26 Ocak 2017 Perşembe

LORTOP / 3. BÖLÜM

23// Kuyunun başında dört kişiyiz, Cesaret, İrfan, ben ve Lortop. Öyle susadık ki, Baklan ovasını bir baştan bir başa yürüdük. İsabey'den, Dedimköy'e dek. Buğday tarlalarının içinde, malikanların havalandığı, saksağanların tozlu yollardaki ahlat ağaçlarının, çöğürlü dallarına konduğu, kerkenezlerin dağlardan indiği sarı ova... Serenli bir kuyu, susuzluğumuzun sabrını çatlatabilecek denli uzak. Akkuyu'dayız. Gökkuyu'da var mıydı?.. Su, beyaz, şeytansı, saydam bir tanrı. Kuyu o kadar derin ki. Nasıl ve neyle ulaşacağız. Cesaret, uçkurunu, donunu bağladığı ipi çözdü, ayakkabısını çıkarıyor. Naylon gislaved ayakkabının deliklerinden, uçkur bağlanıp, bir çekül gibi sallanıyor. Ayakkabının topuk bölümüne dolan suyu kana kana içiyor, bir, iki, üç... Sıra bana geliyor, bende kendi ayakkabımla, aynı şeyi yapıyorum, sıra İrfan'da, oda aynısını yapacak, su doluyor, İrfan ipi çekiyor, ama iyi bağlamamış, ip elinde kalıyor, ayakkabı cump!.. Kuyunun dibine... Güç bela önlüyorum İrfan'ı, kuyunun içine girmekten. Şimdi anımsıyor mudur beni, belki de onu bir tehlikeden kurtardığımı, neden söylüyorum ki, çünkü onun başına bir şey gelseydi, bizde suçlanabilirdik, hem de ömür boyu, korkmuştum ben, bir yerde kendimi kurtarıyordum!.. Yalınayak, köye yakın bağlara kadar yürüdük, ayakkabının tekini, yeşil bir bağın altına gömüyoruz, yazgısı onu eşinden ayırdı ve onun ölümü kendisinin de ölümü demekti. Ondan uzak geçirecek artık 'ölümsel' yaşamını!.. Köye dek yalınayak yürünüyor, eve gelince, gizlice buğday dolduruyoruz arkalaca (arkalaç, içine çalı çırpı ya da azık doldurup, sırta yüklenerek -arkana atarak- götürülmeye yarar, geniş bez ya da çaputa deniyor), aynı renkten ayakkabı -pabuç- alıyoruz, Kapıs Hüseyin'in bakkalından (bak kal, işe yarar her şeyin satıldığı kulübecik), toza buluyoruz, eskimiş gibi, anlamasınlar şeytanlık yaptığımızı, ama İrfan bir yolunu bulup, söylemiş annesine, Esmaba gülüyor, avluda, İzmir çiçekleri (kefre), budamalar (kasımpatı), fesleğenler, onlarda gülüyor!.. 24// Aşağıda, söğütlükte, serçeler ötüşüyor. Dallarda, alt alta, üst üste gülüşmeler, çığlıklar. Söğütçüklerde mutlu olsa gerek, yaprakları titreşerek, dalları salınarak, bu sevince ortak oluyorlar. Güneş doğuyor gür, geniş ağaçların arasından, bir dikencik ötüyor, ne güzel renkleri var. Serviliklerde sığırcıklar, bir aşağı, bir yukarı!.. Kuş sesleriyle dolu havada, sabahın buğusunda, güneş hareleniyor, ışıklar sisli, çiğli bir dünyanın içinden geçer gibi, bir büyü salıyorlar. Çökelez'in kırağı tutan yamaçları, güneş ışığının çalımlarıyla yaldızlanıyor. Damlardan dışarı, dört ayağıyla fırlar gibi çıkan sığırlar, keçiler, koyunlar, sesleriyle bir prelüdü tamamlıyorlar. Çocuk sesleriyle, envaı çeşit renkler ve nice çağıltılar birbirine karışıyor. Bahar belki de seslerle geliyordur. Gökte, gündüz gözüyle yıldızlar, kuyruklu şeyler, ay ve yerlere ağan, kucak dolusu yapraklar, kuşlar, ulu ağaçlar, çayırlar ve serin, gümrah toprak!.. Tanrı var, tanrı var, tanrı var... 25// Tarlalar açlıktan kırılıyor... Ekim zamanı. Yağmur çiselemekte. Boş ovalarda tuhaf bir sessizlik. En ufak çıldırtı, fısıltılı yankılarla yol arıyor. Kuyular ağzına kadar su dolu. Su akmalı fiyort gibi. Ben Hesiodos diyorum ki; Atlas'ın yedi kızı, Süreyya, Pervin ve Ülker yıldızı gökyüzünde parladığında, ekim işi başlasın, ama toprağı yıldızlar yittikten sonra sürün. Bahara dek tarlalar, toprağın kaburgaları sessiz, boş, kederli ve uzanıp kalmış gibi duracak ama alttan alta çıtırtılar ve patlayan tohumlara, Persephone'nin çığlıkları eşlik edecek ve ayların yirmi sekiziyle birlikte, her şey, kraliçelere, prenseslere ve yelpazesini sallayan baygın, güzelim nedimelere dönüşecek... Kızlar ovada salınacak ve ağaçlarda çığlıklarla, simsiyah, gür saçları, birbirine karışacak... Ey ece toprak, yeryüzü bir salıncak, bahar büyülü bir salıncak, kimler sallanacak!.. Yaşamak bu değil mi!.. 26// Onların, Kerimler'in avlu içine girmek yürek isterdi, köpekleri dağ aslanı gibiydi, bütün köy birbiriyle akraba... Siz hiç yeleli köpek gördünüz mü, tasmalı, kesik kulaklı, beyaz ayı büyüklüğünde bir cüce. Boğsalığı, o da var. Öylesine heybetliydi ki, ona kimse dokunamaz, hiç bir köpek yaklaşamaz, hırlayamazdı. Onun varlığı, doğal bir dünyanın sürüp gitmesini olumlamak, onamak gibi bir şeydi sanki, ama çocukluk bu ya, ne olduysa oldu, o aslan yeleli, boz benekli devin, tam o sıralar, ölümüne, daha doğrusu öldürülmesine tanık oldum. Bir çocuk için, yaşamın sürüp giden bir ritüel olduğunun kanıtı ne yazık ki, dehşetin olağanlığa dönüştüğü bu tansığın, aslan yeleli dev köpek kudurduğu için mi, yoksa benim bilemeyeceğim bir sayrılığa yakalandığından mı veya Japon geleneklerince ölümüne yardım edilen bir yaşlıya dönüştüğünden mi gerçekleştiğini bilemiyorum... On, on beş kadar çocuk bir araya gelmiş, Kerim Mustafa ve de aksayan ayağı, doğumdan gelen topallığı, kendisine olağanüstü bir çekicilik kazandıran Kerim Osman; Araplar mezarlığının içinde, bu umursanmaz vahşeti yaşamak, tanık olmak için kalabalık arasında köpeği tüfekle vurmuştu. Hiç unutmam, köpek o denli güçlüydü ki sendelemedi bile, ikinci kez ateş ettiklerinde, bir iki sallandı ve helezonik bir yumuşaklığın içinde, hüzünle yere, sonsuza dek yaşayacağı toprağın içine sanki gömüldü, hiç taş attım mı anımsamıyorum, belki kitle psikolojisiyle, ayrık davranışın tepki doğuracağından çekinerek bir ya da iki taş atmış olabilirim, anımsamıyorum attığımı, ama görüntü şuydu, taş ata ata, köpeğin çığlığı ve iniltileri arasında, yığınların altında kalan köpeği gömmüş olduk mezarına... Aradan kırk yıla yakın zaman geçti, İsabey'e yolum düşer, Kerimler avlu içine varırsam, o köpeğin, o dağ aslanının, o kutup ayısının, vakitsiz biçimde ölümünün gizini öğreneceğim. Şimdi orada, bir çıtlık ağacının, esen yellerde salınan yaprakları altında, artık tozanlara karışmış, doğacıl, hazin kaderine yenilmiş, bir zamanların görkemli köpeği, efsanevi çomarı yatıyor. 27// Hepimiz, Lortop, akranlarım ve ben demir köprüye gittik, az ilerde Gönüllerin evi ve önünde iki uzun servi. Söğütler ve iğdeler yolu öyle kapatmış ki, Üyyük'e kadar yeşil bir kuşak, bir yılankavi iz, ovanın içlerine, karın boşluklarına dek, soluk borusu gibi girmiş. Çayın kenarında, mavili, kırmızılı, sarılı çiçekler, minicik başlarını sallıyorlar. Bir kaç, çocuk kız, evin önünde söyleşiyorlar. Bir iki koyunla, keçi açıkta bekleşiyor. Hangisi Gönül bu kızların, uzaktan hepsi birbirine benziyor. Bana bakan mı, hiç bakmayan mı, arada bir bakan mı, görür görmez içeri kaçan mı, o kızları yavaşça bizlere doğru çeken mi, ısrarla bizden uzağa götürmek isteyen mi, bu bir düş mü yoksa, aralarında Gönül yok mu... Lortop'la çimenlere oturup, dalıp gidiyoruz. Gönül evlendi, üç çocuğu var, birinin adı Fatih, ben evlendim, kızımın adı Gönül... 28// Demirler avlu içindeki Furkan, Orion'umuzdu, bizim elimizi bile süremediğimiz tüfekle dağa gider, kemerine, kalın palaskasına taktığı rengarenk kuşlar, tavşanlarla geri dönerdi. Ona hepimiz imrenirdik. Çünkü gökte uçan, düşlerimizi süsleyen, asla ulaşamadığımız rengarenk tüyler, ötüşler, onun canı istediğinde avuçlarındaydı. O ne renkler, kadife gibi tüyler, uzun, kısa gagalı, boynu kırmızı, kuyruğu yeşil, göğsü beyaz, sırtı mavi, gözü ela yüzlerce kuş... Avcı bizim düşler ülkesinin insanı gibiydi. Dağdan doğru, hayalet gibi süzülüp, çangırdayan matarası, göz alıcı çizmesi ve belinden sarkan, ipek tüyler, rengarenk kuşlar. Arı kuşu, dikencik, sığırcık, yiribik, karatavuk. Ah o renkler, ben o renklere aşıktım, o renkler benim için ulaşılmaz bir düştü, hiç bir zaman ellerimle dokunamadım, hiç bir zaman avcuma alamadım, o masal kuşlarını... Düşlerimiz, gizli karabasanlarımız. Renk çılgını, ölü tahta kuşlar!.. Bir natürmort dünya?.. 29// Çal yolunda, bir at arabası ilerliyor. At kırmızı, alnı siyah akıtmalı, doru bir at, susa yolunda böyle bir atla Çal'a giden bir başka araba daha yoktur, bu Emir Hasan'ın arabası, hemen seçilir. Pazar günü Çal pazarı vardır. Emir Hasan manifaturacıdır, basma satıcısı, rengarenk, Nazilli basması, Buldan bezi, Denizli işi kadife kumaşları, köylülerin ayağına getiriyor, gizi bu... Gelinlik kızlar, fistan giyen eltiler, gonca güllerle dolu şalvarlık arayan herkesler onun alıcısı. Sabahın köründe yola çıkıyor, akşamın karanlığında dönüyor. İsabey'le Çal arası, at arabasıyla bir saat... O, Kıranardı yolundan susaya çıkar, Çal yönüne sapar, Mahmutgazi köyünün bağlıkları arasından, Menderes ırmağının kıvrımlarıyla dolu vadilerden geçerek, Yukarıseyit yokuşunu tırmanır, burada aktoprak olduğu için, susa yolu uzaysıl bir çizgi gibidir ve artık düşlerin içindeymiş gibi yol alır. Yukarıseyit sapağını geçer geçmez de, Çal'ın bağları görünür ve orada toprak kırmızıdır, kızıl kayalar süsler vadileri ve Çal'a girilir artık, Emir Hasan, at arabasıyla, gerçek bir Sezar gibidir. Pazar Çal'ın tam orta yerinde, doğuya bakar bir yerdedir. Kalabalıkta, herkesin her şeyi aradığı bir kumkuma içinde akşama varılır, kaosun düzensizlik olduğu yalanı bu pazarda kanıtlanır. Herkes akşama doğru yola koyulur, Hasan'ın bir kere akşam karanlığında atı ürkmüş ve yara bere içinde köye dönmüştür, cüzdanını da düşürmüştür ama atına hiç kızmaması o gün bugün şaşırtır beni, iş yoldaşına bu kadar saygılı bir adam, ne öncesi, ne sonrası görülmemiştir. Can yoldaşının önünden belki bir tilki geçmiştir, bir tavşan ayaklarına dolanmıştır kim bilir, bir kirpi bile atı ürkütebilir, akşamın gölgeleri ve sanrıları geceleyin bile yoktur, akşam demek, cisimlerin çifter çifter göründüğü zaman demektir. Karanlık sultansa, akşam şehzade!.. Işıkla ışıksızlık arası bir yerdedir akşam. Lortop, Emir Hasan, Demirler avlu içine girer girmez havlardı, çünkü köylüler bir şeyler ısmarlardı hep, bulunmaz şeyleri alıp getirdiği için, Lortop o gelince tüm gücüyle havlar ahaliye haberi uçururdu. Dört gözle onu beklerdi kızlar, kızanlar... Lortop cin gibiydi, bu yüzden havlayacağı zamanı bilirdi!.. 30// Güneş, Baklan ovasının bitiminde, yükseltisiz dağlardan doğar, dümdüz, girintisiz, çıkıntısız uzanır dağlar. Akdağlar. Sabah, sessizlik içinde hayvanlarına kolan vuruyor köylüler, Güneş sarı kanatlarını açmış, bir tansıkla dolduruyor ovayı... Ova uyanıyor yavaşça... Kırağılar çözülüyor. Kuşlar ötüşüyor. Kaplumbağalar yollara düşüyor. Tavşanlar iki ayakları arasından başını kaldırıyor ve otun yurtluğuna bakıyor... Başaklar güneşle tanışıyor her sabah ve özleri ışığı içiyor doyasıya, gizli bir aşktır bu... Tilki yavruları oynaşıyor kıyıda... Yollar aydınlanıyor. Yükseliyor yavaşça ışık topu. Ova seslerle doluyor. Bulutlar geziye çıkıyor ve öğle oluyor... Ve her şey sessizliğe ve ıssızlığa bürünüyor, tek bir hareket yok sonsuz ovada, tek bir çıtırtı... Güneşin o derin, bildik sesinden başka... Güneşin ateşi, ovayı tutsak ediyor. Bir kertenkele, taş kesilmiş duruyor. Kelebek elma ağacının dalları arasında uyuyor. Eşekler uyukluyor, altın bir mabut sanırlar diye bazen kuyruğunu sallıyor ve kutsal öğlenin hükümranlığına harfiyen boyun eğiyorlar. Kuşlar bir anda yok oluyorlar. Otlar, tüm börtü böcek, boyunlarını bükmüş, güneş tanrısının geçişini sessizce bekliyorlar, Tanrısal öğle... Kuyular sessiz, çekirgeler yaprağın görünümüne bürünmüşler ve yavaş yavaş güneş aşağılara, ikindi vakitlerine doğru inerken, uzaklardan işitilen, bir kız çocuğunun tiz sesi, ovanın bu bir anlık uykusuna, sarhoşluğuna son veriyor ve kampana çalıyor, az zaman sonra her şey, sanki yeni bir güne başlıyor ve gün bir kez daha yinelenmek üzere Çökelez'den boynunu bükerek batıyor. Yeni bir sabah ve yeni bir horozun ötüşüne dek... 31// Arap Süleyman'ın otobüsü, biz ona şevrolesi deriz, bütün köyü şehre taşır. Üzüm kasaları, balyalar, sepetler, kelterler, yorganlar, heybeler, düşünebildiğiniz her şeyi taşır, öyle ki, dünya yıkılsa, onlarla dünyayı yeniden kurabilirsiniz, otobüs başlı başına bir dünya zaten, oflaya, inleye taşıdığıysa bizler, bir türlü dünyaya adapte olamayanlar, ne taşır bu insanlar ömrü boyunca, neden oradan oraya savrulup dururlar ve sonunda kendilerine küçücük bir çukur seçerek mahpushanesini bulurlar, geziyoruz deseler, dünya evrende bir toplu iğne kadar, aynı ırmaklar, aynı binalar, zorunluyuz deseler, neden önlemini almazlar... Derviş Ata şöyle derdi bu hay huya: Vakit geçiremiyor bu günahkarlar!.. Onun için dolanıp duruyorlar, bağlasan durmazlar, çünkü sıkılıyorlar!.. Çünkü diğer varlıklardan henüz kendilerini soyutlayabilmiş değiller, düşünmenin tadına tümüyle varamıyorlar. İçimden, iki şey bir arada bu adamın lafında derdim, yanlış ve doğru, yola çıkıyorlar evet, amaç evrenin sonsuzluğu olsa gerek, oraya ulaşmak istiyorlar... Gerekçenin güzelliği, eylemin haklılığını ya da doğruluğunu sağlamayabilir. Yol oraya çıkmayabilir. İnsanlığın tüm kuleleri hala önyargılarla yükseliyor... Kim bilir... Otobüste, Cak Cak Süleyman, Tımbır Fatma, Havzemin Mehmet, Topal Sabri daimi yolcular, bir de yolculuğun olmazsa olmazı minicik Gorgonlar, virajlarda bir tilki görseler yeri göğü inletiyorlar, araba zıngazınk dolu vilayete gidiyorlar. Denizler yol ayrımına geldiklerinde, bir minibüse yol veriyor ve Zıpır yokuşundan aşağı, döne, kıvrıla Kaklık'a doğru yol alıyorlar. Kaklık'ta mola ve Honaz yoluna çıkarak, tavuklarla, horozların başkenti Kocabaş'a, oradan Akhan'a, Selçuklular'dan kalma kervansarayı geçip, uzakta Hierapolis'in beyazlığına, hayaletler ülkesi diyerek Tonguzlu'ya giriyorlar. Garaja varır varmaz cavalacoz patırtılar, ikindide, saat dört de köye dönecekler, her yerinden dumanlar çıkan, inleyen ve her gün bir parçası yollarda kaldığı halde, bu flüt biçimli et ve kanın solucanlarını taşımaktan bıkmayan araba, onları bekliyor... Şu olağanüstü gelirdi bana, bu köy ve kasaba isimleri, insanların lakapları ve eşyalara verdiği adların bir lügati olsa, dünyanın en şaşırtıcı ve okyanus dolusu sözcüklerin dolup taştığı bir levh-i mahfuzumuz olurdu sanırım, dileğim o ki, günün birinde, kendi içinde engin anlamları olan bir sözlük yapılır ve köylerdeki bu inanılmaz kavramlar, deyiler, sözler dünya uygarlığına kazandırılır... 32// Pala Abdurrahman köstebek avından dönüyor, ölülerini de getirirdi eve sallaya sallaya, ne yapardı acaba, İmam Alibi ibrikle evin önünde abdest alıyor, Hürü ana ayaklarına sülük yapıştırmış, sayrılığına bir umar, bir plasebo etkisi arıyor, Emir Hasan arabasıyla gene pazen satmaya gidiyor. Eşe Bekir çocukları, tütün almaya ylluyor, Kapıs Hüseyin bakkaliyesini açmış alışverişi bekliyor, Kerim Osman afyon tarlalarına doğru iniyor. Calibe, Sindel'e yemlik toplamaya gidiyor, Safiye ana süt verene, yem veriyor, Nahide tahta merdivenleri siliyor, evin önünü temizliyor, Meşhur yukarı bağlardan geliyor, Abdülkadir derviş pınarından kana kana su içiyor, Hacıumarların Şahin sandalyeye ters oturmuş, kasketini düzeltiyor, Esmaba vişne toplamaktan geliyor, Eselerin Kezban erbisini bağlıyor, Trampacı Abdullah cep aynasına bakıyor, Muhammet hoca Zühre'nin yolunu gözlüyor, Pala İsmail dibek başında gelip geçeni izliyor, Köstek İbram boşalttığı tüfeğin kapsülünü arıyor, Çaylı Amat haşhaş yağı çıkarmak isteyenleri buyur ediyor, Gümüş Eyüp eşek sırtında dağa doğru gidiyor, Gülistan dam üstünden ovaya el ediyor, Lortop avlu girişinde kuyruğunu sallıyor, Ayan Mustafa harmanda ata burunsalık takıyor, Esrik Mustafa kahve önünde çay içiyor... 33// Kara yılan ok gibi süzülürken Çökelez'in eteklerinden, aşağıya iniyor iki çocuk, yolun düzlüğe ulaştığı yerde, bir ahlat armudunun dibine oturuyorlar. Uykuya dalıyor, düşler görüyorlar. Bodur otların içinde minicik böcekler yürüyor, dalların ucuna varıp geri dönüyorlar. Kızıltoprak'ta ceviz ağacı yapayalnız. Vadiye küçük elma ağaçları serpilmiş, titriyorlar henüz. Aşağılarda bir gölet içinde kurbağalar, yusufçuklar, arılar. İlerde bağ aralarından, harımlardan atlayıp çıkanların elinde sepet sepet üzümler, elmalar, birbiri ardı sıra koşanlar, oynayanlar... Bu gezegende yaşam var, yaşam var, yaşam var!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder