6 Aralık 2018 Perşembe

EFRUZ / NOAH / TİTANLAR










 EFRUZ


Bir femme fatale (kaderimin kadını, ruhumun efendisi gibi anlamlara geliyor). Esmer, yakıcı güzellikteydi. Esirgeyen, bağışlayan tanrının adlarından biriydi o; Şehrazat... Güzelliğinin acıları, -bir klişe ama- sınıfsal konumunun duvarlarına çarpa çarpa bir ıstırap melodisine, bir ağlatıya dönüşmüş, hanende bir melekti. Kartpostallarda gözlerinden yaş damlayan o güzelim çocuğu andırır, minicik, kanatlı bir şeymiş gibi bakıyordu insanlara.

Onu Denizler’de tanıdım, sahile yakın bir yerde değil, Denizler’in evinde. Deniz zaten adanın tüm erkekleriyle haşır neşir, kadınlarıyla süt liman, soğukkanlı insangillere göreyse, algoritması tuhaf biriydi. Güzelliği dillere destan ama gönlü yaşamı boyunca karalar bağlamış Efruz’u orada görmek, son derece olağandı bu yüzden. Deniz, Havva anamızsa, Efruz, Lilith gibiydi kısacası.

Yaşamım boyunca platonik aşklarla ömür geçirmiş biriyim ben, gerçeklerden korkuyor ve kaçıyorum, daha doğrucası kitabi yaşarım. Çünkü gerçek, para demek, ufukları belirsiz koşuşturma demek, hiçbir neden yokken ağlamak, merdivensiz kulelere tırmanmak, radyasyonik ortamlarda bulunmak, gece yarılarında ilaç evleri aramak, uçaktayken bir daha yeryüzüne inememe korkusu, vapurlarda bebek çığlıkları, Koçerocu bir silahın horozluğuna soyunma hevesleri ve işyerlerinde entrika takımına oyuncu seçilmekle, gölgelerin savaşına kurban edilmek ve büyük olasılıkla, sonsuz evrende, yalnız bir kez bağışlanan bir seyr-ü seferin, anlamını hiçe sayarak, bir harcı alemle geçip gitmek… Tanrıyı yadsımak belki de budur.
Belki de…

Efruz herkese hayran, herkese kurban ve herkese açık bir cennet bahçesiydi. Görür görmez aşık oldum ona. Aşk, modası geçmiş bir kalp sulfatası. Geçmişe övgü. Bağlar ve bahçelere, ortanca ve sütleğenlere özlem duyan, iki arada bir derede ömür geçirmiş talihsizlerin kalp oyuncağı ve artık kimselerin dönüp bakmadığı bir oyalanmanın sevinci ve yaralı ruhların sığınabileceği, ıssız bir dağ kulübesi…

Efruz bana yüz verdi!.. Bir evcil kedinin dağıttığı ve herkese verilen bir nazı -deyim yerindeyse-, insan niçin kendine özgü sanır, yaşamım boyunca gizini çözemediğim, biricik içgüdü işte budur. Ellerini tuttum, ayaklarına bastım, beline sarıldım, yanağını öptüm, gözlerini süzdüm gece boyunca. O da içti, içti, içti…

Yaşamı hiçbir zaman  kavrayıp, anlayamadım ki demek utanç verici ama yine de içimden geçenleri söylemek zorundayım. Efruz nasıl geçirir ki günlerini, önümde giderken, telefonda her güne bir dizi sığdıran ve bugün Çukur’u izleyeceğim diyerek, özlemle, coşkuyla, sakınmasız bir hırsla kendi gayyasını kazarak, ölümüne hazırlanan bir gençliğin, o devi andıran çocuğunda olduğu gibi mi…

Efruz mutfakta, Efruz çayı getiriyor, Efruz yemeği hazırlıyor, Efruz kahve falına baktıracak zaman buldu, Efruz çocukları topladı, Efruz yatağı hazırladı, Efruz faturaları yatırmaya gitti, Efruz boşandığı adamla düşlerinde sevişti… Bir hüzün bahçesinin, bitip tükenmeyen yaprak dökümleri… Bu tip Şehrazatlar’a göz koymak, düşünüldüğünde, günahların en büyüğü, obsesif bozuklukların, fırsat düşkünlüğünün önde geleni ama Efruz’da biliyor ki, şu dünyadan yalnız gelip geçmek ne denli acı verici, herkes el ele tutuşuyor, birbirine sarılıyor sağda solda, ama o tencerenin kapağını kaldırıyor, tavanın kulpunu tutuyor, yorganı çekiştiriyor ve merdivenleri siliyor kaç yıllardır, kürek cezasına mahkum bir yeryüzü nöbetçisi gibi.

Ama her şeyi biliyor o, her şeyi biliyor ve yazgısına lanet ediyor, tanrısını da sorguluyor geceleri ve yine de şükrediyor her sabah kalkarken, bu günde yaşıyorum işte, kanserli göğsümün ağrıları dindi, genç yaşımın zamansız siyatikleri geçti ve her nasılsa bu ay faturalara param yetti. Düşlerinde ekstralardan kazanmadın mı bu paraları diyor şeytan ona, ama öyle bir şey yok ki. Efruzcuk belki de hayallerle gerçekleri birbirine karıştırıyordur öteden beri… Kim bilir, belki de afazi, paranoya, Alzheimer gibi ‘başka dünyalar’dan gelen ziyaretçileri yoldadır!..

Günün birinde, şanı edebi, namı İsmailîler’den Hatayi bir içki konağına gittik onlarla, dört kişi, Deniz, ben, Efruz ve çocuksu don juanlarımızdan biri, -devranidir belki ama- hesap o kadar yüklüydü ki, kim verdi anımsamıyorsam da, bir bölümünü ben üstlendim ne yazık ki, ne yazık ki demem şu; çene çalmaktan başka hiçbir yeteneği olmayan birinin, şirk koşarak sermayeyi üstlenmesi, dünyamızın acımasız geleneklerinden biri ve konu komşunun fermanları uyarınca da  biliyorum ki; Efruz’un cüzdanına el atması demek, onun gözlerinde, bin bir gece masallarından süzülen harelerin,  eşsiz ve bahtiyar bir payidarı olarak, herkese bağışlanmaz bir nimeti, hayasızca tepmek demek oluyordur. Öl ama, yapma!..
Efruz, eriyen buzullar gibi, yine içti o gün, mutfaktan çıkar çıkmaz, başka bir kimliğe bürünüyor ve farmakolojinin alkolitlerine karşı, Frankşeytansı bir bağımlılığa soyunuyor bu kadın. Gündüz insan, gece bayan bir zombi!..  Zombi çünkü; Hokus pokus diyerek kadehini kaldırıp herkesi yoluna yolladı (meğer binlerce yıl önce komünyon ayinlerinde, rahip bir parça ekmek alır ve ‘Hoc est corpus’ -bu İsa’nın bedenidir- diye haykırır ve onu İsa’nın kanı olan şarapla birlikte yiyip içmeye davet edermiş yoksulları, ama bu sözler yoksul çiftçilerin dilinde, zamanla hokus pokusa dönüşmüş) ve gecenin yarısında benimle baş başa kalmayı başardı bu Judasçı rahibe... Ben ki kitabi yaşar ve yönünü çok önceleri kaybettiği içinde  pusula aramaz bir komitrajik varlık.

Barlara girip çıktık (Ne garip, insanlar dünyaya eğlenmeye gelmişler, karanlık koridorda, kuyruklu iblisler gibi geçiyorlar yanımdan, birbirinin üzerine yığılanlar özlemle kucaklanıyor, az ilerde Çıfıtlarla, ifritler, kulakları sağır eden gürültüye, öyle bir eşlik ediyorlar ki, sanki keçi ayaklı Pan’ın çocuklarıyla, erkekli dişili su perileri ve satirler ortalığı velveleye vermek için, şarap tanrısı Diyonizos’dan ödünç alınmış ve ahı gitmiş, vahı kalmış, metal ve mental yorgunluktan viran olmuş dünyamıza yollanmışlar, hah dedim göz gözü görmez karanlıkta, bir bu eksikti, Tepegöz’de geliyor işte, ama yanıldım, ürkütücü parlaklıktaki şeyi, ağzındaki tütün çıktı, kimileri ortaya salınıp, çember olmuşlar, Picasso’nun harpileri gibi, teke şarkıları eşliğinde dönüp duruyorlar, Efruz’a dedim ki, gördüğün gibi, dünya hiç değişmeyecek, o çok daha deneyimli bu yollarda tabi, halime acır gibi gözlerime baktı, tövbe ya rabbim;  Acem acemiliği bu olsa gerek dedi), birkaç yer gezdik, geç saatlerde kapılardan çevrildik, sabahçı aperatifçilerde pinekledik (biri köşede, dünyamızın insan dahil tüm cangıllarıyla sentezleyip, dayattığı düzeni; hala değişebilir/değiştirebilirmiş gibi Anti Dühring’i okuyordu, yanlış duymadıysam, biride kızını, Hasan diye çağırdı), Efruz’un masalarda, uzun yollara çıkan yolcuların uyuklamasına benzer hallerine eşlik edip, elceğizini öperek, saçlarını okşayıp, merdivenlerden salınarak inerken, düşmesin diye kanatlar açıp; güneşin doğmasını bekledik…

Mutluyduk.

Çünkü bu şehrin gecelerinde herkes uyuyor ama uyumayan birileri var ki, kimdi onlar; işte onları gözetliyor, bütün gece karanlık serin yollarda, dünyayı aydınlatmaya ve orada sürüp giden gizemli  yaşama, bin yıllardır eşlik etmekten usanmayan ayın rotasını izliyor (Efruz aya, hilâl kuşu dedi), birbirimize antik çağlardan kalmış bir iki solgun yıldızı gösteriyor,  parıldayan asfalt yollarda, kin dolu, yorgun uyanışların, meraklı ve şaşkın bakışların eşliğinde; yüz yıllardır yinelenen, afişler ve ışıltıyla süslü, gerçekte yılgınlık ve baygınlık yayan, yıkıntılar arasında ilahiye benzer, alabildiğine ölgün ve artık motorize alaylara evrilmiş,  yine de yaşam sevinciyle dolu, çalımından geçilmeyen, kibirli hırıltıları dinliyorduk.

Arabalar geçiyordu ve tan ağarıyordu artık.

Efruz’a dedim ki, gördüğün ay ve alaylar, bin yıllar önce gene böyle bir gece, Antonius ve Kleopatra’ya da eşlik etmişti, çok şanslısın. Öyle bir kahkaha attı ki, birileri ne oluyor diye başımıza üşüşecek sandım, çünkü ses karanlığın surlarını paramparça eden bir akustikle, aya dek gidip gelmişti neredeyse… Efruz dedim, her sahne yinelensin diye yaşarız biz insanlar, Brutus’un kahredici bahtsızlığı yinelensin diye,  bir kabadayı öldürülür köşe başında, minik göğsü kadehlere ölçü olan Antoinette, giyotine başını uzatırken, bir başkası delik deşik edilir yatağında, Şeyh Bedrettin asılırken Serez’in esnaf çarşısında, gene biri dikenli telleri aşmak ister ve kurşunlara yem olur öğle sıcağında, bütün insanlık hınçla yineler durur kendini ve sanki El Kindi’nin soyundan gelirmiş gibi, sabırla…

Uzatıyorsun ama dedi Efruz, görecelidir yaşam, hayatın bin bir yüzü var ve pencerelerde birbirini göremeden, geçip gidebiliyor insanlar. Şu yaşamda sen, gördüğüm kadarıyla, -yazı kalıcıdır- sanıyorsun yalnızca, üstelik konuşuyor gibi de değilsin, okuyor gibisin.

Anladım ki bu öykü bitmeyecekti.

Zaman değişse de, hiçbir şey değişmeyecekti, bizler, Efruz ve özlemlerimiz…

Düşündüm ki yaşam, arzunun karanlık nesnesi, -Demokles’in kılıcı gibi- sürüp gidiyor, çağlar gelip geçiyor, belki yenileniyor ama, ruhlarımız epriyor ve yalnızca insan, insanlık eskiyordu…





NOAH
Platinyum tabanlı bir levhada gizlenmiş safir diskin, sakladığı bilgiler gibi ulaştığımız, mitolojik çağlarda, kanla sulanmış, iğrenç, mermer bir sunağa, boylu boyunca uzanmış bir kurbanın düşünü görüyormuş gibi, yarı karanlıkta, uyku tutmadığı için, bilmediğim bir dilde sayıklıyor, yatağımda dönüp duruyordum. Tan atımına yakın dalıp gittim sanırım, düş içinde düş görüyor gibiydim, evrendeki  yıldız tozlarının içinde, uçsuz bucaksız bir foton denizine uzanmıştım sanki, geçmiş çağların içinden gelmiş gibi biri, mazurkalı, dev gibi bir adam, başımda dikilmiş, ha bire yaşamını anlatıyordu. Bir ölü gibi kalpağı yana yatmış, ama kendisi dimdikti, ağzı açılıyor ama sesi çıkmıyor, oda da dolaşır gibi kıpırdanıyorsa da, yer değiştirmiyor, hiç hareket etmiyordu, gerçekte ölü olan  yoksa ben miydim diyordum, bütün bu sanrılara kapıldığım, cehennemin kapısında olduğumu sandığım için, yaşıyor olamam diye düşünüyordum, başımda dikilen adam, yaşamındaki yengi ve yenilgilerini, kavga ve mutluluklarını, başardıklarını, geride kalan idealler ve düş kırıklıklarını  anlattı durdu.

Söyledikleri şuydu…

Bilimin Tarkovski’si Nikolay Tesla arkadaşımdı, bir gün, birinin tanrı dediğine, diğeri fiziğin adları der diyerek hıçkırdı, üzülüyordu yaşamına, enerji, frekans, katalizör, rezonans meselleriyle doludur yaşamım diyordu. Hak bilir olalım ama, Tarkovski’de güzel sanatların Tesla’sıydı... Biliyor musun, tanrı bir ışıksa, atomda bir yaratıktır, nefretimizin elektriği evreni aydınlatabilirdi. Yaşam her yerdedir, tüm evrende, değilse eğer tanrı bir Moliereciliğin ya da büyük bir müsrifliğin adı olurdu; sonsuzlukta bütün kuvvetler uyum içindedir, tanrı, şeytan, dalga, parçacıklar, Vulgata.   Bundandır tek bir düşünce bile evrenin gizini verebilir bize, onun adı metafiziktir. Kusur ve erdem aynı şeydir kozmogonik dünyada, kediye aşkla sarılmak sevapsa, onu kalbimizde hapsetmek günahtır, ama bunun ayrımında değiliz, çünkü evrenin gizi özden beyine doğru geliyordur ve var oluş bir elektrikse; madde var da olabilir, yokta olabilir. İnsangiller enerjiyi enerjiden elde eden canlılardı, bu başlangıçtan beri bir vahşi olduğumuzun göstergesidir. Matematik dedikleriyse dünyevi bir şey, manyetik birer alanız hepimiz ve içgüdülerimiz de bilginin üzerindedir, onlar ilk günden beri yuvalandılar ruhumuza, bilgilerse dün devşirdiklerimiz, bu yüzden, yazmayı bırakmalıyız biz, okumaya çalışmalıyız bütün bir dünyayı ve başkalarını değil, saltıklıkla kendimizi aramalıyız.

Enerji boşluğa verdiğimiz ad, tanrıda elektriğin. Varlığın varlığı, boşluk dışındakilerin iznine bağlı, insanlık henüz puzzle aşamasında, bir yapboz ve yıkım ritüelidir. Bebek evrenlerdeki bir deneyin materyali olabiliriz biz. Örneğin ahlak (moral), ide (düşünce), kavranılır ölçekte birer elektriktir ve diğer her şey. Dış dünya ve iç dünya birbirinin aynasıdır, bir kopya, bir döngüyüz ve evrenin kendisiyiz biz. Ama doğruyu sahiplenenler, Kuzey-Güney savaşının albayları gibi artıyordur.

Elektrik belki bir bilinmezlik, tanrının yeli o, ilahi rüzgâr. Duyularımız sınırlıdır bizim, ötesiyse uçsuz bucaksız kozmoloji ve aşkın varlıksılık. Tarık bin Ziyad’ın bir kulede bulduğu aynayız belki de ve kaderimiz dekretlerde yazılıdır. Bir soru, kırlangıç, saçlarında yuvalandığı Heloise’in, son soluğunda da barınabilir mi... Bilgisizlik heterojen, tanrısallıksa homojen, birer Havva ve havayız biz. İnorganik canlı türleriyle kuşatılmışız. Ölümsüzlüğe dirençliyiz ama, o hep yanımızda, düşünce dediğimizde derinlikte değil, delilikte yer bulabilir. Einstein bir matematikti, dünyevi bir varlık o ve yanlışlarla dolu, mora bürünmüş bir dilencinin kral sanılması gibi, ne yazık ki teorisi ölü.

II
Doğrular, mantıklı gelen yanlışlarımızdır, sürüyle doluşurlar düş evimize ve matematik var olanın belirlenmesi adına hep pozitiftir, hep yanımızdadır,  ama sonsuzlukta hiç bir şeydir o. Düşüncenin hızı yaşamın hızını sürgit  geride bırakıyor. değişmeyen vahşet ve ilkelliğimiz bundan bizim, her düşüncede bir gerçeklik payı vardır ve evinden çıktığında ölebileceğini düşünen insan haklıdır, çünkü kişisel durağanlıktan, kitlesel devinime, bir bilinmezliğe sürükleniyor ve savunmasızdır. Nicelik ve nitelik de bir gerçeklik. Sanatın dişil, biliminse eril olması gibi, tanrı biz olduğumuz için, insangiller kozmik bir  canlı türüdür, bulutu ve ormanları, ateşi ve yanardağı, galaksi ve yıldızları var. Var oluşumuz bir görüngüdür, yazgı dediğimiz bu işte ve tüm sorularımız yanıtsızdır. Giz dediğimiz burada yatıyor.

Posta bir ağsa, bulut güneşin önüne geçen balistiktir ve mikrop aleladeliktir. Varlık salt düşüncedir, düşünceyse varlık, bir döngü, anlaşılır bir yanılgıdan yoksunuz biz. Bireycilik yaralarımızdır, nisan karları gibi eriyebilir o, erimeyen biricik şey umutlarımız ve tanrı umudun adıdır, bir kurgu ve bir niteleme. Uydurmadır her şeyimiz, bir adlandırma ve bir eylem türüdür. Biz bedenimizi ödünç alırız ve düşüncelerimiz uçsuz bucaksızdır, bedenden açılan birer yelkenlidir onlar.

Evren bir müziktir, ışık parçacıkları birer nota. Gök gürültüsü, yıldırımlar, belki bir beste ve de konserdir.
Düşünmekse altıncı duyumuz olabilir. Hepimiz birer dişliyiz, kalabalık Asya ve hiper donanımlı Avrupa orduları gibi.  Yıldızlı gökyüzünün gezginleriyle, takım yıldızların yazgısı birbirine eştir. Bilin ki Hertz dalgaları ve polifaz sistemi Himalayalar’dan büyük. İnsan beynindeki alfa dalgalar ve vücut boşluğunun frekansları da. Öyleyse başarabiliriz demeliyiz. Uzun yaşam ve öze inanmak için Ikigai felsefesinin gerekliliği gibi. Utku, pagan çağların yıkılmakta olan son kalesi. Sürdürülebilir ölüm çağları bitti, bitiyor. Gücünü topraktan alan Antheus gibi, güçlenebiliriz. Bir enerjiyiz biz.

III
Düşünceyi değil, düşüncenin ne olduğunu öğrenmeliyiz. Asmodeus gibi, bazen bir fısıltı duyarım, Hydra’nın kafaları gibi çoğalan. Bir gün laboratuvarın dağları, kutuplar ve çöller üzerindeki bulutlar öyle yoğunlaştı ki, bir dirsek ötesindeki, elimi göremedim. Gezegenimiz karmaşık bir birlik ve manyetik bir olgu.  Bu yüzden sanatçı dünyevi olanın ötesine bakabilmeli, kendine tansıklar yaratabilmelidir. Soğuk bir kış günü, kedim Macak’ı okşar okşamaz, birden sırtı parladı. O elektrikti ve annem bırak, yoksa alev alacak dedi. Bir soyutlama belki ama; doğa da bir kedi. Onun sırtını kim sıvazlıyor, tanrı mı. Elektriği bulmak hepsinden zordu, ama türevlerini öncesinden bulmuştuk. Çok şaşırtıcı.

Kadınların yetenekleri yüzyıllarca uykuda kaldı, bir gün patlamaları evreni değiştirecektir. İçgüdünün tutsağı olan hayvanın ve kaba dalaşmaların yerini, homo sapiens ve savaş aldı ne yazık ki. Düş gören varlık ve çatışan doğa diye düşünebiliriz. Yer çekimi hepimizi ilkelliğe zorluyor, kuş en gelişmiş varlık belki de, uzayda omurgamız uzuyor ve yer çekimine bağlılık, gericil, kovuğundan çıkmazlık eden primatlar yaratıyor, evrenin sefilliği bu diyorum, dikey denge sorunuyla yüzyıllarını geçiren. Yer çekimsiz bir varlık, aşkın bir yaratık. Taykonot, astronot, kozmonot, spacenot. Boynumuzu yukarda tutmaya çalışmak, bir direniş değil, bir boyun eğiştir. Yeryüzünün tutsağıyız biz. Bir bilgisayarız sonuçta ve soru şu artık, bilgisayar da insan olabilir mi...

IV
Şu Turing elbirliğiyle öldürüldü dünyada ve komplonun içindeydi kendisi. İnsan denen varlık işte bu.
Kriptogam, eğrelti otu ya da yosun benzeri bitkilere verilen, tohumsuz bitkilere karşılık gelen, bir biyoloji terimi. Kriptogram ise şifreli metin demek, yani -bariz bir anarşinin eşiğinde olan dostane bir gayri resmilik-. Bizim bir tümceyi doğrulayacak, hiçbir duyu verimiz yoksa, o tümce salt yanlış değil aynı zamanda anlamsızdır. ‘Geçen gece evrendeki her şey katlanarak çoğaldı’ dediğimizde bu tanıtlamanın hiçbir anlamı olamaz ve hiçbir biçimde doğrulama olanağı da yoktur, bu yüzden pozitivistler, dini ve ahlaki değerleri çöp kutusuna fırlatıyorlar.

Bu yaklaşımların ışığında, tanrı yoktur diyebilir miyiz, karşılığı; görmesek de Jüpiter vardır olan. Belirsizlik her olanağa gerçeklik veren bir varsayımlar bütününe dönüşebilir. Öyleyse tanrı vardır, ama tanrı yokturdan farkı var mı bu tanıtlamanın… Her şey Schrödinger’in kedisidir. Sofistike havarilik nedir. Şemsiyem yağmur yarasası. Şamanizm’de vardır bu dünyada, bilisizliğin çapraz bağları da, Parviz Dar’da. Sanat geçmişe, teknoloji geleceğe dönükse, tanrı insanın yedeği olmaklığın yazgısını taşır, insan da tanrının, evren bir  varsayımlar bütünü çünkü...

Roma’da lonca demokrasisi, ruhlarda dünya nöbetçisi ve davranış ve kararları yönetme bilişimidir uygarlığımızın adı. Değişkesi, olmuşları engellemenin donanımsal yollarını aramaktı; Jezero krateri. Kızıl denizin adı gerçekte şap denizidir.  Akdenizli hacıları götüren gemiler, orada kızıl kayalara oturunca, denilesi şapa oturunca, gemileri yolda kalır, hac hayalleri de suya düşerdi.  Şapa oturdu deyimi de oradan gelir.

Dünyadaki Sevde'sine seslenir gibi, konuşmasına ara verdi burada adam, sure-i celilen olaydım Nuran dedi!..


Mırıldanır gibi gene başladı, ayrışık ve bileşik, Mişna ve Talmud, güneşin içinde donuyor, buzulların içinde yanıyordur, Samiriyeliydim ben, terör ki boğanın kulağına girerek vızıldayan bir sinekti, boş kavanozda, çınlayıp duran, akustik sesler yayan bir para gibi, gücünden büyük bir etkilenim yayardı o, gizil karmaşa, süpürgeci bir süper güç. Doğduğum yerde, Mers-el-Kebir Muharebesi’nde kaç kişi öldü, sığ Azov Denizi geçişe kapalıydı, insanlık savaş ve soykırımlarla kitleleri büyüleyen mitler ve şarkılara bel bağlayan bir kıyam ordusuydu, insanın genlerinde yazılıdır bu, kıyametin bekçileri ve bir son iç çekiş uygarlığıyız biz, nükleer kışların çocuğuyuz, cro magnon değil, nuclear winter çağlarının. Ameleklerin çocukları, Asoka fermanlarının da kurtaramadığı ve laisizm dedikleri, dini bir kavram bütünseliydi, kutsal kitaplar, inançlara saygı duymalıyız der, çünkü tanrı birdir ve hepimizindir, öyleyse inancımız içimizde yaşamalıdır, yaşam akmalıdır diye düşünebiliriz, Hakka dili ve Hitaylardan çekinmemeliyiz, Zircon gezegeni yeni yuvamız olabilirdi, Meşhed’de tadılmış bir atom çorbasıyızdır biz belki de, silisyumsuz Silikon vadisi gibi, şu düşünsel obezite kurbanları Mormon kitabının, çok hücreli varlıklarda görülen cinsiyetimiz, uyumsuz ve tersinir evrim geçirecekti sonuçta ve birer zoosapiens olacağız biz, bir sapma, her şeye yeniden başlamadıkça...

Bambaşka bir uygarlığa…

Bitti dedi adam eğilerek ve bir butona basılırcasına, silinip gitti.

Noah diyebildim ona, Noah, çünkü ilerde bir fülk bekliyordu onu gördüm.

Bir yel hışırtısı gibi, biri fısıltıyla, hepiniz düşsel birer varlıksınız,  kimsecikler yok orada dedi...

Ve beyinleriniz hacklendi!.. 



TİTANLAR

Teoremde, miladi, hicri yüzyıllar kavramı bitti, günler eridi. Longin saatinin dakikaları, saniyeleri ne demek unutuldu. İnsangillerin soyu giderek tükenmekte ve tarihleri ilahi kodekslerden silindi. Zaman dilimi, birim zaman, indirgenmiş saliseler ve limidal dünya sona erdi ve onların egemenliğindeki tüm uygarlıklar bitti. Sağda solda kimselerin önemsemediği, insani yıkımların artığı, pigmemsi, yarı sanal ve giderek yok olan,  varlıklar dışında… Çünkü karıncalar hiçbir zaman kale alınmamıştır, yaratıcıları tanrı olsa da!..

Zaman kavramı ya sonsuz içerikler barındırmakta ya da atomik, homo sapiensin düşünüp, anlağında ölçümleyemeyeceği karmaşıklıkta, düşsellikler yaratmakta... Yaşamsal kavram korkunç boyutlara evrildi ve usa sığmayacak biçimde değişti, en son atom, atomaltı veya nano ya da  navigatik -yol gösterici- çağ adını verdiğimiz zamanlar da eridi.  

Düşünce endüstrisi bazında, anlak dolandırıcılığı, manipülatif yağmacılık, spekülatif alım satımla yaşamını sürdüren, gergedan, kaplan gibi vahşi hayvanları klonlayarak, gümrüklerden geçiren sapiens birlikleri, borsayla iş gören kabile dernekleri veya interaktif oyunlarla yaşamını sürdüren, sanalitik kavimler ve ırmak kıyılarının uyurgezer kitleleri hâlâ var yeryüzünde.

Ne ki  atıl konumdaki bu insansılar ve geçmiş çağların şeri çöl toplulukları, sufi vaha oymakları gibi hiç kimseyle, hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar ve doğallıkla onlarla da kimse ilgilenmiyor eARTh’da, tıpkı böcekçilleri bir zamanlar görmezden gelen ‘Cromagnonlar’ ya da kendisi dışındaki bütün öbekleri, hiçbir zaman umursamayan ‘Homosapiens’ ve örümcek ağlarından yalnızca kozmik, çelik zırhlar üretmeyi tasarlayan ve hiçbir zaman atalarını aratmayan ‘Homo home’, şu yitip giden, uzaysıl, ölümcül kuşaklar gibi…

Üçüncü gezegen o denli ilginç ki, tüm soruların yanıtı verilebilmiş değil ne yazık ki, yer yer tanrılara tapan, peygamberler üreterek oyalanan, İsaları, Judasları olan ve sanal alemde kılıç kalkanla, olmadı nükleer tekniklerle savaşan ve kartal gibi tüyleri uzayıp, bitkin, topraksı gruplarla sürgit  işbirliği yapan ve anlaşmazlıklarına çözüm bulamadıklarında, kendilerini hologramdan çıkararak, gerçek varlıklara özenip, alanlarda savaşarak, birbirini yok etmeye çalışan grupçuklar, kurgusal kitleler, Habeşi ve vahşilerde var ne yazık ki…

Uçaklar tüy çıkarmadan nasıl kuşlardan daha hızlı uçabiliyor, bilsaylar nasıl bir bilinç geliştirmeden gelişmiş sonuçlara odaklanabiliyor ve insansıları geride bırakabiliyorsa, bu garipliklerde olacak diyorum ben ve yaratılmışlığın, tersinirlik içeren endikasyonları diyorum bunlara, idealler sürgit, Orwellizmin, katıksızca egoizm, estetik türetkeler, atavistik coşku ve politeknik çıkarsama gibi yasalarına uyumlu olmak zorunda değil ki…

İşte dün aniden -bu yurtlağınızda üç parsek yılı karşılıyor-, yerel piyasanın tüm bu sürümlerini bir kalemde silip atacak şeyler oldu ve tüm açımların yalanlanarak, bir yanılsamaya yol açabilecek edinceler gelişti,  güneş sisteminin, en gelişmiş, en deneyimli, en yorgun ve yaşama açık, süpersonik konumdaki planet statüsünü, ışık yılları boyunca kimselere kaptırmayan eARTh’da…

Şu bizim yorgun ve yıpranmış diye yılkıya yatırdığımız üçüncü gezegende…

Üçüncü gezegenin, bu sonuncu kapanış evresinde, ilk kez bir savaş başlıyor ne yazık ki, eni sonu bu olacaktı evet ama, nedeni şu, kim daha üstün kavgası, egemenlik yarışı, emperyal egoların doyumsuzluğa varan, tuz ve iyot rekabeti, iyot değil idiotda diyebiliriz bu gizemli gaitalar savaşına… Görülüyor ki evrende terk edilmeyen tek sanat objektivizmi gene komedya, her alanda hem de, fabl, mizah, taşlama, hiciv, satirik, gülmece, fars gibi sözcüklerle oyunu sonsuzlaştırabilirsiniz de…

Titanların Savaşı adını verdik bu edilgeye, bu kokuşmuş içgüdülerimizin, bunca zaman sonra depreşmesi sonucu doğuşan yortuya… Karnaval, faşing, panayır, festival, şenlik veya agoratik kapılımlar gibi sözcüklerle oyunu sonsuzlaştırabilirsiniz de!..

Kavganın taraflarıysa kısaca şunlar, Süpermen, spiderman, xman, pacman, süpersonlar, siborg, mutant, robot, robocop, robotar, roboteksler, gökmen, spacenot, taykonot, gordon, ultranot, swing, astronot ve kozmonot gibi dünya varlıkları ya da fan grupları diyelim. Drakula, zombiler, kingkong, goodman, satanas, akbulut, godmen ve kırmızı şeytanları saymayı unuttum tabi…

Savaşın milyonlarca yıl önce yaşamış Maria Callas adındaki primadonnanın, hologramdaki konserini dinlemeye gelen kalabalık arasında başlaması öngörülmüş, çığlıksı gürültü kışkırtıyor bu hayvanları. Hasım grupları bir sentriumda toplama stratejisini, unutulan dünya tanrısı Eloah örgütlemiştir belki de, yeraltı grupları, mafioso, FBI ve Mossad işbirlikçileri her daim, sonsuza dek varlar!..

Eloah’ın, intikam soğuk yenilen bir yemektir diye bir sözü var,  yaşam biçimlerinin kodlandığı göksel kavaninlerde, ama işbirlikçileri de uydurabiliyor böyle şeyler.

Evvel zaman içinde, kurtarıcılardan kurtulmanın tümünden zor olduğunu, Zodyak burcunda bile yazıya geçirmiş homotik canlılarla karşılaşmıştık biz… Neyse tanrıların müzesini ziyaret etmeye söz verelim de, geçip gitsin bu konu…

İnsanın genleriyle oynamak ya da zaman içinde evrilmesini beklemek, doğrusal sonuçlar vermeyebiliyor, lineer cebir, zıtlıklarıyla olsa da, her zaman kadir olan kozmistanın damarlarında var. Yarı insan, yarı mitolojik yaratıklar birer gerçek ve robotlar saltık geleceğimizdir diyen yuvarımızın Öklid’ini her zaman kutlarız biz. Kozmos robotlarla, mitik varlıkların savaş yeridir zaten. Amaç kan dökmek değil, sanal alemdedir kolezyumlarımız ve gladyatörlerimiz de gerçekte birer kukladır. Düşlerin düşüyüz biz.

Burada insan ya da bebek siparişleri çağı da bitti. Robocoplar, mutantlar, godman ve siborgların savaşı demek, gerçekte embriyo, DNA ve genlerin savaşıydı, gene de matematiksel deha mutantlarla, ısmarlama bebek konsorsiyumunun taraftarları kıyasıya çarpışacaklar.

‘Bebek gününü doldurdu ve beyaz yüzlü melekler gökten inerek, onun ruhunu üflediler ve pembe  yanaklının cinsiyeti o an belirdi’ Tanrılar yok olsa da, kutsal kitaplarımız ve kasemiz eksilmiyordur bizim. Yaratılışımızın bir başına manifestidir estetik kaygılar ve evrenimiz eşsiz bir şiirdir biliyorsunuz. Tanrısal uydurmalara, muska ve masallara kaynaklık ediyor bunlar.

Dünyanın sürgit bir savaş yeri olması, bu gezegenin  ucuz ve düşük gider içeren, eşsiz bir konak yeri, denizel bir plantasyon olmasından. Yaratanın yarattığını beğenmeyen ve bu benim vücudum değil mi istediğimi yaparım diyenlerin özyuvağıdır  bu gezegen. Savaşın mantığı da bu zaten, dünyevi sorumsuzlukla, tinsel bilisizliğin kaprisleri.

Süperinsanlar en güçlü hayvandır buralarda, çünkü robotlar, siborglar, bir anda kendini yenileyemiyorlar. Süperinsan bir tanrıdır, varla yok arasında, içinden kılıç geçen, binbir gece masallarının canlısı o, mekanistik her şey işler ona ama kendini ve organlarını bir anda yenileyebiliyordur, klonlayabiliyordur ve gerçekte ona, hiçbir şey, hiçbir parabellum işlemiyor bilesiniz. Onun gibi bir düşün jimnastikçisi, bir daha gelmeyecek evrenimize…

Sonuç ne oldu ha!..

İnsangiller kazandı savaşı. Siborglar, mutantlar yenildi ve işte sonunda ereklerine kavuştular. Tanrının tanrısı olmayı başardı insansılar, türevlerinin tümünden üstün onlar ne yazık ki… Derebeyler kralı, bütün oymakların hükümdarı, imparatorlar imparatorudur o...

Öyle değil mi!..

Alo, öyle değil mi!..

Zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz!..








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder