17 Ocak 2017 Salı

LORTOP / 1. BÖLÜM (NOVELLA)

BİRİNCİ BÖLÜM 1// O bizim köpeğimizdi. Siyahtı. Düşük kulaklı, düşük kuyruklu, küçükce bir köpekti. Kısacıktı tüyleri. Onun bacaklarının atılışı, ekmeğini yutuşu, gözlerinin bakışını canlı yapan, devindiren şey neydi acaba?.. Avludan çıkarken bir gölgenin kendisini izlediği, sonsuza dek ona öykündüğü, küçük, siyah bir gerilim miydi? Garip, süslü bir demirden miydi, elektrikten miydi? Nar ağaçlarının dibinde bekler, çiçeklere konan kelebeklerle dalaşır, böceklerle, arılarla itişir ve birden kulaklarını dikerdi. İşiteceği ses neydi? Neydi beklediği? Duyabilecek miydi, yalnızca kendisine iletilecek, o harflerine, notalarına indirgenmiş o keskin, özel uğultuyu... Sıklıkla, yemeğini ben verirdim ona, sulandırılmış, ay gibi incelmiş, bembeyaz salıncaklı, katlım büklüm bir yufka... Yemeğimizi paylaştığımızda olurdu. Çoğun önümde, kimi zaman ardımda kalan, her yeri, her şeyi kolaçan eden, inceleyen bakışlarında, yaşamdaki ilk ve son noktanın gezindiği, bir kendinden yaratık. Bir ışığın canlanıp, cisimleşmiş hali, bir tinin ete kemiğe bürünmüş kıvıltısı. Ben durduğumda oda durur, ben yürüdüğümde oda yürür, yabancıların olduğu avluya dalacak olsa, kırmızı entarili yaşlı kadınlar, eteklerindeki bütün taşları dökerler ve tahta tırabzanlara, eşiklere doğru kaçışırlardı, onu selamlamak için. Tanrı, metal, ışık, et, sinir ve boşlukta uçuşan neşe dolu bir cisimcikti o... 2// Ay yükseliyor. İçimdeki şiddet geni hızını artırıyor. Derelerin orda ateş böcekleri, ağaç gövdelerinde, çalı çırpıların uzun çubuklarında parlıyor. Gecenin sessizliğinde, derin, hiç bitmeyen çığlıklar, sonsuz, ürpertici melodiler, çıldırtılar... Çalhanlar'ın evinin önünde bağlı at, ahırına sokulmayı unutulmuş, karanlıkta gözü parlıyor ve yüklü, gürültülü soluklarla, garip bir sessizlikte, hafif yelde titreşen kavağın yapraklarına, suyun içinde gezinen aya, önünden sürünerek geçen bir şeye bakıyor ve uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kule gibi bekleşen gözleriyle, kardeşlerini arıyor. Hacıumarlar'ın meyve bahçelerine dadanan hırsızlar, koyunlarına bir tek elma, yahut şeftali bile koymadan, yalnızca yemekteler. Ağızlarının şapırtısı gecede bir koroya dönüşmüş. 3// Batal yolunda iğdelerin altından geçerken, Lortop birden fırlayarak, keçi yolunda gözden yitiyor. Neden sonra tüylü ayvaların sarardığı, örenlerin iki yanında daralmış, bozuk yola girdiğimizde, gene birden önüme atlayıp, eşlik ediyor bana... Dili bir karış aşağıda, toz karnındaki tüylere doluşarak, rengini değiştirmiş, az önce kovaladığı şeyin kendini çok şaşırttığını kavramışçasına bana bakıyor. Söylemek ister gibi. Kendisinden daha hızlı bir tavşan mıydı o ya da çalı dibinden yükselen bir karatavuk... Bir kaplumbağa, şurada yukarda, bağların arasında, altıgen pullarla süslü kambur evciğinden uzattığı başıyla, dünyaya merhaba diyor. Uzaktan bir köylü geliyor. Kırmızı peştamalı, çiçekli şalvarı, kavruk yüzüyle yanımızdan geçerken, bir salkım üzüm uzatıyor. Issızlığın bereket tanrıçası. Bakışlarında bir ovaya boyun eğmişliğin kederi ve gülüşünde yalnızlığın acısı var. Nasırlı ellerinde, tanrı sunusu çatlaklar, alnındaki oyuk çizgiler, onu düşlenemeyecek denli yaşlı yapıyorsa da, sol yanağında, çene kemiğine yakın siyah benekçik, geçmişi ve geleceği yok etmiş ve zamanı hiçleyen, büyülü bir adacık gibi yalımlanıp, parıldayıp duruyor nedense... Hiç bir yazgı kötü niyetle tasarlanmış olamaz. Kadın uzaklaşırken ot ve sümbül kokusu yayılıyor havaya... 4// Badem ağaçları, pembe yıldız parçacıklarıyla doluşmuş, çocukların ormanı papatyalar, arı mırıltılarının sevisine kapılmış, esintide eğilip, doğruluyorlar. Gökte güneş, papatyalarla kardeş. Uzakta ırmağın içinde, yayın balığıyla, sazanların kıvıltısı gölgeleri dolanıyor. Söğüt dalları, Aynur'un saçları gibi ıslak, yere kadar örgülü... Lortop sudan çıkıyor ve silkindiğinde, tozumsu parçacıklar, güneşin ışıltısında minicik, gizil bir gök kuşağına yol açıyor. İkindiye doğru güneş bir göze benziyor. Ufarak, yuvarlak bir nokta ve uzakta evler, bacalar, ovada ağaçlar, sarımtırak, altınsı bir dünyanın içine düşerek, yanıp sönüyorlar. Lortop, otların arasında gölgesini kovalıyor. 5// Akşam alacasında, batıda, ilk yıldız göründü. Garip. Sonra doğu yakasında bir yıldız ve az sonra tepemizde soluk, sayısız yıldız kümeleri belirdi. Koyunlar birbirine sokularak, hareketsiz duruyorlar. Lortop onları ürkütünce, sağa sola atılıp, kaçışıyorlar ve sonra bakışıyorlar bilisizce... Yerlere kadar eğilmiş, yıldız salkımlarına basarak ilerliyoruz. Koyunlar yollarını bilemese... Ezik çiçeklerin buruk kokusu göklere yükseliyor, yıldızlarda yerlerde dolaşıyor nedense... Bir an Eros görünüyor ufukta, yürüyor doruklardan ve yeryüzüne, yüreğinden oklarını fırlatıyor. Meşhur'un sesi, derelerden bağlara dek yankılanıyor. Ay, Beşparmak dağlarından çıkmak üzere, tanrısal bir ece, yay gibi gerilip, altınsı bir aydınlık veriyor ve kocaman, dişil bir tanrı, sanki süt dolu, gümrah memesini uzatıyor yeryüzüne... Bir faros ovayı aydınlatıyor ve dereleri ışıklara boğarak gökyüzünden akıyor. Bir gölge, örenlerin arasında eğilip, doğruluyor, bükülüp, gizleniyor. Karanlık gecede bir yıldız kayıyor. Kıpırdanıyor, akıyor madde... Kutsal bir bilinmezliğin içinde... Ama ateş saçıcı, çıldırtan sesleriyle, böceklere kulak verince aldandığımı anlıyorum, kutsal olan ne varsa ortada işte ve Lortop'la göz göze geliyorum, karanlığın içinde... 6// Karagözlerin arasındayım. Kuş dilleri, tilki kuyruğu çamları, daracık yolda sıralanan akçakavaklar. Pıtraklar, şeytan çanakları. Sayısız çocuk çığlıkları, su gelini su ister şarkıları. İkindiye doğru okul çıkışı. Lortop'un kayaların üzerinde, dibek başındaki avlunun girişinde, üstüme başıma çullanışı... Dut ağacından kanatlarını açarak çığlıklarla inen tavuk. Saçakta ötüşen kumrular, yuva yapmışlar... İki çer çöp, sevdiğini öp. Kurtların kemirdiği kocaman yaprakların üzerinde, geçen yıl ki serçe pisliği... 7// Lortop'la merdivenlerde oturmuş, bir şeyler okuyoruz. Arada bir bana bakıyor. Bremen Mızıkacıları'nın köpeği sanki. Düşüncelerini anlamak için Deloslu dalgıç gerek. ''Dünya üç beş bilgisizin elinde Onlarca her bilgi kendilerinde Üzülme eşek eşeği beğenir Hayır var sana kötü demelerinde'' Diyor belki de ve yalınlaştırıyordur olan biteni, yağmur çiselemeye başlayınca içeri kaçıyoruz. Altın arabasıyla Poseidon göklerden mi geçiyor? cehennem kayıkçısı Kharon'da yanında... Çünkü yağmur birden azıyor. Avludan kıvrılıp aşağıya, oradan, Kerimler'e doğru, delice bir selinti akıyor. Çar çaput, çırpı çubuk, kara sinek, atlı karınca, kızıl arı, kuş ölüsü, tavuk tüyü, horoz ibiği bulanık suda akıp gidiyor. Lortop, bulutların yeryüzüne inen bu hışmına şaşırıyor, düşünceli, küçük küçük havlıyor, bir süit çalıyor sanki... 8// Afyon fideleri tarlalarda yeşermeye başladı. Kırağılar her sabah onları beyaza boyuyor. Güneş çakınca karşı dağlardan, afyon tarlaları parıldamaya başlıyor. Öyle ki, minik, minicik parıltılar, yalımlar gözleri alıyor. Tepedeki evlerin, toprak damların üzerinde, yurgu taşlarına oturup, ovalara gözünü dikmiş, suskunlar var. Hasıllar yeşermiş, afyon tarlaları benek benek, dalların tomurcuklandığı, ağaçların kabarıp, dal budak salarak gürleştiği ve bir şeylerin katmerlenip, goncalaşarak, anileyin patlayıp, ortalara saçılacağı besbelli... Bugünden yarına, ova gürbüzleşir, bir renk çılgınlığının içine düşebilir. Islaklık değip, el attığı her şeyi yeşile doyuruyor. Yeşil yaşamın rengi, tanrının imgesi değil de ne?.. Yeşilin olmadığı yer, yaşamın olmadığı yer. Buzağının sesi, bütün kış çıkmadığı ahırdan, öyle bir geliyor ki, sanki garip bir iniltiyle baharı müjdeliyor, Beni bırakın, beni salın tanrı aşkına!... 9// Che Guevara'nın adını ilk kez Topal Halit'den duymuştum. Ayanlar avlu içinde 66 yıl, ölüme bir umar bulunur düşleriyle yaşadı. 1960'lı yılların tüm okunaklarını izlerdi. Her gence, her delikanlıya, sosyalizmden, Stalin'den, Mao Çe Tung'dan söz ederdi. İnsan bir ideye bağlanıp, dünyevi masumiyetini onunla özdeşleştirip, yaşamını tüketebiliyor. Oysa düşünceler yayılsın diyedir, kapısından çıkamayan zincire vurulsun diye değil, tutsağı olsun diye değil. Çünkü düşünce hapsedildiğinde, içerde, kişinin içinde kaldığında, bir enerji gibi sıkışıyor ve sonunda onun patlamasına, bir şiddete dönüşerek darmadağın olmasına yol açabiliyor. Senin elindeki ekmeği alırsam, ekmeksiz kalırsın, içindeki düşünceyi alırsam, paylaşmış oluruz. Sonsuz güzellik ve sonsuz kardeşlik, hiç bir erkin olmadığı, düşüncenin bahar çiçekleri gibi yayıldığı, çayır, çimene dönüştüğü bir dünyada olanaklı. Topal Halit yaşarken ölüme çare bulamadı insanlık. O yaşamı biliyor, eni boyu algılayabiliyordu, uygulayımda bir takım yeknesaklıkların varlığına inanıyordu öznel dünyasında ve hep bir özleyişin peşinde sürdürdü yaşamını, bir merak onu diri tutuyordu, kendisiyle birlikte, bir dünya, bir kütüphane ve kapsamlı, özümsenmiş bir düşünceler alegorisi yitip gitti. Evrenin işleyişi belki de yavaşçadır, dünyamız bir tür yinelemedir belki de, çünkü her ölü yitirilmiş bir tansıktır, Chenier gibi içindekilerin son derece gerekli, belki de bir kurtuluşun manifesti olmadıklarını nasıl bilebiliriz... Geriye doğru koşarak, hızlanacağımız günü bekliyoruz biz ve ölülerimizin sönmüş külleri üzerinde yükseliyoruz ne yazık ki... Onun biricik özlemi, ölümsüzlük arayışıydı, belki bir tür Lucretius, bir tür Homerosluktur yaptığı... Sonuçta Denizli'nin, Çal ilçesi, İsabey kasabasının, Ayanlar avlusundaki evinde, tavan arasındaki odada, bir sabah ölü bulundu. Gılgamış gibi ölerek, ölümsüzlüğe kavuştu. Dünya onu bilemedi, ama ben üzülüyorum, ömrünü düşünmeye adamış birinin düşünceleri, kendisiyle birlikte yok olup gitti... Bu tanrının müsrifliğidir. İnsanoğlunun talihsizliği diyemeyeceğim, o konuşurken Lortop bile dinlerdi. 10// Lortop, canım arkadaşım, papatyaların arasında, burnuna doğru hamle yapan arılardan kaçıyor. Gülüyorum. Bir ara kuyruğunu sallayıp, kulaklarını oynatarak öyle bir koştu ki, bir düşünce aldı beni, belki de 33.333 arıdan bileşik bir yaratık, tek bir arıcıktan, nasıl böyle kaçabilir. Bağların arasına gizlendi sonra, yaprakların arasında bir görünüp, bir yitiyor, bir esinti yaprakları kımıldatıyor, güneş tepede uyuşturan bir sesle ötüyor, armutlar olgunlaşmış gibi kendiliğinden düşüyor, yer sarsılıyor, kuşlar gelip geçiyor, bulut yer değiştiriyor ve zaman birbiriyle karışıyor. Şu taraftan sesler geliyor, bir şey çıtırdıyor, hareketsiz bir şey yok, her şey hareket ediyor, İçten içe, dıştan dışa, her şey... Hareket tanrı, büyük sonsuzluk evren, küçük sonsuzluk mikron!.. Patlangaçların, cadı fındıklarının yanından, çay yoluna, söğütlerin, iğdelerin yanına gidiyoruz, Uzaklardan, uzun uzun bağırışlar geliyor, Yaşamak öyle güzel ki, tanrılardan bir tanrı, yıldızlardan bir yıldız, cennetlerden bir cennet bu dünya... Su akıyor, o söğütlerin altına oturmuş, borazan yapıyor bana, az sonra ötüşecek oyuncak ve eve kadar birlikte gideceğim onunla... Yıllar çok çabuk geçiyor... Onu aradım, neredesin baba dedim, akıp giden çaylar, sürüklenen dallar ve kayan yıldızlardan başka bir şey göremedim... 11// Ovanın ortasında bir beygir ölüsü duruyor. Saksağanlar başında dolanıyor. Başının derisi sıyrılmış ve dökülmüş, bir ejderha ürküntüsü veriyor, bembeyaz dişleri sırıtmış, gökyüzüne bakıyor. Yaşamla uyumlu, dolanıp duran Lortop'la ben, onun bu çılgınca, us dışı görüntüsüne bir anlam veremiyoruz. Yaşarken gönlünce otları tüketen, göletlerden su içen, hiç bir yakınmaya kapılmadan, coşkuyla kişneyerek, yıllarını geçiren bu hayvan, şimdi neden dişlerini sıkmış, bir karanlığın içine, şaşırmış, fırlak gözleriyle, apak neden bakıyor. Yaşamı çok seviyordu da, ondan ayrılmanın hıncıyla mı bakıyor?.. Bir canlı olarak yaşamak... Yaşadığının bilincinde olmak, amorf ya da darmadağın olmak değil, ölümle yaşıyor olmak da değil... Lortop'da olan bitenin ayrımında mıdır acaba?.. Belki tatlı, gamsız, zamanın akışına aldırmadan yaşayacak ama, ölünce belki oda, kızgınlığını saklayamayacak, dişlerini sıkarak, kindarca karanlığa bakacak... Kim bilir... Yaşam bir tür sarhoşluk... Bu sarhoşluğa aldırmadan, çiçeklerin, arabaların, tarlalara savrulmuş insanların, bağırıp çağıranların, en az bizim kadar aceleci böceklerin, ağaçların, dağların, bulutların arasından süzülerek köyümüze dönüyoruz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder