2 Ağustos 2018 Perşembe

SANAT

 
Sanat estet duygusunun (güzele düşkünlük) dışa vurumudur.


 
Peki güzel nedir, güzelin anlamı hiç bir şeydir. Çünkü güzel ortak yargılarımızdır sonuçta, biraz ileri gidersek vasatlığın saltanatıyla karşılaşabiliriz. Milyonlarca arabayla yarıştığınızı düşünün, hepsi aynı hızla yokuşu çıkamaz, bir tanesi doruklarda gezerken, pek çoğu eteklerde dolaşacaktır, vasatlığın saltanatı garip bir şey değildir, yalnızca budur.

Sanatın bir kavannisinin ya da kronolojisinin olması, mezar taşı ideolojisinden başka bir şey değildir, üstelik bir koçanı tutulmak nezaketine erişen, kavuşan kadar, bir o kadarda unutulan vardır bu hengamede...

Gerçek ereği ölümsüzlükse bu kavgaşımın, her insan ölümsüzdür diye düşünebiliriz. Çünkü eşi ve sonu olmayan bir yaşamı süslemek, onu onurlandırmak gibi bir işlevi vardır her insanın, bu baht hiçliğin bütün temellerini yerle bir eden biricik kanıttır tüm evrende, her insan bunu bizim için yapar üstelik ve her insan ölümsüzlüğü hak eder, erdemli olmanın yollarından biridir bu tanrı katında ve tanrının bir borcudur bu bize, tanrı ötekiyse, madalyonun öbür yüzünde de biz varız öncelikle ve bu paranın yazısı da  turası da aynıdır belki de!..

 
Picasso, Franko faşizmiyle ilgili -sözde- Guernica'yı yapmıştır, bir duvar resmi formunda, başkaca bir tavrı da yoktur bu konuda, o zaten yoksulluk, eşitsizlik, devrim gibi konularla pek ilgilenmemiştir, bir portre ressamıdır, renkçidir ustalıkla ve en önemlisi de yenilikçi bir ressam değildir ve tarzı bir ilkin sunumu da değildir, belirtildiği üzere mağara çizgilerinin versiyonlarıyla, Afrika renklerinin bireşimidir, ama kapitülasyon çağları bittiyse de, manipülasyon çağları bitecek gibi değildir dünyamızda...


 
Bilineni yinelemiş olalım, Einstein'in görecelilik kuramı dünyayı sarsınca, bir intihal -çalmayı akıl etme- varsağısına gönül indirip, bu kavramı resme taşımayı, primitif bir biçimde olsa da öngörmüş, çağın sürümü ve zorunlu bilitinin dinamiğiyle de, Paris - Madrid düalizmi arasında popülizmin duvarlarını yıkmayı başarmıştır.


 
Bitmedi kadınlara karşı nobran, despot ve dikteci -diktatör kavramı buradan gelir- ve dikte ettiren bir ölümlü olarak, kötü bir ünün sahibi olmuştur.

Konumuzla ilgili değilse de, sırf oyun içinde oyunun gizemlerine erebilmek için deneyelim, eğer bu resim anlayışını bir doğulu  'ele geçirmiş' olsaydı Methuselah bakın neler söyleyecekti; Bu güneşin kavurduğu, perişan toprakların vatanından çıka gelen doğulu, resim sanatını özümsemeye ant içmiş, primitif çağların görüngüsünü hatmetmiş, renkler,  doğu çarşılarının tanrısal bir bağışı gibi göz alan bin bir çeşitliliğinin derinliğini süzerek, bir özüt gibi tuvali kaplıyor, gören gözleri hayran bırakıyor, perspektif alabildiğine primitif, çarpık doğu zihinselliğinin tüm çizgileri var portrelerinde, ressam düşkün topraklarının insanlarını hakkıyla yansıtıyor, bakışları bir yere odaklanamayan umarsız ve yoksul figürler, ressamın profesyonel becerisiyle panoramik görsellere dönüşüyor.

Doğunun insanlarının açmazı, sanki felçli, parçalanmış zihinsel yapı, ancak bu denli yansıtılabilirdi, dikkat dağınıklığı, yıkıntılar arasında ilahi ve dünyayı seyre dalmışlığın acziyle bütünleşen; erdemli bir savunma bu, çağımız bir ressamla tanışıyor ve doğuyu bize bir kez daha bahşederek, kendimizi de tanımamızı sağlama yolunda bir adım atmamızı öngören derin portrelere imza atıyor, resim sanatı insanı anlatma yolunda bildik formlarını, fersah fersah geride bıraktı, resim anlayışı yeni bir kimlik kazandı onun fırçasıyla ve çağ yeni bir ressam, özgün bir sanatçı kazandı!..

İşte Picasso 'dilendiğinde' böyle biri!.. Siz baktığınız pencerenin kurbanlarısınız!..

 
Peki Picasso neden büyüktür, büyük değildir, çağ efsanesini yaratmak zorundadır, uygarlığımız genelde kafeini alınmış sanat erbabını öne çıkarmakta hiç bir beis görmez, o 'Karşı koymak bile bir çeşit işbirliği olabilir' mottosunun gönüllü kurbanı, hayranı ve kahramanı olmakla, sözde ilerici, aydın, işçi, eşitlik özlemi içindeki kitlelerin, ambalajı göz alan ve arada bir Mozambik'den, Burkina Faso'ya, Gulag'dan, Auswithcz'e kadar özdeyişler üretip, türetip serflerin, paryaların ve tarih boyunca sınıfta kalmaktan başka hiç bir becerisi olamamış arkaik proletaryanın; sözcülüğüne savunur artık.


 
Kimisi Goethe gibi, sonunda nedamet getirir bu konuda ve giderken, hiç olmazsa, 'Işık daha fazla ışık' der, diyesim hiç olmazsa kendini bilir. Çünkü, karanlıkların olmazsa olmazımız olduğunu anlar ve görür artık. Kimisi Max Ernst gibi gerçekten yenilikçi bir resmin peşine düşer, ama onu kimse anlamaz, neden, dedik ya aydın olmak ya da gelecekçilik, ilericilik bile; bu dünyada anlaşılır -daha doğrusu- düzenle işbirliğinin tezahürü bir arketip olmak zorundadır, yoksa saçmalıyordur insanlar, görülmedik delilikler sergiliyordur, anlaşılamıyordur bir türlü vb!..


 
Örnekçe; bunu bilen ve sezen Malevich, devrimlerin, reformların, restorasyonların hep aynı kapıya çıktığını anlamış, sezmiş olacak ki boş tuvali duvara asarak uygarlığımızı protesto etmiştir, o değişen tek şeyin 'değişmeyen' olduğunu anlamıştır.


 
Duchamp ise, başka bir versiyona yönelmiş bu ikilem içinde ve pisuvarı enstelasyon, resim ya da güzel sanatların bir objesi olarak insanlık sahnesine, fütursuzca sunarak -ilk kez sanata karşı sanat yapılıyordur-, anlaşılır bir kurnazlık, haylazlık ya da açıkça bir meydan okumayla; sanatın aslında, düzen içi, kurulu mekanizma veya anlaşılır doğamızın öylesine ve değişkesiz, görsel ve bildik yinelemeleri ve zaman geçtikçe yeniden piyasaya çıkan, arzı endam eden ürünleri olduğunu haykırmakla yetinmiştir.


 
Göğün altında yeni bir şey yoktur ve olamaz. Onun için bir yinelemeyiz biz.


 
En şaşırtıcı ve belki de dehşet verici yanıysa sanatın, bu aşamalarda, uygarlığımızın tüm bu devrimci, karşı devrimci, öylesi ya da üstün körü olan veya bize olağanüstü gelen, gerçekten yenilikçi ürünlerini kendi potasında eritip, usa sığmaz biçimde bir absorbe etme -tolere etme de diyebiliriz-, güncelleştirme, olağanlaştırma yeteneği göstererek, her şeyi sıradanlaştırma, anlak içi süblimasyonlarla, giderek anlaşılır kılarak, değersizleştirme, yoksunlaştırma ve işte sanatın her şey gibi öylesi bir ürünü olma, düşüncenin bildik insiyaklarından biri -yaratım-, olağanüstü olma özelliğini; hepimizin anlayacağı bir seviyeye indirme sihrini- büyüsünü- tansığını, ne derseniz deyin imansızca, insafsızca, acımasızca gösterebilmesidir.


 
Bunu zamana mı borçluyuz, her düşüncenin insan ürünü olmakla giderek olağanüstülükten uzaklaşmasının ortak bir yazgımız olduğunu anlamamızdan mı kaynaklanıyor bilemiyoruz.

 
Sonuçta sanat özü baz alındığında ilericidir kavramı, savunması, donesi veya ileri sürme biçimselliği; bir şehir efsanesi, yalan söyledikçe burnu uzayan bir Pinokyo masalı, bir tür galat-ı meşhurdur.

 
Sanat yaşamın bir parçasıdır her şey gibi, sıradandır ne yazık ki...



 
Evet yaşamımızda her şey; olasılıklar, olağanüstülükler, şaşırtılarla doludur ve Platon içimizdedir bizim, Rotschild içimizdedir, Robinson Cruose içimizdedir, Şeyh Bedrettin ve Yunus içimizdedir.


 
Yaşam bizi nereye sürüklüyor, çabalarımız nereye götürüyorsa biz oyuz.


 
Sonuç şu; Uygarlığımız et ve kan uygarlığı hala, cinsiyetin açmazlarıyla, genlerimize sinmiş şiddet duygusuyla, aç gözlülüğün pençesinde paramparça olan kitleler ve adına kapitalizm -sermayecilik- dediğimiz vodvilin oyuncaklarıyla ve blody maryleriyle kadeh kaldıran ve yaşamı cadı bayramlarıyla avunarak, rol kaparak, kurban olarak, payına düşen; negatif ya da pozitif motivasyonlarıyla ömrünü tüketen materyalleriyle -bir canlı türü olarak, hominid- geçip gidiyoruz biz.


 
Uygarlık modelimiz değişmedikçe, sonuçta bir primat, ilkel bir dürtülenim, amipyen bir hücre topluluğuyuz biz.


 
Bitmedi; bunu Salvatore Dali, Picasso'dan daha iyi bildiği için, yok çok daha dürüst olduğu için, ben dolaristim, paraya tapan bir işbirlikçiyim, başka bir şey değil diyerek, olan biteni -gerçek bir devrimci sıfatıyla- özetledi.


 
Buna inanmıyorsunuz değil mi, inanmıyoruz, çünkü bizler uygarlığımızın ürünleriyiz. İnanmak bir sonraki -türe- kalıyor, gerçek zaman alıyor ve yüzyıllar evrenin kadranında saniyelerle ölçüldüğü için, olan bizlere oluyor ne yazık ki, bizler onların öncülü ve kurbanlarıyız.

 
Bu durumda, kaçınılmaz işbirliğini bilen, insanlık tarihçesinin birer kurbanı ve ama açıkça itiraf etme dürüstlüğünü gösteremeyen ve kahramanlığa soyunan ucuz birer Picassolarız biz!..


 
Geçenlerde çağımızın Azev'i -hainler kralı- bir eleştirmenimiz, 'Solun rantını yemedi' diye bir başlık attı köşesinde, evet hainler kralı bizlere göre, ama inanın içimizde en dürüstü o... Hem oynadı, hem söylemek dürüstlüğünü gösterdi çünkü yaşamında, doğrusu bu değil belki, ama uyumaktan ve ayaküstü düş görmekten iyidir.


 
Nedeni de şu, düşmanlarımı dostlarımdan daha çok severim, çünkü onları tanır bilirim, ama dostumun ne zaman ne yapacağı konusunda bir önlem almam olası değildir yaşam boyu, ihanete açık bir kavram dostluk.


 
Çünkü dostuma güvenirim, güvenmek zorundayım ve ne zaman ihanet edebileceğini de hiç bir zaman bilemem, düşmanım için böyle bir sorun yaşamadığım için ve ihanet eden bir düşman tarihte görülmediği için, düşmanımı daha çok beğenir ve hatta severim!.. Bize acı veriyor biliyorum, ama işbirlikçi olan dostlarımızdır ne yazık ki...


 
Tarihimiz, insanlığın ikilemi, açmazları ve umarsızlıkların yinelemeleriyle doludur ve ölülerimizin üzerinde yükselen bir ceset, et ve kemik, dahası bir -kül- yığınıdır uygarlık dediğimiz incelikler ve hiç bir şey değişmemiştir, o günden bugüne...


 
İnsan türü kökten değişip, evrilmedikçe de değişmeyecektir!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder