21 Ocak 2017 Cumartesi

LORTOP / 2. BÖLÜM

12// Lortop'la köy içlerinde dolaşırken o çok yaşlı Sybil'imiz Eşe'yle karşılaştık. Onun ağzından çıkan sözleri dinledik uzun süre, eskisi gibi evden çıkamadığını, kaç zamandır ovaya inemediğini, eski özlemlerini, ağaçları, çiçekleri, böcekleri anlattı durdu bildiğince, kaç yıllardır onlardan uzak yorgun gözleri parlıyordu, ağaç, çiçek, böcek dedikçe... Sonra kocaman, çanak gibi boşluğa döndü ve gözleriyle uzun uzun, dingin ovayı süzdü. Gözlerinden damlayan yaşı görmemek için Lortop'la ilgileniyormuş gibi yaptım. Bir kaç gün sonra Eşe'nin ölüm haberini aldığımızda, yastığının altında kuru bir fesleğen dalı bulmuşlar. 13// Sarp patikada giderken, çıtlık ağacında bir baykuş gizençle duruyordu. Dalların arasında, gezegenin en yabansı varlığı gibi sırıtıyor, açık seçik göründüğü halde, yaprakların içinde, düşsel bir şey, sfenksi andırır bir şeytan gibi görünüyordu. Bir pars neyse, bu kuşta oydu gözümde... Lortop aniden harımlardan atladı ve sessizlikte, bir çıldırtı yayınca, bu tuhaf gece kuşu birden havalandı ve az ilerdeki kavaklığın içlerine dalarak yitip gitti. Kavaklığın yanına vardığımızda, ak çeşmenin suyu buz gibi dökülüyor, sonsuza dek çalan bir tını, hoş bir müzik gibi şıkırdıyordu. Çay yolunu izleyerek, vadinin içlerine girdik, sanki yamaçlarda bir satir, kartallara yem olan Prometheus bizi bekliyor, kızıl derili çığlıkları gibi gürültüler geliyor. Lortop tepelere doğru bir kaç kez havladı. Ah, karşı köyden bir düğün kalabalığı çığlık çığlığa ilerliyor. Tepeden inişe geçip, alt yola süzülünce, her şey gün ışığına kavuştu, ortaya çıktı. Düğün alayı geçer geçmez, dağ yoluna saparak, Lortop'la gene yapayalnız kaldık. Az önceki gürültü ve şimdiki ıssızlık. Ne kutsal bir gezegen, ne usa sığmaz bir çarpıntı bu böyle... 14// Lortop incecik, beyaz bir çizgi gibi susa yolundan, ufka doğru koşar, tam minicik bir noktaya dönüşüp gözden yitecekken çark ederek, bir köpek biçemine kavuşuncaya, harman yerine ulaşıncaya değin, dört ayağıyla hoplayıp, zıplar ve kuyruğunu sallaya sallaya geri dönerdi. Bazen durur, telefon tellerindeki kuşlara bakar, kulağını dikler, başını oynatır, bir oraya, bir buraya koşuşturur, yalnız dünyasına yalancıktan, eş dost arardı. Lortop'un kardeşini susa yolunda bir jip çarpmış ölmüştü. Beyaz susada, beyaz bir köpek, varlığı bile bellisiz, sadık, evcil bir dostun ölüsü, beyaz yolda, beyaz bir diş gibi sırıtıp kalmıştı. Lortop şimdi aynı yolun üzerinde özgürce oynuyor ama uzaklardan bir jip göründüğünde, hemen çağırıyoruz onu, bizi anlıyor ve hemen geliyor. Lortop, başakların arasından, otların içinden, dili bir karış sarkık, gözlerinde sucul bakışlar koşturuyor ve kasılarak durup, jip susadan geçerken, gözden yitinceye dek, uzaklaşmasına bakıyor ve sonra gene zıplayarak, ak fincanların, telgraf direklerinin vınladığı yola çıkıyor. Bazen düşünüyorum da, o hiç görmediği kardeşi Altop'un, neden öldüğünü sanki biliyor gibi geliyor bana... 15// Lortop simsiyahtı. Kırık, eğik kulaklı, kuyruğu uzun ve ortaya yakın, kısa boyluydu. Kulaklarını gene de dik tutabiliyordu. Yalnızca barış adına yaşar bir köpekti o... Kimi zaman bir yabancıyı uyarır, öteki köpeklere karşı, küçük çocuklar için kalkan görevi görürdü. Çok güçlü değildi. Saldırmak için yeterli kuvvete sahip değildi. Uzun sürecek bir kavgada ya da sert bir dövüşte hemen yenilebilirdi. O barışçıl yararlar dışında kullanılabilecek bir köpek değildi. Başka bir köpeğin saldırısına hiç bir zaman uğramadı, başka bir insan ona bir taş fırlatmadı hiç bir zaman ya da sopayla vurmaya kalkışmadı, o Jack London'ın romanlarına yakışan bir köpek değildi. Hiç kızmazdık biz ona, hep mutlu, sakin ve olağan görevinin doğal koşulları içinde yaşadı. Bizim beklentilerimizi yanıtladı hep ve bizim beklentilerimizi buldu yalnızca, kısacık yaşamında... Sonra o gün geldi. O akşamın sonrasında, salt gecenin başladığı saatlerde, yemeğini vermek için kapıyı açtığımda, ilk ve son kez garip biçimde hırladığını duydum onun, saldıracak gibi, babama durumunu söylediğimde, yaşamım boyunca unutamadığım bir şey duymuştum iyilik perisi babamdan, kudurmuş o dedi, artık yapabileceği hiç bir şey olamazmış gibi, sonsuz bir düş kırıklığına kapıldım, ta ki bu satırları yazana, ödeşene dek... Sabaha kadar ürkek, yarı uykulu bekledim, tan ağarırken, kuşluk vakti yatağımdan kalktım, kapıyı araladım ve onu yokladım, çoktan gitmiş gibiydi, geride bıraktığı boşluk dile gelmişti. Onu bir daha görmedim. Bir daha karşılaşmadım. Derler ki, köpekler ölümlerine yakın, dostlarını, arkadaşlarını, kardeşlerini üzmemek için ortalıktan kaybolurlar, ya dağ başında bir kovuğa ya da kör bir vadide, görünmez bir boşluğa, kırda, otlaklar arasında, el değmemiş bir çukura sokularak can verirler. Ölüp giderlermiş. Sırf ölümleriyle başkalarını üzmemek için, gözyaşlarını görmemek için. Yaşama sevincine, mutlu olmaya ve barış içinde yaşamaya büyük saygılarından ötürü... Lortop gibi... Ne bir kuş ölüsü gördüm şu dünyada, ne de can vermiş bir köpek, tanrı onların masum olduğunu biliyor ve sanki onları sessizce, yanına alıyor. 16// Okul dönüşünde, Arap Süleyman'ın bakkalından biraz ilerde, tek bir nar ağacının süslediği yoldan, yukarıya, eve doğru giderken, verevine aşağıya kıvrılan, gizemli daracık yola komşu, bir avlu girişi vardı. Geçerken bakarak dona kaldığımız. Gacarlar'ın evi. Kaçar da dedikleri... Kokis Cafer'in otuz üç yerinden bıçaklandığı ev. Dizlerimizin bağı çözüldüğü halde, avlu girişine yaklaşır, o korkunç cinayeti işlemeyi göze alanlara, o taşa, o toprağa, o pencereye, o avluya, o insanlara bakmak için taş kesilirdik. Kokis, çöker demekmiş, Cafer'de çökerek, o evin gelinini gözetlermiş gece yarılarında... Yaşlı bir kadın süzülüp gelirdi avlu içinden, olağanüstü hiç bir şey olmamış gibi, öğle sıcağında, minaredeki sese karışır bağırtılarıyla bizi kovalar ve bizde sanki sıtmadan bulaşır bir ölümden kaçar gibi, sağa sola dağılır, cinperileri gibi birden kaybolurduk. Öğle sıcağının iniltisi örenlere, kağnı oklarına, manış kanatlarına ve öküzlerin boyun aralarına dek çöker, sanki köyde bin yıldır hiç bir şey olmamış, değişen hiç bir şey yokmuş gibi, bizde evlerimize, ocaklarımıza yollanırdık. Ne ki, Ayanlar avlusuna her girişimde, köyün toprak damlı olmayan, kiremitli tek evinden, küçük teyzem Zübeyde'nin evinden, içime görünmez bir sıcaklık, engin bir gülümseme yayılırdı. O ev sıcacık bir yumurta veya avuç dolusu badem ya da kaymak ve balın düğününde, rengarenk bir sofra demekti. Bereketin renkleri... Mutluluk ve doymuşluk, korku ve acı veren iki görüntü. Kokis Cafer'i öldürenlerin tümü öldü. Bir baba ve iki oğlu. Çocukluğumda bu olaya tanık kaç insan varsa artık ölümün eşiğini aştı sanırım. Teyzemin engin iyilikseverliğini yad etmek için, bir gün köye gittiğimde ve onca yıldan sonra, öldü o dediklerinde, beni sonsuz bir incinmeyle baş başa bırakmıştı. Gecikmiş ziyaretin kapısı, ölüme açılırmış. O insanların hiç biri yok artık, kalanların imi timi bellisiz, yaşamın rüzgarında dört bir yana savruldular. Ama güzelliklerle yaşamak varken, nedir bu ölüm severlik ve neden bu acılar ve neden yok olup gidiyor insanlar ve anılar... 17// Trampacılar'ın evi dere yatağının yanında, aşağıdaydı. Bir avlu içine yerleşmiş, tüm hısım, akrabalar, ama köyden soyutlanmış yoksul bir kolhoz sanki, kimse o avlu içine girmez, kimse oradan geliyorum demezdi. Yoksulları, yoksullar bile sevmez. Bu gün bu aforizma gücünü kendinden alıyor. Biraz durumu iyileşen -yoksullar biti kanlanan derler buna!- geçmişini aramaz olur, önceki yaşamını yadsır derler. O garip şatoları anımsıyorum ben. U harfi gibi dizilmiş ve güneşin sıcaklığında, serviliğin yan tarafından uzanan çayırların tükenip, eprimişliğinde, bir boşluğun içinde duran, dikdörtgen pencereleriyle ürkü veren bir dokunulmazlık alanı... Usherler'in Şatosu gibi ürküntü verirdi. Bir zamanlar köyün derebeyleriymiş izlenimi veren sessizliğin, hoşça kalın demeye bile fırsat bulamamış bitkinliği... Trampacılar'ın bir kızı vardı, adını kimi zaman Kezban, kimi zaman Havva diye anımsadığım, kara saçlı, zayıf, konuşacak gibi durup, konuşmayan biriydi... Din başlı başına bir okuldu köylerde, kasabalarda, ilgisiz, hadi bilgisiz diyebildiklerimizin bile menkıbeler, kıssalar bildiği bir şahlanış alanı... Belki geçmişin silinip gitmiş etkisi, belki yüzyılların doğal akışında gelişmiş, belleklerde kalmış tortusu veya herkesin beceri alanına dönüşmüş, bir düş kutusu ya da öznel dağarcığı, yaşam felsefesinin dışa vurumuyla harmanlanmış bir dervişin öyküsüne, hemen herkes sahipti... Ama şimdi onun etkisini artırmak, giyimini koşumunu kuşanmak, bir geçmişe saplanıp kalmak olmaz mı, bilgi kendini çağa uydurabilen, modernize olabilen bir yapıya bürünmedikçe, masallaşır, köylerdeki gibi, bir tekerlemeye dönerek, uyuklamaya yol açar, bilgi isyan gibi olmalıdır, kendini yinelemekten uzak bir zamanın, akışına dönmeli, kendi yatağını yenileyerek, arınıp, temizlenmelidir, haşin olmalıyız ama şefkatimizi hiç yitirmeden, geçmişten kopmamalıyız ama geleceğimize koşmaktan da geri durmamalıyız. Kezban o eğitimi, dengeli bir ilgi ve yumuşak bir öğretiyle değil, korkunç bir baskıya dönüşen, bir cendereyle aldığı için, çıldırarak öldü, canına kıyarak. Bilgi tek bir canlının bile sonunu getirdiğinde, sorgulanan bir şeye dönüşmedikçe, tanrısallığından kuşku duyulabilen bir şey olmalıydı. Atomun parçalanması, bir gün Havva anamızın yok olmasına neden olacaksa, atom değil Havva anamız kalmadıkça dünyada, o bilgi öznesine yönelmiş bir lanetlenmişliktir ve iğrenç bir yineleme olacaktır üstelik. Çünkü göğün altı bilinmeyenlerle dolu olabilir evet ama, bilinmeyen hiç bir şey yoktur, bilmediklerimizin ayırdındayız biz, bilmediklerimizin bilincindeyiz. Öyleyse, yaratılışı kutsadığımız kadar, kendimize saygılı olmayı da öğrenmeliyiz. Kezban kendini asarak öldü dendi, dili sarkık, ağzı köpüklü. Anayurt Oteli'nin Zebercet'i yalnızlığın ve sürekli yinelenen bir dünyanın çıldırtısıyla bu dünyadan ayrılmıştı, köylüler benim oğlan bina okur, döner döner yine okur der. Yeni bilinmezliklere açılamayan, kendini sorgulamayan her tür bilgi, zamanla dogmaya dönüşür, tek bir boyutta seyreden, gemi azıya almış, Frankeştaynsı bilgiler, bilim ya da dinsel menkıbeler ve mottolar gibi... Her tür bilgi moronlaşabilir, Hiroşima, Nagazaki dinsel bir öğreti değildi, Kudüs ya da Haç, Kerbela ya da Cihat'ta bilimsel yolların açtığı kanalların vargısı olmaktan uzak birer cinnetti... Din ya da bilim veya yenilenen eklemler dahi, sonsuzda birleşen paralel doğrular gibidir, soru; Sonuç nedir olmalıdır, öyle olmadığında bilgi onun ehlileştirdiği yaratılmışların elinde bir koz ve ama gerçekte evrenin bilinmezliklerinin bir bir çözüldüğü, sıradan bir veridir sonuçta... Bilgi bir tansık değildir, olağanüstü değildir, olağanüstü olan biziz, kendimiz ve bunun değerini bilebilmeliyiz ve bilgiye yenilmemeliyiz, onunla yarıştayız gibi diyebiliriz, böylelikle yaklaşabiliriz sonsuzluğun kıyısına... Çünkü, bilgi dediğimiz şey biziz. Üstelik, ilkel kordalı ya da primatların ve tüm hayvanların efendisi nasıl insan olmuşsa, bilgi ve düşüncenin evrimsel gücüyle, bir sonraki dönemin adı da robot çağı olacaktır verilere göre ve onlarda güç sıralamasında, insandan sonraki çağ olacağına göre, bizlerin efendisi olacaktır, öyleyse geriye tek bir şey kalıyor, Delphoi'de yazan, kendimizi bilmeliyiz, yoksa yitip gideceğiz. Kezban öleli, yarım yüz yıl oluyor, biri hala onun yasını tutuyor şu dünyada, yaşamadan gidenlerin sayısı, yaşayıp da gelip geçenlerden az mıdır ki, sanmıyorum, ölülerinin üzerinde yükselen zombileriz biz, ne yazık ki... Servilerin arasından ay yükseliyor, hışırtılar var, sarı bir ejderha kanadı değil, Kezban'ın başı sanki bana doğru bakıyor ve dönerek gülümsüyor çevremde, sessizce, yaşıyorsun diyorum ona, yaşıyorsun, tam iki kere fısıldıyorum. Ay sümbül kalça yastıklarıyla, uykumu bölüyor ıssız gecede, Kezban için düşüncelere dalıyorum ve ağlıyorum içten içe... 18// Niçin söylememeli, amcam batıl inançlara kapıldığı imanıyla, şeytanı gördüm, yeşil demişti. Köyde, uzun kış aylarının ortasında, çıtırdayıp duran sobanın başında, kendini yitirmişti. Düşleri birbirine karışıyor, içinden kendini çekip çıkaramıyordu bir türlü... Bir gece ürkütücü seslerle hırıldayarak, ime time karışan Lortop'dan bile bu kadar çekinmemiştik. Köyün imamı, kitapları ondan uzak tutun dedi. Bütün küçük risaleleri, hadisleri, mızraklı ilmihalleri bir gecede uzaklaştırdılar ondan. Tuhaf olan şu, hiç bir şeyin farkına varmadı bile... Hiç bir şey sormadı, hiç bir şey dilemedi. Düzeldi dedik, düzeldi. Yaşlıca sayılırdı belki de ve kısa bir zaman sonra, ovada gür, yeşil bağların içinde, apak, türbe gibi açmış, kokulu bir kiraz ağacının dibinde, hiç bir zaman uyandırmayın beni, böyle mutluyum ben dercesine uzanarak, öldü... Ölü buldular... Çok acı, hangi nedenle olursa olsun ölümü arzulayanlarımızda var bizim, kim suçlu, suç diye bir şey yok mu, istediğine kavuşmak doğru mu, insanı kendisiyle baş başa bırakmak asıl gerçek mi, bilemiyoruz işte... Ölüm... Ovada harmanlar, tınaz savuranlar, düven sürmeler, manışlara doldurup, çığlıklarla samanları getirmeler, güneşte yakıcı arpa tozu, ardıcın serin gölgesi derken, çayın kıyısından eve dönerken, eşeğinden inerek, -herhalde başı dönmüş ya da kalbi sıkışmış olacak- bağlara girmiş, bir kiraz ağacının, kırmızı, kışkırtan meyveleriyle, dünyanın ayetlerinden daha öğretici, daha etkileyici ve ince belli gövdesine yaslanmış... Yaslanış, o yaslanış... Harmanlara, açlıklara, tokluklara, üzümlere, kirazlara ve kelebeklere, dağlara, çaylara, neşe veren yollara paydos artık. Mezarlığında zambaklar açıyor şimdi, oysa dünyasına, zambakları görsün diye gelmişti... 19// Menderes kıvrımlarla akıyor. Değirmenin suyu yukardan, bilincimi hiçleyip, darmadağın eden gürültülerle çağlıyor. Bir hidrofobi mi bu, doğanın gücü anlağımı sarsıyor, belleğim parçalanıyor korkunç akışta, anlıyorum ki su bizlerden daha güçlü... Söğütler, kurbağalar, yengeçler, nice kuyruklu şeyler, kader birliği etmişler. Dönüş yolunda, ak tepeler, armutların uç dalında saksağanlar, geceye doğru evrilirken, çıldırtılar... Gündüz neden yok bunlar. Mahmutgazi'de uzanıp giden bağlar, bağların içinde şarap içen hayaletler, pıtraklar, şeytan çanakları, küstüm otları. Uzakta köyün kandilleri yanıp sönüyor, benek benek ışıklar... Lortop değirmene bizle gelir, bizle giderdi. 20// Kanadı kırık sığırcık, yukarı bağ... Arı kuşları, düşlerin eşsiz kuşu, rengarenk bir tanrı çocuğu... Telefon tellerine konar. Bağlarda bütün gün, kurig kurig sesleri!.. Sonra çocukluğun ilk günahları, küçücük bir sığırcık yavrusu, minicik bir kaplumbağanın delinmiş sırtı, kalbur altında sığırcığa günlerce bakış ve ölüme doğru yaklaşış... Kuşu eline alma tutkusu, iyileştirmeye çalışma... Ulu ceviz ağacı, dallardan akan yel, o ne koku yarabbim, ıslak, derin ve baygınlık veren, sarhoş edici koku... Tanrım, tanrım dünya bu mu... Her şey yavaş yavaş olgunlaşıyor, acı bademler, afyon kozalakları, tazecik haşhaşlar, örenlerde yılanlar, hiç bir zaman görünmez, geçmişti denir, tepelerde dağa yakın, kızıl toprağın oralarda ağaçkakan sesleri, yiribikler, akkuyruk, çulluklar, keklikler... 21// Köy mezarlığının içinde Lortop'la dolaşıyorum, sarı kır çiçekleri tüm mezarlığı kaplamış, toprağı örtmüş. Tek çenekli zarif güller, en buruk, en güleç kokularını yeryüzüne yayıyor. Burnumu güle yaklaştırıyor ve buralarda dik duran, dik yürüyen tek canlıymışım gibi dokunduruyorum. Gül beni nasıl algılıyor bilemiyorum. Onu koparabilirim, canından edebilirim, çeneklerine dostça burnumu sürtüyorum. Ürperiyor ve bir bilinmezlik içinde kuşkuyla bekliyor mudur?.. Yalnızca koklayacağıma, ruhunu ruhuma sindirmeye çalışacağıma söz veriyorum. Okşuyorum, burun kanatçıklarımla kokusunu öyle derin, öyle sonsuz bir özlemle içime çekiyorum, özümsüyorum ki, çiçeğin tacı burun boşluğunu kapatıyor ve hava akışı duruyor. Her şey gibi, aşırı ilgi ruhları öldürüyor. Özgürlüğü bitiriyor. Gülü bir kez daha okşuyorum, sonsuzca dostuz diyorum, sen bizim ölülerimizsin, seni nasıl kopartabilirim diyorum. Sonra diğer mezarlar, susallar, süsenler, irisler, zambaklar, hepsi o mavi, tanrılar gibi kutsal şey... Çiçeklerin baş tanrısı... Ölüm ve yaşamın bir bileşeni ve yol göstereni o, us uçuran perçemi ve o kutsal kokularla... Kadife çiçekleri, sütleğenler, kedi tırnakları, çekme otları, papatyalar... 'Ne kokluyorsunuz efendim? Çiçekler, çiçekler, çiçekler...' Yeryüzünün neden böyle donatıldığının ayrımına varabilseydik, ruhunu kavrayabilseydik, ölümü değil, ölümsüzlüğü konuşurduk, yaşamakta olan ölümsüzlüğü... Gözyaşları olmazdı. Ağaçların dilinden anlayabilseydik, otlarla konuşabilseydik, yeryüzünün çiçekleriyle görüşebilsek, kaynaşabilseydik, bu kadar yaban ve bu kadar barbar olamazdık yaşamda... Ölülerimiz çiçek oluyor, böcek oluyor, bulut oluyor yeryüzüne ağarak, yaşamı bağışlayan o tanrısal tözlere dönüşüyor her biri... Bir döngü belki... Ve anlamların anlamını bulabilseydik, böyle olmazdık biz... Gerçekten yaşayabilmemiz için ölmemiz mi gerekiyor, ölümün bizi eğitmesi mi gerekiyor, onun öteki yüzü yaşamı, o büyük gerçek ve asıl kutsal olanı anlayabilmemiz için... Ve öylece düşünürken, Lortop iki ayaklarıyla, insanları taklit edercesine uçuşan yusufçukla oynuyor. 22// Mavi boynuzlu sığırlar, düşsel yeleleriyle ak toynaklı aygırların bulunduğu ahıra giriyoruz. Loş ışıkta gözleri parıldayan, sessizlik içindeki hayvanlar. Karanlık damın, tepedeki kerpiç deliğinden süzülen güneş ışığında tozlar, sonsuz bir yolculuktaymış gibi kıpırdaşıp, oynaşıyorlar. Bu yavaş, sessiz evrende, güneş ışığının süzmeleriyle dolu oluğunda yaşayan, oynaşan, bilinmezliklerle dolu bir dünya... O ışık demeti, damın bir ucundan, diğer ucuna hoplayıp, zıplayan şaşkın Lortop'un sırtından, kulağından ve kuyruğundan, bir hale gibi gelip geçiyor. Üst üste yığılmış saman balyalarının, destelerin arasından atlayıp, delik deşik çuvalları, köşelere yığılmış çapaları, duvarlara yaslanmış yabaları, ahırdaki arpa, buğday ve bir döşek olmuş samanları, kenara iliştirilmiş kovaları ve kendi dünyalarında sessiz, konuşmadan anlaşmaya alışmış hayvanları, şaşkınlıkla, bayıltıcı ot kokuları arasında izleyerek, çıkıp gidiyoruz Lortop'la... Bilinmeyen kaç dünya var, şu yeryüzünde... Mavi boynuzlu sığır, ak toynaklı atın dişlerinin arasında, öğütülüp duran, arpa, buğday ve samanların melodisi kulaklarımızda, avlunun ortasından geçiyor, saçak altında kumruların ötüştüğü haneye geliyoruz, kumruların saçakta, çerden çöpten yaptıkları yuva, o kadar narin ve düşecek gibi duruyor ki, ötüşmelerine bir suyun şıkırtısı eşlik ediyor sanki, mutluluğun tanımı ve esenliği bu olsa gerek diyorum Lortop'a, oda mutlu gibi, bakıyor yalnızca... Dut ağacının dalları bir hışımla sallanıyor serin rüzgarda, yapraklar kendinden geçmiş, uçuşuyor heyecanla, küçücük bir kuş daldan dala geziyor kararlılıkla, belki bir serçe, belki bir sinekkapan, rüzgarın hızında, yaprakların coşkusunda, görünmüyor açıkça... Bir kuşçuk işte... Lortop avluda gölgesiyle oynuyor, kuyruğunu ısırıyor, arka ayağıyla tüysüz, karın boşluğunu kaşıyor hırsla, kulaklarını sallıyor ve başını çeviriyor arada bir... Bir o yana, bir bu yana... Sonra ayağa kalkıp, öyle bir silkiniyor ki, güneş ışığında binlerce tozan, nice küçük canlıcık, savruluyor sanki havaya... Garip bir dünya... İkindi güneşinin ışığı, tepelerden süzülerek, damların, evlerin üzerinden, kelter başlı bacaların içinden geçerek, bir kendine yorgun günün mutluluğunda, bir saltıklıkla devrilmeye hazırlanırken, Trampacılar'ın, Demirler'in avlu içine gelin olmayı başarmış, anasız, babasız Ümmüsü, merdivenlerin ortasında durmuş, tahtaları kırık tırabzana tutunmuş, bütün köylüye, dağın, kırın yerlisine, karıncalar gibi yürüşen ahalisine bağırıyor... 'Akşam oluyor!..' Sanki yeryüzü sallanıyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder