21 Kasım 2019 Perşembe

RUH

RUH

Eğreltilerin, at kuyruklarının, çalı dikenleriyle dolu yamaçların, cadı fındıklarının, deliler uçurumunun ve tilki kuyruğu çamlarıyla dolu koruluğun arasından, yukarı doğru tırmanıyorduk...

Taşların kahkahalar attığı, düz bir yola çıktık. Tozun ve hırpaniliğin dizginsiz dili, ancak buralarda geçerli olabilir diye düşündük. İlerde bağlar, minicik yaylalar ve Çökilyas dağının etekleri eşlik ediyordu artık gözlerimize...

Bir karakuş uçtu orman yemişlerinin içinde, sığırcık değil bu, başka bir şey, hiç kaçmazlar ama, hiç bir zamanda yakalanmazlar. Çünkü, kaçan yakalanır demişti bana, Eşe Bekir'in kızı Nevriye...

Çocukluk ne büyük bir dünya, ne büyük bir cenneti âlâ... Sırtları baştan başa kaplayan papatyalar, baştankaralar, taşların arasında, örümceklerin bile yaşamadığı bir köreltide, tek başına kokular yayan sümbülcükler, armut ağaçlarının, bir azizenin başında dönen bulutçuk gibi bembeyaz çiçekleri, bir türbeyi kıskandırırcasına imansız ve acımasız!..

Yürüyoruz...

Güneşin sesi, bize eşilik eden tek canlı gibi...

Siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz!..

Orman masallarında ki cücelerin, gerçekte yavrularıyla geçen domuz sürülerinin, insan belleğindeki gizençli yansımaları olduğunu biliyorum. Yitip gittiler işte, el değmedik Havva yemişlerinin ve gün ışığının sızıp parçaladığı orman cinslerinin içinde...

Ama buraları bozkırla dolu ve Çökilyas dağı bilinir ki, cinleriyle ünlü, sessizliğin sesinde dolup taşan, çırılçıplak düşleriyle nam salmış bir bodurlar ordusu...

Av tanrıçasının; gözü gökyüzü görmemiş hayvancığını, ben düşledim ama...

Kırmızı topraklar başladı işte, üzüm kanıdır o, kızıl toprakta adı. Dünyanın en güzel, en tatlı, buruk kokulu üzümleri burada yetişir, köylüler bilir bunu ama bütün bir dünyada bilmez. Yaşam yazıklanmalarla, hayıflanmalarla geçer, gümüş gerdanlıklar ve gülücüklerin gamzesiyle, melankolinin bitip tükenmez sağanağında...

İşte bir akbaba yükseliyor su deposunun ardında, içinde 33 (İsa'nın yaşı) yerinden bıçaklanarak öldürülmüş bir aşığın, ölü gözlerinin saklandığı... Köylüler 'Sonuncu İsa' derdi ona!..

Aşkın, dünyamızın iyilik ve barışla dolması için tek yol olduğunu ileri süren bir dervişmiş, aşık olduğu kadının evi önünde, örenlere yaslanıp, gece yarısı yanık türküler söyleyince, içerideki hane halkı tarafından linç edilmiş. Kıranardı mezarlığında yatıyor şimdi, tozu bile kalmayan bedeninden, hâlâ İrem kokuları yayılıyor ve acıklı bir türkü mezarlığın içinden tüm köye dağılıyor...

Bu köyün adı da İsabey; İsa ile ilgisi yok gerçekte, insanları çok sosyal ve insan severdir... İsa, Musa, Mustafa hepsi birdir onlar için ve hepside bir devrimcidir. Zamanın törpüleyerek hiçselleştirdiği güneşin ayetleri ve göksel vaazlar... Köylüler dibek başında tanrının varlığını da tartışmaktan asla kaçınmazlar.

Akbaba, Çökilyas dağının arkasına doğru yitip gitti. Bilinmez, belki de başka bir gezegencik vardır orada ve belki de bu akbabayı artık, ömrüm de bir daha göremeyeceğimdir. Ne acı, kimselerin bilmediği, başka bir dünyada yaşıyoruzdur biz belki de, ama umut doğamızda var, o ölümsüzlüğün ilacı ve ulaşılmaz özlemlerimizin, damağımızda kalan buruk tadı biliyorum.

Bir fırtına, bir ağacı aldı götürdü işte, ağaçta yaşayan 'Derviş Dede'de uçtu göklere, az sonra köylüler onun bir ermiş olarak dumanlı bacalardan indiğine ve herkese bir kesecik içinde, altın birer akçe verdiğine bağıtlar sunup, ant verecekler!..

Bağlara varmak üzereyiz, dağın eteklerine yakın taşlı tarlalardır buraları, su yok, yaşam yok, yalnızca güneş var, güneşin bağışladığı ne varsa, canlılar için tek muştu da odur ne yazık ki...

Bağın içlerine daldık, deli dolu koşuyoruz sağa sola, kuru, yeşil yapraklar, kararmış toz içinde salkımlar, karıncalar, yalnızca düşlerde gezen kırmızı tavşan, gözden çıkarılmış bir heybe, uyuklayan kertenkele ve ilerde örenlerde çöreklenmiş bir yılan, unutulmuş sepet ve kurumuş pınarın yalağında kıpırdayan bir yengeç bizi bekliyor!.. Bilinmez, yengeçler sonsuza dek yaşayacak tek hayvanmış der köylüler ve işte bir anda; karanlık bir kovuk gibi önümüzde beliren, bağ evine giriyoruz.

Aman tanrım!..

Her şey gerçek, her şey bir düş ve her şey tatlı bir yalan mı bu dünyada ve cennet ve cehennemde yalnızca burada mı...

Bir kafes var bağ evinde, diplerde değil, neredeyse ortayında bir yerde... Sazdan örülmüş, özenli, göz alıcı bir dünyacık, kubbesi bile var. Çizgilerle toprağa değen dalları arasında, kafesine neredeyse sığamayan, ömrümde bir daha ne gördüğüm, ne de görebileceğim renklerle dolu, ışıltı yayan bir şey var...

Burada ne arar bu, nasıl yaşar, suyunu kim verir, açlığını nasıl giderir, ne zamandan beri buralarda yaşayan bir esire, göz alıcı bir cariye bu ve daha ne kadar yaşayacak burada, bu eşi benzeri görülmemiş, insanı can evinden vuran varlık...

Tanrı var işte, tanrı var, yoksa nasıl yaşayabilir ki, buracıkta, bu dünyalar güzeli şey!..

Onu yaşatan tek varlık tanrıdır sanırım ve tanrı, onun ta kendisidir, çok iyi anlıyorum, başka türlüsü olamaz ki, böylesi bir varlık, böylesine yaşayamaz ki...

Nasıl var olabilir buracıkta, bu gizemli yaratık, bu tanrıcık. Böylesine can alıcı güzellikte, nasıl bakabilir bize, bir söylenceyi anımsatan, cennetsi gözleriyle...

Kuyruğu, acayip bir kokunun, miski amber biçiminde uzanan kıpırtılarıyla dolu, kanatları sonsuzluğu arayan özlemlerle bezeli, gözleri nazlarla süslü, göğsü dünyanın tüm sevgileri, bin bir çeşit renkleri, tüycükleriyle kaplı, üst üste yığılı, ılık ve yumuşacık bir düş bu, sevgilinin; Kevser şarabıyla dolmuş göğsüymüş gibi sanki...

Göz göze geldim, gök kuşağı renginde, harelerle yanıp sönen bir şey bu!..

Çarpıcı, eritici, tanrısal bir güzellik...

İşte büyüleyici, bu kutsal ve yaratılmış estet karşısında; ürpertiler içinde geri çekildik.

O düşler ötesinde, görülüp, duyulmamış bir masal.

Us dışı bir canlı...

Ah çocukluk!..

Aradan nice zaman geçti ve işte bugün, bu sanrının nedeni, bir çocuğu yaşamı boyunca büyüleyen, bir gün bile elini bırakmayan o şey, o ölümsüz varlıktı...

Gökkuşağı Tanrısı...

Estet duygusunu, o gün, kök salmış güller, gümrah, kırmızı zambaklar gibi bağrıma dolduran, renklerin düşselliğiyle dolup taşarak; düş evime doluşan, o canlı melekti biliyorum.

Bugün bu özlem ve bu anıyı dile getiriyor ve ''eARTh''ın peşindeki sevda yolcuları gibi, geçip gidiyorsam elem denizlerinden, özlemler içinde, işte o yaratılmışa borçluyum, her şeyi ben...

Ama şimdi o çılgınlık, o renkler, bambaşka bir dünyanın, keder veren yazgısına; çoktan kavuşmuştur biliyorum.

Biliyorum, ancak ayrılıklar ve özlemini duyduğumuz şeyler, can alıcı güzellikte olabilir...

Ne yazık ki...

Yaşamın biricik özelliği budur, özleyiş olmadıkça, arayış olmadıkça, ne cennetin varlığı, ne de sonsuzluğun, ölümsüzlüğün bir anlamı, ne de yaşamın bir tadı olabilirdi.

Bir umudu taşımak ve onu hep yaşamaktır bu dünya ve o günden bu yana söyleyebileceğim tek şeyse; 'Hoşçakal Tanrım' sözcüğüdür.

Varlığı ruhun derinliklerinde, el değmedik gözelerinde sürüp giden ve sürgit tüm yaratılmışlara, ödünç verilmiş bir armağan gibi geçen, evrenin uçurumlarına sinen ve bir gün ışığı gibi tüm varlıkların, özüne, tözüne sızan ve sonsuza dek yaşayacak, varlığını sürdürecek olan; Tanrı!..

Güzelliğin, sevginin, yüceliğin ve sonsuzluğun saltanatı!..

Tek amacı evrenimizin, tek nedenselliği, kozmik erişilmezliğin, kavuşulmazlığın...

Bir estet peşinde tükenip gidecek kozmosumuzdur tanrı bizim ve evren saltıklıkla bir estet arayışıdır.

Artık söylemeliyim ama...

Şu dünyada,

Büyüleyici güzellikte,

Gök kuşağı gibi çekici bir şeydi o,

Evet...

Kınalı bir keklikti benim gördüğüm!

Yalnızca!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder