30 Ocak 2016 Cumartesi

ZAN

ZAN / Evvel zaman içinde Çin'de, Henan eyaletinin, Zheng zhou kentinde, Zan adında biri yaşarmış. O herkesler gibi doğmuş, herkesler gibi yaşamış ve günü geldiğinde, Azrail yarın sana geleceğim dediğinde, yarının hiç bir zaman gelmeyecek olduğunu, her yarının sürgit başucumuzda duran bugün olduğunu düşünememiş ve sırf bu yüzden ona melekutların verdiği ceza ölüm değil amansız bir sayrılığa yakalanmanın ezası olmuş, hal böyle olunca, o Syble gibi bir şişeye sığabilecek denli küçülene ve ıssızlıkta yitip giden bir ıslık gibi tükenip gidene dek yaşamış, ne ki böylelikle Azrail'in sorgu defterinde gözden kaçırdığı insanlar katına yükselmeyi başarmış!.. Zan, esprili, sevecen, dost canlısı ve bilgisever biriymiş, yemektense, yemek pişirmeyi öğrenmek isteyen, kıssalardan hoşlanan, dervişlerden, keşişlerden söz eden, masallardan dem vurup, darbımesellerle süslü belleğini herkeslere açtığı için çok sevilen, aranan biriymiş. Sözü uzatmak israftır. Başkasının söz hakkına göz koymak, dilini, divanını çalmak ve dünyayı salt kendinin kılmak gibi bir benoğulculuk, gamsız tasasız bir hodbinliktir. Herkes kadar herkes konuşabilseydi şu dünyada, -ne iyiliği kötülük sananlar, ne güneşten korunmak için gölgesine sığınanlar olurdu- dünya bugünkü dünya olamazdı. Öyleyse sözü uzatmayalım, Zan'ın dillere destan mesellerinden bir ikisini aktaralım ki, bencilliğin ve çıkar düşkünlüğünün nelere yol açtığını, menfaatperestliğin, ne denli aciz bir Lennielik, naturamıza uymaz bir acınası putperestlik, nesebimize, meşrebimize yakışmaz bir huysuzluk, hayırsız ve şerle dolu bir gaddarlık olduğunu anlayalım... Zaman zaman içinde, Yangtze ırmağına yakın Anhui eyaletinin, Hefei veya belki de Huizhou kentinde usun kıvraklığı ve insanın sevecenliği kapsamında bir yarışma düzenlenmiş, gelenekler uyarınca herkese birer metre uzunluğunda tahta kaşıklar verilip, önlerine konan azıkları, sulu yemekleri tüketmeleri istenmiş, yarışmaya önce benciller, azılı menfaatperest ve putsever gözbağcılar ve kendisinden başka kimseyi düşünmezliğiyle tanınmış aç gözlüler, at bakıcısı, tavlacı ve tüm gül satıcıları, saray süpürgecisi ve bahçevanlar katılmış. Beklendiği gibi hiç biri kocaman kaşıkları ağızlarına çevirip de yemeyi becerememişler, yemekleri döküp ziyan etmişler ve aç bilaç, sefil biçimde sofrayı terk edip, yurtlarına, ocak ve bucaklarına dönmüşler. Hasılı İkinci takım alınmış sofraya, her şeyi paylaşmayı alışkanlık edinenler, kendinden önce nasılsa başkalarını düşünmeyi adet edinenler ve yaşamı tüm zorluklarına karşın doyasıya sevmeyi düstur belleyenler katılmış bu seferki kasırgaya, ne olmuş dersiniz, herkesin nasıl olacak bu iş diye bahse girdiği, türlü türlü dolap çevirdiği, yalap çalap laflar ettiği ettiği bu meselde, aşıkların hepsi birden kaşıkları karşısındakinin ağzına tutmuş, herkes gönül hoşluğuyla dolu, gülümseyerek sofradakileri yemiş ve alabildiğine doymuş gözlerle kalkmasın mı sofradan, seyredenlerin gözleri fal taşı gibi açılmış ve hiç biri bu kolaylığı, bu us cambazlığını nedense düşünememiş. Festival bitmiş ve sevginin, öz verinin ve paylaşmanın değerinin neden bir türlü bilinmediği, neden herkesçe bu ulucanlı, ortak yolun kabullenip, benimsenmediğine şaşarak, bir kez daha yakarmışlar tanrılarına, ahlar vahlar arasında diz üstü çökerek, tapınmaya durup, haykırıp, hayıflanarak sevginin yüceliğinde, sonsuzca insani, usa yakışır çözümleri üreterek, evrensel barışa giden yolu açtığında, bir kez daha karar kılınmış ve yaşamı her ne pahasına olursa olsun, her daim sevenler ve gülünün solduğu akşamı bile paylaşanlar, bir kez daha omuzlara alınmış ve bir kez daha ululanıp, yüceltilmişler. Dağa taşa, kurda kuşa, ölüsünden canlısına ders olsun, şan olsunmuş bu mesel. İkinci meselde şöyleymiş, sırasıyla bir işi yürütmenin, her eylemi olması gerektiği gibi sürüp, sürdürmenin, her şeyi yerinde, yolunda yolağında ve zamanında yapmanın, düşünceyi ve yeteneği usturubuyla kullanmanın ne denli şaşırtıcı ve düşünülmedik boyutlarda sonuçlar verebileceğini, ne denli yararlı ve olmazı bile olur kılabileceğini, hepimize öğütler ve nice verimli koyutlarla belleğimize ışıklar saçabileceğini gösterir bir kıssa, düşünceler içerir, dolaylı vesilelerle dolu bir meselmiş bu... Budist rahiplerden biri, bir gün çevresine tüm müritlerini toplamış ve eğri büğrü, kocaman bir taşı, dikkatle bir güğümün içine sığdırmayı başarmış ve öğrencilerine demiş ki; Doldu mu kulpu kırık küp, onlarda haklı olarak doldu demişler. Bu kez rahip, bir kova çakıl taşını güğümün içine dökerek, sallamış ve taşların kovuklarına yerleşmesini sağladıktan sonra gene sormuş çevresindeki, bir sözüne bakar, sorgusuzca iman eder öğrencilere, onlar şaşırarak gene doldu demişler, rahip bu kez bir kova kum almış ve herkesin gözlerinin önünde güğümün içine boca etmiş, kum seli kendi yolunu bularak minicik küpün içinde, gezinerek, akmış ve içi dışına dek dolmuş, öğrenciler olacakları kestirip bu kez dolmadı diye haykırmışlar, rahip gene durmamış ve bir kova suyu boşaltmış küpçüğe, öğrenciler yine şaşırmışlar ve suyun çift kulplu güğümün dibinden tepesine yitip gittiğini şaşkınlıkla izlemişler... Rahip, bu oyundan amaç demiş, kara güğümün büyüklüğünü, hacminin şaşırtıcılığını anlatmak değil, her şeyi sırasıyla yapmanın önemini kavramaktır. Doğru yolu ve düşünce birliğini yenebilen tek şey, ondan daha üstün ve ilerde olan yeni bir doğru ve düşünce olabilir ancak diyesiymiş rahip. İşte Zan böyle şeyleri anlatır, nice güzellikler ve ince düşlerle oyalanır biriymiş. Gel gör ki, başta da belirttiğimiz gibi, bir gün oda yaşlanıp, yazgısının oyuncağı bir üç ayaklı olunca, günü gelmiş yataklara düşmüş ve şifa bulamayınca, bir umarla eyaletin iyi bilinir, en mamur sayrılar evine kaldırılasıymış. Zan bu ya, orada da arkadaşlarını, henüz sıhhat bulamamış yoldaşlarını, koğuştaki gönüldaşlarını mutlu etmek, onları yaşama bağlamak için gene elinden geleni yapasıymış. Zan'ın yatağı pencere kenarındaymış, ağırlaşmış olanları, sanrısı tutanları yaşama bağlayabilmek için, bu kez pencere kenarından dışarısını, gördüklerini, gelip geçenlerin süsleriyle dolu yaşamı anlatır, onları güldürür, düşündürür, duygulandırıp, sevecenlikle ruhlarını doldurarak günler boyunca oyalar dururmuş. Pencereden her gün cıvıl cıvıl oynaşan çocukları, örgü ören anneleri, ıhlamur çiçeği toplayan teyzeleri, havuzun kenarında suya dalıp çıkan, neşeyle ötüşen kuşları, serçeler, güvercin ve kumruları, arabasıyla gezinen çocukları, kokuları, tavşan kanı çayları anlatır, bu günlük güneşlik yaşamın, bu insanlarla biricik bağlantısını sürdürebilme adına, her gün olan biten, nice güzellikleri, zarif, efsunlu, gönülçelen bin bir şeyleri, seyirlikleri, sevecenlikleri dur durak bilmeden, bıkıp usanmaksızın anlatırmış. Arkadaşları onu pek sever dualar edermiş. Ama biri varmış ki Zan'ı kıskanıyormuş, pencerenin kenarında o olmalı ve herkese o anlatmalıymış yaşananları, onun olanları görmeye hakkı yok muymuş, anlatmaya gücü yok muymuş, belleği yaşlıda olsa yetmez miymiş diye düşünür, onun gibi olmak istermiş ama heyhat pencerenin kenarı Zan'a nasip olmuş ve bu manzaradan, giderayak bu imrenilesi güzellikten yararlanmak hakkını ne yazık ki Zan elde etmiş, güzellikleri doyasıya bakıp anlatmak ve her şeyi o çocuksu anılarla kaynaştırmak bahtı ona gülmüştü bir kere... Yaşam ne garip, Zan'ın komşusu içten içe yanıyor ve Zan'a günden güne kin besliyor ve anılarıyla bir türlü kaynaştıramadığı, yaşamın güzelim manzaralarını görememenin acısıyla nobran davranıyor, huzursuzluk, geçimsizlik yaratıyor ve neredeyse herkesin keyfini kaçırıyormuş. Oda anlatmayı bilirmiş güzellikleri, katedralin havariler avlusundan çıkar gibi, Formoza faytonlarına binip gezen, neşeyle dolup taşan grupları, melekut alemlerinde dolaşır gibi, akasya ve lisyantus demetleriyle boyunlarını çelenklerin süslediği, göz alıcı entarileriyle albenili kız çocuklarını, afacan delikanlıları anlatmayı, ifritin gümüş bıçaklı gecelerinde, ay ışığında sarhoşluk veren saatleri diline dolamayı, Judas soyundan gelenlere Yiddişçe rüyalar görmeyi başardığını söyleyerek, güneş ışığında göz renginin değiştiği müjdesini vererek, çevresinde bir aşıklar ordusu, sevgi, sevecenlik yumağı ve hilal biçimli haleler oluşturmayı oda bilirdi. ''Orada sayrıları yatağından düşüren zika virüsünü gördüm, orada Sezar'ı öldüren hançeri gördüm, Stuart'ın göğsündeki kanseri gördüm, orada Babil'in kuleleri, asma bahçeleri ve Nil deltasının defnelerini gördüm.'' Meselimiz az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti ve günün birinde iyi yürekli Zan ölmeyi bildi. Masalcısı ölmüştü koğuşun, yatalaklar, yarı yürür inmeliler ve ayakta duramayan nice efendiler üzülmüştü evet ama Zan'ın yatağı kenarına gelip, güç bela pencereden dışarı bakmak istemişlerdi pek çoğu, Zan'ın bitip tükenmek bilmeyen yaşam öykülerini gözleriyle görmek, bizzat tanık olmak istiyorlardı. Gizliden bir kıskançlık, haslet duyan gözlerle, hevesle, iç yakıcı özlemle, ardı sıra yaklaşıp bir bir dizildiler. Ne yazık ki güneşi gizler bir bulut gibi, ilerde sayrılar evini çepeçevre kuşatan beyaz ve yüksek duvarlardan başka bir şey göremediler!.. Sözü israf edip, sürçü lisan ettikse affola!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder