31 Ocak 2017 Salı

LORTOP / 4. BÖLÜM

34 Gece karanlığında köy meydanı ıssız. Başımı gökyüzüne çeviriyorum, milyonlarca yıldız başımdan aşağı dökülüyor, çitirik gibi. Gökyüzünde kayan yıldızlar hep kuzeye doğru mu kayarlar. Yukarıya, evin yoluna doğru tırmanıyorum. Gece karanlığında ağaçlar: Ayakta, kocaman insanlar, acayip hayvanlar gibi duruyorlar. Rüzgarda yapraklar coşkuyla sallanıyor, eğilip doğrulan dallar. Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr... Anlıyorum artık, binlerce dünya, binlerce evren, binlerce yaşam var. 35 Lortop'la, Aşağıbağ'a gidiyoruz. Gümelerin (bağ evleri), ceviz ağaçlarının dibinden kıvrılarak, papatya dolu sergiliklerden geçiyoruz. Deli Emin aşağılarda, bağların içinde dolaşıyor. Hep sakallı, hep kırmızı gözleri, pabucu hep yırtık, pantolonunun önü hep açık, gömleği hep dışarıda, ağzında hep tütün. Deli Emin, bağları ilaçlama mevsiminde, potasyum çuvalındaki tozu şeker sanarak yiyor ve ağzı köpükler içinde, bir ağacın dibinde, ölü bulunuyor. 36 Emirlerin Ayşe, toprak damlı, pencereleri avluya bakan, oyma çerçeveli, gümüş sürgülü, sundurması çiçeklerle dolu, en gösterişli evde oturur. O kadar güzeldir ki Ayşe, kapıdan yeldirmeli, allı yeşilli, şöyle bir süzülüverecek olsa, Lortop havlar ve bütün ahaliye, onun avluya çıktığını duyuruverir. Ne zaman pencerelerin, sürgülü pervazlarını yukarıya kaldırıp, başını uzatarak, minicik bir ibrikle, çiçekleri sulayacak olsa, fesleğenler, kasımpatılar, kefreler, salınmaya başlar. Ahalinin kaşı gözü oynamaya, laflar dönüp dolanmaya, diller sürçmeye, ayaklar tökezlemeye, eller sallanmaya, başlar da ikide bir dönerek, bakmaya başlar!.. Emirler'in Ayşe'nin ateş rengi gözlerinde, yeşile çalan benekler vardır. Ayşe gülünce, dünyada gülüyor sanırsınız, başınız dönmeye başlar, dudaklarından size doğru bir sözcük sıçrasa; siyah kirpiklerini süzerek, öylesine bir laf atsa, sarhoş olur, baygınlık geçirirsiniz. Emirler'in Ayşe'nin pencereye çıktığını gören, dağdan geri döner, ovadan koşar gelir, yalın ayak fırlar evlerden. Öyle ki karşı köylerden, Ayşe'nin sesini duymak, nurunu görmek için nice delikanlılar, sağdıçlar, akranlar toplanıp, yarenlik ederler kahve önlerinde... Ama herkes, her kızan duygularını bir sır gibi saklar ve Emirler'in Ayşe uğruna, gizliden gizliye, ilahi, ölümcül bir rekabetle yarışırlar... 37 Lortop, koşuyor, zıplıyor, kulaklarını oynatıp, kuyruğunu sağa sola sallayarak, yalpalıyor. Duruyor, geri dönüyor derken, bir başka yöne, aşağıya, yukarıya, oraya buraya koşturarak oyalanıyor, sonra birden gelerek, ön ayaklarıyla bana tırmanmaya çalışıyor, dilini sarkıtarak, soluk alıp veriyor, sanki bir şeyler anlatmak ister ya da yapmamı istediği bir şeyler varmış gibi, urbalarıma ardılıp, pençelerini atıyor ve taşlı yolun sonuna dek itişip kakışarak, oynayıp duruyoruz. Bu bir sevinç gösterisi veya yaşamdaki mutluluğunun dışa vurumu... Lortop bir şey istemiyor, yapılması anlamında bir şeyler anlatmıyor. O gerçekte, sabahın altın oklarının, ışıkları, aydınlığı altında, söğütlerin kıyısından, derelerin içinden, iğde kokuları arasında, böğürtlenlere, kirpikleri göz alıcı öküz gözlerine, çalılıkların içinde gizlenen şeylere baka baka, taştan topraktan seke seke, dallara çarpa çarpa, sürüp giden bir yaşam sevincinin, sarhoş edici eğlentisinin, büyüleyici etkisi altında!... Kedersiz, dallara sürtünmek, yaprakların ürperten, tatlı okşayışlarını yüzünde duyumsayabilmek, elimizi uzattığımız ahlat armudundan, körpe ayva dallarından, sapsarı elma ağacının meyvelerinden koparabilmek, sırt torbasına, kuru bademler toplayarak, Meşhur'un gönlünü kazanabilmek... Buruk kokulu bir kır çiçeğini, torbanın içinden çıkararak, ovanın Havva ana gibi uzanışının ürpertisiyle, Meşhur'un çiçeği eline alıp, burun kanatçıklarına götürmesi, bakıp, gülümsemesi... Yaşam ki, güzelliklerini herkes bilir, ama onların kalıcılığı ya da geçiciliğini hiç kimse düşünmez, dikkat etmez. Kendiliğinden akıp giden bir düş bahçesi... Bağışladığı, esritici tad bundan mıdır, sarhoş eden bir şeyin uçuculuğundan mıdır... Kim bilir... 38 Harman yerinde atlar, yazgısıyla barışık, nazlı öküzler dönüp durmakta... Ahlat ağacının dibinde, Lortop uyukluyor... Güneş tam tepede duruyor. Esme kuyudan su çekiyor. Ortada mendil, tarhana, bulgur yiyor ahali. İbram su içiyor. Kırmızı bir tay koşuyor. Gölgeler giderek uzuyor, uzuyor, uzuyor... Tası tarağı toplayın artık, akşam oluyor... 39 Arı kuşlarının gelme zamanı. Temmuz ortası... Bağlarda alacalar, kendini göstermeye başladı. Kuşlar dağlardan indi. Vişneler olgunlaşıyor, elmalar büyüdü, armutlar kendini dışa vurmak üzere... İşte gökyüzünün engin boşluğunda o tansık, gerçek bir Anka, kurig, kurig, kurig!.. Ne büyüleyici bir ses, ne ulaşılmaz, ne coşkulu bir düş tanrım... Geliyorlar, Taranta Babu geliyorlar, sıcak bir öpüşten, tatlı bir bakıştan geliyorlar... Ellerimle, hep bir arı kuşunu tutmayı düşledim, o rengarenk masal kuşunu yakından görmek, tüm renklerini, düşlerimle, gözlerimle kavrayabilmek istedim. Onlar benim için her zaman, erişilmez dünyanın varlığıydılar. Zamana ve mekana sığmayan özgür yaratıklar. Uçan, koşan, yürüyen, havada asılı, göklerde duran, yeryüzüne yuva yapan, us dışı yerlerin gizine varan kuşlar. Göksel yaratıklar. Arı kuşları onların ecesidir, şahıdır, çocukluğun sultanıdır... O ne renk çılgını, sarı, kırmızı, yeşilin tüm tonları, tüm renklerin, tek tek göründüğü bir kadife tanrısı. Tanrının bir meleği. Arı kuşunu avlayanı duydum, ama göremedim. Elinde tutan birini söylediler, ama bulamadım. Hayal meyal anımsıyorum, avcıların belinden sarktığını ama onca kuş arasında belki düşlemişimdir, özlemlerim belki bir sanrıya dönüşerek gerçekleşmiş, kendimi sevindirmişimdir. O bir masal kuşuydu hep, bir Anka'ydı benim için, çocukluğum hep telefon tellerinde, cevizlerin filizlendiği dalların arasında, çıtlıkların tepesinde, göz gözü görmez incirlerin, yemişlerin, yaprakları içinde, onun arayışıyla, bir Amarcord'un anılarında tükendi hep... 40 Klarnetler, davullar, zurnalar yerlerini almış, sonbahar sarısı sandalyelere oturmuşlar, çalgıcıların tümü esmer, kimi sakallı, şapkalı, kimi başı açık, kaytan bıyıklı, yılların izi, kiminin yüzünde, derin çizgilere, dolgun yarıklara dönüşmüş, burun hizasından, çene tabanına inen kıvrımlarda, nice tuhaflıklar, sanki göçmen kuş kafileleri, leylek sürüleri var. Alın çukurlarının içine para kıstırsanız durur, kulaklar o denli büyük alanlar kaplıyor ki, neler saklanmaz. Saçları onca yaşa karşın simsiyah, uzun, ama enselerinden aşağı bırakmamışlar, sanki durdurulmuşlar, ne güzel süpürge olur bunlar, sanki bağrışıyorlar. Gözlerinin içi bir fener gibi, bir lambalığın içine koy, bütün köyü ve geceyi aydınlatır, karınları şiş ama, ne az, ne çok, kendince yakışıklı, uyumlu bir esneklikte, göz alıcı bir kavisle ritim tutabiliyorlar. Urbaları siyah, eprimiş ve her rengin çürüdüğü bir tonda görüntü veriyorlar. Ayakkabıları çoğunlukla iki renk ve genelde ön bölümleri beyaz ve burunları şeritli ve etkileyici, erişilmezmiş gibi çekici bir yanları var. En çok ulaşılmaz olan şeyse çalgıları, onları çalarken pabuçlarının burnuna doğru eğmeleri ve birden kısrak başı gibi havaya kaldırmaları, bu arada değişen sesler, volümler, inilti ve hıçkırıkla süslü ağıtlar ve devasa anırtılara karışan, kulakları sağır eden çığlıklar... İşte bütün çalımları bu... Davulcu ve altın renkli klakson en çok dikkat çekeni ve en öndeki çalgıcılar. Onlar biricik, çünkü diğerleri ikişerli ya da üçerli olabiliyor, kemancı ve klarnetçi... Yanılgı ise zurnanın küçüklüğü ve kolaylıkla çalınabiliyor havası, onu değerli kılmıyor ne yazık ki... Klakson ve klarnetin tuşları var, bu düğmeleri ve makinemsi görüntüleriyle, oldukça aldatıcı bir güç yayıyorlar. Kalabalık, çalgıcıların çevresinde, bir halka oluşturmuş, irili ufaklı, içlerinde kadın yok. Kadınlar kına gecesi hazırlığında ya da pencerelerin pervazlarından gizlice bakıyorlar ve eğer oraya doğru bakarsanız perdeyi çekip hızla uzaklaşıyorlar!.. Ağır bir hava çalıyor, sarı klakson, arada yüksek naralarla, oyunun kan akışını hızlandırıyor ve oyuncu, hızla dizini yere vurup, kavislerle dönerek, harmandalını hak ettiği gerilime ulaştırıyor, sonra heybetle ayağa kalkıp, ağır, gösterişli oyununu sürdürüyor. Harman dalı, efem geliyor!... 41 Lortop'un yanından, kilitli kapının mandalını çekiyor ve kandilin dibinde yıllarımı geçirdiğim odama giriyorum, karlar, yaylalar, dağlara, güneşin öncülüğünde koşturup, kaç gündür yorgun düşmüşüm. Başımı minderlere yaslıyor ve güneşin aralık pencereden sızan ışığına sayfaları tutarak... Okumaya başlıyorum... 'Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, / Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak... / Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta, / Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta... / Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; / Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, / Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? / Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, / Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...' Ne demek istemiş bu adam diye düşünüyorum, çocuk yaşımda... 'Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemen kokusu, bu mehtaplı gece / pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de, / çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da, bana bağlı olmadan vardı / ve bende bu aslın sureti çıktı sadece... / Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha, / güzelim dünya elveda / ve merhaba kainat...' Bu adamı anladım gibiyim, aşk şiiri yazmak istemiş. Başka sayfalara, başka düşlere dalarak yol alıyorum. 'İstanbul'da, tevkifhane avlusunda, güneşli bir kış günü' diye başlayıp, sürüp gidiyor şiir. Acaba bu İstanbul nasıl bir şey diye düşünüyorum, daha kocaman, daha kalabalık ve daha nazik insanların bulunduğu, esvaplardan kokuların yayıldığı bir yer olduğunu düşlüyorum... Görmeyenlerin dokunma duygusu ve olay algısı bizden daha yüksekmiş... Yıllar ve yıllar sonra Harem iskelesinde, kaplan tüyü gibi dalgalanan denizi, yorucu, uzun bir yolculuktan sonra, devasa 'neoplan' otobüsün penceresinden görüyor ve uzakta haliç ve gölgelere bürünmüş Topkapı sarayının siluetine bakarak, yitip giden bir imparatorluğun, çocuksu, diri ve genç bir mirasçısı gibi mutlulukla gülümsüyorum... Deja vu!.. 42 Köyün orta yerindeki çeşme, sağda kahvehane, altta okul, solda bakkaliye, bir kasabadır adıyla var olmuş belediye binası, onun yanındaki büyük boşlukta, açık hava sineması... Dört duvarın arasında kalmış bir beyaz perde... Burada çoğun, köylüleri köylülere anlatan filmler oynuyor. Geçici, bir hafta kadar oynayacak filmler ve sonra gidecekler... Bir film izliyoruz ama, izleyenler filmden daha ilginç. İşte Topal Sabri, körüklü çizmeleri, kasketi, pos bıyığı, kostaklı yürüyüşü, kırmızı kuşağı, beyaz göyneği, civan gibi bir adam, enerji dolu ve bir fenomen işte, Platon Halit, o da topal, o da kasketli, gagalı, padişah burunlu, ölümsüzlük peşinde, doğaçdan bilge, asalı ve tüm enerjisini düşünceye yatırmış, tüm yaşamını düşlerine adamış ve kadri bilinmez olmuş, bir yarı tanrı... İşte Deli Emin, potasyumu şeker zannederek yemesine bir kaç yıl var. Kendi kendine konuşuyor, yıllardır kulak memesi Van Gogh gibi kesik ve bir tuhaf duruyor. Uzun yüzlü, neandertal görünümlü, sakalıyla kapkara ve hafifçe kambur. O da bir antifilozofinin, antiplatonizmin Aristocusu, kimsenin yaklaşımına uymayan düşünceleri var. İşte Kavas Mustafa, yatağında bile fötrlü ve bir Ramsesmişçesine en önde duruyor... Pala Halilibrahim'da öyle, o batılı bir Kabir Bedi, o da fötrlü, yeşil gözlü ve esmer ve bir sürü kalabalık, hepsi özel, hepsi emsalsiz, hepsi tekinsiz, hepsi düşünceli, hepsi gülünesi, hepsi üzülünesi... Şimdi kırk yıl önce izlediğim bu filmin bütün aktörleri, aktrisleri öldü, köyde o filmi izleyenlerde öldü. Bırakın ölmeyi, köye gittiğinizde, ne sizi tanıyan, ne sizin tanıdığınız kimse kalmamış, köy kendine yabancılaşmış ve bir sessizliğe bürünmüş, bir yalnızlığa gömülmüş. Sinema salonu, delik deşik, kazılmış, harabeye dönmüş, yıkıntı bir topraklık, tek tük insanlar var ve sinekler vızıldıyor, sessizliğin sesi sineklerle dolu ortalık, volta atıyorlar ve sonsuz bir ıssızlık... 43 'Çakıldan güneş, / plastikten mehtap, / demirden toprak, / mermerden deniz. / Yeryüzünde dolaşıyoruz / yolunu yitirmiş. / Uykusuz / ve ölü gibiyiz...' Oysa köy öyle çiçeklerle doluydu ki, fesleğenler, kadife çiçekleri, kedi tırnakları, çiğdemler, susallar, kuş dilleri, karagözler, sümbüller, taraçalarda, senek saksılarında, tahtalıklarda kefreler, cennet süpürgeleri, kasımpatılar... Mavi incileyin soylu duruşlar. Arı, gonca gibi buruk papatyalar, ak benekler, baygın kokular, uçuk pembe, kırmızı, mavi yaprağı güzeller. Yol kıyılarında sütleğenler, sarı sarı açmışlar, incecik dal gibi otlar, çiçek dolu yamaçlar, düzlükler, kovuklar. Kelebekler, arılar, uğur böcekleri daldan dala, çiçekten çiçeğe koşuyorlar, gezip dolaşıyorlar... Kuşlar aralarına inip kalkarak, cıvıldaşarak kanat çırpıyorlar. Bu ne güzellik, bu ne büyüleyici bir tansık tanrım. O çiçekler solup gideceklerdi belki ama esintileri bir yaşam boyu sürecek, bellekte bir masal olacaklar, geçmişten geleceğe... 44 Esmebağ deresinde ölü bulunmuş diyorlar Eşebekir için... Eşebekir, İrfan'ın babası. İri yarı, esmer, Burt Lancaster gibi saçları, gözleriyle, köyün beyefendisi, kır gülleri gibi bakımlı ve dünyaya dönük yüzü, canlı kanlı gövdesiyle, dedikodusu çıkmış. Avlunun bir köşesinde, iki katlı, cumbalı evin, karşı köşesinde, Dellen kızı... İkisi de evli, ikisi de beşer çocuklu, sabahları, tan vakitleri, Eşebekir cumbadan, Dellen kızı kapı önünden, birbirlerine bakmış... Ta ki başka sesler, kapı gıcırtıları, koşum çangırtıları, ibrik çığlıkları duyulana dek. Eşebekir gerçekte Don Juan'ın biri... Keyif alıyormuş yaşamdan. Tütün içiyor aralıksız, birinci... Herkes, ikinci, üçüncü içiyor. Ayakkabıları iskarpin. Başkaları mest, lastik pabuç giyiyor. Gömleği beyaz. Başkaları baştan kara ya da alaca. Kemer takıyor, köyün yarısı erkek çoğu uçkurlu. Ceketi var sırtında, dimdik yürüyor, bütün köylüler yarı büklüm, eğilip doğruluyor. Onlar toprağa, ota, ağaca yakın duruyor, gizlice tapınır gibiler, eşeğe, ineğe, ata sarılır gibiler. Okşayarak, yürüyüp, yol alırlar onlarla ve pagan çağlardan kalan bir minnet duygusuyla aşık olurlar onlara... Eşebekir, içer sarhoş olur, bir akraba düğününde, sonrasında Esmebağ deresinde içmeyi sürdürürler, köpek öldüren şarabın efsanesi yürür taşlı yollarda, kayalıklarda ve şarapla güneş çarpar gün ortasında, ateşin yakıcılığında... Baban nerede diyorum İrfan'a, bomboş bakıyor bana, küçücük yaşı, ölümün ne demek olduğunu bilmiyor. Ama Eşebekir zevkle ölmeyi öğretti bu dünyaya, zevkle, binlerce Lancaster var bu dünyada, ama yalnızca birinin Lancaster olabileceğini de biliyor!.. Şimdi herkes, iyot toprak, mermer çiçek ve işte bir İyon denizi diyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder