26 Şubat 2017 Pazar

LORTOP 11. BÖLÜM (SON)

112
Bu dizelerin tümü İsabey dile gelsin diyedir.

GÜLENAY
(I)


'öyküseme'


I
Kasaba
ıssız
tenha…

içimde kocaman bir kafa
süsenli susa yolu
aşağıda

Yamaçta, pörsük
bitkin evler

ortada avlu
sıcak
tozlu…

Kerpiç köşelerde, kulpsuz testiler
ilerde yerde
kirman ölüsü
elinde eski heybe
çember gözlü bir köylü

Eşik önü üzengiler
örenli yol
çalı süpürgeleri
toprak sekiler

Somurtkan tek-tük çocuk
hava uyuşuk
güneşin son demleri…


Güneşin son demleri
süzmeler altında akşam üzeri
usun gizem, elin dizgin
at sırtında köylüm

Güneşe giden yolda
bir efsane kurtarıcı gibi gelir insana!..





II
Sekilerden düştü çanak
yuvarlandı
köylü döndü baktı
çocuklar başladı çelik çomağa
kısrak hızlandı

Ufkumdaki sağ’nak
dağıldı…

Kasabanın ortasından geçer Dereçay
dibinde Derepınar

Ah kızlar!
ellerinde senekler pınara iner
Peşi sıra oğlan götürüp
sularla döner.

Ötede mahalleler
göçkün

Kaygın tepeler
Dereçay akar yamaçtan aşağı
sayrı…

Sellerde azar
kurakta
kaybolur toprakta…

Susa da yürükler!
mahzun eşekleri
develer
telgraf direkleri
-ak fincan-
çan çalar göksü boncuk
çiğ tutar kozalaklar
çöğürler
ağlar potuk!

Taş üstünde çıngılar ardıç kuşu
uçuşur ilk güneşle

kalkar buğu
gider katar
iğdeler baygın kokar
ardılır yollara
sarkar…









III
Çay yolundan geç,
susa yolu
altı bağlar

Bağlarda yeşil yaprak
kocaman salkımlar
-ağır-
kucaklamakta çocuklar…

Bağlar bereketli, şaraplar keskin
bereketi az bulan bir köylüyü
komşusu etti teskin.


Bağ bozumu…
geçtik sarı sıcak tozu
atladık hendekleri
döktü kavak yaprağını

Güz ardı
çıktık taşlı yolu
sardık çubuğu!

Akyel…
çakallar buydu!


Köy altlarda, ışılak
doğal bir kuytuda
-pırıltılı-
yanıp sönen töz
bitişik aklı-kara bin göz
derin uykuda!..

Erken düştü yine
göğün billur dölü
ak gülü
gayrı bu kışta
bağları vurmasın dolu!..

Sevine sevine
geldik gülün evine














IV
Bağlar üstü, susa yolu
yolun kenarında ev
önünde servi
Servi dibinde bir kız
bekler sevdalı
bekler Mecnun’unu
ağlar geceleri
köylüler bilir bunu
Bu bir sevda öyküsüdür
yıllar öncesinin
‘Sevda Türküsü’
ansınır
dinlenir


Durgun akar Dereçay’ım
Çocukluktan var mı payım
Nerde benim çocukluğum
Nerde benim Gülenay’ım


Gece…
kandil ışıkları
kara, zararsız gölgeler

Susa,
altında çay
üstünde bir demir köprü-
köprünün ömrü
törpü…


Köprü üstü, bir kız bekler
bakar çaya
yaldızlanır hayali
bir derin türkü yakar köylüler
söyler efkârlı…

Çay bana çok uzaksın
Sarı bulanık akarsın
Bunca yıllık hasretimi
Bilmez gibi bakarsın

Evlerinin önü servi
Çaydan gitmez hayali
Yıllarca beklenir mi
Bu kız çaya sevdalı








V
Geç vakit
susa yolu, karanlık
altı bağlar

Bağlarda yeller eser
ıslık çalar
sevdalı…

Bağlarda hasret ağlar
Mecnun’dur adı
görünmez

Yıllardır, üzüm irisi gözyaşları
süzülür içre
içi ağlar bilinmez

Bağlarda uzak bana
Uzaktan haber bana
Sevdiğim gitti gelmez
Onmazım gayri ana

Bağ da artık el bana
Barışsın diye ana
Sarıldım kana kana
Bağ da artık el bana

Köprüde Gülenay
bekler köprü üstünde
altında çay
üstünde ay!

Ay Gönül’e bakar
Ay’a Gülenay

Ay bakar Gülenay’a
hayali düşer çaya
bağlarda bir hasret ağlar…



















VI
Demir köprü
ömrü törpü
bekler Gülenay’ı
Koyu karanlık gece
bulutlar örter ayı

Gece hasret
sardı yolu
bekler köprüyü
-karanlığı-
çayı…


Bekler!
çaya bir taş atılır
dağılır yaldızlı hayal
çay küskün
darılır!..

Vurur köprüye dalgaları
sevdalı…

Vay, bu küçücük çayda
ne büyük gelgitler var!

Bu gelgitler:
bilir bunu köylüler
Gece!
servilerden
sarkmakta
ay!..


Köprüde bekler Gülenay
geçer yıllar
umutsuz
Köprüden çaya kayrak atılır
gelmez hasreti
anılarda saklıdır

Bir adım atmaz
ürkütmez karanlığı
köprü üstünde
bir kara sevdalı…









VII
Bu gece çok karanlık
Gülenay
içimde koyu bir his
-gelecek-

Ortalık sis
yollar…

Ömür hasretten tutku
Gülenay,
-son umudu-
sevdalar sardı ufku
geliyor!..

Susa üstü bir sarı şeytan
-ok gibi gelip geçiyor ışıktan hız!-

Yıllar…
kaybolur gecede akan bir yıldız

Rüzgâr…
Siyah saçlar esintili
uçar dağılır

Ay kucaklar üzünçlü Gülenay’ı
Gülenay umutsuz
yiter karanlıkta
yaldızlı hayali…

Bu gecenin düşü
simsiyah gök kuşağı
çıldırmış susa yolu-
altı bağlar
sayıklar…

Susa yolun altı bağlar
Sevdan ellerimi bağlar
Bu sevdadan umut yoktu
Köprüde bir ceylan ağlar















VIII
Gülenay…
gece vakti
bu şehir
yitip giden iki nehir!..

Kalbim dağlı
gözüm seyrir…

Bu şehir yedi tepe,
mülti milyon koro müzik
eski
kulağım paslı…

Yüreğimde Pan çığlığı!..

Uğultu…
fırtına sonat çalıyor
gök gürültüsü çekiç
başım örsleri…

Uzakta
kara hasretten örtüsü
sessiz, kapım çalınıyor!

Bayırlar, bahçeler, bağlar
dingin sevda beni çağırıyor

Gülenay, dur bekle!
atıldım karanlığa

Karanlığın elleri
gecede bir kırlangıç
vardık hayale
beraberce…


















Ey benim kalbim!..
Gülenay,
aç kapıyı
bak dinle

… saçlar dalgalı aklı
sümbül yerde

Ay saçların örülü
vay saçların!..



Gülenay, bu sevda…
bu sevdaya -tanrılardan- yok izin!
bu sevda
bu sevdanın aklı
bu karanlık gecede saklı…

Anılar
anılar
ay!..


Gülenay,
ay battı!

Geceli bir sabahtır.

Sevdamızı
sevdamızı öldüren,
şu değiştiremediğimiz
hayattır!..

Gün
-beton yığınlarının arasından!-.
ışıklarını
yaktı…












113
GÜLENAY
(II)


Ova
uykulu gibi!..
Susa yolundan akıp gelen kamyonun
incecik geçişi.

Çökilyas
kar kuyusu
Kabâç.
Gülenay’ın Yazır’a gelin gidişi…

Sindel
Şarlak
Kırkdere
Serenli kuyu.

Buğday başağı
Üyük, Batal
Bağlar ve kör köylü!

Kızılcık öyküsü.

Akhanlı cambazın Akkuyu’da ölümü!..

Dere dibinde sümbüller
kerpiç evde kasımpatlar vardı .

Kokardı…

İlkinsil aşklar
ilkinsil yaşamlar vardı orda.

Ergendi gün.


Bir çocuk
Bir çocukluk sevdasına
öykü yazardı.

Öyküsemeyle büyürdü çocuk

Gözden ıraktık…

Işık pınarları
Kutsal orgazmlar
Dinsel büyüler…

Güneş arabasını çeken atlar
bayırlar vardı.

Parsambalar ışır
Sular akardı…

Aslanların gürzü,
Kaplanların hışırtısı,
böğürtlen içlerinde gezinir

Yel kurt yeniği eşiklerde böğürür

Yavuklular çığırır
Ağustos böceği hırkasını
dutlarda bırakırdı.

İtinçler tortusunu kine dönüştürürken
Ve Esebi uyurken eteklerde -güpegündüz-

Ve horozlar seslerini döğerken örste
Sütleğenler süt verirken arıya
Ve yaşam ersilken alabildiğine

Burçaklar soyluyken!

Yaban otarlı yarıklardan fışkırır

Dişil tepelerden
göklere yükselirdi

Kuduz bir şafak tansığı gibi!..

Kayışırdı kasıkları yaratanın
ikide bir.












Ey yolcu
Gidenler geri dönmez

Esebi’nin anısı
sırtında bıçak yarasıdır!

Gecelerin karadır senin

Hamurun açmaz.


Göklerin aç
Öküz öldüren soğukların bilâç


Uykuların çığlıklı
kan çığırırdır.

Geçmişin uyur.

Özün sözü,
Çocukluğun tüymüştür senin

Bir dölüt kuyular karanlığına…





























114
GÜLENAY
(III)









Ne güzeldi Gülenay…

Anızlara salınmış eşek
önünde otlar

burnundan solur
dalgın.

Tümsekler rengârenk.

Yukarda arı kuşları
ötüşür boyna
girdap çizer kırlangıç
çığlıklı.

Bir alakuş
iner aşağılara
kunduzlanır köpek

Dertop bağ çubukları
sırtında gökçe kızın

taşlı yolu çık
sürsün köye doğru yolculuk…

Şuradan gelen halan
çocuklar
üzüm çalacak
saklan
koş bağlara
çalsınlar korkusuzca
dolsun sepetlere üzüm

Onlar doğrulur sen büzülürsün
Onlar büzülür sen doğrulursun!

Biter işleri!..







Yamaçtan bağırır biri
-Cem türküsü gibi-
kelebek sesi

Türkân! Türkân!..

Önünde keçileri
‘kulağında sellukalar’.

Gülsüm geçer üst yoldan
-göz gözesin kabir kıyısında-

Sevicil, ürecil bakışlar
üzünç yaşamın kendisidir burada

‘güneş Hititi yürekler’
burun kanatçıkları kurslu.

Ses verir kızılcık
çekme otu
gündüz kızı
öğle kızanı.

Sevdalar büyük
özler içredir
taşlardan ağrı.


Gökte delice yankı
çöğürlü iğde dalı
türküler söyler…

Çınlar bilgece:
demirci Ömer gülüşü

Yeller böğürtlende ağlar
özlemi; kaplan sesi!

Dağlarca sevda
sığmaz ovaya
obaya
yurtluğa

Efkârlan gönül
ağlan işte
sızlan!

Akça armut diplerine uzan
Esma’lar bağına.








Ay düşler akça çiçek!
sarıca arı
çakar yalım
buğulu tepelerden
sevdalı yüreklere…

İşte! Aş bakracı elinde
kız kardeşin geliyor
Ülker yıldızı kıskanır gökte
bu ne güzellik
-Pervin ışığı-
Süreyya yalımı!

Bulgur pilav buhuru
uçup gider havalara
güneş; ortanca gülü
bir örge kral
-Hero aşkı!..-

Yılanlar uyur burçta
kirpicil köpek
diker başını

Tunç kargı gibi deler sessizliği
-gelir yabancı!-
sopranî kızların acılı türküleriyle…

Hışırtıyla gelir o
gökler üstünden!..

Hey! uyku tanrısı Hipnos
muska dökecek!


Sevgili uyur koruda
yitirmiş büyüsünü
yitirmiş Kirke’sini zaman…

Perili patikleri
Bakır bebekleri
Gümüş sözleri!

Sözleri: Hey, göktaş atın bağlara!..









Sarı ot toplasın çocuklar
alarsın yumurtalar
parlak tüylü kır tavuklarının.

Körpeler, acı elma toplasın
ah deliceler!
bozuyorlar oyunu

Çiğneyip salkımları
koşuyorlar tanrısızlığa.

Kelterlerde delibağ üzümü
kuş dilinde tadı var.

Şu örenden atlayıp kaçan kim?
ah, seyirtin ardından!

Ursa majör sesleri!..
ya şu zıplayan neyin nesi
kırık bir kaplumbağa
yaralı bir tilki…


İkindi oldu artık
Diomedes gölgesi
vurdu kütüklere
-sindi kargı-
üşüştü güneş çokak aralarına
kuşlu kurtlu salkımlara

Yorgun gediklerin büyüsü bitti…
-arama artık-

Yitti ‘Leandro’ ey ruh
yitti!..

Koşun çay yoluna
alın tası toprağı
heybeleri torbayı
pılı pırtı denklensin
ağdırmasın kelterler

Sürün koçları
koyunları
gök sursalı atları
deli çıngıraklı kibirli keçileri

yankımalarla, çınlamalarla




Yeşil gülüşlü ayı
haydi düşün yollara!..

Köy göründü işte
cinler, periler
sıvıştı tepelerden
kerpiç evlere.

Çıktı ay
çekildi tanrılar
tanrıçalar
kirkit gözlü baykuşlar
sardı geceyi.

İnlemelerle!..



Ey ruh!
Alacakaranlıkta
yanık yüzler geçerdi ömrün içinden

Oysa senin ölümlü bedenin
doru atlar ve karanlık yüzlerle çatışırdı hep.

Zaman ki, -utanasın-
gece gülüşü yaratıkların arık dölleri
giyitsiz ve yiğitçe kemirirlerdi döş yerlerini
çaylarda bile!

Sen ki,
naylon çiçeklerle yaşadın
yazık - size!..





















115
GÜLENAY
(IV)






Baklan ovası sonsuz…

kaldırılan harmanlar
gece ateşleri!

-Ekinler fısıldaşır kendi arasında-

yel tanrısı başak boyu!

Anızlar ayaklarından başlayıp
düşlerine giriyorlar bir atın.

Gözyaşı döküyor kan dökücü kızılcık
oraklar parlıyor göğün güneşinde
çavdarlar kavruk
dağlar bozgun dev.

Susa boylarında
tırpanlar, ananatlar, dirgenler
çift yüzlü Janus’la gövde gösterisinde!
sokularda yatıyor
öz kardeşleri…

Sönmüş bir sevinin külü içinde
avlular tutuşmuş
tanrı Pan ve Promete
Pandora’yı kente kovmuş…

Çocuklar öğle sıcağında
küçük heykelcikler gibi oturmuş
geçip giden bir uğultuyu dinliyorlar.

Sinekler küçük bir tepside
durmaksızın dönüyor
vızıldayıp duruyorlar
bir pekmez lekesinin çevresinde.

İlerde, eşek üstünde adam
bir başka leke
kasketi ufo!

Yanında yürüyor kadın
bir erkek göğünün altında
yüz yıllardır uyuyakalan
Persephone o!..

Sessiz ova…

Dağdaki kar kuyusuna gidiyor üç delikanlı
bir sırtı tırmanıyor yanık bir türkü
geçen yılkinin ölüsüne
ağlıyor öteki.

Yaşlı ananın sessiz ağıtı da
hâlâ dinmedi.

Develer geçiyor susadan
’Altın ve varsayım diyor biri’
ıslık çalan kel ağaç.

Bir hörgüç kaplıyor ovayı
kulaklarını dikiyor köpek
-dikenlerin arasında-

Yalımlar,
çekiyor bulutları.

‘Ürküştü keçiler örenlerin yanında
bir yılan çöreklenmiş orada,
arıların konduğu parlak deri;
sallanıyor rüzgârda.’

Ah! ölümün güzel yüzü
Enlil geliyor bağlardan
taş gibi de sessiz
-krala benziyor-
ve kuyuya baktığında artık
akrep olan yüzünü görüyor.

Köy yoluna sapıyor bir çocuk
ilk evleri bırakarak arkada
geçiyor kümesleri
gürültüyle bir tavuk
sıçrıyor kart ağaca

Ve aşk tanrısı Eros
sarı bir ok düşürmüş;
şurada!..

‘Üç avcı kendi cesetlerinin önünde duruyor!’
bir at kişniyor aralıklarla
bir silindir sesi geliyor
çalışan bir motordan
garip bir yankı yapıyor kerpiç duvarda
ağarıyor gözü atın
karanlık damda…

Uzaktaki tek ahlatta saksağan
selamlıyor köyün delisini
aylak tanınan birisi
el sallıyor uzaklara
kimsecikler gözükmüyor.

Solgun ay tepede
soluk bir tılsım
körelmiş bıçkı gibi

Orak ve muska sarkan boynundan;
geçiyor yorgun
bir kız çocuğu.

Solgun ay olacakmışsın usta!
göğün soluk yüzlü egemeni
gözetici, esirgeyen

Oturan bir köylü kalkıyor ayağa
gelen çorak topraklar beyi
Mollismil ağa!

Bir sarı kuş yukarıdan gelerek
uçuyor aşağılara
kurşun gibi çıvıyor
peşindeki kuzgun
ensesinde pençesi
küçücük bir çalıda
pırrr sesi!

Gece…
ay ışığı gölgelere sarınıp
iniyor dağdan
dağ haydudu tilkiyle sansarların;
sesi geliyor dışardan!..

Aşağılarda
kabirlerin sessizliği
çıldırtıcı hareketsizliği öte dünyanın
sursalları çürümüş bir mezardan;
doğrulan ölüler
ne kadar da pişman!..

Saçları kara örgü
keten çiçeği gözlü
bir kız geçiyor bu dünyadan
-gölgeli yüzü-



Karanlıkta kırık bir aynaya bakıyor biri
bıyığını buruyor kendisiyle
oda genişleyip uzuyor
kemik tarak sesinin cızırtısı
kesiyor evi
kapı aralığında gülen birinin
kireç dişleri




Güneş doğuyor
dünyanın en yavaş halinde…

Ambarı boşalttı samurlar
dişleri çuval
delikli farelerle
ibikli cinlerin
zamanı bitti.

Bitti Diyonizos oyunları köyde
bitti Ditramboslar!
fincanların şarkısı bitti
bitti karanlık denilen
şey…

Küpesini çıkarıp
yatağa uzanıyor biri
kış çünkü
kör bir fener ışığı
altında dev gölge
en ağır seslerde uçtu
zaman
teneke biçiminde!

Garip bir kalabalık
türküler söyleyerek
iniyor bayırdan
ak mintanlar, boz serpuşlar, çarıklar
köyün kapılarına vuruyor köy!

Duyulmaz hafif bir rüzgâr esiyor!
Kokis Cafer geliyor anne
Kokis Cafer geliyor!..

Öldürümü gördüm;
her yer alüminyum…

Uzakta ağlayan Hiroşimlerin sesi!..

Ve açı
-biraz daha-
eğriliyor.











116
GÜLENAY
(V)











Bir top sarı arı fırlıyor çalılıklardan!

Baykuş sesleri
derelerin çağıltısı

Yüzlerce ötücü kuş şafağa karışıyor

Ağaçkakanların takırtısı
aslan ve kaplan narası
geyiklerin dişilerini çağırışı

Kargaların kavgası
çiftçi kuşunun gagası
tavşanların ıslığı
fillerin homurtusu

Maymunlar konuşur
papağanlar söz eder
ağustos böcekleri ağlar!..

Kurbağaların şarkısı
kırmızı Koçalak kuşlarının
sevdası vardır.

Yılanların türküsü
yaprakların hışırtısı
göklerin gurultusu

Dağların karları kucaklayışı
insanların bağırışı
yas tutmalar
çayır mırıltıları…

Ve sonsuz tepeler vardı
ve sessizce uyurdu kabir taşları
gölgesinde sursal otlarının.




Keçiler oğlak doğurur
inekler sabi süser
koçlar payam açıklarından sevi toplardı.


Ve güneş hörgüçlerini salardı ovanın karnına!

Cadı fındıklarının olduğu yerden geçip
narlıklara doğru giderken


Hera kollarını kavuşturup
Dafne kokulu odasında
bizi düşlerken!

Bizi düşlerken Hera
köyün çanları ve çamlarının ardında
kuzular ve oğlaklar vardı
köyde utku olur mu demeyin
utkunun burçlarında sevişirdik kızlarla
yaslandığımız her tümseğin ardına
fesleğenler doluşurdu
ilerde çubuklar, çalı çırpılar
ak taşlar süslerdi yolları köye varana dek

Düşlerinde
tozlu bir Kur’an’ı kucaklayıp
eski bir Tevrat’ı berkitirdi köylüler!
Erato’nun ağzındaki kılıcı
Anteros’un kamasının ucundaki
mersin dalını
kimsecikler görmezdi!

Kuytularda ölüm gibi çiçekler açar
dev gibi labadalar
ortalıkta gezinirdi.

Kim bilirdi ki;
‘Parlak şeritlerin ve beyazımsı
patlamaların dolandığı kurşuni bir hiçlikteyiz…’
ve göz yaşartıcı bombalarla Palestin’de
ve Şırnak’ta
üç yaşında çocuklar ölür.
adı, Narin Jihad, adı An Nahajna, adı Roje’dir.

Bütün çocuklar narindir aslında
ve bütün çocuklar gül…
kim bilir…

Kim bilirdi ki silahlar çocuk öldürürken o ellerde
kandan uzak bambaşka bir yerlerde
sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi!..



Sümbüller ortalığı kırıp geçirirdi ama
bu harımların içinden geçerken
sarıca arlar soktu iki gözümü de anne
yılanlar derisini çalılara bırakırdı bir zamanlar
çakallar yemişti koca bağın üzümünü


Kızılcıklar vahşi ve güzel
şeytan çanakları yabansı
kızandı ergenler!

Hangi tuğlu derebeyinin köpeğiydi
tozu dumana katıp gidenler!

Bu köyde geçti çocukluğum anne
çerçici, haşhaş küspesi
ve ölüs gagalı tavuklar arasında

Yurdumuzdu bozkır
ortalarında kızaran eşekler
renkler içinde geçerdi önümden
-ikindilerde-
çok yıllar önce…

Ve toprak tencerelerde iç buran buğusu köylerin
kuyu suyu gibi ağlardı anne
ay ışığının susması gibi
gece yarılarında yitip giden çayların
bağırıp, çağırması gibi!..

Körlerin küreklere asılması gibi gidiyoruz anne
-ummanlara mı, sahillere mi-
bilinmez…






















117
GÜLENAY
(VI)

‘Ey İsabey kasabası
ey demirci Ömer…’

















Taşlık, uzun ince yol
çıkıyor bir firavun keçisi!..

Ceviz ağaçları, kasisler, gümeler
uçuçlar, yusufçuklar

Doğa bozbulanık
çalılar, kara, küt
çalı dibinde mandolin çalıyor
yitik bir Zerdüşt!..

Takırdayıp, fokurdayan
yorgan, yatak ve kasalarla
yüklü
sümüklü
inek gözlü arabamız
şimdi çıktı sapaktan

Kapıslar’ın Austin bu
İsa’ya altın ve mirrah götüren
Kimmeryalı;
sürücü!..

Enlemli, hırıltılı, bıktıran bir akıntı
yol.

Sputnik hızıyla uçan güveler
bu otomobili Zıpır Yokuşu’nda geçer!
telefon direkleri kalır geride…


-Kuşkız- bekliyor ilerde
sarı yapraklı servileri geçiyor şimdi de
Gorbonya yelpazesi
ve deniz fili tutuyor elinde bir çocuk
susa önünde…

Salmakis çeşmesinde
-kırılır kuyunun altın çıkrığı-
şalvarlı ve ilgisiz bakıyor köyün ahmağı

Şanlı kapılarının açılışı teneke arabanın
Merkür’ün özel kavisi, Mulden’in gizi
sapı sarı püsküllü bıçak
ve burçak
çıkıyor!

Araplar Tepesi’nden iniyor çocuklar
çocuklar iri
birer Kiklop heykelciği

Ova gerimsiz, dingin salınmakta
kuş kız bekliyor hâlâ
Kabil’in gözü gibi güneş
sıcak!

Hınçak kızı gibi parlıyor öğle
gülünç otlar ve kertenkele
‘bak Sümer kuşları geçti üstümüzden’
tam ortada, çıtlıkta
Direkçi Simon gibi duruyor baykuş
ırmak akmakta
yaşlı kerkenez ki
-Merovenjlerden kalma!-
Meandros’a doğru gidenlere
değirmenlere
bakmakta!..

Aynanın kapağındaki süs; fil
dağ yüzünde uçuyor bir ebabil
gölgede sallanıyor salıncak
gölgeler Habil!

Aşağıda mezarlığın orda
hünkâr kılıklı biri uyuyor
teke postunda
yanı başında
bir eşek ölüsü uzanıyor günlerdir
başında saksağanla







Bir aygır çiftleşiyor ötede
renk değiştirmeyen kaplan
ve genç bir beygirle.

Elinde bir kürek ve bir çapa
uyumuş kalmış köylü
taşların dibinde.

Bir zamanlar
iki kez yaşamıştı
eski Kedrai’de!..


Güneş tam ortada; Newton elması
sonsuz Gibeon
kaynayıp yoğrulan
yılan, yıldıran
yenilmez içilmez altın bir kaplan
kasırga

Ateş evlerinden çıktı bir kadın
hamur yoğurup ekmek açıyor
karnı, Gilead dağı kadar şişman!..

Dilmelerin arasından
uzun uzun baktı bir vartuvaria
yıllar önce püskürttü bu canlıyı Kronos
buraya!..

Göğe çevirip yüzünü oda
öylece kaldı…

Gökte bulut
gökte kavil yapıyor
melekle
Yunus bir çocuk!

Çok öteden, dağın üstünden, tiril tiril
tahta kanatlı bir uçak süzülüp geldi
tam tepemizde durup ‘kaatlar’ attı
sürüyle pusula

Yanıyor Çakır Düzü!
ve yitip gitti ufukta
dam üstünde kızlar el sallıyor hâlâ.

Şaşmazlar’ın gramofonundaki şarkı
yine başlıyor.

Pervizat’ın şarkısı
Pervin söylüyor;
‘Hançalar’a varmadan
aşk şaşırttı pusulamı
Alafakıllar’la Zeyve arası…’

Yapraklar uçuşuyor havada
-dolunayla gelen Grunionlar!-
pilotlar attı
çocuklar çongalaştı o noktada
bir kaplan alacası!



Dağ yönünden, elinde Finike fenerleri
patırtıyla iniyor, avdan dönenler;
çulluk severler!

Değirmene gidenler
ceviz kokulu yolda

Mırıltılar gizlenir düvelerin koynunda
rüzgâr ulur, sahip kişner, atlar yol alır hızla!

Semerlere kurulmuş kimisi; katırlara
yürük havası çekiyor



Dağ şarkılarıdır hepsinin astarı!
esrik, kızgın
yeller getirip sesleri
palas pandıras sahibin yüzüne vurur
kendirler yatışır, sırtlan ulur
gezegen soğur, ölür gibi olur.

Yelde yüzer cisimler, toz huzmeleri
kın kanatlı böcekler

Kızışır hava birden, dutlar fır döner
ovada toz bulutu

Sazlar arasında
beygirler dörtnal
Zuhal’e doğru!..

Dağ yeli indi aşağılara
arı kovanlarının sesi!
deli yel kâh burada, kâh kovuklarda
-çılgınca sevişip arpa yolumun da-
kendir kenevir kırımında
ime time karışır az sonra

Keten gözlü kızlarda
Pervizat’ın gözyaşı…

Toprak kuru, engebeli
çünkü; kendi gözlerimle gördüm Sybil’i
Kevser gülü memeleri; pörsümüş
girintili, çıkıntılı

Şu ilerde ağaran oma kemiği; bir öküzün olmalı
haneylerin dibinde bekleşen kadın
bakıp ona
değneğiyle toprağı eşeliyor

Yaşlı çığlığı
Simurg umutsuzluğu!
saçı; Nijima kuyruklusu!..
yüzü; Şanidar…

Geçmiş zaman figürü arıyor orda
buluyor bir pena
ut’u çürümüş
ve büyük yorgunluk üstünden
akmada…

İki tepe arasından akan dilin
müziği geliyor kulağa
palamutların yanında.



Ovaya dek oynaşır, tek düze
üzgülü, bu küçük su

Ağlatıya dönüşmüş
İskandinav döşlü
miyavcık düş
Homerik gözlü
kimseler uğramıyor yanına
yutulup gitmiş örümcek ağlarına

Tek ahlatın sırıttığı çorak tepe
az ilerde yatıyor
kurumuş Hitit güneşi
kurumuş sümbülleri

Gülenay ölmüş dibinde…
-hijyenik oklu-
bir satyr almış kollarına
bakıyor yatıp da
sonsuz bir ufka

“Kucağında ölü kedi...
uyudu Kidron vadisi!..”










Akşam…
‘Göllerde bu dem bir kamış olsam…’

Gece kolcusu!
ağlıyor bir geçmişe
senyör Kesada’nın ruhu!..



Köpekler gölgelerinden korkar
koyunlar sokulur birbirine
Kokis Cafer gelin gözler!
yılanlar gider evine
çoluk çocuk pusar
Alâattin Lambası’nın dibine
baykuş öter!
ve dağın beri yüzünde
koşuşur tilki, bakınır sansar.
kasıkta uyuyan kene
at döşü, yeşil sinek
biçemle kesilmiş yele
pire, bit, deve
tahtaların arasında yiten
pullu bir kertenkele!
arpa yolumu
günahkâr teke
Sodom ve Gomore
Lut’un utu
ayağı; buzağı
büzük zaman


Havva Elması gömüldü
dağın yarığından!

Ve düğünlerin
ve toyrakların karnına
bir kılıç saplar
görünmez tiran.

Dağ güvercinlerinin ölüm sızısı
şu bağıran ve bağrıma oturan
at ve adam
sıska kavak
düşük kargı burada yaşam

Burada yaşam
çalılara bağlanan uğur bezi
mitik, yitik bir
Pisagor hipotezi




Akşam
çıldırtılar saati başlamak üzre
şakacı tanrılar gitti
bitti ikindi, bitti

Dağ açtı apış arasını
battı gün
doyumsuz
uslu kız!


Ey bilisiz kâhin
ey kuyruksuz ejder
bin kollu Leviathan
buydu isteğin

Artık;

şimdi

ölüyüz…
































118
GÜLENAY
(VII)















I
Su yakıtmaya götürdüğüm eşek
boşandı çilbirinden
bir daha da dönmedi.

Gümenin kıymığında
kuş tırnağı gibi yayınık sümbül

Apak armut çiçekleri,
kızıl kiraz dalları
divane aşık gibi.

Düvene öküz sürdük olmadı!
bir eşi eşek dönüyorlar sabah beri
oldu mu oldu!..

Tırmık, dirgen koşturuyor susa üstü
bir cip geçti kırlangıç!

Yukarıseyit’li gelin sırtında senek
gelir Yazır panayırından

Aşağıseyit’li güveyin apış arası ıslak
Gazili Mahmut gazi!

Eşebe der ki; Aşağıseyit, Yukarıseyit
kız bulamazsan Çal’a seyirt!..











II
Pazar günü Çal pazarı
geçiyor Çal parası!..

Gülten, Meşhur, Mütmine
yapıldak gidiyorlar

Beşbıyık gölgesinde ham-hum yaparak-
gitsin!

Bir ayva geliyor
yanında koca bir ahlat ve
-ayva tüylü kızcıkla-
kavak kökünde güldü dolaman
kıyıcık mantar

Tepedeki tek çam; Çameli
püfürdeyen Güney’den
torbam Tavas işlemeli
saçlar Kydrar püskülü.






III
Çüşş!
dağda ayı var!
dağ da bal
kesede yayık.

Dağ da tam dorukta
dev adımlarla yürüyor yürük!

Bıyığı Batal’a dek sark
sark
sarkık.

Sark
mış.

Sark
kaç?..

Zaman…

Güneş iniyor dağın yarığından






Çökilyas’a hilâl inmiş
demirciler orak çizmiş
Alanköy’de gelin ölmüş
adı Dudu
dedikodu
nedip kodu Kavas Umar!
Pala İsmil dibek başı
kahve önü fındık kırar
konuşur hem!

Hacımarlar’ın beygiri tavlı
Türkân’ın Ömer’le kavli
Gönül kime av!..

Avluda yayılır horoz
kartaloz tavuk civcivle…




IV
Vicente Aleixandre geliyor!
Esrik Emin’le
Alberti yok!
köyde herkes ayakta
kornalar çalıyor
gözler macini!
Atlar kişnemekte
ısk’ran arınmakta

Bremen çok uzakta, çok, uzakta, çok
uzak!

Masa ve sandalyeler havada, hava,
hav!

Ne var kahvede, kahvede, ne var
üfff…

Bir şarkı daha bitiyor
7
8
9
Gönül şarkısı
789!
1789!

Güneş konuşuyor!

Ay küserek
tıslasın.

Saçı pürçekli kız
ay!


V
Ay, ay, ay!
aman ağlamasın
Alberti’de geliyor köye
duysun, duyurun, duyursun
ötekide gelirdi
ölmese kızan
ölmese can
ölmese!

Lorca,
-köylü halt etmese-
şehirli et yemese!..


Ay
sümbül kalça
ay
palet civanı
ay
bordür divanı


Ölüm
ölmekten acı,
karşılıksız
sevmekten!

Köy Tivoli
tv’li
kahve
kalbe
kahpe

Yitik Ülkü
geliyor Rafael Alberti
ölüm tuvali
köy
Temas Morus!
köy temassız
Zen-ütopya
kötü kopya














VI
‘İğneci Hikmet Hanım’ın kızı Hülya, şimdi neredesin, senin uğruna, köyün on iki yaşındaki tüm delikanlılarıyla, evi yorgan döşek dağıtmıştık. Yıllar var ki görüşemedik. Smyrna’da mı, Burisa’da mısın, Tekfurdağ’da mı, hangi cennetin içindesin Hülya, adın gibiydin, düşlerimizdin!..’

Bi
bit
bitsin.

Bittim, bittin, bitti
bittik, bittiniz, bitti-
ler!

Avluya girdiler!
sürüyle sülün,
cicili hoplit,
ak yiribikler!..










Su gelini su ister
darıyı kaynat

Meşhur, Gülistan, Ümmü

Zambezi’den kalma dilek
bölük-bölek

Mısır püskülü, boyalı yumurta, sarı ot,
acı dülek.

Su gelini su
ister!
meraklanma!

Şimdi biter, Mırmır Amat şimdi biter!

Biter umacı
biter!..






119
GÜLENAY
(VIII)












1
Ovalar
Bağlar
Meşhur…

Göğsümde arı büyür
Payam çiçekler açar
Dağlardan Brahms geçerdi.

Yaylada Dvorak şarkı söylüyor
Esrik Süleyman tepede
Kızışkın Kezban yunup-
Gümüş Cevdet’le Arpazlı gözlüyor.

Tekeyle keçi birbirine!
Kuşlarla atlar kavuz eliyor.

Ateş, akrep
Akrep, duman
Köstebek, doğan
Aşağı bağ, Acıpayam
Afyon tarlası, Malikan!

Sümbüllü dere
Elem tere keyfe

Harımların yanında, çam gövdesinde
Zaloğlu Rüstem sırtın dayayan












2
Halit, imama arpa veriyor!
Güvey feneri elinde
saksağan ötüşlü
bağ gülü kokuşlu
keten, kendir bulaşığı
pırasayla, dut
fesleğenle, nar
böğürtlenle, pırnal arasından:
Deli Civar geliyor.

Nasıl da feveran ediyor
Hüsam’sa fart furt.
Ve işte Fetret Ali’de geliyor, farfaracı fayrap
Elinde sol anahtarı fagot çalıyor, yaşa Fetret Ali
flandra balığı usu, kaburga kemiği omzu.

3
Ebegümeci, yemlik, Frenk inciri. Eli fiyortlu figan beydir, Topal Sabri’nin beygiri.
İşte Aynur’un firketesi düştü, civar dönerken, gedik arıyor, gırnata sesi kısıldı
Gardenya gibi açtı ortalık, fırtına eşikte! Delikte, Bombacı Bekir füg çalıyor!
Şimdi tüm fıtratıyla usu gereltidir.

Asma bağ üzümü gözüne, felek filan oldu şimdi.
Frezenin başında figür yapan, friz delisi oğlan.
Boğayı boğan, fırdolayı kediye saran, Trampacı Osman.
Köpeği kepili feracesi uçtu, familyası iyi mi, feryat figan bağıran,
Firdevs diye kızı var…

4
Balyalar, ballıbabalar, batkın kuşlar, bayırlar. Öksürük otu, cin darısı, tüysülü payam.
Bayır turpu, Bağdadi bıyık, va lâ bağıran. Vikont göğün sünük yıldızı. Sülüklü balçık.
Su içen peyke-kırlangıç gökte. Venüs çarığı giyen Gülsüm, bakalorya A’şa. Eşe Bekir.
Geleğen ve gideğen Hacı Karamat.

İmam Ali’nin gelini nasıl da hamarat. Uydu ve uyuntu keçi, pısırık, pusarık koyun.
Ak katırın yamacında durun, karaağaç gövertisinde oturun, Öklit soğanı dikin.
Çovaşda uyuyun, bol yiyin, bol için, avluyu seçin, darıyı saçın.

Eşiklerin başında çağırın gayrı
Sekilerin dibinde bağırın gayrı
Çinko çanak aya mı gidecekler
Ayı battal edecekler gayrı!..

5
Renkseyen civcivler bülüç oluyor, arkalacı topla.
eprimiş fanila, Hıdırellez, Çökelez’de yolda. Üvezler koyun ağılında,
köteksiz sığırın ağzına dişindirik. Zar kanatlı böceğin gözünde, yansıyor dere,
cırcır böceği ötüyor, sıçrayan çekirge, başa yağlık bağlayıp Emir Cafer, gidiyor çifte.

Gümüşler aşağıda çocuk yıkıyor, radon dişleriyle gülüyor çocuk.
su çulluğu uçuyor Derviş’in pınarına, yerde pıtrak topluyor,
drosera gibi uzun Emin, yanında uyuntu köpek,
göz yutarı çökmüş Ahmet, keder keyfe
geliyor Cüce Balaban türküsüyle.

6
Çanak yapraklı hıra ağaç, dibinde ağaç sansarı, bakıyor tilki, diştacı kırık
bostan korkuluğuna. Pakize yalıyor bulamaç, sarı çiçek dökmüş bostana ağlıyor Hürü,
bastona dayanmış İmam Alibi gülüyor buna, cesedi yıkanan Telat bakıp, sırıtıyor alayına.

Ağaçsı otların arasında nadaslı tarla. Hacer’le, deli İbrahim tümseğin ardında
Uzandı aldangıç buzağı, çığlıklı sesle, cin gülünü kokluyor oğlak dilinde, yaprak çağlıyor.
Avurtları çivili demirci Hüseyin, dut dibinde oynar prafa, çuvaldız kendine, nişadır başkasına.
Çağanoz kaşlı Cakcak Süleyman, yunup Menderes ırmağında, yiribik sesine öykünür damda.
Çoban püskülü sarkar atından, atın sekisi küfran diyarından. Adım atınca cırnaklar kedi.
Ağlar suda kınalı saç, sıpa yer çağanoz otu, çayır teresi. Üvey üveyik çıtlık dalının delisi.
Var mı Mete’nin kız gibisi, sevdası pıtrak, kalçası kasnak.

7
Ahh ah, ötüyor örende ispendik kuşu, karyokinez bakışlı Dudu,
harımda bindallı kuşanır, karga üzümü yer, pıtırt diye kaçırır, pıtırt, pıtırt, pıtırtı,
gürültü patırtı. Kabaç’tan gelen kurumlu durur, kuşantısı dünür, isfendan yürür,
kantar topuzlu, Cem gülüşlüdür. Mısır kundağı, baysungur, baytarın sözü, sığır gözü otu,
meler kuzu, beç tavuğu kaçıyor, tırmık Şükrü peşinde, kınnapla domaç döndüren Zelil,
hani balığını kurutmuş Trampacı Halil -elinde gezdiriyor- minik çocuk ürküyor.

Hünnapla kağşayan Ümmü ağzını yüyor, kamaştı dişi, erik yediği.
Kurganın altında atlar duruyor, birevcikli otları yiyorlar ha bire, pürçüklü otlar.
Boğumlu akrep nalın altında, börkenek yudum atlarda, boğanotları, inek, semizlik.
Kavut yiyen çocuklar, kavuz yiyen kuzular, küspe yiyen sığır.
Ivır zıvır deve, ovadan eve, derken -berkli budunlar- buzağı oldu düve.

Kovcu Meryem, bozulumunu anlatıyor ekşi şıranın, kendi beslek kuşlar ötüyor tepede,
buğdaygiller ve burçak gözlü kuşçuklar kucak kucağa. Buğday güveleri, arpa pireleri,
yeşili buğulu tarlada. Bukran, bulak ve Sekendiz kızlar, tırmanır güneş -mırıldanır arılar-
haseki küpeli Nahide, Bulgari klarnetle, baygın gecede. Erendizler tepede, kirkit gözlü baykuş
bacada.






















8
Yunanî tamburlar soluk veriyor, kuş kelebeği dinliyor, kozalaklar söylüyor. Burunsalık taktık
taya, sası, kötü küspeler. Bürgülü Leyla, kaytankara bıyıklı, büzük Osman’ı sıkıştırıyor,
büyüksü kalçası çarpınca, Osman yerlerde, Osman saykallanıyor.

Büküntüden çıkan Beyhan, üzgün-büzgün gözlerde deli saçıntı ağlıyor, büyütken otu gibi,
börtü-böcek, çeltik-çırpı, çörkü-çörtü kaçıyor gözüne. Ağlıyor ha bire, enek ve erkeç keçiler
bakıyor hale.

Öter murabut kuşu, pırlantalı büyücüler, eğiriyor iplik. Epriyen kepiyle, erkekçil darı püskül saçıyor, eşeysiz soğan göz kamaştırıyor. Hürü, obrukları dolduruyor, oyulgamakta, oyulguyor.

Kafkas sülünü komşudur köye, kükremekte aslanı köyün, kümültünün arkasında,
künklerin üzerinde. Köhünlerde neferne, İdris ağacı horanta saçıyor, incir kuşları uçuyor, morula safhasında solucan, büzgülü marulu yemekte, ovogon neylemekse, çöküyor maltız
keçisine.

Anız kuşu kıpırdıyor, keten kumrusuyla, tahıl güvercini guğuldamakta, şamata çalıyor
kanca dilinde. Kuzgun kılıcı otu ve parankima dokusu sülük avında, dedik ya, kerkenez ayında. Yaban asması beni çeker mi, selentereyle, tirişinden kaçıyorum, uçuyorum zigot evinden. Sıçırgan korku içinde silkiniyorum. Sonurgu anın sölpük tutkusu, baykuşa sumak ekiyorum.

Sulu sepken kar, sulfata yutuyorum, sülfamit içiyorum, kükürt tozu döküyorum yaraya.
Süslü püslü süzek, taç yapraklı, tangur tungur tarantılı, tumturaklı, kuruntulu, taylak tepede, tıngır mıngır, ay tutulumu oluyor. Toygar sürüsü havada, İzmir çiçeği kovada, tıpırtılar yerde.
A yeniay! Yatağanım yanımda, yaprak arıları, karınca. Yont kuşu ve yanşak konuşmalar. Sel köprü yıktı, ineği yuttu, gün indi, güneş söndü, inek geri döndü!..

Ne yapacaksın…

9
(Ve sonra tanrı köyün ortasına Firdevs uçmağından bir öküz indirdi. Öküzün sayısız boynuzu ve ayağı vardı. Ve sonra köye ‘Kûn’ dedi. Ve köy oldu. Kör Gülistan tenteneyi ördü, yağmur kuşu tilkiyi gördü. Babil ki bülbül demek, köye bin fersenk uzaktaydı, bir karanlık ayda yıkanmak nişanıydı ve Yakup bostan çalarken ‘Ben sonradan gelenim’ dedi. Ve merdivenli bir düş gördü. Güneş kanadını dürerken, bir ağırşak Serendip dağına inerken, Adem, Süleyman’ın tahtı gibi ışıklı traktöre biner, misk, amber ve kâfur kokusu, ut ve sandal ağacı kutusu elinde, kıkır kıkır gülerdi. İshak’ta gülerdi. İshak! İshak!.. diye…

Fars bahadırı gelir, Ufsus ve Tarsus çığlıkları arasında, Palestin Sebu ovasında, Kenan ilinin ortasında biterdi gün. Gece yürüyücü İsrael, bir Malta haçlı maltız keçisi gibi parlar, Hintlinin, kendini kaplan önüne atması, kör öküz boynuzundan fışkıran suyun gözleri açması gibi, köy kutsanırdı. İshak güleç demekti. Hiçbir canlı boşuna yorulmaz, ağlamazdı baba… )

Sıktı, Sıtkı, Bitti

Köy yeşildi!..

(Tanrısal Aşık Ömer’in, yeryüzüne İsabey halkı ve çevre ahalinin şanını duyurabilmek için işaret ettiği günlük işleri, kutlu öğle ile soluk ikindi de tanık olduğu şeyleri gösteren belgenin bir kopyası yukarıdadır. Asıl belge İsabey’de, Derpınar’ın iki sütunu arasındaki mermer levhanın üzerine kazınmıştır.)

H a y ’ r l a r
O l a ! . .





120
GÜLENAY
(IX)













Jesus mu bu?
Belki de Davut!

Kaya tuzu, Çerkez kızı, at hırsızı.

Serendip’ten in,
İlyas’ın deveye bin;

‘Zehra Bağı’na girin!

Eyüp’te keramet
Yakup’ta bereket
Meryem’de gıybet.

Güneş tutuldu, hava is
Göğü arşınlıyor iblis!

Hacıosman’ın tekesi
Çamurcu’nun düvesi.

Çiçekler etten olacak
Hain, arkadaşını ayda unutacak!
Cebrail, Süleyman güğümünden çıkacak!..


Eşebe ölmüş!
Yetmiş yıl avludan çıkmamış
Bir kere çıkmış; bir adama varmış

Adam bahara varmadan ölmüş
O da avlu içine geri dönmüş.

Kış sertçil
İneğin gözü buharlı
Beygirin ayağı karlı bizim kız!

Uykumda metal köpekler havlıyor
Dere yandan Haşaşinler geliyor!

İşte yıldız kaydı
Kim bilir kim öldü…

Ethem’se, döl yatağını gördü!..

Toprak kör ışık!
Et soyut toprak!

İnsan, ölü sözünden geviş getiren
hayvan...


Dibek taşında toplan!
Tanrı bir, Sartre iki
Palalar üç, Habip dört
Hadım Özcan beş
Ay ışığı,
halamın tahta kaşığı altı


Çalkebir’den gelenler
Belevi’nden geçenler
Mısır çalıp nohut ütenler
On!


El kızı
Civar suyu
Albız soyu.

Yirdirme Osman
İşi sarpa sardırma

Bakma öyle Afer!
Rimbaud ile betim
söz ökeliği ve öykü
şiirden atıldı. Avluya
sırça saçıldı. Tanrı üf dedi
Adem’in gözü açıldı.

Bizim oğlan!
Osman’ın dam üstünde resmi var
Üç aşağı beş yukarı oda Renoir!

İmgelere inseydi İngiltere

Ölüm küslük sayılsa
Kuşlar Peru’ya uçsa
Irmaklar geri aksa
Gönül’ün başı bağlanır mıydı?

Hamidabat’a Medusa’yı görmeye artık
Hasdrubal’ın bağına üzüm yemeye!


Yıldız göçer
Ay tüter
Baykuş öter.

Esebili yasa bayılır
Gülten’in apış arasına

Seksus, Neksus, Pleksus
Hepsi öldü artık
Yılanyutan
Kurtarır mı kalanı


Sus gayri
Haşepsut’a yalvar
Takma bıyık pos sakal
Birbirimizi tanımayız ki?
Feleğin gözü kör olsun!

Daha ne olsun kız!

Daha ne olsun!

Olsun bizim kız
Olsun...





























121
GÜLENAY
(X)

Neşeli bir saksağanın
kanadı yayıldı ovaya.

Bir bahar kargasının
sesi indi aşağılara...

Ovadakiler
düşler içinde ‘hacim’ dedi
topraksı yüzlerini eğip toprağa...

Pandas-titizlik tanrısıydı!
bazal ganglion;
Esebi’nin kabuğunu etkiler.

Gönül diye bağırdı sonra!
-tinnitus- kulak çınlaması bu
hiçliğe uzanmış
bahçe yoluydu bakan.

Ve çıtlık dalında
‘mır’ okuyan bir baykuş.

Sabah dedi büzerek ağzını
sabah oldu işte
yürüyor ayaklarım
ve aydınlık başucumda
ve yanı başımda duyuyorum
ayak izlerimi.

Atlastaki dağlar...
bağırdı sonra, sayrıyım ben!
ve yıldızlardan düşüverdi gölgesi

Sonsuza dek aynı düşler
işte…

‘Ne zaman öleceğimizi bilmemek;
bizi ölümsüz kılar’

Ölmemek için kendimi ölmüş bildim.

Ah ölümümü uyandırdın işte
ölmüş olan beni uyandırdın

Yaşamda ne arıyorum ki?..
'Hiç Kimse' oldum artık.

Bir Odysseia’dir dünya!..

İşte benim son umarım;
Bir tür yok oluş, demirci baba!
Bir tür var oluş; Şefika ana…








122
GÜLENAY

 (XI)
Narkissus bende suretini ararken, ben onun gözlerinde kendi duru, soylu akışımı izlerdim. Pars çiçekleri öldü artık. Karanlığın baştan çıkarıcılığı, ışığın bir ateş topu oluşu, biçimsizliği, yaradılışa düşman zamanlarımız. Evrenimiz... Servilerin orada beklediğimiz. Yaşamımız boyunca peşimizi bırakmayan düşler. Yenilgiler. Doyumsuzluğun acı yurdu. Bitmeyen acılar, sevinçler, kederler. Cafer öldürüldüğünde çocuktum, Kaçarlar'ın evinin önünden, öldüreceklermiş gibi geçerdim, yaşlı bir kadın, üzüntüyle ve duygularımı sezercesine ürküyle bakardı, ürküsü bana geçer, ürperirdim. Su kuyuları, yukarda dağ yönünde, bir kule gibi duran, ak, kireç boyalı su deposu hayaletimdi... Cafer'i oraya atmak istemişler ama kapısını açamamışlar. Kilit dilsizmiş. Çayın suları içinden izimizi bulamasınlar diye götürmüşler ölüyü, dağa doğru çıkarken... Sonra bağlara yönelmişler ve bir bağ evine yaslamışlar kolunda saatiyle, bakmış ki bağ sahibi, kolunda saatiyle yaslanan bir ölü!.. Kolunda saati... Saf cinayet mülk hırsızlığından değil, ruh hırsızlığından yükselerek yol alırmış... Köy bu dedikoduyla çalkanmıştı çünkü... Bu bir aşk cinayetiydi gerçekte ama evleğe saldırı ve etik dışı bir edim olarak gelip geçti yeryüzünden. O yaşta aşk peşinde koşmanın armağanı, bir Simurg darbesiymiş. 'Asıl namus aşktır' diye bağırmış ölürken. Ülkesi 'İmrü'l Bağları' idi. Ne zaman kuyulara eğilsem, Midas'a öykünür gibi sesini duyardım... Abdülkadir köye döndü, Topal Halit öldü, bütün düşleri öldü çocukluğumun, hepsi ya öldüler, ya köylerine döndüler. İsabey'e... Topal Halit öyle düşlerle doluydu ki, ölümsüzlüğü arardı, Amerika'ya gidecek, ölümsüzlüğün umarını bulup gelecekti!.. Yattığı daracık, tahta merdivenli odasında ölü bulmuşlar, dişleri aynı bir atın dişleri gibi, sırıtıp kalmış... Dünyanın tüm düşlerini barındıran adam, nasıl böyle sıradan biçimde ölürdü ki... Ama öldü işte. Herkes gibi... Bir annesini sevmişti şu yaşamda, bir de babasını, bencileyin mi demeli!.. Geri dönüş özlemi... Onun olanaksız avuntusunun acınç dolu sitemi... Dünyaya sığmıyoruz, kim olursak olalım, yaşamak, ölümü denemek, başarıdan başarıya koşmak, sevişmek, mülkiyetle süslenmek, serüvenler edinmek!.. Mutlu etmiyor bizi, bir sığmazlık var, sürekli peşimizden koşan bir yetmezlik duygusu, kendini anlatamamanın, bir türlü anlatamamanın ezinç veren gizemi... Bu evren ve karşı evren, sen ve ben, onlar ve bilinmeyen... Yazık ki, hepimiz için geçerli... Son iç çekiş işte bu... Bir daha ki gelişimizde cennet ve cehennem olmayacak!..

SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder