekişme bu doğrusal çelişme, heyecanı eksiltmiyordu, Adalı Halil'le, Koca Yusuf güreşiyor gibiydi, ağır, birbirini ölçen, biteviye kollayan, kahredici bir denkliğin, bir türlü çözülemediği sonsuz bir oyun, bizlerin bu güreşi sonsuza dek bir heyecan ve hatta korku içinde izlememize neden olurdu. Çocukların gözünde bu iki cesur ve civandan insanın biri yenerse, olacakları düşleme korkusu, sonucunu göze alamam dürtüsünü getiriyordu. Yıllarca güreştiler ve yıllarca yenişemediler. Çok önemliydi bu, çünkü insanın dilerse yenilmeyebileceği duygusunu bize aşıladılar. Sağolsunlar. Bu dünyevi bir alegori veya metafor biliyorum ama bir şey var ki bu güreşte, çok değerli... İsabey bilimsel bir dünyaydı dedim, çünkü şu düşünce oluştu bizde güreşten dolayı, yenmek ve yenilmek, gerilimle bekleyerek, sonsuza dek sürebilecek bir durumun, yani bir salınım, bir devinim, bir oluşumun sonlanması, yaşamsal bir zorunluluk belki ama, biz bir güreşin yıllarca bitmeyişine ve gerilimin sürüp gitmesine tanık olduk. İsabey burası, varsın bütün dünyada güreşler bitsin, amaçlar, sonuçlar belirlensin, katakulli bilinsin. İsabey bilimsel bir anlayışın yuvasıydı, o sonsuzluk ve süreğenliğin, bir ilkenin öncülü bir köy, belirsizlik ilkesi iki eşit kuvvette barınır, gözlenebilir, yenilme diye bir kavram yok, belirsizlik ilkesi evet, belki yine dünyevidir ama bitmez tükenmez bir umut demek bu, varlığın süreğenliğinde, yenilgi kavramının önemsizliğini nasılda anlatırlardı bize, yaşam uzun ve aslolan mücadele, sonsuz bir anlam yüklenir ve yaşamın bitip tükenmez bir emek, sürgit bir çaba, dikkat ve kuvvet dağılımı olduğunu, bunun korkunç bir hazza ve ürpertiye dönüşerek, yaşamın uçsuz bucaksız biçimde tadına varılabileceğini, dahası yaşamın ancak böyle yaşanabileceğini, iki antik çağ filozofu gibi sunarlardı bize, dayanıklılık, öz veri ve sonsuz bir arzuyla, sürüp giden bir düşünsel birliğin harikası, bir tansığıydı yaşam, anlatamıyor olabilirim, direnç ve yengi, yenilgi duygusuna aldırmadan kendini, enerjisini ve organik ve tinsel yapısını ortaya koyarak karşılamak yaşamı, işte yaşamak buydu ve hazda ancak bu olabilirdi, az şey mi, kavrayabilmek bile korkunçtu sanırım, sporda bu, sanatta bu, hayatta bu işte... Hayır, umut başlı başına bir dünya ve çabanın parıldayışının adıdır, sonucu asla kestiremeyiz, hiç bir şeye değişemem İsabey'i, değişmem, çünkü bitmeyen bir sportif maceranın, bitenden daha ders verici, eğitici, düşündürücü, geliştirici, beyinsel yapıyı, çekip çeviren, düş işlerine sanki sonsuz bir enerji yükleyerek, çalıştıran, güneş gibi parıldayan, sembolik, simgesel, görsel bir panoramik manzara, iki yarı tanrıyla ölümlülere sunulan, eşsiz bir göksel forum!.. Gerçek bir insani karşılaşma ve yaşamda tanrısal düşünceler nedir, onlar kazandırdı bize, güreş hiç bitmediği halde... Nerede yaşandı böyle bir şey, olanaksız neredeyse, tasımlamaya çalışalım bütün açılarını, us ve düş çağırıcılarını!.. Dilim tutuşuyor ve bir anlatılamazlık içinde kıvranıyor, yanıyorum. Sonsuzluğun, estet ve güzelliğin bir çabayla, hazla yaşamın kendisinde olduğunun, oabileceğinin işlevine tanık olduk ve öylesine yoğun bir düşünce katmanlarıyla yüklenerek İsabey'den dünyaya salındık biz. Evrenin gizi sanki fısıldandı bize, ama onu dışa vurmak için yaşasaydık, bu bağışlanmışlığın hiç bir değeri kalmazdı, çünkü yaşamı anlıyorduk artık biz ve onu unutabiliriz...

82
 Köyün ortasından çay geçer, her çay sözü ağzımızdan çıktığında, aynı çay değildir artık, her bakımdan, Çökelez'den doğru gelir, köyü ortayından ikiye ayırır, ovaya doğru şırıldar gider. Bu çayın kıyısına boylu boyunca uzanır, durgun bir çukurluktan kana kana içeriz, yıllarca yaptık bu işi, çayın karşısı öte mahalleler, bu tarafı bizim. Demirler mahallesi. Ortada köprü var, atların arabaların geçtiği, ağaçtan ve üstü toprakla örtülü, sağlam belki yüzyıldır ve hala duruyor. Kıyısında Derepınar, ünü şanı dillere destan, işte köprünün karşı mahallesine giderken iki tarafında bağlar var, hemen yukarıda evler. Sağda Çökelez'in uzaklarda yattığı yerde ki bağların yukarısında, tek bir ağaç var, başka ağaç olmadığı için kolaylıkla seçiliyor, siyah bir çıtlık ağacı, kendi bitek, yamaçta tek başına, köyden Habipler, İbrahimler, İrfanlar gibi uzaklaşıp, okumak için şehirlere yol aldığımda, düşlerimde uçuyor, kanatlarım varmış gibi, hep o ağaca konuyorum inanın, konmaya yaklaşırken düşün bittiği oluyordur belki de, bir zorluk içindeyim ama, bir korku ve eza yok, sakin ve güçlük içindeyim, düşlerimde bir kuş gibi uçtum yıllarca, o siyah yalnız ağacın dallarına ulaşmak için, yıllar ve yıllar boyunca neden gördüm bu düşü anlamış değilim, söylenmesi varlığından daha gerçekmiş geliyor insana, gördüm ama, bir kuş gibi neden o ağaca konmaya çalıştım, bir gün köye gittim, o ağacın gerçek mi olduğunu, yoksa bir sanrı mı olduğunu anlamak için baktım ona, vardı evet ama, çevresinde başka ağaçlar da vardı, o biraz tuhaf ve uzuncaydı, yine de sıradan ama... Bu düşlerin gizini anlamadan geçip gideceğim. Çok ilginç bir düş değildir belki ama neden böyle... Soruyorum çünkü çocukluk aşkım Gönül'ün susa yolunda, önünde üç servi olan evlerine kavuşmak için otuz yıl aynı düşü gördüm ben, sonraları belki umudumu yitirdiğim, belki düşlerimi yazılara döktüğüm için mi, çokça şaşırmaya başladığım için mi bilmem, o düşü görmez oldum. Düşlerin metafizik yollarını öğreneceğiz bir gün, olağanüstü olamazlar, içgüdüsel ve gizli, tutkulu özlemlere ilişkin gurbet sayrılıkları, kavuşulmaz anomaliler... Aşkın kutsallığına yol açan insanlık halleri, belki bir avunuş ırmakları...

83
 Araplar tepesi, köyün aşağısında ama, orada bir tepecik var, tepeciklerle iniyor aşağıya köy, orada bir mezarlık, Lortop'la öyle dolaşırız ki, bizim evimiz, ikimizin de, çiçekler, böcekler, ağaçlar, kuşlar, atalardan beylerin, sümbüli ecelerin, gelip geçmiş mutlan dolu uyuyuşları, artık her şeyi anlamış oluşları, bizlere bakarken bizi kollayışları, ardımızdan sevgiyle uzanışları, bazen nereden geldiğini bilemediğimiz bir esinle okşayışları, ne mutluluk verici bu tepe, dünyanın en güzel çiçekleri, onlar kadar renkli, ilginç böcekleri, belki tatlı bir korkunun, ürpertinin, bizi mezarlığın kapısında, örenlerin yanında bekleyişi, kaplumbağalar, yusufçuklar, uç uçlar, güneş rengi kelebekler, kızıl güller, susallar, mor kanatlı böcekler ve Havva'nın sonsuza dek gizlenen yılanları hoşça kalın, çıktık işte, oh bu ruhlar aleminin güzelliği sarhoş ediyor insanı, alışılmış zorluklara, işkencelere, vefasızlığa, haksızlığa, anlayışsızlığa, yoksulluğa, yoksunluğa geri dönmek... Her şeyden iyi burası, nasıl anlatayım ki, neden sözü uzatayım ki.... Ölüler arasındaki tuhaf gezinti, mezar taşlarındaki yazılar, öyküler, kıssalar, romanlar, özdeyişler, kısa ama tatlı inleyişler, özlem dolu bekleyişler, ah ne tatlı bir yaşam bu, ne güzel bir ömür sürüyor bu mezarlığın tininde, içinde, görüngüsünde, bekleyişinde uyuyanlar, o sonsuz, uçsuz bucaksız bekleyişinde... Mezar taşlarındaki yazılar, onların canlandığı mottolardır, anılardır, o kimdi, nasıldı, nasıl bakardı yaşama, bir düşünce özü verir size ki şaşar kalırsınız... Ölüler o yazılarda canlanır, bir insan olur, hayal olmaktan çıkar, kavranır bir beden olur, tam tekmil bir organ olur. D; 1923, Ö, ... Cumhur oğlu Reşit, sonsuzca yaşamış, o kısacık yazılar bir varlığın, bir kimliğin ipuçlarını verir bize, kimdi, neydi, nasıl yaşardı, nasıl anlardı, bilgi verirlerdi bize... Dan dan dan, kıvılcımlar sıçratan bir dünyaydı ki, bir demircinin dünyasında, dayanılmaz güzellikte masallardı onlar...

84
 Gülsüm, hepimizin en küçüğüydü, paytak yürür, peltek konuşurdu, Fâti, Fâti diye yanıma gelir basamaklara oturup, bir dedikoduya dalardık ki evlere şenlik!.. Âşa çiçeklere su vermiş, Eşe eşikten geçmiş, Osman kuyuya düşmüş, Ümmü gelin gitmiş, ova yeşermiş!.. Yanaklarından öpmezdim onu, çocukları koklayarak sevmeyi ondan öğrendim, yalnızca koklamak, sonsuzca derinlerden gelen bir kokuyu içine çekmek, tanrıcığımın kokusudur belki de... Sarmaş dolaş olmak o kokuyla ve insanlığımızı kutsamak... Saçlarına dolanmış bir fesleğen yaprağı, annesinin ördüğü zülüflerde kalan bir kefre dalı, onu kutsanmış minicik bir cinperi yapardı, bir yavrucak, cin dediğim onun düşsel görünümüydü, sarışın ve solgun, peri dediğim, tatlı, minik, pembe yanakları, öpmeye kıyamazsınız... Küçücük terlikleriyle şip şip diye indiği merdivenlerden yola koyulur, boyundan büyük köpekler oncağızı koklar durur, koyunlar keçiler, bu bahar yavrusu, bu minicik tavusu, nasıl bir şey ki diye, büyüsüne aldanır, entarisini kapmaya çalışır, yenini gevelemeye koyulurdu. Eni sonu korkuya kapılacak bir Gülsümcük vardı tabi, masumiyeti tanrı tarafından donatılmış bu melekçik, minicik çığlıklarla donar kalır, göz yaşlarına boğulmak üzereyken, bütün avlu kahkahalara boğulur, yükselen şen gürültü, koyunların keçilerin dağılmasıyla, köpeklerin hoplayıp zıplamasıyla son bulurdu... 'Bellum omnium contra omnes' değildi bizimki, 'Herkesin, herkesle barış içinde olmasıydı' Ah herkesin herkesle savaş içinde olması da mı var! Tanrım, ne olursun, tanrı neye yarar!..

85
 Acunun bitimsiz boşluğundan yayılan zarif kederler, kurt delikleri, kara delikler, kemiriyor köyün efendilerini, ahali başını öne eğiyor, nereden geliyor bu keder yığınları, bu üzünçler, görünmez elem denizleri, nereden sarıyor dört bir yanımızı, neşe, sevinç, mutluluk bir anlıkken, neden keder kalıcı, boyun eğici bir canlı gibi, neden bağlıyız ona, ses çıkaramıyoruz, baş kaldıramıyoruz ve usulca sessiz sürüler gibi ardından gidip duruyoruz onun... Sonbahar geliyor... Hafif bir yel köyün tüm kapılarını geziyor, bütün haneleri tek tek yokluyor, cevizler, ayvalar neden bu mevsimde olgunlaşmak üzereler, dayanıklılık testini mi geçiyor tanrılarının, kışa kalmaz bu dedikleri şeyler ne... Gökte bulutlar görünüyor, bir soylu kadın salınarak gidiyor, tüylü bir şapkacık, bir pamuk dekolte gibi süzülüyorlar... Bazen güneş batmak üzere, bir damla yağmur düşüyor ellerime... Sesler, kapı arkalarında, düşen yapraklar altında, alçak gönüllü bir serzeniş, gizli, gizemli bir güven ve beklenenin gerçekleşmesiyle beliren tatlı bir ürperti gibi... Ama duyguların neden bilinmez, önü alınmaz, üzünçlü bir hali var. Koyunlar aşırı sıcaktan birbirine sokulmuş gibi, ceviz ağacının gölgesine sığınmıyorlar. Eşek bütün yaz, kır marulu ve bağ filizleriyle semirdiğinden sakin ve mutlu, çocuklar yazın neşe dolu yorgunluğunu atmaya hazırlanıyorlar. Köyün delisi artık hareketsiz, bekliyor öylece ve bakınıyor sağa sola... Yaşlılar elde edilmiş ürünün, üretken çoğulluğun sağlamasını yaparak mırıldanıyorlar, işlerin sonuna gelindi ve yavaşlığın saltanatı, ele geçirmiş erki de, almış başını gidiyor... Sonra neferneler, cevizler ve ayvalar, onlarda ortalıktan çekildiğinde, evlere dönülecek bütünüyle, ovada sesler kalmayacak, dökülen yapraklardan başka, bağlarda gülüşmeler, kahkahalar olmayacak, her şey unutulacak ve ovayı baştan başa süzen kara gözler, yaklaşan kara bulutlar ve havanın kara esintisiyle, kışın yaklaştığı duyumsanacak ve herkesler dip odalara çekilecek, kelterlerin süslediği bacalar, bir karagözün aşkı uğruna yitip gitmiş, fesli bacalardan çıkan dumanların, köyde tek yaşam işareti sayılacağı o günlerin geçmesi beklenecek, tarlaların, bağların, sonsuz gümrah olanın beklentisiyle, bereketiyle, ovaların gövermesi, yeşile çalması beklenecek, tanrının düşlerinden de yeşil zamanların gelmesi beklenecek yine...

86
 Derede, ikindi güneşi eşliğinde, at üstünde bir adam gidiyor. Öyle yavaş gidiyor ki, güneşin servilerde oynayışı, yaprakların arasından süzülüşü, çırpınışı, süzmelerin yer değiştirişi, atlıya; Başı önüne düşmüş bir Zapata ya da Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin gibi, yenilmişlerden bir ölü havası veriyor. Gölgelerin arasından süzülüşü, insanı keder dolu bir yalnızlık duygusuna sürüklüyor...
 Atlı, belki kederli ya da umutsuz bile değildir, ama onu izlerken tuhaf duygulanımlarla, engin bir yalnızlığın içinde; ışık parçalanımları gibi bir halenin içinde geziniyor ve görüntü birden düşlere dönüşerek, bir saplantı gibi, neden bilmem, artık hep onu düşünüyorum. Lortop'da sanki anlamış gibi, bana bakıyor sürekli, bir şeyler var diyor içinden, bir şeyler var!..
 Arka ayakları üzerine oturmuş, kuyruğunu hiç oynatmadan, o yana bakıyor şimdi...
 Atlı, derenin içinden, kutsal bir sessizlikte, biraz sonra, sonsuz bir oyuntuda, bir dolambaçta kaybolacakmış gibi üzünçlü, solgun, yitip giderken, ilerde, birden ortaya çıkarak, yamaçtaki keçi yoluna sapıyor ve hınçla düzlüğe çıkıyor.
 Şimdi güneş ışığı ve tüm gözler üzerinde, altın yaldızlı bir şövalye gibi ilerliyor ve uzaklarda, tümüyle gölgelerin içinde kalmış, bir koruluğa, bir yarı tanrı gibi giriyor.
 Uyuşturan renkler ve cansız lekelerle dolu, tuhaf bir hiçliğin içinde yavaş yavaş solup, eriyip gidiyor...
 Sanki böyle bir şey, hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi...


87
 Bildiğim, köyden dört otobüs geldi geçti, Kapısların Austin, antika görünümlü, kaplumbağa biçemli, soluk mavi renkli, pencere hizası sarı çizgili, sağlıklı görünür bir arabaydı, arızasız gelir giderdi ve kaprisi de vardı bu yüzden, saatinde kalkar, erken saatte dönerdi, fazla yük almaz, sanki yalnız insanları taşırdı, biraz sessizdi ve yolculuk boyunca konuşulmazdı pek, ama velakin parası olmayanı indirirdi, köylü adabınca bu disiplin pek hoş değildi tabi, aslında yaptığı işgüzarlıkları önleme eğilimi taşıyan, devrim niteliğinde şeylerdi ama, zor olmayan ne var şu dünyada, hele değişiklikse, alışkanlıkların dışına çıkmak, belki geçmişi unutmak ve birde şu var, devrimsel yaklaşımın temeli yoksa ne yapabilirsin ki, gerçekleşmez ki böyle bir şey, sözün kısası Kapısların Austin'i bende sevmezdim, okuyan bir çocuk ya da bir işçi parasını alamamış, bulamamış, indiriyorsun, ama aksi halde alışkanlığa dönüşebilir ha... İki gözüm iki çeşme dünyalılar, yaşamak zor!... İkincisi Arap Süleyman'ın Chevrolet'di, valla arkaya kaç, para toplanırken yer değiştir veya alenen yok de, Arap Süleyman güler geçerdi, bu yüzden yolcuları değişmezdi, Köstek Memet ücretsiz ve koltuk numarası belliydi, onun yanında para verenler ikinci sınıf!.. Ama yarı deli gibiydi Arap Süleyman, demirin aslında su olduğunda inat ederdi, nasıl düşünüyorsa, paralar, bozulmasın aralar lafını icat eden odur, dünyada bir kişiye kötü baktığını görmedim onun, kavga ettiğini de görmedim, cennetlik resmen. Karısı Sıdıka'ydı, oda iyi kalpli, bakkal işletirdi, kızı Hayriye, ablalarımla okudu, varlıklı birinin kızıymış gibi söz edildiğini anımsarım, meşhur bir kızdı, ne oldu dersiniz, köyün fakirden bir delikanlısına vardı, ama Hayriye'nin aşığı, talibini düğünde vurdu, öldü eşi olacak kişi. Tanırım tanrım onu, iyi niyetli biriydi, küçük bir delikanlı olan, küçük kardeşiyle evlendirdiler Hayriye'yi, matematik denklemi gibi, bütün dünyada olan şeyler, ama köyün Hamlet'i sanki bu tür oyunlarda gizliydi, Hamlet dediğim 'Oyunlarla Yaşayanlar' entrikalar denizi, saltanatın azizliği diyeyim... Yaşamın giriftliği doğrusu... Carmenvari varyeteler demek acımasızlık olurdu ama bütün dünya bu tür öykülere, aşkın destansı hallerine bayılıyor, şaşılacak şey, zamanın kutsadığı us bize acı ve sevinç duygularının içinde, ölüme aldırmazlık da kazandırmış, aynı şeylerden sıkça söz ediyor olabiliriz, hoş görmek gerekir, bütün dünyada bu tür kahramanların adı neden Hayriye'dir!.. Arap Süleyman gerçekten araba benzerdi, kalın dudaklı, yüzü gülen, esmer bir adam, arabası UFİ, ucuz fakat iyiydi, yolda bozulur, altı saatte düzelmez ite kaka gelirdi köye, önünden bir demir levye sokarlar öyle çalışırdı, sanki yarı tekno, yarı organik, vallahi meşe dalıyla çalıştırdık motoru diyeni de gördüm ben, levyeyi unutmuşlar demişti, yalanı yutulur insanlar vardır, ama işte motor yarım günde çalışırdı zaten, belki bizim düş gücümüzü ölçmeye kalkışmıştır güzel yalancı, kimse yakınmazdı Arap Süleyman'dan, feraceli bir despot nasıl görmediysem, yüzü gülen bir zalim, bir haccac da görmedim ben... Arabada, tavuklar, horozlar, yorganlar, kasalar herkes ona binerdi, Austin gibi uzak ve soğuk değildi o, sıcacıktı, evini onunla taşıyan, nişanını arabada yapan, tepesinde yola çıkan herkes vardı, Hindistani bir bayram demekti onun varlığı, ama gerçekte Cumhuriyetimizin aynası gibiydi, şarkılar ve türkülerle geçen alaylar ve ay ışığında hacet yerini soran koca koca insanlar!.. Üçüncü araba, çabuk geldi geçti, anlattım, Hacıumarların Austin diye anımsıyorum, Dodge, Magirus, hatta Volvo filanda olabilir, kısa süre çalıştı, bizim mahallenin arabasıydı, yukarı en tepeye kadar çıktığı için, bizler ona binmeye çalışırdık, var olduğu sürece, sattılar sanırım onu, araba çoğalınca kazanç azaldı köyde ve sonradan girişenler, eskiler kadar dayanamadılar rekabete herhalde... Son araba, en sağlam ve en güzeliydi, Bussing, gösterişli bir araba, Buick olabilir mi acaba, karşı mahalleden, dereçay köyü ikiye ayırır, karşı mahalle biraz yabani sayılırdı, belki bizde onlara yabani geliyormuşuzdur, aramızda minicik bir ırmak var ve töhmet kaçınılmaz, tanrı bizi öyle yaratmış!... Ama bizi haklı çıkardı karşı mahalle, bir gece yarısı arabayı yakmışlar, sabah simsiyah bir ceset gibiydi, başka dünyalardan gelen, büyük olay, gören gözler görmez olur böyle şeyleri, bizim taraf yakmış olamaz, çünkü karşı mahalleden şehre giden pek az... Araba aylarca simsiyah bir hayalet gibi, iki şerefiyeli görkemli caminin yanında bekleyip durdu, cami... Geleneklerin ve statükonun amansız tapınağı... Otobüs, geleceğin ve bilinmeyenin anıtsal burcu, göksel muştu, beyinsel kule... Gerçekte birbirine o kadar yakın ki bu iki varlık, cami gökleri hedefliyor, tanrıya yakın olun, eşrefi mahlukatız, otobüs de onun yerelden yükselen bir postülası, hayır, kanıtlanmış hipotezi, amacı aynı yani, yarın uzay otomobiline dönüşecek ve caminin amaçladığı, gökselliğe yakışmalıyız diye buyurduğu ayetlerin alameti farikası olacak ve bizi başka dünyalara taşıyacak, niçin olmasın, komik değil Venüs'ün havası iyi gelecek bir yaşlıya hizmet etmek kusur mu sizce, böyle düşünün, yarın neler olacağı belli midir ki, ama teoremde bu ikisi birbirinin azılı düşmanı olabiliyor, anlamadım, anlayamayacağım, anlayamayacaklar, söylemesi bu ikisinin düşmanlığından daha güç halbuki... Bu iki töz içimde çatıştı durdu, gerçek veya değilse de... Sanırım gelenekçi ve tutucu bildiğimiz karşı mahalle, bu asortik hamleye dayanamadı ve acımasız bir darbeyle karşılık verdi, ben köyden ayrılana kadar, o siyah hayalet, caminin yanında, uzaktan bir discovery ölüsü, bir uzay mekiği canlısı gibi sırıttı durdu, korkunç bir dram olduğunu seziyordum arabanın ölümünün... Diyelim ki bir husumet ve kıskançlık yaptı bu işi, fark etmez ki, kültür ve beğenilerimiz, göksel yargı ve pratiklerimiz belirliyor bizi!.. Bir gecede yakmışlardı onu, mazot dökmüşler ve saç teli kadar kibrit... Belki hala Anadolu'da benzer öyküler yaşanıyordur, ona hiç binmedim ben, çekinirdik karşı köyden, karşı mahalleden, onu çekemeyenler, kıskananlar, bir gece dediğim gibi yaktılar sanıyorum, siyah demirden bir iskelet, vahşi bir pars ölüsü gibi kapkara, öylece durdu aylarca, ama ilkel olan yalnız köylüler değildir, ilkellik o kadar yaygın ki dünyada, hep taklit ediyor bazıları ve gerçeği bir yanılsama gibi benimsiyorlar, bizler kuyruğa giriyoruz genellikle, öne geçemiyoruz, ya uçuruma gidiyorsalar, hatta aydınımız, ayanlarımızda motamot bizim, bunun yansıması mezralara, yaylalara dek ulaşıyor olamaz mı, değil mi, öyleyse suç kimin, suç kimin...

88
 Folklorik renklerle bezeli, rengarenk, kınalı keklik gibi tahta kaşığını çaldım teyzemin, uyumuşum ama, altı teyzemden birinin kızı Şadiye'nin sırtında eve geldiğimi anımsıyorum, bizde sekiz kardeşiz, köyler varsıl yerlerdir... Şadiye sırtında hırsız taşıdı o gece!.. Bidayette suçtur bu, yardım yataklık etmiş denir!.. Ertesi gün sürtme taşında, buğday öğceleme işi vardı, bulgurluk sağlanacak, teyzem kaşıktan söz açınca, biri kulağına fısıldayıp gerçeği söyledi sanırım, teyzemin üzüntüsü hafiflemek şöyle dursun gülümsedi, beni sevip okşadı o gece, güzellik uğruna yapılan bir hırsızlığa şaşırmıştır belki de, hiç bir işlevi olmayan bir sülünü çalmak nasıl bir şey. Selçuki kaşığa göz koymam hoşuna gitmiştir belki, teyzem erken ayrıldı bu dünyadan, bir şiir adamıştım kendisine, kitabı köye, evine kadar götürmüştüm ki, o çoktan gitti dediler, hiç birine gönül borcumu ödeyemedim bu gezegendekilerin, kimin kapısını çalsam gönül borcumu ödemek için, olmadı, hele biri var ki Esma Abla, önümüzdeki yıl gel görüşürüz demişti, çok neşeli, ömründe kimseyi kırmamış biri, kışı geçti ama çayda boğuldu, yaza doğru duydum ki, o da hoşça kalın demiş... Tanrı sevenleri korurmuş!.. Ertesi gün avlu içindeki çocuklarla sarı ot toplayıp -yaban havucu-, dığanda kaynattık, yumurtalar kıpkırmızı, boyalı kuşlar gibi çıktı, bizim mücevherimiz budur işte, herkes evine boyalı kuşunu götürdü tabi. Horozlar avlu içinde dolaşır birer düş gibi, püsküllü, sarılı kırmızılı, yeşilli, mavili dolanıyor. Tanrım, ne güzel, ne büyülü bir canlı bu horozlar. Kimse onların büyüleyici renklerinden ve parıldar, ateş saçan tüylerinden, yanıp sönen, kuyruk saçaklarından söz etmiyor. Ötücü ve atılganlar belki ama, kuyruğun iki yanından sarkan o olağanüstü tüyler, düşlerden öte benekler, nasılda kavuruyor gözleri, yanıp yansıyor ve nasıl da göz alıyor yarabbim, kerim olanın kelamı mı yazılı orada acep... Evrenin gizi... Avlu içindeki horoz tanrısal güzellikte tüyleriyle eşeleniyor, sonra uzun uzun ötüyor, ak, sarı, kırmızı, yeşil, mavi benekler, rengarenk tüylerle, ucu pembe ibikli tavukçukları çağırıyor ve bir şövalye gibi önlerinde, avluda, taşlıkta, eşiklerde dolaşıyor, ama hiç bir horoz diğerini, hiç bir tavuk kardeşini yok etmiyor dememe gerek var mı... Avludan sola dönünce demirci ocağı görünürdü, uçurumun kıyısında bir evcik, kapısı açık, Çökelez yanına yirmi adım gider gitmez varılırdı oraya, biri sarı, biri kızıl iki dut ağacı var yolun altında, ak ve kara!.. Toprak yoldan aşağıya iniyorum, dutların hemen yanında, sanki kapısız gibi duran demirci ocağı orada... Anmıştık, köyün bütün kürekleri, çapaları, dingilleri, sabanları, tekerlekleri, orada yeni bir yaşama dönüyor. İçerisi karanlık, demir ve kömür tozu birbirine karışmış, örsler, kocaman çekiçler, balyozlar, sıçrayan kıvılcımlar iç içe, acayip bir dünya, bir tür şiir inanın, mekanik ama, aletlerin kıvrımları, leylak kıvrımı gibi dokumalar, bakır teller, çiviler, vidaların güller gibi dolambaçları, o kadar göz alıcı ki, bir şiire benziyorlar, hiç biri öylesine değil, hepsi düşünülmüş, tasarlanmış, büyüleyici şeyler. Tanrıyı görmüyoruz ama aramızda dolaşıyor olmasın ama her şeye karıştığında varlığı belli olabilir!.. Ortada görkemli büklümleriyle, son derece kalın deriden yapılmış davlumbaz gibi körük, başına buyruk değil, iki gözlü ve dev gibi ama uysal, o olmasa ateş olmaz, ateş olmasa hiç bir şey onarılmaz, o yoksa, ocak neden olsun ki... Körüğü, birini tutup öbürüne yaklaşarak çekiyorum ve soluk borusuna hava veriyorum, küçük küçük üflüyorum... Gülümsüyor babam, hiç bir zaman yüzünü asmadı o uzun yaşamında, bir demirci ustası... Soy adımız oradan... Yarı karanlık demirci ocağından kalan tek imge bu, körük ve kıvılcımlar... Ateş gibi kızaran, demire vurulan, çekiç ve balyoz sesleri, tam kırk yıllık anılar... Altmışlı yılların başı, şimdi yıl iki bin, babamın ayrıldığı yıl, sabah koltuğunda uyumuş... Öbür dünyada gene demir dövüyor mudur, en iyi bildiği iş bu, köylülerin çok duasını almıştı, bir gün sesini yükselttiklerini görmedim... Ömrümde de görmedim, okumayı bizim kitaplardan öğrenmiş, kandil ışığında çok gördüm okurken tarihi, meraklı bir Homeros, adı da Ömer'di... Ben gerçekte kaşık çaldım diye başlamıştım söze, ama kendime kızmıyorum, hepsi gülmüşlerdi... Sanat aşkının küçük bir hırsızlık vakasından kaynaklanabileceği kuşkusunu taşıyorum ben, çalmak birini görmezden gelmektir, kaşık yerini buldu ama, o güzelim büyülü renkleriyle büyüleyen kaşık, bir sihir, içilmesi deva verir bir iksir gibiydi, anımsadıkça beni kışkırtır, hep bir Anka kuşunun peşimden koştum ben, bir kaknus, bir tavus gibi, cennetsi bir düşün peşinden, yaşamım baştan sona düştü benim... Hiç yaşamadım ben!..


89
 Putlara değil, çağa uyacaksın demişti Kleopatra, Mısır için bir devrim sayılırmış bu söz, çünkü Mısır sfenksler ve piramitlerle bir ölüler, başka bir deyişle putlar ülkesiymiş zamanında... Gerçek düştür. kendine güven ama kendini beğenme derdi o da, balçık küfü yerdi ve plastik bir dil arıyorum son sözü... Bakın ne olmuş, Lortop işleri karıştır dedi, 1707 Eylül'ünde, görevini tamamlayıp Cebelitarık'tan yola çıkan İngiliz donanmasına ait filo, eve dönüş özleminin yanında fırtınalarla boğuşmak zorunda kalmıştı, Ushant adaları açıklarında sanıyorlardı kendilerini, ama Scilly adası kayalıklarının yakınındaydılar, o gece kayalıklara çarptılar ve Amiral Shovell'in komutasındaki gemiler battı ve iki bini aşkın gemici boğuldu. Nedeni gemide bir saatin bulunmayışıydı. Amiralin cesedi ertesi gün kıyıya vurdu, Söylentiye göre, adanın gençlerinden olan bir tayfa amirale yaklaşıp subayların yanlış hesap yaptığını, konumlarının Scilly kayalıklarına çok yakın olduğunu söylemiş. O sıralar görevli subaylardan başka hiç kimsenin konum hesaplama izni yokmuş. Bu emre karşı gelmek isyana teşebbüs olarak yorumlanırmış ve gene söylentiye göre Shovell genci hemen oracıkta astırmış. Bir kaç dakika sonra gemi kayalıklara çarpar ve batar. Ada sakinleri bu yüzden Amiral'in gömüldüğü yerde ot bile bitmediğini söyler. Shovell'in gemisinden sağ kurtulan olmadığı için gene de gerçekler gölgelerin altındadır. Görme ışığın çevremizdeki nesnelerden yansıyarak gözümüze ulaşmasının sonucuymuş, ışık hızı yavaş olsaydı veya bir örnek açıları değişseydi nesneleri daha farklı görecekmişiz, örneğin yuvarlak biçim değiştirecekmiş, dünyaya tepeden bakan bir arı onu peteksi görecektir belki de, ama aynı görünün koordinatlarıyla şaşırmadan aya gene gidebilir elbette, buradan amaç, her tür kesinleme skolastizmdir, küremsi biçim bir gerçektir... Şu ki tarih boyunca güçlü ve zalim olan aynı zamanda uygarlığın öncüsü kesilmiştir. İskender, Sezar, Kubilay hepsi böyledir. Saydam erotoloji, pornografik katafalklar, kapitolün papaları ve sanatın İgorları gibi... Ah işte, yaş üzümler tavana asılır, şubat sonu, mart başına kadar, evin tavanından zaman zaman indirilir ve konuklara, çocuklara sunulurdu. Aralık bölmede, dış kapıya yakın, kuru üzümler vardı. Orada delikte, devasa bir süt dığanı durur ve kıyısından arpa çubuğunu uzatıp, kimseler anlamadan içerdik. Palyatif kurnazlık ve gizençli çözümler doğamızda vardır bizim. Dip odada ateş yanar, yemek pişerdi. Ne günler, iki kerpiç oda ve çamurdan aralık. Büyükçe olan ön odada, iki sandık vardı, kimseler olmadığında açar, birden başka dünyalara giderdim. İlk sandık küçüktü, Osmanlı zaptiyesi gibi sırmaları ve göz alıcı armaları vardı, ötekinde dolmakalem kutuları, danteller, ipekliler, kristalsi kupalar, çeyiz sandığıydı o, düzenli ve çekince uyandıran bir şaşaası vardı. Sırmalı sandıkta, ikisi de sırmalıydı ya, içi yazı dolu balyalar, Türk Dili dergileri, Varlık, Akbaba kroniği, incecik şiir kitapları dünya bahtsızlarının, Cesaret Madalyası, sararmış sayfalarıyla Sokrates'in Savunması, Godfrey Lias'ın Gobi Çöllerinde, Japon Baskını, Kızıl Sultan Abdülhamit'e yapılan suikast, Ömer Seyfettin, Gazap Üzümleri, Zaloğlu Rüstem, Les Miserables bir yığın gibi duruyordu... Yıllarca sakladım onları, ama kendimi saklayamadım, aldılar verdiler, kırıldılar ve geride özlemleri kaldı ne yazık ki, kitaplar var, bir kaç folklorik ocak örtüsü, mavi çinili çiçeklik, o anılara eşlik edenlerin yanına gittiğimde götüreceğim şeyler!.. Hala duruyorlar diyeceğim!.. Ama anladım artık eşyalarda ölüyor, yaşamın değerini bilmek göreceli evet ama sevmek asıl olan... Sevmenin tek anlamı var, hepimizi saran ve içinde kalabildiğimiz bir şey, ötekiler yalan!..

90
 Sevmek bambaşka bir şey... At arabasıyla baştan beri duran ovada gidiyoruz, ova sarı, yol sarı, güneş sarı... Karşı dağlara varır gibiyiz sanki ama yol bitmiyor, çok şaşırtıcı, dolambaçlar düz yoldan daha fazla yakınlık duygusu veriyor insana, düz yol git git bitmiyor!.. Düz yol bir illüzyon duygusu veriyor insana, ah geldik işte diyorsun, bir o kadar daha gidiyorsun, bir öyküsü var zaten... Kralın ülkesini ziyaret eden firavun, bir güç gösterisinde, yazık ki kralın yaptırdığı labirentte yolunu yitiriyor, kral Mısır diyarını ziyarete geldiğinde, firavun olanları unutmuyor ve çölün içlerine götürüyor kralı ve sonra dönüp diyor ki, işte benim labirentim bu!.. Dünyanın doğal ya da insan eliyle yapılmış dolambaçlarından daha bir belirsiz ve daha bir yalnızlık duygusu verecektir çöl. Çöl hiçliktir, yolunu yitirmek bir yana, düşüncenin de ötesindedir... Arabacımız iğneli, neşeli biri dedi ki... 'Dünya üç beş bilgisizin elinde / Onlarca her bilgi kendilerinde / Üzülme eşek eşeği beğenir / Hayır var sana kötü demelerinde.'  Hayyam'a nedense aşıktır köylüler, her yerde anarlar onu. Türkü gibi mırıldanıyor ama köyde kimlere kırıldı diye düşünmeden edemiyoruz. Nereden bilelim, seçimler olur, partiler gelir, hükümetler gider, Panama vardır, Kamçatka, karşı yaka ve Kolamola içer şu dünyalılar. Ovanın ortasında, kuyuların epey uzağında, bir at ölüsü duruyor. Öyle ki, atın yalnızca kemikleri kalmış, bir geminin kaburgaları gibi kucaklıyor artık boşluğu. Ovanın yeşilliği gidince, suyu çekilince, karaya vurmuş, çöküp kalmış sanki, Nuh'un gemisi gibi... Yaşarken ki halinden daha masalsı görünüyor at, çünkü ürkütücü ölüsü, sonsuzluğu imliyor, zorbalıkla çağrıştırıyor zamanı ne yazık ki... Gariptir, yaşarken değil öldüğünde sonsuzluk duygusu veriyor at. Bembeyaz kemikleri, sıra sıra kaburgalar, parıldayan dişleri şimdi tuhaf, ürkütücü bir manzaranın efendisi, bir zamanlar dört nala koşan, kırların, yamaçların, dağların efendisi bu at, şimdi geniş ve sonsuz ovayı kutsarcasına sürdürüyor artık yaşamını, ovanın gerçek hükümdarı olmuş sanki, eskisinden daha güçlü, alabildiğine tinsel, etkileyici, ama bir ölü, garip!.. Çünkü at ve ova, eskisinden çok ötede şeyler anlatıyor artık, belki derin ve bambaşka şeyler çağrıştırıyor artık ikisi... Ölü at, dört tekerleği de coşkuyla dönen araba, sürücünün sitem dolu türküsü, çocukların aç ve merak dolu bakışları, havada tek tük kuş, bomboş, garip dağ, gezgin bulut, solgun gök, sararmış güneş ve uzaklarda ağarmış bir leke, Humbaba'nın dişleri gibi sırıtan köy... Bir sonsuzluk alegorisi değildir de nedir ki... Ama sinik gök ve uykulu yeryüzünde, umursamaz haliyle, bir çoban yine de, koyunlarıyla beliriyor önümüzde!.. 'Bir aşk için ölünür mü / bak işte ben ölüyorum / sevilmeden sevilir mi / bak işte ben seviyorum' Gülümsedi çobanın türküsüne ve işte böyle yapmalıyız dedi, arabanın içindekilerden biri!..

91
 Ölüler gibi yatıyorum... Ateşim otuz dokuz sınırını geçmiş midir acaba... Babacığım, İngiliz kumaşından, şayak dedikleri, kalın balonlu pantolonuyla dikiliyor, başımın üzerinde uzun, incelikli bir varlık gibi duyumsuyorum onu, kasketi, mintanı ve özel pantolonuyla yaşamın sorumluluğunu yüklenmiş biri, canı ne istiyor sor bakalım diyor anneme, lokum ile bisküvi diyorum, köy insanının, daha doğrusu çocukların, yapay ama ulaşılmaz özlemidir o, köyde her şey vardır aslında, istediğim egzotik, başka diyarların, şehirlerdeki fabrikaların bir icadı aslında... Bisküvinin arasına lokum koyup yemek, gelmiş geçmiş en büyük lükstür çocuk için köyde, şimdi düşünüyorum da, insanlar hep farklılığı arıyorlar, köyde tatlı olan o kadar çok şey var ki, ama yeterince alabilirler mi, yetiyor mu, bilemem tabi, ama değişik şeyler, bilinmeyen çeşniler bazen, tatlılardan da tatlıdır, bu bir arayıştır ne yazık ki, kaçınılmaz, naturamızda var... İğneci Ibışamat geliyor, ufak tefek, onun için mi bu lakabı vermişler bilmiyorum, küçük, fitilli gaz ocağında, iğneyi kaynatıyor, küçük ampulü kırıyor -penisilin-, enjektörle şişeden suyu çekiyor ve pamukla kalçayı ıslatarak, iğneyi yapıyor. Yakıcı ama tepki gösterecek gücüm yok, ağlamadı diye seviniyorlar belki de, ağlamak her zaman gösteriş gibi gelmiştir bana, ateşler içindeyim ama gerçek dünya ile sanrılar dünyasında sürgit yer değiştiriyorum... Günler sonra ayağa kalkıyorum, ben hep türkü dinlerken, hicaz şarkılar dinleyen İrfan, köyün asortik gurbetçisi Hülya, komşu avludan Fikret, Topalhacılardan Cesaret beni bekliyor. Yaşam yeniden başlıyor. Geceleri, Trampacıların saçağında pavkıran baykuş, uçtu gitti diyor annem...

92
 Ateşler evi, yalnızca ateşin yakıldığı, ekmeğin pişirildiği yer. Köylü bu adı vermiş. Dilde ataşlar evi. Oraya doğru kıvrılıyorum. Çocukken seferberliğe gider gibi uzak gelirdi, sonra büyüyünce gördüm ki, kırk adımdan daha kısa, eğri büğrü yerleşkeler, aralık, kırık tahtalar, tam tamına bir türlü kapanmayan kapılar... Kışın nasıl ısınır bu evler, ama bir gün bile üşüdüğümü anımsamıyorum. Hiç mi hiç. Çocukluk işte...Ateşler evinde küle yumurta basmışlar, yanık yumurta öyle tatlı olur ki... Küle gömülen, tahıl dolu envaı çeşit tencere, haşhaş yağıyla, mayhoş bir tat, öyle olağanüstü olur ki, enfes bir dünya... Adı kölle, külle, külle pişir, külün sıcaklığında demek sanırım, heceler garip biçimde evriliyor köy dilinde, şive... Ispanaklı bükme, haşhaş ezmeli şekeri, yumurtalı, süzülmüş peyniriyle sayısız düşleri var, Köylüler ağzının tadını biliyor, çoğu hurafe anlatılanların... Lortop'a böyle mutlanlı günlerde, bolca yiyecek ve nefaset veriliyor. Soluk almadan yutar gibi yiyor, oda özlüyor değişik şeyleri... Köyde yarın ekmek edeceğiz demek, çocuklar için kutsanmış gün, gelsin en güzel tatlılar, bükmeler, erbili kızların saçta, büyük bir hünerle çevirip ortaya attığı, içi dünya dolu inciler, bilezikler, kol bastılar...

93
 Bu evde doğup büyüdüm. Dış kapının hemen yanında, yerevin üstünde Lortop dururdu. Bir gün ortadan kayboldu, andım, kudurduğu içinmiş, sadık olan köpek, biz arkadaş ve dostlarını üzmeden ölüme gitmeyi yeğlemiş sanırım. Dış kapı mandallıydı, dış kapının mandalı sözü buradan geliyor belki de, evden çıkınca takılır, kilitte yuvaya sokularak kapı dışardan gelenin açamayacağı bir hünere kavuşurdu. Dış kapının mandalı, yalnız dışarda olanlar için alınan bir önleme yarayabilir. Evde kapıdan sonra bir aralık, genişleyen, çağdaş dilde giriş ya da antre diyebileceğimiz şey, bizde aralık adını alırdı, sonra yan yana iki oda, biri sobalıdır, oturma odası işlevi görür eğer konuklar varsa, onlar gidince yatak odasına dönüşür, ikincisi yemek pişirilen, ısıtılan, pekmezli, pancar turşulu, küplerin olduğu, sülalelik denilen eski hançerin, kılıcın, bir süngü ve anıların saklandığı odacık, ardiye, onlar kim bilir nerelerdedir. Bir tür silah oldukları için sevemedim onları ama hançer kınlı ve zarif işlemeliydi, çekici bir yanı vardı, kim bilir belki de bir Borges öyküsünün gizli kahramanıdır, Borges insanlar değil, silahlar kazanır savaşı der. O evde bir gün konuklardan biri, el fenerini sana vereyim dedi, usumda yer eden bir anı, şaka etmişti sanırım, keşke söylemeseydi, çocuklar işte, vaatlerin tutulmamasını unutamazlar, ama sonradan kardeşlerimden biri, Antakya'dan el feneri getirdi, tıpkı Midyat'dan gelen dolmakalemler gibi, ikisi de öğretmendi oralarda... Çocukluk işte kendi kendine yanan bir lamba, olağanüstü bir haz veriyordu ona...

94
 Yılbaşı nedir bilene aşk olsun. Benim için yılbaşı yerli malı haftasıydı onu da okulda yaşardık. Herkes evde bulunan en cazip yiyecekleri okula getirir, törensi bir edayla, düğün dernek havasıyla yenir içilirdi. Çok anlamlı bulurdum yerli malı haftasını, şimdi böyle şeyler yok, acı demek bile, acı veriyor insana... Yerli malı haftasında bir derdimiz vardı, diğer çocuklardan geri kalmamak, diyesim onlar bolca ve çeşitli yiyecekler getirirde, biz yoksul bir görünüm verirsek diye annemizi babamızı uyarırdık... Çocukluk... Ve üzüm, ceviz, yaş üzüm, kavurga dediğimiz, buğday kendir susam karışımı çok tatlı bir karışım, kuru yemiş türü, ne varsa okula götürebilirdik. Açlık giderme amacı olmadığı için bir eğlence sayılırdı, gösteri, yer içer ve üretilen, biriken, çoğalan ne varsa görücüye çıkardı. Bu tür köklü şeyleri ortadan kaldıran toplumlar, sanal yaşamaya ve bir ruhtan yoksun olmaya mahkum. Zaman değişebilir ama nasıl!.. Bizim biz diyebilmemiz için, gerçekten biz olmamız gerekir. Oysa her şey bizden uzaklaşıyor, hatta buharlaşıyor. Biz demek bir gözyaşı çağlayanına boğulmak artık anılarda...

95
 Güz...
Bağlar sararmış. Toprak sarı. Ağaçlar yarı çıplak. Dallar eğri büğrü, yalnız ve bilinmeyen bir dünyanın geometrisiymişçesine göklere uzanıyorlar. Bu yalnızlık ve üzünç dolu dünya, onların bir zamanlar yeşil ve meyvelerle yüklü dallarının varlığını kuşkuya düşürüyor. Rüzgar yaprakları sürüklüyor, yapraklar taşların altına, kovuklara saklanarak, rüzgarın onları bir gurbete götürmesine, uzaklarda yapayalnız, yok olup gitmelerine engel olmaya çalışıyorlar. Elime bir yaprak düşüyor, sararmış, çürümüş... Kararmış damarları kırılgan, yer yer çiziklerle yaşlanmış, kocamış bir parçacık artık. Yürüyorum küskünlüğün, ölgünlüğün ortasında, güneş artık ısıtmıyor, o da yorgun, ıssızlık, sessizlik el ele vermiş, yeni doğan yılın, yeni yaprakları, yeni dalları, yeni meyvelerini düşleyerek, bir yas içindeler uçuşarak gidenlere... Uğuldayan rüzgar kovuklara giriyor, kuru dalları sürüklüyor, tozu dumanı önüne katıyor ve savrularak yamaçlardan doğru akıp gidiyor. Bir bildiği var gibi... Yağmur çiselemeye başladı, dallar, yapraklar ıslandı, mantarlar ağaç diplerinden, çayırlık ve çimenlerden yükselerek dünyaya doğmanın, var olmanın neşesiyle, hızla doğruluyorlar. Bu yağmur onlara yaşamı öğretiyor. Güneşin önünde çiseleyen yağmur, uzak dağlarda doğanın tek düzeliğine, renksizliğine karşın, belki de son kez gök kuşağı oluşturarak, gezegenin ölümsüz yaşam sevincini bir kez daha duyumsatıyor, hep sürecek bir yaşamın, sonsuza dek yinelenecek bir yaşamın, sonsuz güzelliğini anımsatıyorlar. Kederli ağaçları, düşen yaprakları, yapayalnız yolları, şırıldayan suları ve kızıla çalan havayı dinleyerek, benden uzaklarda, sürekli oynaşan kuyruğu, oraya buraya koşturup duran, her şeyi öpüp koklayan Lortop'la, köye dönüyorum...

96
 Evlerin bacaları kelterlerle kaplı ya da sürüyle şişe, çünkü kelter dumanı yukarıya veriyor, ama yukarıdan bir şey düşecek veya girecek olsa, buna engel olacak, şişe daha güvenli, dip bölümü kırılan şişeler bacaya sıkça yerleştirilerek, bir halka, bir kalkan oluşturuyor ve hemen hiç bir şeyin düşmesine artık izin vermiyorlar, ne rüzgar, ne yağmur, ne de görülmedik bir hayvancık artık giremez!.. Lortop'la dama çıktık ve bunları düşünerek, uzaklara baktık. Lortop ovayı böylesine yukarıdan, damlardan, belki ilk kez görüyor. Uçsuz bucaksız bir boşluk ve sonsuz bir bereket denizi... Dağlarla çevrili, bereketli ayla, sanki avuç içinde durur, büyük sonsuz düzlük. Kollarımla ovayı kucaklar gibi zıplıyorum, neşe içinde... Lortop sakin, arka ayakları üzerinde poz vermiş, öylece bakıyor. Gülerek hadi inelim diyorum. Belki de isteksizce kabul edip, uyuyor isteğime... Acaba Lortop'da düşünüyor mudur, düşler kurup, iyiye yoruyor mudur, kuşkulanıyorum Lortop'dan, bazen kapıya vurduğu bile oluyor... Kelterler gerçekte birer süs, geçmiş çağların, zırhların havasını yansıtıyor, antikite bir görünüm taşıyor evlere, tüm bir zamanı imgeliyor, şişeler daha çağdaş sayılıyor, onlar modernize belki de ama bereket tanrıçası Artemis gibi, sayısız göğüs bir arada, bereketi imgeliyorlar sanki, bir bağ var aralarında, ikisi de verim ve bolluğu imgeliyor gerçekte, bir simge, modernize ve antikite...

97
 Köyün ata en iyi binen çocuğu Cengiz, Osman ve Mustafa'da öyle, kırda, Sindel'den başlayarak, -ovanın öbür ucu- köy girişine dek yarışacaklar. Cengiz'in atı kırmızı, doru, bir tarih... Osman'ın ki siyah, masal, düşlerden çıkma... Mustafa'nın ki alacalı, kır at, bir kızılderili... Üçü de iyi binici, üçü de gözde ve umut verici... Arabaya koşulmuş bir at yeteneklerini yitirir, acaba hangisi... Herkes gözünü köyün girişine dikmiş, yarışın sonunu bekliyor, Tozlu yollarda, kimin önde olduğunu anlamak zor. O siyah at değil diyorlar. Cengiz sarıya çalar bir çocuk diyorlar. Mustafa eğilip bükülmez diyorlar. Osman hangisi diyorlar. Olasılıklar dünyasında, sonsuz varsayımlar çalkalanıyor, gidip geliyor, gelip gidiyor. Şu gelen siyah at ama toz karartmış da olabilir, doru at, Arap'tan hızlıdır bu o değil diyorlar, gösterişle koşanın kır at olduğuna yemin billah ediyorlar. Peki kim kazanacak bu yarışı, az sonra gerçek anlaşılıyor, kimsenin beğenmediği at birinci, herkesi düş kırıklığına uğratan Cengizhan ikinci bile olamadı. Mustafa kazanıyor yarışı. Osman şaşkınlık içinde, son anda kaybetti yarışı... Yaşamın bütün güzelliği, beklenenin değil, onun kadar şaşırtan ve mutluluk verici başka bir güzelliğin gerçekleşmesi değil mi...

98
 Yaz günlerinde, taş merdivenlerde, gece yarılarına dek çene çalarlar... Amcanız komşumuz, yan yana evler... Eşi Kezban orda, yaşı çoktan geçmiş ama, neşeli ve sevecen. Oğlu Osman ressam, evin dış duvarına, sıvalara astı resmini, o ne renk, o ne güzellik, ant olsun ki onun eskil, bir mitos havası uyandıran, kışkırtıcı renk uyumunu bir daha göremedim, bir düş mü görmüştü yoksa çocuk... Gecenin karanlığında, önümüzden fenerle hayvanlara bakmaya gidenler, komşulardan, karşı mahalleden gelenler... Laflaşıyoruz, lambalar, kandiller, fenerler el ele, gökyüzüne bakıyoruz, bir kayan yıldız, gezinen bir yıldızcık, bulan gören alkış alıyor. Bir boydan bir boya, yıldız parlaklığında geçen ne çok şey var. Gezici yıldızlar, uydular, peykler, belki de sonsuza dek uzakta, Apollo benzeri şeyler, uçuk, kıpırdaşan, bana bakın, buradayım diyen nesneler... Ama gökyüzüne hepimiz hayranız. Kezban ana, Dellen kızı, Müzeyyen, Meşhur, Hüseyin, Latife, Ayşe, Nurhan, İlyas, Osman, gecenin ilerleyen zamanlarında, birer birer yatağa çekiliyor herkes. Ne zaman ahıra yemleri yenilemeye, suyu bitmiş mi bakmaya gitsek atlara, akşamüstleri, geceleri, karanlıkta atların gözleri kırmızı bir ışık yayıp, parlıyor sanki, köylüler gözü belerdi diyor buna, devinerek parlamak anlamına, dönerek bize bakıyorlar ve parlayan gözlerin kirpikleri ışığı kırarak, ışıldak gibi titreşen ve keskin bir dünya yaratıyorlar inanın, olamaz, şimdi düş gibi geliyor bana, onların uzanıp yattığını ve gözünü kapadığını görmedim ben, at kutsal bir hayvan, tanrının güzelliği, timsali sonsuza dek ayakta!.. Gecenin derinlerinde, yer yataklarında, buğdayların, ağaçların, meyvelerin, hayvanların kokusunda, fısıldayan rüzgarın ürpertisinde uyuyor köy, kimileri düşlerinde kekeler gibi, kimi bağırıyor ama sesi çıkmıyor, kimi kesik hırıltılarla gülüyor gibi, gece gündüz kadar eğlenceli, bir o kadar garip ve topluca tan alacasında uyanıyorlar ve ineklerin böğürmesi, beygirlerin kişneyişi, koşum sesleri, iplerin dolanışı, eşyaların patırtısı, çuvalların gümbürtüsü ve ana babalar, sarp işlerin ustası insanlar ve yaşama gönül vermiş gençlerle, güneş doğmadan yollara düşüyorlar. Son kez yapılan uyarıların, ovalara dek yayılan arzuların... Esenle, bereketle dolu arayışları...

99
 Aşağı bağda pekmez kaynatılıyor. Köhünlere doldurulan kara üzüm, daha küçük keten çuvallara ayrılıyor ve çıplak ayaklarla, bir teknenin içine atılarak, çuvaldan akan suyun kesilip, dinmesine kadar çiğneniyor. Sonra kazanlara aktarılan üzüm suyu, bütün gün kaynatılıyor. Stendhal'in kırmızı ve siyahı gibi, kazan kızıl karaya ya da kapkara kesilinceye kadar, çubuklarla altı yakılıyor, pekmez öyle ki, ateşin harından, acayip sarı köpüklere bulanıyor, kabarıyor ve çığlıklar arasında taşıyor, son anda taşmaması için iki yol var, kazanı kepçeyle karıştıracaksın, o zaman ateşi düşen kazandaki pekmezin, hemen köpüğü sönüyor, unutulduğunu unutuyor ve taşmasından kurtuluyoruz ama kazan sayısı çok olunca, aynı sayıda kepçe olmayabiliyor. Öbür kazanın kepçesi yetiştirilene dek, pekmez köpürerek taşabilir, tek çare hemen kazanın altındaki ateşin hızını kesmek, bu da yanmakta olan çubukları, bağ omcalarını, çokakları kazanın altından çekerek, ateşin hızını düşürmek. İkisi de kesin çözüm ama bu arada ateşin tümüyle sönmemesi için, sıklıkla kepçe yetiştiriliyor ya da uygun bir bağ çubuğuyla kazan kuvvetle karıştırılarak, pekmezin taşması önleniyor. Ateşin bir bölümünü çekmek ya da ateşi söndürmek son çare... Sonra pekmezin tadına bakılıyor. Olmuş mu... İyi pekmez su gibi akmayacak, parmaktan düşmeyecek, damlayacak, koyu kırmızı olacak, küpte neredeyse siyah ve kaynatılırken içine kesinlikle bir ölçüde toprak atılacak. Pekmez yendiğinde, saydam sıvı görünümündeyse tadı az olur, ağır bir koyulukta mideye çabuk oturur, yenemez olur, bu yüzden toprak mideye oturmayı geciktirir, öyle acayip bir tat verir ki toprak, kıvamının ölçüsü ayarı ancak cennette bulunur!.. Hoşça kal üzüm kanı, seninle var olduk, bu satırların gücü senden geliyor, hayatı bize sen bağışladın, hakkın ödenmez!..


100
 Önce sanrılarımızı dinleyelim... Doğulu bilge Nathan diyor ki, öyle yaratılmış ki yeryüzü, prensesler kadar zarif gül öbekleri birer birer soluyor, şatolarda bakireleri yarasalar boğuyor... Görseliniz, estetik duruyor, okumuştum, yazılanlara çok uygun, tutkulu şeyler, Verlaine bir vahşi. Sartre bukalemun gözlü, Villon cinnet getirdi, Rodin erilman, Malraux resmi tarihin cro magnonu, Baudelaire genelev sayrısı, Touluse-Lautrec'te fener kırmızı, pedofili derneği kurmalılar, Avrupa kuş gribi... Fransızlar, özgürlük diye Bastille'i bastıklarında içi boştu, de Sade vardı yalnızca, bir paranoya, Antoinette'i -ortak ve vicdani uslarıyla- giyotine gönderdiler, manik Napoleon ve Paris açık radyoydu, femme fatale'nin dirisi pazarlanır, ölüsü tarihe geçer orada, özgür Fransa, Claudel'i yirmi yedi yıl lapede yatırdı ve sonunda özgür oldu o da!.. Ah aşkım, ben senin vulvanın içlerinde ölüme yatarım... Tüketim toplumu hep vardı ama kapitalizm çağın top yekun organize olması gerektiğini öngören bir sistem, bunu forse eden batı, dikkat edin batıyla ilişiği olmayan hiç bir kavram yok dünyada, Ömer Hayyam'ı bile batılılar keşfetti (tüketimi körükleyen şiirin mucididir ama kendisi, hem de bin yıl önce, sevmezler mi!), ama az önce Mısır uygarlığının kökleri Avustralya'da bile görüldü diye bir yazı okudum, amaç Pan Amerikan dünyanın simgelerini, kapitalizmin tanrılarını ve çağrışımlarını beyinlere sokmak, bir çiptir kapitalizm, beynimizi yönlendiren ve efendisi de batıdır. Öyleyse barbariyan, insan soyunun biricik ikirciği nesnenin, simgesel adı, günümüzde batı olmalıdır, medya algısını değiştirin, uzaya çıkmak bir periyottu ve öncüsü bir doğu ülkesi olan Rusya, çiçek aşısını Anadolu'da buldular, elektriğin patentini Sırp Tesla'dan çalan Edison'dur, Amerika'yı keşfeden vandal Erikson, basım aygıtını Çin'den getiren Marko Polo'dur, buhar gücünü keşfedense, Stevensonlar değil İskenderiyeli Hieron, Ortadoğu peygamber yatağı, dünyalılar uyuyor ve yeryüzünün tüm şeytanları sanki Alplerde dolaşıyor, böyle şey olur mu, batı antika pazarlamacısı, Berlin, Louvre, London, Metropolitan çalıntı ve retro antikitelerle dolu, firavunlar yürüyor, Kibele uçuyor, sunaklar fay kırığı, kayıyor o tarafa doğru, tanrının hikmeti var ve gözbağcı olduğu belli ama şeytanla işbirliği de yapıyor bu yeryüzü yaratığı, para ve paranoid medya, bilginin kaynağı mı günümüzde, barbar ve güçlü olansa tarih boyunca uygarlığın ana arteri, 'İliak Venler', primer ve sekonder ve kültür mantarının da bahçıvanıdır!.. Ada fotoğrafını niçin kullanıyorum, paradokslar çekici, dünyanın tüm kültürleri birleşmeli, Degas'nın, Mosnier Sokağı tablosu yaşamım boyunca beni çok etkiledi, bayraklar asılı ama, gerçekte derin bir yalnızlık ve keder yansıtır o tablo, (sınıfsal şeylerin kokteyli vb eklenerek üzerine bir roman da yazılabilir kolaylıkla), işte dikkatle bakın, bu ada fotoğrafında belli belirsiz o duygu var, sağda çöp kutusunu karıştıran bir köpekte olsa bu fotoğrafın ruhu tamamlanırdı, öyleyse adanın resmi, bambaşka nedenlerle kullanılıyor. Ressam olsaydım adanın kederini tuvale taşırdım, adalı ressamlar şeker tabağı yapıyor, belki bir anısı vardır ama, buradaki her resmin bir öyküsü var ruhlarda, kitap değil kitaplar olur ve yazmak için konu yok diyen insanlar biliriz, konu olmayan kendileri olmalılar, ne yazık ki... Helmut Berger bu, bir borcumu ifa ediyorum ona, gerçi yönetmene ödenir borç ama, Sergio Gobbi, 71 civarında, Un Beau Monstre, Garip Bir Aşk filmi çok etkiledi beni, o günden beri siyah giyinirim!.. Bu fotoğrafı onun feminen hali için değil, bir borç için buraya taşıdık yani, her tavrın bir nedeni vardır, ilk bakış, hiç bakıştır işte!.. Sonuçta, laf kalabalığı biriyim ben ve dünyadan ümitsizim, ama tanrımız değişse de şöyle 'İnsan gibi' bir yaratık gelse diyebilirim!.. Dostum, bu sanatçı alıntılarla yürüyor, yapıtı ilk bakışta ustaca ama alıcı gözle bakmayı sürdürürseniz, popülist Star Wars serisinden izlenimler var, Maya, Aztek kokusu da var yontuda, Yunani lekelerde, Gılgamış'la Humbaba'nın izlerini de görüyorum, sentez yolunda kozmik bir karmaşaya doğru gidiyorlar, Selçuki bir cengaver zırhına bürünen gövde, gerçekte bir Jedy olan yapıtla şaşılacak derecede uyum içinde ama, yontumuz, bu tür sanat için başat öğelerden olan görkemden yoksun, teneke inceliğinde, ince bir levha imajı veriyor, gerçekte de öyle ama, asıl çizgiler bu duyguyu veriyor, yapıt bir broş gibi duruyor bu yüzden, bir vazoyu andıran baş -yerel bir yabancı gibi-, yaratığın başı, eften püften çizgi ve oyuklarla geçiştirilmiş, sanatta ivedilik en büyük düşmanımız değil mi... Çizgilerin tümü sağlam ve güvenilir, derin ve arketip şeylere dönüşecekken, yaprak süslemelerine dönmüş, omuzdaki zikzakları görüyor musunuz, defter kenarlarındaki süslemeleri andırıyor, usa düştüğü gibi, çala kalem, peki sanat son düşündüğümüz şey değil mi, o zaman son sözümüz şu, primitifle, uzaysıl olanı, antikiteyle moderniteyi birleştirmek istemiş özne, biri çıkıp işlemeler, sağdan soldan devşirilmiş şeyler gibi diyene dek... Sanatçı ya da insan, bir potada eritemedikçe bilgilerini, Hegel'den yapılan alıntıların, anlatıcının üzerinde, yamalıktan apoletlere dönüşmesi gibi, sanat hevesi, mimesisi anında kendini ele verir. Bundan ötürü ortaya konan şey, sergilenen emek, alıntıyla yüklü ve kolaycı görünüyor, bir ustanın dokunuşu izlenimini vermiyor, rokoko süslemeler, rüküş renkler, parlak, lüle taşından yapılmış gibi şeyler, kartona oyulmuş danteller gibi; vulgerin, aristokrat heveslere özenen öte berisi bu ne yazık ki, daha açıkçası yapay çiçekler gibi, inandırıcılıktan yoksun, güven duygusundan uzak, sınırda kalmış işlerin havası var, gene de yapıt, kendi içinde tutarlı ama, kuzenimin ördüğü kazakta öyle, bu tür bir yapıtta, izleyici eve götürmekle, vazgeçme arasında bir ikircik yaşar, deyim yerindeyse diyapazon gibidir, mask mı maskara mı, sağlıklı bir izlenim edinemez elişi için, ama bu tür işleri denize atın dalmaz ne yazık ki, suyun üzerinde kalır, herkes görür bilir, hayran olur, kalp paralar gibidir, ayırt edilemez gerçeğinden, sonuç, bizim ki en iyisidir, çünkü, sanatınızı naylon görünümden kurtaramıyorsunuz, beğeneni çok, çok olabilir ama sorun bu değil, sorun sanatsal kavganızdır, kendimizle, dünya bizi alkışlasa da, kuşkularımızdan kurtulabilecek miyiz... Sanatın zorluğunu, ancak sanatçı bilir... Şimdi köyümüze dönüyoruz artık... Öğle sıcağında Çökelez dağına doğru, yola çıkıyoruz. Kim bilir kaçıncı kez bu düşü yaşadık, kim bilir kaçıncı kez düşlerimiz kursağımızda kaldı. Kabaç'ı, narlıkları geçiyoruz, köyde 'bıdır bıdır' seslerin duyulduğu avlu içlerini geride bırakıp, bize eşlik edecek, dağ yoluna girdiğimiz zaman, ilk duyumsanan şey, insanların dünyasından çıktığımızdır. Bir sessizlik, yavaş yavaş uçurumlar ve yabanıl kuşlar belirir... Kabaç'ı geçince, beyaz badanasıyla su deposu, uzaktan bir hayalet gibi, gizemli, tuhaf yapısıyla, uzaysıllık ve insanın evrendeki yalnızlığını imlercesine birden ortaya çıkar. Kulağınızı kapının demir mazgallarına yasladığınızda, dünyanın okyanuslarının sesi kulağınızdadır, canavarca, coşkuyla, içinde kıyamete doğru yol alan kalabalıklara eşlik ediyormuşçasına, yükselen bir nara ve çağlayanlar arasında tutsak alır sizi, donar kalırsınız, ne korkunç bir ses yarabbim, içine düşen sağ çıkabilir mi buradan... Ovaların, kırların çocuğuyum ben, sudan hep korkmuşumdur, evet o bizim atamız biliyorum ama yaratılış işte, doğum gibi zor, ürkütücü ve kavrayamayacağımız denli zorlu bir şey o, çığlıklarla bezeli, yaşamak güzel evet ama yaşama bir katkısı olmadan gidenler, onlar cehennem ırkları, haykırışlar ve düşünceye durgunluk veren cezalar bekliyor onları!.. Öyleyse insan gibi yaşamalı... Anmıştım, Saura'nın la Caza filmi çok etkiledi beni, çıplak, kül rengi, hiç bir özelliğinin olmayışıyla, sıradanlığının tanrısal sayılabilecek bir özelliğe dönüştüğü Çökelez az sonra bir düzlükte olabilecek, tüm girinti çıkıntısıyla, uyuyan bir kaplumbağa gibi karşınızda durur. Ne bir ağaç var üzerinde, ne bir canlılık belirtisi... Su deposunu geçince, köyün ilk cinayetinde, ölüyü su deposuna atmak istemişler ama kapısını kıramadıkları için vazgeçmişler, oysa kan izleri var olay yerindeki örenlerde, insanlar büyük kabahatlerinde, neden çocukça heveslere kapılır bilinmez, aşağıda Kırkdere, yukarıda Şarlak -çağlayanın Türkçe eş adlarından biri ve Yayla Kavağı yavaş yavaş geride kalır. Arada minicik su birikintileri, kın kanatlılar, tek başına dolaşan arılar -arılar tek dolaşır-, sayısız kelebek, küçücük kanatlarıyla uçuşup dururlar. Dağa doğru toprak ağarır, ne bir canlı dolanır yerde, ne bir kuş kanadı vardır havada... Sessizliğin sesi vardır yalnızca... Bir de yorgun birinin iniltisi gelir kulağa, dağın tanrısı mıdır bilinmez... Az sonra dağ, topraktan ayrılan bir rengin başlangıcında, gözler önüne gelir, karşınıza dikilir ve tırmanmaya başlarsınız. Tanrı uludur. Tanrı birdir. Issızlıksa diz boyu. Dağ kırlangıçlarının sesini duyarsınız belki. Ağır kanatlarıyla havalanan bir kuşun ürpertisi ve acayip seslerle ürkerek kulak kesilirsiniz ama havada ne bir kanat sesi vardır ne de bir kuş ötüşü... Bir keklik yere yakın, size çarpacakmış gibi yaklaşır, sonra birden uzaklaşır... Heyecanlanır, çığlıklarla ardından koşarsınız, bir tümseğin arkasında ime time karışır. Dağ sanki her şeyiyle açık saçık, sonsuz bir gizlenme yeridir. Taş kuşa benzer, kuş kaplumbağa gibidir, kaplumbağa tavşana benzer, tavşan uçurum gibidir, uçurumdan bir kuş havalanır ve söylence gökyüzüne dek dağılır ve sürer gider... Bir kerkenez çok uzaklardan süzülüyor ve yine çok uzaklardan geçiyormuşçasına uçup gidiyor. Bir kayanın başında devasa bir kuş beliriyor, ulu boynuzlarıyla dağ keçisi başı bu, ya tilki, belki tilkidir, tuhaf şey birden yitebilir, ne olduğunu hiç bir zaman anlamadan ömrünüz bitecektir. Kuru bir ağaç dalı, uzun beyaz bir kemiğin parçaları çıkar karşınıza, dağın etekleri minik oyuklarla doludur, bir çubuk dalıp gitse içine, hiç kimseler yoktur, ne bir ses, ne bir kaçışma, arkanızdan bakanlardan başka... Bazen toprak üzerinde ya da bir kaya oyuğunda yumurtalar görünür, sayarsınız, birini alacak olsanız, bir kertenkele geçer ellerinizden ya da tiz bir ses duyarsınız birden, düşünceler içinde yola düşersiniz... Bir saksağan ötüşü bütün dağda çınlar, tutsak alır havayı... Dağın senyörü, o çın çın efendisi belki de saksağandır. Kurak, kıraç, çorak dağ, bu meselin özeti, uzaktan mor, eflatuni bir rengi vardır dağın, hiçliğin rengi belki de odur, kim bilir... İşte o an, arkadaşınız İrfan, yılan diye bağırır ve aşağılara doğru koşmaya başlarsınız, heyhat ruhunuz geride kalır... Dağa tırmanmamıştık bile, köye kadar kaçacak mıyız, yılan arkamızdan geliyor mudur, hareketsiz, büzülüp kalsak yanımızdan geçip gider mi... Korkunun verdiği kahramanlık duygusu bile işe yaramadı ha!.. Koş, koş, koş çocuk... İki şeye üzülürüm, Çökelez'e çıkamadım, Satürn'ün halkalarını göremedim. İki düş!. Bir gün İsabey'e dönecek, Çökelez'e çıkacağım... Bu benim için, eski bir ahit, bir tarafta Ellez var, inatçı bir peygamber, diğer tarafta açan, fetheden Fatih!.. Kaybedeceğim bir bahis!..

101
 'Yeşil ayna takındın mı beline, yârim kurban olayım tatlı diline' diye türküsünü söyleyerek, eşeğin üzerinde Derviş Pınar'a doğru gidiyor Eyüp... Meşhurgilin bağlarına doğru gelince sesini yükseltiyor, bağların içinde beyaz baş örtüsüyle, azize gibi, bir görünüp, bir kayboluyor Meşhur... Türkü tanrısal bir muştu gibi kulağına geldiğinde, ağaçların arasından, tanrının görev verdiği bir güvey gibi süzülen Eyüp, bir düşü andırırcasına geçip giderken... Meşhur baş örtüsünü çıkarıyor, saçlarını sıvazlıyor, topluyor ve örtüsünü büyük bir ustalıkla gene bağlayıp, dönerek, Eyüp'e bakıyor... Hayal meyal görüyor onu Eyüp, ama biliyor ki yaşamının unutulmaz anlarından birini yaşıyor, anlaşılmaz bir hızla çarpıyor, tatlı bir ağrıyı yükleniyor kalbi, türküsünün sesi yükselirken... Eyüp, aşık oluyor!..

102
 Lortop sevgi aşılar, çocuklar hep peşinde dolaşır, o aldırmaz hiçbirine, hepsinin gönlünü alır, hepsiyle oynaşır... Çok yaklaşırsanız, yüzünüzü yalayıverir. Söylemesi gereksiz ama başka hiç bir işe de yaramaz. Ölüp gitti Lortop, daha yapacak ne çok şey vardı, ormanlara giremeden, yılanları şapka gibi giyemeden, kartal yuvalarında uyuyamadan, aslan sürülerini tanıyamadan, timsahlarla oynayamadan, ayıların balını yiyemeden, arı kovanına başını sokamadan, leoparlara kafa tutamadan, ölüp gitti... Bir eşeğimiz vardı, değerini yıllar sonra düşünürken anlıyorum. Köylü için eşek canının bir parçasıdır inanın. Onunla bağa bostana gider, onunla dönersiniz, yük götürür, yük getirir, değirmene onunla gidilir, dağa, sağa sola, çırpı çubuğa, oduna moduna hep onunla varılır... Anneler, babalar ve çocuklar için o ailenin bir parçası, olmazsa olmazıdır. At lükstür, eşekse gerekli... Eşek üzerine söylen geniş, söylence boldur, ama bu dilsiz yaratığın değerini kim bilebilir ki... Bizim eşeğin gözleri akıtmalıydı, diyesim gözlerinden aşağı beyaz bir çizgisi vardı, ama neredeyse doğuştan hastaydı o, tam da gözünün akıtmalı bölümü yaraydı, babam bildim bileli zeytinyağı sürerdi oraya, yaranın ne azdığını, ne geçtiğini biliyorum. Yıllarca gözü yaralı eşeğimiz bizim canımız cananımız oldu, ben onunla büyüdüm. Ama bir gün karanlık damdan çıkardığımızda, her yanını bir titreme almıştı ve son derece yaşlanmıştı artık. Çok geçmeden dünyadan ayrıldı. Şunun için anlatıyorum, bir eşek dünyaya neden gelir, diyelim ki bizim için, sevelim canlıları diye dini söylemlerde yazılıdır bu, değişik yorumlara da açıktır, dünyadaki her söz, öyleyse eti vaciptir, öyleyse hizmet etmelidir gibi... Bu eşek bize çok hizmet etti, bizim tutsağımızdı neredeyse, ama bir canlıya son derece iyi bakabilmeliyiz, biz elimizden geleni yapmıştık, ama şunu demek istiyorum, aileden biri gibi davranmalıyız canlılara, eğer bizim yaşam alanımız içinde ömrünü geçiriyorsa, ona mezarda yapabilir insanlar, bu belki fantezidir, olmasın demiyorum, ama iyi davranmak ve helallik alabilmeliyiz canlılardan. Biz onların bir parçasıyız aslında, onlarda bizim... Yukarda tanrı varsa eğer, onları bizden ayırmıyordur sanırım, bir dünya var, bir de canlılar, hepimiz kardeşiz ve hepimiz için aynı derecede düşünebilmeliyiz, sevgi, saygı, olanaklar alanı... Geçmişte bir takım canlıların tanrı yerine konulması tapınılması, şaşırtıcı gelebilir ama onlara verilen değeri gösteriyor bu, öyleyse onlar biziz, bizde onlar... Yaşamda hakkı olan her canlıyı kendimiz gibi görmekte yarar var değil, bu dünyanın var oluşunda onlar da var, hepimiz. Dünya bizleriz ve taşı toprağı, uçan kuşu, karacası, aslanı ve bir rahimden doğanı, sonsuza dek sevmeliyiz ve yaşam hakkını tanrı vermiş olsun olmasın, yaşamın hakkını vermeliyiz.
'Yanımda benim, sen kırmızı ve yine de uzakta. Ürkünç peçen ve çalımlı gözlerin, arasında  tepeciklerin, uçuyorsun, bir koruluktan diğerine, el değmedik ve göz alıcı heybetin. Söyle bana  yaratılmışlar arasında,  çıtkırıldım yuvaların ortasında, çalılıklar ve bataklıkta, niçin yas tutar ötüşlerin ve kızıl göğsün nasıl toplar yeryüzünün ateşini'

103
 Lapis lazulinin güzelliği gibi, harmanlar kalkardı ovada, nadasa kalırdı tarlalar, arpa samanı ne yakıcı olurdu, düvenler döne döne eritirdi yığınları, ne günler tanrım, düveni döndüren bir çift beygir olurdu, Apis'de iş başında olurdu bazen, düvenin altı yarı kuvars, çakmak taşı, öyle keskin ki, ateş gibi, çocukların onunla otları tutuşturduğunu bilirim, birbirine sürtünce kıvılcımlar çıkaran bir sihir, insan ateşi tanrılardan çalmadı, Prometheus elbette bir kahraman, bilimin pantheonudur onun yeri, arayışın tanrısal güzelliğini yansıtan bir hero o, ama ateş doğada var, onu kullanmayı, kollarına alıp, eğitmeyi başardı insanlar, olan biten yalnızca buydu... Geçmiş çağlar bilinmeyenlerle dolu, söylenceler sürüp gitmekte yine de... Köy uzaklarda artık, aradan yıllar geçti, bugün neredeyse yarım yüz yıldır yaşıyorum, anlattıklarım, dile gelenler, iyi ya da kötü, yazınsal veya değil, en çok on yaşıma kadar başımdan geçenler, veya gözlemlerimdi onlar. On yaşından sonra şehre inmiştim, ortaokula yazıldığım için eylemsel olarak köy yaşamı tam o çağlarda sona erdi... Yıllar sonra, susa yolunda Gönülgilin evlerinin önünden -önünde iki servinin beklediği, o ve ben ne yazık ki- bir yabancı gibi, ama bir tansık umarcasına geçip gittim... Kimseler yoktu ne arayan ne soran... Çok sonra, Mahmutgazili biriyle evlendiğini ve üç çocuğu olduğunu duydum. Köyün Venüs'ü, Petrarca'nın sevdalısı, Aslılar'ın Aslı'sı, dalgalı saçlı, kömür gözlü, gönüller sultanı, yitip gitmişti işte, zamanın içinde, kim biliyor ki, ben onunla dünyayı fethedecektim. Kendi içimde... İşte binlerce Anadolu kasabasından herhangi birinde, ömrü geçip gidecekti onun, gözyaşlarımı tutamıyorum, ama kimin ömrü geçmiyor ki, insanı asıl ağlatan, ayrılıklar, düşlerin düşlerde kalması ve tüm yaşamı boyunca yalnızlıkların kendini bırakmaması... Gönül'ün olmadığı bir dünyada yalnızım ben, bu bir abartı değil ne yazık ki, içimden geliyor, önleyemiyorum bu duyguyu, bu yenilgiyi... Paslı bir teneke gibiyim, ne kadar gülsem, ne kadar öykünsem neşeli dünyalara, ne kadar içten mutluluklar yaşasam, derinlerde bir şey durmaksızın çekip çekiştiriyor beni, köyünden uzaklarda, Gönülden uzaklarda, çocukluğunu terk edip gitti, değer miydi, şaşaalar yaşamakta kurtaramaz seni, derinlere düşüp kavrulmakta, gözyaşı dök şimdi, Gırnata'nın anahtarını sessizce, ötekinin avucuna bırakan ve göz yaşlarını tutamadan, yurdundan sürülen Abdurrahman gibi... Elbette bende geçip gideceğim, hepimiz geçip gideceğizdir, ölümsüzler bile, çünkü geçip gitmek, ne bileyim, olay ufkunu gerilerde bırakarak, bir nostaljinin, bir melankolinin pençesine düşmek... Ölümsüz varlıkları, sonsuzluğun tanrılarını da kurtaramaz bu duygu... Gerçekte Gönül'ün yaşam tarzı bana üzünç veriyordu, kaygılarım beni bırakmıyordu, gerçek belki başka bir şeydir ama onu sevmem, birlikte yaşayamayışım, ne olursa olsun benim kederlerime öncülük etmeyi bırakmayacak duygulardır, ne yazık ki... Geçmişte Aydın'dan Denizli'ye geliyordum, -anlatarak bitiremeyeceğim bu sanrıyı- boş ovada, bozkırda öyle akıp gidiyordu ki araba, anıştırır dururum ama, susa yolunun kıyısında, tarlaların içinde iki katlı, kiremitli, yapayalnız duran bir ev vardı, hızla geçti araba onun gölgesinden, pencere kenarından bakıyordum, inanın, evin penceresinden kumral, gözlerinde derin bir anlam gezinen bir kızla, yarı çocuksu, yarı gençliğinde biriyle göz göze geldim, yitip gidercesine... Sanki binlerce yıldır konuşurmuş gibi bakışmıştık birbirimizle, ama bir an bile sürmemişti göz göze gelişimiz... O kız gerçekte var mıydı, yaşadı mı emin bile değilim, arabanın son hızında gerçekten göz göze gelmiş miydik, ama emin olduğum bir şey var, o kanında benim gibi duygular taşıyordu, yoksa binlerce görüntüler geçiyor gözlerimizin önünden, niçin tam o an bu duygulara kapılayım ki, bu tür sanrılarda, bir şey var, bir şey, bir gerçeklik, hiç birimizin bilemediği... Şimdi o kızı bulsam, yaşlı halinde o anıyı canlandırabilseydik gözlerimizde, konuşmalarımızla yaşayabilseydik o anı, gözü açık gitmeyeceğime söz verirdim dünyadan, benim için bir tansık işte bu... Ne yazık ki yaşamımız, bir düş kırıklığı, çünkü nostalji, ve melankoli hiç bir zaman peşimizi bırakmıyor... Gönül'ün kardeşi Türkan'da Hacıumarlar'ın -buradaki adlar gerçek- Ömeriyle evlenmişti, çünkü sanrılarımızdan söz ediyoruz, onlarında düş evinde benzeri yaşamlar sürüp gitmiştir, birbirimizi anlayacağımıza eminiz biz köylüler. Ben Türkan'ı da severdim, aynı sınıftaydık, tüm insanları sevmenin bir kusuru mu var... Sevdiğimin kardeşi, ah o kaba deyiş işte, dostumun dostu dostum değil mi... Gönül benim sevdiğimi, yarım yüzyıl düşlerde yaşadığımı, hatta kitaplar boyu, onun için lirik duygulanımlar, satırlar karaladığımı biliyor mu ki... Ne dersek diyelim, bazı aşklar yaşamak için belki de öbür dünyayı bekliyor, öbür dünyanın gerçek olmasını istemek, o kadar çok nedenler var ki, yargıcın yargısı, kalemin yazgısı değil bu... Öbür dünya yok, ama düşlerimizde yaşadık evet, işte öbür dünya bu, az şey mi... Nereye gitsek, nereye varsak, melankoli bırakmıyor nasıl olsa bizi... Öbür dünyada bile... İşte size Borges'in bir şiirinden palimpsest, bir kutsal parodi...
''Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık. Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm; sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’ ve bana el salladın. Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu, Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı. Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer ‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim. Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün. Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu, küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim, olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği öğretiyi yeniden okudum. Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum. Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi, yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum. Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir. Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir. Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz. İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle ve özlemlerle dolular. Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.' Gözyaşlarım dinmiyor şimdi...

104
 Şimdi yıl 2003, o köyden ne annem kaldı geride, ne de babam... Annemin 13 Kasım 1979 Salı günü yaşamı sona erdi, bütün ölümlerin nedeni kalbin incinmesiymiş. Hepimiz için... Bir gün önce ona kardeşimle ilgili sitem etmiş, onlar seninle ilgilenmiyorlar, niçin sözünü ediyorsun demiştim, en küçük benim, çocukça bir çıkış işte, o gece İstanbul'a dönüyordum, geldim ki, annen yok artık dediler, Denizli'ye geri döndüm. Bahçedeki tüm kasımpatılarla süsledik onu, bir kızıl derili sagusuyla, bir Apaçi prensesi gibi yolcu ettik onu, içimde bir kırıklık yok, bütün mahalle onu uğurlayış biçimimize şaşırmıştı, kahkahalar atıyor, onun onurlu ve üretken yaşamına saygıyla, sevinç içinde uğurluyorduk. Onun için yazdığım dizelerden biriydi şu...
 'Kutsöz''
 ''Tam on bir yıl önce, bir kuşluk vakti kalbin sessizce durdu. Kimseye yük olmadın yaşamında bir ışık gibi onurlu bir buğday gibi verimliydin. Ve sonsuzluğun kapısından gene kimseye yük olmadan -bir kuş tüyü gibi- sessizce girdin. Şimdi kuşsun, ağaçsın, güneşsin o sonsuzlukta İnsandın, dünya oldun. Nur içinde yat... (Çocukların.)''

Tam on bir yıl önce dediğime göre, 1990 yılında yazmış olmalıyım. Babam 1 Mart 2000, Pazartesi günü son yolculuğuna çıkmıştı, son yıllarda mutlu edemediğimiz kuşkusu vardır içimde, artık çok geç, belki şundandır, anlağı açık, dili tam, usu yerinde, son derece sağlıklı bir yaştı onun ki, yüz yıla dört yıl kalmıştı, ama insan işte zamana değil, olana bakıyor, ölümü yakıştıramamıştım, hiç bir yaşlılık belirtisi yoktu çünkü, kaçınılmaz bir kuşkuydu benim ki, belki de doğruydu, ölümü hak etmiyordu, ne desem boş ve ağlamak sonsuza dek ahmakçadır gerçekte... Sağlığında ne yapabildim ki gibi sorular, sonsuza dek uzayabilir çünkü... Ben en iyisi içimde çözeyim bu sorunu... O günlerden geriye kimse kalmadı, kimse kimseyi tanımıyor artık, ortak bağların zinciri koptu, aradan çekildiği için kimileri, yakınlarımız, arkadaşlarımız ve dostlarımızla bağlarımız kalmadı, yaşama nasıl bakarsan o da sana öyle bakar, uçuruma bakarsan, uçurum sana bakar, sevgiye bakarsan sevgide sana bakar işte... Kimse kimseyi anımsamıyor artık ama... Bu yıl gene de köye gidip Çökelez'e çıkma düşümü gerçekleştirmek istiyorum, olmayacağını biliyorum ama... Ne bileyim kayıp Lortop belki de karşıma çıkar oralarda, o geceden beri bekliyorum seni der gibi... Yıllar sonra Odysseus'una kavuşan Argos'un tansıması gibi...

105
 Sütleğenler, kedi tırnakları, ayrık otları, at kuyrukları, çakır dikeni, çekme otları, şeytan çanakları, likenler, pıtraklar, semizlikler, yemlikler, sarımsak, soğan, eşek marulu, dulavrat otu, acı kavunlar, patlangaç, söğütler, iğdeler, çaylar, kör kuyular, serenler, ak kuyular, sindel, şarlak, kırkdere, üyyük, kabaç, esmabağ, batal, mamıtgazı, yukarı bağ, aşağı seyit, yazır, alan köy, derepınar, çalkebir, zeyve, alafakıllar, hançalar, bekilli, süller, uşak, afyon, sandıklı, kütahya, ışıklı göl, burdur, cabar, uyanık, babadağ, incilipınar, dokuz kavaklar, çökelez, beş parmak, tavas, honaz, kızılcabölük, kaklık, kocabaş, akhan, zıpır, yokuşbaşı, denizler, böceli, icikli, ırlağanlı, esebi, çal, acıpayam, baklan, hadım, donguzlu... Elveda size...
'Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece, pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de, çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da, bana bağlı olmadan vardı ve bende bu aslın sureti çıktı sadece... Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha, güzelim dünya elveda ve merhaba  kainat...'
106
 Dokuzkavaklar'da ki mezarlığa gittim, İsabey'in altmış yıllık iki cananı, yan yana yatıyor. Kardeşi ve eltisi de orada... Nur içinde yatsınlar. Onların bir gün bile seslerini yükselttiklerini duymadım. Mezarlıkta yalnızdım, kimsecikler yoktu, çiçeklere su verdim ve bitip tükenmeyen sözcüklerle, dinmeyen inleyiş ve çağlayanlarla ağladım. Evet ağlamanın salt ruhları incittiğini biliyorum, elimden başka hiç bir şey gelmeyişi, sürüklüyor insanı bu boşluklara, O insanlar nerede, o dostluklar nereye gitti, kimsenin açlık çekmediği, borç istemediği, alacağın olmadığı, sözlerle işin yürüdüğü, çalışarak ürettiği, Çökelez dağına yaslı gül tanrılarının sitayişle söz ettiği, o güzelim insanların yaşadığı İsabeyde, güneş neden battı... O altın kurs neden eskisi gibi yükselmiyor artık Beşparmaklar'ın üzerinden, bölünen topraklar, afyon ekiminin bitişi, üzümün değerlenmeyişi, buğdayın yollara döküldüğü, meyvenin paralanıp atıldığı zamanlara gelince, köy, köy olmaktan, İsabey, güneşin altın yurtluğu olmaktan çıktı... Şimdi tam bir virane doğduğum ev, bomboş, beğenip de oturan yok, nüfus erimiş, kimseler kalmamış, tek bir kişi çıkıyor bazen, karanlık kovuklardan, uzun uzun bakıyor ve yine dönüyor sessizce, artık kimselerin adım atmadığı, aşınmış eşiklere.. O nazeninler nereye gitti, güzelim kızlar, kimseler yok ortalıkta, nerde o sırım gibi eğilip doğrulan, atının üzerinde kral Sargon gibi duran, gencecik insanlar, Bilinmez görünmez bir cin, bir şeytan girmiş buraya, bir Nemrut gibi, her şeyi yakıp yıkıp yok ederken, yüzyılların Uranos'u, o yorgun tanrıları da, köşe bucak kaçıyor ve olan biteni uzaktan izlemekle yetiniyor artık, düşledi, gerçekleşti ve bitti... Kıyamet bu işte...
Belki de...

107
 İşte İsabey için dile yatırılıp, kutsanmış bir şarkı...
‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’
''Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki, defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi. Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara, bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi, evlerimize, ocaklarımıza dönerdik. Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında, çokakların altında alacayı arardık. Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı. Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak, Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı. Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde, etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah, Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil, kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını, semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık. Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık. Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı, kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de Herkül bakışlı, Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir. Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar geçirmişizdir ki: Eyvah!..

108
 Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu. O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığı da yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu. Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

I09
 Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim. Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşçasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım. Dışarıda kar, kelebeksi titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana... Ne mutlu sevda çekenlere Ne mutlu sevip sevilenlere...

110
 Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk. Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih, Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.

111
 Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişmek ister gibi, sanki karanlığı sever gibi, taş atarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı. Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk. Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk... Tanrı bizleri bağışlasın.''
Bitti. Ey hayat komşularım şu bir kaç dize de İsabey için olsun.




112
Bu dizelerin tümü İsabey dile gelsin diyedir.

GÜLENAY
(I)


'öyküseme'


I
Kasaba
ıssız
tenha…

içimde kocaman bir kafa
süsenli susa yolu
aşağıda

Yamaçta, pörsük
bitkin evler

ortada avlu
sıcak
tozlu…

Kerpiç köşelerde, kulpsuz testiler
ilerde yerde
kirman ölüsü
elinde eski heybe
çember gözlü bir köylü

Eşik önü üzengiler
örenli yol
çalı süpürgeleri
toprak sekiler

Somurtkan tek-tük çocuk
hava uyuşuk
güneşin son demleri…


Güneşin son demleri
süzmeler altında akşam üzeri
usun gizem, elin dizgin
at sırtında köylüm

Güneşe giden yolda
bir efsane kurtarıcı gibi gelir insana!..

II
Sekilerden düştü çanak
yuvarlandı
köylü döndü baktı
çocuklar başladı çelik çomağa
kısrak hızlandı

Ufkumdaki sağ’nak
dağıldı…

Kasabanın ortasından geçer Dereçay
dibinde Derepınar

Ah kızlar!
ellerinde senekler pınara iner
Peşi sıra oğlan götürüp
sularla döner.

Ötede mahalleler
göçkün

Kaygın tepeler
Dereçay akar yamaçtan aşağı
sayrı…

Sellerde azar
kurakta
kaybolur toprakta…

Susa da yürükler!
mahzun eşekleri
develer
telgraf direkleri
-ak fincan-
çan çalar göksü boncuk
çiğ tutar kozalaklar
çöğürler
ağlar potuk!

Taş üstünde çıngılar ardıç kuşu
uçuşur ilk güneşle

kalkar buğu
gider katar
iğdeler baygın kokar
ardılır yollara
sarkar…

III
Çay yolundan geç,
susa yolu
altı bağlar

Bağlarda yeşil yaprak
kocaman salkımlar
-ağır-
kucaklamakta çocuklar…

Bağlar bereketli, şaraplar keskin
bereketi az bulan bir köylüyü
komşusu etti teskin.


Bağ bozumu…
geçtik sarı sıcak tozu
atladık hendekleri
döktü kavak yaprağını

Güz ardı
çıktık taşlı yolu
sardık çubuğu!

Akyel…
çakallar buydu!


Köy altlarda, ışılak
doğal bir kuytuda
-pırıltılı-
yanıp sönen töz
bitişik aklı-kara bin göz
derin uykuda!..

Erken düştü yine
göğün billur dölü
ak gülü
gayrı bu kışta
bağları vurmasın dolu!..

Sevine sevine
geldik gülün evine

IV
Bağlar üstü, susa yolu
yolun kenarında ev
önünde servi
Servi dibinde bir kız
bekler sevdalı
bekler Mecnun’unu
ağlar geceleri
köylüler bilir bunu
Bu bir sevda öyküsüdür
yıllar öncesinin
‘Sevda Türküsü’
ansınır
dinlenir


Durgun akar Dereçay’ım
Çocukluktan var mı payım
Nerde benim çocukluğum
Nerde benim Gülenay’ım


Gece…
kandil ışıkları
kara, zararsız gölgeler

Susa,
altında çay
üstünde bir demir köprü-
köprünün ömrü
törpü…


Köprü üstü, bir kız bekler
bakar çaya
yaldızlanır hayali
bir derin türkü yakar köylüler
söyler efkârlı…

Çay bana çok uzaksın
Sarı bulanık akarsın
Bunca yıllık hasretimi
Bilmez gibi bakarsın

Evlerinin önü servi
Çaydan gitmez hayali
Yıllarca beklenir mi
Bu kız çaya sevdalı

V
Geç vakit
susa yolu, karanlık
altı bağlar

Bağlarda yeller eser
ıslık çalar
sevdalı…

Bağlarda hasret ağlar
Mecnun’dur adı
görünmez

Yıllardır, üzüm irisi gözyaşları
süzülür içre
içi ağlar bilinmez

Bağlarda uzak bana
Uzaktan haber bana
Sevdiğim gitti gelmez
Onmazım gayri ana

Bağ da artık el bana
Barışsın diye ana
Sarıldım kana kana
Bağ da artık el bana

Köprüde Gülenay
bekler köprü üstünde
altında çay
üstünde ay!

Ay Gönül’e bakar
Ay’a Gülenay

Ay bakar Gülenay’a
hayali düşer çaya
bağlarda bir hasret ağlar…

VI
Demir köprü
ömrü törpü
bekler Gülenay’ı
Koyu karanlık gece
bulutlar örter ayı

Gece hasret
sardı yolu
bekler köprüyü
-karanlığı-
çayı…


Bekler!
çaya bir taş atılır
dağılır yaldızlı hayal
çay küskün
darılır!..

Vurur köprüye dalgaları
sevdalı…

Vay, bu küçücük çayda
ne büyük gelgitler var!

Bu gelgitler:
bilir bunu köylüler
Gece!
servilerden
sarkmakta
ay!..


Köprüde bekler Gülenay
geçer yıllar
umutsuz
Köprüden çaya kayrak atılır
gelmez hasreti
anılarda saklıdır

Bir adım atmaz
ürkütmez karanlığı
köprü üstünde
bir kara sevdalı…

VII
Bu gece çok karanlık
Gülenay
içimde koyu bir his
-gelecek-

Ortalık sis
yollar…

Ömür hasretten tutku
Gülenay,
-son umudu-
sevdalar sardı ufku
geliyor!..

Susa üstü bir sarı şeytan
-ok gibi gelip geçiyor ışıktan hız!-

Yıllar…
kaybolur gecede akan bir yıldız

Rüzgâr…
Siyah saçlar esintili
uçar dağılır

Ay kucaklar üzünçlü Gülenay’ı
Gülenay umutsuz
yiter karanlıkta
yaldızlı hayali…

Bu gecenin düşü
simsiyah gök kuşağı
çıldırmış susa yolu-
altı bağlar
sayıklar…

Susa yolun altı bağlar
Sevdan ellerimi bağlar
Bu sevdadan umut yoktu
Köprüde bir ceylan ağlar

VIII
Gülenay…
gece vakti
bu şehir
yitip giden iki nehir!..

Kalbim dağlı
gözüm seyrir…

Bu şehir yedi tepe,
mülti milyon koro müzik
eski
kulağım paslı…

Yüreğimde Pan çığlığı!..

Uğultu…
fırtına sonat çalıyor
gök gürültüsü çekiç
başım örsleri…

Uzakta
kara hasretten örtüsü
sessiz, kapım çalınıyor!

Bayırlar, bahçeler, bağlar
dingin sevda beni çağırıyor

Gülenay, dur bekle!
atıldım karanlığa

Karanlığın elleri
gecede bir kırlangıç
vardık hayale
beraberce…

Ey benim kalbim!..
Gülenay,
aç kapıyı
bak dinle

… saçlar dalgalı aklı
sümbül yerde

Ay saçların örülü
vay saçların!..



Gülenay, bu sevda…
bu sevdaya -tanrılardan- yok izin!
bu sevda
bu sevdanın aklı
bu karanlık gecede saklı…

Anılar
anılar
ay!..


Gülenay,
ay battı!

Geceli bir sabahtır.

Sevdamızı
sevdamızı öldüren,
şu değiştiremediğimiz
hayattır!..

Gün
-beton yığınlarının arasından!-
ışıklarını
yaktı…


113
GÜLENAY
(II)


Ova
uykulu gibi!..
Susa yolundan akıp gelen kamyonun
incecik geçişi.

Çökilyas
kar kuyusu
Kabâç.
Gülenay’ın Yazır’a gelin gidişi…

Sindel
Şarlak
Kırkdere
Serenli kuyu.

Buğday başağı
Üyük, Batal
Bağlar ve kör köylü!

Kızılcık öyküsü.

Akhanlı cambazın Akkuyu’da ölümü!..

Dere dibinde sümbüller
kerpiç evde kasımpatlar vardı .

Kokardı…

İlkinsil aşklar
ilkinsil yaşamlar vardı orda.

Ergendi gün.


Bir çocuk
Bir çocukluk sevdasına
öykü yazardı.

Öyküsemeyle büyürdü çocuk

Gözden ıraktık…

Işık pınarları
Kutsal orgazmlar
Dinsel büyüler…

Güneş arabasını çeken atlar
bayırlar vardı.

Parsambalar ışır
Sular akardı…

Aslanların gürzü,
Kaplanların hışırtısı,
böğürtlen içlerinde gezinir

Yel kurt yeniği eşiklerde böğürür

Yavuklular çığırır
Ağustos böceği hırkasını
dutlarda bırakırdı.

İtinçler tortusunu kine dönüştürürken
Ve Esebi uyurken eteklerde -güpegündüz-

Ve horozlar seslerini döğerken örste
Sütleğenler süt verirken arıya
Ve yaşam ersilken alabildiğine

Burçaklar soyluyken!

Yaban otarlı yarıklardan fışkırır

Dişil tepelerden
göklere yükselirdi

Kuduz bir şafak tansığı gibi!..

Kayışırdı kasıkları yaratanın
ikide bir.

Ey yolcu
Gidenler geri dönmez

Esebi’nin anısı
sırtında bıçak yarasıdır!

Gecelerin karadır senin

Hamurun açmaz.


Göklerin aç
Öküz öldüren soğukların bilâç


Uykuların çığlıklı
kan çığırırdır.

Geçmişin uyur.

Özün sözü,
Çocukluğun tüymüştür senin

Bir dölüt kuyular karanlığına…


114
GÜLENAY
(III)

Ne güzeldi Gülenay…

Anızlara salınmış eşek
önünde otlar

burnundan solur
dalgın.

Tümsekler rengârenk.

Yukarda arı kuşları
ötüşür boyna
girdap çizer kırlangıç
çığlıklı.

Bir alakuş
iner aşağılara
kunduzlanır köpek

Dertop bağ çubukları
sırtında gökçe kızın

taşlı yolu çık
sürsün köye doğru yolculuk…

Şuradan gelen halan
çocuklar
üzüm çalacak
saklan
koş bağlara
çalsınlar korkusuzca
dolsun sepetlere üzüm

Onlar doğrulur sen büzülürsün
Onlar büzülür sen doğrulursun!

Biter işleri!..

Yamaçtan bağırır biri
-Cem türküsü gibi-
kelebek sesi

Türkân! Türkân!..

Önünde keçileri
‘kulağında sellukalar’.

Gülsüm geçer üst yoldan
-göz gözesin kabir kıyısında-

Sevicil, ürecil bakışlar
üzünç yaşamın kendisidir burada

‘güneş Hititi yürekler’
burun kanatçıkları kurslu.

Ses verir kızılcık
çekme otu
gündüz kızı
öğle kızanı.

Sevdalar büyük
özler içredir
taşlardan ağrı.


Gökte delice yankı
çöğürlü iğde dalı
türküler söyler…

Çınlar bilgece:
demirci Ömer gülüşü

Yeller böğürtlende ağlar
özlemi; kaplan sesi!

Dağlarca sevda
sığmaz ovaya
obaya
yurtluğa

Efkârlan gönül
ağlan işte
sızlan!

Akça armut diplerine uzan
Esma’lar bağına.

Ay düşler akça çiçek!
sarıca arı
çakar yalım
buğulu tepelerden
sevdalı yüreklere…

İşte! Aş bakracı elinde
kız kardeşin geliyor
Ülker yıldızı kıskanır gökte
bu ne güzellik
-Pervin ışığı-
Süreyya yalımı!

Bulgur pilav buhuru
uçup gider havalara
güneş; ortanca gülü
bir örge kral
-Hero aşkı!..-

Yılanlar uyur burçta
kirpicil köpek
diker başını

Tunç kargı gibi deler sessizliği
-gelir yabancı!-
sopranî kızların acılı türküleriyle…

Hışırtıyla gelir o
gökler üstünden!..

Hey! uyku tanrısı Hipnos
muska dökecek!

Sevgili uyur koruda
yitirmiş büyüsünü
yitirmiş Kirke’sini zaman…

Perili patikleri
Bakır bebekleri
Gümüş sözleri!

Sözleri: Hey, göktaş atın bağlara!..

Sarı ot toplasın çocuklar
alarsın yumurtalar
parlak tüylü kır tavuklarının.

Körpeler, acı elma toplasın
ah deliceler!
bozuyorlar oyunu

Çiğneyip salkımları
koşuyorlar tanrısızlığa.

Kelterlerde delibağ üzümü
kuş dilinde tadı var.

Şu örenden atlayıp kaçan kim?
ah, seyirtin ardından!

Ursa majör sesleri!..
ya şu zıplayan neyin nesi
kırık bir kaplumbağa
yaralı bir tilki…


İkindi oldu artık
Diomedes gölgesi
vurdu kütüklere
-sindi kargı-
üşüştü güneş çokak aralarına
kuşlu kurtlu salkımlara

Yorgun gediklerin büyüsü bitti…
-arama artık-

Yitti ‘Leandro’ ey ruh
yitti!..

Koşun çay yoluna
alın tası toprağı
heybeleri torbayı
pılı pırtı denklensin
ağdırmasın kelterler

Sürün koçları
koyunları
gök sursalı atları
deli çıngıraklı kibirli keçileri

yankımalarla, çınlamalarla

Yeşil gülüşlü ayı
haydi düşün yollara!..

Köy göründü işte
cinler, periler
sıvıştı tepelerden
kerpiç evlere.

Çıktı ay
çekildi tanrılar
tanrıçalar
kirkit gözlü baykuşlar
sardı geceyi.

İnlemelerle!..

Ey ruh!
Alacakaranlıkta
yanık yüzler geçerdi ömrün içinden

Oysa senin ölümlü bedenin
doru atlar ve karanlık yüzlerle çatışırdı hep.

Zaman ki, -utanasın-
gece gülüşü yaratıkların arık dölleri
giyitsiz ve yiğitçe kemirirlerdi döş yerlerini
çaylarda bile!

Sen ki,
naylon çiçeklerle yaşadın
yazık - size!..


115
GÜLENAY
(IV)

Baklan ovası sonsuz…

kaldırılan harmanlar
gece ateşleri!

-Ekinler fısıldaşır kendi arasında-

yel tanrısı başak boyu!

Anızlar ayaklarından başlayıp
düşlerine giriyorlar bir atın.

Gözyaşı döküyor kan dökücü kızılcık
oraklar parlıyor göğün güneşinde
çavdarlar kavruk
dağlar bozgun dev.

Susa boylarında
tırpanlar, ananatlar, dirgenler
çift yüzlü Janus’la gövde gösterisinde!
sokularda yatıyor
öz kardeşleri…

Sönmüş bir sevinin külü içinde
avlular tutuşmuş
tanrı Pan ve Promete
Pandora’yı kente kovmuş…

Çocuklar öğle sıcağında
küçük heykelcikler gibi oturmuş
geçip giden bir uğultuyu dinliyorlar.

Sinekler küçük bir tepside
durmaksızın dönüyor
vızıldayıp duruyorlar
bir pekmez lekesinin çevresinde.

İlerde, eşek üstünde adam
bir başka leke
kasketi ufo!

Yanında yürüyor kadın
bir erkek göğünün altında
yüz yıllardır uyuyakalan
Persephone o!..

Sessiz ova…

Dağdaki kar kuyusuna gidiyor üç delikanlı
bir sırtı tırmanıyor yanık bir türkü
geçen yılkinin ölüsüne
ağlıyor öteki.

Yaşlı ananın sessiz ağıtı da
hâlâ dinmedi.

Develer geçiyor susadan
’Altın ve varsayım diyor biri’
ıslık çalan kel ağaç.

Bir hörgüç kaplıyor ovayı
kulaklarını dikiyor köpek
-dikenlerin arasında-

Yalımlar,
çekiyor bulutları.

‘Ürküştü keçiler örenlerin yanında
bir yılan çöreklenmiş orada,
arıların konduğu parlak deri;
sallanıyor rüzgârda.’

Ah! ölümün güzel yüzü
Enlil geliyor bağlardan
taş gibi de sessiz
-krala benziyor-
ve kuyuya baktığında artık
akrep olan yüzünü görüyor.

Köy yoluna sapıyor bir çocuk
ilk evleri bırakarak arkada
geçiyor kümesleri
gürültüyle bir tavuk
sıçrıyor kart ağaca

Ve aşk tanrısı Eros
sarı bir ok düşürmüş;
şurada!..

‘Üç avcı kendi cesetlerinin önünde duruyor!’
bir at kişniyor aralıklarla
bir silindir sesi geliyor
çalışan bir motordan
garip bir yankı yapıyor kerpiç duvarda
ağarıyor gözü atın
karanlık damda…

Uzaktaki tek ahlatta saksağan
selamlıyor köyün delisini
aylak tanınan birisi
el sallıyor uzaklara
kimsecikler gözükmüyor.

Solgun ay tepede
soluk bir tılsım
körelmiş bıçkı gibi

Orak ve muska sarkan boynundan;
geçiyor yorgun
bir kız çocuğu.

Solgun ay olacakmışsın usta!
göğün soluk yüzlü egemeni
gözetici, esirgeyen

Oturan bir köylü kalkıyor ayağa
gelen çorak topraklar beyi
Mollismil ağa!

Bir sarı kuş yukarıdan gelerek
uçuyor aşağılara
kurşun gibi çıvıyor
peşindeki kuzgun
ensesinde pençesi
küçücük bir çalıda
pırrr sesi!

Gece…
ay ışığı gölgelere sarınıp
iniyor dağdan
dağ haydudu tilkiyle sansarların;
sesi geliyor dışardan!..

Aşağılarda
kabirlerin sessizliği
çıldırtıcı hareketsizliği öte dünyanın
sursalları çürümüş bir mezardan;
doğrulan ölüler
ne kadar da pişman!..

Saçları kara örgü
keten çiçeği gözlü
bir kız geçiyor bu dünyadan
-gölgeli yüzü-

Karanlıkta kırık bir aynaya bakıyor biri
bıyığını buruyor kendisiyle
oda genişleyip uzuyor
kemik tarak sesinin cızırtısı
kesiyor evi
kapı aralığında gülen birinin
kireç dişleri

Güneş doğuyor
dünyanın en yavaş halinde…

Ambarı boşalttı samurlar
dişleri çuval
delikli farelerle
ibikli cinlerin
zamanı bitti.

Bitti Diyonizos oyunları köyde
bitti Ditramboslar!
fincanların şarkısı bitti
bitti karanlık denilen
şey…

Küpesini çıkarıp
yatağa uzanıyor biri
kış çünkü
kör bir fener ışığı
altında dev gölge
en ağır seslerde uçtu
zaman
teneke biçiminde!

Garip bir kalabalık
türküler söyleyerek
iniyor bayırdan
ak mintanlar, boz serpuşlar, çarıklar
köyün kapılarına vuruyor köy!

Duyulmaz hafif bir rüzgâr esiyor!
Kokis Cafer geliyor anne
Kokis Cafer geliyor!..

Öldürümü gördüm;
her yer alüminyum…

Uzakta ağlayan Hiroşimlerin sesi!..

Ve açı
-biraz daha-
eğriliyor.


116
GÜLENAY
(V)

Bir top sarı arı fırlıyor çalılıklardan!

Baykuş sesleri
derelerin çağıltısı

Yüzlerce ötücü kuş şafağa karışıyor

Ağaçkakanların takırtısı
aslan ve kaplan narası
geyiklerin dişilerini çağırışı

Kargaların kavgası
çiftçi kuşunun gagası
tavşanların ıslığı
fillerin homurtusu

Maymunlar konuşur
papağanlar söz eder
ağustos böcekleri ağlar!..

Kurbağaların şarkısı
kırmızı Koçalak kuşlarının
sevdası vardır.

Yılanların türküsü
yaprakların hışırtısı
göklerin gurultusu

Dağların karları kucaklayışı
insanların bağırışı
yas tutmalar
çayır mırıltıları…

Ve sonsuz tepeler vardı
ve sessizce uyurdu kabir taşları
gölgesinde sursal otlarının.

Keçiler oğlak doğurur
inekler sabi süser
koçlar payam açıklarından sevi toplardı.


Ve güneş hörgüçlerini salardı ovanın karnına!

Cadı fındıklarının olduğu yerden geçip
narlıklara doğru giderken


Hera kollarını kavuşturup
Dafne kokulu odasında
bizi düşlerken!

Bizi düşlerken Hera
köyün çanları ve çamlarının ardında
kuzular ve oğlaklar vardı
köyde utku olur mu demeyin
utkunun burçlarında sevişirdik kızlarla
yaslandığımız her tümseğin ardına
fesleğenler doluşurdu
ilerde çubuklar, çalı çırpılar
ak taşlar süslerdi yolları köye varana dek

Düşlerinde
tozlu bir Kur’an’ı kucaklayıp
eski bir Tevrat’ı berkitirdi köylüler!
Erato’nun ağzındaki kılıcı
Anteros’un kamasının ucundaki
mersin dalını
kimsecikler görmezdi!

Kuytularda ölüm gibi çiçekler açar
dev gibi labadalar
ortalıkta gezinirdi.

Kim bilirdi ki;
‘Parlak şeritlerin ve beyazımsı
patlamaların dolandığı kurşuni bir hiçlikteyiz…’
ve göz yaşartıcı bombalarla Palestin’de
ve Şırnak’ta
üç yaşında çocuklar ölür.
adı, Narin Jihad, adı An Nahajna, adı Roje’dir.

Bütün çocuklar narindir aslında
ve bütün çocuklar gül…
kim bilir…

Kim bilirdi ki silahlar çocuk öldürürken o ellerde
kandan uzak bambaşka bir yerlerde
sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi!..



Sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi ama
bu harımların içinden geçerken
sarıca arlar soktu iki gözümü de anne
yılanlar derisini çalılara bırakırdı bir zamanlar
çakallar yemişti koca bağın üzümünü


Kızılcıklar vahşi ve güzel
şeytan çanakları yabansı
kızandı ergenler!

Hangi tuğlu derebeyinin köpeğiydi
tozu dumana katıp gidenler!

Bu köyde geçti çocukluğum anne
çerçici, haşhaş küspesi
ve ölüs gagalı tavuklar arasında

Yurdumuzdu bozkır
ortalarında kızaran eşekler
renkler içinde geçerdi önümden
-ikindilerde-
çok yıllar önce…

Ve toprak tencerelerde iç buran buğusu köylerin
kuyu suyu gibi ağlardı anne
ay ışığının susması gibi
gece yarılarında yitip giden çayların
bağırıp, çağırması gibi!..

Körlerin küreklere asılması gibi gidiyoruz anne
-ummanlara mı, sahillere mi-
bilinmez…


117
GÜLENAY
(VI)

‘Ey İsabey kasabası
ey demirci Ömer…’

Taşlık, uzun ince yol
çıkıyor bir firavun keçisi!..

Ceviz ağaçları, kasisler, gümeler
uçuçlar, yusufçuklar

Doğa bozbulanık
çalılar, kara, küt
çalı dibinde mandolin çalıyor
yitik bir Zerdüşt!..

Takırdayıp, fokurdayan
yorgan, yatak ve kasalarla
yüklü
sümüklü
inek gözlü arabamız
şimdi çıktı sapaktan

Kapıslar’ın Austin bu
İsa’ya altın ve mirrah götüren
Kimmeryalı;
sürücü!..

Enlemli, hırıltılı, bıktıran bir akıntı
yol.

Sputnik hızıyla uçan güveler
bu otomobili Zıpır Yokuşu’nda geçer!
telefon direkleri kalır geride…


-Kuşkız- bekliyor ilerde
sarı yapraklı servileri geçiyor şimdi de
Gorbonya yelpazesi
ve deniz fili tutuyor elinde bir çocuk
susa önünde…

Salmakis çeşmesinde
-kırılır kuyunun altın çıkrığı-
şalvarlı ve ilgisiz bakıyor köyün ahmağı

Şanlı kapılarının açılışı teneke arabanın
Merkür’ün özel kavisi, Mulden’in gizi
sapı sarı püsküllü bıçak
ve burçak
çıkıyor!

Araplar Tepesi’nden iniyor çocuklar
çocuklar iri
birer Kiklop heykelciği

Ova gerimsiz, dingin salınmakta
kuş kız bekliyor hâlâ
Kabil’in gözü gibi güneş
sıcak!

Hınçak kızı gibi parlıyor öğle
gülünç otlar ve kertenkele
‘bak Sümer kuşları geçti üstümüzden’
tam ortada, çıtlıkta
Direkçi Simon gibi duruyor baykuş
ırmak akmakta
yaşlı kerkenez ki
-Merovenjlerden kalma!-
Meandros’a doğru gidenlere
değirmenlere
bakmakta!..

Aynanın kapağındaki süs; fil
dağ yüzünde uçuyor bir ebabil
gölgede sallanıyor salıncak
gölgeler Habil!

Aşağıda mezarlığın orda
hünkâr kılıklı biri uyuyor
teke postunda
yanı başında
bir eşek ölüsü uzanıyor günlerdir
başında saksağanla


Bir aygır çiftleşiyor ötede
renk değiştirmeyen kaplan
ve genç bir beygirle.

Elinde bir kürek ve bir çapa
uyumuş kalmış köylü
taşların dibinde.

Bir zamanlar
iki kez yaşamıştı
eski Kedrai’de!..


Güneş tam ortada; Newton elması
sonsuz Gibeon
kaynayıp yoğrulan
yılan, yıldıran
yenilmez içilmez altın bir kaplan
kasırga

Ateş evlerinden çıktı bir kadın
hamur yoğurup ekmek açıyor
karnı, Gilead dağı kadar şişman!..

Dilmelerin arasından
uzun uzun baktı bir vartuvaria
yıllar önce püskürttü bu canlıyı Kronos
buraya!..

Göğe çevirip yüzünü oda
öylece kaldı…

Gökte bulut
gökte kavil yapıyor
melekle
Yunus bir çocuk!

Çok öteden, dağın üstünden, tiril tiril
tahta kanatlı bir uçak süzülüp geldi
tam tepemizde durup ‘kaatlar’ attı
sürüyle pusula

Yanıyor Çakır Düzü!
ve yitip gitti ufukta
dam üstünde kızlar el sallıyor hâlâ.

Şaşmazlar’ın gramofonundaki şarkı
yine başlıyor.

Pervizat’ın şarkısı
Pervin söylüyor;
‘Hançalar’a varmadan
aşk şaşırttı pusulamı
Alafakıllar’la Zeyve arası…’

Yapraklar uçuşuyor havada
-dolunayla gelen Grunionlar!-
pilotlar attı
çocuklar çongalaştı o noktada
bir kaplan alacası!



Dağ yönünden, elinde Finike fenerleri
patırtıyla iniyor, avdan dönenler;
çulluk severler!

Değirmene gidenler
ceviz kokulu yolda

Mırıltılar gizlenir düvelerin koynunda
rüzgâr ulur, sahip kişner, atlar yol alır hızla!

Semerlere kurulmuş kimisi; katırlara
yürük havası çekiyor



Dağ şarkılarıdır hepsinin astarı!
esrik, kızgın
yeller getirip sesleri
palas pandıras sahibin yüzüne vurur
kendirler yatışır, sırtlan ulur
gezegen soğur, ölür gibi olur.

Yelde yüzer cisimler, toz huzmeleri
kın kanatlı böcekler

Kızışır hava birden, dutlar fır döner
ovada toz bulutu

Sazlar arasında
beygirler dörtnal
Zuhal’e doğru!..

Dağ yeli indi aşağılara
arı kovanlarının sesi!
deli yel kâh burada, kâh kovuklarda
-çılgınca sevişip arpa yolumun da-
kendir kenevir kırımında
ime time karışır az sonra

Keten gözlü kızlarda
Pervizat’ın gözyaşı…

Toprak kuru, engebeli
çünkü; kendi gözlerimle gördüm Sybil’i
Kevser gülü memeleri; pörsümüş
girintili, çıkıntılı

Şu ilerde ağaran oma kemiği; bir öküzün olmalı
haneylerin dibinde bekleşen kadın
bakıp ona
değneğiyle toprağı eşeliyor

Yaşlı çığlığı
Simurg umutsuzluğu!
saçı; Nijima kuyruklusu!..
yüzü; Şanidar…

Geçmiş zaman figürü arıyor orda
buluyor bir pena
ut’u çürümüş
ve büyük yorgunluk üstünden
akmada…

İki tepe arasından akan dilin
müziği geliyor kulağa
palamutların yanında.



Ovaya dek oynaşır, tek düze
üzgülü, bu küçük su

Ağlatıya dönüşmüş
İskandinav döşlü
miyavcık düş
Homerik gözlü
kimseler uğramıyor yanına
yutulup gitmiş örümcek ağlarına

Tek ahlatın sırıttığı çorak tepe
az ilerde yatıyor
kurumuş Hitit güneşi
kurumuş sümbülleri

Gülenay ölmüş dibinde…
-hijyenik oklu-
bir satyr almış kollarına
bakıyor yatıp da
sonsuz bir ufka

“Kucağında ölü kedi...
uyudu Kidron vadisi!..”

Akşam…
‘Göllerde bu dem bir kamış olsam…’

Gece kolcusu!
ağlıyor bir geçmişe
senyör Kesada’nın ruhu!..



Köpekler gölgelerinden korkar
koyunlar sokulur birbirine
Kokis Cafer gelin gözler!
yılanlar gider evine
çoluk çocuk pusar
Alâattin Lambası’nın dibine
baykuş öter!
ve dağın beri yüzünde
koşuşur tilki, bakınır sansar.
kasıkta uyuyan kene
at döşü, yeşil sinek
biçemle kesilmiş yele
pire, bit, deve
tahtaların arasında yiten
pullu bir kertenkele!
arpa yolumu
günahkâr teke
Sodom ve Gomore
Lut’un utu
ayağı; buzağı
büzük zaman


Havva Elması gömüldü
dağın yarığından!

Ve düğünlerin
ve toyrakların karnına
bir kılıç saplar
görünmez tiran.

Dağ güvercinlerinin ölüm sızısı
şu bağıran ve bağrıma oturan
at ve adam
sıska kavak
düşük kargı burada yaşam

Burada yaşam
çalılara bağlanan uğur bezi
mitik, yitik bir
Pisagor hipotezi

Akşam
çıldırtılar saati başlamak üzre
şakacı tanrılar gitti
bitti ikindi, bitti

Dağ açtı apış arasını
battı gün
doyumsuz
uslu kız!


Ey bilisiz kâhin
ey kuyruksuz ejder
bin kollu Leviathan
buydu isteğin

Artık;

şimdi

ölüyüz…



118
GÜLENAY
(VII)


I
Su yakıtmaya götürdüğüm eşek
boşandı çilbirinden
bir daha da dönmedi.

Gümenin kıymığında
kuş tırnağı gibi yayınık sümbül

Apak armut çiçekleri,
kızıl kiraz dalları
divane aşık gibi.

Düvene öküz sürdük olmadı!
bir eşi eşek dönüyorlar sabah beri
oldu mu oldu!..

Tırmık, dirgen koşturuyor susa üstü
bir cip geçti kırlangıç!

Yukarıseyit’li gelin sırtında senek
gelir Yazır panayırından

Aşağıseyit’li güveyin apış arası ıslak
Gazili Mahmut gazi!

Eşebe der ki; Aşağıseyit, Yukarıseyit
kız bulamazsan Çal’a seyirt!..


II
Pazar günü Çal pazarı
geçiyor Çal parası!..

Gülten, Meşhur, Mütmine
yapıldak gidiyorlar

Beşbıyık gölgesinde ham-hum yaparak-
gitsin!

Bir ayva geliyor
yanında koca bir ahlat ve
-ayva tüylü kızcıkla-
kavak kökünde güldü dolaman
kıyıcık mantar

Tepedeki tek çam; Çameli
püfürdeyen Güney’den
torbam Tavas işlemeli
saçlar Kydrar püskülü.

III
Çüşş!
dağda ayı var!
dağ da bal
kesede yayık.

Dağ da tam dorukta
dev adımlarla yürüyor yürük!

Bıyığı Batal’a dek sark
sark
sarkık.

Sark
mış.

Sark
kaç?..

Zaman…

Güneş iniyor dağın yarığından

Çökilyas’a hilâl inmiş
demirciler orak çizmiş
Alanköy’de gelin ölmüş
adı Dudu
dedikodu
nedip kodu Kavas Umar!
Pala İsmil dibek başı
kahve önü fındık kırar
konuşur hem!

Hacımarlar’ın beygiri tavlı
Türkân’ın Ömer’le kavli
Gönül kime av!..

Avluda yayılır horoz
kartaloz tavuk civcivle…




IV
Vicente Aleixandre geliyor!
Esrik Emin’le
Alberti yok!
köyde herkes ayakta
kornalar çalıyor
gözler macini!
Atlar kişnemekte
ısk’ran arınmakta

Bremen çok uzakta, çok, uzakta, çok
uzak!

Masa ve sandalyeler havada, hava,
hav!

Ne var kahvede, kahvede, ne var
üfff…

Bir şarkı daha bitiyor
7
8
9
Gönül şarkısı
789!
1789!

Güneş konuşuyor!

Ay küserek
tıslasın.

Saçı pürçekli kız
ay!


V
Ay, ay, ay!
aman ağlamasın
Alberti’de geliyor köye
duysun, duyurun, duyursun
ötekide gelirdi
ölmese kızan
ölmese can
ölmese!

Lorca,
-köylü halt etmese-
şehirli et yemese!..


Ay
sümbül kalça
ay
palet civanı
ay
bordür divanı


Ölüm
ölmekten acı,
karşılıksız
sevmekten!

Köy Tivoli
tv’li
kahve
kalbe
kahpe

Yitik Ülkü
geliyor Rafael Alberti
ölüm tuvali
köy
Temas Morus!
köy temassız
Zen-ütopya
kötü kopya

VI
‘İğneci Hikmet Hanım’ın kızı Hülya, şimdi neredesin, senin uğruna, köyün on iki yaşındaki tüm delikanlılarıyla, evi yorgan döşek dağıtmıştık. Yıllar var ki görüşemedik. Smyrna’da mı, Burisa’da mısın, Tekfurdağ’da mı, hangi cennetin içindesin Hülya, adın gibiydin, düşlerimizdin!..’

Bi
bit
bitsin.

Bittim, bittin, bitti
bittik, bittiniz, bitti-
ler!

Avluya girdiler!
sürüyle sülün,
cicili hoplit,
ak yiribikler!..


Su gelini su ister
darıyı kaynat

Meşhur, Gülistan, Ümmü

Zambezi’den kalma dilek
bölük-bölek

Mısır püskülü, boyalı yumurta, sarı ot,
acı dülek.

Su gelini su
ister!
meraklanma!

Şimdi biter, Mırmır Amat şimdi biter!

Biter umacı
biter!..



119
GÜLENAY
(VIII)

1
Ovalar
Bağlar
Meşhur…

Göğsümde arı büyür
Payam çiçekler açar
Dağlardan Brahms geçerdi.

Yaylada Dvorak şarkı söylüyor
Esrik Süleyman tepede
Kızışkın Kezban yunup-
Gümüş Cevdet’le Arpazlı gözlüyor.

Tekeyle keçi birbirine!
Kuşlarla atlar kavuz eliyor.

Ateş, akrep
Akrep, duman
Köstebek, doğan
Aşağı bağ, Acıpayam
Afyon tarlası, Malikan!

Sümbüllü dere
Elem tere keyfe

Harımların yanında, çam gövdesinde
Zaloğlu Rüstem sırtın dayayan


2
Halit, imama arpa veriyor!
Güvey feneri elinde
saksağan ötüşlü
bağ gülü kokuşlu
keten, kendir bulaşığı
pırasayla, dut
fesleğenle, nar
böğürtlenle, pırnal arasından:
Deli Civar geliyor.

Nasıl da feveran ediyor
Hüsam’sa fart furt.
Ve işte Fetret Ali’de geliyor, farfaracı fayrap
Elinde sol anahtarı fagot çalıyor, yaşa Fetret Ali
flandra balığı usu, kaburga kemiği omzu.

3
Ebegümeci, yemlik, Frenk inciri. Eli fiyortlu figan beydir, Topal Sabri’nin beygiri.
İşte Aynur’un firketesi düştü, civar dönerken, gedik arıyor, gırnata sesi kısıldı
Gardenya gibi açtı ortalık, fırtına eşikte! Delikte, Bombacı Bekir füg çalıyor!
Şimdi tüm fıtratıyla usu gereltidir.

Asma bağ üzümü gözüne, felek filan oldu şimdi.
Frezenin başında figür yapan, friz delisi oğlan.
Boğayı boğan, fırdolayı kediye saran, Trampacı Osman.
Köpeği kepili feracesi uçtu, familyası iyi mi, feryat figan bağıran,
Firdevs diye kızı var…

4
Balyalar, ballıbabalar, batkın kuşlar, bayırlar. Öksürük otu, cin darısı, tüysülü payam.
Bayır turpu, Bağdadi bıyık, va lâ bağıran. Vikont göğün sünük yıldızı. Sülüklü balçık.
Su içen peyke-kırlangıç gökte. Venüs çarığı giyen Gülsüm, bakalorya A’şa. Eşe Bekir.
Geleğen ve gideğen Hacı Karamat.

İmam Ali’nin gelini nasıl da hamarat. Uydu ve uyuntu keçi, pısırık, pusarık koyun.
Ak katırın yamacında durun, karaağaç gövertisinde oturun, Öklit soğanı dikin.
Çovaşda uyuyun, bol yiyin, bol için, avluyu seçin, darıyı saçın.

Eşiklerin başında çağırın gayrı
Sekilerin dibinde bağırın gayrı
Çinko çanak aya mı gidecekler
Ayı battal edecekler gayrı!..

5
Renkseyen civcivler bülüç oluyor, arkalacı topla.
eprimiş fanila, Hıdırellez, Çökelez’de yolda. Üvezler koyun ağılında,
köteksiz sığırın ağzına dişindirik. Zar kanatlı böceğin gözünde, yansıyor dere,
cırcır böceği ötüyor, sıçrayan çekirge, başa yağlık bağlayıp Emir Cafer, gidiyor çifte.

Gümüşler aşağıda çocuk yıkıyor, radon dişleriyle gülüyor çocuk.
su çulluğu uçuyor Derviş’in pınarına, yerde pıtrak topluyor,
drosera gibi uzun Emin, yanında uyuntu köpek,
göz yutarı çökmüş Ahmet, keder keyfe
geliyor Cüce Balaban türküsüyle.

6
Çanak yapraklı hıra ağaç, dibinde ağaç sansarı, bakıyor tilki, diştacı kırık
bostan korkuluğuna. Pakize yalıyor bulamaç, sarı çiçek dökmüş bostana ağlıyor Hürü,
bastona dayanmış İmam Alibi gülüyor buna, cesedi yıkanan Telat bakıp, sırıtıyor alayına.

Ağaçsı otların arasında nadaslı tarla. Hacer’le, deli İbrahim tümseğin ardında
Uzandı aldangıç buzağı, çığlıklı sesle, cin gülünü kokluyor oğlak dilinde, yaprak çağlıyor.
Avurtları çivili demirci Hüseyin, dut dibinde oynar prafa, çuvaldız kendine, nişadır başkasına.
Çağanoz kaşlı Cakcak Süleyman, yunup Menderes ırmağında, yiribik sesine öykünür damda.
Çoban püskülü sarkar atından, atın sekisi küfran diyarından. Adım atınca cırnaklar kedi.
Ağlar suda kınalı saç, sıpa yer çağanoz otu, çayır teresi. Üvey üveyik çıtlık dalının delisi.
Var mı Mete’nin kız gibisi, sevdası pıtrak, kalçası kasnak.

7
Ahh ah, ötüyor örende ispendik kuşu, karyokinez bakışlı Dudu,
harımda bindallı kuşanır, karga üzümü yer, pıtırt diye kaçırır, pıtırt, pıtırt, pıtırtı,
gürültü patırtı. Kabaç’tan gelen kurumlu durur, kuşantısı dünür, isfendan yürür,
kantar topuzlu, Cem gülüşlüdür. Mısır kundağı, baysungur, baytarın sözü, sığır gözü otu,
meler kuzu, beç tavuğu kaçıyor, tırmık Şükrü peşinde, kınnapla domaç döndüren Zelil,
hani balığını kurutmuş Trampacı Halil -elinde gezdiriyor- minik çocuk ürküyor.

Hünnapla kağşayan Ümmü ağzını yüyor, kamaştı dişi, erik yediği.
Kurganın altında atlar duruyor, birevcikli otları yiyorlar ha bire, pürçüklü otlar.
Boğumlu akrep nalın altında, börkenek yudum atlarda, boğanotları, inek, semizlik.
Kavut yiyen çocuklar, kavuz yiyen kuzular, küspe yiyen sığır.
Ivır zıvır deve, ovadan eve, derken -berkli budunlar- buzağı oldu düve.

Kovcu Meryem, bozulumunu anlatıyor ekşi şıranın, kendi beslek kuşlar ötüyor tepede,
buğdaygiller ve burçak gözlü kuşçuklar kucak kucağa. Buğday güveleri, arpa pireleri,
yeşili buğulu tarlada. Bukran, bulak ve Sekendiz kızlar, tırmanır güneş -mırıldanır arılar-
haseki küpeli Nahide, Bulgari klarnetle, baygın gecede. Erendizler tepede, kirkit gözlü baykuş
bacada.




8
Yunanî tamburlar soluk veriyor, kuş kelebeği dinliyor, kozalaklar söylüyor. Burunsalık taktık
taya, sası, kötü küspeler. Bürgülü Leyla, kaytankara bıyıklı, büzük Osman’ı sıkıştırıyor,
büyüksü kalçası çarpınca, Osman yerlerde, Osman saykallanıyor.

Büküntüden çıkan Beyhan, üzgün-büzgün gözlerde deli saçıntı ağlıyor, büyütken otu gibi,
börtü-böcek, çeltik-çırpı, çörkü-çörtü kaçıyor gözüne. Ağlıyor ha bire, enek ve erkeç keçiler
bakıyor hale.

Öter murabut kuşu, pırlantalı büyücüler, eğiriyor iplik. Epriyen kepiyle, erkekçil darı püskül saçıyor, eşeysiz soğan göz kamaştırıyor. Hürü, obrukları dolduruyor, oyulgamakta, oyulguyor.

Kafkas sülünü komşudur köye, kükremekte aslanı köyün, kümültünün arkasında,
künklerin üzerinde. Köhünlerde neferne, İdris ağacı horanta saçıyor, incir kuşları uçuyor, morula safhasında solucan, büzgülü marulu yemekte, ovogon neylemekse, çöküyor maltız
keçisine.

Anız kuşu kıpırdıyor, keten kumrusuyla, tahıl güvercini guğuldamakta, şamata çalıyor
kanca dilinde. Kuzgun kılıcı otu ve parankima dokusu sülük avında, dedik ya, kerkenez ayında. Yaban asması beni çeker mi, selentereyle, tirişinden kaçıyorum, uçuyorum zigot evinden. Sıçırgan korku içinde silkiniyorum. Sonurgu anın sölpük tutkusu, baykuşa sumak ekiyorum.

Sulu sepken kar, sulfata yutuyorum, sülfamit içiyorum, kükürt tozu döküyorum yaraya.
Süslü püslü süzek, taç yapraklı, tangur tungur tarantılı, tumturaklı, kuruntulu, taylak tepede, tıngır mıngır, ay tutulumu oluyor. Toygar sürüsü havada, İzmir çiçeği kovada, tıpırtılar yerde.
A yeniay! Yatağanım yanımda, yaprak arıları, karınca. Yont kuşu ve yanşak konuşmalar. Sel köprü yıktı, ineği yuttu, gün indi, güneş söndü, inek geri döndü!..

Ne yapacaksın…

9
(Ve sonra tanrı köyün ortasına Firdevs uçmağından bir öküz indirdi. Öküzün sayısız boynuzu ve ayağı vardı. Ve sonra köye ‘Kûn’ dedi. Ve köy oldu. Kör Gülistan tenteneyi ördü, yağmur kuşu tilkiyi gördü. Babil ki bülbül demek, köye bin fersenk uzaktaydı, bir karanlık ayda yıkanmak nişanıydı ve Yakup bostan çalarken ‘Ben sonradan gelenim’ dedi. Ve merdivenli bir düş gördü. Güneş kanadını dürerken, bir ağırşak Serendip dağına inerken, Adem, Süleyman’ın tahtı gibi ışıklı traktöre biner, misk, amber ve kâfur kokusu, ut ve sandal ağacı kutusu elinde, kıkır kıkır gülerdi. İshak’ta gülerdi. İshak! İshak!.. diye…

Fars bahadırı gelir, Ufsus ve Tarsus çığlıkları arasında, Palestin Sebu ovasında, Kenan ilinin ortasında biterdi gün. Gece yürüyücü İsrael, bir Malta haçlı maltız keçisi gibi parlar, Hintlinin, kendini kaplan önüne atması, kör öküz boynuzundan fışkıran suyun gözleri açması gibi, köy kutsanırdı. İshak güleç demekti. Hiçbir canlı boşuna yorulmaz, ağlamazdı baba… )

Sıktı, Sıtkı, Bitti

Köy yeşildi!..

(Tanrısal Aşık Ömer’in, yeryüzüne İsabey halkı ve çevre ahalinin şanını duyurabilmek için işaret ettiği günlük işleri, kutlu öğle ile soluk ikindi de tanık olduğu şeyleri gösteren belgenin bir kopyası yukarıdadır. Asıl belge İsabey’de, Derpınar’ın iki sütunu arasındaki mermer levhanın üzerine kazınmıştır.)

H a y ’ r l a r
O l a ! . .



120
GÜLENAY
(IX)

Jesus mu bu?
Belki de Davut!

Kaya tuzu, Çerkez kızı, at hırsızı.

Serendip’ten in,
İlyas’ın deveye bin;

‘Zehra Bağı’na girin!

Eyüp’te keramet
Yakup’ta bereket
Meryem’de gıybet.

Güneş tutuldu, hava is
Göğü arşınlıyor iblis!

Hacıosman’ın tekesi
Çamurcu’nun düvesi.

Çiçekler etten olacak
Hain, arkadaşını ayda unutacak!
Cebrail, Süleyman güğümünden çıkacak!..


Eşebe ölmüş!
Yetmiş yıl avludan çıkmamış
Bir kere çıkmış; bir adama varmış

Adam bahara varmadan ölmüş
O da avlu içine geri dönmüş.

Kış sertçil
İneğin gözü buharlı
Beygirin ayağı karlı bizim kız!

Uykumda metal köpekler havlıyor
Dere yandan Haşaşinler geliyor!

İşte yıldız kaydı
Kim bilir kim öldü…

Ethem’se, döl yatağını gördü!..

Toprak kör ışık!
Et soyut toprak!

İnsan, ölü sözünden geviş getiren
hayvan...


Dibek taşında toplan!
Tanrı bir, Sartre iki
Palalar üç, Habip dört
Hadım Özcan beş
Ay ışığı,
halamın tahta kaşığı altı


Çalkebir’den gelenler
Belevi’nden geçenler
Mısır çalıp nohut ütenler
On!


El kızı
Civar suyu
Albız soyu.

Yirdirme Osman
İşi sarpa sardırma

Bakma öyle Afer!
Rimbaud ile betim
söz ökeliği ve öykü
şiirden atıldı. Avluya
sırça saçıldı. Tanrı üf dedi
Adem’in gözü açıldı.

Bizim oğlan!
Osman’ın dam üstünde resmi var
Üç aşağı beş yukarı oda Renoir!

İmgelere inseydi İngiltere

Ölüm küslük sayılsa
Kuşlar Peru’ya uçsa
Irmaklar geri aksa
Gönül’ün başı bağlanır mıydı?

Hamidabat’a Medusa’yı görmeye artık
Hasdrubal’ın bağına üzüm yemeye!


Yıldız göçer
Ay tüter
Baykuş öter.

Esebili yasa bayılır
Gülten’in apış arasına

Seksus, Neksus, Pleksus
Hepsi öldü artık
Yılanyutan
Kurtarır mı kalanı


Sus gayri
Haşepsut’a yalvar
Takma bıyık pos sakal
Birbirimizi tanımayız ki?
Feleğin gözü kör olsun!

Daha ne olsun kız!

Daha ne olsun!

Olsun bizim kız
Olsun...


121
GÜLENAY
(X)

Neşeli bir saksağanın
kanadı yayıldı ovaya.

Bir bahar kargasının
sesi indi aşağılara...

Ovadakiler
düşler içinde ‘hacim’ dedi
topraksı yüzlerini eğip toprağa...

Pandas-titizlik tanrısıydı!
bazal ganglion;
Esebi’nin kabuğunu etkiler.

Gönül diye bağırdı sonra!
-tinnitus- kulak çınlaması bu
hiçliğe uzanmış
bahçe yoluydu bakan.

Ve çıtlık dalında
‘mır’ okuyan bir baykuş.

Sabah dedi büzerek ağzını
sabah oldu işte
yürüyor ayaklarım
ve aydınlık başucumda
ve yanı başımda duyuyorum
ayak izlerimi.

Atlastaki dağlar...
bağırdı sonra, sayrıyım ben!
ve yıldızlardan düşüverdi gölgesi

Sonsuza dek aynı düşler
işte…

‘Ne zaman öleceğimizi bilmemek;
bizi ölümsüz kılar’

Ölmemek için kendimi ölmüş bildim.

Ah ölümümü uyandırdın işte
ölmüş olan beni uyandırdın

Yaşamda ne arıyorum ki?..
'Hiç Kimse' oldum artık.

Bir Odysseia’dir dünya!..

İşte benim son umarım;
Bir tür yok oluş, demirci baba!
Bir tür var oluş; Şefika ana…



122
GÜLENAY

 (XI)
Narkissus bende suretini ararken, ben onun gözlerinde kendi duru, soylu akışımı izlerdim. Pars çiçekleri öldü artık. Karanlığın baştan çıkarıcılığı, ışığın bir ateş topu oluşu, biçimsizliği, yaradılışa düşman zamanlarımız. Evrenimiz... Servilerin orada beklediğimiz. Yaşamımız boyunca peşimizi bırakmayan düşler. Yenilgiler. Doyumsuzluğun acı yurdu. Bitmeyen acılar, sevinçler, kederler. Cafer öldürüldüğünde çocuktum, Kaçarlar'ın evinin önünden, öldüreceklermiş gibi geçerdim, yaşlı bir kadın, üzüntüyle ve duygularımı sezercesine ürküyle bakardı, ürküsü bana geçer, ürperirdim. Su kuyuları, yukarda dağ yönünde, bir kule gibi duran, ak, kireç boyalı su deposu hayaletimdi... Cafer'i oraya atmak istemişler ama kapısını açamamışlar. Kilit dilsizmiş. Çayın suları içinden izimizi bulamasınlar diye götürmüşler ölüyü, dağa doğru çıkarken... Sonra bağlara yönelmişler ve bir bağ evine yaslamışlar kolunda saatiyle, bakmış ki bağ sahibi, kolunda saatiyle yaslanan bir ölü!.. Kolunda saati... Saf cinayet mülk hırsızlığından değil, ruh hırsızlığından yükselerek yol alırmış... Köy bu dedikoduyla çalkanmıştı çünkü... Bu bir aşk cinayetiydi gerçekte ama evleğe saldırı ve etik dışı bir edim olarak gelip geçti yeryüzünden. O yaşta aşk peşinde koşmanın armağanı, bir Simurg darbesiymiş. 'Asıl namus aşktır' diye bağırmış ölürken. Ülkesi 'İmrü'l Bağları' idi. Ne zaman kuyulara eğilsem, Midas'a öykünür gibi sesini duyardım... Abdülkadir köye döndü, Topal Halit öldü, bütün düşleri öldü çocukluğumun, hepsi ya öldüler, ya köylerine döndüler. İsabey'e... Topal Halit öyle düşlerle doluydu ki, ölümsüzlüğü arardı, Amerika'ya gidecek, ölümsüzlüğün umarını bulup gelecekti!.. Yattığı daracık, tahta merdivenli odasında ölü bulmuşlar, dişleri aynı bir atın dişleri gibi, sırıtıp kalmış... Dünyanın tüm düşlerini barındıran adam, nasıl böyle sıradan biçimde ölürdü ki... Ama öldü işte. Herkes gibi... Bir annesini sevmişti şu yaşamda, bir de babasını, bencileyin mi demeli!.. Geri dönüş özlemi... Onun olanaksız avuntusunun acınç dolu sitemi... Dünyaya sığmıyoruz, kim olursak olalım, yaşamak, ölümü denemek, başarıdan başarıya koşmak, sevişmek, mülkiyetle süslenmek, serüvenler edinmek!.. Mutlu etmiyor bizi, bir sığmazlık var, sürekli peşimizden koşan bir yetmezlik duygusu, kendini anlatamamanın, bir türlü anlatamamanın ezinç veren gizemi... Bu evren ve karşı evren, sen ve ben, onlar ve bilinmeyen... Yazık ki, hepimiz için geçerli... Son iç çekiş işte bu... Bir daha ki gelişimizde cennet ve cehennem olmayacak!..

 
 
 
***
 


ADA ÖYKÜLERİ


*


ADONİS ÇİÇEĞİ


Ada sakinleri yalnız yeşil giyinir... Yağmurlar yeşil yağar, kar yeşil düşer, rüzgarlar yeşil eser ve güneş yeşil açar...

İğne yapraklı çamlar, tepeden tırnağa yeşil, minicik makiler, çalılar, defneler, manolyalar, begonviller, güller, korulara yakışır ağaççıklar, bin bir çeşit çiçekler adanın yeşilinin, pırıl pırıl ve dirim dolu gençliğinin sevdasıyla, göz alıcı, güneş gibi parlayıcı, denizden gelen yolcularının yüreğini kuşatarak büyürler ve sonsuzca bir ada söylencesi yaratır ve gizemli bir tütsü gibi yayılırlar artık dünyaya...

Geçen gün, felsefe konuşması yapıyordu adalarda bir trio, içlerinden biri dedi ki, her adaya gelişimde içim sevinçle dolar, mutlulukla taşarım, bakın yaz günü yağmur yağıyor, siz izleyiciler tentelerin altına sığındınız ama ben yağmurda yağsa konuşurum, çünkü bir ada aşığıyım, ada yağmuru benim gözlerimi açar, düşevim aydınlanır, damlalar kristal bir düşünce parçacıkları gibi ışıldar, ruhuma doluşurlar ve bir tansımayla,  dağılırım artık adalara, bir gelincik ateşiyle dedi.

Şaşırdım, ziyaretçi bile adalılardan çok adalı bu toprakta, bu denizde, bu göklerde...

Ne yaptılar, kendi yurtlarına övgüler düzen bu sevdalıyı alkışladı adalılar, övünç dolu sesler gökyüzüne karıştı ve yağmur birden kesildi, inanın yağmur diniverdi birden...

Çünkü bazen olmaması gereken, ah olsun, o bizim bereketimiz, şanımız, vazgeçilmez tutkumuz, şanlı bağışıklığımız dediğiniz zaman, hemen tanrı araya girer ve övgülerinizin daha uzun sürebilmesi için, güneşi getirir koyar sofraya, bir sıcaklık yayar içimize ve tüm konuklarınız artık bir erinç ve mutlan içinde kulak kesilirler.

Dünyanın varı ve yoğu, mutluluk ve dayanışmanın kaynağı, tanrının ve meleklerin yoldaşı ve öksüz evrenimizin candaşı felsefe dediğimiz yeryüzü bilitinin, incilerden öte, denizin çırpıntılarından büyüleyici, güneşe tutkun, aya sevdalı ve kozmolojimizin temel direği, o eşsiz düşünsemeye, var oluşumuzun destansı söyleni, o derin vargılara, titrem dolu yargılara, benliğimizin sevda ve cennetten öte, ıtırlı, büyüleyici göklerine bir tutam aura bağışlar ve kendiliğini belli ederek, bizlerle kol kola, düşlerimize, yollarımıza, ev önlerimizden, yüreklerimize kadar sokularak ortakçıllığını, bir bütünün parçası olduğunu, büyülü bir kutsanmışlıkla belli eder... 


Konuşmacı ilginç ve bellemeye değer bollukta şeylerden söz etti, dünyada bilinmesi öğrenilmesi gereksiz bir şey yoktur gerçeklikte, hangi su içilmez, yanmayan ateş var mıdır, eşyanın varlığı gerçek midir, ay yerinde mi durur, dünyanın altıda bir üstü de bir savı nasıl bir doğrulamdır ve de şeyler gereksiz midir diye nitelenebilir mi...

Babil Kulesi işimizi kolaylaştırmak için var olmuştur -çeşitlilik bizi yok olmaktan kurtarır, korur-, tek bir dil bizi kısırlaştırır, ketum bir uçurumun dolambaçlarına sürüklerdi, bilgi dilin ormanıdır ve çoğaldıkça cennete yaklaşan bir dünyanın tubası gibi salınır ve varlığımızı berkiterek bizi tanrıya yaklaştırır... Açmış kasımpatıların öğleden sonrasında, tanrı olduğumuzu anladığımızda, onunla bütünleştiğimizde, varlığın, evrenin ve her şeyin bir bilgi olduğunu kavrayacağız...

Çünkü var oluş, yok oluş gibi tüm ikilemler, tüm tözler ve maddenin denizleri, ruhun okyanusları; bilgi, bilinç ve usa yormanın dışında hiç bir şeydir. Tanrı bizi yaratabildiği için varız ama biz de tanrıyı  düşleyebildiğimiz için var, düşüncenin dışında, bilginin varlığı dışında, evren, biz ve tanrı var olamazdı!.. Algının, düşlemin olmadığı bir uçsuz bucaksızlıkta, varlık ve yokluk sonsuzda birleşen iki paralel doğruya benzer, insanın ya da benliğin, özünde canlının olmadığı bir evren var sayılamazdı, onun için tanrı, kendini algılayabilmek, dünyayı duyumsayabilmek için insanı yarattı diyebiliyoruz, insanda onu yaratmış, algı ve duyumsamaya böylelikle yol açmış oldu, dolayısıyla yalın söylemiyle, örnekçesi kalbini kırdığımız bir insan varsa, tanrıyı incitmiş oluruz ve giderek dünyayı, tüm evreni yok edecek bir adımı da atmış oluruz,  bilmeliyiz ki acılarımız ve göz yaşlarımız tanrının inleyişidir, kısacası dokunduğumuz varlık tanrının ta kendisidir ve bu yüzden Delphoi tapınağında yazan şey, bin yıllar boyunca aradığımız, erişmeye çalıştığımız evrenin gizinin, dört rüzgarın estiği yerde, sağa gideyim, sola gideyim bile demeden, karşımıza çıkan bir şeydir ki, yeryüzündeki tüm rüzgarlar, artık onun habercisidir...

''Kendini bil...''

Şöyle bir şey de söyledi konuşmacılar, sıvıcıl bir ışığın, plazmik gölgesinde, garip bir labirentin, tuhaf esintisinde konuşur gibi dediler ki, komünizm marjinal ayrılıkçılığa kucağını açmıyorsa nasıl özgürlükçü olabilir ki... Ve değildir de... Doğrudur ama tanımlanabilir gerçeklik, parçalı görüngüler çağındayız, kapitalizm enlemde bayağı özgürlükçü bir sistemdir, herkesi kendi otopyasına bırakır, şu kıssadaki gibidir kapitalizm, kim cehennemde yüzeye çıkıp kurtulmak istiyorsa, ona diğerleri asılır ve yükselişine izin vermez, olanak tanımaz, herkes boğulacak ya da suyun altında soluma kanalları açılarak,  planette yaşayışımız sürecektir gibi kozmikomik tanıtlamaları vardır...

Kapitalizm lotaryadır, çekiliş vardır, laternadır, müzik çalar ve sonuçta albenili bir müzik dolabı görünümünde bir kumar evidir ki, ne yazık ki düş erdiremeyiz onun sololarına, böyledir gerçekten, herkes özgürdür sözde ama en büyük düşmanlarımız yakınlarımızdır,  bakmayın kolluk kuvvetlerine, bizim güvenliğimiz ve geçmişimiz ve geleceğimiz çevremiz ve çevrenimizden sorulur. 'İnsan insanın kurdudur' bir deyi olarak yürürlüktedir kapitalizmde, gerisini bilemeyiz, anarko kapitalizm diye boşuna dememişler, şu bilinmelidir ki dünya hala putların alacakaranlığında yüzmektedir...
 

O başlangıç ve sondur, kıyamet gelecekse onu kapitalizm getirecektir, öleceksek mezarımızı kapitalizm kazacak... Et ve kemik yığını olduğumuz  ve yakıtımızda  'kılıç suyu' olduğu sürece... Çünkü, iyiyiz, iyisiniz, iyiler, öbür yakada bile cezadan sonra, irem dolu bir kalabalık var, niçin kederlenmeli!..

Kendimizden kurtulsak bile günün birinde, bu hengamede terk edilmiş kadük varlıklar olarak, robotlar evreninin çöplüğünü doldurma olasılığı var insansıların; o zaman işte kuyruklar kopacak, tanrı neymiş, peygamber neymiş, sınıflar neymiş, krallar neymiş göreceğiz, çünkü bizler  tropik renklerle süslü birer anomaliyiz, mutluluğun cehennetinde gezinir, iki yaşarlı sürüngenleriz!..

Sonuçta felsefecilerin dili bunu söylemeye vardı sanırım, çünkü bilgi mülkiyetin kırbaç izleridir, ama bir rüzgar esmeye görsün uçucudur o...

Ama dinleyicilerden biri o kadarda değil diyerek, kapitalizmi övecek ve  idrarla cep telefonu şarj eden cihazın bu düzen sayesinde hayata geçtiğini savunacak oldu, her konuşmanın sonunda bir kargaşa olur ya, biri fena halde sıkılmış ya da nedensizce komplekse kapılmış olacak ki, kahrolsun kapitalizm, o dağa, bayıra giremez ki dedi,  her şey görecelidir şu dünyada, mavralar ve manevralar anlamsızdır bu yüzden, biz tezekle, hem aydınlanıyoruz, hem ısınıyoruz, hem yemek pişiriyoruz, hem yıkanıyoruz, hem de huşu içinde kendimizden geçip,  halay çekerek, göklerle kucaklaşıyoruz, biz hepimiz çay içeriz ama dört bardak asla olmaz, birini dolaştırırız, bunlar ne kadar geri kalmış yahu...
 
Süper dedi biri!..

Bilinmez, tanrıyla, insanların yarışıdır belki de tüm olan biten...

***
Yılın her mevsimi yeşil giyinir ada sakinleri... Yollar, bayırlar, kilise önleri, mabetlerin içleri, ağaçlar ve çiçekler yeşilin geçitleri gibidir. Bir cennetin korteji... Çölün ıstıraplarıyla geçmiş bir ömrün avuncası, garip bir tesellisi...

Ada saltık mutlandır.

Denilesi, aşırı sıcaktan bütün şehir şebekesinde su buharlaştığı için hizmet verilemese, halktan özür dilense, ada da gene de bir zemzem suyu vardır, ruhun açlığını, yüreğin fırtınalarını dindirecek...

Uzayda bir gün oksijen kuvözleri, yaşam kolhozları kuracağız diye dünyayı bırakıp gitseler, adalarda düşlenen ütopyalar gene de kurtarabilir bu mavicil gezegeni, bu minicil küreciği!..

İşte bakın, adada bir Adonis Çiçeği varmış, kutsiyeti bilinmeyen, öyküsünü anlattılar bana ve Adonis, adanın hoş çiçeği, nazlı gelinciği demekmiş.



''Arşipel mitolojisinde, Kıbrıs Kuşu'nun ağzından, Mermer denizinin adalarına, iki toprak arası denizlerden, İllirya yurtluğuna dek söyleni yayılmış, 'Aşk ve Güzellik Tanrıçası' Afrodit'in sevgilisi, genç bir avcı varmış.

 Adonis...



Bir yaban domuzu saldırısında  canından olmuş doğruysa, bir Domuz ayında Afrodit, Adonis'in her yıl ilk baharda yeryüzüne çıkıp altı ay yaşaması için tanrılara dilekte bulunurmuş. Onun yeryüzüne çıkışı Makedon topraklarından Likya'ya, Atina'dan Smyrna'ya Adoniya Bayramı olarak kutlanırmış. Adonis, mitolojide ilk olarak Fenike tanrısı olarak ortaya çıkmış, Aspendos yakınlarında, daha sonra Sümer, Hitit, Fenike ve Babil kaynaklarından antikçağ Hellenlerine dek uzanan bir mitoloji kahramanı olarak boy göstermiştir. Kybele-Attis söylencesinin bir başka dolayımını veren Adonis söylencesi bir toprak-bereket öyküsüdür. Birçok şiir ve masal yazarlarının özene bezene işledikleri bu öykülerin, bin bir boyutta anlatımı vardır, dil denizlerden daha bereketliymiş çünkü...
 

Tanrıçaların gözünü aldığı, onların sevgisiyle birbirlerine düştükleri güzel erkek tipini tanımladığı gibi, kutsal bir yaban domuzu biçiminde de betimlenmiştir. Kadınlar uruğunun ona taptığı ve Adonis olarak bir yaban domuzu besledikleri de  ileri sürülür. 



Hellaslı ozan Panyasis'in anlatımına göre, Adonis, Kıbrıs kralı Kinyras'la kızı Smyrna'nın sevişmelerinden doğmuş. Tanrıça Aphrodite'in ilencine uğrayan bu kız babasına tutulmuş, onunla sevişmek istemiş. Dadısının kurduğu bir düzenle  yatağına girmiş ve on iki gece onunla sevişmiş, son gece de gebe kalmış. O gece babası, yanında yatan kadının kızı olduğunu anlayınca çok kızmış ve kılıcıyla üstüne yürüyüp onu öldürmek istemiş. Ama tanrılar Myrrha'ya acımışlar ve onu kurtarmak için mersin ağacına çevirmişler.



Mersin ağacının yerinde şimdi Mersin adında bir insan kenti boy gösterirmiş.



On ay sonra ağacın kabuğu çatlamış, gövdesinden dünya güzeli bir bebek çıkmış. Çocuğun güzelliğine vurulan Aphrodite onu büyütsün diye yeraltı tanrıçası Persephone'ye vermiş ama Persephone de çocuğa tutulmuş, onu Aphrodite'ye geri vermeye yanaşmamış. Tanrıçalar arasında kopan kavgaya bir yargı veren Zeus, Adonis'in yılın dört ayını Persephone'nin, dört ayını da Aphrodite'in yanında geçireceğine, geri kalan zamanda da istediği yerde yaşayabileceğine karar vermiş. Adonis, Aphrodite'in yanında kalmayı seçince, tanrıçanın güzel delikanlıya olan aşkını kıskanan tanrılar onun üstüne bir yaban domuzu salmışlar.



Kasığından yaralanan Adonis kanaya kanaya can vermiş. Adonis'ten akan kanlarla sulanan toprakta, lale derler birer  bahar çiçeği bitmiş. Sevgilisinin yardımına koşan Aphrodite'in ayağına diken batmış, sıyrığından akan bir damla kan tanrıçanın çiçeği olan ak gülü kırmızıya boyamış. Adonis ölünce tanrıça Aphrodite onu kurtarmak için ölüm ülkesine inmiş. Ölüm ülkesi tanrıçası Persephone de Adonis'e aşık olunca, her iki tanrıçayı da kırmak istemeyen Zeus, Adonis'in bir yıl yeraltında, bir yıl yeryüzünde kalmasını buyurmuş.



Kışın yeraltında saklanan, baharla birlik yeryüzüne dönen ve aşk cümbüşü içinde fışkırıp gelişen bitkisel varlığı simgeleyen Adonis'e doğuda özellikle kadınlar tapınırlar; yılda bir bahar bayramı yaparlar, saksılara, sepetlere tohum dikerler, onları sıcak sularla sularlar; böylelikle hızla büyüyen bu bitkiler, kısa zamanda solup, ölürler. “Adonis Bahçeleri” denilen bu çiçeklerin karşısında kadınlar yas tutar ve Vah Adonis! çığlıklarıyla dövünürlermiş.



Bir başka kaynaktaki öykünmede, bütün bitkilerin anası olan Aphrodite'in, Adonis adında bir oğlu olduğuna inanan eski Ege inancına göre, güzellik tanrıçasının bu güzel oğlu, bizi çabucak terk eden çiçekli ve erinçli ilkbaharın bir simgesi olarak gösterilmektedir. Adonis, saklandığı ağacın kabuklarını yararak çıktığında, güzel günler geri gelmekte, çiçekler açmakta, ilkbahar gülmektedir. Adonis, yavaş yavaş değil, çabucak büyüyerek, yaşamı, güllerin, nazlı çiçeklerin yaşamı gibi birkaç gün içinde akıp gitmekteymiş. Çünkü Adonis, açılıp güldüğü, gençliğinin en güzel ve parlak çağına ulaştığı gün ölmekteymiş. Bu zaman da, yaz mevsiminin sonu olmaktadır. Bu dönem, güneşin kavurucu sıcağından yanan bitkiler, başlarını eğmekte ve can vermektedirler.



Böyle bir mevsimde o, bir yaban domuzunu kovalıyormuş. Bu yabanıl hayvan, bir aralık geri döner, kendisini izleyen güzelliği eşsiz bu delikanlıya sivri, keskin dişleriyle vurur ve onu yaralar. Onun acı bağırtıları üzerine, oğluna yardım için evinden ayağına sandallarını giymeyi unutarak koşan Aphrodite, dalgınlıkla bir gül fidanına basar, gülün dikenleri ayağına batar ve kan akar. O zamana dek bembeyaz güller açan gül fidanları o günden sonra artık kırmızı renklere bürünür. Kumral saçlı güzel tanrıça, Adonis'in yanına geldiğinde onu ölmüş bulur. Adonis'e, anası Aphrodite tarafından dökülen gözyaşlarından “anemon”, ''laleler'' çıkar.



Adonis'in parlak gençliği ve zamansız ölümü nedeniyle törenler yapılır. Bu törenlerde, belirli günde, onun acıklı ölümünü anmak için kadınlar acıyla hıçkırarak ağlarlarmış. Kızıllara boyanmış bir yatağa, can vermek üzere olan ve Adonis'e çok benzeyen bir delikanlı yatırırlar. Yatağın üzerinde uçuşarak, gölgeler salıp, saran Eoslar, gözyaşı dökerlermiş. Meyveler, meşaleler, güzel kokular saçan vazolar ve özellikle içinde çok kısa ömürlü olan, gün doğarken açılıp, gün batarken solan çiçekler bulunan gümüş sepetler koyarlarmış. Böylece gözyaşı döktükleri güzel Adonis'in ömrünün çiçek ömrü gibi çok kısa olduğu anımsatılırmış.



Ertesi gün Eos, kınalı parmaklarıyla göğün kapısını açtığı zaman saçları perişan, feryatlar koparan kadınlar, bu güzel bedeni alırlar, büyük bir kalabalık ve görkemle, dalgalara, denizin çırpıntılarına bırakırlar, o gel-gitler arasında kaybolduğunda şen şarkılara başlarlarmış. Çünkü Adonis, gelecek mevsimin yağmurları ile sararan doğayı güzelleştirecek, sonbaharı getirecektir. Bir başka söylenceye ya da öykünmeye göre; Arşipel Mitolojisi'nde Smyrna'nın oğlu olarak bilinen Adonis, güzel ve ideal olanın, yeniden doğumu ve baharı getiren tanrı olarak betimlenmiştir. ''





İşte bir söylentiye göre Adonis, bir diğer adlandırmaya göre Adasun çiçeğinin öyküsü buymuş

Adada dolaşırken bayırlarda, kıyılarda, Eskibağ yollarında, Aya Yorgi sırtlarında karşınıza çıkar durur bu çiçek... Yaşam sevinciyle dolar onu görenler...

''Adayı görmeden elveda diyeniniz / bir çocuksa eğer / onu öpelim. / Yüklü bir kadınsa eğer o / onu sevelim. / Yaşlı bir adamsa o / ona küselim. / Bir kralsa eğer / urbamızı paralayıp / dizlerimizi dövelim. / Çünkü ondan bahtsız / hiç kimse yoktur bu dünyada!..''

Ama elveda derken, bir şiirle veda edelim...

'Lâlelerin olduğu yerde yaşam bitmişti artık. / Sonsuz bir ölü doğa uzanırdı kırda. / Eller üzerinde yükselen koruluğu / yakmıştı gizil bir güç / yok etmişti sanki. / Dut-ağaçlarda uçan kelebek / nasıl da salınırdı yelde. / Yağan kar bile / usul usul üşütürdü böcekleri / usul usul üşürdüler toprağın altında. / Döl yatağı gibiydi ırmak / Zuhâl yıldızı gibi yağardı kar. / Lâgünler, meşeler, ardıçlar; / tavşanlara, arılara, avcılara / "Paydos" demişlerdi... / Ama çok ağlandı "Safo Kız" çok ağlandı, / kimbilir bir zamanlar burada, / kimbilir kaç kişi birbirini sevmiş / sevişmişlerdi...'

Ada'nın yüreği her daim atsın diyedir!..


 




 

 
KIRMIZI SU

Borges, hemoglobin sıvısına kılıç suyu dermiş. Bu o kadar geniş bir aurası olan imgedir ki, tüm evrenin öyküsünü kapsar, dize getirir. Evrenimiz gerçekte, 'kılıç suyu'nun trajik bir öyküsü değil midir.



Sanat özü baz alındığında ilericidir derler, öyle olmak zorunluğundadır diye dikte de edilir belki ama, işte bu safsatadır. İtalyan sahne diye bir kavram var sanatta, göstereni, fetişi üç duvarla örerseniz -mekanı yani sahneyi- göz tek bir yöne odaklanır artık, tek bir boyuta, tek bir bakış açısına -faşizm- oda verili olandır. Bu psikanalitik anlamda erkin gücünü çağrıştırır. Sahne -dogma- ne gösteriyor, ne sunuyorsa, veri ve sanatta odur artık. Faşizm, Apenin kaynaklı bir sözcüktür, dolayısıyla sanat gerçekte tümüyle bir araçtır, aracıdır. Sanatın, ilerici kavramsallığına yaklaşabilmesi için -örneğin- sahne kavramının ortadan kalkması gerekirdi..



Sanat temel de şudur, göz bağcılık, egzotik ritüel, yaban estet ve hoşgörüyle harmanlanmış, teknopost bir düş yaratma cambazlığı, insan anlağını değiştirmede, eğitmede veya set çekip, gölgelemede kullanılabilen elverişli araçlardan, tavus görünümlü olanı, kanatsız kuş!..



Sanat araçtır, mekanize yönü sunumun düşünsel yapısına, organeline bağlıdır. Gösteriş ve illüzyona yatkın bir araç olduğu için, büyülü bir şeymiş sanısı uyandırmada, ondan daha büyük bir tansığı henüz bulgulayamamıştır insanoğlu!..



Sanat bir tansık ve tanrısal bir hiledir.



İnsan ele geçmez bir yaratıktır, belirsizliğin okyanusundan doğmuştur, faşizm şiddettir ya da sanat ilkelliktir açımına bel bağlamaktan ziyade insanoğlu, sözün sahibi ya da ileri gelenin, bir şiddet ya da ilkelliğin sözcüsü olduğunu algılamaya eğilimi vardır ve yüzeyselliğe ve kolaylığa, deyim yerindeyse basit olana daha yatkın, daha uyumlu bir yaratıktır. Çağımız illüzyonlar çağıdır, tüm çağlar gibi, her şey bir totem ya da büyüden kaynaklanıyor gibi görünebilir, algılar dilediğiniz gibi değiştirilebilir. Öyle ki insan harakiriye bile yönlendirilebilir. Öyleyse sanat yaşamın içinden gelen sıradan bir şey olmalıdır. Sıradan olmayan şey anlak içinde kendine yer bulamayan biricikliktir gerçekte ve henüz yoktur o!..



Sonsuz barış, ölümsüzlük ya da tanrının kardeşimiz olduğunun anlaşılması gibi...



Ama belki de hiçbiri!..



Ada'da dün kırmızı suyu aramaya çıktık, tıpkı sanat gibi söylentiye açık, içeni ölümsüzlüğe kavuşturduğu söylenen, ama masallara inanmakta zorluk çekenler için, sonsuz bir mutluluk verdiği biçiminde düzeltilip, tolere edilmiş bir  söylenti, biz gene de bu mitolojik kaynağı arayıp bulmaya çabaladık.



Beş kişiyiz, ha bire konuşuyoruz aramızda, suyu aramaktan başka her konuda lafa karışan mikser gibi beyinleriyle, yaşamının son iç çekiş köyünü, artık ziyaret etmeye yeltenmiş,  beş silahşor, dört olması gerekirdi değil mi!...



Arıyoruz yine de, o şırıl şırıl akan suyu, ne kadar dinlendiricidir o ses, doğanın müziğini henüz aşabilmiş değil insanlık, suyun sesi, rüzgarın uğultusu, yaprakların hışırtısı, henüz notalara dökülebilmiş değil ne yazık ki, aya gitmeyi abartıyoruz biz, kendi içimizdeki yolculuğu bitirebilmiş değiliz ki, ah başlatabilmiş değiliz diyecektim...



'Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki / Kimi kumları kararmış bunalmış gibi. / Zarif bir el yol açtı ona / Özenircesine sütunlardaki oyuklara. / Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi / Geçip gidiyor ıhlamurların arasında. / Onun içli bir şarkı olduğunu / Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu / Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini / Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu. / Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar, / Sürüler, yağmacı kalabalıklar. / En iyi olmak için boşuna uğraşırlar. / Bütün bunların ayrımındadır üzünçlü kral, / Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez, / Geçersizdir anahtarlar, / Haç ötekilerin olur ay tutulurken, / Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.'



Biz daha yeryüzünün öyküsünü bile bitirebilmiş değiliz, ayın masallarıyla avunalım!..



Elem veren bir şarkı, suyun sesi ve yüzüklerin kardeşliği bu yüzden, dinlendiricidir yine de...



Bir cini izleyerek tepeyi tırmanıyoruz şu sıra, su doruklardan aşağıya doğru akan bir volkanmış, gözede oralardadır diyorlar.

Önümüze yaşlı bir kadın çıktı, Selma şehrinin oralardadır dedi kırmızı su. Yaşlı kadınları o kadar severim ki, Adem'den bu yana gelip geçen ne varsa, mürekkebi dökülmüş bir el yazma gibidirler. Tozludur ama, yaprakların arasında parıldayan  simleri görebilirsiniz, dünyanın yaratılışını, o eşsiz günü görmüş gibi olursunuz.

Dün daha Akasya Bahçesi'nde oturuyordum, çınara benzer bir kadın geldi, esiyor, hayat dolu, yüz yıllar sırım gibi, buyurun dedim boş sandalyeye, hemen oturdu, çocuk arabasındaki bebeği sordum, oğlumun oğlunun oğlu dedi. Bozuntuya vermedim, çünkü ömrümde böyle bir denklem duymadım, adı ne dedim, günahını almayayım, Daron demiş sayalım, çünkü akşam baktım sanal sözlüğe, en yakın isim o. Musevi misin demiştim, Ermeni'yim dedi, işte bir kraliçe, ben Türk'üm diye bu denli ışıltı yayarcasına konuşamam, çünkü karşımdaki alınır diye düşünüyorum, çoğunluğun baskısı filan, ne bileyim...

Şimdi insanların kendi arasındaki şu diyaloğa bakın, bir de sağda solda, Temsilciler Meclisi'nde, banka hesaplarının ardında, tezgahların arkasında dönen dolaplara bakın...

Ben dedim Paşalı'yım, orada Öjeni vardı hiç unutmam, iyilik meleği. Buralarda mı oturuyorsun dedi, evet dedim, nisan yağmuru gibi sürdü konuşmamız, işlerinin peşine düşüp gittiler...

Selma şehri nerede ki dedim, yaşlı kadına, yok öyle bir yer dedi, ama varmış evvelinde, bulursanız işte, su  oradadır!.. Arkadaşıma dedim ki, ben Cebir'den çok süründüm, sen bir şey anladıysan, o yakaya gidelim!..

Kapitalizm dedi, aramızdakilerden biri, heyecan verici bir ideoloji, onun için yıkılmıyor, insan bir umut içinde sürünmeyi seviyor, ruhunda bile aksiyon arıyor, cüceler bir gün dev olabileceğini, yoksul eni sonu para bulacağını, kısır, tanrının izniyle çocuğa kavuşacağını ve kısmetsiz de, günün birinde evleneceğinin umudu içinde ömür tüketiyor.

Hiç bir ideoloji, kapitalizm kadar fütursuzca umut vaat etmiyor, insanlar parayı, şanı, şöhreti değil, umudu ellerinden alınmasın istiyor.

Araya biri girdi, kadın sesi, para sesi, su sesidir kapitalizm. İşte bakın su sesini arıyoruz!..

Faşizm diye uluyan sansar olsa kapitalizm, sirk kapının ağzına kadar dolardı!..

Konuyu değiştireyim diye, Borges dünyanın değerli yazarlarından, sui generis biri ama dünyada onun atası sayılabilecek tek bir yazar var dedim!..

Evliya Çelebi.

Ama bizde neredeyse yazar olarak bile kabul görmüyor. Neden, aydınlarımız dışa bağımlı bir kültürün çığırtkanları, onun için.

Borges'in şu tümcesi beni çok şaşırtır; İnsan çığlığından ölen balina!.. Ama bu imge çoğu yazarın yaptığı gibi alıntıdır. Peki, Evliya Çelebi'de ne var  buna benzer; Damdan dama atlarken donan kedi! Fil doğuran kız!

Ama bizim entelijansiya bunu gülünç bulur, düşünce afazisi  der buna ama Borges'e tapar, asparagascı, saray magazinetörü Shakespeare'de peygamberidir.

Kültürü gizlilikle dikte edilmiş bir ülkede yaşıyorsanız, Evliya Çelebi gibi Aslanlar recmedilir, tasmalı kara başlar, sarı başlar yere göğe sığdırılamaz, yerli şövalye ve  serdengeçti bile ilan edilirler. Bir tür kültür kirlenmesidir bu...

Halit Ziya'yı, Mehmet Rauf'u, Flaubert'le kıyaslayamayız diyorlar, Flaubert ve Balzac gençlik çağlarının yazarıdırlar, versiyonları bitip tükenmez onların, adını nitelemem doğru olmaz ama -best seller- bir çok yazarlarımız var bizim, feminen, maskülen. Bu tür yazarlar, kibar çevrelerin süsü, sofraların danteli gibidirler, yüzyıllarca varlığını korurlar, bir tür Salieri'dirler!..

Mehmet Rauf'un Siyah İnciler'i küçük bir novella, bizde risale, -hacmi incileyin derecede küçük- olduğu kadar, bir baş yapıttır da, onu öğüterek, sofraya sunabilecek bir kültür değirmeni kolaylıkla bulunamaz.  Siyah İnciler'in sözü dahi edilmez, oysa Madam Bovary'den daha çok yaşayacaktır, Bovary eni sonu insandır, aynalarda süzülür, yer içer, sever sevilir, sonuçta bir yaşam biçimidir, ne ölümcül sanrılarla dolu bir reddiye, ne yaşarken ölmüş -cansız- bir kabullenimdir, ne derin bir musikiyi barındırır, ne göklere -tanrıya- ağıt yakan bir terennümdür...

Siyah İnciler, öyle bir kitaptır ki, edebiyat ancak onunla var olabilir, Bovary'ler edebiyatın vazgeçilmezi değildir, bir Bovary gider, diğeri gelir, ama Siyah İnciler'i ancak Mehmet Rauf yazabilir. O bir Bovary değil, bir -muhayyile- bir düş yıldırımıdır...

Yazılabilecek, anlak içi yazın yapıtları başka bir şeydir, bir sanrı, bir düşlem ve bir ebediyetin fısıltısı olmak başka bir şeydir.

Hadi söyleyelim, Lautremont, ne Balzac'la kıyaslanabilir, ne Flaubert'le, İsidore Ducasse, bir tür Mehmet Rauf'tur.

Tanrıda bile görülemeyecek bir şeydir belki de, düş gücü, imgelem, sanrının matematiği, metafiziği...

Bir savaşı kazandınız, ne yapmanız gerekir fani alemde!.. Kültürünüzü egemen kılmak, olmadı yaymak, olmadı savunmak değil mi... Bizse yenilenlerin tramvayına binmiş, bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete demişiz.

Olmamalıydı...

Biri sanki konumuzun süreğeniymiş gibi dedi ki, Mars'ta teknopost bir uygarlık kurulacak ve biz onların kölesi olacakmışız, dünyalılar. Kırmızı sarımsak, yeşil turp, sarı lahana gibi genleri değişen ürünler yetiştirip, onlara iletecekmişiz, nasıl mı, üç boyutlu yazıcıda ayrıştıracağız lahanayı, onlar Mars'tan çıktısını alacak!..

İyi misin sen dedi biri!..

Dünya ahir zaman cumhuriyeti adını alacak, kıyamet değil, feci bir son bekliyormuş bizi.

Roket yaparak, evrenin dışına çıkan ve tanrıyla konuşan ilk primatlar olmadıkça, işi zor kalanların.

Tahsilin var mı senin dedi başka biri!..

Tekerleksiz bisiklet yap yeter babo!.. Kibrit kutusundan,  cumhuriyet peşinde koşmasaydın!..

Yamaçlardan inerken, fırsat bilip, konuma döndüm ben, Fellini barok, rokoko bir sinema anlayışının temsilcisidir. Borges ise gotik ve sarsıcı bir üsluba sahiptir, Fellini, yüzeyseldir, tropikal bir kuşun ekranda sürekli şakıması, oyundan oyuna geçmesi gibidir onun sahneleri. Borges ise, karanlık ve ağır tümcelerle kurar sinemasını, okurunu gizil dolantılara sarmalayarak sarsar, minik belki ama, demirden bir katedral gibidir o, baş döndüren ve olağanlıkla yıkıcı!..

Hiç kimse tepki vermedi savurduğum mottolara, ardımızdan gelen biri, beşincimiz dedi ki, 'Kırmızı Su'yu bulursak, borsada ki hisselerim yükselir mi acaba!..

Tüpten çıkan boyayı, aynen kullanan biri ressam değildir dedi -uzun burnu görkemli bir gaga gibi kıvrılan karaşın yoldaşımız-, bu kadar basit.

Adanın arkasında kimselerin bilmediği bir zeytin ağacı varmış, Yahudi ağacı diyorlar ona ama,  Akdeniz uygarlığının barış dalını, özel bir adlandırmaya tabi tutmak, yanlış olur, Grek ağacı diyelim o zaman, Lidya'nın parası diyelim, suyu orada arasak dedi hemen biri!..

Oraya  vardık, düzlük bir yer. Su dedi biri, kaynağı daima yukarlarda olan bir şeydir, tepelerde aradık ama bulamadık... Hayır dedi bir başkası, çukurlarda aramalıyız onu, kuyu suyu gibi gümleyecek o bir yerden bence, kıyıya yakın yerlerde dolaşalım ama Selçuklular'ın suçluluğunu arar gibiyiz, bence bu su masal, uydurma dedi.

Araya girdim gene, yaşamımız varsayımların savaşıdır, Pir sultan Abdal'ım.

Çok hoşgörülü biridir, güldü.

En yaşlımız aldı sözü -Troçki'nin köşkünün oralarda oturur-, zamanında şöyle bir şey okumuştum ben, Aşık Veysel'i çarçaput giysilerinden ötürü Kızılay'a sokmamışlar. Ne cumhuriyet günleriymiş dedi kısık sesle, sonra da, adada gece yarısı, bir atın kişnemelerini duyabilirseniz -gece üçte bu öyküyü yazarken, sıkça yaşandı söz konusu vesile!-, bu su var kardeşim!..

Bunların su filan aradığı yok, konuşmak, ekabirlik taslamak  için can atıyorlar, su bahaneleri. Bakın biri ne dedi; Sokrates aşkın bir karşılığı olmasını savunurmuş, nasıl kardeş demenin bir kardeşi gerektiriyor olması söz konusuysa, aşkında bir karşılığı, yankısı olması gerekirmiş.

Bu beni şaşırttı, çünkü sevgi soyutlamaya açık olamayacaksa eğer, platonik örneğin, bu dünyada kimse mutlu olamayacaktır bence...

Çünkü sevgi karşılık aranmadan sunulamayan, armağan edilemeyen, bağışlanamayan bir şey olacaktır o zaman.

Çok kötü,.. Sonuçlarını öngörebileceğime, yok olsaydım keşke!..

Salt somuta indirgenen bir sevgi, öyle güvenilmez bir hale gelir ki, iki yüzlülüğün, aldatma ve arın -hile- kalesi  olabilir artık... Soyutlanamayan şeyin varlığında, ortada ne bir sevgi kalır, ne de mutluluk... Gözbağcılık kalır geride. Bugün yaşıyorsak, sevginin soyutlanabilirliğinin sayesinde  bu, anlaşılması güçtür belki ama evren soyuta indirgenebilen sevgi sayesinde ayaktadır, yoksa bilin ki, kıyamet kapımıza dayanabilirdi çoktan, matematik bile soyutlamadır, motamot olsaydı, Big Crunch'ı çoktan yaşamıştık. Yoksunluk bu evrenin dengeleyici unsurudur ne yazık ki...

Terazinin kefesi taşmadıkça, sahipler Pompei'yi yakıp yıkmadıkça ama!..

Kapitalizmin tanımıdır seninki, dedi biri!..

Ama dedim, gene de dünyamız bir adım ilerleyememiştir, abaküs aritmetiği de bunun belirtisidir, ilk çağda tiyatrolar otuz bin kişilikti, ülkenin nüfusu üç yüz bin bile yoktu belki de, bugün tiyatrolar üç yüz kişilik, ama dünya nüfusu milyarları katlayarak gidiyor... Gözüm manyeteskoplar gibidir benim, güneşin ikizi varsa, dünyanın da bir ikizi olmalı, bir gün ortaya çıkacak ve oradan gelende, gene bizler olacağız, umut her yerde!.. 

Doğru yolda olduğuna iman eden biri dedi, en sessiz olanımız, kendisi ya da ebeveyni işaret parmağıyla ölümü göstermişse zamanın evvelinde, savları budalalığa paralel bir eğri çizmek zorundadır, kirlilikle iç içe parıldayan  şeyler, ancak güneşin önünü kapatır.

Biri yaşlılık ve evliliğin sonuna ilişkin bir şiir okumak istiyordu, belki de uyduruyordur.

'Ayrı ayrı uzanıyorlar şimdi, her biri başka bir yatakta, adam bir kitapla, geç saate kadar ışık açık, kadın çocukluğunu hayal eden bir kız, bütün erkekler başka yerdeler, -sanki yeni bir durum bekler gibi: adamın elindeki kitap okunmamış, yukarıdaki gölgelere takılmış kadının gözleri, ters yüz edilmiş, önceki tutkudan kalan gemi enkazı gibi, nasıl da ilgisiz uzanırlar. Neredeyse hiç dokunmazlar, dokunsalar da, günah çıkarır gibi, azalan duygularına -ya da çok fazlasına. Cinsel yoksunlukla yüzleşirler; bir varış noktası! Bütün hayatları buna hazırlıktı... Tuhaf bir biçimde ayrı ama tuhaf bir biçimde yakın, birlikte, aralarındaki sessizlik bir iplik gibi, tutulacak ama bükülmeyecek... Zamanın kendisi onlara hafifçe dokunan bir tüy. Yaşlı olduklarını biliyorlar mı, annem ve babam, ateşlerinden beni yaratan bu ikili, buza dönüştü şimdi.'

İnsanlara şaşıyorum, bu şiirin adı 'Aşkın Sonu'ymuş.

Konular, konular, konular, hiç bitmiyorlar...

Boyun eğme önce ailede başlar, ebeveynlerimizle başlar, bilinç yapımız kurulana dek boyun eğme zorundayızdır, sonra yaşadığımız çevre girer işin içine, mahalledeki çocukların krallıklarından birine çımacı yaparlar, taraf olmak neymiş öğreniriz. Bir azınlık ya da çoğunluğun tansımasını...

Erkin,  utku gözyaşları, dolup taştıkça,  genişleyip karmaşıklaştıkça, okul, iş, kent, açık alan gibi yerleşkeler, o alanlardaki çekişmeler, kavgalar ve savaşların adını öğreniriz, madalyonun yüzlerini, vicdan nedir, ihanet nedir, barış nedir, ricat nedir, işgal nedir öğreniriz.

Bunun adı politikadır gerçekte, onu öğreniriz. Politika çok yüzlülük demekmiş,  yaşama ihanet etme sanatı, tanrıyı alet etme sanatı, şeytanla işbirliği sanatı, barışı varmış gibi gösterme sanatı, yenilgiyi zafer gibi sunma sanatı, halkı sömürme sanatı, ölümü karşılama sanatı...

Yeryüzünde açılımı bu kadar geniş bir başka sanat dalı yoktur ve olmayacaktır da, ah 'güzel sanatların bir dalı olarak cinayet'in baş tacıdır politika!..

Ve sonra bir muhalefet ki, kara muhalefet, ak muhalefet, sarı muhalefet, anarşik muhalefet, oportünist muhalefet gibi, en az politika kadar çok yüzlü ve onun kadar işgüzar bir karşıt kutup yaratırlar, karşı-siyaset derler bunun adına, pozitif-negatif gibi, kutbun öteki ucu, ütopyanın distopyası filan...

Umutlar o bölgeye taşınır.

'Karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir'in mottosudur bu gerçekte!..

Erk zehirleyicidir, kurduğumuz hiyerarşi en iyisidir, dünyayı değiştirmek isteyenlerin en iyisi bizim kurduğumuz düzeneklerdir, eylemlerdir, işlemlerdir.

Onun için dünya hiç bir zaman değişmez ve her türlü erk, muhalefet, sav, kuram, ideoloji ve ütopya bir prangadan başka bir şey değildir. Çözüm ancak şu olabilir...

Tanrı değiştiğinde, yeryüzü de değişecektir.

Ama belki bu da çözüm değildir!..

Çünkü sınırlarımız, tutsaklığımızdır bizim. Öngörülerimiz sığlığımız, düşüncelerimiz  kafesimiz, umutlarımızda ihanetimiz!..

Eşkıyalarımız ve anarşistlerimiz, isyancılarımız ve başkaldıranlarımız,  anti kahramanlarımızdır ama işte onlarda sonuçta birer kahramandır.

Oysa kahramanlara gereksinimi olmayan bir toplum olmalıydı önceliğimiz.

Kurtarıcılardan kurtulamadığımız bir cehennetin içindeyiz.

Ölümü yücelttiğimiz sürece, tanrı bizi cezalandırmayı sürdürecektir ve cennetle cehennem varoluşunun Tanca kapılarıdır!..

Ölmüş bir Havva'nın çocuklarıyız biz.

Ölmemek için öldürmek zorundayız biz.

Evrenin anomalisi, aşağılık canlısı ve bahtsızıyız biz.

'Aşk yeryüzünün yüzü oluncaya dek.'

Ölümü öldürmeliyiz.

Öç, zincirlerimiz, kurtuluşsa tutsaklığımızdır bizim!..

Vaatlerde cehennemimiz!..

Ve uğruna ölünecek hiç bir şey yoktur bu dünyada!..

'İktidarlar' kan çeşitlemeleridir.

Kurtuluş nedir, öyleyse...

Kurtuluş kendimizi terk etmek, bırakıp gitmekle olasıdır.

Geçmişi unutmakla olasıdır.

Baştan başlamakla, sıfırı görmekle ve ölümü hiçlemek ve tenimizi ve kendimizi ve evreni sevebilmekle...

Değil... O olabilmekle...

Saltık tanrının yerini almakla... Çünkü -gerçek  tanrılar- yalnızca yaratabilirler, yok etmeyi bilmezler, bağışlayıcı olmazlar, cezalandırmazlar.

Sığınacak bir yer varsa, bilin ki günahta vardır.

Öyleyse yeni bir dünyanın adı unutmak ve yeniden başlamak olabilirdi...

Bu söylenceyi nereden okudun sen dedi tam ortamızdaki, adada bulunan bir mezar taşının üzerinde yazıyor bunlar dedi, konuşan.
 
Biri  yanıtladı; Boş ver öyleyse, her adanın bir söylencesi vardır.

Güneş batmak üzereydi. Çan seslerine, tanrıdan başka yoktur tapacak sesleri karışıyor, karıncalar yuvalarına giriyor, böcekler kovuklara  dalıyor, kelebekler güneşin solgun ışığıyla oynuyor ve kayalıkların orda, tam tepede bir Mecnun, -çığlık çığlığa- Leyla'sının  adını haykırıyordu.

Yaşamak güzel şey dedi biri... Hiçbirimizden çıkmamıştı o ses, kim olduğunu anlamak için, sesin geldiği yere doğru baktık. Tanrı gülümsüyordu...

'Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini, oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını ve aklının köklerini yıkamasını duymak! "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden aklının yol kavşağında dört rüzgarı birden estirmek, ve tırmandıkça heryerde Tanrı'nın soluduğunu, yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü, çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması sabahın sesinde, ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska altın ve gümüşten, göğsünde sarkan! Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen o vefasız yosmayı; veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini.

Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, ama uçurumdan korkarlar, oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için. Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.'

Biri göklerden doğarcasına; Kırmızı Su'yu bulduk dedi!..
 

EARTH
(eARTh)
Toprak, yeryüzü demek, ama bu zencefilin düşleri, içinden tramvay geçen bir şarkının gülleridir belki de... Bir estet, bir sanat cehenneti...

Ah, hiç bir şey bilinemez, yalnızca öngörülerimizdir rüzgarlar!..

Bu aylar adada martıların üreme mevsimi, bir sürü kuş yavrusu, kiremit dolu tavanlarda, bacalarda, oluklarda dolaşıyor, her şeyi biliyor, düşünüyorlar. Gözlemliyorum onları, hiç bir yönü bizden eksik değil bu canlıların, tümünün artık, kendimizi abarttığımızı düşünüyorum.

İşte biri hata yaptı, hepimiz gibi, nasıl düştü ki, bahçede dolaşıyor şimdi, gidip geliyor umarsızca, açlığa, susuzluğa ne kadar dayanabilir acaba, bir karga geçenlerde bir yavruyu recim etti, çığlıkları bütün adayı sardı gidip baktım, biri yanında telefonla konuşuyor olan bitenin ve kıpırdamıyor bile, yeni dünya insanı işte bu, sokak kedileri için devrim yürüyüşleri yapan, suya düşen kirpi için kılı kıpırdamayan, göçmenler için lanetler okuyan ama köpekler için kuaförler açan, kuşları kafeslerle denizaşırı ülkelere taşıyan ama çocukları sanal hücrelere kapatan!..

Şunu anladım, insan ya da yaşayan varlıkların hakları için savaşımlarımız, salt biçim değiştirmekle yetinen bir varyasyonlar dizisi, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şey bir adım ileri gitmiyor, aslan gene ceylanı yemekte, kedi gene fareyi yaşatmıyor, kirpi gene gecelerin meleği olmakla yetiniyor...

Bugün kedilere gülüyor hayat, yarın yaşlılara, başka bir gün sömürülen çocuklara, bir başka günse martılara... Ağızlara çalınan bir damla balla!..

Sıranı bekleyeceksin, kimsenin kimseye aldırdığı yok dünyada...

Tanrı insanlara üç şey veriyor çağımızda, -evet bu bir genelleme- bir ev, bir araba ve bir çocuk. Dünya ile senin hiç bir bağın kalmıyor artık, kedilerin mama sorununa veriyorsun ömrünü, saksılarda soyu tükenmekte olan bir bitkiye tanıyorsun özgürlüğünü, ormanların tükenişine gülümserken, dünyanın barbarlığıyla baş etmek için, ali kıran baş kesen olmakta bir an bile tereddüt etmeyen sen, ben, biz, onlar!..

Elbette yatağanını yanından ayırmayan bir yeniçerisin, ah kafeste kuş besliyorsun, doğada belki de bir yırtıcıya yem olacaktı, ne güzel kedilerin var, ne kadar mutlular, savaşın çocukları ağlaşıyorken, bak balkondaki serada, envaı çeşit çiçeklerin var, onlar senin çocukların, bak konuşuyorlar, gülümsüyorlar, sivil toplum dolambaçlarında resimler yaparak, dünyaya mutluluklar saçıyorsun, kermesler, kır gezintileriyle gülümsemeyi öğretiyorsun toprağa, yaşam ve savaş gittikçe azgınlaşıyor, halklar yer değiştiriyor, haklar Hades'e gidip geliyor, balinalar kıyıya vuruyor, insanlar can çekişirken, ah nasılda soluk alıp veriyorsun, gürül gürül, evet evet, niçin umutsuz olmalı, dünya değişiyor.

Benim oğlan bina okur, döner döner yine okur...

“Bu başı dumanlı dağlar / Şimdi benim için yuva oldu / Ama evim aşağılarda / Ve daima öyle olacak / Bir gün döneceksin / Vadilerine ve çiftliklerine / Ve daha uzun süre yanmadan / Kucaklanan kardeşlere katılacaksın. / Bu yok etme tarlalarına doğru / Ateş vaftizi var / Bütün acılarını izledim / Kavgalar daha da azgınlaşıyor / Ve daha kötüsü beni fena yaraladılar. / Korku ve alarm / Terketmediniz beni / Kucaklanan kardeşlerim / Değişik bir sürü dünya var / Ve değişik bir sürü güneş / Ve yalnızca bir dünyamız var / Ama biz değişik olanlarda yaşıyoruz / Şimdi güneş cehenneme gitti / Ay da yükseğe doğru doludizgin gidiyor. / Elveda diyeyim sana / Her erkek ölmeli / Ama o yıldız ışığına yazılı / Ve avcunun her çizgisine / Aptalız savaşırken / Kucaklanan kardeşlerimizin üstünde.”

Tanrı bizi bildiklerini bilsinler diye yaratmıştır der Shelley...

''İçi geçmiş bir kral, bir ayağı çukurda, tıknefes ve kör, leş gibi bir kral. Bir sürü prens, alıklar soyu, halkın nefreti içinde soluyan tortular. Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler, yapışmışlar sülük gibi bitkin ülkelerine. Düştü düşecekler, bir fiske bile istemez, kanla o kadar şişmişler. Aç ve çıplak bir halk, ezilen ezilen ezilen bir halk, ham topraklarda özgürlüğü boğan bir ordu, halkını kırıp geçiren ve soyan çöpüne dek. Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu. Ve yasalar, suça iten, yoldan çıkaran, astığı astık, yaldızlı ve kanlı Ve tanrısız bir din ve kutsal bir kitap, hiç açılmaz bir kitap, mühürlü. Ve bir senato, zorla ayakta duran, kokuşmuş, sarsak, gücü kuru. Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan, Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın.''

Ama aynı Shelley için bakın neler yazılmıştır!..

1822'de boğularak ölmüş ve İtalya'da sahile vurduğu yerde yakılmak suretiyle kendisi için bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Törende, Lord Byron, arkadaşının kafatasını bir anı olarak saklamak istemiş, ancak yine bir yazar olan aile dostları Edward Trelawny buna izin vermemiştir ama yakma esnasında kalp bir türlü yanmayınca, Trelawny kalbi ateşten çıkarmış ve Percy'nin dul eşi Mary Shelley'ye vermiştir, kalp sonunda, oğlu öldüğünde, onunla birlikte gömülmüştür.

Tanrının oğlu Mesih için bile yazılmadı böyle satırlar, devrimler skolastizme dönüşüyor, kahramanlar birer mitoloji oluyor, varlıklar birer birer sönerken, kurtarıcılardan kurtulmakta giderek zorlaşıyor...

Ama sen ey insan, sen bir peygambersin, doğdun, kavgalar verdin, çığlıklara eşlik ettin, kuşlara selam durdun, denizlere el salladın, çocuklara gülücük attın, inan ki senin hiç bir günahın yok, inan ki sen bir cennetliksin...

Ama ey Homo Home; Çağın vurdumduymaz, düzenbaz ve kıyımlara göz yuman, ölümlere göz kırpan, yaşama sırtını dönmüş, gözü kanlı canavarı, bir şey söyleyebilir miyim...

Cennet yok!..

Her şey burada olup bitiyor, benliğini aldatıyorsun yalnızca, kimlik, kişilik ve bir biçimi değiştirerek, öteki canlılardan zerre kadar ayrımın olmadan, iş sıkıya gelince her türlü hıyanete göz yumarak, çalıp, çırpmayla, göz boyamayla, işbirliğiyle, pırıltıyla, cilayla, öze hiç dokunmadan, camdaki görüntülere iman ederek, manipülasyonlara boyun eğerek, karanlıklara hükmederek ve bilincinde olmadan güneşe sövgüler düzerek geçip gidiyorsun.

Atalarından geridesin, solucanların seviyesindesin diyemem ama, sen gelmiş geçmiş, en çarpık, çelişkiler yumağı, paradoksların kurbanı ve tüm canlıların en büyük canavarı, varlığın anomalisi, tanrının büyük pişmanlığı, earth'a göklerden düşmüş, dünyanın tavanından 'del-ir-erek' girmiş bir hilkat garibesisin!..

***
Hıristiyan Tarık'ın kardeşi Faruk'un, sırtına vurdum, bugün çok sinirlisin, kendinle konuşacak kadar!..

Güldü, sözlerinden cayarmış gibi, mimikler yaparak, hepimiz yaşamsal faşizm ve sömürü dünyasının neferleriyiz dedi. Yürümeye başladık adanın içlerine doğru...

Dünyanın her yerinde hemfikir olduğumuz insanlar vardır.

'Acaba ot gibi yerden mi bittim / acaba denizlerde mi şaşırdım / ve zamanı nasıl unutmaktayım...'

Dert etme yahu dedim, Adem cennetten kovuldu, suçu Havva'nın üzerine attı, o çocuklara yüklendi, çocuklar evdeki kediye fısıldadı, kedi fareyi dağa kaçırdı, fare delik deşik edip dağı bir kovuğa saklandı.

Her şey bir döngüdür bu dünyada, zaman geçer kum kalır, gün gelir her yer güllük gülistanlık olur...

Avam menkıbeleriyle dünyayı kaç kere kurtardın dedi, bir kahkaha atarak, dünyayı kurtarsak seni kurtaramayacağımı biliyorum, sen kurtulmaktan değil zalimlere kıssa döşemekten haz alan bir fanisin dedi.

Meselci derviş!..

Hiç alınmadım, tıpkı bizim aydınların yaptığı gibi!..

Kendini aydın yerine koydun ya, sözlerimi pekiştirdin bak!..

Ah martının yazgısından söz etmeyi unuttum, bahçeye düşen martıyla, epey gelişkin bir kedi yavrusu oynuyordu sürekli, yavru kaçıyor, öteki onu kovalıyor, pençesiyle şakalaşıyor.

Tanrı kediyi martıya göre, daha gelişmiş silahlarla donatmış ne yazık ki... Bahçedekiler gördüler olan biteni, su ve ekmek verdiler yavruya, kedinin onunla arkadaşlık ettiğini zannettiler...

Ama öyle değilmiş. Çünkü yavru ilk gecesinin sabahında yoktu...

Gerçek atalarımız karanlıklardır bizim.

Bir şey anlattılar...

Bir toplum bilimci, tarım sektörünü elinde tutan 'gdo' devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini ileri sürüyormuş.

Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir diye soruyorlar. Gerçek amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı...

2008 yılının Mart ayında, Spitsbergen adasında “Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruldu. Donmuş, bir buz dağının altına kurulan ambarda, şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık üç milyon farklı tohum özel ambalajında saklanıyor.

Kuzey Kutbu’na bin kilometre uzaklıkta olan bu buzdağı ambarında, bazı dayanıklı tohumlar bin yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan tohum deposuna ‘kıyametin kırk ambarı’ da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, göktaşı çarpması veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak.

Ancak bu proje ile ilgili dehşet verici kuşkular var. Tarım sektörünü elinde tutan genetiği değiştirilmiş organizma devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildikleri düşünülüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında ‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığı söyleniyor. Kuram, ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişlerine ilişkin ayrıntılı anıştırmalar yaparak kanıtlanıyor. ‘Kıyamet Koruyucuları’ denilen finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında söylenenler bunlar ve öncelikle, bu ambarın Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü aracılığıyla işletildiği belirtiliyor. Kolezyum kentinde kurulan bu örgütün başında bir Ontariolu bulunuyormuş.

Özetle, genetiği değiştirilmiş organizma tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayılarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adada saklanıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a baş vurulacaktır.

Planlanmış bir felaketten söz edebiliriz. Bunu anlamak için yalnızca bombardımandan sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak uygarlıkların beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yer. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Bombardımandan sonra tohum mahzeni birden tarihe karıştı. Kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor artık. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri Svalbard’da bir araya getirilip denetim altına alındığında, geride kalan paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek kolay olabilir. Sonrasında da Monsanto gibi devler kendi tohumlarını tüm dünya çiftçilerine kibarca sunabilecekler. Tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebileceklerdir.

Üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin -tarım uzmanı- ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve dışarda öğrendiklerini ülkelerine maletmeleri ile yakından ilgiliyiz. ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturuldu. Küresel tarım politikalarını biçimlendirilecek konuma gelindi. Bu bir üstün ırk yaratma planıdır. Hitler’in finansörlüğü de bu yollardan yapılmıştır.

Geçmişten beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı yasalaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonra genetik mühendisliği olarak değiştirdiler. Naziler buna ari üstün ırk diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bilindiği gibi, bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtanlar tarafından finanse edilmiştir.

İnsanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yarattılar ve sonunda insan özelliklerini dilenen biçimde değiştirmeyi amaçlıyorlar. Hitler’in öjenikçi bilim adamları Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımı atmışlardı.

 Amaç ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir biçimde yok edilmesidir. ''Negro -zenci- nüfusu ortadan kaldırmak isteniyor”

Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir biyoteknoloji şirketi, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği aracılığıyla geliştirdiklerini açıklamıştı.

Bir başka örnek; Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de milyonlarca kadının tetanosa karşı aşılanması için bir kampanya başlatmış ama erkekler de tetanos olabileceği halde aşı erkeklere yapılmamıştı. Bu kuşku uyandırıcı durumdan ötürü Katolikan bir kilise organizasyonu olan Meksika Yaşam Komitesi aşıları test ettirdi. Test sonuçları gösterdi ki kısırlığın yaygınlaşmasıydı bütün amaç, hibrit tohumlarla tekel tuzağı, gelişmekte olan ülkelerde yürütülmüş olan ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyordu…

Sonuç... Büyük bir tekelleşme ve yok olma tehdidiyle karşı karşıyayız.

1984 geçeli yıllar oldu, Orwell veda etti ama Big Brother, yani 'Tanrının Eli' daima aramızda ve gezegenimiz belki de korku ve dehşetle dolu, bir hortlaklar dünyasına dönüşecek.

***

Hıristiyan Faruk, hıristiyan diyorum, çünkü onun lakabı bu, öyküye saygılı olmak zorundayım, softa Mefkure demek gibi bir şey bu, bir tanımlama...

Dedi ki, bu ada nasıl bugünlere gelmiş biliyor musun, başlangıçta neler olmuş, iki kadırga ve üç kalyon, biri hilalin mücahitleri, diğeri haçın şövalyeleri adanın önlerinde karşı karşıya gelmişler, amaç yeryüzü toprakları yetmemiş, engin denizler gönüllerini doyurmamış olacak ki, ilk bayrağı dikmek için yarışmışlar ve karaya çıkarak, kadırgalar Sedef adasından, kalyonlar Halki kıstağından sokularak uygun yere bayrakları dikmişler, ama birbirlerini görüyorlarmış, tanrının ve tüm dünyanın vazgeçilmez bir düsturu vardır biliyorsun; Yaşamak için öldüreceksin!..

İnsanın dilinin varması bile tüylerini ürpertiyor.

Japonya'yı fethetmek için değil, Japonya'yı fethetti desinler diye savaşırlar denirmiş, evet söylemiştin ama bu öyle değil, gerçekten -sahip olmak adına- savaşa tutuşmuşlar ne yazık ki...

Bugün plaj olan yerin derinliklerinden kemik çıkardıklarını biliyorum ben, bir keresin de balıkçı Barba (Barbaros) bir madalyon gösterdi bana, kafatası üzerinde çatılı, iki kaval kemiği vardı üzerinde...

Korsanlar!..

Tepede bir sürü lahit kalıntısı vardır, kum gibi dağılmışlar ama üzerindeki işaretler onların kimi latin, kimi grek harflerle süslü mezar taşlarının birer halkası olduklarını gösteriyor, her türden kavim uğramış buralara, Aya Yorgi'nin orda, artık toza dumana karışmış bir türbenin izleri vardır, sarık biçiminde taş kırıntıları ve üzerleri garip renkte paslı yeşillerle kaplı objeler...

Bin yıllardır, yazık değil mi bu insanlara, bu insanlığa dedim...

Dinle dedi, büyük babam, tepede bir keşişle bir müezzin tartışmaya tutuşmuş bir gün derdi, öğretilerinin yek diğerinden daha üstün daha insani oldukları noktasında... İkisini de kuvvetli bir rüzgar almış götürmüş sonunda diye gülerdi hep...

Tartışmanın özünü anımsıyor musun dedim...

Baştan sona hem de, anlatabilirim dedi!..

Begonviller açmış, ılık bir rüzgar yüzümüze vuruyordu, dar bir yola saptık, benim can yoldaşım, ömrümün gül bahçesi Nebihe'm, manolya kokusunu çok sever, elim varmıyor ama şuradan birini koparsam mı acaba...

Nebihe, kitapsız peygamberlerin şanlı bir kızı sanırım, kopar nasılsa günah sayılmaz dedim. Gülümsedi ama kolu yetişmedi, örene çıkması için destek verdim ama koparırken, çiçek inci tacı gibi düşüverdi elinden, havada yakaladım ve ilk kez kokladım o çiçeği, ne görkünç bir koku yarabbim, mayhoş, bulut gibi, buhur gibi, buhurdan gibi, tütsü gibi, cennet bağından bir gül, bir sümbül, bir zambak gibi, yeryüzüne serinlik yayan  soğuk bir ıtır gibi, ne derseniz deyin, çiçek o denli esrik, ruhları sakinleştiren, derin ve tuhaf bir rayiha yayıyordu ki havaya anlatamam, büyük beyaz bir ece, bir tanrıça gülü gibiydi düpedüz, bir tomurcuk, içinde sarımtırak koku yayar eşey organlar...

Yarabbim bu anlatılamaz, yaşam bu yüzden bir tansık işte, bu yüzden tapıyoruz ona ve bu yüzden kadırga ve kalyonlar paylaşamıyor onu ve bu yüzden ölümle cezalandırılıyoruz şu yaşamda...

Nebihe'nin payını sunarken yoldaşıma, dedi ki, pembesi de vardır bunun, savaşlarında bir karşıtını yaratabilseydik...

Gözyaşlarımız karşıtı ne yazık ki, dedim...

İki adam, keşiş ve  müezzinin hazin öyküsünü dinle o zaman, belki neden çözüm bulamıyoruz anlayabiliriz, hiç belli olmaz dedi...

Müezzin kıbleye dönüp tapıncını bitirmiş ve sağına soluna selam verdikten sonra, orada bir deniz fenerinin görkemli uğultusuna, istavroz çıkarıp, selam duran keşişe demiş ki...

'Nesneleri ve dünyevi gelenekleri, alet ve edevatlarla, hayatın gereklerinin kutsanıp, selamlanması tanrıya şirk koşmaktır, okunup bilinmesi ve ruh mürekkebiyle alnımıza nakşedilecek olan, yalnızca tanrının vahiyleri ve mucizeleridir. Eşyanın tutsağı olmayın ve putlara tapmayın buyuruyor o!..'

'Biz tanrının evlatlarıyız ve mucizesiyiz, biz her bir yaratılmışı öpmeliyiz, her kimsenin derdini dinlemeliyiz, o ki tanrının bağışlarıdır, sevilmelidir, gözetilmelidir, okşanmalı ve selam verilmelidir, biz herkesiz ve hiç kimseyiz.'

'Tanrının çocukları onun yarattığı seyrü aleme, nasıl barbarca bir tutum sergileyebiliyor, başka bir cana yönelebiliyor, kuşkunun rengi beni teskin etmediği sürece, uykulardan uzağım ben, kabuslar süslüyor gecelerimi ve onlar, Habil ve Kabil'e ayrılabiliyorlar, biz tanrının göz nuruyuz, incisiyiz, ama layık olabilmeliyiz, biz onun evlatları mıyız, nasıl ona layık olamıyoruz, onun buyrultularına harfiyen uymalıyız, onun dediklerine gözlerimizle bağlanmalıyız, yüreğimizi açmalıyız hayata ve onun hesap gününe hazırlanmalıyız, uygarlık el değiştiriyor sürekli ama biz ıslah olmayanlarız.'

'Sizler birbirinin aynı sonsuz dünyaların varlığına inanıyorsunuz, bir yineleme ve versiyonlar cenneti dünyaların, suç ve cezanın, cennet ve cehennemin, sonun ve başlangıcın, tanrının yeni bir şey yaratamayacağını ileri sürmekten başka, ne gibi bir özelliği var bunların, sizin günahlarınızda, sevaplarınızda birdir. Kalıptan çıkmış gibisiniz. Gerçekte sizler, hayata sırtını dönmüş batıl birer münkirsiniz.'

'Nicel dünyalarınızda, sonsuz ayrışıklarla baş edilmezleşen dengesizlikleriniz, hiç bir zaman birbirinin aynı olamaz, günah ve sevap birbirine taban tabana zıttır ve alemde birbirine benzeyen, tıpatıp aynı olan, iki ayrı şey, sonsuza dek, bir arada olamaz, iki kelebek bile birbirine benzeyemez, tümüyle ayrı varlıklar, karşıtların, günah ve sevapların dünyasıdır bu, öyle olmak zorundadır, her canlı bir evrendir ve her biri başkaca bir evrendir, günahlarımız hepimiz için ayrı ayrı sayılmakla, cezalarımızda her seferinde apayrı görülmelidir, şu cihan da birbirinin aynı olan hiç bir şey yoktur, tanrıdan başka her şey değişip akmada, o değişmeyen ki, biz tanrının son buyruğuna inananlardanız.'

'Biz aşkınlığın sevisiyle yanıp tutuşmaktayız, bilinir ki son diye bir şey yoktur evrende, yeter ki o buyrultular kendi içinde bir sona ulaşmasınlar, bir dogmaya dönüşmesinler, siz çileciliği öğütleyenlerdensiniz, kadercisiniz ve alınyazısının bir gül gibi açtığını söyleyen, keder bahçelerinin, şehadet timsali münadilerisiniz, değişmezlikten yana yanıp kavrulan medyunları, biçare müminlerisiniz.'

'Bizler vicdanımızla hareket ederiz, bir ceylanı bir aslanın yemesine gönlümüz el vermiyor, siz bunun adına doğal dengeler, olması gerekenler diye öğüt verenlersiniz, semirenlerin ağzıyla konuşan aslanlı bahçeler, kan rengi lalelerin süslediği sütunlarda inleyen lavtalar sizin olsun, ölmeyene ant olsun ki hayatın değişmesinden yana olan biziz, kaderin değişmesinden yana olan biziz, biz bülbülün diken üzerinde ötmesini istemeyiz, biz bebeğin içtiği sütün kesilmesine yas tutanlarız, biz şehadeti bu yollarda arayanlarız.'

'Siz tanrının kullarını sınava tabi tuttuğunu söylüyorsunuz, olanakların sınırlı sayıda olduğu bir evrende, günah kaçınılmazdır, olanaklar yenilenemeyeceğine göre, bu büyük bir ikiyüzlülüktür, bilesiniz ki günah diye bir şey yoktur ve yalnızca hayat vardır, tanrının bağışladığı hayat.'

'Öldürmeyeceksin diyenlerin bir gün yokluğu savunacağını biliyor mümin kullar, inanmışlar, tanrıya karşı gelmenin bir cezası olamayacağını söylediğimizde, kalem tutan ellerimizin yanacağını, şakıyan dillerin tutuşacağını söylemekte ebediyete  dek haklılar, yokluğun tanımını bir bilen var mı, mükafatsız ve cezasız bir alemin ne anlamı olabilir ki.'

'Tanrının dünyayı duyumsamak, bizleri deneyip sınamak için evreni yarattığını ileri sürebilmemiz için, 'Karıncalar Hanlığı'nı da gözlerinizle görmüş olmanız gerekir, tanrının amacı değil aracı olduğumuza inanıyoruz biz, onun evlatlarıyız ve yitirdiğimiz babamızı arıyoruz evrende.'

***

İkisi kavga ede, tartışa dura bir kayanın dibine vardıklarında,  bir uçurumun başında durduklarının ayrımına varmamışlar ne yazık ki ve  bir adım daha atıp karışacakken yokluklara, şiddetli bir rüzgar, onları bir bulut gibi sarıp sarmalamış ve Araf'ın Yurdu'na doğru yola çıkarak, tanrı katına, o sorgu makamına ulaşmışlar...

Yazgısı, tanrının iki dudağı arasında olanların tartışması, bir alaysama ve yaratıcılık peşinde koşmaları, telafisiz bir yadsımaya kapılmanın gafletidir belki de...

Kötü olmamanın, şeytanca bir kibir olduğunu yazan bir kitap vardır. Belki de olup bitenler büyük bir armağandır onlara, belki ayrımında bile değillerdir...

Güçlükle duyulur bir sesle, alevlerin ve ışıkların dili, lanetlilerin bedeninde ışıldar her gece diye mırıldandı ve sözlerine son verdi hıristiyan Faruk...

Müezzin ve keşiş, hesap gününe, o sorgu makamına vardıklarında, gene durmamışlar, hayasızca, hoyratça, kendini bilmezlikle, edepsizlikle ve körlemesine tartışmayı sürdürmüşler, sınırı ve sonu olmayanın gözü önünde kavgaya tutuşmuşlar, gemi azıya alan, bu dizginsiz ve kendini bilmez yaratıkları gören tanrı, onları güç bela ayırdığında, şaşkınlıklar içinde boğularak, birbirlerine bakakalmışlar, kan revan içinde, soluk soluğa...

Çünkü, görmüşler ki birbirine bakanlar, karşısındakinin tıpatıp aynısı!.. Üçü de birbirinin birebir benzeriymiş!.. 

Evrenin gizi meğer bu üçlüdeymiş.

Üçü de birbirinin kardeşi...   Üçü de, bir üçüz olduklarının ve bir kardeş olduklarının, sonunda ayrımına varmışlar...

Bazıları der ki, yalnızca tanrı ilk doğandır aralarında, evrenin bir dölütü olarak, rahimden ilk fırlayan...

Ve o buyuruyor ki, böylece bir  gizin muradına erdiler işte ve o günden beri utanç içinde yaşadılar...


DELİA

Güneşin, yaprakların  arasında gezinen solgun ışığında, Prusya mavisini andırır  dev bir kuş,  sanki birdenbire, ormanın içinde gözden  yitip gitti.

Delia o dedi, yetimhanenin bekçisi, bütün gün yalnız başına dolaşır adada, sonra kayalıkların orada, ıssız koydaki kulübesine gider, bütün gece, denizin sesiyle karanlıkta düş görmeye!..

Robenson gibi dedim, bir tür Robenson... Bekçi, delirmiş o dedi, çocuklarını kaybettikten sonra diyor kimi, kimi kapıldığı bir aşk yüzünden, kimisi de zamanla ölümün ağırlığını duydu bedeninde, hiçliğe kapıldı diyorlar.
Dev gibi bir kadın, oysa hala güzel görünüyor. Konuşmuyor mu dedim hiç... Konuşur dedi, kendisiyle...

Hızla arkadan dolaşıp önünü kestik, bizi görünce durdu ve bir taşa oturarak uzaklara bakmaya başladı. Görünmeyen bir tanrıyla sanki söz düellosuna girecek gibiydi...

Onunla konuşmazdan önce şunları anımsadım bir bir...

Ettora Scola'nın bir filminde sanıyorum, yazma yeteneğini yitiren bir senarist, işaret parmağını kalemtıraşın içine sokar ve çevirir!.. Bu sinemanın gücünü göstermek bir yana, yeteneklerimizi yitirdiğimizde, düşünme ve üretme becerimiz bittiğinde yaşayabileceğimiz elim sonu, ironize etme, dahası yüzümüze vurma  açısından son derece dramatik bir sahnedir.


Yapay zeka konusunda hep düşünürüm öteden beri, çalıştığım yıllarda, birinci sıradaki bir satranç oyuncusuyla, satranç  konusunda verilerle donatılmış bir bilgisayarın karşılaşacağını, on iki oyun üzerinden yarışacaklarını söylediler. Çoğu karşılaşmayı, insanın kazanacağını ileri sürüyordu, gülerek bilgisayarın kazanması gerektiğini söylüyordum ben de... Sonunda bilgisayar kazandı çünkü nedeni şuydu sanırım, insanların bildik tüm hamlelerini, sonsuz bir çeşitlilikte  bilgisayara yüklediğinizde, hiç bir insan onu yenemeyecektir. Çünkü hepimizin hamleleri onda saklı, o bizim ne yapacağımızı artık biliyor, hepimizin...

Ama biz tek tek, diğerlerimizin hamle yeteneğine sahip değiliz, hepimiz kendine özgü düşünce sistemiyle yarışan birer tekiliz, ama bilgisayar tümümüzün düşünce sistemini ele geçirdiği için bu konuda, onu artık kimse yenemez, yalnızca o son hamleye karşı yeni bir hamle üretebilmemize dek!..

Bu da bize yaratım noktasında tanrıyı geçebileceğimizi gösterir, tüm insanların, günün birinde, tüm davranış ve düşünsel verilerini herhangi bir robota yüklediğimizde ki bunun olanağı vardır, o zaman işte bu yeni 'Canlı'nın, insanüstü olması kaçınılmazdır, o bir yana bizim olağanüstü sandığımız her şey, o noktadan sonra, gerçekte bir olağanlık dizisi ve tüm  zorlukların altında bir anlaşılırlığın,  belki de sürgit kavranılabilecek bir kolaylığın, yalınlığın ya da bir basitliğin olduğunu ve tansığın yalnızca bir sanı ve insanın linguistik imgeleminde, öylesi bir ileri sürümden başka bir şey olmadığını gösterebilecektir  artık. Doğallıkla böyle bir şeyin şaşırtıcılığı olamaz...


Sonuçta ne olacaktır, biz tanrılaşacak mıyız diye düşünebiliriz de, ama hayır tam aksine bütün bütüne bir insan olacağız, insan olma noktasında bir aşamayı daha geçeceğiz.

Çünkü tansık diye nitelediğimiz,- bilimde tansık yoktur zaten-  ya da olanaksız gördüğümüz her olgu, her oluntu, yapıntı ve düzenim şu dünyada, gizi anlaşıldığında, formüle döküldüğünde veya varoluş biçimi ya da genetik kodu veya oluşum kompleksleri diyelim tümüyle ele geçirildiğinde o şey sıradanlaşır.

Onun için tanrı katına hiç bir zaman ulaşamayacağız biz -çünkü tanrı olağanüstülüğün adlandırılmasıdır-, ama tanrının bize doğru eğilimle, yaklaşacağını, yakınlaşabileceğini söyleyebiliriz.  Düşünelim ki geçmişte, yıldırımlar ve şimşekler tanrımızdı, gök gürlemesi onların dile gelmesi, seller, volkanlar ve yangınlar  onun eyleme yeltenmesi, güneşin açması ya da baharın müjdesi,  onun bir anne gibi sevecenliği veya bir baba gibi affediciliğiydi...

Delilik insanın naturasında var, gerçekte hepimiz birer deliyizdir belki de, bilemiyoruz, göreceliliğin yolculuğunda, kimin neye karşı sağlıklı ya da olması gerektiği gibi bir kalıbın içinde yüzüp gittiğini kim bilebilir ki...

Yaşam halen bir tansık olma nitelemesini sürdürüyor, çünkü hala bilinmeyenlerle dolu, zaman bizim delirmemizi öngörebilir ya da yaşadıklarımız bizi, içinde bulunduğumuz sistem ve biçimlendirmelerden uzaklaştırarak, diğerlerine göre bir deliliğin içine sürükleyebilir.


Az kalsın delirecektim, o an ne yapacağımı bilemedim, birden kendimi kaybettim ya da o sıra bana bir şey oldu, en sık kullandığımız tümceler arasında belki de başı çekiyordur, hiç sayamadık ki korkudan!..

Uzun bir yola çıkmıştım günün birinde, gençlik yılları, para olabildiğince sınırlı,  mola yerinde açlığımı yatıştırmak için, glikozla bedenin enerji düzenini ayakta tutmak,  olağan sağlık yapısına katkıda bulunmak için, menüde en ucuz olan şeyi, bir  komposto içeyim dedim, hayatın ve ölümün amansız baskıları işte, belki de parasızlığın illüzyonudur bilemem ki, o an sanki bir düşün içindeymişim gibi, kominin yaklaşması, bir şey alır mısınız diye tinsel yapımı kuşatması, bir boyundurukla abluka altına alması, anlağımın istemsiz biçimde sapmasına ve bir düşünsel karmaşaya sürükleyerek, gecenin uyku veren saatinin de el vermesiyle, -bu halleri her insan, türevi de olsa yaşamıştır ve bilir-, sanki bir afaziye yakalandım ve adları karıştırdım ya da unuttum, ağzımdan komposto yerine -belki de istemsizcedir bilemiyorum-, rosto çıktı, en pahalı yemek!..

Şeytan söyletti diyemem, tanrı söyletti bana kalırsa, çünkü şeytan bizi denemeye kalkışamaz, o bir mutlaklık peşindedir ve sürekli, salt kendini deneyecektir o,  tanrı ise bizi sınava çeker bildiğiniz gibi, bakalım ne  olacak, nasıl atlatacak ya da neler yaşanacak, ikisi  arasında incelikli bir ayrım vardır ne yazık ki!.. Tanrı sürgit denemek zorundadır, bir daha ki sefere kusurlarını en aza indirgemesi için!..

Şeytan, sabah çeşitlerini tanımakla yetinir, böyle bir erekle dünyaya gelmemiştir!..

Bu yüzden hiç bir şeye inanmam ben, inandığım tek şey hiç bir şeye inanılamayacağıdır. Bilimde şarlatanlık peşinde koşabilir bana kalırsa, aşkta aldatıcıdır, insanda bir tanrıdır, yemek ve içmek zorunluluğu canlıları sıradan kılar, denizlerin altı gerçek dünyadır, uzay bir illüzyondur gibi, ama son durakta şudur bu konuda; her şeye inanılabilir de!..

Bir bilimsel yayın görmüştüm şu yakınlarda, bir duyum bu...

İnsanlar on bin  yıl önce tarım yaparak erozyona neden oldu. İnsanın çevreye olan etkileri yalnızca bugüne özgü bir konu değil. İsrail’de yapılan bir çalışmada, yaklaşık on iki bin yıl önce, insanların tarım ve de bitkilerle ısınma çabaları sırasında deniz çevresinde erozyona neden oldukları ortaya çıktı.

Ölü Deniz jeolojik ve arkeolojik araştırmaların sıklıkla yapıldığı bir nokta olarak tarihsel anlamda çok önemli bilgiler sunmakta.
İsrail Tel Aviv Üniversitesi’nden araştırmacılar, Ölü Deniz tabanında yaptıkları sondajlarda topladıkları numunelerden iki yüz bin yılı aşkın tortu kayıtları elde ettiler. On iki bin yıl öncesinde oluştuğu belirlenen tabakadaki örneklerde, doğal olarak oluşmayacak olan erozyon oranları saptandı.

Birde şuna benzer bir şeyde görmüştüm...

İsa Arap ırkından olabilir. Nasıra'da yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında, eski bir mezara ait bulgularda ele geçen kemiklerin incelenmesi sırasında varılan sonuçlar, daha önce Medine'de bulunan bir mezarda bulunan kemiklerin antropolojik yapısıyla birebir örtüşüyor. Birbirine yakın bu iki coğrafyada yaşayan insanların, aynı soydan geldiği ve yakın akrabalık ilişkileri içinde olduğunu ileri süren Wisconsin Üniversitesi'nden bilim adamı Efraim Herzog, buradan anlaşılıyor ki Nasıralı İsa'nın büyük olasılıkla bir Arap olduğu sonucuna varabiliriz demiştir...

Bunun uydurma olduğunu söyleyebiliriz ama gerçektir!..

Bizler, insanoğlu gerçek  yola çıktığında yalan dünyayı dolaşmış olur diyoruz. Varsayımlar dünyasında her şey safsataya dönüşebilir, her safsata gerçeğin yerini alabilir, dün dünya düzdü, bugün yuvarlak, yarın kara ve denizlerin biçimine bakarak amorf olduğunu söylemek durumunda kalabiliriz, bakış açımızın gerçekliğinin bizi neye zorladığına bağlı bu, önümüze koyduğumuz yeni postula bir öncekini unutmak zorunda bırakabilir bizi!..

Ah yeryüzünde, iki türlü insan vardır gerçekte, ne bilgilerimizin var ettiği, ne hurafelerin efendiliğine soyunan. Birincisi; kendisi kötülüklere alet olmuş insanlar, ikincisi kendisine, kötülükleri alet etmiş insanlar, görünürde üçüncüsü yok,  toplumlarda öyle, kötü, yararsız şeylere bel bağlamışlar, bir ötekisiyse kötü şeylerden yararlanmışlar. Kabulü zor görünüyor, insanlığın geldiği, geldiğimiz noktaya bakarak, olayların bu ikisini andırdığına inanıyorum ben. İyimserlik bize bir şey kazandırmıyor sanıyorum, çünkü o yinelemeleri, neredeyse zorunlu kılıyor ve hiç bir şeyi değiştiremez bir bumeranga dönüşmüş artık ve hep başlangıca, başladığı noktaya dönüyordur kanımca...

 Örneğin bizler, afra tafra yazıcıları,  noktalama işaretlerinin yerini bile bilmiyoruz,  en büyük sorunumuz şu bence, çayı en iyi yapan bizizdir örneğin ama  tatlandırmasını bilemeyiz, onu biliriz, içerken üstümüze dökmeden edemeyiz. Bütünlük yok bizde... Bir yabancı, burada her şey var ama hiç bir şey tam değil dedi, doğrudur ne yazık ki...

***

Delia'ya; Burada iyi misin dedim. Hiç bir tepki vermedi, sessizlikten gelir gibi sözümü tekrarladım... Burada iyi misin...


Sen dedi...


Durakladım bir süre... İyi olduğumu söyleyemem dedim. Konuşamazsak birbirimizi anlayamayız, benim en büyük sorunum bu biliyor musun...
Hiç  bir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle gelmedim buraya dedi.

Gizlenmiş bir şiddet ve terörize bir dünyada yaşıyoruz, burada bile öyledir ama salt kendim olmak istiyorum ben, olabildiğince, hiç bir yararı olmasa da, elimden gelseydi öldüğümde, denizin içinde yitip gitmek isterdim...
Canımıza kıymak düşüncesinin bir terör olduğunu düşünüyorum dedim. Doğru dedi, tepki verdiğimiz hiç bir şeye katkımız olmamalı, olabildiğince...

Ama dedim, iyi  hiç bir şey yok mu şu dünyada, hiç mi yok...
Var dedi, çok hem de, ama sonucu değiştirmeye yetmiyor, hiç yetmiyor, kargaşanın önüne geçemiyoruz, yaşam yalnızca biçim değiştiriyor, bu çok sıkıcı geliyor bana, bir fanusta, uzayda bir yerde, burada bir kulübede  ya da varlığın her hangi bir yerinde gene böyle bu, kendimizden kurtulmanın yolunu bulamıyoruz...

Gerçekte bencilin biriyim ben biliyor musun diye sürdürdü...

Paranoya içindeyiz hepimiz ama ben sakinim ve mutluyum burada, sizi bilemem, deliliğin ve sanrıların tutkusuyla bir kabusun içine sürüklendiğimi düşünebilirsiniz, düşünebiliriz ama aynı şeylere tutku içinde sarıldığımızı ve kendimizi göremediğimizi düşünüyorum ben ve kendimi bir denek olarak buraya sürdüm, elimden başkaca bir şey gelmediğini düşünebilirsiniz artık.


Ama dedim yine, düşüncenin engin bir dünyası var, doğrulam ve gerçeklik apayrı şeyler, sence ne yapmalıyız ki, hepimiz için bir adım, bir dönüşüm olduğunu kabul edelim...

Bunun olanağı yok, yenildiğimi kabul etmeseydim buraya gelmek istemezdim. Kişisel ya da kitleselliğin içinden çıkan öylesine bir tepki sayılır benim ki, doğru ya da yanlış olduğunu kesinleyecek kadar ileride gidemem. Yapılması gereken özeylemin  özgürce yapılabilmesi, belki bunu yapabildiğim için bir umuda  kapılabilirim ben, kurtuluş yolu hala vardır belki de...

Delia, ben senden daha umutsuzum demeye utanıyorum.

Burada ilk kez gülümsedi Delia, paranoya ve cinnet içinde olduğumuzu düşünenlerimiz için, iyi bir örneksin dedi. Sorun sizde demiyorum ama arınmışlığı arayan biri için, bunları ileri sürmek haksızlık değilse de, umudun yok edilmesi ya da onun görmezden gelinmesi, kıyamet provasına kalkışmaktan öteye geçemez...

Hiç bir şey, bize hiç bir şey kazandırmış değil ne yazık ki!..

Umutsuzluğun umudu da söz konusu olabilir. Kötülüğün zorunlu olduğunu ileri sürseydim ne diyebilirdin, savaş, açlık, kavga, ölüm, öldürme, sayamadığım bir sürü şey için bir zorunluluk var gibi geliyor bana, niçin bunların gölgesinde yaşıyoruz ve bir çözüm aramaktan kaçınıyoruz da, bir gölgeye, çöle veya dağa sığınıyoruz biz...

Hak vermeyi bilmek gerekir.

Bu dediğinde gerçeklik payı varsa da, kötülük ve kötümserlik ele geçirmiş bizi, bundan kurtulmak gerekir öyleyse, belki de diyeyim ki, biz sorunlarımızın efendisi olmayı yeğliyoruz gerçekte, ondan kurtulmak değil, kötülüğün bizi ele geçirmiş olması, onu ortadan kaldırma adına bizi oyalayan bir kozmikomikliğe dönüşmüş. Düşünceler alabildiğine basitleştiğinde belki soruna daha çok yaklaşabiliriz...

Kurgunun, eyleme yansıması noktasında sürekli problemler yaşadığımızı ileri sürebilir miyiz...

Sorunların kendisini tek tek ya da bir bütün olarak ele almak noktasında hep bir engeller var bizim içimizde, tüme varım ya da gelim bizim için bir çözüm olmaktan uzak ne yazık ki...

Özür dileme alışkanlığım vardır benim. Peki, her ölümlü gibi çözüm ne diye sormak ya da ne yapmalıyız bizim için formüle edebilir misin diye danışmak durumundayım.

Ruhum aç benim...

Sıradanlık içinde olmalıyız, umut bir soyutlama ve ufki, sakince düşünmeliyiz, belki hızlanmak için geri geri gitmek gerekir ve sonra koşmayı denemeliyiz, sorunlar sonsuz ve açımları da bir o kadar sonsuz gerçekte, temel sorun kendimizi görmeli ve ona göre çözümler üretmek noktasında, bir karar ve mantık birliği, düşünce silsilesi içinde yol almalıyız düşüncesindeyim, bunlar ileri sürüldü belki de, ama dünyanın bir anomali içinde olduğunu kabul etmeliyiz öncelikle...

Sonsuzluk  denizinde bir çözüm bulabileceğimizi düşünüyor musun yine de...

Yaşamı gerçekte yadsıyorum ben, beğenmiyorum, kendime dönmek istiyorum ve varabileceğim, deneyebileceğim tek gerçeklik bu, burada olmam sizi şaşırtıyor, oysa burada değilim ben, yalnızca olabildiğince ilkel ve ilk günümüze dönmek istiyorum, ana rahmine dönmek gibi, sıfırı görme ve yeniden başlamak, tuhaf olabilir ama algılarımız hep bir saplantı içinde ve hepimiz birbirimizi, her şeyi, evreni, tanrıyı, varlığı, yokluğu  yanlış algılamakta direniyor gibiyiz. Doğrulardan ve gerçeklerden nefret  ettiğimi söyleyebilirim. Başka bir dünyadan, dumanlı vaatlerden, cennet ve cehennemden de nefret ediyorum ben, belki içimde ya da burada başka bir gezegende olduğumu düşünerek kendimi avutuyorumdur, bir 'otopya' demem yinelemenin tuzağına düşmek olur benim için ama başkaca  ne yapabilirim ki...


Delia, ağlama isteği uyandırıyorsun bende, başka hiç bir şey değil...

''Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında / Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez / kendi bildiği Tanrı’yı, / Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır duyulan. / Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız, / Geçer giderler, bizim gibi...''
Algılarımız hiç değişmedi ve değişmeyecek!..

Minicik bir özlem yumağıyla 'Hoşçakal' demek istiyorum sana...
Büyük bir gök parçasıyla; Hoşçakallar bir arada olsun diyorum bende...

Delia'yı bir daha  göremedim...

***

''Nasılsınız, dedim. 'İyiyim' dedi. Yalnız, 'İyiyim' derken, 'İ'yi oldukça uzattı, ses aralığını uzun tuttu diyebilirim. Bununda, buraya gelirken, oldukça sakinlikle yola çıktığını, diyelim eşikten adımını attığında, usunun dingin, tininin de dertsiz ve uğultusuz olduğunun bir göstergesi sayılması gerektiğini düşünebiliriz. Ama 'İyiyim'in son harfçiği  'm'yi üstüne basarak, içsellikle keskinleştirilmiş ve ama sonuçta gizlenmek istenen bir hışım ve kinle söylediğini de ileri sürebiliriz. Bu, yolda, diyesim taşıtta, olası can sıkıcı olaylarla karşılaştığını, buna karşın kendini tuttuğunu, küçük ama baş ağrıtan sorunlara bulaşmak istemediğinden, zorlasalar bile, beceriyle ıvır zıvır dertlere yol açabilecek bu durumdan sıyrılmayı başardığını gösteriyor...

Sonuç olarak, 'İ' ile 'm' arasındaki, eşlikli dört harfçikten doğuşmuş aralığınsa, epey titrek ve harflerin ses tellerinde denetsiz biçimde; soluk borusunda yuvarlayarak, çok az yırtımlı bir tınıyla yansıyıp, algılandığına bakacak olursak; sinirlerinin gerçekte, geçmişten gelen, uzunca bir zamandır bozuk olduğunu, bu durumun, zamana yayıldığı için sinirsel uçlarının törpülenip görünmezleştiğini ve dolayısıyla ustalıkla gizlenip, saklandığını ya da bu düşünseme içinde değerlendirilmek gerektiğini anlayabilmemiz gerekir.

Verili görüngüde, şu an sakin aralıklarla ve denetlenmiş gözüken bir ıra yapısıyla sözler edip, sandalyede yavaş eskivlerle, eğik açıda hareketlerini sürdürmekte olan bireyimiz, soyun öbür bireylerinden ayrılıkla, geçirmekte olduğu şu saatlerde kolaylıkla sinirlenmeyeceğini ve edimini uzun süre koruyabileceğini; ama uzun süreli baskın bir konuşma biçimiyle karşılaştığında (ya da dayatıldığında), tehlikeyle umursuzlaşıp, saldırganlaşabileceğini, kendisine karşı pasif tutumun sürdürülüp, sergilenmesi durumundaysa etkin ve egemen bir role kolaylıkla geçiş yapmayı önelleyip, (yeni durumu benimsemek) istemeyeceğini, üstelik tam da karşıtı, dozunda bir kibirle, kendi özgün tutumunda yol alacağını ve karşısındakini; diğer bir deyişle ötekini koruyup kollayacak bir imaya bile bürünebileceğini, büyük olasılıkla savlanan ve kuramsal sınırlara yaslı, bu vargı ve belirimlere koşut olarak, birlikte ılımlı saatler, yatay, edilgen bir anlar boyutu ve inişi çıkışı olmayan; ansınır deyimle kazasız belasız geçirilecek bir günün bizleri beklediğini, güvenilirlikle ve neredeyse tümel olarak söyleyebiliyor, düşünüyor ve umuyorum...''


Bir an gözlerimi açtım, ay bir yarı-tanrı gibi yükseliyordu gökte...

Düş görmüşüm.



ADA'LHANOV

Hiç unutmam, söz etmişliğimde olmuştur, Felsefenin Temel İlkelerini okuduğumda... Ama önce şunları söylemeliyim!..

Politzer gerçekte, Atlantik'in doğu yakasının -kültürel- üretkeni konumunda -demek ki doğu batı diye bir şey yok!-, yalnızca kapitalist dünyada yaşamış; komünal toplumu irdeleyen, analiz eden satırların gene onlardan gelmesi şaşırtıcı, ülkesini terk etmiş...

Ama dünya böyledir, diktatörler gerekirse sosyalizmi de biz getiririz diyebilirler, barış bizden sorulur da, dünya, savaşın aktörleri olduğu halde, barış masasının kahramanlarının da aynı kişilerden oluşmasından büyük haz duyar!..

Politzer'i komünal felsefeyi, idealist kültürle değerlendiren biri gibi algıladım hep, etkisi bir empati değil eleştirel bir soğukluk yarattı, son anda Naziler'e sizin kurtuluşunuz için çabaladım demiş, trajik bir an, tüm insanlar, hepimiz ölünün ardından susmayı biliriz, bu dünyayı geride bırakan birinin, gerçekte ne bedeni, ne düşüncesi kavga konusu olamaz artık, cismani varlıktan soyutlanarak sürüp gider tüm tartışma, teleferiğin adı birden varangel olur ve Politzer unutulur. Gerçek hesap yeri dünyadır yalnızca zaten, her şeyin dünyada kaldığının kanıtıdır belki de bu tutumlar. Ötekisi bu dünyanın parçası, iş gören bir terazi, sanalitik bir emniyet sübabı ve ruhların Giulietta'sının bellediği  masalların masalıdır kısacası!..

Politzer batının komünist parti üyesi... Karmakarışık bir algılar dünyası bu, ülkesinde kalsaydı bu çabaları daha anlamlı olmaz mıydı diye düşünmemiz gerekir. Çünkü orada da beklenmeyen konuk kapısını çaldı ve 'Et di Brutus' gene yinelendi ve Politzer gene 'Aşk olsun!' dedi.  Bu konularda popülist batı dünyasını seçmesi, onu tanınmış, bilinmiş kılıyordur ama sıkletinin ağırlığını taşımış olma noktasında kuşkuları da beraberinde getiriyor. Huzurlu bir bahçede, huzursuzluğun tanımından, tüm girdi çıktılarından söz edebilmek ve kavramın zatıalinizden sorulması nasıl bir şeydir  demekte gerekebilir, üstelik dünyamızda bela geliyorum demezken.

Büyük konuşmak küçük dünyalara özgü bir şeydir evet ama eleştiri tanrının bahşettiği bir şeyse, onu sevelim ve vareste tutalım diye bağışlanmışsa, dilleri tutuşturmamız son derece gereklidir, ne de olsa bir armağanın endamını ölçüp biçmek ve tadına da bakmak gerekir. Doktor kuşpalazını bilsin diye  yatağa düşmelidir denemez ama bilmek cefa gerektirir.
Felsefenin Temel İlkeleri emsallerine göre daha alfabetik, daha anlaşılır ama daha yüzeysel bir kitap. Burada bir öykü amaçlanıyor ne yazık ki, bir eleştiri ya da kurban seçimi utanç verici olur,  öyleyse olan bitene bakarak, tüm dünya   bir oyun bahçesidir diyenlere nasıl kızabiliriz.

Özün sözü, üzülenler, kaybedenler, yenilenler kendini bilsin yeterlidir mi demeliyiz!.. İşte kitabın ortalarına doğru sanırım, bir Adelhanov kıssası vardı, olay ufkunda geçenler şu, Adelhanov Bolşevik devriminden sonra atölyesini -işlik- kapatmak zorunda kalır, ekonomik krize girdiği için çalışanların işine son verir ve der ki, bir işçi olacağım bende, biraz sermaye  birikimi gerek, daha güçlü olarak  döneceğim merak etmeyin. Ama Adelhanov ne yazık ki bir daha geri dönemez,  onun trajik öyküsüne hala içlenirim, çoktan bu dünyadan ayrılmıştır tabi, ama öbür yakaya gittiğimde ilk görmek isteyeceklerimden biri o, görmesem de bu duyguyla gideceğim!..
Politzer bu örneği veriyor ama Paul Tibbets'in kokpitte Komut'a basarken ellerinin titremesine ya da gözyaşı dökmesine, Hiroşima'da ölenlerden daha çok içerlememize benziyor  bu...

Adelhanov'un dramı istatistik -sayısal- ölümlerin ve milyonlarca insanın dramının önüne geçiyor, kapitalizmin sihri burada yatıyor, o koyunların yazgısına ağlamamamızı men eder, nasıl olsa sürüler yine üreyecektir, ne var ki başka Tibbets yoktur şu dünyada, varsa yoksa altın boynuzlu koçlar  ya da açlıktan ölen masallardaki kurdun başına gelen perişan eder bizi ve uyuşturucudan cezalı bir yıldız cezaevinden çıkarken gözyaşı dökeriz.
Tibbets görevini yerine getirmeye zorunlu olduğunu, kim olsa aynı şeyi yapardı  diye haykıracak olsa hıçkırıklarımızla eşlik ederiz ona, eğer Pasifik'in sularına dalarak, sessizce harakiri yapmayı seçseydi görev uğruna, ihanetle suçlayacak onu aşağılayacak olduğumuzdan eminim artık... Tarih bu örneklerle doludur. Kurulu düzenle, işlemekte olan mekanistik yazgımızın baskılarından kurtulmak, inanın ki tanrıyı yadsımaktan daha zordur.

Ephialtes belki bir çarpıtmadır, Mata Hari herkese gül dağıtmıştır, Brutus bir ölüm makinasına saldırmıştır, Köroğlu kendisine ağlamıştır, Rasputin dünyayı bir türlü kavrayamadığı için yolunu şaşırmıştır, Şeyh Bedrettin ölümden kurtulmak için ölümlü yola sapmıştır, anlaşılması ve örneklenmesi en zor insanlık halleri gibi gelebilir bunlar ama şu var ki, Tibbets bir hain olarak dönseydi ülkesine, gerçekte bir doğrumu karşılayan ama  kurguda bir hain diye adlandırılan, bir yaratılmış olarak, kalan ömrünü ıstıraplar içinde geçirecek, cehennemi bir  yeryüzünde ömür sürecek ve zift ve katranı tanrının sureti dediğimiz canlı sayesinde bu dünyada öğrenip, tanıyacaktı!..
Bizim ihanet dediğimiz şey, alışılmamış -belki de gizil bir gerçek ve de tanrısal doğrulara izin veremeyeceğimiz-, kurgulanmış sistemin dışına çıkmayı kabul edemeyeceğimiz ve gerekirse vahşileşebileceğimiz bir erdemin, sofistike bir  bilgeliğin yerle bir edilmesi  anlamına gelmiyor mu artık... Öyle değil mi...

Yüreklerimiz varsa, her silaha sarılışımızda, elimizin havada kaldığını bir düşünün!..

Bunun dönüşü olanaksız sendromlara yol açacağını söylüyorsunuz, cezanın değil, insan olabilmenin yaklaşımıyla sevecen bir ortam ve iyiletim, sınırsız bir hoşgörü ve anlayış ve kozmik bir dayanışmanın olduğu bir dünya daha zahmetli dostlarım. Böyle bir dünyayı yaratamıyorsak, sistem haklıdır, sürüler ölmeli ve Tibbets'in yazgısına göz yaşı dökmeliyiz. Tibbets çok onurlu!..  Bitmedi.

Bıçak ya da roket daha erdemli, daha kutsal!..

Ne demek istediğimi bile anlatamıyorum, öyle mi...

Ada inanın Adelhanovlar'la dolu, ütopyasını yitirmiş, hayattan elini ayağını çekmiş, yapayalnızlar, kendisiyle kavgalılar, yarı deliler, suskunlar, ermişler, kızgınlar, küskünler, her biri bir tarih olan, her birinin içler acısı ya da görkemli bir öyküsü olan, ütobistler, denizaşırı hülyalarla dolup taşan, ayaküstü düş gören, insanlığı bir kıyametin kurtaracağını söyleyen, ölüm olmadığında hayatın bir tadı olması bir yana, herkesin birbirini öldüreceğini ileri süren, aşkın tek kurtuluş olduğunu savlayan, kedilerin insandan üstün yaratık olduğunu, Eski Mısır'da tanrının bir kedi olduğunu ve o günlere dönmemizi fısıldayan, ceviz ağaçlarıyla donatılırsa  bu topraklar,  her sorunun çözüleceğini haykıran, nice insan...

Balıkçı Ayhan, Hıristiyan Faruk, Musevi Olcan, enternasyonal Maria... Bir dolu insan, bir dolu kahramanlık öyküsü, bir dolu konkordato ilan etmiş, yersiz yurtsuz...

Adada çiçekler azgın kokularıyla her yeri kuşattı bile, nar çiçeği var ilerde, geçen yıl öyle açmıştı ki, turuncu, ateş dolu bir okyanus, göz alıcı bir cehennem, melekler yanardağı... Ne tatlı alevler, ne hayran olunası bir aşkın parçası olabileceğini imleyen aldatmacalar, tanrının oyunlarından biri, şeytansı bir illüzyon,  cennetsi bir ecenin gel ve seviş çağrısı!..

Nar ağacı yazgım oldu neredeyse, onu görünce adaya gelmekten başka umarım kalmadığını anladım, ama gitmekten başka çare yok diyen ve bir roman yazdığını söyleyen insanlar da var!.. Onları anlıyorum, gelmek ve gitmek aynı gerekçelerle yürürlüktedir her zaman, bir yurtluk, gizlenecek bir aura ve size özgü, ultra bir gezegen ararsınız sürekli, aynı gerekçelerle yanıldığınızı ve artık adanın elden çıktığını, giderek bozulan, vahşileşen bir hal aldığını ileri sürüp güneye kaçarsınız ve o son durak, o son iç çekiş köyünün, aradığınız biricik yer olduğunu anlayıncaya dek, sürer bu ruh çalkantısı!..

Bir tiyatro ilanı gördüm adada, ortada bir 'Güllü' oynuyor ve bir sürü posbıyıkta çalıyor, bildim bileli, bir oryantal oynar her Yeşilçam filminde, tiyatrolarda açık saçık oyunlar, derinlik sıfır, toplumsal veri zemine paralel seviyede, köçek, zenne, mihrace,  ferace ne oynatırsanız oynatın, adı özgürlükten geçen bir karanfilli...

Şimdi soruyorum, bununla insanlara özgürlük felsefesi ya da bağımsızlık ruhu kazandırılacaksa, eleştirenler sonuna kadar haklı diyorum ben. Geldiğimiz noktaya bakarsanız bunu görebilirsiniz, aydınlar bu ülkenin celladı oldular, tiyatroları 'ortaoyunu', felsefeleri çalıntı yığını, resimleri kopya, müzikleri dışa bağımlı, romanları anı, şiirleri devşirme, mimarisi yıkıntıdır bunların!..

Azgelişmişlik o kadar görkemli gerekçelerle avunur ki, dar alanda daha yeniyiz, yeni başladık derler, erotik furyacılar, biz uçkurunu çözmeyi bile bilemeyenlere, cinselliği aşıladık, müzisyenler çok seslilik zaman alır der. Şiirimizin en büyük geleneğimiz olduğunu herkes söyler ama batıdan devşirdiler onu da, yüz yılımızda aydın bu işte, komisyoncu, arabulucu, simsar, kopya tüccarı, kolaj versiyonuyla iş gören dünyanın tek bilgesi, ne eşi var ne neşesi!..

Somurtmak onun tek silahı!..

Söylenmesi gereken şu ne yazık ki, bu kadrolar, bu anlayış değişmedikçe, bu toprağın kiracısı olmayı sürdüreceğiz. Neden, her şeyimiz kiralık değil mi, sahibi, üreteni, yaratanı hep başkaları değil mi. Aksiyon filmlerimiz eski kovboy filmlerinin versiyonuydu bir zamanlar, müziğimiz aranjmandı, yazınımız öykünmelerle dolu, şiirimiz içler acısıydı... Bu kavgaşım hala sürüyor, semirenler, sömürenlerle el ele vermiş, sekülarist çığırtkanlığı ele geçirmiş sermayelerini kaptırmamaya çalışıyorlar...

Yürüyüşler sade suya tirit konular için, hepimizin cennetlik olduğu bir yurtlukta kurnadan su içmek için yürüyor keçiler, vah köksüz ülkem, bellekler yalnız dini kötülemeye programlanmış, laik skolastizme ne diyeceğiz, sessiz ol mu, aydın despotluğu var, sosyal faşizm var. Bu ülkenin sorunu aydınların resmen orta seviyeli  bir sentez ürünü olmaları. Üniversite açmaya dört duvar diyen bir aydın, okul sayısı olması gerekenin çeyrek kalbi diyemiyor, bir tür mürteciliğin pençesinde geziniyor açıkça..  Çünkü sosyal bilimlerde üniversiteler gerçekten dört duvardır, Platon'un akademisinde dört duvarda yoktu, 'ünilever' şeyler teknolojikse dört duvar olamaz ama bizde  yüz yıldır 'kağnıya övgü' teknolojik hapishaneler var. Aydın yok, aydın olmadığı için son sıralardayız, üstelik aydın kendini eleştiriden vareste tutan sınıfa dönüşmüş. Aydın üretemiyoruz biz. Çünkü bu ülkede  laik yobaz olmak zorunda olduğunu düşünüyor aydın, doğruluğu kesinlenen şey, zamanla düşünsel dogmaya dönüşmek zorundadır. Aydın sıralamada geri kaldıysanız, toplumsal cendere, çoğulcu mekanizmanın koşullandırdığı metaya dönüşüyor, geri kalmışlık başlı başına bir dogmatizmdir açıkçası, konumunda, uzaktan emprovize edilen bir metadır aydın ne yazık ki, kumandalı bir ışıktır. Baştan beri tek tip aydın profilimiz var bizim, korumacı şövalyeler ve verili şövaleler,  bu da örtülü faşizm anlamına gelmez mi, duyumsanmayan ve son anda varlığını belli eden göğüsteki 'cancer', şimdi laisizm diye ördüğümüz duvarın, demokrasi diye tapınmanın ne anlamı var, çünkü o üç bacaklı at!.. Düşünce şiddet üretiyor bu toprakta, herkes kendi gölgesinin ve kolhozunun kralı, 'façyo' ruhluyuz ve kurbanımız doğrudan bu toplumun kendisi, biz... Varsıllarımız bile, açık toplumların vasatisi olan, karanfilli ve alay konusu bir cücedir bizim...  Nedeni, laik skolastizm, çözüm; açık toplum...

Geneli de var bu işin, Hawking için, yüzüne plastik maske geçirilmiş bir robot diyorlar, kapitalizmin dehşet verici illüzyonu, olur mu olur, olmazsa söylencesi yetiyor, kutsal ruh, doğunun vicdanını aşkınlayan bir görü, yararlı onlar için, yazınımızda, ışığın karanlığında, denizin yayını arayan bir metafor ve kendimizi yadsımakta coşkulu davrandığımız bir metamorfoz değil mi...

Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece diye karanlıkta ıslık çalanlar, el değiştirirler mi bir gece!.. Güneş doğudan doğar mı gene!..
Tazılarla tavşanların savaşı bu, hep avcının kazandığı!..

Bilimkurguya özenmiyor bu toplum, bilime ilgi duymuyor, köreltilmiş, hem toplum bilisiz deniyor hem de toplum bir şeye kalkışır diye ödler kopuyor ne yazık ki, inanın el altından  uzaklaşsın her şeyden diye o her şey yapılıyor. Gerekçeler sonsuz, din bizi geri bıraktı, biz yeni bir cumhuriyetiz, otuz üç simurgumuzu, otuz üç  kızımızı  daha dün yeni uçurduk, birilerinin elinde toplum üç maymun olmuş, o birileri heykeli dikilecek insan seviyesine gelmiş ama toplum bir adım ileri gidememiş, bu formülün kimyasını bulanların başarısı, dünyanın tüm gelişmişlikleri, tansıkları, olağanüstü bulgularından çok daha büyük bir beceri inanın, ileri gider gibi görünerek, geri kalmanın şeytana taş çıkartan yolları, gaz basarak, fren yapmanın ağrıları, meleksi ruhları ağlatmanın büyüleyici bağdaşıkları nelerdir...

Adres; Etiyopya, hayır Anatolia!..

Hıristiyan Faruk'la sabah akşam konuşuruz bunları... O dünyanın gidişatını öyle iyi analiz ediyor ve öyle iyi sezinliyor ki seçimden bir yıl önce Hillary teyze kaybedecek göreceksin demişti. Notradamus'u kutladım!..
Demişti ki, Ulysses okurken bir anlam arıyor bizim aydınlarımız, oysa anlamsızlığın başyapıtıdır o, anlamsızlığın cehennetinden lineer bir kurt deliği geliştirebilir miyizin cebirsel yolu, cebir gibidir gerçekten kitap, amaç anlamsızlığın çılgınlığına sürüklenerek, bir anlamlar silsilesine ulaşmak...
Dinden korkmak niye derdi... 'Kandil, bir sırça içerisindedir, o sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır, bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar, nur üzerine nurdur o.'

Bilim kurgu değil mi bu, din hurafeyse eğer, ona teslim olan toplumları sorgulayacaksın, batıda kilisenin sayısı doğudaki mabetleri geçiyor, çok daha saygılılar, ama tanrının bir yoldaş, bir arkadaş olduğunu seziyorlar, diz çökerken aynı seviyede olmak için dikkat kesiliyorlar, yoksa onu duyamayacaklarını biliyorlar.

Şöyle düşünün, beyinsiz tek bir yaratık yoktur evrende, taşın bile vardır düşün evi denilebilir, bitkilerin komut merkezi tüm bedenine, organlarına yayılır, solucanın beyni elbette vardır... İnanın tüm evren bir beyindir gerçekte, tanrıda geçmişten geleceğe, salt bir exodus, bir üst düşün, bir denetim amaçlıdır belki de...

Centaury!..

Bilinmeyeni bilemeyiz elbette ama ışıkta yüzeni de görmezlikten gelemeyiz, bu en büyük yanlışımız bizim, yanılgımız ve  korkunç dalgınlığımız, uykumuzdur belki de...

Garp cephesinde yeni bir şey yok'u okumuştum sanırım, asker ölen arkadaşının parlak çizmesini hemen giyiyordu, bu onun ölümüne sevinmek değil, kendi yaşama coşkusuna işaretmiş gerçekte, derin bir kavramsallık ve gerçekte elinde olmadan bir protest karşıtlık var bu davranışta, anlamak öyle zor ki...
 
O kitapta, bir köyde  beş arkadaşın, altıncısı kitapta yazıyor, kümesten tavuk çalmalarından  etkilenmiştim, anımsadığım bu yalnızca, çünkü gerilim dolu bir sahneydi, unutmadım, adamlar aç, çalmaları tek çare, başarmaları gerek, onlar için tek kurtuluş yolu bu ve acaba başarabilecekler mi diyordum, bir de bir askerin ölmeden önce miğferine tutuşturduğu çiçeği unutamam, ölüm gezegeninde, yaşamın filizlendiği , dirim dolu bir sahne...

Aslolan hayattır değil mi...

Savaş ve ölüm, insan bu meçhul.

Tanrı gibi!..

Sonradan Seyyit Han filminde bu çiçek tansımasının bir versiyonuyla karşılaştım, ona benzer ama farklı bir sahne vardı, o kitabı okumuşlardır sanırım.

Yaşam bilinçaltımızın yüzeye çıkması ve anıştırma ve görüntülerden başka bir şey değildir belki de!..

‘Bakın işte bu Sezar / Nötrinomun akışında su / Alçaklığın boşluğunda Jüpiter / Kimononun içinde bir kuğu / Geliyor kırmızı at Borjiya / Po ovası kalçası Bükreş bu / Duasını saçıyor bir Efes / Fanus Jiyal içindedir durduğu / İşte şu gördüğün bir müon / Satürn tutmuş saçın döllüyor / Düşlerinde orakl bir nöron / Dişler iken kıyametin koptuğu’

Hıristiyan Faruk'a şu şiiri çok severim dedim...

‘Hepimiz buradayız- / Yeryüzündeki sıcak ve canlı herkes, / soğuk olanlar şimdiden / yerin karnının altına / saklanmışlar- / mutluluk avcıları, acının kaçakları, / kaprisli melekler kristal bir an bağışlamış onlara, / bizi birden şaşırtan bir okşayış- / birbirine sarılmalar, / kucaklaşmalar, / aşkın aşka akışı. Ve birbirimize bakıyoruz, / her yüz tek ve benzersiz, / birbirimize dokunuyoruz / parmakların şaşkınlığı ve bilgeliğiyle; / yelkenleri indiren gülümseyişlerimizle / düzgün ve barışçı / dişlerimizi / gösteriyoruz birbirimize / heyecanlı, sıcak, / çekingen dokunuşlarımızla / (çünkü başka türlüsü her zaman dayanılır gibi / olmayan / ve karşındakinin gözlerinin aynasında / yanıtı pek belli olmayan bir bilmecedir). Ve sevgi- / evrende esen o sıcak soluk / eritiyor gergin tenimizi, / çekip çıkarıyor derinlere gömülü göz yaşlarımızı- / bir şey seyrediyor içimizdeki bir yarıktan, / orada her zaman gören / bir şey / acıyor bizim insan oluşumuza, / acıyor uçmayı özleyen / zavallı kürek kemiklerimize.’

Bir şey daha okudum ona ayak üstü...

'Sabah sokağa çıktığımda ilk gördüğüm kişi kendimdi. Köşeyi döndüm, gene kendim. Durağa geldiğimde gene!.. Otobüse bindim, baktım, gene kendim. İşyerine geldim, çevremde sayısızca kendim, kendimler... Koltuğuma oturdum, işte gene kendim. İşlerini yapmamı isteyen, zorluklar çıkaran, kolaylıklar sunan bir sürü kendim!.. Öğle tatili; gene öyle... Yemekte, çay molasında, işbaşında... Bir sürü kendim. Akşam paydosunda, dışarı adım attığımda; ilk karşıma çıkan şey, gene kendim!.. Otobüse iniş biniş, sağa sola bakış, galeriler, mağazalar. Cetvelle, pergelle oyulmuş mağaralar, evler, alanlar hep kendimle dolu!.. Dün, bugün, yarın, sonsuzca bir kendimler çoğunluğu!.. Bıkmadan, usanmadan, sürgit kendim. Aşağı, yukarı, önü, ardı, eni, sonu bir kendimler kalabalığı... Birden kavradım olan biteni!.. O gün, kendimi yok ettim.'

Çözüm değilse de durum belki de böyle...

Ada'lhanovlar umut dolu, sonsuza dek böyle yaşayacaklar gibi görünüyor. Şeytanla işbirliği yapmak, doğruların yörüngesi dışına çıkmak, bir kayanın üzerine tırmanıp tanrı benim diye haykırmak...

Umutlarını öbür dünyaya bırakmaktan çok daha insani bir şeydir.

Kimin işi daha zor!..
Ama bu bir öykü değil.
Neyin daha iyi olduğunu, belki  tanrı bile bilemez...
Bir paradokstur bu!..

Ne yazık ki...





SELENE
(Gülhaç'ın Öyküsü)

Selene, ada kuşum, ben sana vurulmuşum!..

Gülhaç Senay adanın kadim ressamlarından, biz ona Selene -Ay- diyoruz, orta yaşlarını sürüyor, sanat müziğine aşık, resimleri gelenekselle modernizmin karışımından ortaya çıkan görseller, ölü doğanın içindeki üçgen adamlar, ağaçların tepesindeki ölü kuşlar ve gölgede otlayan kanatlı ceylanlar gibidir onun resmi...

Bitip tükenmeden resim yapıyor ve her sanatçı gibi ölümle yarışıyor!..

Bir gün gideceğini biliyorsa da (gerçekte bilmiyor, ne zaman öleceğimizi bilmemek, pratikte bizi ölümsüz kılar der, bir sanat diyalekti), bilmezmiş gibi üretiyor, kendi evreninin efendisi, belki ölümü de sorun etmiyordur, sonsuza dek yaşamanın hiç bir şeyi gerekli ya da zorunlu kılamayacağını biliyor, ölümsüzlük zamanın durmasıdır, hiç bir şey yapamaz, hiç hareket edemez hale gelirsiniz teoremde, pratikte ışık hızında koştursanız bile, gideceğiniz hiç bir yer yoktur, sonsuzlukta bir hedef, bir geliş ya da varış söz konusu olamaz, sonsuzluk ya da ölümsüzlük ölümden bin beterdir!..

Ben böyle dedim, ama Selene varsayımların gerçekliği veya doğrulanımı, ölümün gerçekliğinden ve varlığından daha kesinleme şeylerle doldurulamaz, çünkü yaşamadık, denemedik ve bilmiyoruz, ölümsüzlük belki de sonsuz barıştır, belki de hepimizin birer tanrı olmasıdır, kavramlarımızda ona göre evrileceğine göre, ölümsüzlük pekala iyi bir şey ve hatta evrende ulaşılması gereken bir nokta olabilir dedi. Onun için resim yapıyorsun dedim, umarsızlık ve kederler içinde ölümden kaçma ve sonsuzluğa ulaşma, varlığını sürdürme eylemi seninki resim değil dedim.

Güldü, kategorize etme, yaftayı yapıştırma, adlandırma dedi...

''Selene...
Teninin zümrüt kokusunda, o kutsal deltanın yeşim kapısında...

 Tanrısal sağrının yamaçlarında, uyluğunun granit çayırlarında,
deliler gibi dolanıyorum her gece...


Bir dalgın cambaz!..

Kuş evinin mağaralarında, o kutsal ağzının koyakları,
kızıl damarlarında,
dilinin ateşli uğultularında, an atımı yaklaşıyorken,
kömür rengi zülüflerin dolanıyordur boynumda,
kaderin ağlıyordur belki koynumda...

Selene...

Teninin ipek diyarlarında, gezinirim her gece,
o yatışan yumuşak çayırlarında,
piramitlerin uçlarında,
o gümrah tepelerin ardında...

O bakırdan atlarımla
umulmadık, bitip tükenmeyen koyaklarında,
kıvılcımlar saçan karanlığın doruklarında
pembe damaklarında...

Ceylan soyundan kirpiklerin gözümü alıyordur.
 Baygın simsiyah zülüflerin uyuyordur kollarımda.

Ellerim geziniyor oralarında,
göğsün süt veriyor ılık yağmurlarında.

Karnın Kedar çadırıdır senin, uyuya kaldığım,
koltukaltlarında ıslak, düşlerine sığındığım.

Karanlık çöl rüzgarlarında...

Selene,

dilin zehirli zambak şu bahar sabahında,
yanakların gümüş ovalar,
zülüflerin servilerim, pırnallarımdır.

Dudakların ateş rüzgarlarıdır senin...

Irmak sularının kıyılarında,
boynun akarsuların dili, alnımın yazısıdır.

Dağlardan süzülüp gelendir o,  eteklerinden,
zelzeleler gibi...

Ak göğüslerin umru dutlarıdır,
toprağın kökünden fırlayan yumrular,
gümüşten ikiz otların verimi onlar.

Kalplere benzer!..

Selene,

bir ay parçasısın sen,
ey güneşin kardeşi,
karanlık dalgalarımın deniz feneri,
gecenin mavi sularında ki,
bir can kandili...

Ecem!..

Firavun saraylarından kaçan Tamar'ım,
yalnız benimsin sen,
bense senin kaplanın, Amnon!..

Her gece zincirlerinden boşanan...

Kapım çalınıyor gece yarısı, kim o,
kim o gelen, sen misin...

Selene...

Canımsın, ruhumsun, aşkımsın benim...

Güneşin altın oklarının ışıltısında,
iki kaşık gibiyiz işte, iç içe...

Selene,

Dağ yolunda rüzgarlarına bindiğim,
ırmak kıyılarında gidip geldiğim,
teni yanıp sönen perim,
yılanım, ceylanım,
ufuklara bakarak ağlayanım...

Ahım, göz yaşım,

Alın yazım...''

İkindi güneşinde, bir çam ağacının uzun gölgesinde uyukluyordum, o sıra uyandığımda, rüzgarda ötüşen saz sarmaşıkları, uzakta kuşların ötüşüne  eşlik ediyor,  gün yavaşça iniyordu.

Selene'ye mezarı Port Said limanının taşları olmuş, geçmiş çağların Selenesine yazılmış bu şarkıcık dedim...

Sustuk...

Sonra Selene'nin konuşacağı tuttu...

Batılı ressamlar niçin geniş bir renk skalası, yeni biçimler ve ayrıksı görüntüler cenneti yaratmışlardır bilir misiniz dedi... Çünkü teleskop gibi bir uzak görü aygıtı, ışığın analizi, sanayi ve teknoloji devriminin sihriyle, renklendirmede çağın ötesine geçme olanağını buldular.

O güne dek kutsal mabetlerden, sokak aralarına, ev içlerinden, göz alıcı meydanlara bu yarış sürüyordu. Öyle ki doğu, sureti yasakladı diye tanrısal olana yakınlığı görmezden gelinerek, soyutun sınırlarını zorlayan gökselliği yerleme indirgenerek, kara çalmaya yeltenilse de, somuttan soyuta geçmiş, ortaçağ gerilerde kalmış ve acımasız yarışım sürüyor olsa da, rönesansla, denizaşırı coğrafyaların, egzotik renkleriyle yahşileşen savaşım, tuval, rölyef, fresk ve ikonların göz alıcı renklerle bezenmesini sağladı ve ara unsurlar hiç olmayacak kadar çekici ve alışılmışın dışında görüntülere bulandı ve tüm görseller us dışı, büyülü bir atmosfere bürünerek, yeni biçim arayışlarını olağanlıkla artırdı ve yarışta makas açılmaya başladı.

Bunun ertesinde hızını alamayan batının, gözünü göklere çevirmesiyle, ışığın teleskobik analizi, ultra, gama, iks, mikro dalga, kızıl ötesi ve gözlem ışığı gibi devinimler, sanayi ve teknolojik devriminin yeni olanaklar sunan yaratımlarının itici gücüyle, bir iksir gibi etkileyici öngörülerle, geniş ufuklar doğuran gelişmelerle,   görsel estetiğin kulvarlarında kayda değer bir hızla öne geçmelerini sağladı.

Bu öne geçme sanal ya da bir varsayım değil, gerçekten somut ve kabullenilir bir gelişimin sonuçlarıdır.

Van Gogh, mikro dalga ışınlarını tuvale taşıdı, renklerinin akustiği yalnızca onlardan bileşiktir, sarı, kırmızı, mavi.

Sisley, Seurat, Monet gibi benzeri yenilikçiler, gölgemsi, sisli görüngülerde, hayalsi şeyler yaratan, noktacıklarla resim oluşturan ayrıştırıcı öncülerdir, o günün resmi görüntülerle değil, biçimlerle de  romantizm yaratabiliyordu, siyah beyaz bile başlı başına bir renk gibi kullanılıyordu, ışığın frekansları tuvalde geziniyor, sisleme, antirenkçi ve soluk, gölgeci resim çağları başlıyordu.

Bu öyle mekanize bir etki yaratmıştı ki, Picasso görecelilik ve kuantum teoremasını anında sahiplendi, Kandinsky mikrop ve bakteri türü organellere yöneldi, Max Ernst kozmik kurgulara yeltendi ve Pollock sicim kuramı ve genoma yönelik ipliksilere yönelmedi evet ama bilimsel görüntülerin ayrımına varan içgüdüsüyle  karşı tepki verdi, bu mekanik ve giderek duygusuzlaşan otomat uygarlığına.

Teknoloji kaçınılmazlıkla kendi yenilgisini yaratıyor, insan eziliyordu. Pollock büyük bir antidevrimcidir, canını verecek kadar!..

Doğu izleyici konumdaydı ne yazık ki ve umarsızca mimesise -taklit- yönelmekle kendini gösterebildi, herkes Paris'e gitti, bröve oralarda veriliyordu, yetmedi sanatın tüm alanlarında batı yol gösterici olmaya başladı, oysa batı bin bir gece masallarının toplamıydı ama devir değişmişti artık, kavramların kaynağı değil, onların tilmizleri, süreğenlerinden söz edilebiliyor ve ortalık toz dumana karışmış ve Avrupa şehri dizginsizce, mahşerin dört atlısı gibi ilerliyordu. Halen öyledir ama metal yorgunluğu çökmesine yol açar uygarlıkların, doğu batının yanına mimesisle de olsa yaklaşmış, kusurlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bugün doğu arayı kapatmak için, bir çılgınlık yapmak zorundadır, ya rengi terk ederek bir kırılma yaratmalı ya da rengin ötesine geçmelidir. Mimesisi terk etmeli midir bilinmez, onun üzerine  bir konstrüksiyon,  yeni bir yapıntı kurmalıdır  belki de, ya da yeni bir tansık yaratmalı yaratabilmelidir. Örneğin ebru gibi bir biçime dönmek, geçmişin terk edilmesinin yararı olmadığı açısından yerindedir ama bu yatay zenginliğin çoğalımıdır, dikey kazanıma yol açmaz, yapılması gereken, olanların toplamından olmayana nasıl ulaşabiliriz, onu aramaktır.

Öngörüler sonsuzdur ama öngörülebilir bir sonuç yaklaşmaktadır her zaman bu gibi hallerde, diğer olasılıklar fantezi ve aşırı göreceli varsayımlar olarak kalır tarihin koridorlarında. Bekliyoruz...

Ama bu anlamda, bizim batıya yönelmemiz bir gerçeklik değil bir projedir, savaşın sonucunda bile isteye kararlaştırılmış bir şeydir, çünkü haklılıkla uygarlığı domine eden bir topluma yüzümüzü çevirmemiz doğrudur, ama bunun korkunç sonuçları da vardır ne yazık ki, siz yerle yeksan olmuş bir toprak parçasında uyguluyorsanız bunu önce sizi sömürürler, tepe tepe kullanırlar, posanızı çıkarırlar ve sonra anlarsınız ki yüz çevirmek değil, taklit değil, hayranlıkla arkadan koşturmak değil, tam bağımsız bir yapıyla kendi cennetini ve cehennemini yaratabilmekmiş gerçeklik. Bunu anlamak üzereyiz... Doğu bir gün başarırsa bunu, elem dolu başarısızlığına borçlu olacaktır.  Başarısızlığı, başarısı olacaktır. Pirus ya da Sisifos gibi...

Selene'yle sanatın öyküsünü sürdürelim...

Sanat başlı başına bir dünyadır ve büyüleyici olduğu kadar açmazlarla da doludur. Duchamp'ın Büyük Cam adlı yapıtını bugün, büyük imgelem, sınırsız düş ve vakumsuz evren üçlemesi altında sergileyin hiç bir yankı uyandırmayacaktır. Çünkü sanatın zaman ve zemine sıkı sıkıya bağlı, bir işlevi vardır. Cinsiyet körlüğü, algı bozukluğu gibi travmalarımız yanında, zaman fobisi diye bir şey vardır insanda, zamanda ruhen geçmişe dönemeyiz, bu olanaksızdır, nasıl dinozordan korkmayı algılayıp, kavrayamıyorsak ve gülünç bulabiliyorsak bugünün dünyasında, kabuslarımızda çağımıza ve günümüze bağlı kavramlarla sınırlı olacaktır. Düşlerinde sürgit giyotinle kurban edildiğini gören biri psikosomatik fonksiyon bozukluğu içindedir ama sürekli kurşuna dizildiğini gören birini doğal karşıladığımız gibi, anlayabiliriz de...


Çünkü biri ekstrem ve anlaşılırlıkla kişiye özgü bir durumken, diğeri hepimizin başına gelebilecek bir şeydir ne yazık ki... Biri zaman ve zeminden yoksun, tuhaf bir sanrıya ve az görülür bir sendroma dönüşmüşken, diğeri neredeyse haklı görülebilecek bir karaduygu, bir travma ve kaosun içindedir, bu nedenle ikinci kişi, çağımızın bozumlarından haklı olarak etkilenmiş ve anlamamız gereken bir kişi gibi nitelenir neredeyse...


Bundan ötürü geçmişin büyük yankı yaratan yapıtlarını da artık o günün çarpıncıyla duyumsayamayız, bu doğaldır üstelik, değer yargımız değişmeyebilir, beğencemiz sürebilir de ama yapıtla ilgili duygusal bağlarımız yok hükmündedir ne yazık ki... Zaman gibi sanatta görecelidir çünkü, aurasından koparılmış, zaman ve zeminini yitirmiş her yapıt etkinliğini yitirir. Borges'in, Pierre Menard adlı öyküsünde Don Kişot'un tıpatıp yeniden yazılması, gerçekte yapıtın bir önceki Don Kişot olmadığını kesinlemektedir ama şu farkla, eğer yapıt sağlam bir metne dayanıyorsa, bugünün algıları ve siyasi, toplumsal ve hiyerarşik bağlarıyla gene onu bir ironi ve karaeleştirinin anıtıymış gibi değerlendirmemizde olasıdır.

 
Zamanda bir yapıt, kaçınılmazlıkla değerini kaybeder diyemeyiz yine de, o günün bakış açısıyla değerlendiremeyiz demek gerekir, bu yüzden yankısını yitirebilir de artık, ilgi ve değerlik yarattığı çağın dışına çıktığında yapıt, öz geçmişinin kavram ve algı sınırlarıyla yorumlamak olası değildir artık onu, bu da hiçlenmesine ya da başka türlü değerlendirilmesine bir kapı açacaktır doğallıkla...

 
Guernika bile bugünün yapıtı sayılamayacağı için, gören göz bugün onu, o günkü dramı, travmayı özetleyen bir görsel fetiş olarak algılayamayacaktır, periferisinde yapıtın köklerinden habersiz biri, onu şaşırtıcı, cinler dünyası ve hatta bilim kurgusal bir yapıt olarak da algılayıp düşleyebilecektir. Don Kişot bu yüzden çağımızın kontrendikasyonlarını dile getiren bir fars ya da vodvil olarak da algılanabilir evet ama neyin neyle sonuçlanacağını bilemeyiz, ikilemler öne çıkar ve Heisenberg türü  belirsizliğin ve Schrödinger'in Kedisi'yle dolu bilinmeyenlerin dünyasında bir öngörü ve kesin bir yargı oluşturamayız sanatta, sunum ve düşünsel formatta önemlidir bu yaklaşımda ve konunun boyutları, yorumsal sınırları uçsuz bucaksızdır ve kesinlenemezdir ne yazık ki...
 

Çünkü bir Maori veya uzaylı için Guernika öncelikle komik bir resimdir!..

Selene susmuyor!..

İzlenimlerime göre sanat hoşgörünün yaygınlaşmasına yarar ve birleştiricidir derler, ruhun Kudüs'ü, bedenin Vatikan'ı, benliğimizin Mekke'sidir belki ama, gerçek böyle değildir ne yazık ki, örneğin batı hoşgörüde doğudan hala geridir, silah ve sömürünün gölgesinde bir uygarlık üretebilmiştir, belki tüm uygarlıklar böyledir, batıda katedraller, kiliseler, mabetler gökleri delen ve haçı-çarmıhı imleyen bir kılıç gibi yükselir, erildir, bir meydan okuma, tanrıya ulaşma noktasında yırtıcı bir görsellik barındırır, kararlılık içerdiği kadar, kin ve acımasız bir doğrudanlıkta içerir belki...

Ama doğu öyle değildir, onun mabetleri kubbemsi, dişil ve herkesi kabul edebilecek bir kapsayıcılık, iyi niyet ve tüm renkleri koruma noktasında anlayışlı bir hoşgörünün dışa vurumudur, doğu doğru olan ve feminendir, olgunlaşma ve yaratımın evrilerek gelişmesini öngören bir kalptenliktir  onun ki, bu gerçektir, sanat ve mimarisiyle, doğu felsefesi, yüz bin kere tövbe etsen gene gel der gibidir.

Batı ise onu aradım, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim diye haykırır, bu bir umarsızlık ve yalnızlığın kederine işaret eder gibidir ama acımasızlık ve vurdum duymazlığı da beraberinde getirir.

Doğu durağanlığın ve anlayışla dolu bir sabrın egemenliğini öngören imgelemine  sarılır, hangisi iyidir, şimdilik batı forse ettiğine göre uygarlığımızı, öncül oysa ve sonuçlara bakılırsa, doğunun yeni bir yöneylem geliştirmeye, geliştirmesine,  önayak olması gerekir...

Sessizlikle, orta yaşlarını süren adalı bir ressamın öngörüleri bunlar, işte böyle dedi ve sözlerini bitirdi.

Haziran'dı...

Bir yazarımızın yapıtı bu sözcükle başlıyordu, anımsıyorum, tek bir sözcük ne anlamlar barındırabiliyor, sanki her şeyi anlatıyor. Yazı'nın gücü...

Boğazın kıyılarını ağaçlandırmalıyız, orda yolculuk eden herkesler, cennete giden bir yolun sonuna geldiklerini düşünmelidir. Yinelemek berkitir, Haliç'in girişine bizi imleyen cam ve saydam bir Hektor ya da bir Mevlevi, bir derviş ya da ermişin anıtını da dikmemiz gerekir, bizi tanımlayacak imgeler ve işaretlerimizden yoksunuz biz.

Doğunun  insanı ilgiden korkuyor, kalabalıktan çekiniyor ve meraktan kaçınıyor, sanki her şey  korku veren bir sona evrilecekmiş gibi, bir ilgi ve merak fobisi var doğuda, çekiniyor yaşamdan, değişimden ürküyor ve ılımlı bir solukla yolculuk etmek istiyor, iyi niyet söz konusu olabilir ama batının keskin cesareti karşısında yenilgiyi getiriyor bu yaklaşım, sanki batı köhnemeden,  ayağa kalkacak bir mecali yok gibi görünüyor.

Ayaklı bir satıcının yanında duruyordum, doğu herkese rızkını taştan çıkarma olanağı verir, adam yanındaki alış veriş ferdine şöyle bir şey dedi sanırım; Öyle deme yaratanın gücüne gider!..

İşte doğu felsefesinin özeti, iyi de gücüne gidiyorsa, sözünü duyuyor anlamı çıkmaz mı bundan, öyleyse kulağı var demektir, kulağı varsa dili de olmalıdır, salt kulak bir işe yaramayacaktır çünkü, o zaman gücüne gidecekse, seni uyarabilmesi de gerekir, ama işte öyle diyelim, işaretler gönderiyor, iyi de hır gür gene de bitmiyor ama, her yer kan gölü, ortalık çığlıktan geçilmiyor, mazlumlar yığınlarla ölürken, zalimler keyifle izliyor, öbür dünyada ceza ve sorgulamanın olması bu denli bir mantıksızlığın hoş görülebilmesine olanak verecekse, üç seçeneğimiz var demektir, bir tanrı zalimden yana, iki, öyle değilse bile bir denge tutturamıyor demek ki, gücünün her şeye yetmediği düşüncesini çağrıştırıyor bu, üçüncüsüyse böyle bir varsayımın olmadığı noktasında, bir saplantı ve alışkanlığın önü açılıyor ki, giderek oraya doğru evriliyor insanlık, kendi başının çaresine bakacak ve semavi  düşüncelerinden uzaklaşacak, yanılabilirim ama bunu bir an önce anlamak istiyor masumlar...

Tanrı yapıntısıyız diyoruz, tenimiz gözeneksiz gibi, ama öyle ki sivrisineğin iğnesi, onun damarlarına kadar giriyor.

İnsanlar, maymunları gözlemliyorlar, onların taze yaprak yemeleri, su yürümüş dalları kemirmeleri ve kayıtsızca bakınarak zamanı geçirmeleri onları sevindiriyor,  mutlu ediyor.

Maymunların ilkel ve yararsız yaratıklar, köle olmamak için, çalışmamak için konuşmazlıktan gelmeleri  ve bir üst varlıkmış gibi gülümseyip  insanların, onları kucaklarına almaları bizleri şaşırtıyordu.

Oysa bizler,  tıpkı maymunları onların izlemesi gibi, insanları  gözetliyorduk. İnsanların hala doğadan beslenmeleri gülünçtü, bu onları maymundan farksız yapıyordu, tuhaf aletlerle uçuyormuş gibiydiler ve hala bir zırh işlevi gören etleri  ve dirim veren bir sıvıyla donatılmış organellerin varlığı onları gerçekte, maymunun  türevi olmak bir yana, maymunsu da değil, bir tür maymun yapıyordu.

Oysa biz görünmüyorduk bile, kendi beslektik sonsuza dek, bu beslenmediğimiz anlamına da gelebilir, insan topraktan doğma, yeryüzüne bağımlı, tanrıya gereksinir ve tutsak bir yaratıktı ne yazık ki...

Maymunun arkadaşı ve can yoldaşı...

Bir savaş olmuş ve bilgisayar verileri sonucunda  harekat kazanılmış, ama sonra verileri karargahtaki bilgisayara gönderen adam,  düzeltiyordum verileri savaşı ben kazandım gerçekte demiş, sonra hayır demiş bilgisayarın başında ki yetkili, ben seninkileri de düzeltiyordum, gerçekte ben kazandım, sonra karargah komutanı, ben de verileri kafama göre değiştiriyordum, savaşı ben kazandım demiş, ama sonunda  bilgisayarın arızalı olduğu ve tüm verilerin, otomatik  biçimde değiştiği anlaşılmış.

Şimdi savaşı kim kazanmış...

Yanıt, insanlık hep kaybeden taraftır.

Teleskobun içine fare girmiş, ayda ejderha var demişler!.. Bizim bilimimiz, teknolojimiz, felsefemiz ve öngörülerimiz henüz bu seviyededir ne yazık ki...

İnsan tılsımlarla dolu bir yaratık değildir,  kendi düş dünyasıyla ve imgeleminin sınırlarıyla kapsanmış bir alanda düşünür, biz gerçekte derin ya da engin düşünceler içinde değiliz,  yaratı ve düşsel sınırlarımıza bağlıyız, diyelim ki uzaylılar kış uykusunda diye bir teori attık ortaya, bakın işte bu yeryüzü yaşamına sıkı sıkıya bağlı  bir düşüncedir.

Çünkü dünyamızda  kış uykusuna yatan canlılar var, yani gördüklerimiz, kendi düşünsel yapımız, deneyimlerimiz, insanın ötesinde varsayımlar üretemeyecek bir canlıyız biz ve bu doğaldır ne yazık ki...

Uzaydaki yaratıklar uykuyu belki bilmiyorlar, belki düşünemediğimiz kadar bize uzak ve yabanlar, ama kış uykusu teorisi her şeyden ilginç gelir bize, kendi düşünce sınırlarımızın dışındaysa o, yavan ve gülünç gelir.

Bir gün gülünç ve yavan olanın bizler olduğunu anlayabileceğizdir belki de. Diyelim ki biz gerçekten ileriyiz -ölçüsü gene bizim düşünsel sınırlarımız olsa da-, bir şey değişmez ama, her halükarda uzaylıları algılayamayacak kadar geri olabiliriz de  biz, et ve kan uygarlığı nasıl ileri bir düzey sayılabilir ki, bir virüs koskoca gövdeyi pestile çevirebilirken, aşkın gücü aşığı yaşamdan  koparabilirken, denizler Titanik'i devirebilirken, uzayda sözümüz olabileceğini düşlemek, kasabanın Hektor'u arenada dünyayı yenecek diye bir sav ileri sürmek gibi bir şey...

Sonuçta insan eni sonu kendini avutan, hemcinslerine göre  ileri olmak değil, direkt değil, ama bir çok özelliklere sahip,  geniş çaplı bir hayvandır ne yazık ki...

Evren bunca zaman sessiz kalıyorsa  karşımızda, bu evrenin gizlerini sakladığından veya sıradan bir şey oluşundan değil, insanın yeteneklerinin sınırlı,  yalıncak bir yaratık olmasındandır. Mars'a yerleşmemizin, kümes değiştirmemizden başka bir şey olamayacağını düşünüyorum ben diyordu Selene...

Benim görevim guguk kuşu gibi  başka yuvalara yumurtlamak ya da onları çalmak ve kendi yuvasındaymış gibi göstermek biliyorsunuz.

Geçmişten bu yana terörize çan sesleriyle kulağım çınlıyor ve bir mankurt gibi kendinden geçebiliyorum ben...

Bıktım böyle yazmaktan dediğim oluyor ama...

Salt düşmanlık üretiyorum sanısına kapıldığımda oluyor, oysa bunu canavar bile istemez,  ama şöyle bir şey var, elinizde olmadan düşünceler, dış dünyadan servis ediliyor, siz gene dış dünyanın verileriyle sentezliyor ve kimlik değiştirerek, iradi amaçlarınız doğrultusunda,  tam bağımsız olduğunuz sanısıyla onu gene dış dünyaya iletiyorsunuz, gerçekte düşünce kişiye sıkı sıkıya bağlı, sui generis bir şey değil, bilim adamları da biziz, astronotlarda biz, köprü altında yatanlarda biziz, evrensel uyum yasalarına bağlı birer ecinniyiz biz.

Evrilen dinamikler, ürettiğimiz töz, edimler... Varyasyonlar cenneti, ruh mürekkepleri, güdük versiyonlar, işlevsel artı değerler, atıklar, posalar,  deltayı çoğaltan alüvyonlar ne derseniz deyin...

Öyleyse hepimiz bir vesileyiz deyim yerindeyse, bir aracız, aracıyız, kendi bildiğini okuyor gibi görünen. Biri şunu düşünmüşsün  bak diyor, canı istediğince bir yorum ve bir yönteç, bir yönelim ileri sürerek sizi bağlıyor,  artık onu demişsindir kaçış yok, medyanın ilahi gücü, ortak tutsaklığımız ve sağduyu... Baraj puanımızı bu veriler belirliyor, ne söylediğimize ilişkin.

Düşünce canlı bir madde, bir kimyasal, eğrilip doğruluyor ve toplum, iktidar -erk-, güç odakları ya da ilgili veya ilgisizler onu kartopu gibi yuvarlıyor, bir çığa dönüştürüyor ve gerekirse altında kalıp can verebiliyorsunuz!..

Düşüncelerimiz, korkunç belki ama, görünmeyen bir izne tabi...

Evrenin yasaları kendi bildiğince işliyor sizin anlayacağınız, düşünceniz ona uyumlu olmak zorunda, uyum yoksa onun  yasaları işliyor ve sizi sonsuz boşlukta hizaya getirecek, bir dengeye oturtacak  adımları atarak, kendi bildiğini dikte ediyor sonunda inanın.

Tarkovski'yi çok severim ve sık sık yinelerim, silahsız ve alışılmışın dışında tinsel filmler, düşünce filmleri ve tek başına bilimsel sinema çağını açtı o...
Bir filminde ateşli silah gördüm,  üzüldüm ama umarsızlık onu da, dünyamızın erdemlerinden yararlanma noktasına getirmiştir belki de diye düşündüm!.. 

Yüz sekansta anlatacağını, bir revolverle anlatmak hala olası bu dünyada...

Düşünce, keder ve hazzı aynı anda yaşatabilen tek yeteneğimizdir bizim, bu nedenle eşsizdir, biriciktir ve karşıtı da yoktur. bu yüzden evrenin en büyük yaratısı düşüncedir, bu yüzden evren sırf bu nedenden ötürü, hayranlıkla karşılanabilecek bir şeydir.

Düşünce insana özgü bir şey değildir ama evrenin bizzat kendisi bir düşüncedir..

İşte düşünsel bir varyasyon...

Bitkiler evcilleştirilmez, hayvanlar evcilleştirilir. Pirinç ilk kez 9400 yıl önce yetiştirildi -ekildi- demek yeterlidir. Belki daha uygun bir sözcükte bulunabilir. Bilim Dünyası daha geniş bir coğrafyadan söz etmelidir, bütün yapılandırmalar, batı, Rusya, Çin gibi ülkeler, Örneğin 9400 yıl önce Çin diye bir ülke yoktu, belki şimdiki Vietnam topraklarıydı orası, böyle yüzlerce popülist yaklaşım var dünyamızda, bilim kimsenin tekelinde değildir oysa, bilim diye silah ve sömürü demokrasisinin getirilerini selamlıyoruz sürekli, bilim manipüle bir organel değil, tapulu bir metada  değil, Tacikistan'dan söz etmeliyiz, Moritanya'dan, bizden, belki kurtuluş bilinmeyenlerdedir, bu iyi bir şey olacaktır sanırım.

Gülünç gelebilir belki, çarpmayan elektrik icat edilemez mi, tenimizi bir kaç milim yalıtımla kaplayan, bir manyetik alan yaratılarak; Yaz kış giyinerek ömür tüketmenin ıstıraplarından kurtulamaz mıyız... Hasım Üretme Makinesi -sınıf ayrımı- yaygarasına son veremez miyiz böylelikle!..

Paylaşımlarınız Montale'nin şiirindeki; Halep'i işaret eden ok gibi, hep aynı yeri gösteriyor, -zorunlu musunuz!- yararlandığınız kaynaklar  öyledir sanıyorum   ama siz de çaba gösterin, kimse yaşamın doğal düşmanı değil, düşmanlık sonra konuk oluyor bizlere ve derinlere işliyor...

Ne ki  insan zaten yüzeysel bir yaratık. Unutuyor, celladına aşık oluyor ve canına  kıyabiliyor, daha sayalım mı!..

Paylaşımlardan westmachine us gezegeni, diğerleriyse sürü izlenimi çıkıyor, bu da sürülerin imrendiği  çobanlarda, olsa olsa bir sürü çobanıdır izlenimini doğuruyor, bizde celladına bağımlı milyonlar var biliyorum, yenilenlerin silindir şapkasıyla güle oynaya evine dönen cintürkler!..

Uygarlık taklit edilmez yaratılır biliyorsunuz, bizimkiler onların uygarlığını tavus tüylü fötr takmakla, sliple dolaşmak arasında bir yerde zannediyor, silah ve sömürünün artılarıyla oluşmuş bir demokrasi cenneti olduğunu bilmiyorlar mı, öylemi...

Uygarlığımızın henüz bir anomali yığını olduğunu görmüyorlar mı, geliştirilmesi gereken, milyonlarca sosyal, teknolojik varsayımlar hala dünyayı bekliyor, onun için onlar ne kadar düşsel gibi komplekslerle sürükleneceğimize, şapkayla devrim sözcüğünün yan yana gelmesinin acınası savrukluğunu, savsaklığını  düşünmeliyiz...

Westmachine, Son Mohikan'ın topraklarını haritadan sildi ama her 25 Mart'ta senin ölüm tarlalarını anımsatıp, kutlamaktan çekinmiyor, sen ancak savunmadasın, çalı çırpınla!.. Sanayi devrimi olalı iki yüz yılı geçmiş, bisiklet yapamıyorsun, yerli araba rantabl değil diyen züğürt zenginlerin -varsıllar mı demeli- var, George Sand erkek giysisiyle benliğini ortaya koyalı yüzyılı geçmiş, sen kadın erkek ayrımı kavgalarıyla oyalanıyorsun,  tüm hükümetlere  ölümüne karşısın, ama elle tutulur bir muhalefet geliştiremeyecek kadar umarsız yığınısın, kendinden başka herkesi suçluyorsun, yalnız seni gösteren bir ayna yap,  tüm yakınmaların  özünde sen olduğunu anla...

Homosapiens... O sensin, seni mutluluklara boğacak olan, onların dillerinin aksanıyla  konuşarak böbürlenmen değil, zincirlerini şangırdatırken, bu işi bir çipe indirgeyecek bir şey icat etmen, virütik çağları geride bırakmayı başarabilirsen, seni ikinci kez armağanlara boğabilirler!..

Bir başyapıt eğlendirmez, güldürmez,  mutluluk üretmezmiş. Ya ne yapar hiç... Harp ve Sulh baş yapıttı diyorlar, neyi anlatıyor unuttum bile ama düşevinin  gizlentilerinde ondan kalan tortular vardır belki de!..

Doğruya en yakın olan karar ortak kararmış. ama kıvılcımlarında yeni doğruların önünü açtığı anlaşılmış. Tren yolunda makas değiştirerek dört yerine bir kişiyi yok etmeyi göze alan kişi, o bir kişi yakını olursa makası o dördün üzerine çevirirmiş, çünkü genleri aktarma duygusuymuş derinlerdeki  gerekçesi, insanlar tehlike anında kendine benzeyenleri kurtarırmış, en zordakini kurtarmazmış örneğin, kaba insanlar paranın üstünü fazla verirse iade etmezmiş normaller ve aynı pastanın pahalı olanı daha tatlı gelirmiş!..

Dopamin etkisi neymiş acaba!..

Bugün kitap basımı internet gibi sanal ağın gerisinde, demode ve yarı ilkel bir edimdir.  Sanal ağ çökebilir  gibi mottolar var, hurafeler... Yiten yazılı kitapların sayısı var olanlardan daha çoktur ne yazık ki...

Babil, İskenderiye ve Bağdat yangınları,  Bergama, ortaçağ ve Papirus kıyımlarıyla  kaç yeni dünya kurulurdu biliyor muyuz...

Eğer parçacıklardan biri veya bilinir olan proton gerçekten bozunduğunda, uzak gelecekte, evrenin bugünkünden çok farklı bir hal alacağını söyleyebiliriz. Protonlar bozundukça, yıldızlar ve gezegenler yok olacak, evren bir ışık selintisine dönüşecektir...

Selene'nin düşüncelerini kendi anlağıma boca ederek sizlere ulaştırmayı başarabildim mi bilemem, düşünce hırsızlığı budur işte (Robin Hood zenginden alıp yoksula veriyor diye hırsız demediniz,  Kazanova gönül  çapkını diye hırsız demediniz, bende başkasından alıp iletmek istiyorum, eğer hırsız derseniz; Aşk olsun, Nara burnunda Ro-Ro taşımacılığı mı bu!), yalnızca  onun aksanıyla aktarsaydım,  işimi zorlaştırır, karmaşıklaştırırdım, kendime mal etmemin nedeni bu, çok şey böyledir üstelik, bunu okurun sezinlemesi gerekir.

Bu bir öyküye benzemedi biliyorum. Buna siz karar veriyor gibi de olabilirsiniz, oysa dediğim gibi uyum yasaları işledi ve siz doğallıkla böyle düşündünüz.

Karamsarlık değil bu, değiştirmeliyiz bizleri, insanı ve evreni!..

Bir ölünün  acıklı şarkısını dinleyip öyle veda ediniz...

Adı; Albornoz Milongası...

 'Biri saatleri saydı,
Günü öğrendi birisi,
 Biri sanki vurdumduymaz
 ve belki de aceleci.

 Islıkla çalar milonga,
 Albornoz'a sokularak.
 Kara şapka siperlikli,
 sabah güneşi gözleri.

 O gün işte bugündür ki,
 1890, belki.
 Retiro'nun sınırında
 gölgeleri sayar şimdi

 aşk ve ateş oyunları
kuşluk vakti, tehlikeler-
yabancılar iyi midir,
 bıçaklar ve bir komiser.

 Katildi ve kafadardı
bitti küfürlü yaşamı.
Güneyde bir köşecikte
 sonunda tattı bıçağı.

Bıçak değildi üç kişi.
 Güç bela sökmüştü şafak
 ama üçlüden, hangisi,
 bitirdi onun işini.

 Girdi bıçak yüreğine.
 Yüzü tanıdı hiçliği.
 Alejo Albornoz öldü
 artık o bir hiç kimseydi.

 Hiçliklerin kurbanını
kederle yad ettim işte
şu milonganın içinde. Bir
 anıdır ikisi de.

 (Alejo Albornoz mahalle kabadayısıydı 1902 yılında bıçaklı bir kavgada öldü.)

Hiç bir yazı, hiç bir düşünce, hiç bir şeye değmez...

Dünyanın herhangi bir yerinde bir kişi ölmüşse eğer!..



ADA'M OTU DİYALEKTLERİ

İoa, aoi Ahsen Hanım!..

Oo Merhaba, beraber yürüyebiliriz.

Ahsen Hanım, üniter bir yapıda olsa da adı, adanın gönüllü yerlilerindendir. Her şeye koşturur, her derde deva bir enerjiyle, kendisiyle yarışır ve adanın otantik güzelliği yitip gitmesin diye, bir özgürlük savaşçısı gibi çalışır.

Özgürlük savaşarak kazanılmaz ama...

Çünkü savaşarak kazanılan her şey yitirilen bir şeydir, özgürlük bir ulaşım, bir liman olmalıdır ve tüm insanlık adına söz konusu olabilecek bir şeydir o, savaşarak kazanılan her şey, bir gün buharlaşabilen bir şeydir.  Yenilenler bir gün onu sizin elinizden alabilir.

''Sen esirliğim ve hürriyetimsin, Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, Sen memleketimsin. Ela gözlerinde yeşil hareler, Sen  güzel, büyük ve muzaffer, Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin... Ben sende, kutba giden bir geminin sergüzeştini,  ben sende kumarbaz macerasını keşişlerin, ben sende uzaklığı, ben sende imkansızlığı seviyorum, ama asla ümitsizliği değil...''

Özgürlük şiir gibi olmalıdır, su gibi, ölümü anımsatmamalıdır.

Ada da sabah, kokularla açılır, akşam kokularla kapanır, ıhlamur, akasya, mor salkım, ak gerdanlık, manolya, güller, sümbüller ve leylaklar birbirine karışır, öyle tuhaf ve derin bir kokusu vardır ki sabahın ve gecenin, ruhlar öyle dinginleşir ve öyle güller açar ki benliğimizde, adanın kışı taş kesilse, yazı alev alev yanan bir yürek yangınına da benzese, baharda ve güzde adanın bir hac yeri, yaşamın bir tavaf yeri ve benliğimizin sönmeyecek, özlemle dolu bir Kâbe'si olduğunu anlarsınız artık.

İşte sabah çıkıyoruz, sahilden içe doğru kıvrılacağız ve Aya Yorgi'ye çıkan hac yolunun başına kadar yürüyeceğiz, orada Lunapark Kafe'de bir çay içecek, dilersek kahvaltı edecek ve dönüş güzergahından evlere döneceğiz, ayrılırken öpücükler atarak!..

Bakın güneş yavaşça doğuyor, güneş tepede küçücük bir madalyon gibidir, sabah gün doğumunda ve akşam gün batımında ise bir Likya kursu gibi görkemlidir... Büyür, irileşir,  alev alev yanar ve tuhaf, erişilmez bir serinlik verir, sanki soğuk bir volkanın lavları gibi üşütürcesine bir ısı yayar.

Garip...

Yolda Ahsen'le lafa tutuşuruz, ben gemi azıya almış, dizginsiz bir gevezeyimdir, çoğu dinler gibi yapar ama bunu bildiğim için hem konuşmayı kesmem, hem de içimdekileri bir petrol tankeri gibi bitene kadar dökerim. Bir lav yığını, bir cüruf ya da alüvyon akıntısı gibi her yeri kaplayan bir balçığa dönene kadar kusarım. Bu benim makus talihim, ıstırap veren alın yazımdır.

Bakın, uygun adım yürürken, tırıs mı rahvan mı olduğunu bilmeden, araya Ahsen'in serzenişlerinin karıştığı inleyişlerim nelerdi o gün...

Hanımefendi, ben kader denen postulata inanırım. Örneğin büyükbabamın, akciğerine sıçrayan kanserden öleceği, Kristof Kolomb'un 1492'de, tütünü Bahamalar'dan Avrupa'ya getirmesiyle alnına yazılmıştı!..

Bir gün Guadalkivir ırmağının kıyısında şu tartışma yaşanmış; Meyvesi yeşil kuş olan bir ağacın, doğal dünyanın parçası olduğu için kabul görebileceği ama bir gülün taç yapraklarında, 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' yazması halinde, yazının doğanın bir parçası değil, bir sanat krili, dolayısıyla doğa dışı olduğuna  dayanarak, olanaksız sayılması gerektiği ileri sürülmüştür.

Ama bu dünyada her şeyin bir çaresi vardır, bakın ne demişler bu görüşe karşı çıkanlar, Kur'an'ın yaratılıştan önceye dayandığı ve kablettarihte  cennette  gizlenmiş ilahiler olduğu anımsatılarak, yazının bir sanat türü sayılmasına  öfkeyle karşı çıkmışlar ve gerçeklikte kutsal kitap öncesiz ve sonrasızdır  diyerek, onun yaratılıştan öncede var olduğunu ve bundan ötürü, bir gülün taç yapraklarında pekala 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' yazısının belirebileceğini inançla ileri sürmüşlerdir.

İnsan cennetten kovulduğuna göre mantıklı bir olasılık.

Jüpiter biz görmesek de vardır diyorlar, öyleyse her varsayım ileri sürülebilir bu dünyada, cennet anaların ayakları altındadır -öyledir-, zaman hem  gerçek, hem de bir yalandır, ikiz yıldızlar vardır, tanrı galaksinin arka bahçesinde saklıdır, öteki gölgemiz paralel evrende yaşar, ölülerimiz sırtımızda dolaşır, kıyamet işporta fabrikasıdır ve fare en güçlü hayvandır gibi...

Çünkü fare dağı delik deşik eder ve insanlar gibi aritmetik değil, geometrik bir hızla çoğalır.

Bilim bu yüzden deneyle sınanan bir din, dinde düşlerle süslü bir bilimdir ve iki paralel doğru sonsuzda birleşir. Tomris Hanım geçen gün hayranlıkla katılmıştı buna...

Köle Spartaküs, kılıcının kabzasıyla vurarak, kolezyumun taş duvarlarından hangisini kırmıştı, kuşpalazı nedir, Hieronymus Fracastorius'un mitolojik Sifilis şiiri nerede yazıldı, Sezar, veni vidi,vici'yi  Zile'de mi söyledi, 'Como, -öbür dünya- Cumae midir...

Bilinmeyenlerin çokluğu, bu dünyada her şeyi olası kılar!..

Ahsen,  zincirleme bir kahkaha attı sözün burasında, senin bugün bir ayağın açıkta kalmış dedi!.. Kadınlar gülmeyi çok sever, ben Denizli'de akasya, gül ve inci bahçelerinde yankılanan kahkahalarla büyüdüm.

Dinliyormuş ki, bu yollardan gidersen, 'Sen yoksun bana kalırsa!' dedi. Bir mantık üretemedim ona yetişeyim derken, konuşan yürürken daima geride kalır. Sonra anladım ki, bir şeyin varlığını kanıtlamak, yokluğunu ileri sürmekten sürgit daha kolay... Diyesim ben varım demenin kanıtı çok, ama ben yokum demenin kanıtlarının da kanıtı yok, baştan aşağı asimptot, zorlama bir şey. Ahsen  kışkırttı beni, sezinledi yaptığım oyunları ve bunu kanıtla demek istedi sanırım.  Onun için nasıl yok olabilirim  diye düşünmedim değil, yani yok olduğumu nasıl ileri sürebilirim, kanıtlarıyla...

Negatif olanı, bir olumsuzluğu kanıtlamak zordur, pozitif varsayımlar, olanaklar evreninde kolaylıkla ileri sürülebiliyor. Jüpiter görmediğimiz halde var evet, öyleyse tanrıda var, şeytanda var, kitapları da var, insanda var, zamandan bir önce, bir zamanda var. Bambaşka bir evrende vardı, yarın bir eşi daha olacak, kıyamet bir gün kopacak -bir süreğenlik nedeniyle, negatif sayamayız onu- ve Mehdi gelecek demenin gerçekte hiç bir kanıtı olamayacağı için, olasılık olarak kolayca ileri sürebilirsiniz, tersini kanıtlamak daha zor artık... Uğursuzluklar şeytanın varlığına hükmediyorsa, yok demenin bir anlamı da yok. Bilinmeyenlerin hamuru içinde her şeyi yoğurabilirsiniz.

Size bir şey söyleyeyim mi, yarın başka dünyalardan biri gelse ve iyilikle gülümsese, Mehdi geldi diye tüm dünya ayağa kalkabilir!..

Bugün hem dünyayı kirletiyoruz, hem süpürge satıyoruz. Tüm yeşilseviciler, savaşkolik hunhar batı, doğunun madrabazlığı, bilimkurgu sihirbazlığı, hepsi böyle...

Kimin dili dönmüyor ki, bir Mehdi gelmezse, Songün'ümüz kapıda, bana hak vermiyorsunuz değil mi, hem ağlayıp, hem gidiyorsunuz ama biliyorum, işte  bu yüzden kahrediyorum ve neden terbiyesiz, ruhen mankurt biriyim ve terörize çan sesleriyle çınlıyor kafam, bumeranga benzer çaresizliğimdendir benim.
 
Öyleyse diyelim ki konuyu saptırmadan, şu dünyada cin var demenin  şaşkınlık verecek bir yanı da yok, insan kabule meyilli bir yaratık, her şeye yatkın, görkünç olanla, görkem arasında salınan bir yaratık o, olmayana ergi yöntemi, onu hiç huzursuz etmiyor. Yok, olmaz, inanmıyorum derseniz de çürüğe  çıkıyorsunuz, çünkü varlığı belirsiz olsa bile ileri sürülebiliyor bir töz ya da nesnenin somut cisimcilliği, tinsel cismaniyeti  ama yokluğu, kanıtlayacak kanıtın, kanıtı da yok neredeyse, çünkü somut bir varsayım yok, yokluğun yokluğunu nasıl kanıtlayacaksın, kavranılmaz diyerek kestirip atmak gerekiyor, o nedir düşleyemiyoruz ki, düşlenemeyen şeyin ne yokluğu ne varlığı ileri sürülemez, ama varlık göz önünde bir varsayım, var demek bir soyutlamaya dönüşebiliyor, arkanda ama sen göremiyorsun dersen, o şey var!..

Bir koşulu da söz konusu onun, varlığını ileri sürdüğümüz şeyler var olanların bir versiyonu ne yazık ki, tanrı sakallı baba, cin insansı duman, melek kanatlı kadın, şeytan çatallı çoban filan... Varlıklar aslında var olanlarla sınırlı, düş ve düşlemlerimizin varlıklarıyla!.. Dünya dışı canlılar hep ayaklı, bir başı var ve iyi yoldaşlar ya da kötü canavarlar!..

Yokluk tanımsız, anlak dışı...

Bir de, konakları, şatoları, kasırları yerle bir eden, ormanı çürüten ve yeşil kuştan meyveleri  öldüren zaman, sözcükleri, satırları ve  dizeleri alabildiğine varsıllaştırıyor. Gerçekten yazı ezeli ve ebedidir  ve gülde beliren hattın varlığı ileri sürülebilir bu yüzden, öyle değil mi...

Neyi tartışıyoruz biz, pek uzattın kapat bu konuyu dedi Ahsen, kadınlar olağanüstü varlıklar kapat diyorlar kapatıyoruz, aç diyorlar açıyoruz, bunun gizi, evrenin gizinde saklı gibi ama işte onu bulamıyoruz, sonunda olmayan, bulamadığımız bir şey var gibi sanki!..

Kadınların evrenin gizini taşıdığına inanıyorum. Dölyatağından bir 'evreni' çıkarabilen varlık, tüm soruların bileşeni bence ve yanıtta o soruların birinde gizli ve orada bir yerde...

Sonuç şu, her şeyin varlığını ileri sürebiliriz, hiç bir şeyin kesenkes yok olduğunu ileri süremeyiz, kuruyan ırmak yatağı, onun varlığını ileri sürmeye yarıyor, yokluk varlığa dönüşüyor.

Özde yokluk varlıkla aynı şey, her şey tam aksine yoktan var oluyor. Süreklilik yoklukla neden kardeş olmasın.

İlginç bir şey yaşamıştım, eve bir kurbağa almıştım, çocukta semender getirdi, zamanla ikisi birbirine alıştılar, çiftleştiler ve kumender adında çok sevimli yaratıklar sardı ortalığı, öyle sevimli şeylerdi ki aşık olmuştuk onlara, karşılıksız bırakmadılar ve solgun, duyulmaz sessizlikte sözcüklerle konuşmaya başladılar. Korkudan kimselere bir şey söyleyemedik, zamanla karşılıklı ilgimizi yitirdik, çünkü ayrı dünyaların varlıkları gibiydik. İnanmayacaksınız ama bir süre sonra kendilerini ölüme terk ettiler ve yeryüzünden  yok olup gittiler.

Dış görünüşüm ve göz halkalarımla sanki ağlıyor gibiymişim, öyle diyorlar, neden dersiniz!..

Ama  dedim Ahsen'e, biri senin için  canına kıyıyorsa, kendini seviyor demektir. Çünkü seni yalnız bırakabilecek kadar bencil biri o!..

Bende acımasızın biriyim. Sözü aşka getireceğimi düşündü ve gözüme baktı ilk kez Ahsen, kararsızlığın, kararlı çizgilerle gözünün ağ tabakasında gezindiğine gözlerimle tanık oldum o an. Çünkü sözü aşka getirmek bir sihir gibidir ve kimse o konularda bir çekince ileri süremez, kendisi yoksayıcı duruma düşemez!..

Psikolojik bir oyundur bu, görünmeyen çizitler...

Ama sözüme bir yankı bulamayınca, mental yorgunluktan  derbeder olan bedenim, konuyu sen de değiştir komutu verdi.

Gerçek, illüzyonal bir görüntüye bürünmeli sanat dediğimiz varyasyon cennetinde. Çağrışımlara açık olmalı bir resim, bir yapıt,  at nalı yengeci mi, bir boğa güreşi mi, güneş rüzgarı mı, bilinmeyen bambaşka bir ateşin harı mı belli olmamalı...

Ahsen'den havaya yayılan sessizliği  bu kez siyasi bir girdaba tutunarak bozmak istedim...

Bin dokuz yüz yirmi altılarda,  düzenlenen bir Cumhuriyet balosunda, Anadolu'dan eşi şehit olmuş bir kadıncağızı davet etmişler, kadın ürkerek, o güne dek görmediği, göz alıcı barok tavan süslemeleriyle bezeli salona girdiğinde, gözünde neredeyse yarı çıplak diyebileceği kadınlar ve siyah, kuyruklu redingotlar ve aynı renkte, silindir şapkalarıyla, başka dünyalardan gelmiş gibi bekleşen ''westmachine'' adamları görünce, şaşırmış ve ziyadesiyle ürkerek, birden merdivenlere yönelmiş ve daha önce böylesini görmediği, çinili basamaklardan kayıp düştüğünde, ayağı kırılmış...

İyi niyet bazen, geri tepebilir!

Ahsen ciddiyetle baktı o an ve gene  'Sen yoksun!' dedi.

Gülme sırası bendeydi...

Şakayla gerçek aynı şeydir bazen diyerek, gene başka konuya geçtim, bu dünyadan dedim, faşizmin asla yok olamayacağının kanıtı sınıfta kalmaktır.

Düşünün, adam koyun güdemiyor, mandolin çalamıyor, hızlı koşamıyor, uzağı göremiyor, tarihten anlamıyor, resim yapamıyor, notayı bilmiyor, dünya yuvarlak diyemiyor, bir fidan bile dikemiyor, tek bildiği orta okul matematiği... Gel gör ki o tek dersten, yaşamımı karartıyor!.. Şimdi ben adama mı kızayım, sisteme mi, devlete mi, babama mı, tanrıya mı, elçiye mi...

Beş yılım çalındı yaşamımdan böylelikle, üçü zorunlu eğitim döneminde... Bizi sınıfta bırakanlar faşizmin neferleri, ne olursa olsun, anarşist olmuş, komünist olmuş, dindar olmuş ya da sitüasyonist olmuş önemi yok, biliyorum ki,  zamanı gelince herkes yalnızca faşist olabiliyor, inanın bu deneyimle sabittir.

Ahsen, herkes okursa sokakları,  kim süpürecek dedi, evreni sarsan kuramların, dünyayı yerle bir edecek savların, bir kaşık suda boğulması ya da dev bir kaplanın bir avuç arıya yenilmesi gibi kalakaldım!..

Dedim ki ben edebiyatla uğraşıyorum, İngilizce de 'Author' yazar sözcüğü, otorite anlamına gelen 'Authority' sözcüğünden gelir, benimle çok uğraşma!..

Şakacı olduğumu bilir, kıkırdar gibi güldü, yenilmiş birine elini uzatan komutan gibiydi ve bende sakinleştim artık tabi...

İskenderiye kütüphanesini putperest Sezar, Efes Selsus kütüphanesini, putperestlikten, modernist  ritüele  geçen Hıristiyanlar yakmıştı dedim! Uygarlık dediğin nöbet değiştirmektir. İroniyi anlamış gibi gülümsedi bu kez, aslolan yakmaktır zaten dedi.

Edebiyatla mı uğraşıyorum dedin sen... Okuyan yok ki!..

Ama  insan öyle olsa bile neden yazar ki dedim ve sürdürdüm...

Okusunlar diye yazsaydı insanoğlu, dünyada yapılacak işlerin hiç birini yapmazdık, örneğin gölgede oturmazdık, süt sağmazdık, köpek beslemezdik, çocuk yapmazdık, masal anlatmazdık, koşmazdık, gezmezdik, ıslık çalmazdık, yerimizden bile kıpırdamazdık, hiç birimiz temel gereksinimler dışında elini bile sürmezdi viyolonsele!..

Ama yazıyorsunuz işte, kendi kendine şarkı söyler mi insan, bağda bahçede dolaşır mı... Olur mu, en çok yaptığımız şeyler bu!..

Öyleyse bu tür soruları kimler sorar! Akşama kadar hiç bir şeye yaramayacağını bildiği halde koşturup duranlar!.. Yazıyı, alın yazısıyla karıştıran  insanlar var,  abartıyorlar...

Okunmak, beğenilmek bile bazen, birinin diğerinin işine karışmasıyla sonuçlanır, oysa sanat tekil bir şeydir, ortak yanları olan şey zanaattır ne yazık ki, bunu düşünenler,  kendilerine bir kooperatif bulsunlar, orda tüm kararlar ortak!..

Kurtuluş Savaşı'nı kazandık hep birlikte, elimize ne geçti, bir kadeh viski, bir fettan Madonna, bir de pleymut  otomobili demek gibi bir şey okunmak. Bazen beklentiler öyle düşük kalır ki, olağanüstü olaylar bile aniden sıfırlanır, kasırga gider cüce bir bakiye kalır. Değer miydi, terzilerin savaşına dersiniz...

Tanrıyı bile eleştirebilmelisiniz özgürlükten söz ediyorsanız...

Yunus, Nazım dururken Frenk şiirini baş tacı yapmış Parizienciler, karagöz dururken, orta oyunu varken, Shakespeare'in hayali oyunları sarmış toprağı, Evliya Çelebi dururken, Agatha Christie, Bernard Shaw, 'Sherlock Holmes'u  beller olmuşuz, ne şair Nihal Hanım'ı tanımışlar ne Nazım'ın değerini bilmişler, ne Lifij'i, ne Asaf Halet'i  öğrenir olmuşlar.

Asaf Halet çapraz bakışa yönelmiştir hiç olmazsa, Turhan Selçuk'la, Yaşar Kemal'in dünyada olamayacağına inanırım ben.

Bizim bendirsiz sahnelenen  oyunumuz yok, hacıyatmaz olmuşuz, bir tür Şarlo'tanlık bu,  bu tür tiyatrolarla yürüyecekse iş,  eski yoğurtçulara üzülürüm inanın, onlarda kalmalıydı, sanat işportacılık mı,  Litvanyalı bir yönetmenin dört buçuk saatlik Faust'unu izledim ben, oyun gerekirse bir kişiye oynanır,  en büyük sorun ekonomik elbette ama idealizmde hala bir düştür, sanat bu değil, insanlar düğünlerde de eğlenir, sanat eğlendirici olmak zorunda değil, her şeyi dışardan getirmenin sonu gümrük bekçiliğidir!..

Peki edebiyat nedir... Her şeydir, ama değildir!..

Giovanni Scognomillo'ya, İstanbul'a geldiğimde üç yıl pardon diyemedim, yolda bir şey yiyemezdim, banliyö  treninden düşeyazdım ben dedim... Dinle Ahsenciğim, bunları yazsana dedi bana, haklı olabilir ama o an üzülmüştüm. Kendi zaaflarımı veya uyumsuzluklarımı yazmak topluma ne kazandıracak diye düşünmüştüm. Yazık ki hala öyle düşünürüm. Ama bu bir saplantı değil, yapılmayacak bir şey de değil, ama bir anlayışım var ki olabilir, o da şu, edebiyat, güzelleme, estetik barındırıyor içeriğinde; ben bu düşlere kapıldığımı düşünüyorum, benim için anılar değil satırlar önemlidir, ne yazdığım değil, nasıl yazdığım önemlidir.

Yoksa her şey şu dünyada edebiyat olabilir ve oluyor da zaten... Düşüncem sözcükleri seçmek, örgülerle bezemek ve olabilirse de ilginç kılmak. İnsan bu meçhul, başarmışlığımda bilinmezliklerle süslüdür...

Scognomillo için mi toplanmıştık bilmiyorum veya o da mı vardı, bir kitap koltuğumun altında, şiirdi sanıyorum. Scognomillo neredeyse hiç ilgilenmedi, gariptir, o da şöyle düşünüyordur belki, şiir gibi yaşamdan kopuk soyutlamalar, kişiye özgü sanrılar, toplumu gerçekte pek ilgilendirmeyen oluntu ve olguları kaleme almaktansa, yaşama ilişkin, yalnızlığın ve derin bir yoksunluğun gittiği yollardan, duraklarda bir ömür bekleme, trenlerden düşme olasılığını, niçin pardon diyememenin, kendi yurdunda sürgün olmanın üzüncünü veya yolda bir şey yiyememenin, taşrada yaşadığı yerlerde, 'göz hakkı', ona da ver, dürtüsünün bir uzantısı olmasının; toplumu sıkı sıkıya ilgilendiren ve hem de toplumun tabanında yeri olması, yayılması gereken düşünceler ve bir anlatılar dizisi olarak karşılığını bulması  gerektiğini düşünüyor ve imgeleminde bu tür yapıntı ve oluntulara değer veriyor ve anlağı onlarla yoğruluyordu sanırım.

Son sözüm şu olsun ama bunların her toplumda, her dönemde, bitmeyen sancılar olduğunu ve üzerinde durmanın insanlık yüzümleri, sözümleri açısından gelip geçici şeyler ve  önemsiz konular olduğunu düşünüyordum ben, kendi kusur ve utançlarını dile getirmenin ağırlığı veya açığa vurmanın zorunluğu da bir engel miydi acaba  diye serzenişte bulunduğum oluyor bugün.

İki ayrı görüş ve iki ayrı çatışma!..

Scognomillo bu dünyadan ayrıldı, değerli insandı ama ben hala  bildiğimi okumak istiyorum, anlaşılmaz olmak ya da saçma sapan, bilim kurgu arayışında şiirler yazmak, olmayana ergi yöneylemiyle, olmayanı olmuş gibi gösterip derinlikler aramaya kalkışmak, benim için yaşamı anlatıp durmaktan çok daha önemli ve bağlayıcı şeyler ne yazık ki...

Çocukluktan gelen söylenceleri, söz sihirbazı, laf cambazı, anakronik düşler dünyasının masalları, mesellerini dinlemiş olmaklığın etkisi vardır belki bunda, insanın doğrudan kendini yazmasının utanç verici olduğunu düşünecek kadar hala yüzüm kızarıyor benim, aşmaya çalışıyor ve ipin ucunu da kaçırıyorumdur belki, çünkü ötekileri öğrenmiş olmalıydım ama bu yöntemi kimse öğretmedi ki, Scognomillo'nun uyarısından başka...

Herkes haklıdır bu dünyada, her ikimizin de çok daha karmaşık ve üzünç verici nedenleri de olabilir, belki ben yaşanmış onca gelgite karşın dünyasıyla barışık biriyimdir, belki Scognomillo yaşadığı dünyayı yarı cehennem bir sanrılar dünyası gibi algılayıp, her aksilik ve yoksunluk gösterisinde gerilimle dolan biriydi.

Korku filmlerinin, vazgeçilmez tutkusunun derinliklerinde belki bilemediğimiz nice gizleri vardır, böyle bir algı dünyasının insanıdır ve sanrılarıyla baş etmeye çalışıyordur belki de, bense her şeyi katlanılabilir bir öykü, dünyayı ılık geçer bir iklimler dizisi, mesellerle gülüp geçilen ve insanın kendini düşlerin, düşüncelerin hazzına bırakmasını doğru bulan biriyimdir. O belki de -daha doğrusu şu yeryüzü yaşamında-, gerçek Scognomillo belki benimdir, içkin kimliğinde beni taşıyordur da; Ben de belki bir Scognomillo'nun tasımlanmış dünyasında yaşıyorumdur, onun kendisiyimdir, bilinmez...

Ahsenciğm, ne anlatmak istediğimi kendim bile anlayamadıkça sözüm sürüp gider benim  ve ama doğrusu da beni benimle, Scognomillo'yu da melekleriyle baş başa bırakmaktır sanırım.

Güneş yükselmiş, ağaçların, ahşap köşklerin arasından geçen ışık sızıntıları, yolları, evleri gölgelere boğuyor, doğanın serinleten kokuları, giderek  ısınan havanın ağırlığında buharlaşarak uçup gidiyordu. Tek tük faytonlar nal sesleri arasında uzaklaşırken, köpekler yol kenarlarında durup geçenlere bakarak, yine nereye gittiği belirsiz bir koşturmaca içinde, sokak aralarına dalıyor, duvarlara çitlimler gibi tozlu, neferneler gibi yapayalnız işaretler vuruyor ve güneş Romalı bir ilah gibi,  avadanlıklarıyla  adanın  burçlarına doğru yükseliyordu...

Evlerimize dönmek için yol ayrımına gelirken, Ahsen'e her zamanki gibi bir şiir okuyayım dedim.

Yaşam da bir yinelemedir ne de olsa...

''Sinüs bahçelerinde geçirdiğimiz günler. Elektromanyetik ray topları. Ve orada; Güz sonunun rengârenk yağmurları. Savoke Company cadıları. Origami robotlar... Ve sonsuz Heartbleed çağları. Kendibeslek Başak yıldızı. Lorentz gücü. Ve Gökkuşağı Savaşçıları. Konvansiyonel akımlar yurdu. Klunder ve Velocitas eradico. Ve Mesih'in çocuklarına; Hızlıyım kaç uyarıları. Onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim yalvarışları... Işık savaşları, Jack'ın manyetik rezonansı. Gün boyunca ekranda göründüğümüz gün! Kulakları sağır eden gümbürtü; Frekanslar ve boyutlar. Lenf hacimleri. Ve oralarda; Usların dışında;  Yükselen faz diyagramları. Ve bizden sonrakilerin eyer ve derisi!.. Ve uzaklarda ışıldayıp duran; Sonsuzluğun gölgesi. Tanrının tahtı ve ötesi! Genetik kombinasyonlar; Risperidone fetişi. Ve cuvier gagalı balinalar. Geo dataları. Denis Villeneuve. Urban çağları. Delirium trans; Ve maniheizmin; Yosunlu atlas halatı, haritaları. Ve yukarda;
En yukarda; Bütün görkemiyle dikilen; Friedrich Barbarossa! Ve aşağılarda Göksu deresi. Ve tözler anlamakta zorlandığımız şeyler. Formatif tümceler söylenceler lejendler.  Ve Kolombiya ve Tuncalar. Ve bourgeois downland. Ve kıyı boyunca sarin depoları. Uzay formasyonları. Ve coşkuyla koşarak yürüyenler. Ve öylesine uçuşan sinek. Ve kendi halinde yüzen destroyer. Ve uzay dolmuşları yelkenliler. Kahkahalar, çılgınca dönen balerin, havada! Ve ayaklar altında ve yamaçlarda; Sessizce dolaşan karınca!..''


Ahsen hiç çekinmedi, bunu şiir diye  okuduysan, bana hakaret sayarım, şiir yazacağım diye Esperanto öğrenmek zorunda mısın, adam gibi bir şey oku dedi. Ne istediğini anlamıştım, okudum...

'''Zeliha, Senin güzelliğin Mardrus'u çıldırtıyor. Ruhun nazarı, ak uyluklarına uyum sağlıyor. Duru göğüslerin İrem bağlarının zümrüt salkımıdır. Seni gören kalpler, göğüs kafesinde raks ediyor! Yokluğun gecesinde; kuğuların birleştiği gibi birleşeceğiz!.. Kâbe'nin meliki üzerine yemin ederim ki, güzelliğinin eşi yoktur. Böğrü narin incilerle süslü kısrak gibisin. Karanlık suların ay ışığı sana nazire yapıyor. Hicaz udu; dilinin musikisi yanında hiç kalır. Ey sağ eliyle küpeşteyi; Sol eliyle feraceyi tutan. Masumların kalplerini titretip; Hilkatine boyunlar uzatılan!.. Meleklerin biçtiği mehr ellerimi yakıyor. Senin boynunu saran kalpler kırılsın. Mazlumların ahından, gözpınarı kurusun. Senin teninin lezzetini göklerde duydu! Taberiye'de bedeviler, ceylan avına çıktı!..

Baldan tatlı pelüzeler sensin. Sen Marahil'i seversin. Uduma ikinci telde bir seyrek koma. Sen Mesrur'un kusurlarını bağışladın. Gökte ki kız kardeşler, dolunaylar gibisin. Ey gecenin kanatlarını, tan atımında uçuran. Doğunun örtüleri arasından ay yükseliyor. Gelinlik gibi çölü aydınlatıp, yüzünü gösteriyor. Sen Isfahan topraklarının kızıl nar çiçeğiydin. Kader senin için udunu çalıyor. Sen Harar'da büyüyen, kum zambağı Habeşî'mdin! Ey galiz düşmanlarımın elde ettiği utkular!.. Ve orada hiç bir şey yokken aşk vardı.  Hiç bir şey kalmadığında, aşk olacaktır dediğim! Ey makus talihim!.. Bir gün adam öldürdüm; Tanrım izin verdi. Bir gün hırsızlık yaptım; Tanrım izin verdi. Bir gün aşık oldum; İzin vermedi! dediğim. Ey Icaza'da; Kör bir dilenci gibi sevdiğim...''

Ahsen gözleri parlayarak, sen hiç böyle şeyler yaşadın mı dedi... Genelde dedim, insanlar yaşanmamışlıklara  duyduğu özlemi yazar.

Ama dedi hiç yaşanmamış bir şey nasıl özlenebilir ki...

Çok haklısın dedim, konuya ilişkin bir Yahova Menkıbesi anlatayım sana...

İki kadın, minicik  süt çocuğunu paylaşamamışlar, yalvaç kral Davut'a gelmişler haklıyı bilsin diye, ne var ki Davut'ta bir umar olamamış ve sonunda demiş ki, çocuğu ortadan ayıralım, ki yarısı senin, yarısı onun olsun. Kadınlardan biri, bir çığlık koparıp istemem demiş, çocuğu ona ver!.. Davut bunun üzerine çocuğu, çığlık atana vermiş. Çünkü hiç bir anne çocuğu bölünsün istemezmiş...

Bir bağlantı kuramadım yine de dedi Ahsen!..

Ben de öyle sayılır dedim...


 
BALKONYANUS
 
Balkondan baktıkça, kuzey ışıkları gibi, deniz  salınıyor, minik gelgitler, silkinişlerle kıpırdanıyor ve ay ışığında titremler ve gönül okşayıcı dalgacıklarla çırpınıyor. Kalkhedon'dan suya vuran, sokakların lambaları, gökdelen ışıkları, bin bir renkte, uzun ve ince işaretler ve noktacıklarla dolu ışıltılar içinde, bir düşler dünyasının ortasındaymışçasına, yürek vurumlarının göğüs kafesini tutsak alan çarpıntılar, gümbürtülü sızıntılar içinde, coşkulu sulara, düşlerin doldurduğu denize karşı, geceye eşlik etmeye başlıyor ve yaşadığınız dünyanın güzellikler içinde geçip gittiğini, bu manzaranın eşsiz olabileceğini, renklerin hülyası içinde, bir ayrıcalık yaşadığınızı düşünerek, engin bir mutlan içinde uyuyor, ayak üstü düşler görmeye başlıyorsunuz...

Bizi uyumak değil, uyanık olmaklığımız üzüyor, kederlere boğuyordur belki de...

İnsanı elem denizlerine sürükleyen denizler değil, onun üzerinde koşturup duran bizler, tüm insanlar, yaşam...

Düşünce bizi ayrıksı kılıyor ama düşünmek aynı zamanda hapishaneler yaratmamıza, yeryüzüne küsmemize, yaşama düş'man olmamıza neden oluyor. Çünkü düşlerimize kavuşamıyoruz, ütopyalarımızı gerçekleştiremiyoruz, iyicil bir yaşam sürdüremiyoruz. Hiç bir şey elimizde değil sanki...

Ağzımızla kuş tutsak, şahinler gibi uçsak, martılar gibi süzülüp, ceylanlar gibi koşsak gene de bizi kapalı kapıların ardındaki karneler, notlar, oldu bitti peyzajında  kararlar, sınırlı, dikenli tellerle örülmüş olanaklar  ve peşine düştüğümüz olanaksızlıklar ve kahredici, yiyip bitirici zorluklar, yoksunluklar, düşler bekliyor. Tersinir bir bakış açısı da öyle ne yazık ki...

Cennet ve cehennemi bu yüzden yaratıyoruz. Cennet zorumla olmalı çünkü hiç birimiz mutluluk içinde değiliz, cehennem olmalı çünkü hiçbirimiz cezalandırılmış değiliz!..

Hepimiz gelip geçiciyiz ve yaşam bizi gün be gün tüketiyor.

Öyleyse biz neyiz...

Dünyayı değiştirmek isterken, kendini hiç bir zaman, hiç bir dönem, hiç bir çağda değiştirememiş, değiştirmeyi başaramamış anomali yığınları mıyız, bir umudun peşinde sürüklenen dağ tepe çılgınları, dünya yuvarlaktır diye en yalın gerçekliği, gözün bile görebildiği bir yumruyu, sırf başkaları düz ya da biçimsiz, ne idiği belirsiz dedi diye, deliler koğuşuna dolduran, sanatoryumlara, kamplara, zindanlara sıkıştıran, hemcinsinin can düşmanı, gezegenin kan fışkıran baltası, avının böğrü, kılıç suyu, giyotin simsarı, denizin korsanları, göklerin uçan tabutları ve yeryüzünün ağza alındıkça, dilleri tutuşturan, yakıp yıkan vandalları, barbarları, canileri, katilleri, gaddarları, cellatları ve her köşe başında uydurulmuş tanrıları, doymak bilmez şeytanları, umarsızlığın çığlıkları ve melek yüzlü canlıların doldurduğu Baltalar tapınağı mıyız  biz.

Yaşamının ancak son demlerinde, gün yüzü gördüğünü savunan, gençliğinin acılar içinde geçtiğini savlayan, susuz elektriksiz çocukluğunun cennetin gölgesinde geçtiğini haykıran, Adem'den olma, Havva'dan doğma, ay ışığının babalığında, gün ışığının analığında yaşamaya çalışan, doğduğunda dört, gençliğinde iki, sonunda her şeyin ortası iyidir diyerek, son iç çekiş köyünde üç ayaklı dolaşan bir ecinni miyiz...

Şu yaşam, birileri olanaklar dünyasında yüzüyor, saraylarda kasırlarda yaşıyor diye, nasıl iyi olabilir ki, birileri yoksunluklar içinde sürünürken, birileri altın ayakkabılarla geziyor diye, dünya nasıl güzel bir yer olabilir ki...

Gelip geçicilik duygusu alabildiğine ve bu yüzden kemiriyor benliğimizi, ulaşılmazlıklar ve karşı yaşamlar bu yüzden çatışmalar üretiyor, kimse kendinden emin olamıyor ki, hepimiz sorular üretiyoruz bitmez gecelerimizde, en büyük mutluluklarımız bile, görünmeyen bir gölgenin izlediği korkularla dolu, en büyük acılarımız, tanrının sınavından geçtiğimiz avuntularıyla...

'Tersi de düzü de birdir belki dünyanın', bilinmez ki, saltık sorular birbirini izliyor değil mi...
 
Bu dünya değişmeli ama nasıl, soru sonsuza dek yanlış ve olanaksızlıklar içinde, yinelemeler üretiyor, sürgit bir değirmen gibi öğütüyor olasılıkları, çünkü sorunun gerçek yanıtı belki de şu...

İnsanlar değişmeli!.. Yalnız ve yalnız; insanlık gelişmeli!..

Başka canlılara göre eşitsiz ve bizim kadar barbar görünen diğer canlılar, kendi aralarında hiç bir zaman, insanlar kadar vicdansız değil, bilgisiz değil, ahlaksız değil...

Ne birbirinin mallarına el koyuyorlar, ne yiyeceğini çalıyorlar, ne saldırıyorlar, ne de paylaşamadıkları bir şey var... Onları umarsız kılan, et ve kan uygarlığının egemenliğinde yaşamaları, canlıyla besleniyor olmaları, bu onları ötekilerin düşmanı kılıyor, otla beslenenlerse tanrının sevgili kulları, onlar dünyanın gülleri...

Şarkıları, türküleri, cennetin bile yaratamadığı ceylanları, bülbülleri...

Ne kadar düşünsek, ne kadar çareler arasak da, evrenimiz şiddet dolu, tanrılarımız barbarlık içinde, şeytan sinsi ve kumarbaz, Azrail dediğimiz melekte, kükremeyi seven bir can'baz...

İşimiz zor, ama bütün umutta insanda, yine de onu sevmekten, yine de kardeşlik ve barış türküleri söylemekten başka bir çıkar yol yok...

Öyleyse el ele vermeliyiz, belki bir gün değişebilir, evreni, tanrıları, melek ve şeytanları ve hatta kendimizi bile yola getirebiliriz.

Yeni bir uygarlığın, kendine değil, insanın insana değil, göklere, sonsuzluğa gözlerini çeviren bambaşka bir Havva'nın çocukları olabiliriz.

İnsanın tarih boyunca bu açımları yinelemekten başka, barış, kardeşlik ve özgürlük çığlıkları atmaktan başka ve zamanı gelince üçayakta boynunu uzatmaktan başka, buyruklar verilince sürüye katılmaktan başka, işareti görünce mağrur, salhaneye koşturmaktan başka, hiç bir çaresi, hiç bir bilisi ve hiç bir yetisi yok ne yazık ki...

İşte gecenin karanlığında, şıpırtılı deniz, ipiltiler, yakamozlar, şehrin ışıkları, yıldız tozları, türlü türlü yalımlar, hayatın ve ölümün amansız baskıları, sonsuzluğu arayan, evrenin sınırlarında kolan vurmaya kalkışan düşler, düşünceler içinde...

Yalnızca ve yalnızca bir umar, bir umut içinde, uçuşan kanatları izleyen, bir melodiye, bir görsele, düşlere dönüşerek, tatlı bir ninni, bir senfoni, bir fener alayının görkemli ya da bir utkunun ritmik ve kışkırtıcı seslemleri arasında geçip gidiyorlar.

 
Ne anlaşılmaz, ne sonsuz, ne sınırsız bir kabus, ne görkemli, ne us kıran, ne can alan; Dilleri damağı kurutan, ne şaşırtan, ne öldürücü, ne yok edici bir düş bu!...

Ayılıyorsunuz dev martıların geceyi dağıtan sesinde, çünkü uzandığınız yerde, oturduğunuz masada, eliniz yanağınızda, başınızı dirseğinize yaslamış, dalıp gitmiş, belki de bir düş görüyorsunuzdur...

Denizler deyince, eski gezginler, tarihçiler, fatihler, korsanlar ve ejderleri düşünüyor insan, bir bir canlanıyorlar imgeleminde...

Strabon, Tukidies, Çiçero -Çaçaron sözü ondan kalmış diye düşünürüm hep- Heredot, Barbaros, Çinli kadın korsan...

(Cheng I Sao, 18’inci yüzyılın sonlarına doğru Güney Çin’de bir gemide doğdu ve kariyerine bir çiçek gemisinde -yüzen genelev- başladı. İyi bir evlilik yaparak! Bir korsan filosuna sahip olan eşi sayesinde, dört yüz Çin yelkenlisi ve elli bin mürettebatı yöneten bu kadın tarihteki en büyük korsan gücüne sahip oldu. Tarihin en başarılı korsanları arasında adı geçen I Sao 1844 yılında tekerlekli sandalyeden düşerek öldü.)

Japon harakiriciler, samuraylar, sumocular, Parl Harbour gönüllüleri, Kubilay Han, Kolomb, Magellan, Diaz, Kortez hepsi birer denizcidir sayarım, çünkü Japonya zaten adadır, tarih denizleri fethedenlerindir; Maceraperestlerde okyanusları geçenlerdir ve onlar karanlıkta bir bir endam ederler ve göz kırparak geçip giderler.

Kim bunlar, hayatın sıkıntılarını, acılarını, başarı ve başarısızlıklarını denizin düşlerine, belki bir nebze, belki sonsuzluklar içinde, belki kıyı köşesinden, belki tam ortasından bulaştırmış, anayurdu yapmış, maceralara yaşam adını takmış, ölümlere dünyanın fethi, utkular, uyruğunun kurtuluşu, tanrının arayışı-aranışı gibi adlar koymuş, sakallı yılan 'Quetzalcoatl', doğudan gelen tanrılar, batıda yitip gitmiş, denizler sfenksi, mermer birer kabri olmuş, acı su yaşamı olmuş, denizi gökler sanmış, tufeyli Tuleytuleli, gırnatalı Granada, Akdenizli Odysseus, Ümit burunlu bir Bartelmi Diaz, rodeocu, tramplenci, jonglör ve bir gözü hep kör olan birer matador onlar!...

Karasu, her daim korsanlıkla anılmış tarih boyunca, deniz karalardan daha bereketli, daha heybetlidir...

Sudan korkarım ama, çocukluğumda dağdan gelen bir bulanık burgaç, sarı, boğumlu bir yılan gibi kıvrılıp, dağı taşı devirerek coşan selin, köprüyü yıkıp, köyün en şanlı boğasını, kuş ölüsü gibi sürükleyip, önüne gelen ne varsa silip süpürüp, bir bilinmeyene doğru uçurup, bir daha ime time karışmasına ve dudakları fısırdayıp, dişleri takırdayan, korkunun pençesinde inleyip, ayakları birbirine vuran köylülerin, dönmez olmuş diline göre, sele kapılan yaratıkları tanrıya emanet ettiği, tanrı denen İblis'in ortağının da yanına aldığı ve gidenlerin bir daha ne göründüğü, ne de bir kabrinin olduğu ve şu alemde bir daha, ortaya çıkmadığı için diyebilirim...

O görüntülere, karabasanlara, düş güzeli bir geçmişe  hala gözyaşı dökerim, anımsadıkça gözlerimden yaşlar süzülürken, kederler içinde uzaklara bakar kalırım...

Ve derim ki zamanda çocukluğumuza dönebilseydik; Tanrıya inanırdım, yaşamı severdim ve başka hiç bir şeylere değil, insanlara, Adem'e, Havva'ya, gelip geçmiş, can sever ve mahzun ve öldürülmüş tüm İsalara ve yaşamın can damarları doğaya, denizlere, göklere, aşklara, kardeşliğe ve barışa tapardım...

Ama giden hiç bir şey, geri gelmediği gibi, gelen her şey, daha kötüye, daha kötüye, daha kötüye gidebiliyor...

''Pista’yı unutmadım, / Aşk unutulmaz. / O kutsal öğlede / Şimdi anıyız artık! / Ölüm… / Istvan beni unuttu / Unutmuş / Belki de unutmak zorunda / Unutturuldu bize yaşam / Belki de Istvan öldü! / Ağlıyorum… / ‘Bacaklarının bu kadar güzel olması / organlarının birbirini tanımasından’ derdi. / Kary’yi kıskanmazdı / O kutsal öğledeki / Tungsram kürekçilerini de! / Hâlâ gülüyorum / Ama onu unuttum / Unuttum artık. / Onu unutmalıyım / Gyula Pelle’yi, yalnızlığımı / Hannover’in yerini dolduracak 'Titan' yok!.. / Ağlıyorum / Pelle, gel!.. / Pista’nın günlüğünü vereceğim / Bekle, / -Babeuf çalışmasını da onun- / Babeuf... / Aşk unutulmuyor / Yaşam da / Yaşam, çekilmiyor / (Çernobil’in değiştirdiği meşe biçimleri gibi yaşam!..) / Her şey biçim değiştiriyor / Daha kötüye, daha kötüye, daha kötüye! / Ama onların arabası kadar hızlı koşabilirim / Her şey bana bağlı / Her şey, size!.. / Özür dilenip salınacağını düşlüyordu Pista! / Evet, yaşam çekilmiyor / Biedermeyer masası, / Rokoko stili şeyler / Vac hapishanesi / Üçgenler / Kareler / Dörtgenler!.. / Unutulmuyor / Iolar, / Venüsler / Dünyalar, hayhaylar, Triton! / Netti ben, ben Netti, it-te-ben! / Aşk! Yaşa Pista!.. /Hölderlin’i tanır mısın, / geyik kalçaları. / Karaca göğüsler, / Holne’u sever misin, / kumru gözler, / İncil şarkıları gibiydi, bazı şeyler… / Maria Nostra cezaevinden gelebilirim. / Gelmiş olabilirim, / geliyordum! / Aşk çekilmiyor!.. / Netti ben, ben Netti! ten-ben / ben / ten / ti! / Yaşam bitti, yaşam bitti… / -Mızrağı flütten geçiriyor hayat!..-”

Biz dünyayı tanımadıkça, onu anlamadıkça, sevemedikçe, dağın dilini, suyun belleğini kavramadıkça, acılar içinde, kederler içinde, çile dolu beyhudelikler, düşler içinde yok olup gideceğiz...

''Dağ tanrıları koşullandırır geleceğimizi, / yüksek ağaçlar altında yaşar gideriz. / Ala kargalar yer, / oyuklara terkedilen / göğül cesetlerimizi. / Ve bir 'Narayama Türküsü' yükselir ardından, / acı çekmeyeceksin anne, şanslısın, kar yağıyor!.. / Ölü gelinin seni bekliyor anne, / kovukta uyuklayan yellerin götürdüğü, / ölü gelinin... / Dağ tanrısı, insaf et bir kere, / söyle bize yarınımızı, / kozalaklarında saklıdır alın yazımız. / Ne olur, ala kargalara yem etme bizi, / ürünümüz bol olsun yamaçlarında, / karlı tepelerinde... / Ah anne, anne! / -bir boğazdan daha kurtulduk şimdi- / bu kez şanslısın, kar yağıyor!.. / Ölü gelinin seni bekliyor anne, / yellerin götürdüğü ölü gelinin; / Öteki yerde!..'

Dünya, başka dünyalardan kalıt ama nükleer kıyamete doğru gidiyor, düşlerimiz onları yenmedikçe, düşüncelerimizi hayata geçirmedikçe, yenileceğiz, sonsuza dek yok olup gideceğiz...

''Başka dünyaların egemenliğine doğru...''

''Hatırlamıyorum ülkesinde, üç adım atıp kayboldum. / Çünkü başka adım yok, öteki ayağımı unuttum. / Anne, ben kimim? / büyük annem var mı benim... / Annem, babam, / ya kardeşlerim... / Kapıları çalmadan toplamışlar onları; / Çocukları size satmışlar! / Hiç soru sormayanlara / Parası olanlara!.. / Anne, benim annem kim? / Küçüğüm, tarihi katiller yapar!.. / Annen, baban yok / Plazo de Mayo'yu unut / Perşembe'nin Delileri kim sorma! / Öğren bunları!.. / Hatırlamıyorum ülkesinde / Öteki, / Adım, / Unuttum!..''

Biz neden birbirimizin acılarına ortak, sevinçlerine düşman, yeniliklere fesat, değişimlere karşı, çığlıklarla yas tutarak, dinmez göz yaşları içinde, günah çıkartmaya kalkan yaratıklarız.

Denizlerin altında sonsuz bir dünya var, düşleyebiliyorum onları, bizleri bilmiyorlar diye düşünüyorum, her neyse ama, 'denizler altında yirmi bin fersah'ın, gerçek dünyalar olabileceğini de kabul ediyorum. Öyle mi, değil mi bilmiyorum ama insan, öylesi bir varlık kanımca, umut umut içinde sürüklenip duruyoruz...

''Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim, Atlantiğin dibinde dirseğime dayanmış. Bakıyorum yukarıya: bir denizaltı gemisi görüyorum, yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, yüzüyor elli metre derinde, balık gibi, efendim, zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. Orası camgöbeği aydınlık. Orda, efendim, orda yeşil, yeşil, orda ışıl ışıl, orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. Orda, ey demir çarıklı ruhum, orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum, orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, orda bir hamam tasının mahrem şehveti, mahrem şehveti efendim, gümüş kuşlu bir hamam tasının ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları, kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, orda hayat, tuz, iyot, orda başlangıcımız, Hacıbaba, orda başlangıcımız ve orda hain, çelik ve sinsi bir denizaltı gemisi. 400 metroya kadar sızıyor ışık. Sonra alabildiğine derin alabildiğine derin karanlık.

Yalnız ara sıra acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde ışık saçarak. Sonra onlar da yok. Artık dibe kadar inen kat kat kalın sular kati ve mutlak ve en dipte ben. Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin dirseğime dayanmış, bakıyorum yukarlara. Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır, dibinde değil. Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. Omurgalarının altını görüyorum, omurgalarının altını.Dönüyor keyifli keyifli pervaneleri. Dümenleri ne tuhaf suyun içinde. İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, karınlarını gördüm, ağızları da orda. Gemiler şaşırdılar birdenbire, herhalde köpekbalıklarından değil. Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim bir torpil. Gemilerin dümenlerine baktım: telaşlı ve korkaktılar. Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı.

Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. Gazgemileri düşmana ateş açarak insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak batmaya başladılar. Mazot, gaz, benzin, tutuştu yüzü denizin. Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, yağlı ve yapışkan bir alev deryası efendim. Kıpkızıl, gömgök, kapkara, arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. Köpürüp, dağılıp parçalanmalar.

Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: lunatik. Geçti kargaşalığı, girdi deniz dünyasının cennetine. Fakat durmadan iniyor. Kayboldu ıslak karanlıkta. Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. Ve direği, efendim, bacası yahut nerdeyse yanıma düşer. Yukarda insanla dolu denizin içi. Bir tortu gibi dibe çöküyorlar tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. Baş aşağı, baş yukarı, uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan onlarda iniyorlar dibe doğru. Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma.

Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce, Münihli Hans Müller Hitler hücum kıtası altıncı tabur birinci bölük dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. Münihli Hans Müller üç şey severdi: 1-Altın köpüklü arpa suyu 2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 3-Kırmızı lahana. Münihli Hans Müller için vazife üçtü: 1-Çakan bir şimşek gibi mafevke selam vermek. 2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 3-Günde asgari üç çıfıt çevirip sövmek silsilelerine. Münihli Hans Müller'in kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 1-Der Führer. 2-Der Führer. 3.Der Führer. Münihli Hans Müller sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 39 ilkbaharına kadar bahtiyar yaşıyordu.

Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli, Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna'nn tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine şaşıyordu. Diyordu ki ona: Bir düşün Anna, yepyeni bir manevra kayışı takacağım, pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, balmumundan çiçekler takacaksın başına. Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. Ve mutlak hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. Bir düşün Anna, tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye top, tüfek yapmazsak eğer yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder? Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler çünkü doğamadılar, çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce bizzat harbe girdi Hans Müller. Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında dibinde Atlantiğin benim karşımda durmaktadır. Seyrek sarı saçları ıslak, kırmızı sivri burnunda esef, ve ince dudaklarının kıyılarında keder. Yanı başımda durduğu halde yüzüme çok uzaklardan bakıyor, İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, ve artık bir daha arpa suyu içip yiyemeyecek kırmızı lahanayı. Ben bütün bunları biliyorum, efendim, ama o bütün bunları bilmiyor. Gözü bir parça yaşlı, silmiyor. Cebinde parası var, çoğalıp eksilmiyor. Ve işin tuhafı artık ne kimseyi öldürebilir ne de kendisi ölebilir bir daha. Şimdi şişecek birazdan, yükselecek yukarıya, sular sallayacak onu ve balıklar yiyecek sivri burnunu.

Ben Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken yanımızda peyda oluverdi, Liverpul Limanından Harri Tomson. Gazgemilerinden birinde serdümendi. Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Şişman ve matruştu. Bir karısı vardı Tomson'un: tavan süpürgesi gibi bir kadın, tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. Bir oğlu vardı Tomson'un: altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. Tuttum Tomson'un elinden. Açmadı gözlerini. "-Vefat ettiniz" dedim. "-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna.

Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. Adalet: ihtilalsiz. Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil. Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: buna Kenterburi başpiskoposu bizim tredünyonun reisi ve karım razı değil. Ay bek yur pardın. İşte bu kadar, nokta, son." Sustu Tomson. Ve ağzını açmadı bir daha. İngilizler fazla konuşmayı sevmezler, hele hümoru seven ölü İngilizler. Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. Şiştiler yan yana, yan yana yükseldiler yukarı doğru. Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, fakat dokunmadılar ötekisine, Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, sen de hayvansın ama akıllı bir hayvan...''

Denizlerin gezegenin gerçek dünyaları olduğunu düşünüyorum, bir nükleer kışta orada kesinlikle bir kaç canlının kalacağını düşlüyorum ve yaşamın insan dediğimiz anomaliye karşın yine de sürüp gideceğini biliyorum.

Cennet oralarda saklı, cehennem her yerde biliyorum...

Onun için her zaman düşler kuruyorum, düşler içinde yaşıyorum, örneğin adadaki yetimhanenin onarıldığını görüyorum bir sabah, bakıyorum bembeyaz aya benzer bir bina, güneşin doğuşuyla, pencereye altın ışıklar vuruyor, parıldıyor tapınak ve insanı hayretler içinde bırakarak, göklere doğru yükseliyor ve bir daha tasalanmamı önleyecek, ebedi acılar vererek gözlerimin önünden birden yitip gidiyor.

Yerinde yok!..

Bir gün öyle olacak biliyorum.

Fellini'ye geliyorum oradan, kim bu adam, bir düş taciri, tüm filmlerinde hayatın bir düş olmasını istedi, düşlerdeki gibi, bir estet, bir renk ve bir düş dünyası...

Herkes mutlu, kahkahalar içinde, herkes kuyruklu, göz alıcı dünyanın renkleriyle dolu, işte böyle bir güzellik barış ve tatlı bir hülya içinde geçsin istedi hayat...

Nietzsche nasıl tanrı öldü dedi ve kendisi öldüyse, Fellini'nin istediği yaşam hiç bir zaman gelmedi ve o içini kemiren acılar, günden güne benini tutsak eden kederlere boyun eğerek çekip gitti, orada cennete yerleşerek, tüm hayallerini gerçekleştirdi, boşluğu renk baladına çevirmeyi bildi, çünkü buradan deneyimli ve bilgiliydi...

İşte diyordum geceleri, Fellini gibi, boğazın girişini süsleyecek, barışı simgeleyen, aslan yeleli, tek boynuz, o düşsel at, işte boğazın girişine veya adalarda bir kıstakta kolayca yapılabilecek bir heykel, görkemli bir anıt, kültürümüzü çağrıştırsın yeter, antik ya da çağdaş, yapsaydık bir Mevlana heykeli, tüm dünya, gemilerle altından geçseydi ve deseydik, 'yüz bin kere tövbe etsen de yine gel...', adına da Mevlana Köprüsü deseydik, bir düş işte, bu kent dünyanın incisi, biz de dünyanın gözdesi olurduk...

Deli Dumrul soyundan geliyoruz tamam, çok köprüler yapıyoruz, geçenden yirmi, geçmeyenden kırk akçe aldığımız, ama ünlü Rodos heykeline taş çıkartan bir anıt benim düşlediğim, iki ayağı her bir kıtaya basan  spektaküler bir panorama, o bir Türkmen kızı olsa, bir zeybek ya da bir cengaver, silahı havaya kaldırdığı sazıyla, bir düşünün Mermer Denizi'nden boğaza dönüyorsunuz ve birden elleri göklerde, ayakları yerde bir Türkmen güzeli, dünyanın incisi, Buzağı Geçidi'ni veya Altın Boynuz'u süslüyor, Havva anamızın ayakları altından geçip gidiyoruz bir düşünün...

Kara düşlere saplandığımda oluyor gecelerde...

''Macar Yahudileri, ikinci savaşta kurşuna dizilmeden önce ayakkabılarını çıkartırlarmış. Sahilde o karanlık günlerin anısına ayakkabıları sergileniyor..."neden kurşuna dizilen ya da asılarak idam edilen insanlar çıplak ayaklıdır..." o zaman vahşet daha mı anlam kazanıyor...''

Bu karabasana dayanarak iki şey anlatayım, Nazi kamplarında demiryolunda çalışan bir doktor kaytarıyor bir an, ayağı tekliyor çünkü, nöbetçi fark ediyor ve bir çakıl taşı fırlatıyor ona, adam o kadar üzüldüm ki keşke vursaydı diyor, çünkü onu o kadar küçük görüyor ki karşısındaki, vurmaya bile değmez diye niteliyor  artık. İkincisi gaz odalarında çocukları başının üstünde ölene dek tutan insanlar, son ana kadar bir umut taşıyor insanoğlu, ne acı...

Çocuklarının onlardan önce ölecek olması gurur kırıcı, bu olayın sihrini yaşadım ada vapurunda, o kadar kalabalık ki binmek için yürüyemez hale geldik, kadının biri yanındakini itekledi, çocuğu görmüyor musun dercesine, oysa beklerdim ki çocuğunu kucaklasın ama kalabalıktaki tek irade, sürü psikolojisi ve anladım ki, herkes kendi canını düşünüyor, çocuğu da onun canı, karşısındakinin giderek bir önemi kalmıyor ve salt kendisiyle ilgileniyor artık kalabalıkta, çok ilginç aslında, ortaklaşıyor irade ama tekilleşerek, birden ve herkes aynı içgüdüye yaslanarak koşuyor trajik sona doğru, hepsi ölüme gideceğini bilse de insanın ortaksı yöntem arayışı bitiyor orada, tamamen bireysel çözüm ve budalaca davranış mantığı mutlak artık, çok korkunç ve ilginç bir şey bu, ilginç Macar Yahudileri de idam olurken eminim sadece kendilerini düşünmüştür, sağduyu dediğimiz, bilincin yerini bulanık bir beyin yapısı alıyor artık orada...

Ölüme giden kalabalıkta bireysellik doruk noktaya varıyor ve bilinci yitiyor doğallıkla, korkunç ve şaşırtıcı bir şey; Haklılığı, doğruluğu yoktur diyemeyiz ama insanın mazlum ya da zalim olduğunda, o son anda bilincini yitirebilen bir varlık olması, belki acımasızca ama barışın ve kardeşliğin her halükarda gerçekleşmesinin ne denli zor olabileceğini simgeliyor aslında, çünkü masumlarda -haklılık payı olsa da, olmasa da- zalimlerde, -haksız olsa da, olmasa da!- aynı içgüdülerin tutsaklığında yol alabiliyorlarsa, her iki davranışın sonsuzda tek bir davranışa dönüştüğünü ve her iki davranışın gerçekte kaynağının biricik olduğunu anlayıp, sezebiliyor artık insan, bizim içgüdülerimizden, usumuzun yetersizliklerinden ve evrene karşı tümellikle güçsüz bir varlık olmamızın umarsızlıklarından kurtulabilmemiz için daha çok zaman var ne yazık ki...

(Balina ırkı! kutuplara giderken benimle gel! pragmatik dünyalım! aşık olsam yetmez, konserveni yapmalıyım, olmazsa köyüme gel, balkızım ol, yıldızım ol, dört bin küçük baş hayvancık seni bekliyor, kışın soğuğunda kuyruk yağıyla beslerim gövdeni, soba yakarım sana... Senin için bir aşk metni yazmalıyım, sevda adına, ey sağrısı dünyadan güzel kaşalotum, salınışı yayın balığım, kılıcım senin yüzgecine takılsın, evime gel, çünkü ben de balığım, bende canlıyım,  kurbanım ben, arzunun karanlık nesnesinden  bir ruhan,  bir seyranım...)

Düşler, düşünceler gelip gider gecede...

Fatih, Bizans'a sarığıyla girdi ama Bağımsızlık Savaşı'ndan silindir şapkayla döndük, elimize ne geçti, bir kadeh viski, dantelli bir Madonna, bir de düvel otomobili, değer miydi terzilerin savaşına!..

Bakın dünyanın paylaşılamayışını dert edinen biri neler anlatıyor...

Roma, Rim, Rum sözcüğü yanlış algılanıyor, Anatolia Grekçe bir sözcük, ama bu topraklarda Hitit, Urartu, Lidya, Frigya yaşamış, onlar Grek yada Latin değil, Anatolia sözcüğüne bakarak, sıklıkla Bizans ya da Rum, bu toprakların kadim yerlisiymişçesine imaj vermek çok doğru değil. Roma'yı Truvalılar kurdu, onlar kim Grek değil, iki yakanın zaman zaman birbirine saldıran kavimleri diyelim.

Öyleyse örneğin Konstantinapolis, adını aldığı Grek ya da Romalı Latinlerden önce var olan bir kent, Kalkhedon söylencesi bunun kanıtı, Byzas tıpkı Alpaslan'ın Anadolu'ya girişi gibi Acı Su'ya geldi, olasılıkla çevreyi temizledi, çünkü böylesi bir geçidin tekin olduğu düşünülemez, ıssız olması olanaksız. Truva, Bizans'tan önce çünkü!..

Şimdi asıl sorun şu, Türkler Anadolu'ya sonra geldi, evet doğru ama Bizans'ta İstanbul'a ve sonrasında Anadolu'ya sonradan gelenlerden... Biricik ayrıntı Alpaslan'dan önce elini tutmuş olmasıdır.

Demek istediğim şu, toprakların gerçek sahibi Tanrı ne yazık ki, çünkü başka çözüm yok-. Bu nedenle işgalci gözüyle bakılamaz kimseye, herkes işgalci çünkü, tanrının toprakları sürekli el değiştiriyor ne yazık ki ve bu insanlığın kadim travmalarından biri...

Saksonlar Danimarkalı, Amerika, Avrupa'nın yoksul göçmenleri demek. Açın şu, uygarlığımız kan grubuna bakarak insanları ayırmaktan, adı Selanik diye vatanımız orası demekten, Ermeni diye özdeyişler üretmekten vazgeçene kadar, bu sorunlar olacak. Kimse masum değil, herkes günahkar değil!..

Kendimi Yunanlı duyumsar gibi onları seviyorum, -Yunan olmadığım da bilinemez ki!- onlarda öyledir ama henüz kan ve etin bireşiminden ve genlerimizden gelen gizil şiddet duygusundan arınabilmiş değiliz. Çözüm yok ne yazık ki, işler daha kötüye gidiyor da olabilir. Ayrıştırıcı değil, birleştirici olmak bireysel olarak bizi doğru yere koyabilir. Son bir sözüm var, din çok şeyin, kan dökülmesinin nedeni gibi gösteriliyor, bu kozmikomik bir bilisizliktir, dini bu gecenin ay ışığında kaldırın, yarın kırmızı düğmeye basan bir president, bir ejderha çıkabilir karşınıza, gerekçesi de dini geri getirin olsun!.. Mantığı olan, sorunları usa yorabilen için, bunun ne önemi var!..

Eğer din birincil sırada ki -doyurucu!- savaş nedeni olsaydı, yeryüzünün bugüne dek gördüğü en büyük soykırım olan kızılderili genosidi olmaz -bir kıta yok oldu- ve Oturan Boğa'nın boynunda bir madalyon, kızıl bir güneş gibi parıldayan, çarmıhtaki İsa Efendimizi görürdük!.. Din savaş nedeni demek bizim gibi primitif toplumları manipüle etmenin ehven yoludur. Orta doğuda ki savaş zift savaşıdır.

Hitler dindaşlarını çarmıha germedi mi, sekiz yaşındaki kızının ölümüne göz yuman Marks'ın dediği gibi -yarası olmayan kuş yoktur bu dünyada- din afyon değil, sakinleştirici bir müsekkindir. Diyelim ki günahlarımızın babası dindir, peki anası kim; Çitten ilk atlayan, ilk çalan, ilk vuran, ilk hain, ilk parlayan, ilk haykıran, kozmikomiklik sonsuza dek sürebilir...

Normandiya çıkarmasında Birleşik Devletler, bir saatte yüz elli bin haçlıyı, bir haçı simgeleyen süngüleri, kılıçlarıyla cennete gönderdiler. Zamanın gizlentisinde, Kuyucu Murat Paşa dindaşlarını saraya karşı çıkıyorlar diye kuyulara gömdü ve zahmetsiz diye burunlarını çuvala doldurarak Sarayburnu'na yığdı!..

Din savaş nedenidir diyen tarafgir, -gerçekte işbirlikçi- bir münadi, bir müdahildir. Din bir soyutlamadır, felsefi popülizm, bir tür sosyal magazin, bir ritüel, siz hiç bilgi yarışmasında kavga gördünüz mü, din seçme hakkı verir, gerekçe gösterilebilir de bir paravan olarak ama -diyelim uyutmak için-, ne ki  savaşın asıl nedeni bütün dünyada artı değerdir. Eldorado'dur, yağmadır, ganimeti güvence altına almadır.

'Evrensel Gabin' -sömürü- veya tanrısal yankesiciliktir gülüt adı. Bilimde ve felsefede bir kural vardır, soyut soyutun, somut somutun gerekçesi olabilir, gerçekte bir somutlamadan soyuta ulaşılamaz, su incidir sözü soyutlamadır, ama su inci değildir, bu somutu soyutlamak, melek masumdur, bu soyutu somutlama, gerçekte her iki sözcükte bir soyutlama ve kavramsaldır ama bunun için soyutlamanın soyutlaması demek gerekmektedir aslında, ama biz, insanoğlu inanırlığı saf bir düşsellik olsa da, dünya gerçekliği ile bir bağın üretilemeyeceği, salt  bir metafor olsa da, bir sevda gibi bağlanırız buna, kurgulara, vaatlere, ruhani yüceliklere inanmak, bağlanmak insanın naturasında var.

Ama bir gerçekte var ki, bir soyutlamanın somutu değiştirme gücü gösterememesi gerekir yüzeyde, yaşamsal zeminde, din de öyle, somut bir şeyin temel ve doğrusal gerekçesi olma yeteneğinden yoksundur din. Savaş bir somutluk arz eden eylem, öyleyse nedeni de somut olmak zorundadır, toprak kaygısı, açlık, petrol ve marmelat bile savaş nedeni olabilir ama bir türkü söylemeye bile indirgenebilecek, bir dua, içten bir yakarı sayılabilecek din, tüm dünyayı kapsayan bir temenninin skolastiği olsa bile, bir savaş nedeniydi demek, onun için bir yanıltmaca işlevi görebilecektir ancak.

Bizi söylediğimiz türküler, sayıkladığımız dualar savaşa götürmez, bizi açlık, sömürü ve el koymacı, yağmacı barbarlıklar savaşa sürükleyebilir, türküler ve dualar eşlik edebilirler gidişimize ve dönüşe ama savaşın yararı ve tahribatı ve yığılan kemiklerin, oyulmuş göğüs kafesinin, tozlu kafatasların gerekçesi olamazlar. Bu inandırıcılıktan ziyade, göksel, gotik bir süsleme olabilir.

Gerçeği saklama, ört bas etme ya da süsleme, bu zorunluysa, Tanrı'da gerekçedir, onurda, imanda ve Truvalı Helen'de -güzellikte bir soyutlamadır sonuçta!-. Oysa Truva da gümrük ve narh savaşı vardı, atalarımızdan Krezüs'ün icat ettiği nikel!.. Din insanlığın pek çok şeyi gibi bumeranga benzer, onun bezirganlığını karşıtları da yapabilir, bilim filozofların elinde bir silaha dönüşebilir, aydınlar bir ülkeyi uçuruma sürükleyebilir, çünkü her iktidar, -erk- bir tür katildir.

Nedeni Diderot'nun Katerina'ya önerdiği önlemlerde saklıdır. Katerina demiştir ki, sen hiç bir tepki vermeyen kağıtlara yazıyorsun bu düşüncelerini, ben önerileri en ufak bir dokunuşta tepki veren insan derisi üzerinde uygulamak zorundayım.

Günün birinde her gereksinimini kendi giderebilen, toplumsallığın bir karnavala dönüştüğü bir öbekte, mahşeri bir kalabalık, rengarenk bir kitlede  -düşünce bu ya- belki yönetmek ve yönetilmek gerekli olmaktan çıkacaktır, bir kavramsal olarak, savaşta, ötekiler gibi,  geçmişin araba yarışları ya da gladyatör dövüşleri gibi gülümsenerek karşılanacaktır artık belki de...

Diyesim din günahkarsa, insan da onun uygulayıcısıdır olsa olsa, insan kim, ben, sen, o... Bizi ayırmak için ateşe kıvılcım atmaya gerek yok, o genlerimizde var, duygu ve düşüncelerimizde var, birbirimizi suçlamaktan ve aşağılamaktan uzak durmalıyız, ayrı ayrı yönlere koşabileceğimiz zamanları aramalıyız...

Bitmek üzere sanrılar, hep aynı romanı yazdı derler ya, kimi yazın gönüllüleri  için, hep aynı şeyleri yazıyoruzdur belki de, iki ayaklı ve tek burunluyum bende, yineleyip duruyoruzdur ama, düş gücümüz ve usumuz sınırlı ne de olsa diye kestirip atalım, bir de kuram ve eylem apayrı sorunsallık ve zorunsallıklar. Yazgımıza baş kaldırmamız için her şeyi unutmamız gerekiyor...

Yine de bir şey söyleyeyim, bir mesele göre, tanrı evrenin gizini bağışlasa bile insanlığa, yine de o, insan; Bizleri kurtarmak gibi gülünç ve yeryüzü gailesinin yüz kızartıcı anıları adına bağışlanmış olamaz bu büyülü tansık der ve yine kendini karanlığına, o sonsuz pişmanlığına gömer ve bir zaman yolculuğundaki bitmeyen uykusuna dalarmış.

Ama yine de bir şey demek istiyorum, bir şey...

O nedir ben de bilmiyorum, bir parçacık mı, Higgs bozonu mu, bir ucundan bir şey söyleyeyim, minicik bir buklecik...

Yaşamınız sizin değilse, düşleriniz başkalarınındır.

Düşleriniz sizin değilse, yaşamınız...

Bu da bir balkondan Kalkhedon'un zincirleme sahillerini seyre dalmışlığın, Dragos'un düşsel gecelerine kapılmışlığın öyküsü...

Gecenin mırıldandığı elem şarkısıysa şu...

'Zamanın ve suyun oluşturduğu şu ırmak gibi / Anımsa günlerin de bir ırmak olduğunu belki ikizi, / Bizlerde yanyanayızdır onlarla sanki bir ruh ikizi / Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor tıpkı onlar gibi. / Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke / Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik / Gene de titreyerek gider miydik ülkesine bir bilebilseydik / Ve hangisi gelecek uykuda hangisi gece görebilseydik keşke / Geçen günlerin yılların bir imge olduğunu sezebilmek / Tüm yaşadıklarımızın saatlerimizin ve gün dönümünün, / Üzünçlü geçit töreninin son iç çekişin yıl dönümünün / Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek, / Sarı gülün batımı, ve uykuda bir yüreğin sönümü / Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı, / Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı / Yinelenen şafakla ufukta ki gül tanrının sönümü. / Akşam üzeri bir yüz karşılaştığımız zaman içinde / Bakar gibi bir aynanın derinliğinden dışımızdaki bize; / Şiir sanatı da ayna olabilmeli göstermelidir bize / Açığa vurabilmelidir gizimizi taşımalıdır içinde / Onlar söyledi ki Odysseus'a boş yere harikalar yaratmakta, / Sonunda gördü gözyaşlarıyla işte biricik aşkı İthaka, / Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka / Sonsuzluk arayıştadır acemiliktedir, değil harikalar yaratmakta. / O taşkın bir ırmak gibidir bitimsizce çağlar durur / Kimileyin koşar kimileyin kabarır coşumcu bir aynadır / Kararsızdır değişkendir, Heraklit ki o da aynadır / Ve şiir böyledir ırmak gibidir akar kayar çağlar durur.'

Şu yaşamda her şiir bir yaşamı karşılar, her yaşamında bir şiiri vardır...


ADANOPE

Geziniyorduk tasasızca, birden Adanope adında bir gezegen varmış burada  dedi. Biliyor musun!..

Hayır,  nerede dedim, Aya Yorgi'nin arkasında dedi, söylediği şey olabilirmiş gibi es geçip, bıktım bu Aya Yorgi'den dedim, adanın haç merkezi olmuş, şu nerede Aya Yorgi'nin soluna düşer, ya öbürü, o sağında, ya şu, kuzeye doğru giderken solda, başka bir şey bilmiyoruz sanki, varsa yoksa Aya Yorgi dedim...

Hiç ara vermeden, senin azizlerle bir sorunun var herhalde dedi!..  Çıkışı olmayan bir klişe!

Konuşan adanın derbeder kızlarından biri Dilek!.. Romantik ve iyiniyetli ama her romantik gibi başı beladan kurtulmayan biri ve hercai, ne yiyeceğini, giyeceğini bilmeyen, nereye gitmesi gerektiğini kestiremeyen, ne yapması gerektiğine, bin bir ikircik içinde karar veremeyen...

Bir keresinde onu trafiğin ortasında düşünürken gördüm...

Böyle dolaştığımızda olur, sonra birbirimizi hiç tanımıyor muşuz gibi aylar geçer, sonra bir gün Beşiktaş'a giderken karşılaşırız, nereye gidiyorsun derim, Kadıköy'e der, sonra hadi bende geleyim Beşiktaş'a der, değiştirir kararını, inince de cayar ve hemen Ada vapurunun dönüş saatini sorar, ne yapıyorsun derim, çantamı unutmuşum kafede, evde olsa neyse ama kafeye güven olmaz... Haklı olmasa da bir gerekçe yaratır zaten, ayağım uyuştu ben gelemeyeceğim dese çok mu iyi...

Arkadaşlıklar, dostluklar zamanla  birlikte biçim değiştirdi, eskiden evlere gidilirdi, şimdi teknolojinin olağanüstü ayrıcalıkları ve tutsaklığın ya da özgürlüğün bin bir çeşit halleri var artık.

Deyim yerindeyse, bir gecelik aşklar ve yaşam boyu süren, teğet geçmekten öte, hiç bir işlevi olmayan bağlaşıklıklar var şimdi, iyi ya da kötü denemez buna,  insanın konsantrasyon gücüne ve çağa ayak uydurma yeteneğine hayranım, ama ben kör ve topalım, yalnızca o olsa iyi de, Dilek'in bu tutumları gerçekte bir anomalidir desek de, benim sayrılığım ondan daha  kötü, o uygarlığa şaşkınlıkla ve uyumsuzlukla bakarken gene de tuhaf bir uyum içinde sanırım ama ben için için yas tutuyorum halime, görkünç bir uyum içindeymişim gibi görünebilirim ama  içim kan ağlıyor ve kimselerde bilmiyor...

Hangisi iyi ki...

İşte böyle Dilek'e benzer, yaşamını baygın balık gibi geçiren insanlar vardır, yaşama karşı uyuşturan sendromların, gizlenmiş, ortak ve bir umarı olmayan içe kapanmalarımız, derinleşmiş, bizimle bütünleşen ve artık bir parçası olduğumuz, bir kimliğe dönüşmüş arazlarımız, kompleks dolu alışkanlıklarımız beni onlara bağlıyor, seviyorum onları, aynı semptomların pençesinde sağlıklı birer bireymiş gibi dolaşıp da, hiç tepki vermemek, hep katlanmak, hep kıyısında kalmak olan bitenin, elleri değil sürekli ruhu titreyen, kalbi örselenmiş ama dirim dolu, atletik bir yapısı varmış gibi koşturmaca ve maskeli bir balodaymış gibi hiç belirtisiz, her şeye tüm sıradanlığıyla, zararsızlığıyla ve herkeslerden hiç aşağı yanı olamazmış gibi yaşama katlanmak, olağanüstü bir yatkınlıkla, başkalarını hiç üzmeden, hiç tepki vermeden, sonsuz bir olgunlukla sürekli kuyruklarda sırasını kaptırmak, kalabalıklarda en arkadan çıkmak, bileti geçersiz olduğu ileri sürüldüğünde hemen yeni bir bilet almak, hep özveride bulunan taraf olmak, hep anlayışlı olan bir cennetlik adem pozisyonunda, her kese yol vermek, herkesin gönlüne hoş geleni söyleyebilmek, sürgit haklısınız beyefendi, evet hanımefendi, aynen katılıyorum demek, nasıl bir şey acaba ve insan ruhunda nasıl yaralar açıyor ve her şeyden önemlisi bu tür insanlar, hiç bir işaret vermeksizin ve herkes gibi ömürlerini ama uzun ama kısa ama bir kazaya kurban giderek ya da gitmeyerek, yaşamlarını nasıl tamamlıyorlar...

Çağın en garip sorusu bu bence...

Psikanalizlere göre, bu tür insanlar ellerine düştüklerinde, ya yetim filandırlar, ya travma geçirmişlerdir küçük yaşta ya da otist  gibi sevimli ya da anevrizma gibi ağır birer darbe yemişlerdir, orta sınıf ya da varoşlarda bir klişesi de vardır bunun, geçmişten biliyorum, menenjit geçirmiş çocukken diye kestirip atarlar bu tür yerlerde ve bayağı sevgi gösterirler bu tür insanlara, en ufak bir dışa vurumda başına toplanırlar, doktor kalabalığın arasından on beş dakika da geçebilir tabi, ciddi bir şey varsa talihsiz, ilk kez talihli bir şey yaşar ömründe...

Ölür.

Bir kaza geçirmişse yaralı gene aynı kalabalık kıyamet senaryosu eşliğinde bağırır, çığlıkçılar, bir senfoni orkestrasının insanı huzursuz eden düzeninden, doğanın hepimize hayranlık veren ilahi düzenine geçerler, birbirlerini çiğnerler, bir ikinci  vaka ki, ilki artık gölgede kalır, gözler o yana çevrilir, kaç kere tanık oluyoruz, ölüyü kurtarmaya gelirken ölen kalabalıklara!..

Sonu gelmez bir kıyamet toplantısı ve bir Araf kalabalığıdır dünya ve Dilek'in ne yapacağına bir türlü karar verememesi beni kendine hayran bırakır. Onu anlıyorum ben, dünyamızın ideal yurttaşı kim, uzaya bu dünyadan bir kişi gönderecek olsanız kimi seçersiniz deselerdi bana, hemen Dilek'i derdim, çünkü onda bütün dertlerimizin, travmalarımızın, gülümsemelerimizin toplamına yetecek kadar bir birikim var ve bunu birbirine girmiş, herkesin ne yaptığını bilmediği ya da tekme tokat, geoitler çizdiği bir kalabalıkta düşünceye dalabilecek kadar bir olağanüstülükte, incelikte, görkem dolu bir seremonide sürekli yineleyebilen biyonik bir yaratık. Bütünüyle uzaya, evrene ya da kozmosa mı derler ya da tanrının sevgili kulu filan mı demeliyiz, kanımca Dilek dünyamızda yaşayan tüm insanların bir bileşkesi, tanrısal bir türevi...

Dilek bir gün yemek yediği lokantada iki yüz lira bahşiş bıraktı, hesap yüz kırk liraydı ama, bir tuhaflık rekortmeni. Sen nehrine elini sokup Mari Antuvanet'le aynı suda yıkanmış olmak ya da bütün iktidarlar kötüdür mottosuna bel bağlamak kadar  ilginç bir davranış,  her zamanki gibi ne yapıyorsun dedim, bu garson yeni evlendi, yazık adamcağıza dedi, para onun parası bir şey diyemiyorsun ki...

Bir keresinde yolda bulduğu bir çocuğu sahiplendi, bereket anası babası çıktı ortaya da benim şaşkınlıklarımın da bir sınırı olabileceğini, iradi bir dahli olmadan kanıtladı, yine bir keresinde bir köpeğe on dört yılını verdi, aynı odada yaşadı, köpeğin yaşam limiti bu zaten, 'Ayışığı' (köpeğinin adı) yatağında ölü bulunduğunda, ağlamadı bile, bu tavrına fazlasıyla hayranım tabi, farklı ama bizim gibi bu, bizim gibi ama farklı bu, demek istediğim yani...

Onun için bu varsayımlar, beni bakar kör yapıyor inanın, içmeden kendinden geçmiş gibiyim ya da sürekli uyuşturucu almış bir deneğim belki de, yaşamım bu minval geçiyor ve en korkuncu da kendimle son derece barışığım, ben benim, kederliyim, küskünüm, özlemler içindeyim ama yakınıyor filan da değilim.

Sonuçta yaşamını bu minval geçiren insanlar vardır, sayıca azdırlar ama, aramızda dolaşır dururlar, bu yüzden insanların suratına bakmadan geçemem ben, insanlar olağanüstü derecede ilginç varlıklar, çevirin birini, tutun kolundan, konuş deyin, vallahi adamı daha önce tanımadığınıza bin kere pişman olursunuz...

Bir keresinde durakta beklerken araba gelmeyince, ahlayıp oflamakla lafa tutuştuğumuz biri vardı, Kore'de yapmış askerliğini, oralarda bir yerde, odadan bir odaya geçerken ışığı söndürürlermiş, bu yüzden metrolar bedavadır, artan elektrikle çalışır metrolar dedi. Gözlerim fal taşı gibi açılmadı tabi, bir yöntem bu, belki bizde daha iyisi vardır, epey karışık konular  dedim. Kendimden bekleneni her zaman veririm. Orada bir kadınla aşk yaşamış, çocuğu da olmuş, otuz yıl sonra kızı onu Ayvansaray'daki tek gözlü gecekondusunda bulmuş filan.

O günden beri değil belki ama gerçekte tüm insanlara hayranım ben ve alelade bir yapım olduğu için bu kargaşada, aşağılık kompleksinden de yıkılırım. Lokantaya girsem garson siparişimi yarım saat getirmez, söylerim tamam der, bir yarım saat daha geçer, yahu pısırığım derim, askerlik maceram yok anlatılacak, ehliyetim var, cesaretim yok kullanacak, dahası avukatım ama bir Mevlanın kuluna avukatım demişliğim yok, soru sorarlar diye korkuyorum, hukuk deniz gibidir, ne doğrusu vardır ne eğrisi, bu yüzden kimseyi mutlu edemezsiniz, bütün yaz denize girmişliğim filanda yoktur, yüzmeyi tam bilmiyorum, utanıyorum ahaliden, herifler üç adımlık yere takla atıp giriyorlar, ben bacaklarımı suya alıştırmak için şanzımanı kaymış, radyatörü kaynamış bir motor gibi, sahilde beklerim...

Dilek'i bu yüzden çok severim, benim bir eşim, ama ona belli etmem kendimi, konuşurken sesimin tonuna dikkat  ederim, garson siparişi getirmezse, üşenmez bir kaç kez gelir giderim, ağız tiryakisiyim ama tütünü o varken içime çekerim, alkol konusunda söylevler veririm, dibinde durduğu gibi durmaz bu diye, yaşamımız oymak söylencesiyle, soykök mitolojisidir derim, olmadık deneyimlerim varmış gibi soluk alır veririm. Oysa alkol kullanmışlığım da yoktur, içer gibi yaparım, bana yakışır!..

Dilek durumumu bugüne kadar çakmadı, o kendi kararsızlığıyla cebelleşiyor ve sözde ben ona yardımcı olan, afra tafra sahibi, kılı kilosu, eti budu yerinde biriyim. Oysa ruhu göçmüş, kendine sürgün, yersiz yurtsuz biriyim.

Ama o da  beni çok sever, çünkü onun her dediğine evet derim, bilmez ki benim, dünya hayır demeye değmeyecek kadar zamazingo bir yerdir diye düşündüğümü, şu kayaya çıkalım mı der, evet derim, çıkmadan geçip gittiğimiz olur, kayaya çıkılır mı yahu, ikimizde duymazlıktan geliriz yaşam cahilliğinden devraldığımız  saçmalıkları, bir keresinde tenha bir saatte -deli demesinler diye- yürüyen merdivene tersten bindik ve on dakikada inebildik avm'nin ortasına, bir keresinde asansörün düğmesine her bastıklarında, biz yukarıya bastık, yarım saat aşağıya inmedi asansör, sonra ara katların birinde inip, ime time karıştık.

Hayattaki başarısızlığımızın öcünü almak için gizençli oyunlar üretebiliyoruz onunla, bir keresinde çikletlerden çıkan elli lirayı, karanlıkta minibüs şoförüne verdik, geçerli kırk beş liramız oldu böylece, bir keresinde de meşhur bir restoranda sırayla tuvalete girip çıktık ve yarattığımız anaforu kavrayamayan herkesin gözü önünde, diğerini  aramaya çıkmış beriki gibi ve aniden  vicdan sızlatacak bir işi çıkmış er kişi gibi, mayına basmış bir serseri gibi gözden kaybolduk.

En büyük volimizse bir banka şubesinde oldu, ikimizde kredi alıp birbirimize kefil olduk, paralar buhar oldu tabi, bunu nasıl başardığımızı asla söyleyemem, çünkü halen kullanmak zorunda kalabileceğimiz bir şey, hiç bir usta bu dünya da tüm sırlarını aktarmaz gönül efradına... Pısırığız dediysek kendi ütopyalarımız var sizin anlayacağınız.

Yıllardır mutlulukla arkadaşlığımız sürüyor, birbirimizden ne istediğimizi çok iyi biliyoruz, ezilmişliğimizin öcünü almak için dünyada bulunabilecek en iyi ikili, en uyumlu partneriz biz.

Peki neden anlattım bunları, okul sıralarında tanışıp Ada'da kader birliğini sürdürdüğümüz bu tuhaf arkadaşım, inanın burada başka bir gezegen var deyince, birden güvenim sarsıldı ona karşı, acaba dedim artık bıktı ya da sinir uçlarının nöronik bağları koptu da, beni mi kurban seçti katakullilerine, dolandırmasın işin son durağında beni, onun için huylandım epeyce...

Yıllar geçip de kuşkunun sarıp sarmalamadığı hiç bir dostluk, arkadaşlık, eşlik, meşlik yoktur inanın... Gezegen demesine de bozuldum, yıldız filan dese anlarım, hatta karadelik veya tanrının kazayla elinden düşürdüğü, cennetlik bir göze varmış burada gibi daha anlaşılır ve rokoko şeyler söylemeliydi...

Ben gene de Dilek'e güvenmek istediğim için, nerede dedim bu gezegen... İşte o kısa konuşmamızdan sonra aşağıya inmeye başladık; bir türlü peşimizi bırakmayan Aya Yorgi efsanesinden, aşağılara doğru, gün batımının bittiği yere... Bayağı sarp bir yer, bugüne kadar sağ salim geldiğimiz, şimdiye dek soluk alıp vermeyi başardığımız için yaşamda, sıkıntıya girmeksizin, bir telaşa kapılmadan, neşeyle inmeye başladık...
Epeyce aşağıda kıro-magnon görünümlü biri önümüzü kesti, içeri girmek istiyorsanız bilet almalısınız dedi.

Ant olsun ki Dilek, sanki çocukluğundaki yazlık sinemalara girer gibi, hiç bozuntuya vermeden, nereden alacağız dedi. Adam bizden daha profesyonel, insanlar bakar bakmaz defterlerimizin içinin neyle dolu olduğunu anlarlar, bunun gibi, ben verebilirim dedi adamcağız, adamcağız diyorum, bu kıro-magnonlar çok içli insanlardır aslında, ama o an adamın bizi dolandırabileceğini düşündüm yine de -bu başka bir cin olayıdır- ve Dilek'e bilet almayalım diyecek oldum, ama o hemen paraları uzattı iki bilet aldı -pısırıklığım bir kez daha işe yaradı!-, adam aşağıya inin, çalılıklar bitip de, düzlüğe gelince sola dönün, sonra bana telefon edin dedi.

Epeyce huylandım artık, çünkü birden sola dönünce, adamı neden arayalım ki -ne ki saçmalığında bir felsefesi, olmazlığında bir oluru  vardır bu dünyada, bu yüzden cennet ve cehenneme, bir inanç sahibinden daha fazla kanmışımdır ben-, aranılanın nerede olduğunu söylese anlarım ya neyse, indik aşağıya, bir yılan çıktı karşımıza, yolumuzu değiştirip, daha da aşağılara inmeye başladık, kocaman bir sedir ağacı çıktı sonra, Dilek, Lübnan Sediri bu dedi, atma dedim, Lübnan sediriyse Lübnan'da olur. Güldü, inanmak zorunda değilsin dedi, az sonra düzlük göründü ve sola saptık, telefonla aramaya başladık adamı ama telefon çekmezmiş buralarda, nereden bilelim, biletlere kaç lira verdin Dilek,  bu kez biz dolandırıldık dedim, hayır bak şurada bir kayık var ona binmemiz gerekiyor bence dedi, bindik -güvence veren bir deliyiz biz-, bir küreği o çekmeye başladı diğerini ben, senkronize biçimde kıyıyı izleyerek gidiyoruz, aniden bir su kaplumbağası başını çıkardı ve gelin buraya, sırtıma binin onursuzlar dedi, -muhtacız diye sesimizi çıkaramadık tabi- bindik, sanki vites değiştirir gibi hızlandı hayvan, sonrada dalıp gitti denize, nasıl soluk alıp verdiğimize hala şaşarım, bir mercan ormanını geçtik ve kubbemsi, asortisizm sözlüğünde küremsi, yumurtamsı  sayılan bir yere geldik, kapı kendiliğinden açıldı, içeri girdik...

Sonra bizi hemen başka bir kapıya götürüp, dışarı çıkardılar, birde ne görelim evimizin önündeyiz!..

Kulağımıza biri, uzaylı biziz şeytan diye bağırdı!..

Dilek'e dedim ki, gördün mü başka gezegen filan fasarya, bileti boşuna aldık, canımızı bile tutsak almış, kahredici uyuşukluğumuzdan ne bekliyorsun ki, kendimizi bile tanımıyoruz daha!..
....
Sonra, ertesi akşam Dilek'e yazdıklarımı okuttum, benim adımı değiştir, yanlış anlayan olabilir dedi, gözüme de porsuk gibi bakarak, olur dedim, kadınlar hep böyledir. Bu çok saçma ayrıca, dişe dokunur bir şeyler karala, bir şiir filan ekle dedi, ikisini de yaptım o anda...

Beni bu işlerde asıl şaşırtan sayfalarca yazdığım zannıdır. Bitince okuduğumda, bir bakıyorum bir kaç satır ya da olmadı bir buçuk sayfa filan, beyin yorulup, afazi geçiriyor sanırım, düşünce güçlüğü diyorum ben buna, düşünce insanın kendi kendisiyle konuşması değil midir...

Bu yüzden yazarken zamanın uzadığını biliyorum, okurken kısalıyor ve bu göreceli tuzak, okurunu avlıyor diyebiliriz  artık.

Einstein ve onunla aynı zamanda bu kuramı ileri sürdüğü halde, elektriğin suyun olmadığı bir mezrada, ölüp giden Topal Halit haklı bence, zaman kesinlikle göreceli ve ışık hızını kolaylıkla aşabiliriz biz, zamanda salt geriye gitmek değil, bakın bunu da Topal Halit söylemişti...

İleri de gidebiliriz!..

Dilek annesinin neredesin yavrucuğum melodisine, geliyorum anneciğim diye eşlik ettikten sonra, okunakları karıştırırken ilginç iki konuyla karşılaştım, neme gerek,  okuyanın bedduasını almak istemem, bu ikisi  bayağı ciddi konular, aktarmak isterim ki, ben aradan çıkayım ve günaha girmeyeyim.

Dedim size, yaşamım boyunca  aradan çıkmayı bir düstur gibi bellemiş bir  insanım!..

'Rus kadınların güzel olma sebebi komünizmdir, çünkü para bir değer oluşturmadığı için kimse kimseyle bir nedene  yaslanarak iletişim kurmaz ve böylesi  beraberlikler olmaz. Bu yüzden tüm çocuklar aşk çocuğudur!.'

Çocuklar böyle düşünmüyordur ama, başka açıdan yaklaşalım olaya, bir uzaylı bize kesin surette çirkin gelecektir, çünkü alıştığımız insani ölçülerin dışında bir başkalaşım olduğu için. Eğer güzel geliyorsa kaçınılmazlıkla bizim güzellik anlayışımızla bağdaşan yanları var demektir. Gök kuşağı renkleri, ışığa boğulmuş yüz veya simetri harikası geometrik bir yapının varlığı gibi...

İnsanın güzellik kavramı çağlara göre değişir, güzellik elbet bir estete yol açar ve gerekli bir duygudur ama bunun ekonomik ve temel gereksinimlere alet edilmesi insani bir gelişmişliğe ters düşer, güzellik sanatsal sınırların içinde gizlenmelidir. Aksi halde çirkin olan, şunu hak etmiyor gibi bir noktaya geliriz ki, gerçekte güzel ve çirkin diye bir şey yoktur, kavramsal bir şeydir bu. Soyutlama...

Bir soyutlamayla bir yoksunluğa veya bir varsıllığa layık görülen canlı talihsizdir yalnızca ve bu bir ahlaksızlıktır. Somutlanabilen bir ahlaksızlık!..

Yorucu satırlar bunlar, bir de şu var, başlığı kul affedebilir ama tanrı affetmez gibi bir şey, köşe yazısına benzer bir haber bu...

Bütün Avrupa şatolarla dolu, hayran olmamak elde değil, gerçi nasıl yapıldığı kadar, neden yapıldığı da ilginçtir ama... Osmanlı'dan bu yana hep merak ederim, bugüne kalan üç beş şey var, dördü İstanbul'da üstelik, sultanım bu imparatorluk görünmezlik maskesi takarak mı yaşadı!.. Ama bu  yetmez, Selçuklu eserleri nerede, tarih kitaplarındaki Divriği'deki yivli minare ve Konya'da ki kümbet fotoğraflarıyla yetinirdik!.. Bunun nedeni ne olabilir... Ayrıca tarihi kilise sayısı eski camiden daha çok bu ülke de, garip!..

Öyleyse bir, göçebe toplum olmak sonuçta bir köksüzlük yaratıyor,  iki, İslamiyet eğer -sanmıyorum ya- bu kadar öbür dünyayı önceliyor ve bir önem atfediyorsa, bu da bir etken olabilir, üç, temel sorun bence bu işte, nasıl Osmanlı'ya bütün bir toplum sırt çevirmişse, anlıyorum ki, toplumdaki  bu anlayış bugüne özgü değil.

Uygur, Göktürk'ü, Selçuklu Uygur'u, Osmanlı Selçuklu'yu, tarihin en cücemsi, minyatüre ve prematüre bebeği bugünün coğrafyası da, Osmanlı'yı aşağılayıp, yok saymış. Kısacası candaşlarım, bu ahir zamandan kalma bir alışkanlık!..

Öyleyse, bu işte bir iş var, doğu toplumu dedikleri bu sinamekilerde, bir boş vermişlik olduğu su götürmez!.. Tek avuntum şu; Batı doğunun her şeyini yine de yağmalıyor. Korumacı bir mantığın ürünü olduğu halde, diğeri koruyamadığı veya naturasında böyle bir  diyalekt olmadığı için çalıp çırpıyorsa eğer, onda da bir Calut, bir Arsen Lüpen'lik var demektir. Çünkü hırsızlık ve cinailiğin olduğu  bir sistemde, malını, canını çaldıran da, elbet olacaktır!..

Gerçek değinilerimizde şu olmalıdır; İnsanoğlu kuyruğundan kurtulmuş olabilir ama, bencil (Mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın!) ve yağmacı (Komşunun civcivi işin ehline  kaz gibi  görünür) alışkanlığıyla, müsrif, tüketici sınıflar (Vandal, yıkıcı, boş vermişçi, bu Şarkikaraağaç alışkanlığı ne yazık ki, sözcük batı kaynaklı olsa bile) ve yaşamak gibi bir 'olasılıksız' gökselini küçümseme ve aşağılamalara karşın (Öbür dünya gerçek yaşam, dünya malı Afşin'de kalır gibi!) ve tanrı her iki dünyayı -biri görünür ve gerçekliğinin su götürmezliği kesin olmasına karşın!- armağan etmiş olsa da, şaşırtıcı biçimde gerçek ve kesin olanı yok sayıp, varsayımların ağırlığını taşıyan olma tehlikesini yaşayan, bir temerküzü ciddiye almakla, bir tür Treblinka sendromunun pençesinde, biricik kurtuluşun yakında olduğunu sanılamak ve düşlemekle  tanrıya karşı gelmiş olmak -çünkü her ikisi de tanrının bir vaadi ve müjdesidir gerçeklikte- ve tanrıyı bizzat hiçe sayma günahının bataklığına saplanmış olmakla, olmaklığıyla...

Dediğim gibi, insan kuyruğundan kurtulmuş olabilir ama, tanrıya layık bir yaratık, bir tasarım olma fırsatını resmen harcamış ve o bir tarafa, tanrıya hayasızca ve boşunalıkla diklenmiş veya açıkça karşı çıktığını, determine olmayan bir yüzsüzlükle de şirk koştuğunu düşünebiliriz artık. Hiç bir kıymeti harbiyesi olmayan bir zındıklıktır bu!..

Ve en büyük günah.

Yaratıcısına  karşı gelen bir mahlukat, eğer bu davranışıyla tanrıyı hiçliyor ve barbarlığıyla, iğrenç, tiksinç, nalet, melanet ve kargış dolu tutumuyla kendini ve evreni yadsımış olmanın çukurunda, bir başka büyük günah olan ve bir budalaya yakışır bir ruh sefaletinin içine düşerek -kendini açıkça ve imansızca aşağılıyorsa-, bu dünya ahvalinde, daha kat edeceği ve öğreneceği, uçsuz bucaksız  nice yollar var demektir ne yazık ki!..

Hamursuz aylarınız, çöl evi  alışkanlıklarınız ve yoksulluk içinde ki seyranlarınız, bayramlarınız  kutlu olsun kardeşlerim ama ne yaparsanız yapın, dünyada bir asar bırakmadan gider ve hele de yapılanlar ve yaptıklarınızı, işlenti ve yapıtlarınızı rüzgar gülüne bırakarak ya da bir öğün değirmenine  yol verip, yakıp yıkma ve bir oldu bittiyle terk edip giderseniz bu dünyadan, siz öbür dünyanın armağanlarına veya cezalarından sonraki, ruhsari ve hûmalarna değil, safi, 'Hernani Cenneti'ni boylamakla karşı karşıya kalacağınıza emin olabilirsiniz.

Çünkü; yiyip içmek ve bu minval sefa sürmek, tüm canlılara özgü bir şeydir, ayrıcalık değil yaptığınız, bir kategorinin sıradanlığı içinde, coşkuyla geviş getirmek değil, insanı diğerlerinden ayıran tek şey; Tanrının asarına asarla karşılık vermek, katkılarda bulunmak ve dünyayı cennet kılmaya, gönül gözü koymaya, bir muştuyla koyulmaktır...

Songün'e dek secdeye de varsanız, emin olun ki asarınız olmamış ya da tam tersi, asarı tarumar etmeye bir ferasetiniz olmuşsa, tanrının karşısında tir tir titreyeceksinizdir,  bundan emin olabilirsiniz...

Tanrı size insan olmayı bahşetti, kendisine en yakın ayrıcalığı ihsan etti, ama siz onun evreninde, yakıp yıkmak ve kayıtsız kalmak gibi bir günaha bulanmış olmakla, öbür tarafa mı gidiyorsunuz, eğer buysa mefharetiniz, cezaların en büyüğü sizi bekliyor.

İki dünyadan birini boşlamak, her ikisini de lanetleyip, hiçlemekle aynı şey. Bir kapıdan giriyorsanız, diğer kapıdan çıkmanız için, kapıların içinde neler olup bittiğini görmeniz, el vermeniz, gönül koymanız, usa vurmanız gerekir ve bu doğaldır ayrıcalıkla,  yaşamanız, göz nuru dökmeniz, emeğin ve hakkın gönlünü hoşnut etmek zorundasınız. Birini hak etmeyen, diğerini asla hak edemez.

O geldiği kapıdan yazık ki geri dönecek, son iç çekiş günü, Cebrail defterinden silecek, Mikail fırtınasını üzerine salacak, Azrail insan olmayı başaramadı ki Araf'a yollayayım diyecektir ve bunun adına ne yaşamak denebilir  artık ne de ölmektir.

Hepimizi bekleyen Songün'de aydınlanacağız.

Işık, karanlıklar için vardır.
...
Dilek bir şiir eklemelisin demişti, ama şiir öyledir ki tüm yazıyı boşa çıkarıyor olabilir, çünkü şiir sanatların en büyüğüdür, deveye sormuşlar sırtın neden eğri diye, gözün doğruyu görebilsin diye demiş... Bunun gibi bir dizeyle her şey sona erebilir.

'Sessizliğin Övüncü' belki de bunu doğruluyordur kim bilir...

''Karanlığa ışığın saldırısıdır yazılar, daha olağanüstü göktaşlarından. / Bilinmezlikle dolu kentlerden taşranın hoyratlıkları devraldı onu. / Benim yaşamım ve ölümün güvenceleridir onlar, / Ben hırsla gözlemlemek ve onları kavramak istiyorum. / Onların günüdür havada bir kement gibi açgözlü olduklarında. / Onların gecelerinde ani ablukalar adına, çelikten gelen bir öfke vardır. / Onlar insanlığı konuşuyorlar. /  Benim insanlığımın duygularıdırlar  / biz aynı seslerin aynı yoksulluklarıyızdır. / Onlar toprakları konuşuyorlar. / Benim toprağım, bir gitarın acıları, bir kaç portre, paslı bir kılıç, / akşam söğütlerin gölgesinde gezinen aydınlık bir duadır. / Zamanım beni yaşıyordur. / Sessizdir benim gölgem, geçip giderim, kibirli, açgözlü kalabalıklar arasından. / Onlar kaçınılmazdır, eşsizdir, yarınlar için korunması gereken bir değerdir. / Benim adım hiç kimse ve herkestir. / Yürüyüşüm yavaştır benim, uzaklardakinin gelişini bekleyenler gibi değildir / yaklaşanlar gibidir.''

Onun  dediklerini yaptım ama kriptodaki adını değiştirmedim, çünkü bu dünyada her insanın bir 'dileği' vardır zaten, buda onlardan biridir ne yazık ki...

Öykü Yazmak!..


RAŞEL

Adım Raşel! Raşel Tel Aviv... Ne kadar ritmik, sanki   bir şiirden  dize gibi dedim, gülümsedi... Gülümsemek şu dünyada her zaman bir dedikoduya yol açar, surat asmakta öyledir ama, gülümsediğine göre  Raşel'le konuşabileceğimi anlamıştım.

Neler konuştuk neler diyeyim. Anımsadıklarım, tamam geçen gün konuşmuştum onunla ama elbette anımsadıklarımı aktarabilirim, demişti ki laf arasında bana, sevdiğim Nazareth'de kaldı benim, nazar et mi dedim, anladı bu kez güldü, bilisizlik bazen hoş antikiteler yaratır, Nasıra'ymış Nazareth, İsa'nın anayurdu.

Sevdiğim oralarda kaldı... Git o zaman dedim, gidemem çocuklarım var dedi, ah dedim, çocukların babası değil o kişi...

Biraz şaşırdı öyle dememe ve beni yönlendirip, uslu davranmam gerekir gibi bir şey öğretircesine dedi ki; Aşkın hiç bir zaman ikinci bir hali aranmaz!.. Ne demek istediğini hemen anlamıştım, aşk özgürlüktür, özel bir bağ, bir gerekçe ya da bir başka oluşumun dayanağı değildir demek istemişti, derin bir söz...

Peki dedim ne olacak senin halin... Güldü bir kez daha, bu toprağın özgün laflarından biri olduğunu anlamıştı sözümün, ne olacak bizim halimiz gibi!..
Ağlayacağım hep dedi, benden geri kalmamak ister gibi, özlemiyle ömrüm geçecek ve kederlerle geçip gideceğim. Unut dedim birden, unutamam dedi, alışmam gerek böyle yaşamaya...

Sana dedim bir şey anlatayım, durumuna uyuyor...

Kartaca'nın kraliçesi, kendisinden çok daha genç bir delikanlıya aşık olmuş, zaman onları ayırmış ve genç adam başka diyarlara gitmiş. Kraliçe onsuz bir şey yapamaz hale gelmiş ve özlemiyle yanıp tutuşarak haber salmış dönmesi için. Genç  adam demiş ki haberciye, beni unutması gerek dönemem ama bir çare biliyorum ben, kraliçeye beni anımsatan ne kadar eşya varsa toplamasını ve onları ateşe vermesini söyle...

Kraliçe aşkının çaresi kalmadığını anlayınca, gerçekten genç adamı anımsatan bütün eşyaları, ne varsa her şeyi toplamış ve ateşe vermiş. Ateşin ortasında kraliçe  bedenine dokunmaya başlamış, dokundukça onu unutamayacağını ve eşyaları yakmasının  bir çare olamayacağını,  onu anımsatan asıl gerçekliğin kendisi, biricik bedeni olduğunu anlamış ne yazık ki...

Efsaneye göre kraliçe ateşe kendini de atarak, özlemine  ve yürek yakan acılarına son vermiş.

Sahilde oturmuş, Dragos'dan batıda Kalkhedon, doğuda ufku aşar Gebze'ye kadar uzanan şeridi izliyorduk Raşel'le... Yıldan yıla karşı sahilleri gökdelenler kaplıyor, oysa gerçekten eski İstanbul olarak kalsaydı bu şehir, dünyanın incisi olurdu dedim. Biz dedi Süreyya plajında büyümüş çocuklarız, şimdi oraları beton yığını. Bu şehir gerçekten yedi kocadan artakalmış bir zehire dönüştü artık. Yüzyıllar sonra bu haline bakıp, bir zamanlar ne güzelmiş diyecekler yine de dedim, kızdı birden, kıyamete doğru gidersen geçmiş daima iyisidir!..

Sürekli paralarımızı boğazlayan tüccarlarla savaşıyoruz dünyada, huzur yok,  kabus görüyorum sürekli, suda boğuluyorum, uçurumdan düşüyorum, arkamdan koşuyorlar kaçamıyorum, etimi ısırıyorlar acı duymuyorum nedense ama korkuyorum. Bizon obezitesi içinde lobutlu canavarlar, sürekli saldıran kuşun ötesinde, uçabilen dinozorlar görüyorum hep.

Raşel, ekonomik sıkıntı içindesin sen dedi, en güvenilir kabus görmenin yolu parasızlıktır. Güldüm, akşam yeme alışkanlığı var bende, ondan olmasın dedim, ne de olsa Musevi kanı taşıyor  diye düşündüm içimden, açık sözlülüğüne şaşarak Raşel'in...

Bir mektup yaz Nazareth'e,  gövdem, gergin çatısıyla parıldayan  bedenini özlüyor, dillere destan ıstıraplar için, ilahi gövdelerin yüz yüze gelmesi gerekiyor, eski günlerdeki gibi bir balayına ne dersin, çığlıklar, haykırışlar arasında açan gonca, koklanan gül, esriyen sümbül ve yüzünü güneşe dönen menekşeler gibi, birbirimize sarılmalıyız artık, zaman geldi geçiyor, neredesin, ada kalyonları yolcularını bir bir boşaltıyor,  sen yoksun, yamaçlardan, burçlardan her gün denizi gözlüyorum, kimse seni beklediğimi bilmiyor,  bir hallaç gibi atılıyor ruhum yokluğunda, aşkın umarsızlığında batan güneşin alevlerine sokulmak istiyorum, neredesin, sensiz yok olmak istiyorum ben, güneş batarken  neden alev alev yanıyor, yoksa aşkta mı öyle, ayrılık  özlemleri tutuşturuyor, sanki ölüyorum, gel artık, kollarım boş, kalbim kederli, gözlerim uzaklarda, yalnız seni bekliyorum...

Borges der ki dedim Raşel'e, Japonya'yı fethetmek için savaşmayız, Japonya'yı fethetti desinler diye savaşırız. Hafifçe kızardı, aşk öyle değil ama dedi.

Konudan konuya atladık o gün.

Patronların ve kölelerin dünyasıyız biz... Machu Picchu'nun taşları gibi,  tanrılarıyla uğraş veren insanlar, televizyonlarda, yollarda, okullarda, evlerde, her yerde... Yoksulluğun çelişkileri, varsıllığın belirtilerinden daha acımasız ve daha trajiktir doğallıkla, evet batı aynı zamanda kuzeydir aslında, sömürü eşitsizlik yaratır, eşitsizlikse sömürüyü, çıkış yok...

İnsanlığın tavaf çemberi bu olabilir mi...

Taşın bile teri vardır ama  terimizin tarih boyunca bir değeri olmadı, tanrıya yüklemek için her şeyi, her sorumluluğu, onu bulguladık biz. Doğayı ve insani değerleri vahşice ezip geçenler hiç bir zaman cezalandırılmaz ve hapse girmezler, cezaevinin anahtarları onların elindedir çünkü...

Kibir ne işe yarar, başımızı döndürmeye, bizi kurtarmaya gelecek olan, kimsenin yüzüne bakamadığı o  korkunç yabancı, Mehdi midir, bir halife ya da Samson mu o, saçı kesildiğinde gücü kesilen...

Sonsuz ve sınırsız acı, dinmez, dindirilmez bir vicdan azabı... Bu anlamda cennet ve cehennemde bir cezadır bizim için!.. Düşünün ki uçurumlarda, yemyeşil ormanlarda, ırmak kıyılarında ya da volkanların ağzında sessizce dolaşan kalabalıklar. Nedir bu, umudunu  yitirmiş olan şu tanrısal varlık...

İnsanoğluna verilebilecek en büyük ceza, onu armağanlara,  cennet ya da cehennemlere boğmaktır... Umudunu yitirmek tam anlamıyla işte bu... İnsan en büyük sırlarını kendisinden bile saklayan bir canlı, yaşamdan ve ölmekten sıkılan insanlar var oldukça...

Düşünün insanın tıyneti, cücelere çocuk diyecek kadar alçalabiliyor, Şili'de bir toplama kampının adı Onur, Uruguay'da bir cezaevinin adı Özgürlük'tü...

Hangi sınırdan bahsedebiliriz biz, özgürlüğü yaşamadan, tatmadan.

Demokrasi demek alt yapı demektir şu dünyada, gönlün demokrasisi olur mu, bir makineyiz biz, gereksinimlerle dolup taşan, başkalarıyla demokrasi adına yarışılmaz, bir soyutlama bu, ekonomik gücünle, teknolojinle, üniversitelerinle, üretiminle, geçmişteki sicilinle, yaşayanlara sunduğun somut verilerinle yarışılır.

Yoksulluk içinde kıvranan gelişmemişler, dışa bağımlı, elden ayaktan düşmüş cin-cin-atiler için demokrasi vaadi bir safsatadır. Yolu olmayan bir cennet nasıl vaat edilir ki...

Ama ne geçmişe sığınabiliriz, ne geleceğe, aslolan şimdidir ne yazık ki... Delilik çağlarındayız biz. West Machine, dünyayı ele geçirmenin büyüsünü, benzersiz gözlem gücüne, analitik yeteneklerine, olağandışı ussal becerilerine değil...

Kitlesel kıyametleri olağan kılan, konvansiyonel, balistik ve nükleer  azametine borçlu...

Düşmanın simgelerine diş bileyen milyonlar yaratmak, bir estet, bir barışçıl, ütobik bir  Shangry yaratmaktan ziyade, Korku İmparatorluğu'na yaslanmaktır aslında...

Sözün burasında, sizde öylesiniz ama dedim Raşel'e, fena halde güldü, buralıyım oğlum ben... Sonu gelmez dünya halleri senin söylediklerin.

Avrupa devrim defterini kapattı ama  Asyalarda  şafak hala sökmedi, Avrupa zırhlarının ağırlığından Seyhan'ın kollarında boğulan Barbarosalar, Rişarlar gibi boğulabilir bir gün,  bir şey yıkılırken her yumak birbirine karışır, her anlayış yarışır!..

Enso lux ozasol kalıp yani, yakınsak ıraksama, kutuplar yer değiştirsin yalnızca, sözlerini beğenmedim, sen onlardan farklı değilsin dedi Raşel...

Bir bilge varmış, bir sorunsal karşısında hep usuna düşen ilk kıvılcıma sığınırmış, sonra deneyimlerini anımsar,  ikinciye sığınırmış, sonra olayı özgün yorumlarla irdeleyip, üçüncüye sığınırmış, sonra bakmış ki düşüncenin sonu yok, delirmiş...

Bizimki de o hesap.

Vicdanına sığınsaymış. İyi de oda elim sonuçlara varıyor bazen, üstelik tersi de var bu meselin, izanına sığınsaymış gibi...

Bugün karadelikte, internette bir hipernesnedir, umutluyum yine de ben...

İnternet bir gün çökecekmiş, insanoğlu her yeniliğe bir kulp uydurur, şu yazılanlar bir gün kaybolacak ha, bugün dünya, ormandan kesilen ağaçların tutuşturduğu ruloya basılan kitaplarla, çevreci birer Deccal geçinen insanlarla dolu, sandıklar ölülerin çöpe giden elyazmalarıyla, ebeveynlerinin anılarını roman diye sunup, satış rekorları kıran yıldızlarla ama gelecekte kimleri anımsayacağız bilinmez ki...

Raşel, bir ara bana hiç aşık oldun mu dedi, oldum dedim, Nazilli'den, Domuzlu'ya gidiyordum, Menderes bir yılan gibi süzülüyor uzaklarda, araba hızla akıyor onunla yarışırcasına...

Düz ovanın ortasında; uçsuz bucaksız boşlukta, yolun kenarında bir ev var, yola bitişik gibi, bir kaç adım geride sanki, iki katlı bir kargir, aracımız tam geçerken, üst kattaki ahşap pencereden bir kız bakar gibi oldu, Mona Lisa gibi durmuş; cansız sanki... Bir an göz göze geldik, sonsuza uzanan bir bakış, saçları kumraldı sanıyorum, dalgalı ve omuzlarına uzanıyor, bir tablonun belden yukarısına bakar gibiydim.  Vermeer'in İnci Küpeli Kız ya da  Lifij'in sonsuzluğu çağrıştıran portreleri gibi, işte o an ben mi onu gördüm, yoksa o mu beni bilemiyorum, belki de birbirimizi görmüşüzdür, solgun, tam anımsayamıyorum...

Yıllarca yıllar kadar yıldır, o kıza aşığım ben.

Bir daha göremedim onu, göremem de... Ne oldu ona, nasıl bir yaşam sürdü, ne bekliyordu hayattan.

Onu bir daha göremeyişim beni mahvetti, onun gölgesini aramakla geçiyor yaşamım, olanaksız biliyorum ama, ben hep onu aradım.

Biliyor musun, zaman zaman ağlıyorum...

Delisin galiba sen dedi Raşel...

Güldüm, aşk ulaşılmaz duyguların, yerelliğin sonsuz  düzlemlerinde akıp giden, bağlaşıksız tutkuların sürüklediği, bir anlamsızlık ve yaşamın tanımsız, doyumsuz  karmaşasında, hayatın ve ölümün baskıları altında, umarsızlığımıza yaktığımız bitip tükenmez ağıtlardır ama dedim.

Ne desem boş, hafif kumral, dalgalı saçlarıyla bana bakan o kızı bir türlü unutamıyorum,  yaşamının son zulmetine doğru  yelken açmışta olabilir belki, belki de öbür dünyada beni bekliyordur, üzülmediğim tek şey bu işte, çünkü orada ilk işim, onu aramak ve sonsuz bir  özlemi dindirmek olacak...

Birden maymunlardan evrildiğimize inanmıyorum ben dedim Raşel'e, Beckett'in başı, horoz kafasına benziyor biraz, Bowie'nin suratı çöl tilkisini andırır, bir keresinde resmen bana benzeyen bir köpek gördüm, kendim sandım desem yeridir, köpekler insanlara çok benzer, filimsi olan, gergedana benzeyen insanlar var. Saçları dökülmüş bir adam vardı mahallemizde, tıpkı yılana benziyordu, dilerim zehirsiz biridir, kertenkeleye benzeyen kadınlarda var, tıpır tıpır koşuyorlar, hepsi bir alem, sanırım tüm canlıların bileşkesiyiz biz, hepsinden bir parça...

Belli bir görüşün yokmuş gibi davranıyorsun sen dedi, evet dedim,  ama bir görüşüm var; Belli bir görüşe sahip olmamak...

Tatlı dalaşımız sürüyordu.

Önümüzden kol kola bir adamla kadın geçti, adam öyle bitkin ki, sanki omuzları yok gibiydi, kadında bir o kadar güzel, tıpkı dünya gibi bir türlü dengeyi tutturamıyoruz işte, gökyüzü yıldızlarla dolu, yeryüzü yalnızlık; denizler dolup taşarken, çöller kuraklık; dağlarda rüzgar eserken, düzlükte yaprak kımıldamıyor... Kimisi bir dilim katık ararken, kimisini Karun doyurmaz. Ne yapsak göremeyecek, duyamayacak, bilemeyecek miyiz biz.

Bu 'West Machine' konusu biraz karışık, Tolstoy, Avrupa derin ve yozlaşmış bir uygarlıktır diyor. Paris'te bulunduğu sırada hırsızlık yaptığı için giyotinde idam edilen bir genci izleyen Tolstoy bayağı sarsılır ve der ki; Kafkasya'da savaştayken çok canavarlık gördüm, bu çok gelişmiş ve zarif makineyle sağlam ve gürbüz bir insanın, bir saniye içinde öldürülmesini, önümde bir insanın paramparça edilmesinden daha iğrenç buluyorum. Savaş durumunda usa yormanın süzgecinden geçmiş bir irade yoktur,  yalnızca insani bir tutkunun, son derece şiddet dolu bir görüntüsü vardır. Burada ise inceliğe varacak derecede  bir sükunet ve konfor içinde işlenen bir cinayet var.

Paris'te bir adamın şapkasını sayfalarca betimleyebiliyorsa Flaubert, bu yalnızca kendi uygar dünyasına iman etmiş bir yazarın kibri olabilir.

Ayrıca bu tür konular öyle sarpa saran işkillerle doludur ki, örneğin Agatha Christie sıradan bir yazardır, bir kitabını okuyabildim ancak, edindiğim izlenim şu; Bir çocuk kendisinden büyük bir köpeği kovalarsa ne olur, bu işin sonu ne olacak veya köpek ne zaman dönüp çocuğu ısıracak dersiniz, iş burada kalmaz, köpek ya kuduzsa, değil diyelim, ya çocuğu parçalarsa, ya boğuşurlarsa... Ben ne yaparım!.. Görkünç bir gerilimdir bu... Agatha işte bunu anlatan bir fifisever, bu duyumların edepli versiyonudur.  Onun gerçek afra tafrası 'doğu ekspresi' gibi yolculuklarla, bir efsane  yaratma konusunda 'elbirliğiyle' hareket edilmesidir. Kingdom Kolonyal Cumhuriyeti'nin kültür departmanı işte böyle çalışır.

Raşel, bizim  hiç bir yazarımıza şu dünyada,  Stockholm-Katmandu arasında yolculuk yapmak nasip olmamıştır, Kitab-ül Bahriyesi ya da Bucuresti'den Taklamekan'a adlı defteri yanında olacak tabi, silindir şapka cumhuriyeti henüz authorlarına 'kurşun ata ata biter' diye reklamasyon yapan bir hibrit cumhuriyetidir ne yazık ki...

Neyse ki Agatha, Shakespeare, Joyce gibi soygazlar üretse de Scotland Yard Şebekesi edebiyatı yine de bizden ileri değildir. Bir Evliya Çelebi, bir Yunus ve bir Nazım ister inanalım ister inanmayalım tüm dünyaya rahmet okutur ama inanmak için öncelikle 'anlamak' gerekir.

Konumuza dönebilirsek Raşel, gerçekte uygarlığımız bir barın önünde sarhoş, uyuyup kalan kızılderilinin görüntüsüdür, duyumsanır çelişkiyi sezebiliyorsunuz sanırım. 

Teknoloji bizi utanç verici bir tutsaklığa sürüklüyor olabilir. Ormandan balta sesi geliyorsa orada insanın varlığından söz edilebilir ancak, gölün durgun sularına yansıyan ağaçlardı bizim geçmişimiz ama şimdi tümü kuşku çağının pençesinde titremekte...

Amerikan iç savaşı insanlık tarihinin en büyük iç savaşına ve   kızılderililerin katliamı da, insanlık tarihinin en büyük soykırımına yol açtı, ama suçlamalar el değiştiriyor, olaylar yer değiştiriyor ama  değişmeyen tek şey yinelemelerimiz, ölümcül yinelemelerimiz.

Bizler  köyde büyüdük Raşel, çocukluğumda Almanya'ya işçi olarak gidenleri duyuyorduk. Almanya sanki bir cennet ya da uzayda bir yerdeymiş gibi algılardık inan ki...

Neden, köyün bir mahrumiyet cumhuriyeti olduğunu bilirdik, su yok, elektrik yok, hepsinden öteside tanrı yok ama acı olan, tümü varmış gibi davranırdık... Bir oto hiç görmedik biz, sopayla çalışır bir otobüs vardı evet ama özel araba, taksi bambaşka bir şeydi, insan ruhu her görkemi, şatafatı ve ayrıcalığı anında sezebiliyor, oraya gidenler bir köleydi belki ama tırmanarak o yarı bildik yolları evlerine döndüklerinde, kölenin de kölesi olan dünyalarına adım attıklarında, Kral Solomon gibi karşılanırlardı.

Almanya'dan dönenler, iki yanı servilerle dolu,  bir Sezar yolu gibi akıp giden köy yoluna girdiklerinde, arabanın farları uzaydan gelmiş bir canavar gibi yanıp söner, kornaları Çökelez dağının doruğunda yankılanır, sürücüsü arabadan indiğinde, ötücü kuş tüylü fötrü ve göz alan ayakkabısıyla onu; O gün yerde ve gökte iki güneş parıldarmış gibi algılamamıza yol açardı. İnan ki ortalık aydınlanırdı. Ne Pers kralları, ne Mısır'ın firavunları böyle bir şaşaaya nail olmuş mudur bilemem...

Bir ilahtır gelen artık ve bütün köy ayaktadır ve gelenin söylencesiyle çalkalanır, oysa  Almanya acı vatandır, kendi yurttaşımız el alemin temizlik işçisi olmuş, refahının atıklarını toplayan bekçisi olmuştur. Yitirilmiş dünyalar... Şimdi bu açıkça bir kölelik değil de nedir...

Bu cumhuriyet bu olanakları verdi bize diye bağrına basmıştı toplum. Yaşam işte böyle iki yüzlü ve illüzyonlarla dolu bir şeydir. Yıllar geçti aradan, şimdilerde bir kıpırdanma var ama gene de kuşkuluyum, çünkü düşen bir daha kalkmıyor, kalkan bir daha düşmüyor bu dünyada... İnan biliyorum...

Böyle bir güç devşirmesi olur mu, demir yolu ağların olmadıkça, bir otoya seksen kişi doluştukça, freni boşta kalan bir kamyon ölümlere yol açtıkça, yaşamın bir illüzyon değil, gerçekte bir cehennem olduğunu anlıyor insan, tabi bir kaç zadegan elinde kırbaç, övgüler düzüyor silindir şapkalara ve çocuklar selam duruyor taşa toprağa!..

İnsanoğlu tarih boyunca köle kullandı. At kölesi değil miydi insanın, bütün hayvanlar köle değil mi, Adem'in çocukları arasında bile sürüp giden hiyerarşi, gizlenmiş bir kölelik sistemi değil mi bu...

Bu yüzden robotlar isyan edebilir bir gün, bu kez insanın pabucu dama atılabilir, nasıl olur, neyle sonuçlanır bilemem...

Bildiğim insanın kadük bir yaratık olduğudur. Nöbet el değiştirebilir,  iyi de olur, neden...

Çünkü insan bir anomali kanımca...

Evreni anlamakta zorlandı ve dünyayı harcadı üç kuruşa,  daha doğrusu, kaba deyimiyle hor kullandı her şeyi, değerini bilemedi, kendinin bile...

Konsantrasyon zayıflığı var bu ülkede, bu insanlarda, arayüzler yaşıyor ne yazık ki yalnızca, dendriti bilen yok, yaklaşan karaltıyı gören yok, varsa yoksa Azrail, günah kütükçüsü Cebrail ve laisistlerle, vebihamdike beyler arasında geçen bir ömür.

Kim bunlar, ant olsun ki dindarlar değil, saf laiklerde değil, provokatör güruhlar işletiyor bu mekanizmaları, yurttaşın ruh defterine onlar not veriyor çünkü ve öyle ki, hem kendi tilkisinin kim olabileceğini öğretip belletiyor bu insanlar kapı kullarına ve hem de düşmanınızın da o olduğunu anlıyorsunuz artık umarsızca, ben böyle sinsi bir düzen, böyle becerikli yaratık ve böyle bir şeytanlık görmedim ömrüm boyunca...

Şimdi devir değişti gibi belki, bakalım ne olacak, bu oyunun sonu...

Karanlık çöktü Raşel gidelim mi...

Konuşuyoruz ya...

Bu ülkenin yüz yıllık tarihi bir düşünce teröründen ibarettir inan ki,  terörün cismanisi,  bu kadar can alamazdı, alamaz...

Sizin de başınız dertte bu belalardan aslında...

Oğlum, dedim ya, aklın başka yerde senin...

Bir şey diyeyim, tanrı yukardan baksa ki biri Yahudileri suçluyor, biri emperyalizmi, biri Hitler'i, biri Türkleri, biri İngilizleri, biri Marks'ı, biri de çingeneleri suçluyor olsa, ancak şunu diyebilirdi, öyle bir canlı yarattım ki, Hak'kı görebilmesi için ya birbirini suçlamak ya da öldürmek zorunda...
Şöyle de sürdürürdü, birincisi benim başarısız olduğum anlamına gelir, yetileri çok zayıf, ikincisiyse benim masum olduğuma, iradesini  kullanamıyor. Şimdi hangisi doğru diyebiliriz ki...

Tanrının bile ikilem içinde olduğu bir dünyada... Doğru bir tane olmalıdır değil mi...

İnsanoğlu, onu bırak, evrenimiz sanki çıkmaz bir  sokak...

Görmek nedir, insan öyle garip bir yaratık ki, kendini açıkça abartıyor, örneğin rengarenk bir tahtaya gizlenmiş yedi rakamını  göremezmiş insan, renklerin karmaşasında bulamazmış  rakamı, seçemezmiş, ama bir renk körü seçebilirmiş yediyi, çünkü siyah beyaz gördüğü için, rakamın solgunluğu ya da koyuluğunu kolaylıkla seçebilir, bulabilirmiş.

Hani biz daha iyi görürdük renk köründen!..

Bu yüzden diyorum ki bir yaratıcı kesinlikle yok, senkronize yok, var deseydik bu yaratıcıya ihanet olurdu inanın.

Belki  abartmışımdır bilemem!..

Dinledim seni, bak tiyatronun anavatanı Anadolu'dur, Diyonizos şenlikleri burada başladı ama öyle bir gaflet içindeyiz ki her şeyi başkalarından  başlatan kuyruksuz maymunlara dönmüşüz. Karagözle dalga geçen, Hacıvat'la hacıvatlaşan  soylar yetiştirmişiz, biz köleyiz yavrum, biz sömürgeyiz. Troçkizan bir öngörü değil bu, saf gerçeklik...

İnsan pek tuhaf yaratık zaten, bırakın birbirini öldürmeyi, kendisini bile öldürmek isteyebilir o, suda boğulan balık gördünüz mü hiç, kendini uçurumdan atan kuş, ama insan öyle mi, ikisini de yapabilir, deneyebilir, böyle garip bir ehil, böyle tuhaf bir canlı görülmemiştir...

İsrafil'in suru gibi öttü ayrılıkların düdüğü, güneş battı çoktan, karanlık çöküyor, gitme vakti yaklaştı Raşel dedim bir daha, cinler bedenimize girmeden, ruhlarımız bizi delirtmeden kaçalım....

Antrepolara, silolara, depolara bile sığmayız o zaman...

Karanlığa övgüler olsun, çünkü o bize düş kurmasını öğretti.

Yıllarca galaksiler arasında, onları ağ gibi süper bir yapıyla bağlayan karanlık madde filamanlarının arasında uçtuk ve onlar biliyoruz ki var artık.

Bir ülke geri kalmak istiyorsa, önce  dilini bozmalısınız.

Sauron'un gözü gibi bu ama Konfüçyus söylemiş bunu...

İngiltere'deki terör saldırısı dünyayı sarsmadı neden... Çünkü batı, ne yazık ki terör ve sömürüye dayalı bir uygarlık biçimi, alın nükleer silahları ellerinden, bir anda Shakespeare Globe'un tuvalet bekçisiydi, Kraliçe Elizabeth gizli dertleri olan biriydi şayiası bütün dünyayı dolaşır. Bu uygarlık çökecek, çökmek zorundadır, belde duran silah patlar, beslediğin yılan sokar, saldığın köpek sahibini ısırır kuralı uyarınca, bir gün yok olacak.

Şimdilik bu tehlikeden uzak ama dizginsiz saldırıları, körleme atılımları sonu olacak. İki kere denedi olmadı, üçüncüsü tanrıyı  tahtından edecek ve  çobanlıkla, pencereden leğenle su dökme günlerine geri dönecek.

Üzerinde güneş batmayan imparatorluk diye  tümceler kurarsanız, gün gelir güneşteki lekeleri görürsünüz...

Raşel gülümseyerek, dünyadan elini çekmelisin İngiltere adacığı dedi.

Aslolan ironi, kim kimi dinliyor ki...

Batı uygarlığı silindir şapkadan ejder çıkarma uygarlığıdır, doğunun antik değerlerini talan eden müzeler, binbir gece masallarını kopyalayan sanat gücü ve kan üzerinden  değer kazanmış poliçeleriyle ve paranın gücüyle, doğunun akil adamlarını satın almak, 'Teknofiction Kölelik Çağı'nı başlatmış olmakla yaptığı, açıkça bir kıyamet provasıdır.  Ruhsuz, köpeklerle yatıp,  insanları kovalayan, bilinçsel  anomali içinde,  duyarsız, kitleleri  bayramlarla seyranlarla avutan  bir insan ırkı yaratmıştır.

Robotik bir ırk. Bu bir talan ve insanlara düşman bir  uygarlıktır ki, tüm günahı oryantalist bir tutumla doğunun üzerine atmıştır. Medya onundur, kırmızı düğme onundur, tahrip gücü onundur oysa...

Batı uygarlığı tanrının üstüne yemin etmiş bir yadsıma, 'inkâr' uygarlığıdır.
İnsan Afrika'da doğdu, Asya uygarlığımızı atası, Avustralya genç kıta, Avrupa bugünün peygamberi ve Amerika neşesi harbiyesi ha...

Milattan önce dördüncü yüzyılın başlarında, Yunan filozof Demokritos fırında pişen ekmeğin kokusunu aldı ve ekmekten çok küçük bazı parçaların kopup havaya karıştığını ve sonra burnuna geldiğini düşündü. Bu küçük parçalara atomlar,  bölünemeyenler adını verdi ve onları minik küresel toplar olarak düşledi. Ama atomlar, küçük katı küreler değillerdir.

Onlar parçacık adı verilen, daha küçük parçalardan oluşuyorlar. Bilim insanlarının bu parçacıklara ve parçacıkları yönlendiren kuvvetlere getirdiği en iyi açıklama, parçacık fiziğinin standart modeli veya kısaca “Standart Model” olarak adlandırılır.

En yakın galaktik komşularımız arasındaki manyetik köprüyü haritalamak isteriz. Gökbilimciler ilk kez, samanyolu galaksisinin en yakın galaktik komşuları olan Büyük ve Küçük Magellan Bulutları arasında, yetmiş beş bin ışık yılı uzanan gaz filamenti Magellan Köprüsü ile ilişkili bir manyetik alan belirlediler.

Gökyüzünün güneyinde gece görünen bu yıldızlar, galaksimiz yörüngesinde ve sırasıyla dünyadan yaklaşık iki yüz bin ışık yılı uzakta dolanan cüce gökadalardır.

Sağolasın ama Raşel, bilim dünyasının yalnızca batılı denebilecek 'dahileri' paylaşması, aşağılık bir durum, çünkü dünyanın diğer yerlerinde yaprak kımıldamıyorsa eğer, artık dörtte üçü bilisiz olan bir dünyanın dahilerini  ötekilerin, Şarlotanlar sürüsü gibi algılama olasılığını artırır sadece bu!..

Düşünün ki bir yer var ve orada 'havuç' yiyenler her şeyi biliyor ya da  yaratıyor!.. Bu yolla gerçekte batıyı bir tür aşağılamadan ve bu tuhaf saçmalıktan vazgeçilmeli...

Çin'i, Japonya'yı veya 'oluşmakta olan  herhangi bir düşünceyi' bile paylaşmalılar ki, dahilere hayranlıkla bakan zombi sürüleriyle dolu bir dünya imajı yaratmaktan sakınmalıyız. Nerede görülmüş, bilisizlerin dahi zannettiği dahilerin dahi olduğu!..

Düşünüyorlar ki bu illüzyon ve imajinasyon çağlarının öngörüleri ve yerel ölçekte  seyreden anomalileri, varsayımlarımızın çok ötesini görmeyi ve ölçmeyi başarıyor.

Bilimin simgesi baykuştur zaten ve bilimde bir hurafeye dönüşebilir, aspirin bütün ağrılara iyi gelir, egzoz  dumanıyla dolu temiz havaya çık öngörüleri, tütün düşünmeyi kolaylaştırır deyileri, ağrılarımız bizi ayakta tutar, beni öldürmeyen acı güçlendirir, hepsi birer hurafedir, klişedir.

Bakar mısın, Maslak Manhattan Cumhuriyeti bağımsız bir devlet oldu biliyor musun, orada başladı ilk gökdelenler, bu şehir bir gün alevlerin arasında kalacak ve Maslak Manhattan Cumhuriyeti tahta oturacak...

Raşel  sözcüklerden sözcükler üretmeyi severim biliyor musun, bak bir demet sunayım sana, kuşkulu parlak gözler, Lukus vadisi, boğuk ilkellik, alaminut, bandola, cılız dijitallik, antigraf, kurt deliğinden geçersek ışık hızını geride bırakabiliriz mottosu... Saçmalamaya başlamışım gibi bakıyorsun, bir şey söyleyeyim unutmadan, şu fildişi gibi güzel ellerini neye borçlusun, Nod diyarından gelişinize mi... Konuşuyoruz ya elden geldiğince, Sokrates'de hep konuşurmuş, hiç kaleme almazmış düşüncelerini, eh insanı diğer hayvanlardan ayıran seçme hakkı oluşudur,  ama gerekçesi de var, konuşurken her soruya yanıt verebilirsiniz ama kara kaplı sayfalara soru sormak yasaktır dermiş!..

Sende solodan hoşlandığını belli ediyorsun ama!..

O kadar değil de, benim şaşırdığım, geri kalmış toplumuz diye feveran edip gelişmiş ülkelerin sorunlarını dert etmemiz, bu diyelim Hollanda'nın toprak reformu ya da asgari ücret veya hamile kadınların dokuzuncu aya kadar çalışmasını dert etmesine benziyor. Ne ki onların böyle bir sorunu yok, bizimse sorun sıralamasında eşeysel cinsellik yaygaraları ilk sırada...

Bu şark kafası değil mi, bizde felsefe diye beş  Fransız'dan alıntı yayınlayıp sörf  yapıyorlar, bizim felsefecimiz yok mu, bu kadar zor mu bir düşünce üretmek.

Ropdöşambr giymek bu denli zorunlu mu, icatların tümü  batı kaynaklı algısı yaratılıyor. Maymunların tümü kuyrukludur, ama icat yapanlar hariç demeye benziyor bu!..

Ne laf, ne laf!..

Bir elektron, süper iletkeni yırtıp dışarı kaçtığında, arkasında aynı kütleye sahip, yüklü bir parçacık gibi davranan bir boşluk bırakır. Eğer bu ikisi doğru bir şekilde manipüle edilebilirse, Majorana parçacıkları gibi davranmaları sağlanabilir.

Buda bir alıntı Raşel kurtulamayacağız bilimsel ecinnilerimizden!..

Mars'a göç ettiğimizi düşünün,  zaman içinde Mars atmosferine uyum sağlayacağımız kesin, dünyada nükleer kış olduğunda, kıyamet koptuğunda, Marstakiler bizi unutacak ve şunu diyeceklerdir; Bizi buraya Mars dışı yaratıklar getirmiş olabilir, ayrıca dünya kesinlikle sıradan bir yer, her canlı bulunduğu ortama uyum gösterir zamanla, Mars'a da uyum göstereceğimize ve metan gazı soluyacağımıza eminim. Bu bir tasım olarak tanrının abartıldığını, aslında sıradan bir yaratıcı olduğunu gösterir bir şey, yani biri çakmağı çakacak sen tütününü yakacaksın gibi, böyle düşünüyorum. Evrenin tanrıya gereksindiği yok sanıyorum ya da biz bu oluntuya tanrısal bir beceri diyerek destanlaştırma eğiliminde olan şakacı varlıklarız ya da birbirimizden korkuyoruz ki bakın işte o zaman hepimiz haklıyız!..

Bak bu benim öngörüm, oh be...

Bu kadar lafladık, gün batımından, mimozadan, adanın güzelliklerinden hiç konuşmadık dedi Raşel...

Geçmiş zamanda adada  bir prenses varmış dedim, sarayının bir odasını yapay güllerle donatmış ve arasına bir tane gerçek gül koyarak, aşığına bulursan bana kavuşursun demiş. Aşığı benim tek bir gülüm olabilir bu dünyada, o da sensin demiş, tam o sıra bir balarısı içeri girmiş ve gerçek gülün üstüne konunca, prenses bu tanrının bir lütfu diyerek, aşığıyla evlenmeyi kabul etmiş.

İşte adaya özgü güzellikler bunlar yetmez mi...

Benim konuşmalarımı hep düşsel buluyorlar dedim kalkarken Raşel'e, hiç üzülme dedi, düşünebildiğimiz kadar varız zaten, düşleyebildiğimiz kadar yaşıyoruz...

İyi akşamlar deyip yol ağzında ayrıldık Raşel'le... O tepede oturuyor.

...

Nereden bilebilirdim, bir ay sonra öldüğünde, yaşamımdan bir parça daha kopacağını...

Orada Nazareth'deki sevdiği, kim bilir haberini almış mıdır.

Raşel, o gün en ufak bir biçimde kalbini kırdıysam bağışla beni...

Dilim varmıyor ama toprağın olayım...

Her ölüm bizi sonsuzluğa biraz daha yaklaştırır, şu konuşulanlar da dünyada kalır, bir önemi var mıdır, yok mudur, kimseler bilemiyor...

Ne yapmalıyız şu dünyada ki ölümümüzün bir anlamı olsun, boşunalık duygusu, yakamızdan kaçıp kurtulsun...

Ölüm var şu dünyada... Zulüm var, umut var, keder var, mutluluk var!..

Ama ne bağışlanır orada acaba, bir tutamda olsa bu dünyadan gidene ve ne kalır geride...

Bilen var mı...

'Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine...'


















SARA
(Bir Yetimin Öyküsü)

Kızıl renkli böcek rengini giyinmiş, öteki böceğin peşinden, engebeli toprakta koşup duruyor. Yukarıda bulutlar çakıyor, gök kuşağı yedi rengiyle göğü bir baştan öbür başa kaplıyor. Kulübemsi bir yerde, bir laborant üşenmeden labirentine girmiş ara sıra başını çıkarıyor. Nimfalar suyun içinde yıkanırken birbirlerine naz yapıyor. Ağaçlar rüzgarda salınıyor, yapraklar ağlıyor, çünkü rüzgarda bir kavuşup, bir ayrılıyorlar!..

Ada'da ada çayı içen bir ejder varmış, ormanlıkta görenler var, geceleri çayhanelere uğrayıp su ısıtıyor ve keyif yapıyormuş.

'Gelir bir dalgın cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! Girmiş körfeze.'

Ejder'in dinlediği şarkıymış bu...

Çok uzaklarda, gün batımında bir yerde, denizi izliyor biri, dalgın ve gözlerinden yaşlar süzülüyor, bir kayanın üzerine sessizce oturmuş, mırıldanıyor...

'Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / Yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum.'

Orada, deniz kıyısına yakın kayalıklarda, uzaklardan süzülen ahşap yelkenliden, Odysseus el sallıyor ona, sirenlerden korkmuş, çarmıha gerilmiş gibi bağlı, oda ağlıyor.

Başka bir gemi öyle kalabalık ki, gelinlik giymiş bir kız el sallıyor ona, öyle neşeli kahkahalar geliyor ki kulağa, şaşkınlıkla izliyor eğlenenleri, çılgın bir martı sürüsü geçiyor bulutlar gibi, bir karabatak izliyor onu, denizi içer gibi ve bir bölük yunus dalıp çıkarak yitip gidiyor mavi sonsuzlukta...

Çok uzaklarda, gün batımında bir yerde, denizi izliyor biri, dalgın ve gözlerinden yaşlar süzülüyor, bir kayanın üzerine sessizce oturmuş, mırıldanıyor ve  yitip gidiyor, batmakta olan akşam güneşinin içinde... Gölgelerde ağlıyor şimdi...

Az önce güneş, yukarda altın ışıklarıyla daireler çiziyordu, metal gümbürtüsüyle gemiler geçiyordu, şimdi neredeler...

Ve denizin içine bakıyor gözleri, düşte gibi, garip siklamenler, anemonlar, mercanlar yüzüyor orada, bir şey dalıp çıkıyor arada bir, şeyin ne olabileceğini düşünüyor, sanki onu gözetleyen biri var denizin içinde... Ama bir türlü yüzeye çıkamıyor, çıkmaya çalışıyor, sonra dalıp gidiyor nedense, geldiği yere...

Karanlıkta kulağına biri, Hiroşima der gibi, bir şey fısıldıyor kulağına, o gene ağlıyor, unutma, bizim kıyamet provasını diyor. Uzaklara çeviriyor yüzünü gene, uzakları izliyor. Deniz hafifçe dalgalanıyor, bir balık çırpınıyor ve göz göze geliyorlar. İlk ve son, bir daha karşılaşmayacaklar.
Sanat düşüncenin parçalanımıdır diyor biri, arkasında, tam sırtına yakın duruyor gölge, deformasyona uğramayan hiç bir edimimiz sanat değildir bizim.

Yedi temel duygudan biri olan aşk ve hangarlar, dalavereci ve kasaplar, bu sözü duyduğunda, bir mitinge karar veriyorlar.

Bir büyücü çıkıyor ortaya o an; Adaaaa! diyor senden başka esin veren mutluluk var mı...

Hızla hareket eden şeylere bakmak eğilimindeyiz biz, çünkü aslandan kaçtık, kurttan korktuk, yılandan ürktük, vahşi çağlardan, fil fırtınalarından geride kalan canlıların türeviyiz biz.

Ölüm sonsuzluktur çarşısından geçtik, tanrı durağından su içtik, ışık hızında gitmeyi bildik...

Işık hızında giderseniz, zamanda geriye doğru yolculuk yapmış olur, ışığı sırtınızda görürsünüz!..

Toplumsal bellekte oluşturulan karmaşanın yarattığı bilgi yitiminde, odaklandığımız manipülasyon önümüzde sırıtır, bilginin güncellenme hızı ışık hızıdır, bilginin tüketilmesi, hızlı bir tüketim objesine dönüşmesi, onun belleklerden yok olmasına ve yenisiyle değişerek oluşan tabanın ortadan kalkmasına neden olur.

Bilgi kaynağının sayı ve biçiminin artması, açık toplumun yitmesine, yetersiz ve temelsiz bilgilerle donanmış  belleğimizde, anlamlı bağlaşıklar konusunda çatlakların üremesine ve bilginin yüzeyselleşerek, anlık ve dağınık algılarla, bir elektronik çöp istasyonuna dönüşmemize neden oluyor.

Anlaktaki bütün bu tabansız veriler gün geçtikçe siliniyor ve geçmiş kısa zamanda bulanıklaşıyor. Bu durum yalnızca güncel olanla ilişki içinde olmamıza neden oluyor. Olayları total açıdan değerlendirme yetimiz kayboluyor ve toplumda bir bellek ve işlem kaybına dönüşüyor.

Bir topluluğu yönlendirmenin ve biçimlendirmenin en basit yollarından biri belleğinin manipüle edilerek yok edilmesidir. Kitlesel olarak insanların gözünde sanrısal bellek yaratılarak, bu çarpıtılmış bilgi akışı içinde, yeni bir bellek oluşturup, zamanı, insanı ve beyin gücünü yok sayan yaklaşımlar tarihin her döneminde, özellikle de toplumların kriz dönemlerinde karşımıza çıkıyor.

Toplumun belleğini değiştirmek, dönüştürmek ve unutturmak amacıyla, yönlendirici birim ve güçleri etkisi altına almış organizmalar içinde bilgi ve bellek yeniden üretilip, aşamalar halinde toplumla paylaşılıyor ve bu süreç içinde sürekli değişkenlik gösteren bilgiye olan güven, sorgulanmayı gerektiren bir hal alıyor.

Bakın insanlık Platon'un mağarasından bir adım bile dışarı çıkamamıştır, bunun deneyi, yani sağlaması da yapılmıştır. Ölüm Sonsuzluktur Çarşısı'nı dönünce girdiğimiz sokakta bir laboratuvar var, orada, bir bilim insanı, bir müzisyen, bir tüccar ve bir annenin yer aldığı bir deney gerçekleştirildi.

Katılımcılara hızla geçen bir slayt gösterisi sunuldu, bir kitap, bir yılan, bir flüt ve bir akrebin olduğu temalar hızla geçip gittiler ve deneklere az önce gördükleri nesnelerin ne olduğu soruldu. Tümü yılan ve akrebi gördüklerini söylediler, flüt ve kitabı neredeyse anımsayamadılar, aşırı düşük profilde kaldı onlar. Denekler yılan ve akrebin varlığını anımsamış ve kesinlemekte hiç bir kararsızlık göstermemiştir.

Çünkü bizler pagan çağların türevi ve geçmişte canavarlarla komşu, can evi saldırganlıkla bezenmiş ve gen bozunumuna uğramış birer anomaliyiz.

Çoban sürüsünü kaybetmiş ve ağlamaya başlamış. Köylüler sesine gelmiş ve demiş ki sürü çoktan köye döndü. Yolunu kaybeden biri varsa o da sensin. Çoban dinlememiş ve demiş ki onlara; Siz beni yolunu kaybeden yalnızca sürülerdir diye büyütmediniz mi!..

Her soru yeni bir yanıt, her yanıt yeni bir sorudur.

Başka biri de garip şeyler anlattı...

Evrenin, big bang öncesinde de var olduğunu savunamayacak mıyız. Bu çok doğru bir varsayım, evrenin big bangla başladığı bir kuram. Bilimin bir tanımlaması yapılacaksa eğer o da şudur, mantıksal yapının, sahip olduğumuz uygarlıkla paralel bir işleve büründüğü ve olabildiğince deneyden yararlanmaya çalışan (ki deneyde bir parçalı gerçekliktir, bir kesinleme değil) rezonanslar -salınımlar- bütününe bilim denir.

Bilim kesinlik taşısaydı bilim olamazdı, dünya düzdür örneğin, -ırmaklar yokuş çıkamayacağına göre!- bu göreceli olarak ileri sürülebilir, dahası engebelidir, yuvarlaktır, noktasaldır, amorftur. Bu gün yuvarlak diyoruz, çünkü lineer cebirin-bilimsel mantığına göre hareket ediyoruz. Dünya yuvarlak demek bilisizliktir oysa, çünkü 'donkey donkey' demeye benziyor.


Bilimin o kadar düzgün doğrusal noktasındayız ki, ancak yuvarlak diyerek, bir konsensüse ulaşabiliyoruz. Işık hızında gittiğimizi düşünelim ya da atomlar arasında yolculuk yapabildiğimizi, dünya yuvarlak diyen, alt kültürü bırakın, görünür dünyanın alfabetik bilgileriyle oyalanan bir 'zombi' muamelesi görecektir.

Bugün big bang teorisine karşı çıkan bilisiz addediliyor, çünkü ortak bilimsel yargılarımızın ve teorik varsayımlarımızın en sağlıklı noktası bu, çağdaş paralellik, ötesi henüz hurafe. Bu nedenle big bang öncesini düşlemek de istemiyoruz, anlaksal kurgulanımda bir çözüm var önümüzde, bugünün gözetiminde...

Hawking ve söz konusu otuz üç bilim adamı (alaysamayı bırakmalısınız, bu İsa'nın, 'Baba'sına kavuştuğu yaş, manipülasyon ve imalarla, gizlenmiş ironiler, doğal çağrışım, sezilmeyen abartı ve doğrumcu gönderilerle süren bir hegemonya çağındayız, bu metni yayınlayanlar hedonist bir mantıkla da hareket edebiliyorlar, kabala ya da Hurufilik bizim uydurmamız değil ki!..), bilimin resmi tarihinin bugünkü sözcüleridir ve statükocu ve gerici bir anlaksal yapıya, durağan bir konuma sahiptirler. Söylemeleri gereken şudur, belleğimizin ve anlaksal yapımızın olağan akış ve deneysel varsayımlarla ulaştığı nokta bugün bigbang kuramsalına elveriyor, ötekiler -varsayımlar bütününde- daha çok bilinmeyenle dolu, ama hiç birimiz tam gerçeğe ulaşamayız, hiç bir zaman...

Ne ki salt doğru olan big bang teroremasıymış gibi hareket etmek, Hawkinggilleri resmi tarihin bilimsel dalkavukları yapıyor. Sonuç şudur; düşünmekten başka hiç bir dayanağım yok ama, süreklilik tezi uyarınca, her sonucun, yeni bir neden, her nedenin, yeni  bir sonucu doğurması, yeni bir varyanta yol açmasıyla, başlangıç ve sonun aynı şey olduğunu düşlüyorum,  big bang lokal bir patlamadır, başlangıçsa öncesi vardır, bir sonsa atalarımız nerede!..  Evrensel varsayımların ondan çok daha öncesine dayandığına inanıyorum ve her çağda olduğu gibi, zamanın usa, usun zamana yatkınlığı gerekçesiyle, varsayımları var saymanın despotluğu olmamalı diye düşünüyorum... Konu çok geniş bir alanı kapsıyor olabilir ama durduğumuz yerin en güvenli yer olduğundan kuşkuluyum, savunmalarımızın katılığı, uygarlığımızın şiddet parametreleri, varsayımlarımızın ve yaşam biçimlerimizin örselenmesine ve acımasızlığımızın güçlenmesine yarıyor, düşünce şiddet doğuruyor.

Big bang teorisi -tanrının varlığını- destekleyen bir teoridir (Ol dedi. Ve oldu... Adem'in -ceninin- birden patlaması / canlanması. Bu anlamda big bang, çamurdan doğan Adem'in, birden üflenerek canlanmasına, 'big crunch'da kıyamet gününe karşılık olarak tasımlanmıştır ve uyum içindedirler, yani bilimsel sandığınız teori aslında dinsel mottoların uzantısıdır, meraklıysanız Hawkinggillere mürteci bilim adamları diyebilirsiniz artık ve onlar dikkat edin tanrısız adım dahi atmak istemezler ve çünkü sömürüden yakınıyorsanız eğer, bu anlamda bir tanrı, ne yazık ki böyle bir sistemin koruyucusu yani efendisidir ve onlar da böyle bir kurulumun aktif parçasıdırlar ve tasımları da, akışa uygun olmak zorunluğundadır, bundan ötürü gerçekte, tanrı adına konuşan her türden elçi statükocu ve düzen yanlısı, değişmezci varlıklardır, arada bir parlayan yıldızlar, sormak gerekir, Adem'den bu yana değişen eksen nedir, -değişmeyen- üstelik Adem'i yaratan da onlarken, doğanın ilkel versiyonlarının, sürgit iki ayaklılara uyarlanmış bir türevidir uygarlığımız, bugün ruhanileşmekten söz eden, tin ve tözü dilinden düşürmeyen ve giderek homohome çağlara doğru yürümekte olan ve birebir eşeylerimiz olan 'human', kuşun ötesiyle, bizon obezitesi arasında sıkışmış bir varlıktır...)  ve bugünün tanrıcıl-tapıncalı ve bilimsellikle süslü yarı uygar toplumunda en yararlı bileşkedir ama gerçellikte;  -yeryüzü düzleminden bakıldığında- tanrının bile yadsıyıp doğrulayamayacağı bir varsayıma bel bağlamak, Hawkinggilleri pratikte tanrının üstünde bir yere oturtuyor, oysa sağlık noktasında düşünsel ve fiziksel anlamda eksik sayılabilecek yanları var olabilir de ne yazık ki...

Bu durumda ortak yargılar, sonuçta asıl anomalilerdir kuralı uyarınca, olan bitenler inanılır gibi değildir. Hurafeler çağındayız çünkü, dünya yuvarlak diye kesinlememiz bile gülünçtür, o en az yuvarlak olduğunu ileri sürebileceğimiz kadar düz bir nesnedir!..

Benim yaşadığım ilkel dünya -bugünün dünyası- için o yuvarlak demek, en az düz demek kadar gülünç.

Çünkü başladığımız noktaya geri dönmek için, bir nesnenin yuvarlak olması gerekmiyor ki, bir labirent ya da deltoidal şey, sonsuz köşelere ve dolantılara sahip olsa da, başladığımız noktaya dönebileceğizdir; bunun gibi, yuvarlak sayılması için bu tür kanıtlara gerek yok!..

Uzayda bir cisim en az yeri kaplamak ister kuralınca, kürevi sayılmak bir gerçekliktir ama, görünürde, hatta insansı göz yapısında bir -durum- bu; o şeyin yuvarlak sayılması için bir kanıt değil. Çünkü uygarlık sistemimizde moleküler boyuta veya aksi yönde, devasa boyutlarda bir bakış açısına geçtiğimizi düşündüğümüzde, terk edileceği bilinen bir görüşe, -bugünün dünyasında- sözüyle başlamadan, bir sav ileri sürülemez.

Şu ki doğada hiç bir şey yuvarlak değildir kısacası, zamanın ve uzamın bulunduğumuz noktasında algımız neyse, gerçekliğimizde odur.

Bir de arının evrimleşerek insanı geride bıraktığını düşünelim, petek gözlü bir yapı için yuvarlak nedir ve bu kavram hangi aralıktan böyle algılanabilir, dünya, total algı çağında yuvarlaktır, ilk çağda düzdü, çünkü görüngünün işlevi bunu gerektiriyordu, bu algı yöntemi gereksizleştiği gün, uzaklık ve boyut kavramının gereksinirliği, bizim için biçim değiştirdiğinde, örneğin içinden geçip gidebildiğimizde dünyanın, yufka bir madalyon gibi algılanabilecektir, yuvarlak değil muska gibi ince bir levha görünümünde algılamak veya mikronikleşmiş bilimsel gelecekte, minicik, ferromanyetik bir parça gibi görebileceğizdir onu, bir asteroide bu tip yakıştırmalar yapıyoruz zaten, çünkü o yararsız ve hırçın bir nesne...

Dünyanın çevresini bir an içinde dönebilen bir varlık için, dünya belki de bir tozan -colloid- sayılacaktır, onu yuvarlak gören biz değil göz çünkü...
Biz dünyayı henüz fethedebilmiş değiliz, dünya yalnız bir insanın karşısında ki bir kaplan gibi henüz, düşünelim ki elektronal çağa tam olarak geçtiğimizde ve hız sınırlarını yerle bir ettiğimizde, dünya eğri büğrü, gözü yaşlı bir damlacık sayılabilir artık. O efsanevi yuvarlak, bir pulcuk veya haşere dolu bir kılcık, kamçı ya da kılıç artığı gibi değersiz bir görünüm, bir nesne sayılabilecektir. Yuvarlak diye ağır bir bilimsel yargıya dönüştürdüğümüz bu kavram, uygarlığımızın, dünyanın doğal gücü karşısındaki yalıncak eksikliği ve yarı yarıya abartı dolu bilimsel periferimizin karşısında, yerlerde sürünen acizliğimizin bir tanımıdır.
Bugün dünya yuvarlak ve bing bang başlangıcımızdır noktasında diretmek, geleceğin mitolojisidir ve Hawkinggillerin tümü de 'geçmiş çağların' tepegözüdür!..

Bu anlamda tanrı anlayışımızın değişeceği de aşikardır, tanrı zaten varlığın yokluk kıyısındaki adıdır ve kavramsal olarak değişmeye de çok yatkındır. Onu ayakta tutan zaman ya da zamanımızdır.

Gerçek şu ki, örneğin tanrı sosyal bir kavram olamaz ve dünya yuvarlak diye geçiştirilecek kadar düzgün doğrusal bir tanımlama değildir!..
Bütün bunlar bizim yetersizliğimiz ve halihazırda başladığımız noktanın çevresinde dönmekten kurtulamayışımızın belirtisidir. Primitif canlılarız biz.

Peki gerçek nedir, hiç bir varlık, tanrı bile kendi algı dünyasının dışına çıkamaz, anlaksal yapımızın elverdiğince düşünebiliyoruz, arıyı geçiyoruz, ayıyı geçtiğimizi düşünüyoruz, bu durumda, karşıt kutuplar yasası uyarınca, bizi geçen birilerinin de var olması gerekir, tanrı belki de odur, onlardır.

Ne ki iç içe varlığını sürdüren evrenlerde yaşadığımızı ileri sürebileceksek eğer, bilinmeyen dünyalar ve kavramlar her zaman olacaktır, bilimin şövalyelerini ve bilinmeyeni kutsayan dinsel-tinsel sözcüleri de yüceltmemizin bir nedeni de budur.

Tanrı yanı başımıza gelseydi eğer, anında yeni tanrımızı yaratma zorunluğu doğacaktır, tanrı bilinmeyenin nişanesi ve arayışımızın sevgilisidir, gerçekliğin dehşetine düşerken bize cesaret veren melodidir tanrı ve insanlığın bu yolda dönüp durması da kaçınılmazdır, dönüp durmak...

İşte dünyayı, hatta evreni yuvarlak saymamızın biricik nedeni de budur, kıyamet evrensel yorgunluğumuza verdiğimiz ad, bilim somutlayabildiğimiz bilinmeyenler, din ya da salt düşünceye dayalı temelsiz kurgu ve öngörülerimizde, algı sınırlarımızı zorlayan soyutlamalar ve bağdaşıksız düşlemlerimizdir ve ne yazık ki iki paralel doğru sonsuzda birleşir.

Bu yüzden bir soyutlama olan tanrı ve bir somutlama diyebileceğimiz insan, evrenin ve anlağımızın içinde yer alan, kabul gören bir şeydir, oysa soyutlamayı, örneğin tanrıyı saçma diye niteleyenler olur, bu bir yanılgıdır, çünkü tüm bunların dışında ne var peki diyebildiğimizde saçmalamış oluruz, usumuzun, yetilerimizin dışına o zaman çıkarız ve tekrar başa dönmek zorunluğu duyar ve düşünsel çatımızın el verdiğince düşünmeye devam ederiz!..

Çünkü bizler saltıklıkla kendimizin tanrısıyız, evreniyiz ve Adem'iyiz!.. Bu yüzden ateizmde 'karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir' kuralı uyarınca, anlaksal bir üretim olarak, sınırları tanrısal töze dayalı, sıradan bir düşüncedir ve tanrısal algılanım ve varsayımların varyasyonlarından biridir. Çünkü biz henüz, bir yandan varlığı hakkında düşünce üretmeye çalışırken, diğer yandan barbar ve yok edici bir tutum takınmaktan kurtulamayan, yarı yaşar yaratıklar / insansıların öncüllerinden biriyiz ve henüz postumuzdan kurtulabildiğimiz dahi söylenemez.

***

Kayalıklarda otururken düş gördüğünü anlayan ve ağlayan gölge ayağa kalktı ve Ada'daki evine doğru yola çıktı.

Çok canınız sıkıldı ama bunları sözü Sara'ya getirmek için türetmiştim, işim gücüm yok benim, sayrı olmamak için, yalnızlığımı paylaşmak için okuyup yazıyorum ben, geçerli diplomam bile var!..

Geçmiş zamanda Sara diye aşık olduğum bir kız vardı, bir keresinde karanlık, ıssız bir mahzende sevişmiştik, birinde mezarlıkta, diğerinde tahta kurularıyla dolu, ucuz bir halk odasında, birinde de Beyoğlu'nda eski bir apartmanın sahanlığında, bizi gözetleyen Marika adında ki yaşlı kadın, kapıyı açmış kimi aradınız demişti... Gülümseyerek, kendimi arıyorum ben, dediğim için, sinirlerine hakim olduğunu sanıyorum.

Sara yıllar sonra adaya geldi ziyarete, yaşlanmış biraz, çenesinin altında hafifçe tüyler vardı, göz kıyılarında kaz ayağı oluşmuş, burnu neredeyse kemerli bir üst geçit gibi uzamış, yanakları demir yolu kavşağı gibiydi, incecik kıvrımlar, ama insanların iç dünyasına bakmayı öğrendim ben ve anladım ki, Sara hala hayat doluydu.

Dikenli yollarda dolaştığını söyledi yıllarca, şimdi çalışmıyormuş, kendisine yetecek kadar bir ücret bağlamışlar ve hala o meşhur gazeteyi okuyormuş. Deniz kıyısında oturduk onunla, ılık bir alize vardı sanki ve ruhları tutuşturmaya yetecek kadar bir ısı yayıyordu. Faytonların izlediği yoldan, yukarı doğru çıktık, otların, böceklerin, çiçekle, kelebeklerin arasında yürüdük epeyce, villalar, yalılar ve bahçeli viranelere bakarak, gözümüzü bu saray yavrularını andıran köşklerden ayırmayarak, tozlu yetimhane yoluna girdik ve dünyanın en büyük ahşap saraylarından olduğu söylenen ve bu yıllardır restore edilmeyerek ölüme terk edilen.

Vicdanları sızlatan o simsiyah, Edgar Allan Poe'nun öykülerini aratmayan, Usherler'in Köşkü gibi görkemli bu karatahta yığınlarıyla, bir tarih öncesi canavarı andıran ahşap gökdeleni yakından görmek için, kulübesinde pinekleyen bekçinin kör noktasında bulunan bir yarıktan, içerde avarece dolaşan kümes hayvanlarını ürkütmeden, sessizce içeri girdik...

Sara ve ben niyetliydik, bu harabede sevişecektik, ölümlü dünyalarımızın ve barbarlık dolu yaşamlarımızın, tek kurtuluş yolunun sevişmek olduğu konusunda, öteden beri hemfikirdik onunla...

Karanlık binanın, loş merdivenlerinde durduk ve göğe baktık, sanki tanrı bizi izliyor ve bir dehşete kapılırız sanısıyla görünmüyordu...

Sara, bak işte o, gülümsüyor, görüyor musun dedi...

Gönül gözü harikalar yaratıyor bu varlığın!..

Ama işte, hay aksi şeytan, sevişmemize engel olacak biri, sanki bir kapının ardına geçerek dibimize kadar sokulup, gizlenmişti.

Burada hala yaşayanlar var mı ki acaba dedim Sara'ya...

Sara gözlerimin içine baktı, olsa bile, herkesin gözü önünde sevişeceğiz burada dedi. Sözümüzü tutmak zorundayız ve birden Carmen gibi, sanki ilahi bir müzik eşliğinde dönmeye başladı.

Tepeden tırnağa ürperdim. Hava kararıyordu ve geceleyin aynı kovuktan çıkmamız olanaksız olacağı için, Sara'ya dik dik baktım, elimizi çabuk tutalım anlamında değildi bakışım, zor durumda kalırsak ne yapacağımızı sormuştum, bir yırtıcı gibi ışıyan gözlerimle...

O ise dönüyordu durmadan, bir ara geldi ve belime sarıldı, ıslak dudağı, vahşi bir yaratığın dili gibi boynumda gezindi ve gene uzaklaşarak çok daha hızlı dönmeye başladı.

Nerden bilebilirim ki, arkamda bir sürü maskeli yetimhane çalışanı etrafımızı çevirmişler ve Sara'nın ayinine eşlik etmek için dönerek yaklaşıyorlar.

Kara adamlar ve simsiyah giysileri içinde rahibeler, alacakaranlıkta Sara'yla birlikte dönmeye başladılar.

Bir çılgınlığın içine sürükleneceğimizi anlamıştım.

İçlerinden biri dedi ki bana, sizi anlıyorum, bütün yeryüzü 'savaşma seviş' diyor ama yalnızca çapul peşinde ve bir sırtlan gibi uluyarak, kin kusuyor, kan içiyorlar. Öyle ki dostum, sevişmek hala günah, savaşmak hala şehadet...

Gülümsedim, bunun için mi işlevini yitirdi, bu kara yıkıntı!..

Sara dönüyordu ve ahşap gökdelenin, üst katlarına doğru yükseliyorduk, döne dolaşa, oynaya güle...

En üst kata ulaştığımızda hava iyice kararmıştı, ama bizi bir sofranın beklediğini bilmiyorduk.

Gece yarılarına kadar şiir okuduk, ağladık, güldük ve dünyaya dualar ettik, bitsin bu barbarlık, bitsin bu şiddet, bitsin bu kapı kulluğu, bitsin bu cehalet diye...

Sonra, bir elişi tanrısının öğleden sonrasına, nazire yapar gibi, iyiliğin tanrısına dualar ettik, hep birlikte onun bizlere yardımcı olmasını diledik ve inanılır gibi değil, o an tanrı sanki üzerimize doğru gürledi ve asıl siz bana yardımcı olmalısınız dedi...

Sanki dünyanın bir başından öbür başına, bir şimşek çakmış, yeryüzünün tüm kovuklarına dek yıldırım akmış gibi aydınlanmıştı ortalık...

Güzelliğin ve barışın ayini, gecenin geç saatlerine kadar sürdü, delicesine eğlenmiştik ama dünyanın o günden sonra düzeleceği ve bunun için tanrıya yardımcı olacağımıza dair ant içmiştik.

Hepimizin ruhları yıkanmış, karanlıkta korkusuzca konuşuyor, dileklerin tutulacağına söz veriyor ve tan atımında, yeni bir dünyaya doğacağımıza dair sarsılmaz inancımızı yineliyorduk birbirimize!..

Bin yıl düşünsem yaşanmayacak kadar büyülü bir gece geçirmiştik.
Sonra odalarımıza çekildik ve o yeminimiz, varlığımızın andı, biricik bağıtımız yerine gelsin diye, Sara'yla canhıraş çığlıklar içinde seviştik.

Sabah, bu bir düş değildir sanırım dedi, Sara...

Eğer düşse dedim, tanrının da bir düş olduğunu anlamış olmaz mıyız!..

Çünkü, herkes düşlerdeki gibi yaşamak ister ama kimse bir düşün parçası olmak istemez.

Tanrı da!..



ŞEYLER
 
Her ada bir ütopyadır. Robenson kenti, aşıklar yurtluğu, doğanın sesi ve şu eşsiz gezegenin müzesi... Yürüyüş güzergahları vardır, yüzme noktaları ve buluşma yerleri...

Her yer yürüyüşe uygundur, ama terk edilmiş yetimhane, Eskibağ ve Aya Yorgi'nin sağlı sollu çevre yolları, yürüyüş güzergahı bakımından gizemli, antik duygular veren, heplik ve hiçliğin dünyalarına sürükleyebilen görüntülerle doludur. Her zaman gizemli bir patika, bir sırt ve yol üstü bulunur, çünkü çalılıklar, adalarda olan, olmayan yanılsamalar, gönülden kopan o biricik ağaçlarda olsa, ladin, sedir, kızılçamlar, akasya ve pırnallar, meşe palamudu, ıhlamur ve manolyalar, ormanın içi, yamaçlar ve uçurumlar, sonsuz ayrıntılar ve seçeneklerle doludur.

Ayaklarının bastığı her ölümlü taban şu dünyada, hiç bir zaman aynı yerde duramaz, evren bir yinelemedir belki ama an; sürekli değişen ve bir daha yinelenemeyecek olan bir nendir, sendir, bizdir ve geçip giden bir iz, bir gizdir... Her basışta başka ve keşfedilememiş bir dünyaya basmanın özgürlüğüyle sarhoştur o... Ada bir düştür ve ağaçlar, kuşlar ve prensler ve camdan pabuçlu prenseslerle doludur. Adı da kısaca bu yüzdendir, Prens Adaları...
 
Tarihi, ilk kez falanj birliklerini kurarak, yüz yıllar sonra İspanya iç savaşında sözü geçen, büyük İskender'in babası Filip'e dayanır ve onun sikkeleri hala toprağın altından, yalıncak, başı bozuk ve doğa sarhoşu gezginlerin ayaklarına takılır.

Güneşin doğuşu ve uzaklardaki Proti'nin üzerinden batışı eşsizdir, tüm yaz boyunca gün batımını izlemeye gelen çılgınlar ve adalı gönüllüler vardır. Güneş kızıla bürünür, büyür, turuncu, alev alev yanan ve kükreyen bir alev topuna dönüşerek, bir masal gibi, sanki başka dünyalara doğru, denizlerin içindeki büyülü bir mağaraya doğru gömülür. Gün batımı naif, coşkulu ve ürpertici duygular verir. Bir üzünç ve yaşamın soylu direnişi, zamanın bir soyutlama oluşu ve gelip geçiciliği gibi duygularla donanır insan ve gariptir tuhaf bir neşeye bürünür ölümlü bedeni... Çünkü orada ölüm ve zamanın geçiciliği bir kutsamaya dönüşür ve insan bunu bir utku olarak algılar, yaşıyorum ve dünyanın eşsiz güzelliğine tanığım...

Tanrım, ne büyük bir bahtiyarlık...
 
Ada'da günbatımının diğerlerinden farkı, bir gezegende yaşıyor olmayı duyumsama noktasında çok güçlü bir izlenim vermesi ve sizi artık yaban, sıcak, gizemli ve elem dolu duyguların içinde harmanlayarak bir düş aleminin içinde tutsak etmesidir.
 
Gün batımının size armağan ettiği tek şey, kaçınılmaz bir mutluluk, büyü ve yaşama duyulan hayranlıktır.

Ada hiçbir ilaç, müsekkin ve iyiletimin ulaşamayacağı, bilimin erişemeyeceği bir seviyede, ruhları dinlendirir ve sakinleştirerek insanı hayata bağlar ve hangi yaşta olursanız olun, gün batımına tanık olmak için büyük bir mutlanla koşar bulursunuz kendinizi...

Dünyada yalnız adada güneşle birlikte yağmurun yağışına tanık olabilirsiniz, tanrının bir armağanıdır bu, gökte çakıntılar ve yalımlar yeri göğü inletirken, güneş gülümseyerek katılır bu eğlenceye ve sonunda dersiniz ki; Tanrım beni bırakma ve bu güzelliklerden, bu güzelim yaşamdan ayırma... Büyüleyici bir dua, mutluluk veren bir ürperti ve denizin dalga sesleri ve güneşin heyecan verici fısıltıları arasında, bir düş dünyasının içinde yiter, yok olup gidersiniz.
 
Hayat güzeldir ve yaşamak bir ayrıcalıktır.

Öyle ki, Ada'da şöyle şiirler duygulanımda; (ne anılmak isterlerdi, ne de yazılmak!..).
 
''Münihli Hans Müller / Hitler hücum kıtası altıncı tabur / birinci bölük / dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. / Münihli Hans Müller / üç şey severdi: / 1-Altın köpüklü arpa suyu / 2-Şarkı Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. / 3-Kırmızı lahana. / Münihli Hans Müller için / vazife üçtü: / 1-Çakan bir şimşek gibi / mafevke selam vermek. / 2-Yemin etmek tabancanın üzerine. / 3-Günde asgari üç çıfıt çevirip / sövmek sinsilelerine. / Münihli Hans Müller'in / kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: / 1-Der Führer. / 2-Der Führer. / 3-Der Führer. ''

Ama şu da var, zaman görelidir yargısını, Einstein’a kadar kimse düşünmemişti derler, hiç bir bulgu ya da belirge tek kişinin düşünebildiği bir şey değildir bu dünyada, bilim insanı herkesin bildiğini ya da açıklayamadığı bir şeyi formüle eder, bir metoda dönüştürür, bir bulgu, Tarkovski'nin filmlerine benzer, hepimiz onu düşleyebiliriz ama Tarkovski onu gözümüzün önüne serer, buyurun der, onun için gerçek bir bilim insanı abartıdan hoşlanmaz, çünkü o gerçekliği hepimizden iyi bilir!.. Buhar gücünü iki bin yıl önce keşfetti insanlık ama köle kullanmak daha ucuz ve ehven bir iş gücüydü!..
 
Göğün altında yeni bir şey yoktur, bu tür söylemler düşündürücü, kompleksif ifadelerdir, insanlık, bilimi hiyerarşi yaratmak için değil, tüm insanlığın ortak yararı ve eşitliği için kullanmak ister. Einstein'ı hurafe gibi yüceltmek, tam aksine onu aşağılamaktır. Einstein kravat pek takmazmış, gerekçesi, tanınmadığı yerde, nasıl olsa burada beni kimse tanımıyor, tanındığı yerdeyse, nasıl olsa burada beni herkes tanıyor dermiş. Pek hoş olmayan bir örnek vereyim, eğer batı uygarlığı bugün tüm bulumların kaynağıdır diyorsanız, iki dünya savaşının da kaynağıdır, unutmayın ki Hiroşima ve Nagazaki bir kıyamet provasıydı ve 'Hiroşima Sevgilim' bir kitap adıdır!.. Bir şey var ki aslolan 'Nihil humanum mihi alienum est', deyişidir, Türkçesi 'Yüz bin kere tövbe etsen gene gel!'.
 
Diyesim insanlık, bir Pavlov tazısı gibi, Notopya peşinde koşabilir, Frenk diyarlarında, genelevlerin yoz dalaverelerinden bir özkıyım şiiri çıkarabilir, yollarda yalpalar bir kaşalot gibi süzülerek 'aşka kitakse' yazabilir...

Kendimi izliyorum. Bunu daha önce yapmıyordum. Yeni edindiğim özelliğim bendeki yalnızlık duygusunu artırıyor. Gezmeye başladım. Ada'nın her yerini geziyorum, faytonlara binip çıkıyorum. Buralarda kahredici hiç bir şey yok ve her yerde insanlar var. Zaman daha başka akıyor. Güneş uykuya gidiyor ve geceyi bize armağan ediyor. Çocukluğum düşler kuruyor. Burası çok uzaklarda, yerimi kimse bilmiyor. Karanlıkta bir kirpi bulmuştum, içimdeki hayvanın ürkek bir örnekçesi. Tümüyle olgunlaşmış siyah zambaklar var burada. Bunları daha önce görmemiştim ama, düşlerin zaman zaman içinde, acımasızca yakıldığını, isterinin düşmanlıklarıyla yapayalnız bırakıldığını gördüm. Paralarını ırmağa bırakanlar, dehşeti benliklerinde yaşayanlar, hepsini gördüm. Işığın ne kadar uzağa gidebileceğini, neyi seçtiğimi, neyi gereksineceğimi, hepsini gördüm. Bu yeterli, başka bir şey isteyemem. Her şeyi gördüm, görebileceğim bir şey kalmadı...

İnsan gözü olağanüstü bir evrim süreci geçirmiştir. Ancak gözümüzle görebildiklerimiz, o varlığa ait dış çeperin biçimidir yalnızca, detaylar ise baktığımız nesnelerin içerisinde ne olduğunda saklı. Örneğin kırılmış bir femur kemiğini görmek için, gözümüzün çok ötesinde bir görüş yeteneği ile özel ışınları kullanarak metal bir levha üzerinde derinin içerisindeki kırığı belirleyebilmeliyiz ama yüreğin dalgalanışını henüz görebilecek yetide bir gözümüz yoktur ne yazık ki...

Ariane, kıyılarında azgın dalgaların vurduğu, Naksos adasında yaşıyordu... Aşktan nasibini alamamış kederli kız Ariane, sevgilisi Theseus tarafından terkedilmişti.

Bazen kıyıda kumlar üzerine uzanıyor, kumları gözyaşları ile ıslatıyordu. Bazen de denizi gözleyen yüksek bir kayaya çıkıyor ve Theseus'u götüren mavi geminin uzaklarda yitimini düşleyerek, ayrılık gününü içi yanarak anıyor ve gözyaşları döküyordu ve diyordu ki; Yaşamımın ilkbaharında, bu kayalık, ıssız adada terk edilmiş olarak ölecek miyim... Bir gün, gönlünde sayısız kederlerin dolup taştığı güzel saçlı bakire, bitkin bir halde kıyıya uzanmış ve kendinden geçmişti. İşte tam bu sırada rüzgarda uçuşan sarı saçları ile gizemli bir delikanlı, Naksos adasına çıktı. Karaya ayağını basar basmaz, bu ıssız adanın güzel kızı genç Ariane'i uyurken gördü. Gizençli delikanlı, sonsuzluğun ve yalnızlığın kralı idi.
 
Toprağın ve denizin uzayıp giden boş sessizliğine hükmediyordu. Bütün bunlara karşın yaşamdan mutluydu, sevmeyi biliyordu. Genç kralın gönüllerden kederi kovan, karamsarlara neşe ve hoşluk dağıtan bir doğası vardı. Güzel Ariane'e baktığında yüreği heyecanla çarptı, iricil gözlerinde onun uyuyuşunu, bu büyülü manzarayı doya doya seyretti... Zavallı Ariane bir kayanın oyuğuna uzanmıştı. Uzun saçlı başını sol kolunun üstüne koymuş, sağ kolu da ilahi çehresinin parlak ve tatlı güzelliğini çevreliyordu. Uyandığında genç kral ona yaklaştı: Güzel peri kızı, dedi. Sen şanlı bir kralın ceylanı olmayı hak etmeden evvel Theseus'un ümitsiz aşığı idin. İlkbaharın neşesiyle canlanmadan önce kış soğuğu ile uzun zaman uyumuştun.
 
Böyle söylerken Kral, elindeki tacı, hoşuna giden bu güzel kızın dalgalanan saçları üzerine koydu, ama bu parlak taç, Ariane'in alnına dokunur dokunmaz; uzadı, göklere kadar yükseldi, üzerinde bulunan göz alıcı taşların, cevherlerin her biri, gökyüzünde birer yıldız oldu. Kralın kraliçesini bulmasının ve birleşmelerinin anısını sonsuza dek saklamak için bu yıldızlar, gökyüzünde öylece kaldılar. Artık Genç Kral için sonsuzluklar ve uzayın karanlığı yıldızlarla aydınlanmıştı. Ariane'in kederli yüreği, üzünç dolu günleri ve yalnızlığı günün birinde ona sonsuz mutluluğu getirmişti. Bunun içindir ki yıldızlar, binlerce yıldır bakışları gökyüzünde gezen o mutçul, umutçul insanlara göz kırparlar...
 
Antiart'ın gerçekliği kurtaracak bizi, dört öğrenci sözde arabanın lastiği söndüğü için sınava geç kalmış, ertelemede, eğitmen şöyle bir soru yöneltmiş, arabanın hangi lastiği işe yaramaz hale gelmişti. İşte bu kesinlemelerin her zaman bir durumun ya da olması gerekirliğin yanında olamayacağının göstergesiymiş, bu tehlikeyi sezen öğrenciler, belli bir lastik yerine, 'daha önce patlayan lastikmiş' benzerinde, belirsizliği öngören karşılık üretmeliydiler!..

Aynı konu, belirsizlik noktasında değilse de, görecelilik noktasında bir sorunsala yol açar, saat 3.15 olduğunda akrep ve yelkovan arasındaki açı kaç derecedir, genelde bilemezmiş denekler, çok küçük olması düşünülüyor değil mi, hayır en az iki yanıtı var sorunun, iç açı mı, dış açı mı, soru yeni bir soru üretiyor öncelikle, belki daha ilginç bir sanrıya yol açan bir durumu da vardır diyorlar, sürekli hareket eden bir şeyin arasındaki açının hiç bir zaman tam olarak belirlenemeyeceği; bir cismin hareket halinde durduğu yer bilinemez, durduğundaysa hızı ölçülemez, Heisenberg alfabesi gibi, gerçekte agnostiktir her şey, mantık oyunlarıdır evren, ama buda saçmalığı getirir, ne ki mantığın öbür ucu her zaman bu noktayla birleşir, en iyisi aramak ve bulduğunu 'Evrenjanus'da geride bırakmaktır, çünkü ona sarılmak skolastik bir şeydir. Tanrı bir kaçamaktır çünkü!..
 
Biz bu tarz sohbetleri Süryani Vartan'ın kahvesinde yaparız, ama Volkan diyor çevresindekiler ona, dedim ki kahvesinde, Zehra, Maria ve Selin Bagatur geldiğinde, gece sohbetleri ettiğimiz Ada'nın alçakgönüllü entelektüeli Vartan'a;
 
Bizim sorunlarımızdan biri, yinelediğim gibi batıyı bilinçsizce ve boyun eğer gibi taklit etmemizdir, tarihi yapının içine, ilk iş jakuziyi getiren ve köpeklerin sahibinden daha bakımlı olduğu topraklar burası. Taklidin boyutları bu işte... Vartan bu konularda ortak düşünür ve görüşlerime katılır, bizim ressamlarımız tuhaftır, örneğin Gaudi Kapadokya'dan esinlenir ama Hierapolis'i modern biçimde tuvale taşıyan bir ressamımız yoktur, oysa Odysseus'un versiyonlarından birinde vardı o ören yeri, batı bu konuda gerçekten kompleksten uzak, biz kendi değerlerimize uzak kalmışız, batı sendromu tutsak almış sanki bizi, bundan dolayı, Sümela'yı resmeden, Selimiye'yi gösteren veya Nemrut'u betimleyen, nasıl öngörürse ama, modernize, gerçeküstü, absürt veya naif, kolajen veya uzaysıl bir peyzajımız yok bizim, batıya bağlılık kendimize güvenimizi yok etmiş gibi, inan ki derdim bu benim dedim. Vartan ne dese iyi, çocuklardan biri Londra'da okuyor, şimdi pişmanım ama herkes gibi bende bu çarpıntıya ayak uydurdum, dedim ki, söylemesi kolay, haklısın bence, olanak bulduğunda bu rüzgara kapılmayan yok ki!..

Ne resim resimdir, ne mimari, ne de şiir şiirdir şu dünyada, bir düşünce barındırmayan sanat, sanat değildir. Sanat bir kuşkudur, bir düşüncedir...

O da bir şey anlattı, IV. Murat dedi, esrarı, şarabı, tütünü yasaklamış, ama kendisi de onların tiryakisi, tutkunuymuş, batının tarih kitaplarında bu tür reformlara IV. Murat reformu derlermiş biliyor musun, yani diyelim ki doğruları, bütün bir topluma söyler, empoze eder, uygulanmasını isteriz ama onlar yalnızca söyleyeni kapsamaz!..
 
Terzi söküğünü dikemez derler, bir klişe, Çernobil'de, United States'in robotu beş dakika çalışmış, Japon robotu dokuz dakika ama Ruslar'ın ki iki saat çalışmış, ama telsizden duyulan emir de şu, İvanov aşağı in artık, bir tütün molası verebilirsin, anlıyorsunuz ya...
 
Kontamine hayvanları besleyip, gerçekte tutsak yaratıklara karşı sağda solda, hayvansever geçinmek gibi dedim, duymazlıktan geldi Vartan bu sözümü... Belarusyalı eşi bir sürü kedi besliyor çünkü... Sonra da onları sokağa salan, bir zombi türü bunlar demedim artık!..

Kalem sincabı İtalo Calvino'nun nasıl yazmaya başladığına ilişkin bir yazısını okudum, klişe şeyler tabi, eksantriğinde klişeleri vardır, bu konu ilginç ama ben metin ya da sözcük toplarım, onları bir konunun içine boca ederim, kolay ya da zordur demeyeyim, gerçek şu, böyle bağlaşıklar oluşturmaksa amacın, bu tür yazıyı benimsemek istiyorsan, insan bunu eni sonu başarabilir, çok okumak kaydıyla tabi...

Kitabın kalabalıkta okunmasına şaşıyorum ben, kitap içgüdüyle okunmaz ki, yemek gibi giderebildiğimiz bir gereksinim olsun. Okumak edimi, insanın içgüdülerinden sıyrılma çağlarının bir eylemidir, anlamının ve bilince yansımasının kuvvetle belirgin olması gerekir, oysa hafif bir tını, belki bir müzik gibi, okumayı engellemez ama doğada dikkatin bir sayfaya verilmesi zaten acımasızcadır, çünkü doğa tek başına kitaptır, şehir, insanlar, mimari, ben doğada, diyesim dışarda kitap okumayı, sonsuzlukta bir insanın kendisini, bir hücreye kapatması gibi algılıyorum, her görüşün aksayan ve bize saçma sapan gelen bir yanı vardır, herkes bildiğini ve kendisine yararlı olacak sistemi uygulasın, ama doğaya kayıtsız kalıp, önüne nasıl bakabilir onunla baş başayken. Kitap karanlığın düşmanıdır, yine de kendimizle baş başayken okunan iyilerin iyisi bir şeydir o...
 
Araya giren prenses ex olur yani; Kitap!..
 
Vartan bir resital sergiledi bu ara...
 
Kitleler genellikle, toplumsal bellekte oluşturulan karmaşanın yarattığı bir bilgi kaybı ve manipülasyona kapılır. Günümüzde, bilginin güncellenme hızı kolay ulaşılabilir olmasını sağlarken, diğer taraftan değerinin yittiğinde tüketilmesi ve nesnelleştirilerek bir tüketim objesine dönüştürülmesi, edinilen bilginin belleklerimizden çok kısa bir zaman içinde yok olmasına ya da yenisi ile değiştirilerek oluşturulan tabanın ortadan kaldırılmasına neden oluyor. Bilgi kaynaklarının sayısının ve biçiminin artması, açık toplumun yitmesine ve çoğu zaman yetersiz ve gerçek dışı bilgilere dönüşen belleğimizin anlamlı bir bütün oluşturmasına engel oluyor. Bu süreç içinde belleğimizin karşı karşıya kaldığı yükleme, bilgilerin birbiri arasında ilişkilendirilmesi konusunda çatlaklar yaratıyor ve bilgiyi daha yüzeysel, anlık ve dağınık algılamamıza neden oluyor. Bilinçteki tüm bu tabansız veriler gün geçtikçe siliniyor ve geçmiş kısa zamanda bulanıklaşıyor. Bu durum yalnızca güncel olanla ilişki içinde olmamıza neden olurken, olayları makro açıdan değerlendirme yetimizi kaybediyor ve toplumda bir ‘Bellek ve İşlem kaybına’ dönüşüyor. Bir topluluğu yönlendirmenin ve biçimlendirmenin en basit yollarından biri belleğin manipüle edilerek yok edilmesidir. Kitlesel olarak insanların gözünde sanrısal bir bellek yaratarak, bu çarpıtılmış bilgi akışı içinde ‘yeni bir bellek’ oluşturup geçmişi, insanı ve beyin gücünü yok sayan yaklaşımlar, tarihin her döneminde; özellikle de toplumların kriz dönemlerinde karşımıza çıkıyor. Toplumun belleğini değiştirmek, dönüştürmek ve unutturmak amacıyla yönlendirici birim ve güçleri etkisi altına almış organizmalar içinde bilgi ve bellek yeniden üretilip aşamalarla toplumla paylaşılıyor ve bu süreç içinde sürekli değişkenlik gösteren bilgiye olan güven sorgulanmayı gerektiren bir duruma dönüşüyor.

Hep şöyle düşünürüm, bize aşkın derecede yapay gelebilecek bir dille sorunlarımızı aktarırken, sorunu çözmeyi değil, sorunsaldan giderek uzaklaşmayı mı amaçlıyoruz acaba ya da o mu empoze ediliyor artık negatif motivasyonla, bana öyle geliyor ki, değil insanlar, toplum ya da erkil kesim, tanrı bile kurnaz bir yaratıkmış gibi geliyor bana...

Dedim ki Vartan'a, tiyatronun anavatanı Anadolu'dur ama bu batı komplikesi ve boyundurukçu bakış, onun Globe'den başladığını ileri sürecek kadar acımasızdır, bunun bir yöntemi de vardır, modern, bugün bildiğimiz tiyatronun başlangıcı diye bir tümce sıkıştırılır bu tip yazıların arasına, oysa tiyatro her yerde olan bir şey, modern sözcüğü burada bir yanılsama amaçlı... Cats müzikalinin şaşaası mı günümüz çağdaşlığının ya da modernitenin başlangıcı, sonraki yüzyıllar için.

'Söylemesi güç, olanaksız, neden böyle hem kabulleniyor, hem ağlıyorum!..'

Borges'in teatral bağlara ilişkin, olağanüstü bir öyküsü ve öyküde doğuyu hicveden eğretilemeleri vardır, batı egemendir edebi dünyaya (bakın bu yazıyı çoğaltmaya kalksak, 'ebedi dünyaya' diye bir manipülasyona yol açmak için düzeltmeye kalkışacak insanlar bile var aramızda, ah sen sanrılar içindesin ya, bitmedi, bugün kendini savunabilecek donanıma sahip, herhangi bir yerlem için batı kovboy uygarlığıdır, 'sığır çobanlığı', doğuda 'ketenpereci bir gayya kuyusu', tanrının yaratabildiği izci kampı işte bu!..), öyle görünüyor ve yazarlarda onları kutsamaktan pek vazgeçmiyor, görüntü doğunun gerilerde kaldığı, bu bilinçli ya da bir öngörü olarak, edebiyat şövalyelerinin teslimiyetçi düşüncelerine neden oluyor, içgüdüselde olabilir bu, iyi niyetle bakın, o öyküdeki yaklaşımlara...
 
''Averroes, kalemi bıraktı, kendi kendine aradığımızın çoğu kere yanı başımızda olduğunu söyledi, 'Tahafut' yazmasını kapadı, kör İbni Sina'nın, İranlı hattatların elinden çıkma Mohkam ciltlerinin dizili durduğu rafa yürüdü. Onlara daha önce başvurmadığını düşünmek, düpedüz kendini aldatmak demekti ya, yine de sayfaları tembel tembel karıştırma keyfini engelleyemedi. Bu yorucu oyalanmadan, kulağına çalınan bir ezgiyle silkindi. Balkondaki kafesin arasından baktı; aşağıda, daracık, toprak avluda, yarı çıplak çocuklar oynuyorlardı. Biri, ötekinin omuzlarına çıkmış, besbelli müezzine öykünüyordu, gözleri sımsıkı yumulu, ' Tanrı'dan başka yoktur tapacak,' diye haykırıyordu. Onu hiç kımıldamadan taşıyan çocuksa, minareydi; bir başka çocuk, toprakta secdeye varmış cemaati canlandırıyordu. Oyun uzun sürmedi, herkes müezzin olmak istiyor, kimse cemaat ya da minare olmaya yanaşmıyordu. Averroes onların kaba lehçeyle, yani yarımadanın Müslüman halkının konuştuğu ham İspanyolcayla tartıştıklarını duydu.
...
Bir ikindi, Sin Kalanlı Müslüman tacirler beni bir sürü insanın birlikte oturduğu, ahşap kaplamaları boyalı bir eve götürdüler. Evi tanımlamak olanaksız ya, daha çok üst üste dizilmiş sıra sıra bölmelerden, balkonlardan oluşan bir tek odayı andırıyordu. Bu oyuklarda yiyip içenler göze çarpıyordu, yerlerde de, taraçada da. Taraçadakiler, davul ve lut çalıyorlardı, Tanrı'ya yakaran, şarkı söyleyen ve konuşan, kızıl maskeli on beş-yirmi kişiyi saymazsak. Zindan işkencesi çekiyorlardı ama kimse zindan falan göremiyordu; at sırtında gidiyorlardı ama at falan görünmüyordu; çarpışıyorlardı ama kılıçları kamıştandı; öldükleri an yine doğruluyorlardı.''

Borges bu öykünün bütününde Endülüs çocuklarını yoksul gösteriyor ve satırlarında gizlenmiş bir derbederlik, vuzuha ermiş bir viranelik geziniyor, haklı, haklı çünkü bir yazar, tarihi gerçeklerle ilgilenmez, o kafasındaki doğu imgesiyle özdeşleştiriyor olanları, Endülüs'ün çağının en güçlülerinden, bir İslam medeniyeti olduğunu göz ardı edebilir bir yazar ya da ayrımında olmadan yapar bunu, çünkü onun şaşaasına yönelseydi bu öyküde, amaçsal anlatının imajı silinebilir ya da zayıflayabilirdi; o gizlice, doğu imgesinin bugünkü hali pür melaliyle hareket etti demek ki, bu yazarın özgür seçeneğidir, tüm yazın erleri bunu yapabilir ve yazarlar -sorumluluk taşımadan- yanılabilirler de, çünkü onlar masalcı ve yalancıdır zaten, amaçları 'insan bu meçhul'ün imgelemine katkıda bulunmaktır ya da bulunabilirler ve kozmosu düşünsel bir metaformuş gibi algılamaya yatkınlık gösterir gerçekte amaçları... Öyledir zaten ama gerçekler çok uzaklardaki nenlerdir ne yazık ki insan benliğinde, onun için masallarla yaşayan varlıklara, masallarla gerçeği anlatmaya çalışır sanatçılar, bazen masalın rüzgarına onlarda kapılırlar, onlarda insandırlar.
 
Tiyatro Diyonizos oyunlarıyla başlıyor, saray eğlenceleri var Mısır'da, Osmanlı'da, Roma'da, Çin de bunun tarihi yazılı, her şeyi batıdan başlatan öngörüde bir sömürü ve manipülasyon ağı var. Her şeye Troçkizan bir açıdan bakılırsa gerçeği yakalarız dedi Vartan ve ekledi, 'O da, bir yerde olan -her yerde vardır- ve olmalıdır!..'
 
Alkışladık şakayla karışık!..

Beni ciddiye almalısın diye takıldım ona, Denizli tel örgüsüz tek stadyuma sahip kentidir bu ülkenin, barışçı ve kendini eleştirebilen bir beldenin varlıklarıyız biz, bekarızdır ama tövbekar değilizdir. Bulmaca bilmece de alzaymırı tetikler, çünkü hep aynı sorular çıkar dedim. Bilgi değişmeli, düşünce değişkenlikle bilinç evimizde yer etmelidir.
 
Sardunya adasında ki adını sardunyadan alırmış, bir söz varmış, 'Denizden korsan gelir', Nuraghi derlermiş, Sardunya'nın korsanları gözetleyen taş kulelerine. Şeyh Bedreddin içinde 'Güneş onun ardından gelirmiş' derler, ne imge işte!.. Bunu üreten toplum tiyatrodan habersizdi demek cinayet bile değildir, ne yazık ki...
 
'Beni bende demen bende değilim. / Bir ben vardır bende benden içeri.'

Felsefe doğa yasalarından hareketle us ve doğa arasında sürüp giden çeşitlemelermiş, bir kestirme bence bu, felsefe varoluş ve yaratılış arasındaki sınırsız çatışıklıktaki duygu ve düşüncelerden, sonsuza dek üretilebilecek varyantlardır. Düşüncenin düşüncesidir felsefe...
 
Gece yarısını bulmuştuk Vartan'la, her seferinde gece yarısını buluyoruz onunla konuşurken ve Mayıs'tan sonraki ayda gelecek dostlarımızla...
 
Ayrılırken, Vartan'a dedim ki, ben bunları demetleyip birer öykü yaratmaya çalışıyorum, bunları savrukta olsa alt alta dizdiğimde öykü olur mu diye sordum, bir karamsarlıkla...

Hiç bir zaman unutmak istemediğim bir şey söyledi; Bir öyküdür tüm evren, tüm varlıklar, dünya ve biz. Tanrılar, aşklar ve sorulmamış sorularımız...

Yaz dedi.
 
Bir öyküden başka bir şey değil geçmiş ve gelecek, bir öyküdür kösnül ve köhneyerek geçen, şu diriltici zaman.
 
Küllerinden doğan...

Bir öyküdür yeryüzündeki tüm edimlerimiz, üzünç ve neşeyle süslenmiş bir prelüttür yaşam...
 
Geçebilir zaman dedim, ama bu Öykü'de sen sonsuza dek kalacaksın!..

Sevgili Vartan...





KAOTİKA

Ada yalnızlığın saltanatı gibidir, kimilerine göre acıların... Aradığınız her şey vardır ve ama hiç bir şey bulunmaz, bütün yeryüzünün  küçük bir örneği sanki, minör bir gezegen ve kaçınılmazlıkla üçüncüsü!.. Çünkü güneşe çok yakın olamazdı o, birinciler gibi yanmak istemez; bir ünün, kof ve görkemli bir parıltının, zamansızca sönüp giden bir  yıldızı gibi; geride kalanlara da benzemek istemezdi, bir kategori ya da sıralamanın materyali gibi...

Üçüncülük o kadar iyidir ki, arzın merkezi gibiydi, akkordur ama parlamaz, yanıyordur ama tutuşmaz ve ilginçtir, sönmez, kül olup gitmez. Üçüncünün saltanatından, tahtından her şeyi,  her yeri görebilirsiniz, hem yanınızda parlayıp duran yıldızları, hem de  gerilerde sönüp giden pırıltıları...
Ada'da zaman zaman elektronik iletişim kesilir, yalnızlığın bir kablosu olamayacağına göre, ya kendi kendinizle konuşursunuz artık, ya da cinler, periler imdadınıza yetişir, duvarlarda gölgeler gider gelir, tıpırtılar ürkütücü boyutlara varabilir, anahtar, deliğinde dönebilir, melikeler sorgusuz sualsiz belirebilir.

Zamanda yolculuk olanaksız denemez, bir gün her şeyin imgeleme yansıyan gölgeler ve yaşamında bir illüzyon, bilinçlerde parıldayıp duran, gelip giden bir 'medcezir' olduğunu anlayacağız, çünkü bizler düş ürünü, elektron yüklü birer oyuncağız!..
Dediklerimize  çokça bel bağlamadan ama, bu sözden vazgeçmeyelim yine de... Ortak günahlarımız var mıdır bilinmez, bildiğim günahların sui generis, kişiye bağlı bir nen, Fussli'ye yakışır bir  'halloween' olduğudur. Günah, şikayete bağlı dizginsiz kederler gibidir anlayacağınız, kimse görmemişse onu ya da kimseyi incitmemişse; günah yok gibidir. Oysa saklanmış balalaykalar, Tebai'deki gizlentiler, açıktakilerden çok daha elim şeylerdir.
Bir düğmeye basarak; Hiroşima'yı yok eden Enola Gay yapayalnız uçuyordu, Paul Tibbets kokpitte ağlıyordu, kim bilebilir...

Günahlar öyledir ki, dramatize ettiğinizde ölen milyonlar birden istatistiğe dönüşebilir, işi gücü bırakıp artık Tibbets'in kahredici yazgısına ağlamaya başlayabiliriz. Tanrı bu paradoksları cömertçe bağışlamıştır bize, yanına aldığında Tibbets'i, kim bilir   neler soracak ona, laboratuvarımda,  kendinden bekleneni hakkıyla neden veremedin, beni neden mahcup ettin mi diyecek acaba... Gözyaşları arasında, beni neden yadsıdın, yok saydın mı diyecek, Penelope'sinden ayrı düşen Odysseus, o yapayalnız 'Hiç Kimse' gibi...

Teknolojiden mahrum toplumlar 'Yazı' der bu tür olaylara, kader, alın tuğrası gibi türevlere ayrıştırırlar  üstelik,  böler, sisleri dağıtır, acılarını azaltıp, sağaltırlar birde. Her şey giderek anlamsızlaşır ve her konu giderek anlaşılmazlaşır insanın imgeleminde, bir umar yoktur bu nedenle ve umursuzlukla, korkusuzlukla tanrıyı yaratırlar  birden, yaratırlar; yaratan ve yaratılan yan yanadır artık, tanrı da o kadar gönüllüdür ki bu işe, ansızın yanında belirir kader mahkumunun, gerçekte tanrı, yeteneklerimizin sınırlı, dayanılmaz çaresizliğimizin, katlanılmaz  aczimizin dışa vurumudur belki de, bir saltık belirti!..

İnsan kendinin tanrısıdır bu yüzden ve ne yaparsa yapsın cezalandırılamayacaktır gerçekte o, kendi canına kıyacaktır, yaşamına son verecektir  belki de, ama o anda bile gördün mü diyecektir, günahkar olmamızın acılarını, cezasını çektik işte, bu denli iki yüzlü bir yaratık  gelmemiştir  yeryüzüne, evrende de yoktur belki böylesi bir varlık,  ama ne demeliyiz ki, tanrının  mucizesi budur işte!..

Ada'ya ilişkin öyküler yazma çabası bunlar, işin korkunç tarafını açınlayabildim mi, diyesim bu yaklaşımların amacı, bir öykü yazmak, ciddiye alınmak,  ne söylüyor denilmek veya başkaca amaçların nerede bulunduğuna, nerede durduğuna  ilişkin -vargılara kavuşmak-  siz karar verin artık, böylesi bir  iki yüzlülüğe...

Her şey iç içe diyorum ben, bu yüzden amaç diye bir şey de yok belki, ben var mıyım peki, bir görüşe göre varım, bir görüşe göre; varlığımı kanıtlayabilirsem varım, bazılarına göre, yok denecek kadar varım, bazılarına göreyse; buna başkaları karar vermelidir, objenin kendisi değil. Kimine göre de Descartes'a sormalıdır zamiri, ustası varken, daha önce bir yola çıkılmışken, araştırılmışken yorulmaya ne gerek var. Kimileri de pek acımasızdır bu konularda anası sağ mı bunun der!..

İşte böyle Ada'da tartışır dururum kendimle, sanal ağa taşırım bazen iç görülerimi, sövgülerimle süslerim, çünkü ben de bir insanım, arazlı, günahkar, kendini bilmez, iflah olmaz ve yola gelmez.
Kim bilebilir ki bütün bunlar, yalnızlığın sorunsalı şeylerdir, affedilir mi peki, hayır onu demek istemedim, herkes gibiyim bende, bazen yanağımı uzatırım, bazen kudurma belirtileri gösterir, bazen bir köşeye çekilir susarım, bazen ağlarım da umarsızlığıma, umarsızlığımıza dersem alınan olabilir çünkü, en iyisi insanın kendi sınırları içinde dolaşıp durmasıdır, değişime katkı diye süslemeler yapabilir bazıları, ama ben buna karşıyım; karşı değilim çünkü, çünkü ben varım, var mıyım, acımayın o zaman, ebeveyni  sağ mı bu adamın!..

Bu sanal ağda yapılanları deftere yazdım geçen gün, sanal deftere, onları paylaşacağım. Nerede, Ada'nın kuytu yerlerinden birine gideceğim, yaban narı gibi bir şey var orada, açmış bir mayıs günü, açmış gibi parlıyor, ateş renginde, bir günah tacı, tanrım bu güzelliği sen mi yarattın, ah bu nar çiçeği, güneş gibi, mimozalar çoktan soldu, solmadı mı, hala kokuyorlar mı, erguvanı görüyor musun, çukurun içinde leylak rengi parıltılar, hayır o erguvaniler ha, yalnızca ona özgü bir kırmızı, Judas kendini o ağaca asmış, Lazarus değil miydi o, belaları çoğaltma, onun kanıymış işte rengi, ah o zaman bakmayayım, bak canım, İsa efendimizin yerini Romalı subaylara bildiren bir hain o, hain deme, kimin ne olduğunu ancak tanrı bilebilir, iyi de, o zaman hiç bir şeyi bilemeyiz ki, öyle  deme, hayır, aç mıyız, ona bile karar veremeyiz ki, her şeyi tanrı bildiğinde biz ölü sayılmaz mıyız, bak biri geliyor, hayır gelip gelmediğini tanrı bilir, of senin tanrıyla bir alıp veremediğin var, ya buna benzer bir şeyi söylemiştin daha önce, tamam tanrı biziz dediğine göre, her şeye biz karar verebiliriz, bıktım şu belirsizliğe   bel bağlamandan, tanrı var ve her şeye o karar verir mi diyorsun sen, hayır yok dedim ya, az önce her şeye biz karar verebiliriz demiştin, oh buldum, sen delisin!..

Canan'la yapıyoruz bu atışmaları, içeriksiz tartışmaya atışma diyoruz biliyorsunuz, Canan çok eski günlerden arkadaşımdı, mezhebi geniş, ufku açık, enlemi boylamı çok derlerdi onun için, sarışın, yeşil gözlüydü, bilir bilmez konuşan biriydi, bağırır gibi konuşup da sesi  çıkmayan, yeryüzündeki tek insan, bağırırdı ama sesi kısık, hafif çatallı ve pes perdeden, uyku verir bir melodi gibi yükselirdi, kendini bilmez biriydi, ne istediğine bir türlü karar veremeyen bir tip diyelim, boşanacağını söylerdi sürekli, ama o kadar evcil biriydi ki, şu saatte evde olmazsam üzülürüm, mahvolurum ben derdi, alışkanlıklarından dolayı başkaları etkilensin, problem çıksın ya da kederle dolsun istemezdi aile efradının, garip biri de değildi, yaşamın gereklerini yapıyor gibiydi, geziyor, yiyor, içiyor, kendince eğleniyor ve o meşhur deyimi kullanmama izin verin, çapkınlık yapıyordu...

İnsanlar bir kitabın sayfaları gibiydi onun için, bugün birini çeviriyor, yarın bir başkasını, sayfada ne çıkarsa karşısına... Bir gün, bir çocuk az, iki çocuk fazla bu dünya da diyen bir adama ne kadar gülmüştük onunla, sonra onunla da arkadaş oldu, yerel bir filozofun kanatlarıyla dünyaya bakmak belki de çok kolay ve yeterince ucuz, belki de kullanışlı bir metottu kim bilebilir...
Canan'la Ada'da dolaştık o gün, çiçek aradık onunla, kır çiçekleri, sonra İman'ı sordu bana, kıskandığı bir kadını, İman o kadar güzeldi ki, güzellik, gönül telinin, hangi mızrap vuruyorsa ona titreyişidir belki de, bilemem ama, İman gerçekten güzeldi, Binbir Gece Masalları'ndan çıkma biri, taşındı sonra bizim yörelerden, esmer, yürüyüşü yerin ve göğün, ılık, tatlı bir meltemle salınışı demekti. Tanrım bu tarz bir yürüyüş nasıl olabilirdi ki, yere basmıyor gibiydi, ama yer bir beşik gibi sallanıyordu, etekleri belki dar gibiydi, ama  rüzgarda uçuşuyor gibiydi, eğiliyor, üzerinde ah, tam da erguvani bir bluz var, hiç bir yeri görünmüyor,  ama tanrım neden bu göğüsler, canlı varlıklar gibi dışarı fışkırıyor, ne istiyorlar tanrım, bu cennetsi kürecikler, ne istiyorlar!..

Kolları bazen çıplak, odalara gelirdi, bir hiyeroglif yazısı gibi minicik damarlarından kösnül, baygınlık veren bir rayiha yayılırdı havaya, içimden derdim ki, tanrım sarılayım  şuna aniden, bu dünyada yaşadığım sürece başka bir şey istemeyeceğim söz...
Onu hiç kucakladım mı bilemiyorum, sarıp sarmaladım mı, ama onun sarhoşluğu sürüyordur belki de, düşler gerçeklere karışıyor, geçmişte ve gelecekte, ezelde ve ebedde...

Bir gün kapısını açtı tam geçerken, bana açtı bana, beni bekliyor diye düşündüm acımasızca, şu faturayı verir misin dedi, postacının kıstırdığı bir kağıt, verdim o anda, ama eli elime değmişti artık, uçuşmak için can atan bir kumrucuğun tüyü gibiydi, ah hala titriyorum... Yoksa ben, değmesi için altın bir fırsatı mı değerlendirmiştim, yoksa parmağını mı tutmuştum onun, günahlarımın ağırlığı altında ezilmekten korkmadan, fütursuzca...Yoksa o mu tanımıştı, bu tanrısal anın gerçekleşmesi için aradığım olanaklar dünyasını, elini fazlaca uzatmıştı belki de, bakın parmaklarım yanıyor hala, hala sıcak ve temassız başka dünyalara... Onun sıcaklığı başka bir bağlantının ateş almasına fırsat vermiyor, ben İman'dan elime sıçrayan  kıvılcımla yanıyorum o günden beri; bir elim çolak!..

Canan'a dedim ki, taşındı o, ne yapacağını bilmiyor o dedi, savruluyor bir oraya bir buraya, neden bilsin ki, gözlerinin içine baktım biz farklı mıyız diye...

İman'ı anlatmaya doyamam, bir gün evde yalnız konuşuyordum onunla, bir şeyler sormaya gelmiş, cereyan çarpmış gibi içimden bir titrem geçti, adli bir vakiye, adı sanıyla ilgili değil ama... Ama bu kadar güzelliği kim kıskanmaz, kim vehimler yaratıp kahrederek, onu günahkar bir kraliçe saymaz, onu ruhunda öldürmek için fırsat kollamaz; zil çaldı birden, dedim ki içimden, songünüm geldi...

Nasıl açıklayacaktım onun varlığını, olanaksızdı, çünkü ötekiler için onun varlığı, bir cadılar bayramıydı, bir bağırış, bir çığlık ve bir yok oluş, evliyalar menkıbesinden sayfalar okusam gene de affetmezlerdi beni!..
Şimdi anımsamıyorum ama hiç ilgisiz, bambaşka biriydi gelen, bu kutsal anı gözetleyip, oyunu bozmak ve korku dağıtıp, kıyamete ortak olmak isteyen cennetliğin biriydi belki de... İman'a gel demiştim bir şey yok, ama onda korkunun ve heyecanın en ufak bir izi de yoktu ki, o bu dünyaya bir ulaşılmazlığın hezeyanına tapınsınlar ve bir görseli doyunca yaşasınlar   diye  geldiğini biliyordu...

Canan'a bir demet çiçek topladım, o kadar güzeldi ki demet, güneşten birer damla gibi duran yüzlerce mimoza, erguvan dalı, kocaman bir ceviz yaprağı, defne açığı, sarhoşluk verici bir kırmızıyla açmış  dikencik, beyaz, narin çiçekli kır bitkileri, menekşeler, akasyalar, bin dallı, adını bile bilmediğim renk şarkıları...
Aralarında daha neler mi vardı, kaya koruğu, turp otu, kazayağı, mor salkım, gelinparmağı, hatmi çiçeği gibi bir meçhul aşkın  otları ve eylülde açacak ruhumun begonvilleriyle, sardunyalar...

Canan'a, ona bunu dedim, buna şunu dedim gibi bir sürü şey anlattım, dert ettiğim, garip, ama gerçekte pek işe yaramaz şeyleri...
Hiç bir işe yaramaz, çünkü Ada'daysanız, bir çiçek tarlasının ortasında, kırların arasında, kuşlar hafif hafif ötüyor ve üzülme bu dünya böyle bir şey, bugün bu güzelliği yaşamalısın, yarın başka bir dünya dercesine; o zaman anlıyorsunuz ki gerçekte, ne felsefe, ne bilim, ne din, ne dillerin ayrıştırıcılığı, bir demet kır çiçeğinin birleştiriciliğine, onun ötesine, bir adım ötesine hiç bir zaman geçemiyor. Bir şey var ki  biz de... Bir şey var içimizde, bir şey var...

Bir şey, ama ne... Bilemiyorum ve sorulara inanıyorum ben artık...
İnsan seçeneksiz kaldığında, yaptığı her iş gözüne batabilir, bir şeyler karalamada gönüllü de olsa,  başka bir işim yok  diyebilir.  İşte bu yüzden, Canan'a saçıp savurduğum düşüncelerden, bir potpuri aktarabilirim; sunabilirim dersem belki daha güzel olur, güzellik çaba ister iyilik gibi, kötülük bir çabayı gerektirmeyebilir, hareketsiz kalmanız bile yetebilir!.. Yaşam bir öyküdür, bunlarda o öykünün parçaları sayılsaydı, gönüllülük, bir teselliye dönüşebilirdi...

''Cesur insanlar gerçekte korkaktır, korkularını yenebilmek için kendilerinin cesur olduklarına ilişkin sürgit öyküler anlatırlar, sürekli korkusuzluklarını  kanıtlamak için eylemler uydururlar.
İnsanları birbirinden ayıran darlıktır, bir aradalıktır, birbirimize sıkı sıkıya sarılmaya çalışmamızdır, oysa genişlik birleştirir bireyleri, toplumları geniş alanlar bir arada tutar. Bu yüzden uçar yuvadan bütün kuşlar. Tanınmak, ünlü olmak arzusu taşıyanlar, kendisiyle çokça ilgili olan insanlardır der psikanaliz, bilinmezlik zırhlarıyla kuşatılmak içimizden gelir...
İnsanları, engin ovalar, esen yeller  platolar, doruklar ve dingin akarsular birleştirir, çünkü doğada herkese yer vardır. Dar alan öyle midir, birbirimizi çiğneriz  durmadan, ezilir, sıkışır alttakiler, üsttekiler sürgit tepinir ne yazık ki... Açılmak iyidir, ufuklara koşmak, düşüncenin hazzıyla savrulmaktır aslolan...
Özgürlük,  uçsuz bucaksız bir koşudur belki de...

Kentsel dönüşüm denli,  köysel dönüşümde  önemlidir de...

Toledo'da bir aşevine gitmiştik, Kastilya krallığının en güzel boğalarının eti burada sunulurmuş, bizde girdik içeri, ama etin tadı tuzu yok, sanki bir yerlerden tanırmış gibi de duygulanımlarımız, garsonu çağırdık çaresiz, bu ne eti dedik böyle, garson ezilip büzülerek dedi ki, bugün matador kaybetti.

Bir fotoğrafı paylaşmışlar sanal alemde, bir vincin tepesinde,  konstrüksiyon halinde ev,  boşlukta oturan bir kaç insan, aşağıda uçsuz bucaksız deniz, sanki çay içiyorlar, idiot batı kafası yazdım altına,  doğu bunu rüyasında yapıyor!..

Katalan mimar, sevimli yankesici Gaudi, Barselona'da  'la sagrada familia' -kutsal aile- katedralini  peri bacalarından esinlenmiş. Hawking dünyayı yüz yılda terk etmeliyiz demiş.

Dünyanın yaşanmaz hale gelmesinin sorumlusu Hawkinggiller olamaz mı, sayrı filozofları, sağlıksız ermişleriyle,  iki ayaklılara  fetva veren, Elizabeth'in torinolarına  hayranım. Kadınlara düşman, bir sütçü beygirinin boynuna sarılıp ağlayan. Hawking beyin felci geçirmişse, düşünemeyen biri olabilir de, ama İngiliz entelijansiyası  işini bilir,  gelişmemiş ülkelere, bilge siparişini verirken, sağlıksız olmasına  dikkat edeceksiniz, çünkü yeryüzünde vicdanıyla düşünen toplumlar vardır,  Hawking bu yörelerin depresif imgelemine göre sipariş edilmiş bir bilgi promosyonu olabilir, biz de bir robot heykeli dikildi geçmişte, bütün toplum ayağa kalktı, vicdan yaptılar, dört çarpı dört işler belki de bunlar, bir yerlerden çıkış yapıyor mudur mantarcı hobbitler, ürkütücü, sevimsiz, anlaşılmaz, çocuklar için bir imgelemden yoksun dedikleri robotun yerine, ne koydular biliyor musunuz, devasa bir dinozor, bildiğiniz kertenkele, aydınlarla sönen karanlıklar, karar verdi buna!..

O günden beri toplumun belli kesimleri, benim için 'olağan şüpheli', dinozor  orda duruyor, sayılan gerekçeler bir dinozor için oldukça geçerli, ya robot, geleceğimiz, çağın ötesi, vesaire... Kimi zaman dilimin tutulduğu belli diyorum kendime, egzersiz yaparken yetersiz kaldığım, kompülsif komparsitalara karşı, anlarsınız ya... Toplum vicdan yaptı Canan... Vicdan yaptı orada!..

Doğu mu böyle, tam bilemiyorum, bu bir klişe, kendine düşman toplumlar, çok acımasız, bir nene körü körüne bağlı kitleler, şeytana eğilimli klanlar desek ve  edebi oyunlar, ne derseniz deyin, vicdanıyla düşünür dedik ya, bilginin, bilişimin dindarları; bunlar aydınlar, akademisyenler,  entelektüel her tür varyasyonlar da olabilir, inanın skolastik beyin yapısına sahip olabiliyor bunlar, robotu dikenler inanmışların solfejiydi, kaldıranlar aydınların keskin tekerleği, ne diyorsunuz şimdi!..

Bütün aydın geçkinler, kazancının yarısını neredeyse sokak kedilerine yatırıyor, birazda ötekilere, cave canemciler de var, ama özellikle Tasmanya canavarları  dizginsiz biçimde çoğalıyor, gecelerimizi onların çığlıkları dolduruyor, inanın depresyon geçiriyorum, yazık bu hayvanlara, vicdan yapıyorlar ya, onların esareti altında inliyor bu hayvanlar, sayısızca çoğalıyor, eşiklerde yaşlılar onlara hormonal sosisler atıyor, yemek artıkları döküyor ve ne mutlu, ne iyiliksever bir korkunç yenge oyunu oynuyorlar, hepsi birer Mary Shelley, yazsalar keşke, bir bulut gibi geçip giderken; kendilerini beyhude oyalamanın peşinde, kediciklere sahip çıkıyorlar, onların anlamsızca yaşamalarına katkıda bulunuyorlar, kendisi olamıyor ki kediler, her yıl ikiye katlanıyorlar, doğada bu olanaksız, bir arada olmak bizi ayıran dedik ya, kediler bir arada ve birbirinin gözalıcı  düşmanlığıyla ömür tüketiyorlar, kedi değil bunlar, boşunalıkların kobayları,  gözlemlerseniz görebilirsiniz bunu, pekala görebilirsiniz...

Vicdanın bilgeleri, her sabah  mama veriyor sayısız kediye, ama düşünmenin eğdikleri, hoyrat ve hırçın insanlar karşı buna, neye yarar, vicdan sahipleri bildiğini yapıyor ve gerekirse saldırıyorlar, haklı olmak onlardan yana meyletmiş bir kavram, seviyorum onları, çünkü yazık değil mi onlara, çünkü aynı insanlar, kapısına bir kimsesiz gelse yüzüne kapatıyor, tanrı ne güne duruyor, boy verdiğin balatalar çözsün sorununu, git çalış dünya kadar iş var meselleri arasında, bir kedi kadar değeri olmayan ve itilip kakılmış özgür insan, yeni çağın 'Homo home'u karşısında, vicdana boyun eğmiş bir denek olmanın kederiyle, yatacak, sığınacak yer arıyor, şu yeryüzünde...
Bizim Kabe'miz 'west machine' diyenler de var, her ikisi de aynı terazinin kefesinde yer alıyorlar.  Kedimsiler, kedi vicdanıyla, insan nasıl insan oldu, zerre kadar umurunda olmayan hoplitler, umutsuzlar!..

Nazım ayrılırken ne söyledi bu dünyadan...

'Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre, / son defa dönüp baktığımızda şehre, / sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz : Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü, / çalıştık gücümüzün yettiği kadar / seni bahtiyar / kılalım diye. / Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin, / devam ediyor hayat. / İçimiz rahat, / gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, / gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, / işte geldik gidiyoruz / şen olasın Halep şehri...''

Frenk diyarını görmeden sevdalanan, sevişmeden frengi  olan  bir toplumuz biz... Bu yurtluk yalnızca biçimsellik peşinde, bir görsel kandırmaca, terzilerin savaşı mıydı olan biten anlamış değilim.

''O topraktan öğrenip / kitapsız bilendir. / Hoca Nasreddin gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülendir. / Ferhad'dır / Kerem'dir / ve Keloğlan'dır. / Yol görünür onun garip serine, / analar, babalar umudu keser, / kahpe felek ona eder oyunu. / Çarşambayı sel alır, / bir yâr sever / el alır, / kanadı kırılır / çöllerde kalır, / ölmeden mezara koyarlar onu. / O, «Yûnusû biçâredir / baştan ayağa yâredir,» / ağu içer su yerine. / Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeye görsün önlerine / ve bir kerre vakterişip : / «—Gayrık yeter!...» / demesinler. / Ve bir kerre dediler mi : / «İsrafil surunu urur / mahlukat yerinden durur», / toprağın nabzı başlar / onun nabızlarında atmağa. / Ne kendi nefsini korur, / ne düşmanı kayırır, / Dağları yırtıp ayırır, / kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...''

Biz üç kişiyiz ama yalnızca birimiz sihirbaz, onların, arabası, traktörü, tankı, tüfeği, marketi, peyniri, sucuğu, sosisi, kravatı, papyonu, redingotu, barı, pavyonu,  balesi, jölesi, arsası, borsası, W.C  markalı... O nanik dolu  hayvancık, o tavşan kurdeleli. Boşuna savaşmışız biz değer miydi... Elalemin maskarası olacağımıza, keşke cepkenli, fesli, kuşaklı olsaydık da, başımız dik yürüseydik, bizim tarihimizde  esaret dolu kaç yıl var, Bosna'dan Çin'e kadar Türkçe konuşarak yürüyen bir turanın çocukları değil mi onlar,  eller aya, bizse  el kapılarında çalışmaya gönül vermişiz...
Bunu babam söylerdi, şaka yapıyorsun dedi Canan...
Bizi bu halk kurtarmıştı, gene onlar kurtaracak demişti baban!..
Ama Canan'ı üzmek istemedim, babası bir gün, ırmaklar yokuş çıkamayacağına göre dünya düzdür diyen bir adam!..
Semazenler balenin öncülleri  değil midir... Şiirimiz neredeyse halkın bilinç yapısından geride, şiir öncelikle, yeni bir dil demektir, sade suya tirit romanlarla, ortak kederlerimize yazılan dizelerle ödüller alabilirsiniz ama sonumuz, Şairi Azam kimdi unuttum demek olabilir, her yenilik kendi dilini beraberinde getirir, eleştirmenlere kulak asmamak gerekir, oryantalizmde, herkes herkesi över ve bu onun biricik göstergesidir, övgülerin belirsiz isim tamlamalarını çözümleyeceğimize, şiir nedir onu öğrenmemiz gerekirdi, ama iyi bir tarafı da var şiirimizin, artık Frenklerin destroyeri ya da Rilke veya Shakespeare  gibi marketinglerle isim yapmaya kalkışmıyorlar, kendi derelerinde boğulmayı göze alıyorlar.

'Haşin olmalıyız şefkatimizi hiç yitirmeden',  bu o demek, batıdan aşırılan şiirlerle oyalanmıyoruz artık, o tip yazın eri kalmadı, bir kuşaktı kapandı, dönemleri var çarkı feleğin, taklit aslına rücu eder, onları sevindirir, siz kendi şiirinizle çıkamadığınız sürece alanlara,  onlar kendi şiirlerinin  kuklaları gibi bakacaktır size, bu ince bir ayrımdır ama ne yazık ki  böyledir.

Latin Amerika etkilenmedi, etkiledi, kim bilebilir ki, söz sahibi olmak, değer yürütme böyle bir şeydir, yalpalamıştık biz. Kendi karanlığında hüküm sürmeyi göze alamayan, karanlığını yırtmaya çalışmalı, başkasının ışığıyla aydınlanmayı bırakmalıdır, bu başka krallıkların ancak bir varyantı, türevi olmakla sonuçlanır, çünkü, öyledir de. Katkı dediğimiz bu değildir özünde, katkı, özgün bir bireyselliktedir, tek başına kimliktir ve kamusal bütünlükle yücelebilirse...

Özümsenmiş taklitçilikte göz boyayabilir, değer oluşturabilir ama tarih bağışlamaz, irdeler, çözümler ve hükmünü verir. Tavus Hint güzelidir, biz horozun efsanesini yaratmak zorundayız, onu tavusa benzetirsek diğerlerine mutlakiyetle gülünç geliriz. Bir düşünce barındıramayan sanat yapıtı, hiç bir şeydir sonuçta, sanat, düşüncenin evreleri ve imgelemin evidir.
İnsanlığın aradığı, sisli bulvarlar kasabası değil, üzerinde güneş batmayan uygarlığın tanrısal kentleridir Canan!..

Sana bir şiir okuyayım da öyle git Ada'dan, beni anımsaman için bundan başka bir umarım yok benim, öpüyorum seni...

Ben de öptüm...

''Ne senin duyumsanır içtenliğin, / ne bir şölende o soycul derinlikli bakışların, / ne de bir inci kuşu gibi süzülür bedeniniz adına, / alabildiğine gizemli, çekingen, ve bir çocuk gibi, yaşamınız / sanki bana doğru geliyordur, / sözcüklerin ya da sessizliğin boyun eğen, karşılaşmalarında / bir armağan ancak böylesine büyüleyici bu denli çekici / albenili gizemlerle yüklü olabilir /  senin uykularında, / düşsel bir görüntü benim sayıklamalarımda / bir tılsımcasına sarıp sarmalayan. / Sonsuzca göz değmeyen, bir tanrısallık, / erinç veren uyku eşliğinde, / kuşkusuz bir tansık şu bağışlayıcı bellekle / kurtarıldı bazı şeyler / sessizlik ve aydınlığın büyüsü gibi / kendi kendimizin sahibi değiliz ki / dönüp seni biryaşamımızın kıyısına bırakacak. / Güzelliğin acılarıyla dökülen yapraklar gibi / Ben ayrımındayım sonuçta / sizin varlığınızda kıyıya çekileceğimin / ve ilk kez bakabilmenin tansığıyla, / belki, varlığında, bir Yaratıcı'yı görüyor olabilmek gibi- / sürükleyici Zaman'ın eni sonu düzen veren kurgusunda, / karşılıksız aşkın kederli, / öznesini yok eden sonsuzluğunda...''

Teşekkür ederim...
 
 
 
TRANSATLANTİK

Ada halkına kimlerden kaldı bu maceracı ruh bilemem ama, Rumların Atina'da, Musevilerin Haifa'da sık sık yakınlarını ziyaret etme alışkanlığından sirayet etmiştir belki, hep seyahat aşkıyla dolu insanlardır, aşkın kanatlarıyla Brezilya'ya gidenler, Kanada'da çınar yaprağının altında gezenler, Danimarka'da Hamlet'in meyhanesinde içenler, Viyana'da atalarının izini bulanlar, Tenerife'den bir sayfiye alanlar...
 
Var olabilmemiz için, düşünebiliyor olmamız gerekir, düşünebiliyor olabilmemiz için, var olmamız gerekir. 'İçiçelik' (Nidifizm) diye açınlıyorlar bunu, eğer kişi yazmaya kalkıyorsa der bazıları, el değmemiş konulara el atmalı, derin düşünceler barındırmalıdır, ola ki bunu başardıklarındaysa, yazılanın boyunu aştığını ve artık okuyamayacağını söylerler. Kant'ın kanıtla, Annales'in analitikle bir ilişkisi varmış gibi!..
 
Düşünüyorum da ne serüvenci insanlar gelip geçmiş şu dünyadan, ne sergüzeşt meraklıları, Hemingway, Jack London, Mata Hari, Evliya Çelebi, Marco Polo, Seydi Ali Reis (Hindistan'dan Dersaadet'e yürüyerek gelmiştir), Amundsen, Kserkses (Hellespont'ta sandalları birbirine bağlayarak bir köprü yapmış, ordu zayi olunca da 'Acı su, bunu hak ettin' diyerek denizi kırbaçlamıştır), Korkunç İvan ve Magellan...
 
Anti Arktika'ya gitmek isteyenler, Ümit Burnu'ndan geçenler, Hindistan'ı Amerika zannedenler, Loch Ness uğruna İngiliz adacığına girenler... Bu maceraperestlerden başka, bir Pers hükümdarı olan Kirus, bir söylenceye göre kuruşu icat etmiş, altın kral Krezüs'ü yenmiş, Sirius yıldızına da adını verip, bir savaş sırasında, tutsak edilen kraliçenin etini yediği için bulaşıcı bir sayrılık yüzünden ölmüştür.

Seydi Ali Reis denizcilik üzerine asarı mevcut, nadir denizcilerdendir, Yunus'a dindar deyip, Ali'yi Hindistan'dan yaya geldi diye küçümseyenler, Magellan ve Oates gibi (kutup kaşifi, ben biraz hava alacağım, az sonra dönerim diye çadırından çıkmış ve kar fırtınasında sonsuzluğun rüzgarına kapılmıştır) nicelerinin o yollarda yok olup gittiğini bilmez mi, bizim kanatsız kuşlarımız, kendi soyunu aşağılamayı adet edinmiş, bir heimatlos klanı ve atalarını tırpanlayan soykırımcı ruh, bu tuhaf kuşaklar silsilesi ve bu ruh göçüren puhu kafilesi böylesine nasıl üremiştir bir türlü anlayamam... Bilip bilmeden savuruyor diyenler de onun katlarıdır!..
 
Kanser kendi kendine çoğalan bir virüsün sapkınlığıysa eğer, içimizde -başkaları- var demektir!..

Bu cihan gezginleri tek başlarına, Bechaunaland ve Nysaland ülkesini ele geçirmiş, Boerler'i yenmiş, Pireneler'de gizli tarikat kurmuş, kimisi de Moliere'in on yedi oyununu birden çevirmiş, yirmi yedi kardeşini boğdurmuş, densiz isyancıları küle çevirmiş ve cariyelerin entrikasından bıkarak onanizmin batağına sığınmıştır. Bu tilmizler öyledir ki, bir keresinde aya turist götüreceğim diye bir kaç gönüllü bulan Giritli bir ütobistin zeplini, Peri Bacaları'na inince, içlerinden biri olayın düzmece olduğunu anlamış ve çılgın İkaros'un foyası meydana çıkmıştır.
 
Maceranın tanımı Larousse'da boş yere hayal tacirliği değildir.

Bu 'canavar meraklılar' öyledir ki, ebeveyninden daha yaşlı çocuk gördüklerini söylerler, Çin'i 'cin' diyarı diye nitelerler, Eskimoların eşlerini konuklara sunduğunu ileri sürerler ve Borneo'nun ormanlarında 'Şeytanlar Ülkesi'nin varlığından dem vurup, hatta bir işportacının sattığı ıvır zıvırlardan, sonunda eksiksiz bir 'Uzay Devleti' kurduğundan ve kıyameti koparacağından bile söz ederler.

Ne var ki bu başıbozukların, her sözünde, ne yazık ki bir gerçeklik payı vardır, kurşunlarla delik deşik olan bir gecede, alevlerin içine kaçarak kurtulan bir sergüzeşt ehlinin, ateşin içinde arkadaşlarıyla birlikte aniden görünmez olduğundan söz edilir ve iskemlesine binerek uçan bir sihirbazı anlatır Jules Verne, bir başka gerçek-yalandaysa uzak doğunun uçlarına dek giden bir maceraperestin, kayıp kız kardeşiyle nasıl evlendiği anlatılır, yine başka bir söylencede, Alaska'da bir tepeye çıkarak Everest'in karlı doruklarını gören, şahin gözlü kızıl derililerden söz edilir.
 
Bazı bilim adamları, beş duyumuz olmasaydı, dünyayı tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle algılayabileceğimiz, sanı ve sanrılarımızdan uzaklaşacağımız, güneş gemileri gibi sözel düşlere dalmayacağımız ve sapkın ruhlarımızdan kurtulacağımız için, 'sonsuz barış'a kavuşabileceğimizi söyler beş duyumuz bizi bir yanılgı, algı bozukluğuyla yadsımaya ve illüzyonlarla dolu bir dünyanın cehennemine sürüklüyor demişlerdir.

Bu maceracı ruhlar hakkında söylenecek son sözse şunlardır, mizantrop bir Kastilyalı'nın Guggenheim müzesinde bir heykelin içine girdiği ve orada kendi ütopyasında ömür geçirdiği, günün birinde müzeden ağır kokular yayılınca, adamın yaşamının sonuna erip öldüğü söylenmiştir, ama adamın heykele 1693 de ki bir iç savaşta heykele korkudan girdiği belirlenmiştir, başka bir olaydaysa, Saksonya ormanlarında bir kulübede yaşayan iki aşığın birbirine sarılı bulunan cesedinden söz edilmesidir, ilginçtir, aşıklar sığındıkları kulübeden bir kez bile dışarı çıkmamışlardır ve nasıl yaşayabildikleri hala gizemini korumaktadır, gene başka bir olayda Sahalin adalarında, bombalardan kaçarak bir ağaç kovuğuna saklanan Japon subayının, zamanla kuyruğunun uzadığı, kendi dilini unutarak, guguk kuşu gibi sesler çıkardığı ve ağaç kabuğuyla beslendiğinin anlaşılmasıydı, bir Nepal prensesininse ölümden korktuğu için sığınak yaptırdığı ve yerini bilen olmasın diye mimar ve çalışanların öncelikle son iç çekiş köyüne gönderildiği, buna karşın prensesin günümüzde bile yaşadığı söylentisidir, diğer bir olayda Mont Blanc'ın doruklarında kar kulübesinde yaşayan bir çobanın bulunduğu ve efsanelerde hala kutuplarda yaşayan bir Prusya kralının olduğu ve Avustralya'da bir istiridye kabuğunun içinde, kendini Tasmanya kralı olarak tanıtan bir Maori yerlisinin varlığından söz edilir. Bu çılgınlar ve çeyrekbuçuk delilerin çoğu hala yaşıyordur, diğerleriyse ya ölmüşler ya da zaten ölüydüler.

Maceraperestler gerçekte hayatın ve ölümün amansız baskılarından, dünyanın kan dökücü yorgunluğundan kurtulmak isteyenlerdir. Onların gerçek amaçlarının gizlenerek, gelmiş geçmiş, en vahşi ve olağan dışı varlığın, insanın, bu cehennete nasıl dayanabildiğini görmek için, ince ruhlu ama içimizde yaşar, insan görünümlü ama başkaca yaratıklar olduğu ileri sürülmüştür.

Freud felsefeyi önemsememiştir. Çünkü salt gerçekliğe yaslanan biriymiş, bilim dünyasının çoğu, yalnızca kendi alanlarına ilgi duyan, bilgisi sınırlı ve diğer kolları zerre kadar önemsemeyen moronsu varlıklardır, dünyamızın ilk gününden beri böyle bir sorunu vardır, gerçekdışılığa sürüklenmesi ve olmayacak şeylerin peşinden koşması, hurafelere kapılması bu yüzdendir, pek çok alanın boş bırakılmasından ve metafizik yanılsamalara inandırıcı bir açıklama yapılamamasından ve yaşamın neden ve nasıl başladığına ilişkin belirsizliklerin hükümran olmasındandır.
 
Ne diyelim, aşk ve arayış uğruna ölüp öldüren, canına kıyan, sonsuzluğa koşarak, ütopyalarına sığınan maceracı ruhların tanrılarına selam olsun!..
 
Artık adamıza dönelim, namı diğer Prinkipo'ya, evvel zaman içinde bir haham Yoel varmış, Sultan Bayezit'in maiyetine bağışladığı bir yelkenliyle, dünyanın öbür ucuna, ta And dağlarına varmayı hayal eder ve beni de götürmesini söylerdim, elest aleminde görüştüğümüz çok olurdu onunla, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük maceraperesti olduğunu söylerdi, onu tanıyıp bilenler. Bağışlanan yelkenliyle bir gün Foça'da, fok balıklarının arasından yelkenlere fora diyerek denize açıldık, geride bıraktığı anacığı onu tam yirmi yedi yıl beklemişti, döndüğünde köpeği hala yaşıyordu ve onu görünce kısık sesle bir kaç kere havlamış ve sonra ölüvermişti, hatunu olacak kadıncağızın talipleri, onu görünce kaçmış, ne var ki Yoel'de evine kavuşunca Süleyman Peygamber gibi dayandığı bastonuyla, ayakta ölüp kalmıştır. Anası onun elini tuttuğunda, bütün bedeninin bir kül gibi dağıldığı söylenir.
 
Ben gezide başımızdan geçenleri anlatacağım.
 
İlk durağımız Rodos adasıydı, Rodos şövalyeleri vardı ve halk onların saldığı vergiyle inim inim inliyor, onlardan her koşulda kurtulmak istiyordu, bir gece yalçın kayalıkların tepesinde yükselen şatolarına, bir urganla dip demirini fırlattık ve çengelle surlara takılan kocaman çapadan sarkan ipe tutunarak bütün şövalyeleri surlardan aşağıya fırlattık, her yeri Grejuva ateşiyle yaktık ve ada halkını vergi salan haramilerden, kanlı cellatlardan, işgüzar şövalyelerden kurtardık.

Malta açıklarındaki siren kayalıklarında, gemicileri çiğ çiğ yiyen bir kiklop vardı, bir dev. Onun mağarasına gemiyle yaklaştık ve o kadar büyüktü ki dev, yelkenlimiz bir el mendili gibi küçücük kalıyordu ayakları altında, gözüne ayna tutup, güneş ışığından bizi bir türlü görememesini sağladık, gözleri kamaşmış bizi aranıyordu sürekli dev, kılıcımızı defalarca sapladık ona, sonunda denizin içine bir dağ gibi devrilip, çökmüş ve yavaş yavaş dalarak, gözden yitip gitmişti. Haykırışları öyle büyük dalgalara yol açıyordu ki, batıp çıkıyorduk ve o gün nasıl kurtulduğumuzu bir türlü anlayamamıştık. Yoel bana dönerek, bizi kurtaran tanrıdır demişti, bir gün öldürende o olacak demiştim. Bu ikinci işimizdi dünyamızın iyiliği için. Herakles'in on iki işinden ikisi bitmiş ve Arşimet bize yol göstermişti. Yoel on iki hayırlı iş yapmak isteyen biriydi sıratı geçmeden önce...
 
Yelkenlimiz Kastilya krallığına vardığındaysa, iç savaş vardı orada, kralcılar ve işçi arılar egemenlik savaşı veriyor, işsiz güçsüz garibanlar, birer birer ölüyordu -her yerde öyledir ya-, kral sarayına konuk etti bizi, ona deniz marulu, mercan, tavşan kulağı, anemon ve envaı çeşit deniz ürünleri ikram ettik, ama içlerinden biri zehirliydi, onun yemesine dikkat ettik, o gecenin sabahı, kral uykusundan dünyaya bir daha dönemedi, balkona doluşan işçi arılar, krallığın sona erdiğini haykırdılar, ilk kez proletarya kazanmıştı iç savaşı, bu üçüncü işimizdi.
 
Afrika'ya doğru kıvrılmıştık yelkenliyle, susuzluktan kıvranan insanlar vardı, Zambezi ırmağının içine dalıp, çöle doğru bir yatak kazdık, ırmağın bir kolunun yönünü değiştirince susuzluğu unuttu kabileler ve bize bol sayıda fil dişinden mücevherler verdiler.
 
Ümit burnuna varmadan aslanların yurduna geldik, tek hakim aslanlardı bu otlaklarda, in cin top oynuyordu. Kastilya'da bize bağışlanan bir kovan bal arısını üzerlerine saldık aslanların, pek çoğu telef oldu ve bir denge kuruldu, aslanların hükümranlığı sona ermişti, ayrılırken her türden canlıya el salladığımızda, içerisinde bir adet Adem ve Havva bile vardı.

Güney Amerika'ya geçtik bir zaman süren yolculuktan sonra, Patagonya'da gauchoların yerel halka olmadık zulümler yaptığını, kadınlarını elinden aldığını ve topraklarını sömürdüğünü haber almıştık, gaucholardan izinsiz kuşun bile uçmadığı bir savandı burası, halk kabadayıların ve namı diğer, bu beygir çobanlarının zulmü altında inliyordu, çevre kasabalardan o güne dek dünyada bile görülmemiş güzellikte bir kız bulduk ve gauchoların içine saldık, herkes kıza aşık olmuştu, kısa zamanda birbirine girdiler ve artık savaşlarda, 'gaucholarla gaucholar' arasındaydı, sonunda öyle azalmıştı ki güçleri, halkın başımıza bir gaucho gerek artık dediğini gözlerimle duymuştum.
 

Bir 'Altıncı'dan sonraki işimiz, Orta Amerika kıyılarında bir denizci kafilesinin arasında geçti, karşı kıyıya, Pasifik'e geçmek için yukarıdan ta Oregon'u dolaşmak zorunda kaldıklarından, Alaska'da mola verdiklerinde beyaz ayılara ve kurtlara yem olduklarından yakınıyorlardı, iki denizin birbirine en yakın olduğu noktayı bulup bir dehliz kazmalarını söyledik, sonrada suyu bırakmalarını, su boşalınca, yukarıdaki yufka toprak yıkıldı ve doğallıkla bir kanal oluştu, sorunları bitmişti, binyıl sonra o kanalın revize edildiğini duymuştuk, adına da neden Yoel kanalı demediklerini sormuştum candaşıma, Panam babamın adıdır demişti bana...
 

Sonra oradan Hindiçini'ne varmıştık, bataklıklar içinde yaşıyordu insanlar ve sıtma, balçık ve sivrisinekle dolu yaşamlarında miskin ve bezgin bir yaşam sürdürüyorlardı, çocukların dudaklarına sinekler konuyor, çocuklar ellerini kaldıracak güç bile bulamıyorlardı, içimiz sızladı, yetiştirdikleri tütünün suyunu çıkardık, baldıran otundan bir müsekkin yaparak havaya sıktık, sivrisinekler tel tel dökülmüştü bir günde, balçıklı tarlalarda artık tarımlarını huzur içinde yapıyor ve bulaşıcı hastalıklardan korkmuyor, huzur içinde uyuyorlardı, ilk kez doğudan gelen tanrılar muamelesi görmüştük Yoel'le, reisleri iki büklüm eğiliyor, ayaklarımıza kapanıyordu neredeyse, dertlerine çare olduk diye, Yoel bir gün gülerek, sivrisineklerin tanrısı olacak kadar küçülemeyiz dedi, biz insanız!.. Bana dönerek ayrıca, mermer sunaklarda kelle kurban edip, altınları sürahilere dolduracak kadar bir Eldorado düşkünü de değiliz.

Avustralya'ya uzanmıştık bir gecede, Zelandia diye denizin altında bir kıtanın olduğunu söyledik perişan yerlilere, orada dedik, ne madenler, ne mineraller, ne bitkiler ne cevherler, ne bereketler var dedik, dalmayı öğrettik onlara ve pullu balıktan yararlanmalarını önerdik, hatta Yunus efendimizin sırtında ufuklara doğru açılmayı da öğrettik onlara, dünyanın en mutlu insanları şimdi onlardır, bütün zenginliklerden bolca yararlanmakta ve bilinmeyen bir cennette şarkılar içinde yaşamaktadırlar.

Son geldiğimiz yer Mısırdı, piramitlerin önünde ölesiye bitkin insanlar ve sineklenen hayvanlar vardı, Nil yılan gibi akıyor ve insanlar yalnızca bakıyordu, antik hazineleri gün ışığına çıkarmalarını ve bir darphane oluşturmalarını söyledik onlara, bu enteresan bulguları dünyaya duyurup , herkesin burada toplaşmalarını sağlamalarını önerdik, şimdi iyiler ve çocukları uykularında pek tatlı düşler görüyormuş.
 
Anadolu'ya geldik, Ada'ya dönecektik artık, birbirine benzer yüzlerce kasabadan, uykulu şehirlerden geçtik, sanki mezarlık gibiydi ortalık, ağzında dişi bile olmayan kadınlar bir şeyler geveliyor, yaşlı adamlar gölgede oturmuşlar konuşur gibi yapıyorlardı, çok kötü ve yoksulluk içinde bir yaşam sürüyordu, dertlerini bir türlü anlatamıyorlardı da, günlerce dinledik ve sorunun ne olabileceğini dahi öğrenemedik, bir çare gösterememenin acısıyla, payitahta, adaya doğru dönmeyi düşünürken, Yoel ben bunların istiaresine yatacağım ve tanrıya soracağım dertleri nedir diye dedi.
 
O gecenin sabahında son derece üzgün ve kederler içinde kalktı ve dedi ki, bunların derdi daima tanrıya yakarmalarıymış, çareyi sürekli tanrıda aramak gibi bir huyları varmış ve bundandır bir beyhudelik içinde sürünüyorlarmış. Ne yapılsa bir çözüm bulamayız, çünkü iyiliği hep göklerden bekliyorlarmış. Umut yok dedi.
 
Bitkinlik ve yılgınlık öyle hat safhadaydı ki insanlarda, bir tansıma içinde ellerini açıyor ve gözlerini gökyüzüne çeviriyorlardı, sonsuz maviliklere doğru dileniyorlardı sanki sürekli, bazen buluttan bir damla düşüyor ve bu büyü karşısında çılgınca dualar ediyor, elleriyle gökleri işaret ederek kendinden geçiyorlardı. Önlerinden gelip geçenler bir dilekte bulunacak olsa ve bir yarım ekmeğin yarısını paylaşacak olsa, ne yapacaklarını bilemiyor ve sanki ayaklarına kapanır gibi eğilip bükülüyorlardı. Oysa tanrının ne nimetleri vardı ama, aramıyor, görmüyor, bulmak istemiyorlardı. Bir çaba, bir emek sarf etmek, bir şey düşlemek şöyle dursun, bir yol yordam göstermek isteyeni itip kakıyor, şirk koşuyor ya da yaratana karşı çıkıyor gibi destursuz, paldır küldür saldırıyorlardı...
 
Ruhları ve bedenleri son derece hırpani ve paspal, paçavralara sarınıp, bir kaplumbağa gibi büzülerek akşamı bekliyorlardı kapı önlerinde...

 
Her şeyi hazır istiyorlardı kısacası, hem de ebediyete dek, hatta içlerinde öyleleri vardı ki, bitkinlik ve yılgınlıktan yarı ölüydü sanki ve sorduğumuzda, tanrı bize elini uzatmayacak, yardım etmeyecek, derman olmayacak, işimize gücümüze çare bulmayacak, karnımızı doyurmayacaksa neden yarattı dercesine, son derece haklı görünebilecek, filozofik sözleri bile vardı.
 
Güldü Yoel...
 
Bu tür acılara çare bulunamıyor yeryüzünde, bir de mutluluklara gerekçe bulunamaz biliyorsun dedi!..

Maceraperestler gittikleri yerin haritalarında kendilerine özel adacıklar çizermiş, bu onların adasıymış ve gerçekte yokmuş. İşte Yoel ve benim son iki işimiz, bize özel ne yazık ki, biri onun kutsiyeti, diğeri benim sihrimdir. Sizlerle paylaşamayız. O ikisi bizimdir.
 
Ne var ki merdümgiriz değilim ben, bir ip ucu verebilirim yine de, belki de bugünlere gelmemizde bir yararı olmuştur son işlerimizin, onlar göktaşı, başka dünyalar ve çok uzaklardan gelen tanrılar dersem belki içinizden sezenler olabilir.
...
Bu sabah gürültülerle uyandım, yolculuğumuzun sonuna gelmiştik anlaşılan, kamarada bavullarını toplayan ve dönüş çığlıklarıyla, yeni ve başka özlemlerle dolan yüzlerce insan vardı, transatlantiğimiz Foça açıklarından tornistan yaparak, Çeşme limanına demir atmış, kıyıda el sallayanlar ve öpücükler atanlar birbirine karışmıştı.
 
Yoel bu öyküyü bana, Akdeniz'in pek çok kentine uğradığımız, bu transatlantik gezisinde, boş saatlerimizde kamarada uyuklarken anlatmıştı...
 
Gönlünü almasını bilen için, tanrı her şeye kadirdir.




İZAK

Ada'da, bir ağacın gölgesine uzanmış uyukluyordum. Birden başucumda biri belirdi ve dedi ki: Belki de  zamanda yolculuğa çıkarak, geride kalanları gözetleyen ve iyiliğimizi isteyen bir avatar uygarlığının gezegeninde yaşıyoruzdur, belki de cennet ve cehennem  atalarımızın toprakları, belki onlar anılarımızdır,  karanlıkta konuştuklarımız tanrılarımızdır belki de, şeytan içimizdeki şiddet duygusudur belki, belki de meleklerin varsayımıdır Songün'ün gelmeyişi...

Yaslandığım gövdeden doğrularak, bilinmez ki dedim, olanlara bakılırsa, sanki son iç çekişin gölgesinde yaşıyoruz.

İzak'tı bu, geldiğimden beri dostluğunu esirgemeyen tek insan, bir Musevi, adada uzun kış gecelerinde düş gördüğüm oluyor,  ama onunla konuşmalarımız, her zaman bir düşün içindeymiş gibi...

Aya Yorgi yoluna girmeyip, uzakta  terk edilmiş bir mezarlığı andıran, Zapyon okulunun harabelerine doğru saptık, adanın tek havrasında görevli saçı sakalı ağarmış biridir İzak,  herkese yardım elini uzatan, her işe koşturan bir cennetlik...

Bu topraklarda nedense, kiliseler de, havralarda, her tür tapım evi göğe doğru yükselmeyi bırakıyorlar, batıda kiliseler, katedraller göğü deliyor, neredeyse dilimiz tutuluyor onları görünce diye bir laf attım ortaya... Buraları deprem kuşağı dedi, kara kıta da öyle bir korku yok, en eski anakara oralar, boşuna Avrupa denen şehir demiyorlar, ama dedim gülerek, eğer bizi doruklara, kulelere ve burçlara hayran olacak biçimde yaratmışsa tanrı, cüce biri olmalı... Sarsıldığını belli etmedi, dünyanın altıda bir üstü de, yükseklik soyut bir kavram dedi.

Bir kaplumbağa geçti önümüzden, ilk kez görüyordum böylesini, çünkü sırtı sanki gökkuşağı gibiydi, bizi hiç umursamadan geçip gitti.

İzak'la konuşmaktan ziyade tartışır ve entelektüel bir savaşımın içinde saatlerce yürürdük. O gün olan bitenleri anlatmak istiyorum yalnızca, burası bir çiçek yurdu, bir koku kuvözü değildir,  düşüncelerin çatıştığı bir ormanlık, bir eylem çeşitlemesidir...

Paris'te bir ressamımız vardı, öğrendim ki yeryüzü konukluğu sona ermiş geçenlerde, çok severdim onu,  hiç kimseyi kopyalamadan kendi çizgisini yaratıp, üretmiş çok değerli bir ressamımız. Dünya çapında biri, değerini bilemedik klişesi geçerlidir onun için ama, değer bilmek yalnız bizim sorunumuz değil, Pollock intihar eder gibi öldü, Van Gogh delirdi, Claudel yıllarca lapede yattı, George Sand, bir erkek adı ve giysileriyle dolaştı, Aydınlanma Çağı'nda, Bastille'den çıkan yalnızca bir sanatçıydı, Marki de Sade...

Kim bilir nerede ne var, önemli olan bizim sezgilerimizin onun büyük bir sanatçı olduğunu görüp anlaması ve bir yurttaşımız olması...

 Haklısında oraya gidenler, oradan getirdiler, edebiyatı, şiiri, resmi, tüm bir sanatı dedi.

İyi de dedim, o kadar sömürge ruhu taşıyoruz ki, zafere karşın, onların milli giysileriyle masaya oturduk biz ve kaybettik, birbirini boğazlayarak paramparça olan Yugoslavya'yı narin dilimlerle, sorgusuz sualsiz içlerine aldılar ve onlar dünyaya karşı  tek vücut olabiliyorlar ve çifte standart içinde yüzüyorlar, batının esareti altında inleyen topraklar var dünyada, kurtulmak gerek. Uygarlık taklit edilmez oluşturulur.

Karşımızda tüketim çılgınlığına sürüklenmiş bir toplum var, sanki 'Atları da Vururlar' filmini izliyorlar, pahalılık umurlarında değil, alış veriş merkezlerinde ellerinde sepet, ufka doğru çılgınca koşuyorlar, bir şey üretmiyorlar. Neredeyse resim yapmasını bile bilmiyorlar, müzisyenler piyanonun büyüsüne bağlamış umutlarını, orta sınıf kızımı baleye yolluyorum diyen yapay bir benlik edinmiş, yayıncılar Rip Van Winkle'ı eşsiz bir klasikmiş gibi yayınlıyor, akademik göstergeler, alıntı bataklığından başka bir şey değil, düşlem ve eylemden eser yok, ulusal hiç bir şey yok, alize ve karayel var, böyle toplum olur mu. Bu sayrılığın iyiletimi sayılabilir bir çıkış, bir varyant yok mu...

Bir düşün içinden konuşur gibisin dedi, belki bir kaç saniye bile sürmeyen bir düş ama gün boyunca konuşacak gibisin.

Onların vesayeti altındayız sanki ve batıya bağımlı kolajyen sanatçı, fason teknokrat, mimetik akademisyen ve bütün beyaz yakalı bürokrat, maskeli balo gibi  kentlerde yuvalanmışlar, onların tüm sorunları, ele geçirdikleri ayrıcalıkları yitirme korkusudur, son çığlıklarıdır belki de bu, ama  Avrupanianizm'e yetmemektedir, kalabalıklar aldı başını gidiyor, eğer tersine bir dönüş ya da  akış olursa, Alçaklığın Evrensel Tarihi; yazgısına hükmetsin artık bu karayarın!..

Kadim adalı İzak, İshak ya da İzzet, yeryüzünün tevlit ettiği yaralar yüzünden, pek çok adı olan biri, ama o gezegenler arasında  değil, dünyamızın üstünde biri, eşsiz bir deli, bir yordam eri ve bilinç evimizden çıkıp gelen, bir sefarad usta...

Saygın İshak Kuşu pek konuşmuyor bugün, Hıristiyan Tarık olsa, Antakya'dan başlar, sözü British Museum'da sergilenen antik çalıntılara getirir, oradan galaksilere geçer, tanrılara uğrar ve ölümle kapatırdı sohbeti, bir aşk şarkısı eşliğinde.

Herkes birbirini ya küçümsüyor ya abartıyor şu dünyada, her şey olduğu gibi bırakılsa, belki de kurtulacak dünyamız, ama  bunu başaramıyoruz, sınırların kaldırılması, dillerin ortaklığı gibi primitif fantezilere bile gerek kalmayacak, genlerimizdeki şiddet dürtüsünü, motamot barbarlığı yok etmeliyiz biz, mağaralar çağının  cromagnon duygularından arınmalı, bir bizonu boğazlamış neandertalın, avın başındaki paylaşım savaşından  kurtulmalıyız, düşünün tüm alışkanlıklarımız kökte aynıdır, ama yüzeyde evrimleşmiş yalnızca ve biz buna uygarlık adını veriyoruz, silahlar değişmiş, anaerkil, ataerkile dönüşmüş, mağaralar konak olmuş, yağma ve talana kapitalizm gibi bir felsefi tütsü yayılmış ve  yıldızlara bir mızrak fırlatılmış...

Uygarlık bu mu ve ne değişti soruyorum, 'Cellat ve Kravat'ın işbirliğinden başka...

Kan değil, suyu bile dökmeden araştırmalıyız, ilmin ve bilimin öncülüğünde, sanatın hoşgörüsü ve yüklediği estet duyguların  denizinde, barışçıl şarkılar söyleyerek, sevip sevilerek, geleceğe doğru koşmalıyız.
Yunus mu söylemiş bunu dedi, sözlerin antikite ve kullanımdan düşmüş sözcüklerle dolu, hiç bir yenilik, eskimiş bir dil dağarcığının önderliğinde gerçekleştirilemez, tarihin yinelenmesine yarar bu ve sonu felaketle bitiyor ne yazık ki...

Gülümsedim, Yunus milyonlarca desem, hepimiz bir Yunusuz kalü beladan bu yana, ama hepimiz birer Darius ve hepimiz birer Sezarız aynı zamanda, geçmişten bu yana firavunlarımız ve 'Exodus'u yanağını uzatmakta gören İsalarımız ve barış adına kan dökerek savaşan, ahir zamanın Mehdisi ve demiri kesen emirle, onu bile eriten buyrukların gölgesinde, çözüm arayan 'Ya Musalar'ımız var bizim!..

Hepsi düş gören Yakup'un kırılganlığını ve küskünlüğünü taşımaktan aciz, birer kahraman, birer köle ve birer cengaver. Yalnızca düş gören Yakup, bir üst gerçekliğin peşinde, ötekiler dünya gailelerini  dünyada aramaya çıkmış ve vaatlerini yalnızca vaat etmiş birer hoplit ve ecinni ne yazık ki...
Kölecillik'ten kurtulamayan ütobist, barışı kahramanlıkta arayan zırhlı şövalye ve sevgiyi firavunun sertliğinde, druitlerin düşselliği içinde arayan, şuaralar ve bir vandallar tümeniyiz ne yazık ki...

Hepimiz birer Erikson'uz, hepimiz birer Kaligula, hepimiz birer Rosa olmuşuz ama hepimiz birer Kleopatra ve Mata Hari'yiz nasılsa...
Hiç bir şey değişmiyor teknolojik oyuncaklarımızdan başka, mızrakların yerini ışıktan kılıçlarımız, toplarımızın yerini roketten  lavlarımız, kılıçların yerini nükleer bıçaklarımız, sinsi lazerlerimiz almış bizim...

Biz ilerlemiyoruz, güneşin koronasına sokulan  ateş böceği gibi koşturuyoruz, bir kızıltının içine doğru, geldiğimiz yere doğru, ana rahminin güvenliğine sığınmak istiyoruz, kendimize güvenemiyoruz biz ve bir anomaliyiz ne yazık ki...

Tanrı ne yapsın, kurtarıcılarımız, tarih boyunca yanıp yıkılanların, ağlayanların ve haykıranların içinden çıkmış, ama hepsi dönüşerek birer Baltazar olmuş, hepsi Baltalar tapınağına sığınmışlar sonuçta... Kurtarıcıda biziz, mesih de, şeytanda, tanrı da biziz ne yazık ki...

Umudunu yitirmişsin sen dedi İzak. Sen yitirmişsin dedim ve bir Grek söylencesi anlattım ona, karamsar bir filozofun mutlu, umut dolu bir filozofunsa, karamsar ve hırçın olduğu...

Uzunca baktı, yeni bir mesih arıyorsun ve  öyleyse başa dönmeliyiz ve yeniden başlamalıyız öyle mi dedi. Umut bir tekerlemedir ve hiç eksilmez, umut yok oluşumuza ağıt yakan görkemli bir  meşale, önümüzü aydınlatan ve tehlikelerle dolu bir deniz feneri, onun varlığında sürükleniyoruz biz ve bu yüzden umudu, sonsuza dek yok etmek istiyorum ben.

Çünkü o götürüyor bizi yokluğa... Çok acımasızsın dedi, kendi derinliğini, düşlerle dolu karanlık kuyunu kutsayacak kadar kör olmuşsun sen dedi.
İsa'ya mı görünelim dedim ve Hernan Cortes kadar değilim ama diye ekledim gülmeye çalışarak. Hülâgü gibi kitapları yakmadım ben diyerek yan tarafa baktım, gözlerimden süzülen bir damla yaşı görmesin, içtenliğimi bir tansıma zannetmesin diye...

Düşüncelerime kendimi kaptırmış olabilirim ve  bayağı kederlenmiştim işte, elimde olmadan. Duyguların öne geçtiği, tinin ve düşüncelerin geride kaldığı her durumda görülebilir bu eğilim...

Şu ladine bak dedi, ne güzel etekleri var, tüm yeryüzünü kucaklar gibi, ladin mi o dedim, adada hiç görmedim de. Görmek için inanmak gerekir öncelikle, çünkü her şey soyuttur bu evrende, para, zaman, aşk, ölüm ve bizatihi evrenin kendisi...

Begonviller açınca bu karamsarlığımız geçer, ah doğru söyledin şimdi, periyoduz biz, bir iyi, bir kötü, bir üzünçler içinde, bir neşeli, nereye gittiğimiz belli tanrım, nereye gittiğimiz belli!..

Belli diyerek kırık bir sesle sarıldım İzak'a, koluma girdi o da, bu acıntının, bu mutsuz ve umutsuzlukların  ne yararı var, ölüp gidince kurtulacağız, unutulacak tüm yaşananlar. Birer birer gitmiyorlar mı...

Karamantığa baş vurursak öyle ama dedim, akyıldızı izlesek...

Güldü, politik imada mı bulunuyorsun dedi, hayır dedim, siyah beyaza, su buhara, güneş tavaya dönüşebilir bir anda, iç içeyiz biz. Birden, birlikten, her şeye ulaşabiliriz bir anda ve her şey birbirine benzer, tanrı biziz bir motto ya, şeytan kim peki, melek kim, kitap kim, hepsi biz değil miyiz...

Belki ...

Bana katılır gibi oldu. İşte o bilemediğimiz, bir türlü belirginleştiremediğimiz şeydir bizim dedim. Heisenberg evreni, kuantum saçıntısı...

Biz, gizli bir umudun müritleri gibiyiz yine de dedi. Kaçınılmazlıkla içimizde var bu ne yazık ki, ölüm bile bir umut olmuş insanlığa. Gözyaşları da dedim.

Öbür yaka bekliyor üzülenleri!..

Umudumuz, umutta nokta dedi.

Uzatmaktan sıkılmazmış gibi, nokta, ilk karanlık, başlangıç, bigbang, o küçük ve sonsuz öğe, yokluğun içine sıkışmış varlık, her şeydir nokta, bitiş değil, bir çıkış, yanıt değil sorudur o...

Biliyor musun dedim, nokta küçük bir dairedir aslında ve geometrinin tapınağında, yalnızca daire kendisini sınırlayan boşluktan içeri düşmez, diğer bütün geoitler kendisini çevreleyen çukurun içine düşer, rögar kapağının dairesel olması bu yüzdendir, düşmesin içine diye, nokta bu yüzden bir umuttur da, daire, bir labirenttir aslında, başladığı yere varan, umutta işte böyledir, başladığı nokta bittiği noktadır ne yazık ki...

Varlık, bir noktaydı önceleri, en büyük umut oydu işte dedim. Gülebiliriz mutlulukla ve umutla o zaman dedi, elimi sıkarak, Aya Yorgi'de içmeyi hak ettik.  Varacağımız son nokta, yadsıma ve boyun eğmenin iç içeliğinde haykırma ve kalabalıklara karışmadır, sürüye katılma diye absürt  bir söylentisi vardır bunun ama doğrudur da bu, genellikle dedi...

Dönüp dolaşıp, Ada'nın Kabe'si Aya Yorgi'ye gelmiştik, yokuş bitince soğuk içitlerimizle denize, Sedef adasına ve sonsuz göklere bakarken, mutluyduk ne yazık ki ve  bir coşku, bir aldanış, bir kapılma ve kutsanmış bir tapınmaydı mutluluk...

Ben bütün canlıların nitelik olarak birbirine yakın olduğunu düşünüyorum, kuzenimin bir köpeği var, gözlüyorum onu ve tüm davranışları insanlara benziyor, korkuyor, kaçıyor, saldırıyor, seviyor, seviliyor, araştırıyor, bilgiden yararlanmayı düşünüyor, bilisizlikde  yapıyor ve inanın beni öpüyor,  tüm insanlar gibi.

İnsanın farkı ne, gereksinimlerimiz göz önüne alındığında, insanın boş ya da anlamsız bir çaba içinde olduğunu ileri sürebiliriz, köpek daha yararcıl bir noktada seyrediyor, insan israf yığını ve fütursuz görünüyor...

Neni, korkunç bir biçimde boca ediyor yeryüzüne, evrenin her bir şeyini, tüketim çılgınlığı içinde, doğanın dengesine düşman, kendine düşman ve acımasız ve  çıldırtıcı ve barbariyan bir topluluk. Köpek hiç bir zaman bu tür bir eğilime yönelemez.

Deneylerini başka bir gezegende yapmalıydı, yaşamın olmadığı bir yerde, ayda örneğin,  ama hiç bir şeyi gerçekleştiremeden Songün'ün kapısını çalma olasılığı var bu canlının, her şeyden habersiz ama sezgileri ondan güçlü olan köpeğin tanrısı olacak sonunda!..

Aksi durumda, başardığını düşünelim, yaratacağı ikinci bir dünya, köpeğin kadir bilirliğinden, tutumlu, özsever ve yaşamsal sınırları asla bozmayacak tutumundan çok daha saygın ve pragmatik mi olacak...

Rasyonel bir düşüncede, köpeğin öncü olduğunu, ama insan gibi antropolojik bir sapmaya yenik düştüğünü gözlemleyebiliyorum ben, kötülük daima üstün olan taraftır, iyilik ikincildir, bakınız tarih...

İlerlemenin sanal olduğunu savunmuştuk, ama bu vampirizm oyununda, yalvaçlıkla süslü retorizmin canavarlığında ve Yusuf'un düş kıran kuyusunda, hominidlerin neye yenik düşeceğini seziyor musunuz,  karanlıkta tanrıyla konuşacak değilim ben, yanıtlamak isterim.

Kendine!...

Bu daha acı,  gülünç ve korkunç derecede trajik değil mi, tanrı buna ne diyecek olabilir ki, onu da söyleyebilirim.

Köpeğe saygı, insana ölüm!..

Paris'te Saint Michel'de Sen nehrinin kıyısında sahaflar var, az ilerde Notre Dame kilisesi, rehber demişti ki bize, her yerde bir Notre Dame vardır, bu söz uyarınca, Victor Hugo'nun Notre Dame'ı bu mu minval, soru sormuştum sahaflara, ne kadar sahaf varsa bilmiyor, sadece biri kibarca sana yardımcı olamayacağım gibi bir şey söyledi. Şundan anlatıyorum, Paris'teki ayakçı kitapçılar, Victor Hugo'yu bilmiyorlar, nedeni şu ama, biz de nasıl Abdülhak Şinasi bilinmiyorsa, onlarda evvel zamanın Hugo'sunu bilmiyorlar, işte bilginin şeyliği burada saklı, yararsız konuma düşen nen bilgi olmaktan çıkıyor gerçekte. O zaman bilgi nedir, süt sağım bilgisini gereksiz kılmaktan kurtulamayan çoban mı bilgili, Kosta Rika, Beyoğlu'nda bir kulübün adı değil miydi diyen manken mi, kuantum çalkalanması mı bilgi, yutağın zorlanmaması gerektiği mi!.. Ne demek istedim, her  insanın konusunda bilgisiz olanı var, bilgiyi gereksiz bir bohça gibi taşıyanı var, tanrıyla, bilginin ayrı düşeceği zaman var...

Bilginin tanımı yapılamaz!..

Dolayısıyla bilgi bir mülkiyettir ve esaret getirebilir.

Ilık bir yağmur yağıyordu, hepsi güzel ve aynıydı şu katedrallerin, oysa tanrı hepimize farklı davranıyor, öyleyse onun ne belli bir konutu, ne konağı ya da bir  şatosu olamayacaktır, ah işte Gaudi'nin viranesi daha ilginç, eğri büğrü ve onun kırılgan görünüşü, gerçekliği haykırıyor. Tanrının huyunu anımsatıyor onun 'Çan Evi'. Bu yüzden Gaudi bana daha yakın, çünkü eğreti duruyor ve doğuştan günahkar...

Çünkü  tanrıya güvenilemeyeceğini açıkça söylüyor, o eğreti duruş, ayrıca dilimiz tutuluyor bu sarayları görünce, yerden yüz metre yüksekteki şeyler için dilimiz tutulacaksa tanrı cüce biri olmalı...

İzak burada dayanamadı, kaç kere yineleyeceksin dedi. İnsanım ben, yinelemelerden ibaretim diye bağırdım. İnsanım,  zamanlar boyunca ve sonsuza dek!..

Gerçekte, birbirine suda boğulurken sarılanlar gibi gruplaşmış insanlar, hep oradalar, laikler ve de antilaikler, kayıtsız koşulsuz birbirini savunan Dolce Vita ve Big Brother grubu onlar, katlanamıyorum  ben, onların  havada dönen bir tekerleğe tutunur gibi ortak çığlıklar atmasına...

Eleştiri yok, bir düşünce yok, sonra kızıyorlar ve iki taraf birbirine giriyor tabi. Bir kulübe katılmamak zor ama, bir bağışa bağışlanmak, alelade ve statik bir şey bu, sürülerin gruplaşması, sürü mantığı da değil bu, yağmur yağıp, şimşek çakınca mağaraya doluşan ve Platon'un öngörüleri gibi birbiriyle çarpışan lobut ve cop merkantilisti bunlar. Kalabalık ve alabalıklar. Her ikisi de kötü, her şey kötü. Görkemli bir şey ama yine de bu, çünkü tekerlekler uçup  gitse, geriye ne kalır...

Ağzına geleni söyle, dinliyorum seni dedi İzak, bugün Ovidius'un Sığırtmaç Türküleri  gibisin!.. Bazen bilinçli tuzaklar kurar, o Vergilius'in diye atılıp, boşboğazlık yapmadım.

Ben en çok belirsiz tümcelerden korkarım. Belki olabilir de gibi, söylediklerimi birden anlamsızlaştırıp, çarpı atarım üzerlerine korkusunu, insan iyi tanır. Tarafını belli edememe fobisidir bunun adı.
Belirsizlik düşüncenin baş tacıdır gerçeklikte, konuşmanın, bir düşünce üretmenin baş tacı. Gerçeklikte, bilisiz biri kesinlemelerle konuşur, belirsizlik ermiş işi ve bir ikilem, bir ilkelemdir ne yazık ki...

Din ve ırk insanlığı hep ezmiştir, bu ikisi ya aşağılanmaya varır, ya gurur ve kibir şölenine, simgeler sunaklara kurban yetiştiren odaklardır, ayetlerde gözyaşlarımızın sonesi...

İnsanın kendisini beğenmesi aşağılık duygusundan kaynaklanıyor. Güvensiz insan kibirli olabilir. Alçak gönüllükte bir kibirdir ama, her ikisi de aşağılık duygusunun yönlendirdiği bir nendir.

Bir hipotezdir bu dünya, kesinleme değil..

Yaşamsa sonsuzdur. Sonsuz olan tek şey yaşamdır, zaman değil. Zaman belli bir şeydir, limittir, nitelemedir ve insan bulgusudur, bir tanım ve yönteç, bir nitem. Yaşamsa bir auradır ama sonsuz bir varsıllık içindedir. Zaman küldür, sistir, belirsizdir temelde, değişkendir ve yapay bir gerçellik olarak uçucudur da...  Yaşam zamanı barındırır, zaman yaşamı kesenkes barındırır diyemeyiz, düşseldir o. Gerçel bir şey, sanal olanı, diğerini kapsıyor, kapsananda  ötekini kapsamıyorsa, iç içelik ileri sürülemiyorsa, gerçel ve sonsuz olan kapsayandır.

Labirente dönüt diyorum ben.

Boynuzdan yapılı turna gagası gibi ses çıkarıyorsun, ıslık gibi konuşuyorsun, düş görüyor olmayasın sen...

Der demez İzak, kimyager Beyhan geldi yanımıza, niçin dişil bir addır bu Beyhan, hiç anlamış değilim, ama içini dökecekmiş ki, hiç durmadan lafa girdi, gülerek bipolar olduğunu söyler kendisi...

Beni neler mutlu eder, mutsuz oluşum, mutlu olsaydım, mutsuz olurdum ben. Irkımızın genişlemesine yardımcı olurdu diyemem hiç bir öngörü için, teknokrasinin bir katil olduğu çağlardayız, Deleuze'un ya da herhangi kabul görmüş birinin aydın olup olmadığı bile tartışılmalıdır günümüzde, insanlığın görücüye çıkacak bir katı yok, sorumluluğu yok. Makineler ve aksamlarla dolu bir öbür dünyaya benziyoruz biz. Bir kafa, elektronik bedene nakledildiğinde yarı ölümsüz sayılacağız, çünkü insanın ölümü bedensel değil, düşünsel sayılmalıdır gerçekte, ölüm bir tür bilginin yok oluşundan başka bir şey değil, fizikçiler laboratuvar ortamında negatif kütle oluşturdular, oluşturulan bu kütle itilince iten kişiye doğru, çekilince de  karşıya doğru hareket edebiliyorsa, mantık yerel bir metamorfoz sayılmalıdır, gerçek diye bir şey yok demektir bu yüzden, ölümde yoktur doğallıkla, ölüm bizim kederimizin bir parçasıdır, içimizden yükselen bir olgunun dışavurumu. Bir gerçeklik değildir o.

Gecenin Şiiri ne diyor bak dedim Beyhan'a, sonra gene konuş...

'Karanlığı kim sever ki / Ama bu küçük öyküyü dinlemelisin / Loire ülkesinde geçtiği söylenir / Görmek için gözlerini kapa / Göz alan bir konakta yaşar / Sevimli bir farecik düşlemelisin / Güneşsi bir aynanın önünde dans ediyor / Gece ve gündüz kendini inceliyor o / Karanlıkta bile görüyor / Ama sen var saydığında görebilirsin / İşte çekmecesinde uykuya yenik düştü / Gerçekten görmek için inanmak gerekir. / Bu gün ona iyi akşamlar dilemelisin.'

Ne İzak ne Beyhan şiir için bir laf etmedi ama Beyhan konuşmasını sürdürdü...

Bakışlarında mağrur bir vahşet olan yaratık antropolojik bir sapkınlık olmalıdır, saçının telinden topuğuna, kesme billurdan narin ve zarif bir ceylan bile olsa, sarı karınlı bir papağan gibi hayranlık verici tüyleriyle kabarsa da,  bir kertenkele gibi  sıçrasa da, bir ecinni sürüsüdür o...

Ölü metal ışıltıları saçan bir mesihin müritleri  olsa da... Dünyanın ikizini ararken ikiz güneşi olan bir ikiz gezegen bulmuşlar.

İnsanın gerçek sorunu nedir tanımlayamıyorum ben, dolayısıyla ortada gerçek bir sorun olduğundan kuşkuluyum, ama yine de ortada gerçek bir sorun olmadığından emin değilim. Bir gizemi açıklamak için, başka bir gizemi kullanmak kulağa pek mantıklı gelmiyor. Bu etki, bilimin altında yatan çok temel bir varsayımı çürütüyor gibi. Dünya nesneldir ve bizden bağımsızdır. Eğer dünyanın davranışı, ona bakıp bakmadığımıza veya nasıl baktığımıza göre değişebiliyorsa, “gerçeklik” dediğimiz şey gerçekte ne anlama gelebilir ki... Yalan gerçeğin, diyelim ki doğrunun öbür yüzüdür ve her ikisi de günahkar, her ikisi de aynı derecede masumdur.

Araştırmacıların bir kısmı, nesnelliğin bir illüzyon olduğu ve bilincin kuantum teorisinde aktif bir rol oynaması gerektiği sonucuna varmak zorunda kalırlar... Bir kırınım deseni ... Ama bu gerçek olasılık çöküşünün, yalnızca ölçümün sonuçları, bilincimiz üzerinde etki bıraktığı zaman oluşuyor anlamına mı geliyor. Nesnelerin kuantum tanımlamaları, bilincimize giren izlenimlerden etkileniyor gibi görünür. Tekbencilik, varlığın kaynağının kişinin benliği olduğu savunusu, var olan kuantum mekaniği yasalarıyla, mantıksal tutarlılık içerisinde olabilir.

Ayrıştırma yeteneğine sahip canlıların varlığının, çok sayıdaki olası kuantum geçmişlerini, tek ve sabit bir tarihe dönüştürmüş olduğu düşüncesine de sahibiz. Bu nedenle, bizim en başından beri, evrenin evriminde katılımcılar olduğumuzu düşünebilmemiz gerekir, katılımcı bir evrende yaşadığımız biçimselidir bu. Öyleyse  beyinlerimizde, tek bir kuantum olayına tepki olarak, durumlarını değiştirebilen moleküler yapılar varsa, bu yapılar, tıpkı çift yarık deneyindeki parçacıklar gibi, süperpozisyon durumuna geçemezler miydi ve kuantum süperpozisyonları, elektrik sinyalleri sayesinde iletişim kurmak için tetiklenen nöronlar biçimli kendilerini gösteremez miydi...

Hiç durmadı Beyhan, Penrose’a göre; görünüşte birbirleriyle çelişen bilinçsel durumları sürdürebilme yeteneğimiz, belki de algılarımızdaki acayipliklerden kaynaklanmıyordur, belki de gerçek birer kuantum etkileridir. Sonuçta, insanın  bilişsel süreçleri, dijital bilgisayarların yapabildiklerinden çok ileri seviyede ele alabiliyor şeyleri. Belki de, günümüzdeki klasik dijital mantığa göre çalışan, sıradan bilgisayarlarda yapılması olanaksız bilgi işlem süreçlerini gerçekleştirebilecek kendi bilgisayarlarımızı taşıyor olabiliriz. Koherens öngörülerine karşın; başka araştırmacılar, canlılarda kuantum etkilerine dair kanıtlar bulmuşlar. Bazı araştırmacılar, yönlerini bulmak için manyetizmayı kullanan kuşların ve fotosentez sırasında güneş ışığından yararlanarak şeker üreten yeşil bitkilerin, kuantum mekaniğine başvurduğunu savunmaktadır. Eğer fosfor atomları, Posner molekülleri adı verilen daha büyük nesnelere dahil edilebilirse, bu gerçekleşebilir diye düşünüyorlar. Bu moleküller, dokuz tane kalsiyum iyonuyla birleşmiş, altı tane fosfat iyonu kümesidir. Bu moleküllerin canlı hücrelerde de bulunabileceğine dair bazı kanıtlar var, ama kesin olmaktan uzaklar.

Bilincin kuantum öncesi fiziği temel alan tanımlamasının, bilincin sahip olduğu tüm özellikleri açıklayabildiğini görmek oldukça zor diye de ekliyorlar. Özellikle kafa karıştıran sorulardan birisi, bilincimizin nasıl benzersiz duyguları deneyimleyebildiği, örneğin kırmızı rengi veya kızartılmış bir besinin kokusu gibi. Görme bozukluklarına sahip insanları ayrı tutarsak, hepimiz kırmızı rengin neye benzediğini biliriz ama duyumsadığımız  şeyi karşıya aktarmanın hiç bir yolu yoktur fizikte, bize bunun nasıl olması gerektiğini açıklayan bir şey de yoktur. Bu tür sezgilere “qualia” adı verilir. Qualia: Kişisel deneyime veya algılara dayanan özelliklermiş. Bunları dış dünyanın tümleşik özellikleri olarak algılarız, fakat gerçekte kendi bilincimizin  ürünüdürler ve açıklanmaları zordur. Bilinç ile fiziğin arasındaki ilişkiye dair düşüncelerimizdeki her bir adım, büyük bir soruna doğru sürükleniyor. Eğer bilincin kuantum olasılıklarını etkilediğini, her ne kadar  az ve ayırt edilemeyecek denli olduğunu da düşünebileydik, bilincin evrimi probleminin anlaşılmasında ilerleme kaydedebilirdik.

İzak, sende aşağılık kompleksi var dedi Beyhan'a kızgınlıkla, bunları dinlemek zorunda mıyız. Derin dostlukları vardır, her şeyi söylerler birbirine...

Aradan yararlanıp bir otomatik metin okuyayım size dedim, yönelitik özgürseme diye bir  şiir akımı var günümüzde...

'Çağın vebası aşk, doğaya ankastre bir virane, süt tülbendi gibi koşumlar, metal yapraklar gibi sızlar, cani balinalar, kaşalotlar,  kızıl bir vızıltıdır çağımızda, füzeler yer çekiminden düşüyor, daire kendi boşluğuna düşmüyor ve ölüler konuşamaz ama bunu bilmiyor, Dunning-Kruger sendromuyuz, tulumbacı yemenisi göz alıyor, Mihalıççık nerede diyorum, orda bir çocuk sızlıyor, hava ayaz, çünkü insanın üç hali vardır, katı, sıvı ve gaz, Burkina Faso nerededir dedim sana, bilgiden korkarım ben, o dediğin Burkina Faso'dadır ama, bilgi yapay bir şey, bilgi soyut, bir sınıfın diğer sınıfa egemenliği bilgi, belki  Adem'in Havvalar'a bir hilesi, aşk yürek tutulması ve taklit aslından daha çılgın,  tüm öyküler sayfalara dökülür, tüm sayfalar birbirine açılır, bir şey olmuşsa yeryüzünde, o her yerde olmuş demektir, işte bu yüzden, harflerden bir demeti okuyan, dünyanın tüm yazılarını okumuş demektir, çünkü  insanlar birbirine benzer, bizi ayıran okumalarımız değil, yargı ve yanılgılarımız, barbarlık ve oluşan düşmanlıklarımızdır, ki rüçhan duygusu sahipsizlik yaratırken, insanoğlunu çıldırtır.'

Saçmalamışsın dedi İzak, bu tür yazının varlığını bildiği halde, ama kötü dese, sevinirdim belki de...

Dönerek dedim ki ona, -bir kuşun kanat sesi eşliğinde-, sıradan resimleri sanatsal bulmuyoruz, emek verilmemiş, çalakalem yapılmış şeyler diyelim, fanteziler ararız, gotik ya da futurist tablolara yöneliriz, ama zaman içinde onlarında sıradan, hatta bir anomali olduğunu düşünürüz, değer yargılarımız değişir, kaotik olandan, evvelde düşünsel bulduğumuzdan sıkılmaya başlarız, başlangıca döneriz ve primitif, şaşkınlara yakışır resimlerle dolu bir dünyaya geçeriz. Sanılır ki, anlaşılmaz evreni, hiç bir zaman anlamayacağımız düşüncesine kapılarak  yaparız bunu, dürtüyle...

Oysa evren içimizdedir bizim, kendimizden sıkılırız gerçekte. Öyleyse anlaşılmaz nedenlerle, beceriksizce yapılmış resimler artık benim baş tacım olabilir, anlaşılır resimler onlar üstelik, çünkü derin bir saflığın ve anlamsızca bir hiçliğin ürünü onlar, kozmos karşısındaki yetersizliğimizin, beğendiklerimizin diğer yüzü  ve artık bir parodisidir onlar evrenin, saygın değiller  mi... Taklit, yetersizliğin olağanüstü halleri, bilimin sonsuz derinliğini ve uçsuz bucaksız sarhoşluğunu alteder. Dinleyin  can verenin ağzından, inlemekle inlememek arasında bir ses çıkar, dünyayı terk etmekte kararsızdır insan, ama bir yandan kararlıdır da,  dönüşüm tüm yaşamdır sonuçta, koşmak için daima gerilemek gerekir. Bu dünyada bir oyun sahnelendiğini düşünün, bir şeyin sürekli yinelendiğini...

Bir şey sürekli yineleniyorsa, gerçekte hiç bir şey sahnelenmiyor demektir. Bu yüzden yaşam yoktur da diyebiliriz, çünkü insan, canlı, sürekli kendini yinelemektedir, şöylede düşünebiliriz, bir şey sürekli yinelenebiliyorsa, zaman da geçmiyor demektir, zaman bir hiledir sonuçta, ama ileri sürdüğümüz savlar, kanıtlarımızda bir hiledir. İnsan başkalarını yaptıklarıyla ölçmek ister,  ama kendisinin yapacaklarıyla ölçülmesini ister. Düzyazı gerçekliği anlatır, şiir ise öyledir ki, gerçekdışılığı gözden kaçırmamızı olanaksız kılmak için vardır. Onu söyler bize, onu anımsatır, gerçekdışılığı... 

Altın pencereler var mıdır, insanın edimleri, tanrının kanıtlarına dönüşür. Işıksız gözler gibidir tanrı, görmez. Ama görenden çok daha parlaktır gözleri, parıltıları korkunçtur. Çünkü düşler gerçeklerden her zaman daha gösterişlidir. Ölüm elle tutulup, gözle görülen evreni durdurur. Bir arının gölgesi bile düşleyemez artık ölüyü. Bilgisizliğimiz inançlarımızı körükler, ölüm öyle yalın, süssüz bir şeydir ki tüm canlılar uzak durur ondan ve tören yapmak isterler cenazelerine, sıradanlığını azaltmak için. Gerçek beklentilerimizle örtüşseydi, tanrı diye bir nen olamazdı, düş kırıklığının  arabulucusudur tanrı, yaşamı benimseyebilmemiz için yaratılmıştır. Yaşam yine de ölümsüzdür, yaşayan bir şey içindir ölümsüzlük. Ölüm yaşayamaz ki, nasıl ölümsüz olabilecek ölüm..  Bir paradokstur bu...

'Elimdeki dergiyi karıştırıyorum, derginin içinde, yaşlı, genç ve henüz yayınlanmaya başlananlar var, ama sayfaları çevirirken içindekilere göz atınca, aralarındaki yaş farkı birden siliniyor ve hepsi insana yeknesak, eskil bir çehreyle bakıyor, aynı şeyleri, aynı biçimde  söylemek için bu kadar kuşakların, birbirini izlemesine ne gerek vardı, bu dergiyi okuyan biri, sanki yanlışlıkla bir viranenin bodrum kapısını aralamış gibi, burun, keskin bir cerahat kokusuyla buruluyor, kulak yeraltında birini  defnetmek için  toplanmış, garip bir topluluğun iniltisiyle dikiliyor, bu keskin koku hangi çürümüşlükten geliyor,

Şiirden...

Bu baykuş çığlığını duyuranlar kim, şairler, her devrin şairleri, bilmem bu problemi nasıl çözümlemeli. Bizde şiir diliyle konuşanlar içinde, hiç bir genç, sağlıklı ve gürbüz insan yok mudur. Bunların hepsi de yaşlı ve sayrı; verem, sıracalı, kambur, kör ve topal mıdır ki sesleri yalnız inleme ve yakarı perdesinden geliyor. Sevdalısı onları kovuyor, nişanlısı ayrılıyor ve deniz, gece ve mehtap kendilerini durmaksızın ölüme çağırıyor. Şiir böyle bir inilti, bir ağlatı olmayı sürdürdükçe, şair nitelemesi, kara bir hummanın  adı gibi, sağlıklı insanları elbette bir iğrenti ve korkuyla titretecektir.'

İzak, kim söylüyor bunu der demez, yaslandığım ağaçta, bir gölgenin üzerime devrildiğini duyumsadım, bir köpeğin soluğu yüzüme vurdu, üstelik yalıyordu. Lina'ydı bu, komşumuzun köpeği...

Kaşık adasından doğru, hafif bir meltem esiyordu. Uyandım. Düş gördüğümü anlamıştım ama, nasıl bu kadar uzun sürebilirdi ki bir düş...

''Tanrı da onu uyutmuştu. Songün geldiğinde diriltti. Ve toplandılar. Ne kadar zaman geçti diye sordu. O da bir gün, belki de daha az dedi.''





SERÇİN
(Bir Ada Kuşu)

Adanın iyi tarafı, yollarda karşılaştığınız dostlarınızla, yürüyüşler yapmanız, selamsız sabahsız kapısını çalmanız ya da bir adadan bir adaya gezip tozmanız. Serçin, Lunapark dedikleri, Aya Yorgi yokuşunun başındaki kafede oturuyordu, at meydanı diğer adı, faytonlar var ve armağanlık takılar satılıyor. Elinde bir kitap vardı ve dalıp gitmiş okuyordu, her zaman şaşarım, açıkta nasıl kitap okunur, gürültüde ya da türün diğer canlılarının cirit attığı bir yerde veya dalgalı bir deniz üzerinde, vapurda ya da güneşin vaftiz ettiği bir kıyıda... Niçin olmasın, ama anlatma çabam, dikkatle incelediğim bir şeyi, alelusul bakarak geçiştiremem, özümsemeliyim, belki de dikkatim dağınıktır bilemem... Serçin'e yarı hayranlıkla, yazarı kim bu kitabın dedim, görüyordum ve hiç tanımadığım, duymadığım biriydi, gizil hesapta bu denli tanınmamış birinin kitabı, nasıl ilginç olabilir sorgusunu yöneltmekti amacım, sessiz bir kibarlıkla tabi... Serçin hiç şaşırmamış gibi, şimdi günahını almayayım ve dilerim yanılmış olmam, İrfan Bağcı gibi bir şey söyledi. Hiç duymadım dedim, güzel mi dedim bari, bir klişeyle lafı uzatmaya çalışarak, ben çok beğeniyorum dedi, Birinci Dünya Savaşı'nda, ailesinin başına gelenleri, acıları, mücadele ve savrulmalarla geçen ömürleri anlatıyor. Dönem kitabı gibi dedim, dönem kitabı ne demek onu da tam bilmiyorum ya... Güldü Serçin esprili biriymişim gibi, laf lafı açtı, resim öğretmeniyim ben dedi, resim yapmıyor musunuz dedim hemen, zamanım hoşnutlukla geçsin, bir uğraşı olsun diye yapıyorum da ben... Çocuklara öğretiyorum ve orada yapıyorum, bir sergi amaçlı ya da dışarı açılma biçiminde değil dedi, kırılacağını düşünerek, çok yavaş ve saygılı bir dille, yaptığı işi, alçak gönüllü sınırlar içinde sürükleyerek ömrünü geçirenlere hayranım dedim; en iyinin peşinde görünmez bir ufku, ejder gibi kıvılcımlar saçarak, kulakları tırmalayan bir gürültüyle dumanlar yayarak aşmaya çabalayan ve öte tarafta dört nala bir hırsla koşmadan, yaşamla barışık, bir çiçeği koklar ya da bir fideyi sular gibi, geçip giden ve unutulmayı göze alan insanlar, hangisi görünmez sanrıların ve sonsuz bir ermişliğin göstergeleri acaba dedim, ilkinin bir araz olduğunu biliyorum dercesine... Gülümsedi, ben dedi eşimle çok mutluyum belki de ondandır, bu kez sesimi çıkarmadım, çünkü konu yön değiştirerek dağılabilirdi...

Resimlerimi size göstermek isterdim dedim, telefonunu işaret ederek, bas dedim karşına çıkar, epeyce arandı ve sonunda evet bunlar dedim. Boya kullanmıyorum, resim yapmamın nedeni duvarları tablolarla süslemek istemem ama gücümüz her şeye yetmeyebiliyor, öyleyse tablolarımı kendim yapayım dedim. Başkalarının sağda solda, dergilerdeki resimlerini, estet görüntüleri, bazen objeleri topluyor, tuvale yerleştirip, sonra sıvı bir yağ çeşidiyle üzerinden geçerek başkalaştırıyorum, palimpsest gibi alttaki görüntüler üste çıkıyor, sonra siyah pastelle üzerlerinden bir kez daha sıvı yağ eşliğinde geçerek tümüyle başkalaştırıyorum ve tablo artık benim oluyor dedim. İlginç, kolaj sayılır dedi görüntülere bakarak... Kendi resim çalışmaları arasından hafifçe Gustav Klimt'i andıran bir şey gösterdi, güzel dedim, Picasso'yu değil Max Ernst'i severim ben, bana göre Picasso'dan üstün biri, çünkü o düşünemeyeceğimiz resimler yaptı, Picasso bir renkçi ve Einstein'in rölativitesini hayata geçirdi, esinlendi belki ama derinde bir tür kopyacı, Ernst ise tamamen özgündür, sorun bu değil ama yüzyıllar sonra Picasso mağara çizgilerinin modern bir versiyonu, Ernst ise döneminin ilerisinde bir resim canavarı sayılacağı için, Picasso onun gerisinde bir ressam olarak algılanacak... Salieri'nin müzikal patron, Mozart'ın ise geçimini sağlamak için koşturan bir piyano madrabazı sayılması gibi... Ortaçağ Bosch'dan çok iyi ressamlarla doluydu ama Bosch kaldı, sanat deliliktir birazda, bitmez tükenmez konular ama bunlar dedim, Nedim Günsür var, Balaban var -Botero'yla yakınlığı olabilir onun dedim sesimin arasına girerek-. Bizde de iyi ressamlar var dedi, kültürün tüm dolambaçlarında baş mabeyinci kimse, patronu da o ne yazık ki, kültür konularında başat olmanın nitelikli yapıt üretmekten başkaca sorunları da var, dünya güçlerin gölgesinde dönüyor. O kadar güzel söyleşiyorduk ki, sonraları aynı düşünceleri paylaşıp da, ayrı görüşler ortaya konulabileceğine, Serçin'in örnek olduğunu hep ansımış ve anlamıştım ben.

Sessizliğin yaydığı huzurla anlaşmanın, ani kıvılcımında dedim ki ona, bozguna uğrattıkları İngilizlerin giysisini, dilini ve kara Avrupası'nın endüstriyel makinelerini topraklarınıza boca ederseniz, kültürel anlamda, bir biçimde öncülüğü ellerinizle başkalarına bıraktığınız anlamına gelebilir bu, bizler öyle ki Avrupa'da bir köye bir traktör düşerken, üretici olmadığımız halde, her eve bir traktör gibi içler acısı bir duruma sürüklenmişiz, işimiz zor, gönüllü bir kabullenim bu, görünmeyen bir boyun eğiş, tutsaklığın boyutları özgürlükte gizlidir, üretmeye değil, tüketmeye ve bir aracı gibi, al satçılığa yönlendirilmiş bir programın uygulayıcılarıyız ne yazık ki, toprakların kaderi üzerinde yaşayanların tutumuna bağlı. Değişmeler kökten başlar, örneğin kentler, kırsal kesimden daha gerici bir tablo çizebilirler, çünkü onlar fason, aktarıcı sanat ve kur tak endüstrisiyle işbirliği içinde oldukları için değişime karşı çıkarlar genellikle, sanatın özgünleşebilmesi için bireyin ve toplumun kendi köklerine dönmesi ve tümel anlamda salt dışardan değil, içten yanmalı motor gibi kavrulması ve bunun yanında kendilerinin aktarılan yan olmasının, özellikle düşünülebilmesi gerekir dedim. Doğru olabilir ama kitabi yaklaşımlar, işler bayağı kaotik sınırlara vardı artık, ama iyi niyette önemli tabi, haklısınız dedi. Onun ermişçesine tavırlarından yararlanarak içimi dökercesine sürdürdüm, sanatçılar aslında aks değişikliğine kolayca yönelemezler, sanat kurulu düzenin, ağırlaştırılmış deyimle statükonun diğer kutbu gibi nitelenir, sacayaklarından biri, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir ilkesince düzenin vazgeçilmez payandasıdır onlar ve gizli birer krupye gibi de çalışırlar gerçekte ve bir lonca gibi pay alırlar... Sen dedi epeyce dert etmişsin bu konuları anlaşılan, sürdürdüm günah çıkartacak bir tapınağa girmiş gibi, bu nedenle sanat ilericidir sözü hurafedir, işbirliği ve karşı koyma iç içe kavramlarda olabilir ve öyledir de, örneğin Van Gogh'un resimleri, resim sanatı için bir yenilik olabilir diyelim, bu bir marangozun yivli sandalye bacağını keşfetmesine benzer, ama toplumdaki atılımın, dinamik dönüşümün ve olası bir reformun karşılığı nedir bu resimlerde, verili atmosfere düşünceler üretiyor ve yaftalıyor artık insanlık, yakıştırmalar bulguluyoruz, düşüncelerden ütopya yaratma ve devinimlerle, başkaldırma çağları kapandı. O resimler sinir krizinden kurtulamayan, bir sanatçının sanrısalı mı, nasıl öncü sayılacaklar sanatta veya hayatta, saçmalıktır bu, estetik açılımın zamansal devinimleri sayılabilir belki o kadar, niceliğe katkı sağlar illüstrasyon onlar, sanat bir elektrik ya da bir Graham Bell aygıtı değildir, Picasso bile, görecelik kuramına sığınarak resmini üretmiştir, kendisi bilimsellikte oluşan bir süperpozisyonun var ettiği bir sanatçıdır, bir keşfeden değildir, keşfedileni taklit eden, onu yayan ya da geliştiren bir mudidir o ve bir yanıyla abartıdır her zamanki gibi insanlığın kuşağında, çünkü kurulu düzen bu tür materyallere, sanatsal objelere sığınarak işleyen bir mekanizmadır, bu yüzden sanat bir işbirliğidir ve Picasso konformist bir resim tüccarıdır gerçekte, Dali bu iki yüzlülüğü bildiği için saklamak gereğini duymamıştır yaşamında, dolarize bir yaşamım var benim demiştir açıkça...

Nedir bu resmin yarattığı toplumsal reform veya rönesans, düşünelim ki salt reformun resmi olabilir o yalnızca, gene işbirliği... Kırılmanın baş tacı, göksel nişanesi oldu diyelim, daha kötü, eski düzende de yaptığı bu değil miydi, sanat kendi statükosuna yönelen ilk harekette ilkel, ilkeci kimliğini gösterir ve değişimcileri köylü, bilisiz, görgüsüz gibi burjuvazinin tekerleklerine yaslanarak, suçlamalara ortak olur ve karşı kitleyi ayağa kaldırmaya çalışan sınıfla işbirliğine tutuşur genellikle, bu yüzden sanatçılar, sertçil bir değişimde, saldırıların odağı haline de gelebilirler. 1789'un kanlı devrimi, giyotine gönderilen isimsiz ressam, müzisyen, düşünür ve sıradan sanatçılarla doluydu, çoğu kralcıydı ve cumhuriyetçilere, değişime düşmandı, eski düzenin libertası birer öncü ve çoğunluktular, 1789 bilinenin aksine, burjuva değil, köylü devrimidir, hiç bir devrim köktencilikten yoksun ve toplumun alt tabanına, başıboş bir su gibi yayılma ve bir kaplanım gösteremiyorsa gerçekleşemez ve artık o bir devrimde sayılamaz. 'Bastilleciler' evet aristokrasiye son vermiştir ama burjuvazi ayaklanması değil, bir köylü ayaklanmasıdır bu, köylüler sonrasında kendi içlerinden burjuvaziyi çıkarmışlardır, devrimin adı -galatı meşhur olarak- burjuva devrimi olarak kalmıştır belki ama bu tarihsel bir dolanmadır sonuçta, bir ardır ne yazık ki, bu açınlar doğrulanımında devrim süreklilik ister, evrim yoluyla da olsa, sivil kurumlarla akışıp, yatışsa da, çünkü sıradanlaşır giderek, içselleşerek köhner ve bayatlamaya yüz tutar ne yazık ki...

Sizin dedi tasalarınız çok sanıyorum, kendinizi ifade etmeye bayılıyorsunuz, zaten her erk kendi sanat düzenini yaratır, kavgada buradan çıkıyor, sanat biçimsellikle konum değiştirir hatta dedi, teğel gibidir o, bir koful ve osmoz turgor olayı gibi, ama sizin söyledikleriniz arkaik çağların söylevleri gibi oldu, gotik birer salınım, kendinizi yenileyin!.. Dinleyen varsa bir konuşan bulunur diyerek güldüm gürültüyle, o da bir kahkaha attı, melek oydu kesinlikle masada ama şeytan olduğum söylenemezdi, çünkü melek durumun farkındaydı... Ben dedi Serçin, Eskibağ'a doğru yürüyeceğim, hiç çekinmedim bende gelebilir miyim dedim, gel dedi, orada manzara eşliğinde bir şeyler yiyeyim, tamam dedim beraber yeriz. Epeyce yürüdük, iki tarafı ağaçlık düz yolda, kır çiçekleri eşliğinde, sözlerimi sürdürdüm, konuşmak madalyonun öbür yanıdır, dinlemeyi severim ben dedi. Daldan dala geçerken cenaze törenlerinin ölümü ve öldürmeyi onaylamak olduğunu düşünüyorum, bizden başka hiç bir canlıda bu tören yok, birbirini öldürende yok dedim, evet dedi şimdi doğru söylediniz, az gelişmiş ülkeler kabloya basma der örneğin dedim, oysa kablolar zaten yerin altından geçiyor, geri kalmışlık bir afsunla yürürlüktedir her zaman... Ortada iki kişilik bir intihar varsa eğer, bunun biri kesinlikle cinayettir, çünkü iki kişi aynı anda intihar edemez, intihar bireysel bir tepkime, bir davranış biçimi, hep söylüyorum dedim, -belli konularım vardır benim Serçin, yinelerim sıkça diye araya bir söz karıştırarak- bu yüzden Stephan Zweig'ın eşi Lotte'yle intiharına hiç saygı duyamıyorum, çünkü bence Stephan eşini intihara zorladı, bir kabul, görüntüde son derece mantıklı ve gönülden bir davranış gibi sergilenebilir ama iç dünyalarımız dalgalı okyanuslar gibidir, gerçeği hiç bir zaman göremeyip, sezemeyebiliriz...

İlk kez söze karıştı, külliyen intihara karşıyım ben, yararsız bir tepkime olması bir tarafa, ha kendini öldürmüşsün ha başkasını, bak bunu düşünmemiştim dedim, her şey bir cinayet sonuçta ha... Öyleyse dedim Zweig, karşı çıktığı Naziler gibi bir katil... Bir sessizlik oldu ve geldik dedi, Eskibağ'ı bilirdim ama bu kadar çabuk geleceğimizi düşünmemiştim. Serçin'in anlamını sordum, ilginç bir isim diyerek, Osmanlıda bölük başı gibi bir anlamı var dedi, serçeyi çağrıştıran bir şey sanmıştım dedim, hayır dedi, serçeyle bir ilgisi yok ne yazık ki... Onun, uçuruma bakan benim çok sevdiğim görüntüleri izlemesi için karşıya geçmesini söyledim, bu manzarayı sevecek misin bakalım... Bütün adaları çok severim dedi, Burgaz, Heybeli, Kınalı hepsi olağanüstü duygular yaşatır bana... Heybeli daha özel gibi ama dedim, ruhban okulu, uzaktan hepsinden daha gizemli bir havası var gibi, efsanevi sanatoryumu... Kapandı o dedi, hayat gibi, bir gün her şey biter ve yalnızca o kalır geride... Sanat / oryum, oradan gelip geçen, kim bilir nice şairler vardır, şairler hastalıklı insanlar ne de olsa dedim, gene de şairler flagellum, bakteriyel bir kamçı gibi doğanın bilinen en küçük motorlarından biridirler, hayat onlarla güzeldir ve bizi yaşamın içine, güzelliklere sürüklerler...

Sana dedim Cansever'den bir şiir okuyayım, adanın havasına uygun... Oku dedi...
'Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona / Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar / Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok / Kıyılar da bomboş, kır yolları da / Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum / Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca / Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler / Yol kenarında bir kapı, tahta / Peki, kim yitirmiş evini, ya da / Hangi yitikle yok olmuş o yapı / Kim bilir / Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya / Bir taşın üstüne oturuyorum / Ben oturur oturmaz / Çıkıyor kuytularından bütün görünümler / Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa / Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan / Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi / Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara / Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi / Denize yeni sürülmüş bir tarlaya benziyor, uyanık, diri / Ve işin tuhafı bense / Alışıyorum gittikçe / Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma / Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden / Ve bu yüzden mi bilmem / Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum / Sürüyle kuş havalanıyor defnelerin içinden / Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden / Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri / Dağılıp gitmişler her biri bir yana / Kuşlar gibi, onlar da / Benimse ne gideceğim bir yer / Ne de özlediğim bir şey var / Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona / Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa / Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük / Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana. / Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki / Dalıp gidiyorum, düşünüyorum da, saat on iki / Bakıyorum denize, bir kağıda bir iki dize yazıyorum / Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha / Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da / Yani tam böyle bir şeye benziyor zaman / Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan / Çıkageliyor sonra, saat on iki. / Anlıyorum / Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi / Yalnızca bunun için uzun / Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da / Örneğin / Bir sevgiyi yontup onarmak için / Kavgamızda sevgidir / Ve benim bildiğim kadarıyla / Her şeydir bir insan, her şeydir / Yalandır kısalığı yaşamın / Ve özellikle insan dediğimiz şey / İnançlı bir insan soyunun parçasıysa. / Sonunda baş başa kalıyoruz gene / Baş başa kalıyoruz doğayla ben / İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden / On temmuz cumartesi / Bir vapur daha kalkıyor iskeleden / Ve yağmur hızlanıyor biraz / Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak / Tam öyle yapıyorum / Şimdi yağmuru seviyorum, / şimdi yağmuru seviyorum, / yağmuru seviyorum.'

Beğendim dedi, aşağıda süzülen martılara bakarak, bu uzun şiirleri belleğinde tutabilenlere şaşıyorum...

Serçin'le yürüyerek ta iskeleye kadar geldik, adalı olmasına karşın, karşıya geçecekmiş o gün, akşam üzeri ona güle güle dedim, görüşürüz... Adalılar arasında görüşürüz bir klişe, birbirimizi o kadar severiz ki, hiç yaşanmamış, o karşılaşmalar hiç olmamış gibi selamlaşarak geçip gideriz yollardan, burada her şey uçucudur, tüm güzellikler gibi, yalnızca yaşamdır kalıcı olan...

Ama ne kadar çok konuşsam da o gün, yine de Serçin'in bana söylediği tek bir şey kaldı anımsadığım, demek ki konuşmak değil aslolan, hakkıyla düşünüyor olabilmektir belki de, şimdi neden o sözü etmişti anımsamıyorum, nereden gelmiştik oraya, hala kafamda taşıyorum sözünü ama, demişti ki bana; Abartmazsak biz, tüm insanlar, bir simülasyon içinde yaşıyor olabiliriz!..

PRİNKOPYA
'Tanrı insanları yarattı, insanlarda köleliği...'

 Öğle sıcağı, kuytulara, kovuklara dek öyle bir bitkinlik yayıyordu ki, hiç bir şey hareket etmiyordu sanki, vadi sessizliğe bürünmüş ve salt günahsızların doldurduğu, devinimsiz bir dünyaya dönmüş ve sonsuz bir durgunluk vardı artık sahnede!.. Kelebekler dallarda öylece duruyor, karıncalar tümseklerde, yarıklarda uyumuş, kuşlar putlardan da sessiz olmuş, bal sinekleri de kanatlarını oynatmaksızın, hiç kıpırdamaksızın, bir ölü gibi bekleşiyorlardı. Doğanın kutsanması ve güneşin gökyüzünde asılı kalmışlığının, yüzyıllardır yinelenen tapılası alışkanlığı, her zaman süregelen bir egemenlik ve mühürlenmiş bir geleneğin, bir tansımanın, geçip gitmesi bekleniyordu belki de... Bir seremoni, bir saygı duruşu ya da tanrının kendini acımasızca duyumsattığı bir dışavurum veya yakıcı bir uyarı ya da göklerden süzülerek gelen ayetlerin sessizlikle inişiydi belki de gölgelerin dinginliği... Doğa yaşama ara veriyor ve bir süre ölmüşlüğe özenerek bir anma duruşu sergiliyordu sanki, başlangıca, sıfırın mutlaklığına dönüyor, hiçliğe öykünüyor ve tanrısını taklit ediyordu belki de!..

Çünkü başlangıçta böyleydik biz, hiç bir hareket yoktu, yaşamın değerini bilin, onu sevin, tapının ve sakın anmayı unutmayın gibi bir taziye anıydı ortadaki ve değil sala, kutuplardan bir ses bile duyulamazdı artık, o an bir yasağa bürünüyor ve bir sessizliğe gömülüyordu her şey...
 Güneş yavaşça açı değiştirdi ve ağır ağır devinerek, gökte bir milim kadar devrildi, sıfır açıdan kurtularak, hafifçe evrildi ve sanki totemler dünyasının saygı duruşu bitmişçesine yaşam birden ve başladığı yerden, tüm kıpırtısı ve hızıyla yeniden başladı. İşte o an; Talina'yla sessizlikte ve çok derinlerden gelen, uykulu ve ancak yaşama kulak kesilen canlıların duyabileceği bir tıpırtı ya da küçük çıldırtılar, minicik yer değiştirmeler arasında adayı dolaşıyorduk ki, adanın o meşhur ve gizemli koruluğu sanki birden uyanıp, karşımıza çıkıverdi...

 Yukarılardan inerek, ağaçların arasından,  taşlık, daracık bir yolun sonun da, bir çukurun başına, çıkmaz sokağı andıran bir yere gelmiştik. Deli Dumrul'dan biri yolumuzu kesmişti sanki. Kara bir delik, derin bir kovuk ya da camsız bir pencere gibi, boşluğa doğru sırıtıyordu çukur... Ne ki önünde, bir çalılık ya da bodur ağaçlardan bir demet, onun arkasını görmemizi engelliyor ve bu ona gizil, tuhaf bir hava veriyordu. Talina, önleyemediği bir merakla çukura doğru atladı, dalları eliyle iteledi ve bana bakarak, gel içeri girelim dedi. Yoksa dedim her sapiens gibi, sevişmeyi mi tasımlıyor içerde!.. Gerçekte insanlar, olmayacak şeyleri, olmayacak zamanda ve olmayacak yerde düşledikleri için diğer canlılardan kuvvetle ayrılırlar. Mobius döngüsü ya da Escher labirentleri gibi bir şey olmasın bu kovuk diye geçirdim içimden. Çünkü insanlar abartırlar ve olmayacak şeyleri, olmayacak zamanda, olmayacak biçimde düşledikleri için, türün öbür bireylerinden daha korkak, daha cesur ya da kahramandırlar.

  Kara delik, yere paralel, boyumuzu aşmayan garip bir boşluğa benziyordu, eğilerek, öylesine içeri girdik, şöyle bir kolaçan edip geri çıkmaktı amacımız, çünkü düşler çakıştığında genelde yol değiştirirler!.. Duyumsuyordum. Bir soyutlama olan düş, hiç bir zaman bütünüyle, bir başka düşle eşdeğer olamaz, somutluk ve sonsuzlukta yaşanan eylemler ve sanılardır yalnızca paylaştıklarımız...

 Dört nala giden düşlerimizin yerini, ışık hızında yer değiştirebilen merak duygusu almıştı ansızın. Tanrıyı arayışın öylesine adlandırılması, yüceltilmiş tansıkla karşılaşmanın, bir özleyişe dönüşen, bayağılaşmış ve uyumla örgünleşen kitlelere bahşedilmiş, simetrik ve sakınımsız bir düşünsel kozmolojiyle örtüşen, kafeini alınmış süslerle, dalgalar ve parçacıklarla yayılan bir macera duygusuydu artık aramızdaki...
 Öteden beri düşünürüm, tanrı aldatıcı bir duygudur, gerçeklikte bir düşüncenin ürünü değildir, zorluk, zorbalık dışında tasımlanıp,  düşünülemeyen tek şeydir tanrı... O korkularımızın baş tacı, katıksız bir soyutlama ve tehlike savar asasıdır ne yazık ki... Tanrı yaşamla yüzleşmenin acımasız fenomenine dönüştüğünde vardır, ötesinde yoktur bu yüzden. Tanrı nerede ve nasıl bir şeydir, hiç bir zaman düşlenemez ve ne kadar insan, canlı varsa şu acunda, o kadar tanrı vardır gerçekte ve her birimizin mitosu birbirinden o denli ayrıdır ki, eğer tanrı var olsaydı bile, sonsuz sayıda yüzü olan bir varlık olabilirdi ancak. Bundan ötürü, var olsaydı bile tanrı, ne insanlar onu tanıyabilir, ne de insanları o tanıyabilirdi, sonsuz bir çeşitliliğin bir tanımı yapılamaz ki... O yine de vardır ama, çünkü; yok olduğu sürece varlığı düşünülebilen, öne sürülebilen, bir kesinleme, bir dayanca ve  bir aşkınlıkla, tutkuyla, varoluş ve bir adanış ya da kendini onda bulma ve bir bütünleşmeyle  sürüp giden bir varsayımın, gölgelerine sarıldığımız, olmazsa olmaz, biricik olasılığıdır o evrenimizin...

 Bir duyu, bir algı ve bir düşünceye dönüşebilen, bu kozmik heyula ya da nen gerçekte nerede barınmaktadır acaba ve her şey bir tanrı parçacığıysa eğer ve o yarattığına göre, onun her yerde olduğu ve her şeye gücünün yettiği varsayımı, katıksız bir gerçekliktir artık. Çünkü gücün ve tüm yaratılmışlığın kendisidir o; öyle ki kaldıramayacağı kadar bir kaya yaratsa da, yaratamasa da, kayanın kendisidir o, var ya da yok olanın sonsuzluktan gelip sonsuzluğa giden, kozmolojik düşlemi, varlığın bilinmeyenlerini hiçleyen, katlanılır ve sakinleştirici bir düşlemi ve usun çılgınlıklarını dizginleyen, uçurum ve doruklarını görmezleştiren, olağanlaştırıcı bir düşlemi ve olabildiğince arındıran bir rüzgar ve ruhları sakinleştiren, ululanmış, göksel bir süpürgedir o.

Bu yüzden böyle bir yaklaşım geçersiz bir argümandır ne yazık ki ve tanrı bu yüzden yoktur, çünkü yaratılan, yaratansa eğer, yaratanda yaratılandır artık ve birbirini yoksayıp, varsayabilen bir töze dönüşmektedir her ikisi de, varsayan olması da, birinin saltık, tekil varlığına bir açım olarak ileri sürülemez, çünkü o ikicil bir nendir, çift olan bir şeyin gerçekliği bir diğeri midir açınıma göre; varlığı ve yokluğu bir kesinleme olarak ve aynı anda ileri sürülebileceği için; tanrı hem vardır ve hem de -kesinlikle- yoktur artık. Bu yüzden mi bilemem, kovukta tanrı birden önümüzde belirdi ve durdu... El parmaklarımıza dokunuyor gibiydi ama yalnızca kemiklerimize yapılan baskıyı duyumsuyorduk, yanağımızı okşuyor ama; yalnızca etimizin üzerinde dolanan bir esintinin özlemini duyuyorduk. 'Geçin' diye buyurduğunda geçtik, tanrı buydu işte, iri bir sınır taşı gibi, korkunç ya da gülümser bir bekçi, ama ileride bir kalabalıkla karşılaşacağımızı anlamıştık ve adanın o dillere destan Prinkopya'sına, o kendine özgü yaşamına tanık olacağımızı sezinliyorduk artık. Söylentiler hep vardı ama, bir gören olmamıştı bugüne dek. Ah işte More ve Platon ilerde duruyordu, neden bilmem, bekçinin ürettikleri dedim içimden, bir tansıma ve esriklikle, tanrıdan sonra, kalabalıklardan önceydi bulundukları yer. Talina, hayır şeytandan önce onlar diyerek düzeltti beni nedense; nasıl bilebiliyordu ki içimden geçenleri!..

Prinkopya'nın üyeleri olarak, ölümsüz yaşamlarını sürdürüyordu her türden varlıklar, tanrıyı da birebir görmüşlerdi işte ama; birileri çıkıp da, onu gördük, işte burada diye açıklamaları bugünün dünyasına ve bilişsel kozmolojisine uygun bulunmuyor ve katlanılmaz bir korku veriyordu henüz, düşünce yapımızın ve tinsel sınırlarımızın kabullenip,  kaldıramayacağı şeyler, çağlar boyunca var olmuştu ne yazık ki. Tanrının varlığının, onun belli belirsiz olmasından, çok daha kötü sonuçlara yol açabileceğini ileri sürüyorlardı tapılası anlağımızda,   içsel dünyamızda kopacak fırtınalar, ölümlerden ölüm beğenmemize yol açabilecek bir düşkünlüğe sürükleyebilirdi bizi. Bizi asıl öldürebilecek tek şey, salt düş kırıklığıdır dedi Talina, güldüm...

Belirgin ve kozmik boyutları bir gizem ve düşlenebilir olmaktan çıkan her şey sıradanlaşır ve giderek terk edilir dedim Talina'ya, gücü ve işlevi değişmese bile diye ekledi bana bakarak.  Bu doğru bir postulatsa eğer, bundan ötürü, bir düşünceden söz edilemez henüz ademoğlunda, biçimli, bir yankı oluştu uzayıp giden yarıkta, kendini yadsıma yolunda esin veriyor tanrı hala dedim, gücünü kaotik varlığıyla sürdürüyor zaten o, ikilemler, çatışkılar ve sonsuz varsayımların karmaşası, yapıyı içinden çıkılmaz kılıyor, berkitip sağlamlaştırıyor.

Yapılanımlarına uygun, sözel profiller üretmektedirler onlar bu çağlarda ve peygamberlerinin, söz büyücülerinin, buyrukçu yol göstericilerinin, söylenceye dönüşeceği zamanlar yakındır bu nedenle, tanrının da bir oyuncak, bir düşünce jimnastiği olduğunu ileri süreceklerdir yakın çağlarda, üstelik tanrı ortaya çıkarak... Gerçek süreğenimizin adı babamızdır olsa olsa, özellikle bugün için, bu çağlarda, bir periyodun adıdır tanrı!..
İşte bu gün, burada, onlar tanrıyı buldular da oysa, karşılaştıkları tanrı, onların yani maymunsuların algı sınırlarının dışında ve o kadar öylesine, sıradan bir şeydi ki, arayışın sonucuna değil, bu konudaki yorgunluklarına ve bitip tükenmeyen çabalarına öncülük eden enerjilerine hayran kaldılar ne yazık ki, sonraları; enerji kaybının işlendiği varoş dershanelerinde, yıkıcı hipoteze örnek olarak, yüzyıllarca kitaplarında boy göstermiş, bir çıkışı imlemişti yalnızca, boş yere tanrıyı arayışları!..

Bir çığlık attı Talina, kara ağaçların arasından ortak dostlarımız Niko ve Jessica geliyordu işte... Bir Protopya'ydı burası gerçekte, ilkel bir ütopya, sonra Prinkopya dediler, çok sonra basic sanrıyı gördüler ve Dreamopya adını verdiler yaratılarına, Talina gülerek 'Dramopya' gerçekte burası dedi... Adalılar kendi düşlerine bel bağlıyorlardı belki ama; çok sakin görünüyordu bu düş ülkesi, geçiş ekonomisi diye bir ders okutuluyordu örneğin, ilgisizce bedenin gereksinimleri ölçülüyor, kimileri salt sebze ve meyve yetiştiriyor, sıvı veya katı gıdaya dönüştürülebilen şeyler, otantik yaşamı savunan bireyler, karmakarışık bir yaşam düzünümü özleyen ve uygulamak isteyenler için bir laboratuvar ve deney alanıydı burası görünürde, olabilecek düşlerin en ötesi bir yerde olsa bile, sıradanlıktan kurtulamaz insanoğlu dedi Talina, düşlerin tanrısı sürüyle heykellerin içinden Diyojen'i okşayarak. Kendisi kim bilir neredeydi. Diyojen dedim gerçek bir kurtarıcı, varacağımız yerin, içimizde bir yer olacağını biliyordu o, bu yüzden suyu avuçlarıyla içti, çünkü tas, ikinci bir zahmete yol açmaktan başka bir şey değildi. Saçmalıyorsun dedi Talina, ayaklarımız merdiven değildir!..

 Burada, bir keresinde, keten suyunu özleyen bir organele, kısa sürede bulup getirmişlerdi, balık yağını andıran keten suyu, genlerde mutluluk hormonunu artırıyormuş savlayanlara göre. Ne ki, zaten kavgasız ve hiç tartışmasız, sinik ve ölümsüz bir yaşam sürüyorlardı burada ve Zevkler Bahçesi'ydi kolhozlarının adı. Bosch'tan esinlenmiş, bir tür cennet veya cehennemin versiyonuydu katakompları. Stelik yaşamlarda denebilir, tek uğraşları tanrının ötesinde; ne varın aranışı ya da kozmosun ölümcül gizi nedir gibi bir sorunsal görünüyordu. İyi tarafları bu sıradan yaşamın,  kavganın, çatışmanın ve savaşların bağımlılık yaratan, tümünü sürklase eden cinnetinden uzak ve varlığa kast eden bir düşünselliği benimsemekten  ve saldırgan içgüdünün genetik eylemlerinden kurtulmuş, uzaklaşmış olmalarıydı.  Bu bile tanrının gereksinirliğinden, yokluğuna evrilebilmek için yeterli bir ulaşım dedim. Talina gene karıştı düşlerime, tanrıyla oyalanmak seni moronlaştırıyor, öncelik sırasında, düşlenebilir kavramlara geçebilmiş olmaklığını kutlarım, zahmet sırasında bacaklarımızdan kurtulmayı denesek daha iyi olmaz mı!.. 

Onlar kan içmeyi arayan alışkanlıklardan uzaklaşmışlar, bilinçaltlarında yer eden ölüm ve öldürme içgüdüsünden de kesinkes kaçınabiliyorlardı artık, unutmuşlardı daha doğrusu; konuşabilen bir ejderha ve hatırı sayılır, tırnaklı birer yaratık olduklarını... Düşlenebilir ütopyanın en iyisi bu olacaksa dedim, bir tür neandertal hala bunlar!..

 Yüz yıllar önce, adrenalin geni çıkarılmıştı bu dünyevi boylardan, genlerle oynayabiliyor ve can sıkıntısını tarihin karanlıklarına gömüyorlardı artık. Ölümsüzlük, barış ve güzellik yaşamın naturası olmuştu, kan dökmenin yerini almıştı, alternatif, sonsuz uğraşılarının güzelliği, örneğin ölümsüzlüğün, sınırlı sonsuzluğun kendisi olduğunu anladıklarında, bunu çoğaltmanın ya da ortadan kaldırmanın anlamı olamayacağını sezmişlerdi  ve tam aksine sınırın parçalanması yollarını arıyorlardı artık. Gerçek ölümsüzlük ve sonsuzluğu aramaktı amaçları, bir özlemdi belki de bu ve geçmişin, eskil ölümsüzlük kavramları gülünç geliyordu artık onlara...

Prinkopya, denizlerin ve gökyüzünün bilinmeyenleriyle pek ilgilenmiyordu gerçekte, onlar bilginin sonsuz ve öğrendikçe bilinmeyenlerin çoğaldığı bir labirent olduğunu anlamışlardı. Bilgi aritmetik bir hızla artıyordu evet ve her yanıt yeni ve sonsuz sayıda bir soru doğuruyordu ve her sorunun bir yanıtı vardı ama her yanıt yeni ve bilinmeyen, sonsuz sayıda soru ağları demekti. Bilinmeyen, geometrik bir hızla artıyordu, açılan her kapının karşısında; bir domino oyunu ya da bir matruşka bebek gibiydi evren, gizine ulaştıkça, yeni ve sonsuz sayıda bilinmeyenlerin, karanlık dehlizleri görünüyordu bir bir, sonunda bunun bir oyun olduğunu anladılar, sanal bir karadeliğin içinde dönen sonsuz akışta, dairevi geçmişler ve gelecekler sahneleniyordu gerçekte ve ama durdukları yerden bir adım bile uzaklaşamadıklarını  anladıklarında, oyunu sonlandırdılar, tanrının kendilerini bulması ya da gerçeğin ve sözü edilen ötekilerin yanlarına gelmesini beklemeye başladılar, işte o zaman garip bir şey oldu, ölümler yeniden başladı ve kavga ve savaşa yeniden tutuşan kabile ve klanlar türemeye-oluşmaya başladı. Hayatın ve ölümün amansız baskılarında cana kıyım, yaralama, uçurumdan atma ve kendi varlıklarına kast edebilecek et yeme alışkanlıkları yeniden görülmeye başladı. Döngü bu dedi Talina, olamaz dedim, tanrı biziz!..

 Kısacası, onlar Yeni Dünyalarında, pragmatizmden başka hiç bir şeye yüz vermeyen, bir ideolojik sorunsalın kurbanı ya da sevdalısıydılar. Korunma ve gereksinimler, sağlıklı yaşam ve disipliner düzen amaçlanıyordu çoğun, ölümsüzlük, sevi ve zaman gibi klişe kavramların yarattığı piramitler ve gizil bilinmeyenlerin bezdirici zorlukları, gerilerde kalmıştı sonunda ama geçmişin ve geleceğin türeviydi yine de tüm olan bitenler.

Prinkopya'da bir türevdi sonuçta, örneğin tek bir kompüter vardı burada, herkes bir çip taşıyor ve oradan bağlanarak, sanal dünyalarında sonsuz, uçsuz bucaksız bir gezintiye çıkabiliyorlardı. Ekranları bir hologramdı ve gökyüzünün her köşesinde, diledikleri yere konumlandırabiliyorlardı, elbette bu ekranı ortakta kullanabiliyorlardı, ne büyük bir kolaylık...
 Eski dünyamızda; Cengiz Han saklanacak yer bulamadığı için bütün korkularını unutmuş derler. Prinkopyalılar korku kavramını bilmiyorlardı, pek çok şey, salt sanaldı çünkü, esin ve lav volkanları, kral Aaron, su yılanı, suların sürüklediği Musa ve oksijen konsantratörü gibi cihazlar onlar için tümüyle sanal birer bilgi ağıydı ve ta baştan beri solumayı bırakmışlardı, kurtulmuşlardı solumaktan daha doğrusu, ama birer robotta değillerdi. Çünkü Prinkopyalılar hiç bir iş yapmıyordu gerçekte...

Uzaydaki ütopyaların tümü ve Neptünsü yaşamlar bile ilkel sayılabiliyordu artık onlar için, çünkü bir sürü gereksiz ayrıntıyla boğuşuyorlardı, yer altı, yerüstü ve kayalık gezegenlerin uydusu sayılan yerlerde görülen diğer ütopyalar bile, onlar için bir ilgi veya bilgi kaynağı sayılabilecek düzeyde değillerdi ve salt bir yinelemeydi, her zamanki gibi umutla beslenen kötücül bir yineleme. Talina ilk kez gülümsedi ama alay ettiğini düşünmekten kendimi alamadım...
 ***
 Korulukta girdiğimiz çukurdan, Aya Yorgi'nin arkasında kalan, tuhaf kayanın altındaki, taş oyuktan dışarı çıkmıştık. Herkes kayanın arkasındaki, eğreti taşlık yoldan çıkıp geldiğimizi sanmıştı, orada oturduk ve 'mare nostrum' Mermerler Denizi'ni seyre dalmışken, adalı dostlardan birine dilim sürçerek, az önce Prinkopya'dan geldiğimizi söyledim!.. Güldü. İnsanoğlu olanaksız gördüğü şeylere, imgeleminde hiç bir zaman yer vermez ve bu yüzden dizginsiz alışkanlıklarını ölesiye sürdürür. Bu yüzden ilkeliz biz. Her daim. Bu yüzden insanlık, 'Gübrede debelenir durur Argos gibi' diye düşünmedim değil. Adama ısrar etseydim eğer, bana deli gözüyle bakacağı kesindi...

Talina içine girdiğimiz koruluktaki 'Marsias Boğazı'ndan, o kadar etkilenmişti ki, tüm inançların, dinler, totemler, tapınaklar, ikonlar, kuleler, kubbeler, bilim-ilim dünyası, Satürn ve Gorgonların, gerçekte bizi doğru yola sürükleyen imajlar, imgeler, manipülasyonlar ve ağlarla dolu bir dolambaçlar yığını olduğunu belirterek;  düşlere ve ütopyalarımıza kavuşmak için, doğru yolda olduğumuzu söyledi. Karşı çıktım, jenerik boyutunda olan her şey, filmin tüm bütünlüğünü gizlemeye yöneliktir dedim, bütün bu görselin ve ritüellerin gerçekte bizleri olması, erişilmesi gerekenden uzaklaştırdığını ileri sürdüm. Jenerik bir tadımlık bal, gerçek nektarı hiç bir zaman bulamıyoruz, bir oyalama ve gecikmedir şu insanlık. Bir anomali ne yazık ki...

Talina gülerek, her zaman aynı şeyleri söylüyorsun, bir düşmanlığın mı var senin insanlığa dedi!.. Dişlerimi alabildiğine göstererek sırıttım. Belli dedi!..
 Biz bir kandırmaca ve bir oyun içindeyiz, örneğin gerçeklik sandığımız tüm yaşam sistemi, tümelde sanaldır bizim, yinelemenin yinelemesiyiz biz, sanal kabul ettiğimiz tüm yaşananlar ise, özlediğimiz salt gerçekliğe bir yaklaşımdır. Örneğin bizim tanrımız sanal, meleklerimiz sanal, kitaplarımız sanal, ama gerçekmiş gibi davranıyor ve öyle algılamakta da dur duraksız yol almaktayız. Bir oyunun içindeyiz oysa -Talina sıkıldığını belli edercesine oflayıp, pufladı bu arada-, tanrı gerçekte var ve onu aramıyoruz bile, öyle bir düşünce ve çabamız olmadığı için, varsayılan ve onun buyruklarını dile getiren bir kavramsala boyun eğmekte hiç bir beis görmüyoruz biz.

 Tanrı neden kitap yazsın ki, düşüncelerimizi değiştiremez mi, ormanları keserek yazılmış buyrultular komik sayılamaz mı, olmuş gibi davranıyoruz biz her şeyde. Biz antigerçekliğe sığınmakta ısrar eden cromagnonların süreğeniyiz bence, bir tür yalan, felsefi tütsülerle uydurulmuş masallarımız var bizim, güdük ve cılız bir yaratık olduğumuzu kabulden kaçınıyoruz, kendimizden korkuyoruz ve yüzleşmektense tanrıya sığınarak süblimasyonu tercih ediyoruz ne yazık ki. Tanrıyı aramaya gücümüz yetmediği için, onu varmış gibi kabul ediyoruz ve sözde onun öngörüleriyle deviniyoruz, yalancı, sahte ve sanal bir tanrıyla yetiniyoruz biz, aramızda olan biri gerçekte o tanrı, çünkü birbirimizi öldürmeyi, yok etmeyi, süründürmeyi, acılar ve işkenceler bahşetmeyi, kurtuluşlar vaat ederek, olan biteni süslemeyi; onun sınavları olduğunu ileri sürerek meşrulaştırıyoruz ve kesinlemelere dönüştürerek bağışlıyor ve sunuyor ve sürdürüyor  görünüyoruz artık gerçeklikte ve kitlelerin tanrısı aramızda oysa...

İşte 'evamiri eşare' böyle ferman olur mu, nasıl bir tanrı bu, tanrının bizlerden hiç bir farkı yok ki, olmakta olanın, -olmamakla- yer değiştirmesini istiyor, karşıtların birliğini gizleyerek ilerliyor, bu otoriter ve kana susamış toplumların hezeyanlarıdır öteden beri, paralel zıtlıkların doğruyu değiştirdiği nerede görülmüş, pekiştirmiş yalnızca, yazık değil mi, gerçek tanrıyı aramaya başladığımız ve bulduğumuzda tinsel ölümsüzlüğü ve sonsuz barışı da belki bulmuş olacağız biz. Geçmişimizi cezalandıramayız bu yüzden belki. Çünkü ceza ilkel ve barbar tanrılarımızın yarattığı toplumların bir anomalisiydi...

 Düşüncenin ve sözcüklerin sonunu getirmek için bir öykü yazdığımızı düşünelim, her ikisinin de bir sonun arayışında ve onun özlemini çektiğimizde, tam aksine çoğaldıklarını, ürediklerini göreceğiz, düşünce ve sözcükler bedenimizi yiyip bitiren tümöre dönüşmüşler ve dizginsizler, bu da bizi yoldan çıkarıyor, böyle bir şeye kalkışan insan türü sonunda canına kıyacaktır kederinden. Çünkü hiç bir şeyi sonlandıramayacak bir uygarlık biçimi ve bir yaşam 'sistemamız' var bizim, kutsallarımız ve kitaplarımız, keder ve acılarımızı çoğaltmaktan başka bir şeye yaramayacaktır bu yüzden, sözcükler, kendilerini çoğaltmaya yarar canavarlardır, onların eline tutsak düşmüşüz. Sürekli sözcük sızdıran ve gaz kaçağı olan bir silindir gibi dünyamız ve cehennem, sözcüklerin cehenneminde, yanıp kavrulan yalnızca bizleriz ne yazık ki...

İşte bizim tanrılarımız hep ulaşılmazlığı öngörmüş, erişilmezliği kutsamış, niçin, sonlu yaşam ve zorunlu bitişi kanıksamamız için, dikey limitin içinde, ölüm ve öldürmenin kanıksanışı ve birer kan kasabıdır yarattığımız tanrılar, uygarlık biçimimizi değiştirmeyi başardığımızda, bu tanrılar geçmişin putları ve Uranusları gibi tarihin karanlığına karışacaktır sanıyorum, uçurumlardan atılarak unutulacaklardır, son yortumuz ve ilkel dürtülerimiz bu ritüel olacaktır bizim, bilin ki, bir zaman sonranın mitolojisi, bugünün motor gümbürtüsüyle, roket böğürtüsüyle ayın karanlık yüzünü gören hemcinslerimiz olacaktır ne yazık ki...

  CRSPRKHGNMQWRTYFDGÇJLVBXZ adını verdiğimiz gen düzenleme cihazını tam kapasiteyle çalıştırabildiğimizde, bütün barbar alışkanlıklarımızı yitireceğiz, etsevicilik bitecek, sıvılara olan tutkularımız sona erecek ve uygarlığımız bir nebze olsun ilerleyecektir, öncesi bir deneydi ve çok zamanımızı aldı, basic ama kötücül şeylerdi olan biten. Bir gün felsefe öğretmenimiz, eli cebinde derse gelmişti ve bilin bakalım avcumda ne var dedi, yaşamımız için çok önemli, bilene onu armağan edeceğim, hepimiz düşünce var diye bağırdık. Çünkü düşünemediğimiz de yaşayamayacağımızı sanıyorduk, hayır dedi. Kitap dedi biri, gene hayır dedi.  En arka sıradan biri -hava- dedi, öğretmen bir kahkaha attı ve evet bildin dedi. Bu kadar basit, doğruydu bu. Çünkü hava olmasaydı yaşam olmayacaktı ki, solumak. Bir havayız biz!..

 Japonlar konuşurken karşısındakinin gözlerine bakmayı saygısızlık sayarlarmış, çünkü suçlamak anlamına gelirmiş bakmak, karşıdaki kişiye. İlginç, yaşama hakkı gibisi yok, özgürce solumaktır yaşamak gerçeklikte... Presbit'eryeniz biz, her ikisi de.  Palindromik aralıkların virüsü, metalik hidrojenin özlemcileri, sıvı yemekler, gaz kaçakları, azottan ekmekler, volfram nektarı ve Kenan ili kurbanları gibi... Biz belki de güneş sisteminde diğer gezegenlerin ya da güneşin uydusuyuzdur, onlarda kimlerin tutsağıdır bilebiliyor muyuz, ayrımında olmadığımız kim bilir  neler var, bilisizliğimizdir bizim bildiklerimiz, güneşin içindeki bir uygarlığın ham maddesi; belki de bir düşünce deneyiyiz biz, kobaylarızdır belki de, nasıl bilebiliriz ki, ama görüntülerimiz tekin değil, fareler gibi tuzaklara atılmakla ömür geçirdiğimiz savlanabilir...

 Süt yolunun Orion koluyla, yay yolunun arasında, gökadadaki en parlak yıldızlardan biri olan Eta Karina vardır, dıştaki ana kol olan Perseus ve Avcı'nın uzaklarındaki Beygir Bulutsusu gerçekte bir yıldız fabrikasıdır. Andromeda vardır, akkor gazlar ve bir alkol denizi olan uydular, dünyayı kaplayabilirler. Görünür ışık neyse, karanlıkta görünmeyen bir ışıktır gerçekte, disk yıldızlar, taç yıldızlar vardır, soğuk, turuncu yıldızlar ve öte gezegenler, birer su tacı olan, düşünüldüğünde kendimizi aştığımızı söyleyebiliriz ama evren bir kitapsa, bir virgül bile değiliz biz, bunu anlayabilmeliyiz.

 'Bir gün, paramparça organları, deşilmiş bağırsaklarıyla son insan, ışıldayan güneşin ve yanıp sönen takım yıldızların altında bir başına dolanıp dururken; bir deri bir kemik kalmış, çılgınlaşmış son insan... Uçsuz bucaksız mezarların, dev beton blokların, soğuk putların ve ıssız kentlerin arasında yalnız başına bir küfr gibi dolanırken, şu korkunç soruyu soracaktır; Neden?..'

  Bu tür apokaliptik metinlerin senare ediliyor olmasının yararlı olduğunu söylerler, çünkü özgürlüğümüz için önlem alınmasını salık veren manifestolar gibidir onlar, sanat ya da yaşam bir delilikse eğer binip gideceğimiz şey, ütopyalardaki gibi güneş gemileri olmalıdır diye düşünebiliyorum artık... Şu anda okumakta olduğunuz bu dizimlerin, siz onları okumadan önce yazılmış olması gerekmez mi ama onlar yazılmadan önce çoktan okunmuştu. Sonuçlar nedenlerden öncedir, çünkü nedenleri biz uyduruyoruz. Big bang sonrasında insan ortaya çıktı ve nedenini buldu evrenin; Tanrı!.. Oysa sonuç nedenden çok önce gerçekleşmişti!.. Neden bir yinelemeydi. Tüm gerçeklikler bir sonuçtur. Evren hakkında bildiklerimizin, nedenin (bu dizimlerin yazılması) bir sonuçtan (bu dizimlerin okunması) daha önce geldiğini ileri sürdüğümüzde, yapılması gerekenler açıkça anlaşılır ve güvenli bir varsayım gibi görünebilirlerdi bizim dünyamızda, oysa bu korkularımızın ve güvensizliğimizin dışavurumudur, evren nedenselliğini sonuçta görüyor ancak, elementer dünyamızda olan, olması gerekenden, yani düşünülenden ve nedensellikten önceliklidir hep... Çünkü nedensellik aransaydı evren yapılanabilir miydi, sonuç nedenin kendisidir evrende...

 Son yıllarda, atom altı parçacıkların krallığında, neler olduğuna ilişkin bilgilerimiz genişliyor, araştırmacılar doğru gibi görünen şeylerin ve bazı durumlarda daha çok sezgisel olarak, doğru olarak kabullendiğimiz şeylerin, daima öyle olmadığı gerçeğiyle yüzleştiler. Örneğin, süperpozisyon denen kavramı ele alalım. Schrödinger’in Kedisi örneğinde betimlendiği üzere, kuantum süperpozisyon, parçacıkların eşzamanlı olarak, iki veya daha fazla durumda bulunabildiği veya aynı anda iki farklı konumda olabildiği olgusudur. Bu neden ve sonuç kavramının parçalanmasıdır. Tuhaflık burada bitmiyor. Geçtiğimiz yıllarda, fizikçiler, süperpozisyonun nedenselliğe aykırılık taşıdığını da buldular; olayların nedensel sıraları da süperpozisyon halinde olabiliyor, diğer bir deyişle, tıpkı parçacıkların konumları gibi, olayların sıraları da “belirsiz” olabiliyor, sonuç nedenselliğin önüne geçebiliyor. Çünkü bir kötülük halinde nöronlar ne yapacağına çoktan karar vermiştir ve o kötülük olmadan gerçekleşmektedir durmaksızın.  Küçük, büyükten daha büyüktür, çünkü göktaşı veya tozsu evren onu yaratan parçacıktan doğallıkla daha küçük ya da daha küçük olmak zorunluğunu taşımaktadır. Yaratılan, kendi asal varlığının üstüne çıkabilir mi, bir türevdir o ve kavramsallıkta bir parçadır ne yazık ki ve her şey bir inakla, değişkesiz bir kavramsallık ve batıl bir sonsuzlukla sarıp sarmalanacaktır sonuçta, bilgi bilisizliktir. Bir inaksın sen dedi Talina, gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünde sarıldı bana...

Talina; alın yazısının gerçekliğine vardın dedi sonunda. Alın yazısı nedensellik işlevidir dedim bizim yargılarımızda, son başlangıçtan öncedir oysa, ama ondan önce bir şey daha olması gerekiyor ve ondan önce de bir şey daha. İşte onu bilemiyoruz, öyleyse uvertür, ara geçişler, gerçeğin müziğine yaklaşırken çalan şeylerdir.

Prinkopya gerçek olduğunda onu anlayacağız!..


TROÇKİ

Zaman zaman adayı, kimselerin olmadığı gece yarılarında, ay ışığının ıssızlığında, nice çıldırtılar arasında dolaşırım. Geceleyin beyaz bir at çıkar karşıma, mitolojik çağlardan kalma bir yarı tanrı gibi az ilerde durur, bir yılkı atı olduğunu anlayana dek sessizce süzülür ve geriye dönerek, bulutların arasında yükselir, ayın içlerine doğru, ışık okyanuslarının içine karışarak, yiter gider. Özgürlüğün tanımı budur işte derim... Yollar tanrının yarattığı, uzayıp giden bir yılan gibi kıvrılır, evler sizi gözetleyen canavarlar gibi gözlerini kırpıştırır, sokak lambaları solgun ışıklarını üzerinize çevirerek, gecenin bir Frankenstein'ı, talihsiz ve yazgısına küsmüş bir insanı gibi sorgularcasına, sürgit sizi izleyerek gölgenize eşlik eder. İşte o gecelerden birinde, uzaklarda, sanki yolun ortasında bir bankta, tuhaf bir yaratığa benzer, biri oturuyordu sanki ve belki de yalnızca ben görüyordum artık onu... Yolumu değiştirmek gibi bir ürküye kapılamazdım, gururum bir kez bile incindiğinde, sürgit öyle olabilirmiş gibi bir duygu vardı içimde, giderek yaklaştım o şeye ve bir dönemeçte yol kenarında duran bir bankta oturduğunu anladım tuhaf yaratığın...

Yaratık diyorum, çünkü çul çaput içinde, sanki içine kıvrılıp kalmış, ufacık tefecik ve çaresiz, kimsesizlikten emekli, içine doğru sinmiş ve neredeyse eriyip gitmiş bir canlı gibiydi... Sanrılar ve illüzyon çağlarında, bir insandan başka şey olamayacağı belliydi. İçimden şimdi bu gecenin boşandığı, karanlığın siyah bir zehir gibi aktığı saatte, hiç bir anlamı olamayacağı halde, para isteyecektir bu meczup diye düşündüm. Hiç bir zaman bozuk metaller taşımam, ağırlıktan nefret ederim, kolye, saat, bileklik gibi barbariyan alışkanlıklardan hoşlanmam, başıboş yaşamayı severim, bu durumda dedim kendime, işim zor, şimdi adam kesin bir şeyler ister ama vermeyince, veremeyince sözü gümüşleyecek her zamanki gibi, ilgisizlere ilgisiz tüm evren gibi, bende duymazlıktan geleceğim ve öbür dünyaya kadar bir daha görüşmemek üzere yanından geçip gideceğim. İçimden böyle geçiriyordum ama eceline susamış bir yaratık gibi, ya içgüdüsel korkularımı yenemeyerek, ya beni yok edecek canavara naz çekip, gönlünü almayı umut ederek ya da insafına sığınıp, kadirden, beladan uzak durma düşüncesiyle veya hiç birimizin henüz bilmek istemediği, bilemeyeceği kozmik dürtülerden, evrenin her şeylere yayılmış, ortakçıl genetiğinden süzülüp gelen nedenlerden ötürü, geçerken elimde olmaksızın adama merhaba diyerek, görünürde insanlık özlemiyle, candaşlık, kardeşlik düşüncesiyle bir selam verdim, sessizce başımı eğdim. Dönemeçte olduğum için kör noktada sayılırdım ve doğrucası da Adem'in borcunu ödeyip geçip gitmekti niyetim. İki köşeyi birleştiren dik açının kırılgan noktasında yan yana geldiğimiz anda, fırsatı kaçırmadı adam ve elem ve coşkunun soyutlanabilen tinselliğinde, ateşin var mı dedi ve büyük savaş, varlıkların çarpışması başlamıştı işte, saniyelerle, saliselerin boğuşması bakalım nasıl sonuçlanacaktı...

Bende, bu tip insanlara yarayacak hiç bir şey olamazdı öteden beri, belki de güneşin ilk gününden bu yana, yok deseydim adama, hiç bir işe yaramaz, gün yüzü bile görmemiş biri yaftasıyla kendimi mahkum edeceğimi biliyordum, ayrıca adamın tepkime sessiz kalışı, beni bir ezikliğin içine bulayarak yürüyüşümün dengesiyle dozajını bozacak, gecem artık haram ve harap olacaktı, üstelik adamın daha ağırdan bir tepkisi de olabilirdi belki... Karşımdaki, sanki daha sözünü bitirmeden, hiçte yeri olmadığı halde, sırf lafa tutuşurum, ortamı kaydırıp, yumuşatarak, konudan uzaklaştırırım tasası ve umarıyla; Ne yapacaksın dedim. Çünkü duruşu o kadar içe kapanık ve bir yorgana sarılarak uyukluyor gibiydi ki, ne tütün içebileceğini düşündüm o an adamın, ne de yapabileceği başka bir şeyi... Ateş istemesi, varlığın temas alanına olanaklar sağlayan, tanrısal bir Prometheus öngörüsüydü kanımca, tutuşturan birliğin ortak meşalesi... Adam iyi biriymiş, duymasam da olurmuş gibi usulca, tenekeyi tutuşturacaktım dedi, o zaman anladım bacaklarının arasında duran bir teneke olduğunu, yarı karanlıkta, yarı gölge konisinin içinde, hiç bir şey tam olarak görünüp seçilmiyor ki, teneke kurumuş bir ağaç gövdesi gibiydi, adamın uzun boyu, sanki biricik dalın devamını andırıyor, yanına koyduğu çar çaputun içindeki yumru, uyuklayan bir kediymiş gibi düşlere kapılıyordu insan, sabah olunca bu adamın yerinde yeller esebilirdi inanın, dünya değil, dünyalarımız vardır bizim...

Adamcağızın zararsız biri olduğunu anlar anlamaz, dengeyi daha bir korumak adına, özveride bulunmaya karar verdim ve bankın bir ucuna anında ilişerek, hava o kadar soğuk değil ama dedim. Ateşle bir ilişiğinin olduğunu hemen anladı sözümün. Böylesi bayağı keyifli olurda ondan dedi. Söylediği şey o kadar mutlu etti ki beni, gerçekten gecenin bu saatlerinde yanan bir ateşin çevresinde oturmak, düşlere dalarak bir söyleşiye kapılmanın sonsuz ve eşsiz hazzında zaman geçirmenin, unutulmaz bir zevk olduğunu, bu denli iyi anımsayamazdım. Çocukluğumda yaşlıların ateşin önünde uyuklayıp düşlere daldığını bilirim ben. Ateşin içine düşerek yanıp tutuşan, küllerinden doğanın olduğunu da söylerlerdi şakayla karışık. Ateş geldiğimiz ve gittiğimiz yerdir, cennet diye bir yerde yoktur, olsa olsa salt dünyamızdadır o tür şeyler ne yazık ki... Cüretim arttı ve inisiyatifi ele geçirir gibi, sohbetin ateşi tenekeden daha iyi ısıtır geceyi dedim, doğruluğunu ya da eğriliğini pek düşünmeden, adam güldü sessizce, boşluğun içinden, konuşmak için can atan, kendisinden daha garip biri geldi diye düşündüğünü var saydım artık ve son kozumu oynayarak dedim ki ona, buralarda Troçki'nin kaldığı köşk varmış, hangisi o dedim... Adam hafifçe ciddileşti ve ilk kez yüzüme bakarak, gece orasını görmek ne işine yarar ki dedi, ürperdim birden, adamın karanlıkta yüzü yok gibiydi neredeyse, yine de konuşmamızın akışına güvenerek, tamam ama herkes bir yeri gösteriyor ne yazık ki dedim, daha önce şurada kalmış, sonra şuraya geçmiş, o ilk geldiği yermiş, burası son kaldığı yer, sanki Troçki hiç yaşamamış da, bir masal, bir efsane uydurulmuş gibi... Adam bana doğru daha bir ciddi baktı artık ve sohbeti karıştıracak, düşünsel çatışmaları başlatacak ilk vaazı verir gibi inlercesine bir ses çıkardı; Bu dünya uydurmadır dostum!.. Gerçekler düştür ne yazık ki diyerek, konuyu saptırmak istemedim. Dedim ki ona, Troçki kaotik düşlemlerden, ikicil varsayımlardan arınamamış biri, sırf kendi doğrularına inanmış olsaydı bulunduğu noktada, daha başarılı olurdu, ama kitlelere, daha doğrusu tüm bir insanlığa kulak verdi o ve yenildi. Doğrunun doğruluğu değil, doğrunun kitlesel karşılığı öncel sayılmalıdır yaşamda, çok karışık bir konu ama tüme varım, tümden gelime zaman zaman hükmedebilir, tersi de olabilir belki, basıncın değerlerini iyi hesaplayan ve göstergelerin tümünü gözlemleyip, sonuçlarını öngörebilenler, doğruluğun doğruluğuna da hükmedebilirler artık dedim. Teori deniz gibidir ama dedi, pratikse ağa takılan balıklar...

Güldüm hafifçe, politize pratikleri bu denli peyzaja dönüştürmenin cezasını o da çekti, bizde aynı şeyleri yapıyoruzdur belki, ama karşımızda tepki verecek bir kitlesel dalgalanma, bir sayıklama olmadığı için Diderot'dan daha vurdum duymazız. Sözlerimi anlamazlıktan gelmiş gibiydi, insan düşüncesini kendisi belirleyemez dedi, bir yenilgi, bir sürgün, bir zafer, bir beraberlik, bir rüzgar, bir gün batımı, bir kavga, bir ziyafet ve bir arkadaşın toplamıdır düşünce... Okumak, gözlem, yaşananlar, düş gücü filanda var diye ekledim. Troçki'nin yitirdiği düşünceleri değildir, verimlerin dünyevi karşılığının pratikte gerçekleşme olasılığına oranla yetersizliğidir bizi kederlendiren dedi. Burjuvalar onun yanında yer almış ama, oyun içinde oyunun içinden çıkmak zor olsa gerek... Düşünce ele geçmez gerçekte, lunapark oyuncakları gibidir diye sürdürdü, kaygan, akışkan, bir çukurda biriken, bir tümsekte dağılan; sonra düşünce öyle sonsuzdur ki, bizim düşünce sandığımız şey bir gölgeye bakarak ürettiğimiz çırpıntıyla, kırıntılardır, Platon'un mağarasında sözü edilir açınlar gibi... Kırıntının kırıntısıdır belki de diye sözünü tamamladım... Troçki dedim, böyle günah çıkartıyor mudur artık bilinmez... Troçki onun gerçek adı bile değildi, momentumdur bunlar dedi. Yaşam, tinsel eylenimler, düşüncelerimiz, konkav dünya, bezdirici eylem ve saltık evrenin som varlığı, sonsuz bir çatışma ve uyum içinde dalgalanan töz yığınlarıdır gerçeklikte, var oluşumuzun anlamını arayıp, bulmak için çabalarız sonuçta, tekillikse burada düğümlenir, yenilgilerin ve zaferlerin bir değeri yoktur zamanın akışında, sonsuzlukta her şey başladığı noktaya dönecektir, bu zorunlulukta tüm kutuplar birleşerek, bütün ayrılıkların ve bir olmaklığımızın; tanrının enstrümanları, varoluşumuzu hükme bağlayan organları ve sürgit genleşen tinselliğimizin kaotik yansımaları, göksel sayılabilecek bir geotizmin türevleri olduğu anlaşılacaktır. Tanrıyız biz gerçekte ve onun sonsuzluğa uzanan uzuvları, yürek atışlarıyla, kıpırdanışlarımızın kanıtıdır dedi. Bambaşka iki kişiyiz biz yine de dedim gülerek, enternasyonal birleştirecek bizi dedi bir kahkaha atarak, sesi havada çınlayarak sanki geri gelmişti. Troçki, tüm insanlık için çözüm aramıştı, bir bütünün parçası, sağlıklı bir yapı izlenimi verdiğinde, bir domino etkisi yaratıp ya da Şahghay rüzgarı gibi bütün dolayımları sürklase edemeyecekse eğer, parça başladığı noktaya geri dönmek zorunda kalacaktır diye sürdürdü. Gerçekliğin bütüne karşı düşünülebilecek kapsantısı uğruna, parçanın sağlıklı ve tümsel bir yapıya bürünmesinin genel geçerliği öngörüldüğünde, sızmalar oluyorsa ortaya konulanın bir deney safhasında kalacağı bellidir, yarı cennet, yarı cehennem ara duraklardır, bütünsellik söz konusu değilse, tamlık sağlanamadığında hiç bir edimimizin pratik yansımasından söz edemeyiz. İlkeliz biz, bir yapıntı bile değiliz, oluşmaktayız ve bir otomat sayılmalıyız, aşamalar bütününde ilerlemeliyiz belki de, evet ama bir paradokstur bu ne yazık ki, bizi daha vulgerize edebilecek bir gelişme ya olduğu yerde kalmalı ya da tümümüzü kapsayan bir dönüşüme varmalı, öylece sonuçlanmalıdır. Doğrunun ne olduğuna tanrı karar verecektir. Sonuçta, uzuvlarımızın tüm bir bedeni yüklenemeyen, sürükleyemeyen davranışları, hükümsüzdür, geçersiz sayılmalıdır, türün öbür bireylerini kapsamayan her restorasyon, bir canlandırmadır, hiç olmamış gibi bir eylemle sonuçlanabildiğinde edimlerimiz, görü neyi gerektiriyorsa o olacaktır ve artık bizi bir düş kırıklığı bekliyordur kaçınılmazlıkla...

Öyle olduğu, bırak geçmişin devinimlerini, senin varlığından bile belli diyecektim ki, belagata düşmekten korktum, su yollarının belirsizliğinde, günoğulculuğa sapmaktansa, adamın sakınmasızca dile getirdiği düşüncelerinin, geceyi aydınlatmaya kalkışmasının, saygıdeğer olması gerektiği kanısıyla, sessiz kalmayı yeğledim. Bir boşluğun süzülerek aramızdan geçip gitmesiyle, düşünceleri, sonsuzluğun hükümranlık yayan görkemine yenilmiş gibi, derin bir iç çekti adam ve gel sana Troçki'nin kaldığı köşkü göstereyim dedi; gözüme giderek dev gibi görünen adamın, çar çaputun içinden çıkınca, çelimsiz, ufak tefek biri olduğunu gördüğümde, sürüp giden düşünsel atışmalarımızdan utanır gibi oldum, keşke dedim yalnızca adam konuşsaydı da salt dinleseydim, kim bilir neler söyleyecekti, doyunca içini dökecekti belki de, pek fırsat vermedim adama çünkü, karşılıklı diyalog, ne de olsa yarım kalmış hamlelerin yığınından, bir eksiklikten doğan şeyler, keşke sessiz kalarak, adamın sırf kendi düşüncelerini aktarmasını sağlayıp, dikkatle dinleseydim, şimdiki zaman diye bir şey yok ki, evrenin 'kozmik karmaşasında', çelişkiler içinde hepsi yiterek, geçip gitti işte... Karanlıkta geniş yolda yalpalayan iki sarhoş gibi yürümeye başladık. İnsanın biri dedi, bir gün bütün dertlerinden arınmış, ağrısız sızısız bir güne uyanmış, meğer birde bakmış ki öbür dünyadaymış...

Düşüncelerimiz sonsuza dek bir azlık içinde barınacak, yetersizliğini koruyacaktır, maddenin sakınımı dediğimiz budur işte, düşünce kendisini üreten bağlaşıklıktan, çoğaltıcı, yayılmacı varlıktan hiç bir zaman kendini kurtaramaz, o bir hiçliktir eşya için, bu yüzden varlık kendisine inanmak zorunluğu duyar. Düşünün ki, en usa sığmaz başkalaşım bile, kendisinin bir türevi olmak zorundadır sonuçta, o kendisini yadsımış olduğunu, yoksamış olduğunu, hiçlediğini var saymış, öylece düşünmüş olsa bile... Gecede kızıla boyalı bir köşke vardık, ay ışığının, uzaktaki denizi aydınlatan, suyun üzerinde inip çıkan parıltısında; yakamozlar kızıl ordu gibi dalgalanıyordu. Burayı gelip geçerken görüyordum ama sessizlikte ürkütücü ve göz alıcı bir yapının dibinde durduğumuzu anlamıştım. Adam beni çekerek aşağılara sürükledi, köşkün içlerine dek sokulmuştuk, orada dalgalanıp duran bir denizle, bir sandal vardı, bin dedi, 'carpe diem' nasıl olsa, Horace dedim, Horace'ın dizesi bu, bir çırpıda şiiri okudu... '

'Günahtır alınyazısını kurcalamak, Yıldızlardan geleceği okumak, Lekenoe; Başa ne gelirse katlanmak, en iyisi. İşte kayaları kemiriyor Tiren denizi; Belki yeryüzünde bu sonuncu kışımız, Belki de yaşanacak yıllar vardır önümüzde; Bilgeliği elden koymamaktır, en iyisi. Madem ki sonumuz ölüm, şarabını süz, Uzak umutlara bel bağlamaya gelmez; Konuşurken bile zaman geçip gidiyor, İnan ki gününü gün etmek, en iyisi.''

Koltuğunun altından bir şarap şişesi çıkardı ve denizin ortasında içerek kutsadık üzüm kanını, sonra bir şeyler fısıldayarak ağzını kapattı şişenin, denize bıraktı. Belki bir gün Odessa'da bizimkilerin, mujiklerin eline geçerde dünya yeniden kurulur dedi. Kuşkuya yer veremezdim kendimde, olanaksızdı bu ve Odessa konusunda ağzımı bile açmadım!.. Deniz dalgalanıyordu, ay ışığı sanki suyun içine bıçak gibi giriyor, sonra şıpırtılarla, balıkları uykusundan uyandırıyormuş gibi, küçücük şeyler çırpınarak, çevremizde dönüyordu, köşkün karanlığı içinde kayığı kolonlara bağladığımızda adam, sana güle güle dedi... Şaşırdımsa da belli etmedim, yalnızca gene görüşürüz iyi günler sana da diyebildim.

Alacakaranlıkta, yol neredeyse aydınlanmıştı... Ada'nın zararsız köpeklerinden biri hızla yanımdan geçti, garip bir mutlulukla dönüyordum ki, bu adamın Troçki'nin kendisi olabileceğini anladım birden ve ıssızlıkta omuzuma biri dokunur gibi oldu, döndüğümde, kapkara, dev gibi bir gölge karşımda duruyordu... Bu dünyada ölülere salıncak kurulamayacağına göre, yaşananlar bir düş müydü, gerçek miydi o günden beri anlayabilmiş değilim!..




ADA / MİMOZA

Bahar geliyor...
Haiku kokuları sardı ortalığı...

'Daracık girintide / birbirinin aşığı / iki yayın balığı'

'Tan ağardı / ikimizi esir aldı / ötüşen çayır kuşu...'

Basho mudur bilinmez, onun tankası hüzünler saçmış...

Elveda deyip, buralardan gidince ben, ey evime komşu erik ağacı, her bahar çiçek açmayı unutma...'

Ah, o yürümeye başladığında adanın manzarası değişirdi. Ada'dan söz ediyorum, adıydı Ada, baharın sevdalısı... Ne yürüyüşler yapardık onunla, Aya Yorgi, Eskibağ, ıssız koylar, terkedilmiş kiliseler, uçurumlar, öyle giz dolu yerler vardı ki, denizler ve martılar aşağılarda kalırdı, bir uzay yolcusu gibi kalakalırdık dorukta ve öylece izlerdik dünyayı... Süzülen kuşlar, yeşil yamaçlar, aşağıda koyun içinde, çırpınan, yüzen, birbirine sarılan insanlar... Aya Yorgi'ye çıkardık sık sık, neden bıkmazdık oraya gitmekten diye düşünürdüm hep, kimselerin karışmadığı özgür bir yer miydi, ruhani havası inançsız kulları bile sarıp sarmalar mıydı, her mevsim çiçekler mi vardı...


Çıkarken, hiç konuşmayalım bir araya gelemeyiz sonra derdim (hiç konuşmadan çıkılırsa dilekler kabul olurmuş), gülerdi, kiliseye girer, resimlere bakar, yazıları okur, orada eski küçük saatlerden oluşmuş, mekanik tabloya göz gezdirir, imgelemde, bu garip enstalasyonun, antik görünümlü sanatsal işin amacını arardık hep. Benim için orijinal saatlerin oluşturduğu bir gizemdi o, ama Ada, sanat derdi, amaçsız bir eylemin dışa vurumu olmamalı, zamanı simgeliyor bu, ondan öte, yaşama bağlanmanın, onu değerlendirerek yaşamanın buyruğu var. Saatler geçiyor bakın, siz durduğunuzda zamanınız kalmayacak, öyleyse inanın, kendinize inanın, çiçek koklayın, şiirler yazın, yürüyün, sevin, sevilin, arayın, bulun, sunun, çabalayın... Ve olmazsa olmazımız işte; Yaşayın!.. Biraz mutlaklaştırmasak derdim Ada'ya, oda hayır derdi mutlaklaştıracağız, yaşam kendini saklamamalıdır!.. Oradaki küçük bahçeyi dolaşırdık, büyük kayayı saran yaban gülü, minicik, mavi renkleriyle bizi büyüleyen sarmaşık, köşe bucağı dolduran, permalı bir kadın başını andıran coşkusuyla fesleğenler, kadife çiçekleri ve aşağıda çam ormanlarının ötesinde uzanan dingin, sonsuz mavilik... Kilisenin taşlı yolundan her inip çıktığımızda, renkli iplikler yol gösterirdi bize, tepeye kadar uzanan ve yaşam yoldaşınızı bulacağınıza işaret eden büyü... Bir dilek dna'sı... Faytonların bizi beklediği büyük alana gelirdik, bir kerecik binmiştik onlara, ayağı yaralıydı atın ve inmiştik görür görmez, yetimhaneye gidiyorduk, terk edilmiş kilise, görkemli ahşap yapı, artık avlusunda, başka dünyalardan gelmiş gibi, bir kaç tavukla horozun dolaştığı, sessizlik içindeki yıkıntı, ölümü haykıran anıt... Ada bir Rum çocuğu olduğunu söylerdi gülümseyerek, bende gülümser, yürüğüm ben, dağ köylüsü derdim, bir kahkaha atardı... Bir gün adaların tarihini anlattı bana, evvel zaman içinde adı Cin adalarıymış buraların, yerleşim olmadığından sanırım, gece mehtapta önünüze karanlık, kocaman tepeler çıksa ve içinde ellerinde meşaleyle, dolaşıp duran Tarzanlar olsa ne dersiniz, Bizans prenslerinin sürgün yeriymiş gerçekte, Prens adaları demeleri bundan, Christmas çağları başladığında Keşiş Adaları'da demişler, sizler, toprağı kızıl renkte olduğu için Kızıl Adalar adını vermişsiniz... Küçük adalarda akarsu ve göl bulunmaz ama derdi, yalnız çiçekler vardır, mimozalar dedim ona, saçların gibi, mimozalar vardır... Vordonos adasından bakınca, yanıp sönermiş mimozalar, gülerdi, düşlemek güzel şeydir derdi. Bir gün yetimhaneden yukarı, adsız manastıra çıktık, orası her iki tarafa bakan ve sürekli güneş alır bir yerdeydi, arı kovanları vardı az ilerde, vızıltılardan geçilmiyordu. Ada kovanlara yaklaştı ve balları biz üretiyoruz, zaman zaman gelir bal sağarız burada dedi, ilerde bin bir çeşit çiçekler, küpeler, aslan ağzı, kedi tırnağı bile vardı, kır masalları...


 Ne güzel bir yerdi yarabbim bu ada, çiçeklerinden taç yapardım Ada'ya, uzanırdık Sedef'e doğru, o tuhaf, ıssız adada hayat var mı diye, bir kıpırtı arardık. Yollarda faytonlar eşlik ederdi herkese, tüm kuşlar vardır adada, arı kuşu, keklik, martılar, karabatak, kargalar, ada kınalısı, ispinoz, serçe, nar bülbülü, güvercinler, saksağan, sığırcık, ağaçkakan, saka, bıldırcın, çulluk... Yabani kazlar bile görülür. Aya Yorgi'ye yakın, tamda kuş gözetleme kulesinin tepesinde bir leylek yuvası vardır. Bir gün, bir sığırcık korosunun yukarda ada biçiminde uçuşarak, çığlıklar attığını ve aşağıdakileri selamladığını görenler var, bir daha olmaz mı dediğinizde o günler geride kaldı diyorlar!.. Kayalara oturmuş, gün batımını izliyorduk Ada'yla, tanrı tandan gelir bizim dilimizde, gün doğuran demek dedim, sizde ne anlama gelir, hiç unutmam, tanrı bizde unutmak anlamına gelir dedi, her şeyi, şaka yapıyor sandım, hiç sesimi çıkarmadım... Ama bahar geldi işte...

'Yokuşlarda, / Bahar çılgını koku. / Çiçekler içindeki yolcu!..'

'Ruhum darmadağın oldu, / Leylakların kokusu, / Yola sarkınca'

diyebilmek için can atıyor insan, Ada'yı arayayım dedim, yarım kalmış gezilerimizin ruhunu tamamlamak, bir nebze özgürlük tatmak için, telefonu kapalıydı, açılmıyordu nedense, geçenlerde, ortak tanıdığımız Niko'yla karşılaştım, kadim adalı, gitti o dedi, eski günlerin özlemine dayanamadığı, yalnızlığa katlanamadığı için, çekip gitti sanırım, nereye diyemedim, oysa bana, artık bütün yalnızlıklar benimdir diyordu. Yalnızlıklar bizim olsun, mimozalar bizde kalsın diye bağırıyordum bende, tepelerden aşağıya, denize... Şimdi, bir ağa dolanmış yosun gibiyim. Hep gülümsüyordu... Dostluğumuz, anılarımız kadar -kısacık- sürecekmiş, bilemedim... Bu dünyada özlem zincirleri neden böylesine kopar, ayrılıklar neden bu denli kolayca gerçekleşir tanrım...

Gözyaşlarımla, dolaştığımız yerlere, o tepelere gittim, oturdum ve uzaklardakine sessizce, sitemle, yalvarıyla o şiiri okudum...

"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin, "bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet''. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede. Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. -başka bir şey umma- Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de''.


FREELAND

Kuşluk vakti kalkar ve çayır köpeğiyle adayı dolaşırız. Bir rutin bu. Bir kadeh örümcek şarabını yudumlamadan sokağa adım atmayız, bir kuyruk sallayan eşlik eder bize, ötücü kuş, hiç gördünüz mü, uzun çatal kuyruğu, salıncak gibi sallanır durur, pek ürkek değildir, aradaki sınırı, yaklaşma aralığını geçmedikçe havalanmaz, güzel ötüşlü ve siyah beyaz görünümde, belki serçegillerdendir, simetrik bir kuştur, siyahı beyazı ayrık ve mimarisi belirgin biçimdedir, yalı çapkını gibi, adada bir Kaknus kuşu varmış, rengârenk, Hint güzeli, henüz kimselerin gördüm diyemediği, kuyruk sallayan ben ona aşığım dedi, çayır köpeği, işaret feneri gibi salınman boşluğa bir serenat o zaman demez mi!.. Hasetlikle dostluk kurmaya kalkışma, imalarla kalp kırma, yol alma; bir alışkanlıktır bu, canlılara özgü... Kuş yanıt verdi, konuşurken titreyişin, hiçliğe duyduğun bir kin olmasın dedi, söyleşiler kutuplaşmalarla kıvamını buluyor dedim, neyse ki güldüler!..

Geçenlerde ormanda bir Horus atmacası çıktı karşımıza, imparatoriçemin bahçesinden kaçtım, sizinle geleyim dedi, çalılıktan doğru bir kobra yaklaşıyordu, benimle gelmelisin dedi, onunla kol kola yitip gitti, kuyruk sallayan dedi ki, iyi ki gelmedi, çağcıl, modern yaşama uyum sağlayamazdı!.. Orman cinleri göz kırptı, Dülger balığı başını salladı. Komşumuz İspati Bey dedi ki, ıhlamur ağacında yaşar kendisi, Maden tarafına gidelim bugün, neden dedim, orada ne var, maden kuyusu mu?.. Yok dedi göz alan ağaçlarla dolu, mimozalar, akasyalar, manolyalar... Küçük yalanlarla yaşamak senin içinde sevince olmuş, manolya göremedim adada... İnan ki dedi, doğru, bir şeyin kendini tanıtlamasının yolu, o tanıttan yoksun olmasıymış günümüzde, biricik mottomuz bu, ada var ama manolyası yok, ada böyle olur mu...

Anlıyorum da şiir için ne diyorlar biliyor musun, sözcüklerle yazılır, Mallarme diye bir su kelebeği söylemiş, oysa şiir sözcüklerin neredeyse hiç olmadığı, bir tür hiçliğe, Nirvana'ya ulaşmakmış gerçekte... Hani şiir sözcüklerle yazılırdı, demek ki sözün en aza indirgendiği, belki sıfırlandığı sanat dalına şiir deniyor, tanıtından yoksun olmayan şey, çağımızda bir biriciklik olarak kendisi olamıyor artık. Kızdı herhalde yeşil kurbağa, şiir matematiktir diye bağırdı, peygamber devesi, matematik dedi, yoksulları sömürmenin bilimsel yolu, bir açın ama, kesinleme değil, ah dedi kurbağa şairler müşriktir, lanetlidir zaten, araya karıştım, Cibranlar ya hep konuşmalı ya da sonsuzca susmalıdır!.. Susmak bir tür konuşmadır kimi zaman ama konuşmak susmak değildir, çünkü bir devini, bir eylemdir, yeryüzü giderek eskinleşir, dağlar düzleşir, ırmaklar kurur, denizler çekilir, ovalar çölleşir ama yalnızca söz, tanrı kelamı zamanın akışında yükselir, ululanır ve göklerin yüceliğine bürünür, çevreni sarar ve yeni yalvaçlar, yeni tanrılar sarar dört yanı, yeni exoduslarla, türeyen kutsanmış canlılarla yeryüzü yeniden kurulur...

Bir kişinin yarattığı bir imge kimseyi ilgilendirmeyen, anlamsızlık denizinde yüzen bir imgedir. Dünya bir imgedir, onu anlasın diye yaratıldı insanlar. Önce söz vardı onun için, anlam... Bir söz söylemek için o olmak gerekirdi, o olmak için bir söz söylemek gerekirdi... Epeyce uzattın, sen frambuaz mı yedin, ne derdin var dedi uzaktan bir gambot, denizin ortasında duruyordu, belki manolya vardır adada, bir gizencin tutsağı olmak, manolyadan daha çekici, Sinbad'ım ben dedi sonra oda ne demek, dinlemedim dedim ki, bir meselde yazdığı şiiri, hep bir öze -arınma- indirgeyen ozan, sonunda tek bir sözcüğe kalır ve çıldırmanın eşiğinde onu da yitirir, beklenen olur ve canına kıyar artık, ıssızlık ve sonsuzluğun sesi, bu yaşamdan alır götürür insanı, bazen öğle sıcağında kovuklarda, tepelerde duyarım onu, korkuyla aşağılara iner kalabalıklara karışırım, gene de şu yaşamda, ölüp gidenlerin sayısına bakıldığında anlaşılır bir durum...

Yollarda bizim gibi yürüyüş yapma saplantısı olan Arap tavşanıyla karşılaştık, sabah çıkarız ama zaman sanki geriye döner adada, şimdi yarı karanlıktayız, ama az sonra güneş açabilir, zaman sarhoş sanıyorum burada, nasılsın dedik doğallıkla, dedi ki, çölü özlüyorum, buraya taşındım, sonsuzca temiz hava, kum fırtınası yakmıyor, yeşilin sevdası sular, enginlik her yerde ama varlık öncelikle kendi doğasında yaşayabilmeli, hiç benzerim yok, daracık dünyamız, kısıtlı çevre, evet birbirimizi tanıyoruz ama derinliğimiz yok, bir kaç kanguru, Peru'dan jaguar, Kalküta'dan bir piton filan olsaydı daha mutlu olurdum inanın, iyi dedik, iyi de, piton senin düşmanın değil mi, evet boynuzlu engerek, kobra hepsi düşmanım ama, aynı habitatın sürüngenleri onlar, toynaklılar, firavun faresi veya bir zıplayıcısı olması otomatların, daha mutlu ediyor bizi, yeni bir çevrenin azizliği ve olanlarla yetinmemenin aczi bizi nevroza sürüklüyordur belki de... Anlamak için yaşamak gerekir, ölüs şeyler bizim için ne yazık ki dedi İshak kuşu... Öteki sürdürdü, gerçekte dedi, mutluluk türleri var, beğencemiz biriyle buluşuyor, mutsuzluk ya da mutluluk bir oran ya da bir paydaşlık; oradan geçen bir su samuru, sen dedi faytona bin, atlar sana iyi gelir, tavşan, kişniyorlar mı bari dedi, çayır köpeği araya girdi, hiç duymadım!..

Olmadı dedi tavşan, olacak gibi de değil... Bir Ağaçkakan öttü dallardan, sanki çınladı; göçmen kuşlardan biri, ne kadar gezsem, denizler aşsam, yurtluklar dolaşsam, yine de mutlu olamıyorum diye yaşlı bir akbabaya yakınırmış, akbaba ne dese iyi, her yere uçabilirsin ama kendini götürme demiş!.. Biliyorum bu meseli dedi tavşan, ah dedi yukardan ağaçkakan, bilmek yetmiyor artık, işte bütün sorunda bu!.. El salladık tavşana, ara sokaklarda kayboldu, çayır köpeğinin gözünden bir damla yaş süzüldü, kıyılara geldik, su akrebi bizi bekliyordu, masasında bir tabak yosun ve iyot kokteyli vardı, almaz mısınız dedi, sağ olasın diyebilirsek en güzeli dedik, bağdaş kurmuş, incecik, çoban aldatan gibi kuyruğu, köpeğe bayağı yakın duruyordu, toplar mısın dedi, akrep güldü, dostta olsak önlemi elden bırakmıyorsun utan, köpeğim şakadan anladığın gün dost olduğumuza inanacağım dedi. Ötelerden bir kaplumbağa geldi, kıyıda durdu, her gün iki çift laf etmeden gitmezdi, denizin hükümeti artarda patlamalar olunca düştü, yeni kabine kurulacak dedi, mercan balığı yeni önderimiz olacakmış, akrep, çok süslü püslü biridir o, göz boyamasın ötekiler gibi dedi, masamıza doğru gelen bir ağaç kertenkelesi, dışsatım düştü, ekonomik darboğazdayız, yeni hükümet bir an önce kurulmalı dedi... Bir ağustos böceği öttü ama sesin nerden geldiğini bilemedik, nisan yağmuru çiseliyordu!..

Öğleye devrilmişti gün, Yorgi tepesindeydik, Samuray örümceği diye acayip, sekiz ayaklı biri geldi, çok çalımlı yürüyor, Yorgi tepe demek dedi, tepe tepesindesiniz siz, araştırmadan inanmamak gerekir dedi çağıldayan suların tek Ornitorenk'i, ördek gagası gibi ağzıyla gülerek, tepede en çok kuş ve yılan görülür, biri uçarak, diğeri sürünerek gelir oraya, günün dilemması bu mu dedi ayak altında dolaşan Opossum, şişe burunlu Yunus, inanın bunun adını çok seviyorum opsiyon dercesine, ilgi duyacağımız şeyleri Opossum olmadan tartışmak istemiyorum ben dedi, sırf adı yüzünden, saçmalama dedi toprak kenesi, felsefe için en olgun ortam, su canlısı, şişe burunlu Yunus gibi birinin aramızda bulunmasıdır dedi, Yunus dik dik baktı, haftalık olağan tartışmamız için burada bulunuyoruz, felsefe, gerçekliğin alabildiğine, usun sınırlarını aşan soyutlaması, kesin sesinizi dedi balon balığı varlığın başlıca konusu felsefe zaten. Yapayalnız çıtkırıldım bir ispinoz, ilk kez konuştu, biliyor musunuz Einstein valesi bir gün demiş ki, varsıllık hiç bir işe yaramaz, mülk bekçiliği, duvar dipçiliğidir, İsa, Musa ve Muhammet'i para çantasıyla düşleyebileniniz var mı, gelmiş geçmiş tüm alaverelerin toplamı, şu yusufçuğun uçuşundaki zarafeti aşacak gücü gösterememiştir. Ötelerden bir Sumru kuşu lafa katıldı, kutup martısı, Cermen dillerinde dedi, van, von gibi şeyler soyluların alabildiği eklermiş, şimdi van Gogh'un yoksulluk içinde ölüp gitmesine ne demeli; sultan tatlısı yemeli dedi muştu böceği; mimozalar açar açmaz görünürmüş, belki de yalan dedi çiçek satıcısı, bakın dedi her yineleme yeni bir imaya yol açıyor diye düşünmemeli, bulunduğumuz noktadan ayrılamıyoruz biz, hala ilkeliz ve törpülenmedi pençelerimiz henüz!.. Ne ki umutlu olmak klişeyse, buda bir klişe dedi tanrı, ilk kez söze karıştı, çıkışımız ne olmalı dedi adanın tek saksağanı, herkes birbirine baktı!..

Gezintimiz bitmedi, kerkenez, deniz gergedanı, hipopotam, elephant (bak buda aşık demekmiş!), Yağmurcuk kuşu, sülük ve Pekin ördeğinin düğününde olan biteni anlatacağız bir gün!.. Çayır köpeği bir şiir okuyacakmış, adada yaşayanlar adına, tavşan dinlese iyiydi, bir deniz Robenson'una yazılmış...

 ''O her zaman denizlerle kuşatılmıştı, onun bilgeleri, / Saksonlar, kimdi ki adı okyanustan doğanlar / Balina Yolu, böylece birleştirici iki şey / İki büyük şey görkemli ispermeçet / Ve sonsuz denizlerin çapası. / Denizler hep onunlaydı. Zamanla gözleri / Hep büyük sularda büyülü okyanuslarda kaldı / Zaten onun çılgınca özlemleri vardı / Denizleri sulamak cehennemi okyanusları tasarlamak, / Ve kimilerinin ilkinsil örneklerini sunmak. / Bir adam yeryüzünün sularına kendini verdi / Ve emeklerinin altın rengi dalgalarda eridi / Ve o kızıla bulanmış zıpkınlarla çekerek getirdiği / Ejderha'lar ve kımıldayan ürkütücü kumlarla geldi / Ve onun geceleri ve sabahlarının sevdası okyanus dolu / Ve ufukta bekleyen yazgısı pusuda ve yosun kokusuyla / Ve yürekli dev dalgaları aşmış olmanın mutluluğuyla / Ve Ithaka'ya ulaşmanın haz dolu ulaşılmazlığıyla. / Okyanuslar fatihiydi, hep göğsünü gererek yürüdü o / Yeryüzünün dışındaki hangi dağlar büyümeye / Ve hangi haritalar belirsizliğin kollarında / Uyumaktalar bir pusula gibi zamanın sessizliğinde. / Bahçelerin gölgelerinde gizlenerek bu mirasın / Melville kulaçlıyor Yeni İngiltere'nin akşamlarını, / Ama azgın deniz onu yine kollarına çekecektir. Onun / Yüz kızartan adını yerlilerden alan / Peguod'un bu uslanmaz gözü dönmüş kaptanı, / Kaosun tanrısı Okeanos'la, onun yeri göğü sarsan haykırışları / Ve dizginsiz beyazlıklar ki nasılda nefret üretir, kusturucudur. / Olağanüstü bir masaldır o. Deniz yaratıklarının çobanı Proteus'dur''.



DR. MORO'NUN ADASI

Gece yarısı yıldızlara bakıyordum, titrek sokak lambası puslu, ölümcül bir koku yayıyordu sanki, birden üç başlı bir kadın geçti sokaktan, hiç görmediğim kadar kara saçlarıyla, gölgelere gizlenerek ilerliyordu, uzakta bir çöp konteynırının yanında, kurt başlı bir boğanın onu beklediğini nerden bileyim, orada çiftleştiler ve sanki birden yok oldular...

Buna benzer söylentiler için ahali bana şunu anlatmıştı, yukarda en tepede bir 'Çiftlik' var, gündüzleri içerdeki görkemli taş binada bir ruhban okulu hizmet veriyor, geceleri ise duvarlarından, kılıç sularının sızdığı dehlizlerde tuhaf çalışmalar ve gövdesi bulutlara, kökleri yeraltına doğru uzanan kulelerin, penceresiz laboratuvarlarında dinmeyen iniltiler ve çığlıklar...

Başka bir gün gene balkondaydım, başsız ve kuyruksuz bir fil belirdi, geriden doğru ilerliyordu, kör bir gigant nasıl hareket edebilir ki, bu kez aşırı korkmuştum, korkmaz olaymışım, yerin altından sanki bir solucan, su akrebi geçti, sokak bir baloncuğun içindeymiş gibi yükseldi ve sonra yine eski halini aldı, zelzele olmuş gibiydi ama çevrede kimsecikler yoktu. Bir gece yine uyku tutmadı, neler göreceğim derken, ay kuzeyden doğru kızıl bir orak gibi yükseldi, hançer ağzı gibi parıldadı, delirdiğimi sandım, ama az sonra sokaktan dev bir atlı geçti, at ve adam birdi, ne inen vardı ne binen, peşlerinde yolu pençeleriyle kavrayıp, kar kristalleri gibi süzülen bir cüceler ordusu eksikti, başka kimse yok mu gören diye bir deli cesaretiyle sokağa fırladım, ne varsa yok olup gitmişti, uzaklarda balkondan bir kadın el salladı, karanlıkta bir gölge oyunu sandım ama gerçek mi diye el sallamayı düşünüyordum ki, oda yitti, buhar olup gitmişti...

Yalnızlığın oyunları bu diyordum artık, kahvehanelere gitmeye karar verdim, yalnızlık ancak ucuz kahvehanelere yenilir, daha kapıdan bile girmeden, merhaba bile demeden, hoş geldin demezler mi, geç saatlere kadar söyleştik, bu kez bir şey görmeyeceğim dedim, kurtlarımı dökmüştüm, geceleyin tatlı bir uykuya dalmıştım ki, 'Çiftlik'ten geldiler ve biz Gezegeni Kurtarma Cemiyeti'yiz dediler, kapı bile çalmadığı halde nasıl girdiler hala anlamış değilim. Bir masanın çevresinde toplandık, sana dediler mutluluk verelim, hemen anlamıştım ne demek istediklerini, altta kalmaktan hoşlanmam, bütün sorun bu mu peki dedim, evet ama sorunları algılama biçimin değişecek, madem ki öyle verin dedim, bir çip yerleştirdiler sırtıma, o günden sonra gülümseyen adam olmuştum, bir ay sonra çıkaracaklarını söylediler, doyma noktasına gelince volfram molekülü, kan dolaşımında yeterli seviyeye ulaşınca bir matriks gibi çipi çıkaracaklarmış. Gülümseyen adam olmuştum, dertliler kahvehanesine yine gittim, ne göreyim, kasada oturan, kahvenin sahibi olduğunu zannettiğim madam gözlerini dikmez mi bana, öyle olsa iyi, onun gözlerinde tuhaf bir geçitler alayıydı gördüğüm, parçacıklar ve dalgalar halinde yüzen evrenimiz ya da tilki suratlı insanlar, Siyabend taşını andırır Mutantlar, hatta konuşan, düşünen, her bir şeye karışan nebatatlar, adamotları, ağaçlar, yanlış yapanlara kamçı gibi de karışıp, her şeye bir düstur, düzen veriyorlar, mutluluğum uçup gitmişti işte...

Yazık ki günlerim aynı minval geçiyordu, bazılarına gördüklerimi aktarıyordum, onlarda 'Çiftlik'ten söz ediyor, belki sana görünüyorlardır, bir söylenti var ama henüz kesinlikle gördüm diyen yok diyorlardı, kendimden kuşkulanmam için bir neden kalmamıştı, herkes bir yerde düşüncelerimi paylaşıyor ama görme birliği veya kesinleme ya da bir eylem noktasında ayrılık gösteriyorlardı, gece sokağa atladım diyen biri yoktu örneğin, bir şey gördüğünü ileri sürende, çiftlikle ilgili bir araştırma ya da kovuşturmaya da yeltenmiyorlardı... Yine bir gün, koyu karanlıkta uzaktan denizi gözlüyordum, göz alıcı, kocaman bir şey bana doğru yüzüyor ama bir türlü ulaşıp, yaklaşamıyordu, sudan çıktı sonunda, dev adımlarla bana doğru geldi, bir Mutant gibiydi, evlerin arasından adım atıyor ama hiç ses çıkarmıyordu, saçaklara çarpıyor ama hiç gürültü olmuyordu, holograma benzer bir şeydi sanki, bir an kendim sandım ama bir dalga boyutuymuş gibi, üzerimden doğru süzülerek geçip gitti...

Bu canlının konglomerası denizler mi, dahası konuşmuyor mu, yoksa yalnız apokrif bir dille mi yazıyor, ne ki aniden, gökyüzünü baştanbaşa kaplayan bir yazı belirdi... Gezegeni Kurtarma Cemiyeti!.. Bu dizginsiz, devinip duran gölgeler, denize saklanır gibi amansız, us kırıcı düşlemler, o bildik, görkü veren siluetler aylar boyu sürüp gitti. İllüzyonlarla, onların paralelindeki, şu ya da bu türden ikizcil sanrılar, gerçelliğin yön değiştirebileceği savları ya da sanıları veya sakınımsızca ürettiğimiz düşüncelerle açıklayamayız bunu, o vargıları; tümüyle yüzeye indirgemek, aşırı yalın bir görümle değerlendirerek, yazık ki yaşamı küçümsemek olurdu, türün öteki bireyleri ilgiyle karşılıyor, yorumlar yapılıyor, açımlar, çıkarımlar sürüyordu.

Sonunda ne oldu diye soruyorsunuz değil mi, olmuşları, olacakları inanın o kadar merak ediyordum ki...

Geçenlerde telefonuma bir mesaj geldi!.. Tanrı dilinde yazılmış karmakarışık bir şey gibiydi, kurcalarken birden şarjı bitti aletin, sonrasında mesaj kutusunu büyük bir merakla yine açtım...

 ''Depresyonun geçti mi?..''




ADA

Alo, 'Her Sey Satilik Com'dan ulaştık size, bağımsızlığına düşkün, tek katlı, deli dolu ve bayraklı, üç kuruş masrafı yok diye ilan ettiğiniz mezbeleyi görmek isterdik, neden olmasın beyefendi, siz nerede oturuyorsunuz, dikilitaş, darphane'de, epeydir her levazım için lüzum eden parayı basma yeteneğimizi geliştirdik biz, ah çok güzel, size de nasip olsun bu vesvese, vallahi inanın ki cenabı haktan niyaz ederim, nerede o günler beyefendi, öteden beri tepe taklağız, olsun, hangi emlakçıda çalışıyorsunuz siz, derin iş ofis, derinizi soyarız anlamına gelmiyor ama, estağfurullah biraz ürkütücü gibi, buyurun gelin ne zaman müsait sizin bedeniniz, ruhum bir duş aldığında gelebilirim, insanın neyle karşılaşacağı belli olmuyor, günahsız olmalıyım, tamam ben sizi iskelede beklerim, iskelet mi dediniz, hayır iskele, vapurun yanaştığı mavicil liman, biz her gece heybeli de mehtaba çıkardık şarkısının söylendiği mekan, kantocu patron biz grand adadan gecekondu istiyoruz ama, ha ada sahillerinde dolaşıyorsunuz, şaka beyzadem, biz sizi canı gönülden bekliyoruz, siz bize üç kuruş komisyon vereceksiniz, biz size, karhane, meyhane, şadırvan, rıdvan, Kehkeşan, hayratı ve fıskiyesi içinde, dört cehar, kargır, gırgır ve su sızdırmaz bir sörf duvar vereceğiz, anladım yazları biz Bulgaristan'dan elektrik alacağız, kışları Bulgaristan bize elektrik verecek, aman tanrım ne kozmikomik, sonra borcumuz ebediyete kadar sürmesin size, hayır hayır, biz insanları yuva sahibi yapmayı ve başlarına çorap örmeyi hobi bildik beyefendi, geldiniz demek ki, evet cav cav kafenin önündeyiz, başımıza bir iş gelmesin, bu cav cavdan huylandım ben, cave canem der gibi, şimdi geliyorum, köpeği de, yaygaracı cadıyı da kovarım inan, işte o ev, vav ne güzel, kaça peki, üç yüz elli bin, dilek sence kaç, üç yüze olur, telli baba sana göre, rabbin ne verdiyse, üstüme iyilik sağlıkta, bizde iki yüz var, hiç fark etmez, ortadan böler ikiyle çarpar, sağlamasını yapar, bankomattan kredisini alır, telli duvaklı düğününüzü yaparız Borjiya bey, ay haco, sahibi nerde bu yere batanın, Errol Flyn bey geliyor işte, ah sizler, ne de ciciler, bu ev çok bereketli, alırsanız, cepleriniz elmasla, acunla, sikkeyle dolar, sikkeyle mi, evet ne var, yani çağrıştırdığı şeyler çok zengin diyebilirim, altın demek istediniz sanırım, evet aynen diyeyim altın, malın fazlası hayırlı değil diyende var, bu kaşaneyi alın siz, yarın ararız miyavcık kedilerimizi, evrakı metrukelerimizi, başka ev var mı Hannibal, yok yok Lecter, var şu yokuşun başında, Karın deşen Jack yaşıyor içinde, çevrede köpekler oynaşıyor, Beberuhi, görelim ama, girişi garden başka bir kutuda var, Mordi'nin, tahtası pahasından ağır, yüz yıldır ha satılır ha satılmaz diye rivayeti de var, viranesi de hazır yukarda biraz, vapur kaçmasın da biz kaçalım artık, biz sizi arayacağız, sizde bizi öpeceksiniz yakında, alo alo Anjelo tam sana göre bir ev var, motorla gel, vapur tekler, ev başkasına gider, herkes kuyrukta, denizi yarım çeyrek, güneşi tepeden, konu komşuyu delikten görüyor, daha önce röntgen mütehassısı biri oturmuş, oh serüveni severim, hemen geldim bak, buraya da bak bu Robert Hossein evin karşı emlakçısı, satıcıdan alacak parasını, anladım bu tepeli baykuş pek güzel, doğal gaz yok, yıkıntıdan ibaret, eşyalar dökülüyor, sahibi cennetten seslenir geceleri, son oturan medyatik biri, hepimizi zaman zaman gaffur ediyor, kırıp döküyor geceleri, reayadan bir uyur gezer gibi, alayım yahu bu evi, karakoncolosu var, Homongolos'u var, serencamı iyi, gurabahane-i laklakanı bol, aldım gitti, başıma bir iş gelmese bari, sen iki yüz otuz beşe alacaksın bu kervansarayı, on bini benim harabenin, sonra alırken on bin daha ver, bu tarafın, tapu giderleri, bahşişler, şişhaneye geliş gidişler, viranköyden söğüşler, haramidere hissedarları, perili köşk tahsildarları, mecidiyeköy veznedarları, salaşhane aidatları, sana tam iki yüz altmış beş bine mal olur, dilerim, elliye yakında içine masraf etmezsin, maşalı tanrım, yok pahasına aldığın bu mujik villasını yakında üç yüze satarsın yani, anladım, üniversiteye filan gittim, sertifikalarım, beratlarım var ama öğreneceğim daha nice şey var, plasmanlar, balonlar, mezbahaya şişle girer şeytanlar filan, İzak, Lina, Avram, falan feşmekan hazır mı peki, avukatları Benares, yahu bu Anadolu fili mi, Hint güzeli mi, Güceratlı'ymış, ne alengirli işler desene, ama tapu külliyesi bu adilcevazlının veraseti intikal ettirmediğini söylüyor, bin kişi boşuna geldik desene, iki tarafın emlakçıları, muhafızları, alacaklı zavallı, satıcı kapkaççılar, borsacılar kulübü, yedeğinde avukat, ehli vukuat, kerrake ve banker, seyir ambülansları, tapunun sıçanları, çığırtkanlar, besleme kedicikler, sokak köpeği, alkışçı kurbağalar, kanalizasyon işçileri, şakaşukacılar, eksikçi etekçi, doğal gaz lejyonları, badanacı mübadiller, çatı mütehassısı, parkeciler, koltuk yüzü değiştirmecisi, züccaciye tümeni, kapı zili tamircisi, merdiven ve sahanlık birlikleri, trabzan doktoru, düşme kalkma müddei umumisi, balkon müstantiği, çamaşır ipi gözlemcisi, sandalyelerin eskiciye layık olup olmadığına bakan, göz mercekli antika dedektifi, komşu tosun bey ve yosma hanım, sakıt karım, kapıcı, bacacı, dubacı ve babacı pos bıyıklar hepsi hazır vallahi, Benaresli avukat, veraseti intikal ettirmemiş, tuhaf bir zat ama külliyen şaşırdı zevat, önünden tebessüm etsek de, ardından mütebessimiz, Yalova'dan gelecek kavaniniyi bekleyeceğiz, on beş gün sürer, rabbim nasip ederse on beş gün sonra buradayız, Lina'ya sen bir kaparo ver, vaz geçmesin, bir sürü alıcı höşmerim bekler...

Yoruldum mola...

''Alarga gönül: / Demir al... / Kırmızı bir amiral / gibi kaptan köprüsüne çık... / Karşında deniz: / kaşı çatık / sana bakan / kocaman / mavi bir göz... / Alarga gönül, / palamarı çöz... / Amiral / demir al... / Gönül kaptan köprüsüne çık... / Çayır kokusu alan / bir tay gibi kokla açık denizleri... / Çevirmesin senin kafanı geri / geride kalanlara doğru giden / dümen suyunun köpüklü izleri... / Alarga gönül, / palamarı çöz... / Amiral / demir al... / Sür gemiyi dalgaların gözüne... / kulak asma Fikret'in sözüne... / Çocuğun anan olan: / denize inan... / Alarga gönül / daha alarga / daha alarga / daha / daha! / Alarga gönül / alarga...''

Üç hafta sonra bir gün süren koşturmaca ve binlerce lira dağıttıktan sonra ev senin dediler, pembe bir kağıt verdiler elime, asla inanmıyorum, bu kağıt sana değil vaftizci Yahya'ya verilecekmiş diyebilirler, şimdilik hortlakların köşküne korku dolu gözlerle girip çıkıyorum, ne zaman kovacaklar diye bekleyip duruyorum, pencereler açık yatarmış Adalılar, ben lavabonun pencerelerine bile kilit vurdum, beş tane yedek anahtarım, dış kapının kilidi, bisiklet zinciri ve boynumda kocaman bir muska dolaşıp duruyorum, nazar değmesin, bana değil ha, adaya!..

Üç aydır eve gireceğim, doğal gaz bitmedi, İshak kuşu onun bana borcu var, iki bin lira daha verecekti diye sıkıştırıyormuş, yoksa sana iş vermem, adamda ha bugün ha yarın, Ali baba ve kırk haramiler gibi bitti bitecek deyip duruyor, yanına geleceğimi duyunca mağarasına giriyor, ben gidince açıl susam açıl diyor.

İki gözüm kör benim, sisli görüyor. Gündelikçiler kahvesi Sünnetli Mahagoniler Cehennemi'nde günlerim geçiyor, ben içeri girince bütün cemaat bağırıyor, geldi iyilikçi beyefendi...

Kör!..

Bakın diyorum, vaki ki, bir ebu cehil ceylanı değilim, et içmem, su yemem, size bir şiir okuyabilirim, yaratılan aşkına kulunuzu sevin...

''Prince Island'da gün batımı / sanki Songün'ün akşamı. / Cadde'nin sonunda göklerde bir yara gibi açılıyor. / Uzaklarda güneş bir parıltı ruhların bir meleği gibi yanıyor? / Acımasız, bir kâbus gibi, tarazlanan uzaklıklar bana doğru ağıyor. / Sarı altın oklarıyla dur duraksız kederler veriyor ufuk. / Yeryüzü yararsız bir şey gibi küçülüyor, minicil bir nokta gibi. / Gündüz hâlâ gökyüzündedir, ama gece gözlüyor aldanışların saflıkların içinden. / Bu dehşetle maviye-doyurulmuş duvarlar ve cıvıldaşan kızlar ışıklar içinde yüzüyor. / Şimdi isteri dolu bir ağaç ya da bir tanrıyı, pas tutmuş kapıların aralığından gösterebilen var mı? / Göz alabildiğine uzanan arazilerde: ülkeler, engin denizler, solgun yamaçlar, düzlüklerde. / Bugün oralarda hazineler vardı: sokaklar, haritaları görkemle adımlayanlar, şaşkınlık verici akşamlar. / Geri dönmek istiyorum ben, / Buralardan uzakta kendi umarsızlığıma.''


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder